Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Sahabe Ve Tabiûn’un Fetva Vermedeki Tavrı

F Çevrimdışı

ferdiosman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Aşağıda vereceğimiz örnekler, konu hakkında zikredilebilecek çok sayıda benzerleri içinden seçilmiştir.

Lütfen ilaveler yapınız.....


Sahabe’nin ilim ve dirayet bakımından önde gelenlerinden olduğu herkesçe kabul edilen Hz. Ebu Bekr , Hz. Ömer, Hz. Ali, Zeyd b. Sabit (cümlesinden Allah razı olsun), herhangi bir meselede hüküm vermeden önce Sahabe ile istişare ederlerdi. (Bkz. Kadı Iyâd , Tertîbu’l - Medârik , 1/145; Muhammed Ahmed er- Râşidî, el-Misbâh fî Resmi’l - Müftî ve Menâhici’l - İftâ, 1/112)

Keza Sahabe’den Abdullah b. Ömer r.a. kendisinden fetva istendiği zaman nadiren fetva verir, çoğunlukla “Bu konuda bir şey bilmiyorum.” derdi. (Dârimî )

Tabiûn’dan Ebu’l - Minhâl, ticaretle ilgili bir mesele sormak üzere Sahabe’den Berâ b. Âzib r.a.’a gelmişti. Berâ r.a. ona, “ Zeyd b. Erkam’a sor; o benden daha iyi bilir.” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu’l - Minhâl , Zeyd b. Erkam’a gitti. Ancak ondan da “ Berâ b. Âzib’e git. O benden daha bilgilidir.” karşılığını aldı…” (Müslim, Nesâî , Ahmed b. Hanbel )

Abdurrahman b. Ebî Leyla şöyle demiştir: “Şu mescitte Ensar’dan 120 kişiyle mülaki oldum. Onlardan her biri, bir hadis rivayet etmek veya fetva vermek durumunda kaldığında, başka bir kardeşinin kendi yerlerinde olmasını arzu ederlerdi.” (Makâlât, 172)
Yine Tabiûn’dan Said b. el-Müseyyeb, hemen hiç fetva vermez, kendisine fetva sorulduğu zaman da soran kişiyi kastederek, “Allahım! Beni (bu durumdan) ve onu benden kurtar.” derdi. (Beyhakî, el-Medhal, no: 824)

Daha sonraki imamların tutumu

İmam Ebu Hanîfe’nin çağdaşı, büyük Hadis alimi Şu’be b. Haccâc, “Herhangi bir mesele hakkında size bir şey sorulduğunda ne yapardınız?” diye sorulduğunda şöyle demiştir: “Bizim zamanımızda bir kimseye bir soru sorulduğunda, arkadaşına, ‘Sen fetva ver.’ diyerek soru soran kişiyi ona yönlendirirdi. O öbürüne, o da diğerine… Böylece soru soran kişi yine döner dolaşır, soruyu ilk sorduğu kişiye gelirdi.” ( Makâlât , 172)

İmam Mâlik’in hocası Rebia’ya , hocasının tavsiyesi şöyledir: “Ey Rebia ! İnsanlara fetva vermekten uzak dur! Eğer birisi sana fetva sormak üzere gelirse, onu içine düştüğü durumdan kurtaracak fetvayı bulmak için değil, sana sorduğu meseleden kurtulmak için gayret göster.” (el- Hatîbu’l - Bağdâdî, el-Fakîh ve’l - Müteffakkih, 2/169)

Hocasının bu tavsiyesinden ömrü boyunca ayrılmayan Rebia’ya, ölüm döşeğinde iken talebeleri şöyle sordular: “Bizler senden çok şey öğrendik. Sen aramızdan ayrılıp gittikten sonra bize fetva sormaya gelenler olacak. Hükmü sorulan mesele hakkında senden ve daha öncekilerden herhangi bir şey işitip öğrenmemişsek ve bizim vereceğimiz hükmün, o kişinin kendisi için vereceği hükümden daha hayırlı olacağını da biliyorsak, kendi hükmümüzü söyleyelim mi?” Rebia bu soruya üç kere üst üste “Hayır!” dedikten sonra şöyle devam etti: “Cahil olarak ölmeniz, herhangi bir meselede ilminiz olmadan konuşmanızdan daha hayırlıdır.” ( İbn Hacer, Tehzîbu’t - Tehzîb , 3/224)

İmam Malik’in tavrı da farklı değildir. Biyografisini zikreden kaynaklarda onun fetva vermekten ne kadar sakındığını ve kendisine sorulan pek çok soruyu, yanlış cevap vermenin mes’uliyetini düşünerek cevapsız bıraktığını gösteren pek çok olay anlatılmıştır. Bir tanesini zikredelim:
Mağrib (Bugünkü Fas) tarafında bir yörede yaşayanlar, başlarına gelen bir olayın hükmünü öğrenmesi için aralarından birisini görevlendirerek Medine’ye, İmam Malik’e gönderdiler. Adamcağız o günün şartlarında çileli bir yolculuk yaparak o kadar yolu katetti ve Medine’ye gelerek meseleyi İmam Malik’e arz etti. İmam’ın cevabı şu oldu:
- Şimdiye kadar memleketimizde böyle bir olay yaşanmadı; hocalarımızdan da bu mesele hakkında konuşan olmadı. Sen şimdi git, daha sonra gel.
Ertesi gün oldu. Adam cevabı alıp gideceği düşüncesiyle yol hazırlığını tamamlamış, yükünü hayvanına yüklemişti. İmam Malik’e geldi ve sorusunun cevabını beklediğini söyledi. Ancak İmam:
- Sorduğun şeyin cevabını bilmiyorum, diye karşılık verdi. Adam şaşırmıştı. Dedi ki:
- Ey Ebu Abdullah!* Geldiğim yerde, yeryüzünde senden daha alim kimse olmadığını söylüyorlar.
İmam Malik gayet kendinden emin ve sakin bir tavırla:
- Gittiğin zaman onlara benim bu işin altından kalkamadığımı söyle, dedi. (Tertîbu’l - Medârik, 1/ 145-146)

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Eğer Selef-i Salihin’in fetva vermekten bu derece sakındığı doğru ise, onlardan nakledilen bu devasa ilmî birikim nasıl oluşmuştur? Üstelik, mesela Hanefî mezhebinde vuku bulmamış meseleler ortaya atılır ve nazarî/takdirî olarak tartışılırdı. Bu durum yukarıdaki nakillerle çelişmez mi?

Bu sorunun cevabını İmam Ebu Hanîfe’den nakledelim. Şöyle diyor büyük İmam:

“Eğer ilmin kaybolmasına yardım eden kişi durumuna düşmekten ve bunun için Allah’ın bana azap edeceğinden korkmasaydım, asla fetva vermezdim. Soru soranların işi kolaylaşıyor (fetva alıp işlerini çözüme kavuşturmuş oluyorlar), sıkıntı ise bize kalıyor.” (el- Fakîh ve’l - Mütefakkih , 2/168)

Modern çağ ve fetva
Daha fazla örnek zikretmek mümkün ise de, zikrettiklerimizin şu noktayı aydınlığa kavuşturduğunu söyleyebiliriz: Selef-i Salihin’den , adı “ re’y ehli”ne** çıkmış olanlar dahi fetva verirken daima Allah korkusuyla hareket etmişler, delilsiz-dayanaksız hüküm vermekten son derece sakınmışlardır. Onların her konuda olduğu gibi fetva verme konusunda da birinci derecede gözettikleri husus Allah rızası ve ahiret endişesi idi.
Selef’in fetva vermenin ağır sorumluluğuna bu hassasiyetle yaptığı vurguya mukabil, günümüzde hasbelkader konuşma/yazma mevkiinde bulunanların, muhatap oldukları herhangi bir soruya “bilmiyorum” diye mukabele ettiklerini görmek hemen hemen imkansızdır!
Bu tavır farklılığının temel sebebi, günümüz dünyasına hakim olan seküler anlayışın, din ve ilim telakkimizi de etkisi altına almış olmasıdır. Selef, ilmi Allah rızası için öğrenirken, modernleşmiş müslüman ilim tahsilinde birinci önceliği “toplumun problemlerini çözme” hedefine tahsis ediyor. Temel kırılma da işte tam bu noktada yaşanıyor.
Elbette olup biten sadece bu değil. Seküler tavrın en temel özelliği olan “dünya hayatını mutlaklaştırma” anlayışı içinde, modernleşmiş müslüman fetvacı, “her şey gibi din de insan içindir” düsturuyla hareket ediyor ve dinin modern çağın değer yargılarıyla uyumsuzluk gösteren hükümlerini bir bir askıya alıyor.
Sapanlar ve saptıranlar
Efendimiz s.a.v.’in nübüvvet nuruyla görerek ümmetini yüzyıllar öncesinden uyardığı büyük tehlike ne yazık ki günümüzde fiilen yaşanmaya başlamış bulunuyor. Ne buyurmuştu Efendimiz:
“Yüce Allah, ilmi, insanlardan söküp almak suretiyle kabzetmez. Ancak alimleri almak suretiyle ilmi kabzeder. Alim kalmayınca da insanlar cahilleri rehber kabul eder ve (meseleler) onlara sorulur. Onlar da bilgisizce fetva verir; hem kendileri sapar, hem de halkı saptırırlar.” (Buharî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel…)


Hadis metninde açıklanmayan, ancak satır aralarından anlaşılan bir husus var: Halk tarafından rehber kabul edilen cahillerin, kendilerini rehber kabul eden halktan farklı bir özelliği olmalıdır. Yoksa belli kimselerin rehber kabul edilmesinin bir anlamı olmazdı. Burada anılan kimseler acaba hangi özellikleriyle “cahil” sayılmış ve hangi özellikleriyle halk tarafından rehber kabul edilmiş olabilir?
Bu sorunun cevabı -Allahu a’lem- şudur: Bunlar, din ve dinî ilimler konusunda yeterli birikim ve vukufiyeti olmayan kimselerdir. Bununla birlikte halk tarafından rehber kabul edilmeye yetecek bir özellikleri vardır. İşte o özellik, dini çağın değerlerine uydurmadaki yetenek ve başarıları olmalıdır. Günümüz fetvacılarına ve verdikleri “ibretâmiz ” fetvalara bakıldığında bu husus bariz bir şekilde fark ediliyor.
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
Allah hepsinden razı olsun. Güzel bir konu. Teşekkür ederim.
 
F Çevrimdışı

ferdiosman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Kur'ân'ı kimler tefsîr edebilir, kimler edemez? Bu süâli, İmam Süyûtî'nin Kurân İlimlerine dâir yazdığı et-Tahbîr isimli eserinin bir faslını tercüme ederek cevâblandıralım.



İmam Süyûtî şöyle diyor:

Kur'ân ilimlerinin bu türü (başkalarının kitâbında geçmemiş olup, ancak) benim ziyâdelerimdendir. Hadîs ilminden buna benzeyen, kimlerin rivâyeti kabûl edileceği ve kimlerin kabûl edilmeyeceğinin bilinmesidir.

Müfessirin Edebleri bahsinde geçmişti ki, tefsîr, evvelâ Kur'ân'dan, sonra Sünnet'ten, sonra da Sahâbe ve Tâbiûn kavillerinden aranır. Bu yüzden, bunu onlardan nakledenin (naklinin kabûl edilmesinin) şartı, (râvîde aranacak olan) rivâyet şartlarıdır ki, onlar da adâlet, hıfz ve itkândır (bellemek ve nakletmekteki sağlamlıktır.) Bu hadîs ilminde takdîr edilmiştir. Kezâ, Kur'ân ricâli de böyledir. Çünki, -önceden de geçtiği gibi- onun rükünlerinden bir tanesi de senedin sahîh olmasıdır.

Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ve sahâbe radıyellâhu anhum'dan sahîh rivâyetlerle gelmiştir ki, '(ilmî bir mesnedi olmayan) rey/görüş ve kanâat ile tefsîr yapmak haramdır.' (Bu et-Tahbîr' isimli kitâba yazdığımız) mukaddimede tefsîr ile te'vîl arasındaki fark geçmişti.

Birincisi (rey ile tefsîr), mutlak olarak haramdır. Çünki onda, Allah'a karşı şâhidlik ve bunun onun murâdı olduğuna dâir kesin bir ifâde vardır.

İkinciye gelince: O da te'vîldir. Te'vîlin câizliği hususunda ihtilâf edilmiştir. Bir topluluk bunu, hadîsin zâhirine uyarak bu kapıyı kapatmak için yasaklamış, başkaları da bunun bir takım ilimleri bilen kimse için câiz olduğunu söylemişlerdir:



Bu ilimlerden,

Birincisi, lügat ilmidir, çünki lafızların müfredleri (kelimeleri) ve delâlet ettikleri ma'nânın şerhi o lugata bağlıdır.

İkincisi, nahiv ilmidir. çünki, ma'nâ, i'râbın değişmesiyle değişir; dolayısıyla mutlaka onu göz önünde bulundurmak lazımdır.

Üçüncüsü, sarf ilmidir. Bazıları bunu zikretmemiştir ki, en doğrusu budur. Onu zikredenin gerekçesi, binaların ve sığaların sarf ilmiyle bilineceğidir.

Dördüncüsü, İştikak (Etimoloji) İlmidir. çünki isim iki değişik maddeden alınma ise onların farklı olmasıyla ma'nâ da farklı olur. Mesîh kelimesi gibi. Bu, seyahatten mi, yoksa mesh kelimesinden mi gelmektedir?

Beşincisi, Meânî İlmidir; çünki sözün terkiblerinin/bir araya getirilip kuruluşlarının, ma'nâyı ifâde etmesi bakımından olan havassı/yalnız kendinde bulunan özellikler, ancak onunla bilinir.

Altıncısı, Beyân İlmidir; terkible-rin göstermiş oldukları ma'nânın açıklığı, yâhud kapalılığı bakımından değişiklikleri yönüyle hâssaları sadece bununla bilinir.

Yedincisi, Bedî'İlmidir; çünki kelâmın güzelleştirilme yolları ancak bununla bilinir.

Sekizincisi, Kıraat İlmidir; çünki Kur'ân okumanın nasıl olacağı sadece bununla bilinir; muhtemel bazı değişik ma'nâlar bazılarına ancak kıraâtlar (ilmi) ile tercîh ettirilir.

Dokuzuncusu, Usûliddîn İlmi, yani akâid ilmidir; çünki, Kur'ân'da, görünen yanı ile Allah'a câiz olmayan ma'nâlara delâlet eden âyetler vardır. Akâid âlimi, bunları te'vîl eder[2] ve Allah için nelerin muhâl/imkânsız-olamaz olduğunu, nelerin de vâcib/mutlaka gerekli olacağını bunlarla delîllendirir.

Onuncusu, Usuli Fıkh İlmidir; çünki hüküm ve hüküm çıkarma şekilleri ancak bununla bilinir.

On birincisi, Esbâb-ı Nüzûl/

âyetlerin iniş sebebleri ve kıssalar ilmidir; çünki, o hususta indirilen âyetin ma'nâsı indirildiğine göre bilinir.

On ikincisi, Nâsih ve Mensûh İlmidir; çünki muhkem ve başkaları yani nesh edilip edilmeyenler bununla bilinir.

On üçüncüsü, Fıkıh İlmidir;

On dördüncüsü, mücmel ve müb-hem olan âyeti tefsîr etmek için onu açıklayacak olan hadîsler(i bilmek.)

On beşincisi, mevhibe ilmi [3]; bu ilim, bildiğiyle amel eden kimseye Allah'ın hibe etmiş olduğu ilimdir. Kim bildiğiyle amel ederse, Allah celle celâlühû bilmediğinin ilmini ona hibe eder” [4]hadîs-i şerîfi işte buna işâret etmektedir.

İbnu Ebi'd-Dünya şöyle demiştir: Kur'ân ve ondan çıkarılacak ma'nâların ilimleri sahili olmayan bir denizdir.

O (İbnu Ebi'd-Dünya) şöyle de demiştir: İşte bunlar öyle ilimlerdir ki; onlar müfessir için âlet gibidirler; kişi ancak onları elde etmekle müfessir olur. Kim, bunlarsız tefsîr ederse, (Şerîat tarafından) yasaklanan rey ile tefsîr yapmış olur; eğer onları elde ederek tefsîr ederse, yasak olan rey ile tefsîr etmiş olmaz.

O (İbnu Ebi'd-Dünya) şöyle söylemiştir: Sahâbe radıyellâhu anhum ve Tabiûn rahimehumullâh, arabça ilimlerini öğrenerek değil de, tabiatları îcâbı biliyorlardı. Kur'ân'dan ve Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem'den almış oldukları Sünnet'ten, başka ilimleri de elde ettiler.

Ben (Süyûtî şöyle) derim: Hakkında bu kitâbın yazılmış olduğu tefsîr ilmi, işte bu sebeble şu ilimlerden faydalanır; (tefsîr ilmi) çeşitleri de ondan alınmadır. Kim bu kitâbta zikri geçen (tefsîr ilmi) çeşitleri(ni) muhkem bir şekilde kavrarsa, kendisini hedefine ulaştıracak bilgileri elde etmiş olur ve onlarla beraber artık bu kitâbdan başkasına ihtiyâc duymaz.

Belki de sen mevhibe ilmini müş-kil bulmakta ve şöyle demektesin: "Bu, elde edilmesi insanın kudretinde olmayan bir şeydir." Hâlbuki senin zannettiğin problem yoktur. Aklıma, bunun âlimlerin müctehid ta'rîfinde söyledikleri o, fakîhu'n-nefs olan kimsedir' sözlerine benzetilmesi geldi; yani, 'müctehid,' tabiatı gereği sözün mak-sadlarını, o sözden ma'nâ çıkarmaya güç yetirecek kadar çok kuvvetli anlayan kimsedir.



Tefsîri kabûl edilmeyen kimseler:

Bid'at ehliHusûsan Zemahşerî,

Keşşâf'ında... O, şu kitâbda âyetleri asıl ma'nâlarından çıkarıp kendi bozuk (Mu'tezile) inancına uydurmayı çok yapmıştır. Öyle ki, insanı hiç hissetmediği yerden çalmaktadır.

Onda, Peygamberlerin Efendisine birçok yerlerde edebsizlik yapmıştır. Nerde kaldı Sahâbe ve Ehli Sünnete?...

Zehebî el-Mîzân'ında, 'Keşşâf'tan çok sakın' derken ne kadar güzel demiş.

Şeyh Takiyyuddin es-Subkî, 'el-İnkifâf an İkrâi'l-Keşşâf ismini verdiği bir kitâb yazmış ve Keşşâf tefsîrini okutmaktan tevbe ettiğini, Allah'a döndüğünü, onu bir daha okumayacağını ve ondaki zikri geçen edebsizliklerden dolayı bir daha asla ona bakmayacağına söz verdiğini anlattı.

O (Sübkî) şöyle dedi: Medîne-i Nebeviyye ahâlisinden biri benimle, Kessâf'ın bir nüshâsını alıp Medîne'ye getirmesi husûsunda istişâre etti. Ben de ona, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem'in bulunmuş olduğu bir beldeye, içinde onun zâtıyla alâkalı bir takım (yakışıksız) şeylerin bulunduğu kitâbın götürülmesinden hayâ îcâbı bu işi yapmamasını işâret ettim.

Üstelik o, şâyet sözünü ettiğimiz yanı olmasaydı belâğat ve i'câz çeşitlerinin açıklanması husûsunda büyük bir kitâbtır [5]

Beyzâvî tefsîrinde elhamdülillâh buna ihtiyâc bırakmayacak şeyler vardır.

Tartışma ve kakışma, söylediği bir söze taassub göstermek, hak ortaya çıktıktan sonra hakka dönmemek ile bilinen, görüşünü sünnetin önüne geçiren, gelişi güzel konuşmak ve sağlam bir araştırma yapmamakla, yâhud Allah'a karşı cüretkâr davranmak ve aldırışı olmamakla tanınan kimselerin de tefsîri kabûl edilmez [6]



[1]Ebû Ya'lâ, el-Müsned (...), Taberânî, el-Kebîr(8006),. İbnü's-Sünnî, Ameli'l-Yevm ve'l-Leyle(603) ve Deylemî, Firdevs(8620) Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid(9/218)'de isnâdının zayıf olduğunu söylemiştir



[2]Onları, yeterli delillerle görünürdeki manalardan çevirip asıl manalarına döndürür.



[3]Öğrenmeden Allah teâlâ'nın kuluna lütfundan hediye ettiği ilim



[4]Ebû Nuaym, el-Hilye (10/12-13)



[5]Bütün bunlara rağmen, müfessirlerin muhakkıkları şu kitâbdan müstağnî kalamamışlar, ondan büyük nisbette istifâdeden geri durmamışlardır. Bir takım büyük ve muktedir âlimler tarafından bozuk mu'tezile görüşleri en ince bir şekilde süzülmüş, tenkîd edilmiş ve ona cevâblar verilmiştir. Ehli Sünnet ulemâsı şu kitâbı işte bu tenkîdlerle beraber yazıp çoğaltmış ve daha sonra bunları kenarına koyarak onu böylece basmış ve neşretmişlerdir. Bunun yanında büyük muhaddislerden İmam Zeylaî bu Keşşâf Tefsîrinin hadîslerini tahric etmiş ve İbnu Haceri'l-Askalânî bu kitâbı kısaltmak sûretiyle şu hizmete ilâvede bulunmuştur.



[6] Süyûtî; et-Tahbîr fî İlmi't-Tefsîr (151-154), Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1408
 
F Çevrimdışı

ferdiosman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
''Her soruya cevap vermek cinnettir" der Ebu Hamid el-Gazzali, el-hak öyledir.

Meşhur bir sözde "İlmin onda dokuzu 'bilmiyorum' demektir" denmiştir
 
Üst Ana Sayfa Alt