Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tasavvuf Küfürleri

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Sözler Ve Notlar - Ömer Öngüt
images


Beyazıd-ı Bestami'nin “Ben ilmimi haktan aldım.” Yalanı (S.21)
Bu iç ilimler Hakk'tan gelir, bunlar Hazret-i Allah'ın ihsanıdır. Çalışmakla elde edilecek şeyler değildir. Mevlâ dilediğine verir dilerse İhsan eder. Bunu böyle bilelim. Bâyezid-i Bestâmi (k.s) Hazretlerimiz «Ben ilmî Hakk'tan aldım» buyururlar. Arifin kelâmı da ken dinden gelmez.


“Batıni tevbe mürşide bağlanmakla kaimdir” yalanı (S.27)

Batıni tevbe inâbe ile kâimdir. Hakk'tan gelen feyz-i îlâhi sayesinde kalpteki mâsivâ otları kurutulur. Kalp ekilmeye hazır bir tarla hâline gelir. Kemal bulmuş bir elden kalbe tevhici tohumu düştüğü zaman hemen filiz verir ve ağaç olur. Yerlerin dibine kök salar, dalları ise semâlara yükselir. O tohumu kemal bulmuş bir elden almak şarttır.


Rüya ile peygamberimizin ölmediğine hüküm vermesi yalanı (S.48)

Rüya:

Cenâb-ı Peygamber (s.a) Efendimiz hayatta oluyorlarmış, Mübarek ellerini öpmeye giderken uyanıyorum.
Buyrulduki:
«Bizim ruhumuz ölü olduğu için, O'nları ölü zannediyoruz, öteki âleme gitti, bu âlemden haberleri yokmuş gibi zannediyoruz. Bu da tabliki cehaletimizin eseri ve asandır.


Meselâ bir odanın içinde bulunuyoruz. Camdan baktığımız zaman dışarıda olmadığımız halde, dış âlemi olduğu gibi görebiliyoruz. Kabirde incecik bir tül perde gibidir. O perde camdan daha şeffaftırki, her peyi, her tarafı görürler. O perde bize mahsustur, biz içeriyi göremiyoruz. Görenler yine içeriyi de görürler.

Binaenaleyh Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimizi ölü zannetmeyelim.»


Şeyh Esat efendi ile sapık iddiaları (S.53-54)

Şeyh Es'ad Efendi (ks) Hazretlerimiz Onlar hakkında «Eylemiş nesr-i hakikat Bayezid-i rehnüma » bu yürüyor. Bir çok veliler kapalı tutmuşlar, fakat o birçok hakikatleri ifşa etmiştir.

Nitekim bir defasında evlerine gelip seslenen kimseye soruyor. “Kimi arıyorsun.” «Bayezid-i anyonum»' " Kalk git, Allah'dan başka kimse yok burada» diyor.
Bu gibi ifşaatlar vermişlerdir. Bu söz görünüşte bâtıl gibi görünür, ehlince çok mühim bir sözdür. Bir ifşaatdır.


“Nakşi tarikatı ilim irfan mektebidir.” yalanı (S.63)

Tarikat-ı aliyye ilim - irfan mektebidir. Mektebe girdikten sonra, artık hakikati tahsil etmek gerekiyor. Hakikât tahsili zannettiğimiz gibi değil, icâb ettiği gibidir. Zan insanı aldatır, ancak hakikat insanı kurtarır. Bu ise bilmekle olmaz, Hazret-i Allah'ın duyurması İle olur. Yani Arifin kelâmı hiçbir zaman anlatılan şeylerle husule gelmez. Bir Arife Mevlâ lütfunu akıtmadıkça onda hiçbir şey olmaz. Ona hakikati bildirmedikçe o da hiçbir şey bilemez. Şu halde boş bir kutu olduğumuzu bilelim. Mevlâ bir nesne ihsan ediverir mi diye gözetliyelim. ikram edince de artık onu benimsemeyelim. O'nun lütfü böylece ziyadeleşir. Kendimize mâl edersek, o verdiğini de alır, bomboş kalırız, işlerimiz hep varlıkla olur. Çünkü içerde artık Rahman kalmadı, hep şeytan doldu. Rahman olursa «Var» İte konuşulur, şeytan olursa "ene" ile konuşulur.»

Tasavvuf dininde vahdet-i vücut, vahdet-i şuhud inancı ve sapıklığı (S.111)

Meselâ Bayezid-t Bestami (ks) Hazretlerimiz mest halinde
«—
Kendimi teşbih ederim, şanım ne kadar yücedir.» buyurmuştur. Bu hâl haber verilince «Şayet bir daha böyle birşey olursa batta ile bıçakla üzerime yürüyün» diye emir veriyor. Ayni hâl zuhur ettiğinde, müridan balta ve bıçaklarla üzerine yürüyorlar, hiçbir şey olmuyor. Asli haline döndüğü zaman «Efendim, yine böyle bir söz söylediniz, üzerinize yürüdük, hiç bir şey olmadı.» diyorlar.

Eline bir iğne alıp batırıyor ve görüyorlar ki kan çıkıyor. «Bayezid odur ki bir iğnenin acısına tahammül edemez, o Bayezid değildi.» buyuruyor.


Ömer Öngüt Beyazıd'ın bir küfür sözünü peygamber söyledi diyerek Allah'a, resulüne, kitabına iftira ediyor (S.116)
(Yine Sultan Veled'den nakledilmiştir; Bir gün iler gelen sofiler babam Hüdavendigardan : “Ebu yezid (Tanrı rahmet etsin), Ben tanrımı daha sakalı bitmemiş çocuk suretinde gördüm, buyuruyor. Bu nasıl olur ?” diye sordular . Babam: Bunun iki hükmü vardır : ya Beyazıd tanrıyı sakalı bitmemiş genç şeklinde görmüş yahut Beyazıd'dın meylinde ötürü Tanrı onun gözüne genç çocuk suretinde görünmüştür.” Dedi yalanı;
ŞARK İSLAM KLASİKLERİ ---ARİFLERİN MENKIBALERİ--- AHMET EFLAKİ
İSTANBUL 1989 S. 56 CİLT-2 )


Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz de «Ben Rabbimi güzel bir genç, suretinde gördüm.» buyurmuşlardır .

“Yakın kullarına farkında olmadan Allah tecelli eder.”iddiası (S.116-117)

Yakîn olan kullarına Hakk Celle ve Âlâ Hazretleri Kendileri farkında olmayarak, matluptan İçinde tecelli eder.

Hallacı Mansur'un bu tecelli karşısında “Ene'l Hakk” demesi küfrü (S.117)

Ha!lâc-ı Mansûr (k.s), «Ene'l-Hakk=Ben Hakk'ım» derken

Cüneyd-i Bağdadi'nin bu tecelli ile “Sırtımdaki cübbenin içinde Allah'tan gayrısı yok “ küfrü(S.117)

Cüneyd-i Bağdadî (ks) Hazretleri bu tecelli ile karşılaştığı zaman; «Sırtımdaki cübbenin içinde Hakk'tarı gayrisi yoktur.» sözünü söylemiş.

c)Beyazıd-ı Bestami “Kendimi tesbih ederim . Şanım ne yücedir.”küfrü (S.117)

Bayezid-i Bestâmf (k.s) Hazretleri ise;
"
Kendimi teşbih ederim, fânim ne kadar yücedir"
buyurmuş. O tecelli o kaba sığmadığı için, taşkınlık alâmetleri zuhur etmiştir.


Resulullah'a tam varis olanlar onu görebilir.” Yalanı (S.117)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a) Efendinizin görülmesi de aynı şekildedir. Görenin istidadına göre muhtelif şekillerde görülür. O'nu gördüm sanılmasın. Ancak her hâlinde Ona tam vâris olanlar O'nu görebilir. Başka hiç kimse hiçbir zaman aslını göremez.

“Allah dilediği zaman letafetini işletir .Yani mürşid-i kamil olrak görünüyor, fakat hiç alemini kimse bilmez” iftirası(S.117-118)

Şunu da çok iyi bilmek gerekiyorki, bu tecellilere mazhar olmak için mutlaka bir Rehber-i Sâdık'a ihti yaç vardır. Çünkü onun Sebeb-i mevcudat (s.a) Efen dimizle münâsebeti var, vekili olduğu için onu bizzat O destekliyor.,Aynı zamanda Mürsid-i Kâmili geçmiş Pirân-ı İzam da destekler. Bilhassa şeyhi dâima ya nında bulunur. Hakk Celle ve Âlâ Hazretleri dilediği zaman letâfâtını işletir. Yani Mürşîd-i kâmil olarak görünüyor, fakat iç âlemini hiçkimse bilmez. Hareketlerinin birçoğundan belki kendisi bile haberdar olmaz. Intisab etmedeki esrar bu olmuş oluyor. Hazret-i Allah ve Habib-i Ekrem'i başka kimsede ' tecelli etmez Onu onlar destekler.Kimse Onları görmez de Mürsid-i Kâmili görür. Halbuki Mürşid-i kâmil latiftin de bir insandır. Hep ordan hep Onlardan geliyor. Cenâb-ı Hakk öyle murad etmiş, müridân da ordan alı yor. Böylece şeyhte terbiye gördükten sonra Fenâ'fir- râsul'e, daha sonra da Fena' fillah'a geçsin.


“Geylani'nin nefsi açlığa dayanamayıp burnundan çıkmış bir tası yalamaya başlamış” yalanı (S.152)

Abdülkâdir Geylâni (k.s) Hazretlerimiz o derece aç kalmışlar riyazet yapmışlar ki, nefsi tahammül edem eyerek, sinek şeklinde burnundan çıkmış, bir tası yalamaya başlamış, içeriye gireceği zaman «Koymam içeriye» buyurmuşlar. «Mücadelen kaçtığın için mi beni sokmuyorsun?» deyince «Hayır, lâkin kendini beğenirsin diye çekiniyorum." cevabını vermişler.

«Biz seni onunla seviyoruz» hitabı karşısında ise, izin verip içeriye almışlar.

Nefse zerre kadar paye vermemişler. Ne haddelerden süzülmüşler de tekâmül etmişler.»

Şeyh'in eşiğinde kula kul olup , izzetini yitiren Şah-ı Nakşibend (S.160-161)

Şah-ı Nakşibend (k.s) Hazretlerimizin bir hâli ve Eyüb aleyhisselâmın da bir hâli gözümün önüne geleli şu ânda. Efendimiz Sultanimiz, şeyhi Emir Külâl Hazretlerinin kapısına yalın ayak, dikenler batmış, yor gun olarak varıp, içeriye girdiği zaman, kim o? buyurdular. Bahaüddin denince-, «Atın dışarıya.» buyurdular. Dışarıya atıldığında, nefsi serkeşlik etmek istedi «Ey nefis, şeyh ne yaparsa haklıdır, ben bu yolu Allah için kabul ettim.» diye kulağını çektiler ve sabaha kadara mübarek başlarını kapının eşiğinden kaldırmadılar. Ertesi günü şeyh hazretleri dışarıya çıkarken ayağını atdılar, boynuna bastılar, «Kim bu?» dediler. «Bahaüddin »denince, elinden tuttular, içeriye aldılar, su ısıtdılar, dikenlerini elleriyle çıkardılar. Sonra hilâtlarını çıkarıp sırtına giydirdiler. «Oğlum bu hilât sana yakışır" buyurdular.

Şah-ı Nakşibend Hazretlerimiz buyururlar ki Şeyhi min o hâli ile benim o hâlim hiç gözümün önünden gitmiyor. Şimdi biz de her sabah evden çıkarken, böyle mürid arıyoruz amma. şimdi zaten mürid kalmadı ki, hepsi şeyh hâlife oldu.»

Efendi Hz. ölmüş oğlunu eve çağırarak anasına göstermesi yalanı (S.163-164)

Hakk'tan gelenin hepsi güzeldir. Nefsimize acı gelir. Yoksa hepsi tatlıdır. Hep takdire dayanıyor bu işler.

Tasavvur, buyurun ki, Efendi Hazretleri rahmetli vâlidanımdan neler çekti de, hiçbir gün hiç kimseye şikâyet etmedi. Vâlidanım çok sertdi, çok celalli idi, ihvan girip çıkarken çok dikkatli olurdu. Bütün müridan vâlidanımdan çok korkardı. Biz yalnız müstesna idik. Bizi çok severdi. Allah'ım nur içinde yatırsın, sevdiği için de ne desek hoş görürdü.

Efendi Hazretlerinin başına gelen ibtilâya bakın ki bir oğlu çok sevdiği diğer oğlunu vurdu.

İnsan düşünürse, şu ibtilâya bakın efendim. Ve demiş «Onu vurmaya gidiyorum» diye.

Vâlidanım «Efendi, sana onu vurmaya gidiyorum dedi de niçin mâni olmadın?» dediğinde «Hazret-i Allah takdir ettiği işde kişinin basiretini bağlar.» buyurmuş.

— Efendim, bir kardeşimiz nakletmişdi, oğlunu göstermişler galiba.

«Evet birgün de göstermişler. Vâlidanım bize söylemişdi. Kimseye bir şey demezsen sana Ahmed'i gösteririm buyurmuş. Kimseye demem demiş. Efendi Hazretleri sabah namazından sonra geri dönmüş. Ahmed gelmiş, babasının ve annesinin elini öpmüş. Bir müddet oturduktan sonra «Hadi oğlum kalk git» buyurunca kalkıp gitmiş. Daha gider gitmez Vâlidanım komşuya atlamış «Ben Ahmed'i gördüm» demiş. Ondan sonrada bir daha görememiş.»


“Denizler çeşit çeşittir” yalanı (S.214-215)

«Denizler çeşit çeşittir. Mevlânın deryasından Ha bibi'nin deryasına, Habibi'nin deryasından zamanın kutbunun mürşidinin deryasına ve o deryadan da murad ettiği yerlere taksim olunur. Onlara Feyz-i ilâhiye denir ki o depolardan kişinin Hakk'a karşı muhabbeti nisbetinde kalbe akar. Herkesin muhabbeti nisbe tinde borusu genişler, kalbi de o nisbetine vüs'at bu lur. Bu kalp vüs'at bula bula göl haline gelir. Sonra d a derya haline gelir.»


Tasavvufun kelime-i tevhidi “la mevcuda ilallah”(Allah'tan başka mevcut yoktur) hurafesi (S.218)

«Kelime-i Tevhid'i söyleyebilmek kaide, hâlde, fi lde olur ve çok güçtür. (La mevcûde illallah) merhalesine geçen kimse Hakk'tan başka her şeyin yok olduğunu, varsa O'nun olduğunu görür. Evet görünüşte var, var amma O var etti. Hakk'tan gayri hiçbir şey yok. Şu halde niçin Hakk'tan gayrısına tutunuyonuz? işte o zaman Kelime-i Tevhid'i söyleyemiyoruz denektir. Bu incelikleri söyleyebilmek çözebilmek Cenâb-ı Hakk'ın müyesser ettiği kullar için çok kolaydır,


Ömer Öngüt vahdet-i vücudu işliyor (S.219)

Bazı insanlar da vardır ki, tuzun suda eridiği gibi varlıklarını eritmişlerdir yok olmuşlardır. Bunlar ise Hakk île çekenlerdir. «La mabude illallah. La maksude illallah, La mevcûde illallah...» Tevhitlerine de nâ il olurlar.


“Yolumuzun efendisi Şah-ı Nakşibendi (K.S) 'Ben bir kafirden de aşağıyım'” şerefsizliği (S.248)

«Yolumuzun Efendisi Şah-ı Nakşibend (k.s) Hazretlerimiz o kadara hâkikata nail olmuşlar ve öyle bin ışık tutmuşlar ki «Ben değersiz bir mahlûkum» buyurmuşlar. Çünkü Herşeyjn O'nun olduğunu Onlar gözleri ile görüyorlar. Hattâ bir defasında müridanla beraber bir balçığa rast geldiklerinde «Ben bu balçıktan da aşağıyım» buyuruyorlar. Bunun aksi iddia edildi ğinde ise «Hayır hayır, ben bir kâfirden de aşağıyım» cevabını veriyorlar.


Geylani'nin Allah'a iftira ediyor (S.249)

Hazret-i Allah, Seyyid Abdülkâdir Geylani (k.s) Hazretlerine murakabada :

«Zâhidler yolu nefis içinde, Arifler yolu kalp içinde. Vâkıflar yolu ruh içinde. Bizim öyle kullarımız var ki, Biz onları sırf kendimiz için yarattık. Onlardan bi ri de sensin yâ Abdülkâdir.» buyurmuşlardır.


Ömer Öngüt İbrahim Ethem hakkında yalan bir rüya uyduruyor (S.251)

"İbrahim Ethem Hazretleri buyuruyorlarki: Rüyada Cebrail Aleyhisselâmı gördüm, gökten iniyordu. Elin de divit kalem vardı. Sordum:

• Yâ Cebrail, Nereye geliyorsun?

• Yeryüzüne geliyorum.

• Ne yapacaksın?

• Hazret-i Allah'ın sevgili kullarını yazacağım.

• Beni de yazacak mısın?

• Hayır, senin için emir almadım.

— Evet. ben biliyorum, ben Onlardan değilim, amma Onları çok seviyorum, dedim.

Cebrail aleyhisselâm durakladı, sonra «Evet seni yazacağım, hem de en başa yazacağım» diye cevap verdi.

Hazret-i Allah'ın sevgililerini sevmek, bu kadara lutfe mazhar olur. Fakat bu arada sevmediğini sevmek de o derece zararlıdır.»


Halkı batıl inançlara sürüklemek için Esat efendi için uydurulan rüyalar (S.256-257)

Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerimizin camii şerifinde imamlık yapan bîr kardeşimiz, ziyaretleri sırasında tanıdığı Efendi Hazretlerine intisap etmek istediğinde istihare yapması buyuruluyor.

Yaptığı İstiharede şöyle gösteriliyor:

«Çok büyük meyvelik bir bahçe, içersinde çok büyük bir köşk, köşk içinde çok büyük bir zat oturuyor. Yanma gitmek istediğinde kapıda bulunan arabi nöbetçi müsaade etmiyor. Bu zat'a gidebilmeniz için şu zat'a hizmet etmeniz gerekiyor diyerek, ayni bahçe içinde, diğer bir köşkte oturan Efendi Hazretlerini gösteriyor.

Kardeş nöbetçiye İtiraz ediyor, «Bende şeriatın bir imamıyım, o zat'a hizmet etmeden gitmek istiyorum» diyor.

Arabî nöbetçi diyor ki: — Burası hususi bir yol dur. Bu Zat'a gitmek için O zat'a hizmet etmeniz lâzımdır.

• Peki öyleyse bu Zat'ın kim olduğunu söyleyin.

• Menemende iğne ile şehit edilen Es'ad Efendi Hazretleridir.»

Kardeşimiz ertesi gece yine istihare yapıyor. Aynî rüyayı, ayni konuşmalarla, aynen görüyor.
Hayırdır inşaallah diyerek üçüncü gece yine istihare yapıyor. Ayni rüyayı ayni konuşmalarla tekrar görüyor.



Ömer Öngüt'ün yolu şeyh Esat efendi Hz. çizdiği yoldur.(S.257-258)

«Yolumuz o yol olduğunu. Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerimizin çizdiği yol üzerinde yürüdüğümüzü belirtmek maksadı ile Risale-i Es'adiyyeyi bastırmışızdır.

Çünkü görülüyor ki, farz-ı mahal Efendi Hazretle rinin halifesiyim diye ortaya çıkan nice kimselerin ellerindeki derslerin hepsi ayrı ayrıdır. Hepsinin ders kağıtları bir değildir.

Bu noktada bizim düsturumuz Efendilerimizin izidir. Biz bu yoldan gidince, bu yolda gitmek istiyenlere de bu yolu gösteriyoruz. Bunu ihvan iyiden iyiye bilsin.
Tek kelime ile Hakikatten ayrılmamak, ayrılanları da Onunla bilmek ve bildirmek için Risale-i Es'adiy yeyi bastırmışızdır. O büyük bir ölçüdür.


Hazret-i Allah Efendilerimin yolunu benimsetmiş. Kılı kılına ayrılmamak için, bütün kalıbımızla hareket ediyoruz. Çünkü Ondan fazla birşey bilmiyoruz. Bilmediğimiz için, bilenin izinden yürümeyi kendimize düstur olarak kabul ediyoruz.

Küçücük bir çığır açarsam, kendimi yoldan ayrılmış kabul ederim.

Ve biz bu arada, sırf Onların Yolunun hizmetçisi olarak kabul ediyoruz kendimizi.

Onun için Onlar sahip çıkıyorlar yola. Bütün müridânın üzerindeki himmet ve tasarruf hep Onlarındır.

Biz bunu katiyyen benimsemiyoruz, kabul etmiyoruz. Onlarda bütün kanatları ile müridânın üzerine gelmişlerdir.

Maazallah küçücük bir varlık husule gelse, belki onlar çekiliverecekler ve bütün ihvanın feyzi kesilmiş olacak.

Onların deryası olduğu için, ihvanlar deryâlar içersinde rahat rahat yüzebiliyorlar hamdolsun.»

Ömer Öngüt şeyh Esat efendiye , İlahlık vasıflarını veriyor (S.258-260)

«Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerimiz çok büyük bir zâttır.

Şöyle arzedelim ki, Hacı Halil Efendi Hazretlerimizın zamanın kutbu olduğunu her haliyle gördüğümüz gibi gözümüzle görmüştük.

Buna rağmen geceleri Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerimiz abd-i acizle meşgul oldular. Efendi Haz retleri hayatda idi. Bizzat onların huzur-u saadetlerinde idik, sık sık görüşürdük. Gerçi onlar güneş gibidir. Uzaklık yakınlık diye bir mesafe yoktur. Buna rağmen Şeyh Es'ad Efendi (k.s) hazretlerimiz geceleri meşgul oldular.

Hana yatdığımız manevi hastahane dahî Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerimize ait idi. Birçok esrar ları bildirirlerdi.. Bir noktada da onları biraz gücen dirdik. Başka sırlar ifşa ederlerdi. «Oğlum bunu kimse ye söyleme» buyurdukları da vaki idi.

Demek istediğimiz, zamanın kutbu ve mutasarrıfı olduğu halde, Onlar ilgi gösterirdi. Tek kelime ile, çok büyük olduklarını anlatabilmek için bunu arz ediyoruz.

Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerimizi biz bilmezdik. Intlsab ettiğimiz anda onlara sonsuz bir muhab betimiz uyandı. Bir hafta sonra tecelli ettiler, ve bir daha da bırakmadılar. O muhabbeti bahşeden de Onlar.

Ama ne kadara muhabbet. Halen bu an dahi Efendi Hazretleri ile Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerinin ; muhabbetin; bir teraziye koysalar, bir gelir. Hiç eksilmedi. Bu da onların lütfü.
Allah'ımız istifade etmek nimetini bizlere ihsan buyursun.


Bazan Onların yolunda bulunduğumdan da cidden haya ediyorum. Onların âlî hâllerini görünce, kendi halimizi kıyas ediyoruz, kendimizi bu yola bile lâyık görmüyoruz. Kıyas ettiğimiz zaman, bir mahcubiyetden başka birşey göremeyiz. Hazret-i Allah ne büyük kemaliyet bahşetmiş.»

«Efendi Hazretlerinin manevî sehaveti o derece idi ki, bunu size şöyle arzedelîm: Her gördüğüne «Beraber... Beraber...» buyururlardı.

Onlara, kemâliyeti nisbetinde sehavet verilir. Ne büyük bir iütuf...

Onlarla beraber olmak bîr ihsan-ı ilâhiyedir. Onlar bu kelimeyi herkes için kullanırdı. Fakat Onların bu sözü boşa değildir. «Beraberiz...» dediği kimse ile beraberdir. Onlar.

Çünkü kal ile beraber, hâl ile ve fiil ile de tasarruf altına alırlar. Bu derece sehavetleri vardı.
O bakımdan, Allah'ımız lütuf beraberliğinden ayır masın»



Bu anlatılan olaya inanan Şeyh Esat Efendi ve Ömer Öngüt en büyük zulmü işliyor . (S.261)

Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerimiz o kadara ileriye gitmişler ki, herhangi bir hâl kendilerinde tecelli ederse «Şeyhimin himmet ve tasarruflarıdır» buyururlarmış.

Hatta bir defasında bir zât, Şeyh Taha Hazretlerinin kabrini ziyarete gitmiş, istimdat etmiş, cevap gelmemiş. Yanındaki kabirden bir zât «O burada yok, İstanbul'da Şeyh Es'ad Efendi Hazretlerinin yanında» buyurmuş, Yani burada yok ki sana cevap versin.

Pirân-ı izam zamanın mürşidinin muhakkak yanın dadırlar. Onların tasarrufu ile her şey olur. Onu Onlar ihata ederler, bir nevi Onlar idare ederler. Çünkü On lar kınından çıkmış Kılıç gibidirler. Dünyâda iken insan her an nefsinin hile ve desiselerine uyabilir. Nefis insanı anlatılamıyacak kötülüklere duçar eder, hiç umulmayacak yerde maazallah kaydırabilir. Onun için o hilekâr nefsin, tard olunmuş şeytanın şerrinden kurtulmak için, Pirân-ı izam o Mürşidin etrafındadır. Onların tasarrufları bambaşkadır.


Ömer Öngüt Şeyh Esat Efendi'nin Şahsında Allah'a, resulüne, kitabına , İslam'a açıktan açığa iftira ediyor.(S.262-263)

Şeyh Es'ad Efendi Hazretlerimizin Hâne-i saadetinde bulunuyorduk. Kerimesi var, vâlidânım var. O meyanda tecellî buyurdu Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerimiz öyle tecelli ettiler ki, tecellisini size şöyle arzedelim:

Cennet-i âlâya girdikten sonra, bir ehl-i cenneti makamına doğru götürürlerken birisini görecek ve secdeye kapanacak. Onu götüren melek diyecek ki, " Niçin secdeye kapandın?», «Ben Cenâb-ı Allah'ı gördüm de secdeye kapandım»,,«Hayır o Allah değil. Hazret-i Allah onu sana hizmetçi, olarak vermiştir.» buyuracak.

O kadara güzel ki, onu Hazret-i Allah zannıyla secde etmiş.
İşte Hazret-i Allah'ın verdiği büyüklük ile, bir velî insanlara tecelli etse, hafsalası almaz. Onu Hazret-i Allah sanır.


Öyle bir tecelli ettiler , hafsalamız almadı. Ne büyükmüş ne büyükmüş dedik. Ya Cenâb-ı Fahr-i Kâinat Efendimiz tecelli etseydi?

Vekili tecelli ettiği zaman hafsalamız durdu. Onlar tecelli etseydi acaba orada ne kalırdı?

Bizi hıfsetmesi için Allah'ımıza sığınmalıyız. Hıfzı himayeye, tasarruf-u ilâhiyeye alınanların yüzü suyu hürmetine bizim de alınmamızı niyaz etmemiz gerek.»

Emir Sultanın şahsında Allah'a iftira (S.263)

«Dün Emir Sultan (k.s) Hazretlerini okuyorduk. Bir noktasında hayret ettik, hayran kaldık. Şöyle ki, Yıl dırım Beyazıd Han Ondan kızı Hundi Sultan için kırk deve yükü altın istemişti. O da çuvallara kum doldurdu. Hazret-i Allah'ın kudreti ile kumlar altın oluverdi.

Allah adına uydurulan batıl inançlar ve iftiralar (S.266)

«Kabrini ziyaret ettiğimiz zât eğer uyanık ise sizin ne maksatla geldiğinizi, ne yaptığınızı, ne okuduğunuzu bile bilir. Halbuki biz onu ölü zannederiz.

Bir zât-ı muhterem, Allah dostlarından bir zâtın kabri başına gelmiş. «Yarabbi demiş, araplarda bir âdet var, köle âzad edecekleri zaman bir sevgilinin kabri başında âzad ederler. Ben senin âciz bir kölenim, nolur bu zâtın yüzü suyu hürmetine beni affet, beni âzad et.» ilham vâsıtası ile kendisine denmiş ki «Bu duayı yalnız kendin için mi yapıyorsun?»

Dua Hazret-i Allah'ın o kadara hoşuna gitmiş ki, bütün insanların affını dileseydi demekki affedecekti.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz buyururlar ki, «Sıkıştığınız zaman ehl-i kuburdan istimdat edin
Bu bakımdan ehl-i kemâl kimselerin ziyaret edilmesinden büyük kârlar husule gelir, oradan boş dönülmez.»



“Hatta bir ara perde hafif aralandı.” yalanı (S.267)

Hatta bir ara perde hafif aralandı. Değil geleni âdeta gelenin ne maksatla geldiğini dahi bilecek kadara Hazret-i Allah'ın onlara bilgi verdiği müşahade edildi.

Onun için imanla göçen kâmil insanların ölmediğini ve Rabbimizin onları herşeyden haberdar ettiğini bilmemiz lâzım. Diğerleri de herşeyden haberdardır, fakat hiçbir şeyle mukabele edecek durumda değildirler. Yunus Emre Hazretleri «ölenler hayvandır, âşıklar ölmez.» buyururlar. Allah'ımız cümlemizi âşıklar dan etsin.»


Şeyhe tapınma olan Rabıta'nın sırrı (S.272-273)

Râbıtanın sırrı şudur: Hakk Celle ve ata Hazretleri'nin lütuf, ihsan, rahmet deryaları vardır. Bu derya su değildir de anlayabilmeniz için su diyelim. Hazret-i Allah'ın bu deryasını hiçbir beşerin hafsalası almaz, hiç kimse bunu anlayamaz, o kadara büyüktür. Bu manevî su, Hazret-i Allah'ın deryasından Habibinin deryasına gelir. Onun deryası da uçsuz bucaksızdır. Çünkü Hazret-i Allah'tan mâda zerreden kürreye yaratılan herşey O'nun nurundan yaratılmıştır. Bunu Cenâb-ı Allah gözümüzle gösterdi, size olduğu gibisini tarif ediyoruz. Onun deryası hiçbir mahlukun idrâki dahilinde değil haricindedir. Bu su oradan zamanın - mürşidinin deryasına gelir. Onun deryası da uçsuz bucaksızdır. Rabıta yapıldığı zaman, muhabbet teslimiyet ve itimat nisbetinde, gönüllere yerleştirilen manevî borular büyür ve kişi o depodan o nisbette çokça su alır. Çok muhabbet eden, çok riâyet eden, çok itimat eden, o feyiz suyunu aldıkça ve o su orda durdukça varlık erimeye başlar. Tâ ki sıfıra indiği zaman mürşidi meydana çıkar, onda tasarruf etmeye başlar. Fena fir'rasul de böyledir, Fenâ'fillâh da böyledir. Bu birinci merhaleyi anlarsak, ötekiler de kendiliğinden anlaşılmış olur.


“Pirlerimin tasarrufu yetişti. Şeytan'nın bir hilesi olduğunu anladık. yalanı (S.277-278)

Bir defasında da gece idi. İbadet ediyorduk. Kıyamda iken «Sen artık en yüksek makama çıktın!...» diye içten ve hâli bir ses işittik. Hemen o anda Cenâb-ı Hâkk'ın lütfü Pirlerimin tasarrufu yetişti, o sesin yabancı olduğu ve şeytandan geldiği bilindi. Biz kıyamda olduğumuzu zannediyorduk. Meğer Mevlâ dilediğini ibâdet esnasında yüksek bir noktaya çıkarıyormuş. Biz bunu bilmiyorduk. Yalnız gayr-i ihtiyari iniş yapmak lüzumunu hissederek derhal harekete geçtik. O kadara bilgili ki, o kadara hilesi çok ki «Şayet bu tuzağı anlarsa sıyrılmak için inişe geçer, bu sefer ben onu burada avlarım.» diye hesaplamış ve iniş yapacağımız yere kendisine ait bir kürsü kurmuş. Ayaklarımız o kürsünün üzerinde durdu, iniş yapamadık. Kursunun şeytana âit olduğunu duyuran Hazret-i Allah, kendisine sığınma lütfunu da bahşetti, istimdat sayesinde istediğimiz yere rahatça inebildik. Cenâb-ı Hakk bu çok büyük tehlikeyi bir anda bertaraf ettirdi. Bunların hepsi an içinde an oluyor.


“Gücdüvani (K.S)'nin asırlar boyu tasarrufları devam etti. yalanı ve şirki (S.279-280)

Abdülhâlik Gücdüvânî (k.s) Hazretlerimizden sonra gelen Pirân-ı izam, hep Onun himmeti altında yetişti. Tasarrufu asırlar boyu devam etti. Hazret-i Allah Ona o selâhiyeti o kuvveti bahşetmiş. Şâh-ı Nakşibend (k.s) Hazretlerimiz de böyledir. O Sultanımızdan sonra birçok Efendilerimiz Pirlerimiz gelmiş geçmiş, fakat hep O'nun manevî himayesinde ve nezâretinde yetişmiş. İmâm-ı Rabbani (k.s) Hazretlerimiz hakeza öyle... Hazret-i Allah'ın çok büyük sevgilileridirler.

Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerimiz de nadiren gelenler arasındadır. Meselâ intisab eden bir kardeşe, biz hemen Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerimizi tanıtmaya çalışıyoruz. Ona muhabbet etsin ki, himmet ve tasarruflarını üzerine celbetsin.


“Şeyh Esat Efendi Allah'ın izni ile kişinin hayatının takdir (kader) ilmini değiştirmekle değiştirmek meşguller.”küfrü (S.280-281)

Cenâb-ı Hakk o kadara büyük tasarruf ihsan buyurmuş ki, birgün bakıyoruz Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretleri Hazret-i Allah'ın izniyle kişinin hayatının takdir filmini değiştirmekle meşguller. Tasavvur buyurun büyüklüğünü. Zaten Tarikal-l Nâkşibendiye'nin Pirleri hep öyle, hepsi yüksek... Hazret-i Allah öyle murad etmiş. .

Ne yazık ki diğer hulefâsından hiçbiri orayı tarif atmıyor ve o muazzam kaynaktan o muazzam deryâdan müridânı mahrum ediyorlar. Hatta bir kardeşle tanışmıştık «Ben yirmi senedir İzmir'deyim fakat bilmiyorum.» diyor. Bunu müşahede edince hayret ettik.

“Yol sizin evlat da sizin diyoruz . Esat Efendi tasarruflarına alıyor. Mürid bir günde yetiyor.”yalanı (S.281)

Cenâb-ı Hakk'ın sırf bir ihsanından ötürüdür ki, intisab eden bir ihvanı biz ilk ânda Efendi Hazretlerine, Şeyh Es'ad Efendi (k.s) Hazretlerine sevdirmeye çalışırız. Bize gönderileni hemen Efendilerimize havale ederiz. Hiç tutmayız, aradan hemen çekiliriz. Böyle büyük üstadlarımız varken niçin tutayım? Onlar tasarruf etsinler, biz Onlara hizmet edelim. Bizde bu fikir hâkimdir. Çok şiddetlede istendiği için, inşaallah Mevlâ bunu reddetmez. Yol sizin evlâd da sizin diyoruz. Bu surette muhabbet ettikçe, Onlar da ister istemez himayelerine alıp kısa zamanda yetiştiriyorlar. Bir yılda yetişecek mürid bir günde yetişiyor. Çok kestirmeden yol veriyorlar. Bîr tek teveccühleri bakırı altına çeviriyor. Kendimde tutsam, kendimde o hal yok ki.. Yeter ki bir kere tasarruflarına alsınlar.


“Ölmüş bir mürşidin hayatı garantidedir. Tasarrufu O nisbette büyüktür, tehlikesiz hareket eder.”yalanı (S.281)

Ahirete intikal etmiş bir Mürşid-i Kâmilin nefsi yoktur, ruhu kalıptan çıkmıştır. Hayatı garantidedir. Tasarrufu da o nisbette büyüktür, tehlikesiz hareket eder. Fakat zamanın mürşidinde nefis ve şeytan var, önünü göremiyor. Cambaz gibi ipin üzerinde yürüyor. Her ân bir tehlike ile karşı karşıyadır. Binaenaleyh geçmiş Pirân-ı izam daima Ona destek verirler, önünü gösterirler ve hiç yalnız bırakmazlar. Yapacağı iş leri tanzim ettirirler. Çünkü Onun yapacağı iş değil. Onlar daima vazife başındadırlar.


Beyazıd-ı Bestami'nin “Veliler Allah'ın gelinleridir.”yalanı (S.287)

Bâyezid-i Bestâmi (k.s) Hazretlerimizin bir ifşaatları var «Velîler Hazret-i Allah'ın gelinleridir.» buyurmuşlar. Hakikaten de böyledir. O sevdiğini bulmuş, sevdiğine kavuşmuş.

Ömer Öngüt ruhu üç bölümden geçirerek Allah'a iftira ediyor (S.290-291)

Yani Hazret-i Allah (Kudsî ruh) u ahsen-i takvîm üzere yarattıktan sonra, Lâhûd âleminden saldı, berâberinde tevhid tohumu olduğu halde evvelâ (Ceberut âlemi) ne indirdi. Ruhlara o âleme mahsus, o âlemin nurundan kisveler giydirdi. Bu kisveyi giyen ruhlar (Sultanî ruh) oldu.

Sonra o kisve ile (Melekût âlemi)ne indirdi. Orada 'da o âlemin nurundan kisveler giydirdi. Bu kisveyi giyen ruhlar da (Ruhanî ruh) ismini aldı.

Hazret-i Allah ruhları yine saldı (Mülk âlemi)ne indirdi. Emr-i ilâhi ile cesedlere inip mülk kisvesine bürünen ruhlar ise (Cismânî ruh) oldu.

Demek ki ruh üç bölümden geçmiş oluyor. Bir de (Kudsî ruh) var ki, o yeri gelince açıklanacak.

Alemlerden süzüle süzüle gelen ve ulviyattan halk olunan ruh. hissiz ve hareketsiz vücuda sığdırıldı. Vücudda birde nefis var. Nefisle ruh vücudda ayrı ayrı yer tutmuşlardır. Nefis zulmâni bir buhardır, karın boşluğunda bulunur. Hazret-i Allah cesedde ruhların her birine, kendilerine mahsus yerler ayırmıştır. Cismânî ruhun yeri etle kan arasıdır ve bedende terbiye edilir. Ruhanî ruhun yeri kalp, sultanî ruhun yeri fuad, kudsî ruhun yeri ise sırdır. Ruhların terbiyesi ayrı bir husustur.

Sır, Halik ile mahluk arasında bir vâsıtadır, tercüman mesabesindedir. Çünkü Kudsî ruha sahip olan bir kimse Hazret-i Allah iledir ve O'nun mahremi sayılır.

Yani içten içe, âlemden âleme geçiliyor. Bunlar bâtınların da bâtınıdır.


Ömer Öngüt yavaş yavaş böylece zıvanadan çıkmaktadır. (S.292-293)

Peygamber vekili olan bir mürşid merdiven gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın ilmi ezelîsinde hidâyet nasip ettiği kulları tasarrufu ile o ulvî âlemlerin yüksek makamlarına tekrar ulaştırır. Nefis de ruha tabi olarak o makamlara çıkar. Tarikat-ı Nakşibendiyenin bir hususiyeti de budur. Mürşid, muhabbet ve teslimiyet nisbetinde tasarrufunu kullanır. Günâ gün nasibini vererek sınıflarını geçirir, mekteplerini değiştirir. Böylece ruh tekâmül edip yükselmeye başlar. Meleküt âlemine çıktığında ruhanî ruh olur. Ceberut âle mine çıkabilirse sultanî ruh ve nihayet lâhut âlemine yükseldiği zaman kudsî ruh olmuş olur. Burası nebilerin velilerin makamıdır, «insan benîm sırrındır, ben de insanın sırrıyım.» Hadis-i kudsî'si bu ruhu tavsif eder.

'Hazret-i Allah kudsî ruhla desteklediği ve lahut alemine kadara çıkmaya fırsat verdiği bu kullarından dilediklerini orda tutan dilediklerini de irşad için tekrar insanların arasına geri gönderir. O her ân Allah iledir. Kendisi istemediği halde emir tahtında döndürülmüştür, insanları irşad için beşeriyet kisvesine bürünmüştür.Görünüşte halk ile, fakat batini Hakk ile meşguldür. Yeryüzünde Cenâb-ı Hakk'ın emriyle tasarruf eder. Fâil-i mutlak'ını fiillerini görür, bir yap rağın tutunduğu kadara bile tutunacak varlığı yoktur. Bir çöp kadara kıymeti olmadığını bilir; kendisini bir resimden hiç fark edemez. Çünkü Fâil-i mutlak o resimde tecellî ediyor. Fakat bu bilinmediği için herkes resmi görür.


“İmam Şarani intisap etmeyenlerin ölü cenaze olacakları” iftirası (S.303)

Hepimiz elhamdülillah müslümanız diyoruz,İslamiyeti yaşamaya gelince, nefse zor geldiği için hiç de oralı değiliz, imanın kemâline nail olmadıkça, kendimizi çok rahat aldatırız. Muhakkak yoluna girmemiz lâzım. Imam-ı Şârânî (k.s) Hazretleri intisab etmeyenlerin ekserisinin mort olarak gideceğini söylemişler, Abdülkâdir Geylânî (k.s) Hazretleri de «Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır» buyuruyorlar.


Mürşid ilah ,mürid kul . Tasavvuf dininin aslı budur (S.319)

Amma Hazret-i Allah ki onu tayin etmiştir, mürid ondan alır. Bunun temsilini şöyle arzedelim: Bir murşidle müridi bir dereden geçeceklermiş. Müridine dönmüş «Evlâdım köprü çok uzakta, kestirmeden geçiverelim. Ben Allah Allah deyip geçerken, sen de mürşidim mürşidim de ve yürü» demiş. Yürümeye başlamışlar. Biraz gidince mürid içinden «Ben de Allah diyeyim yürüyeyim" diye geçirmiş. 'Niyetini değiştirince batmaya başlamış. Durumu sezen mürşid «Oğlum ben bu Allah lafzını söylemek için kırk senedir uğraşıyorum, bugün söyledimde, O'nun hürmetine yürüyorum. Benim söylediğim Lâfza-i Celâlin yüzü suyu hürmetine şeyhim de de yürü» demiş.


Ömer Öngüt, İmam-ı Rabbani , Muhyiddin Arabi en büyük zulüm içerisindeler (S.341)

İmam-ı Rabbanî (k.s) Hazretlerimiz «Kıyamete kadara bu yola girecek olan kimselerin ismi cismi tek tek bana bildirildi,» buyuruyorlar.

Muhiddin Arabî (k.s) Hazretleri de, gelecek bütün mürşidlerin ismini bildiğini ifşa etmişlerdir.

“Şah-ı Nakşibendi (K.S) ‘in yüz fersah(bir fersah 5 km) mesafede gömülen her Müslümana şefaat edecektir.”(S.341)

Şah-ı Nakşibend (k.s) Hazretlerimizin «Mezarımın yüz fersah mesafesinde ( Yaklaşık 78.500.000 metrekare ) gömülecek her müslümana şefaat etme izni verildi.» buyurmalarından, onlara ne kadara geniş merhamet ve selâhiyet verildiği anlaşılıyor. Nerde kaldı ki müridânın üzerine eğilmiş olmasınlar. Mezarının etrafrnı düşünürde kendi evlâdını düşünmez mi yolun büyüğü? Müridân demek öz evlâdı demek.»

Notlar - Ömer Öngüt, Akyol Matbaası, İzmir-1982
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Sohbetler - Seyyid Abdülhakim El Huseyni,

1712435360267.png
]
1694817087328.png

Nakşibendi durduğu müddetçe mürid'in amel defteri kapanamayacak. Yalanı (S.4)
Şeyh Fethullah Verkanisî (K.S.) iki kardeştiler. Bir kendisi, diğeri kardeşi Şehmuz. Şeyh Fethullah kendisine yol olarak ilim tahsilini seçti. Medreseye gitti. Daha sonra Şeyda - i Tâğî Hazret lerine gidip ona intisab etti. Seydaya hizmette bulunarak sâdâtı Nakişbendînin arasına karıştı. Saadatı Nakşibendi olduğu içindir ki, Kıyamete kadar, bu tarikatı Nakşibendi durduğu müddetçe, onun amel defteri kapanmayacak; Kıyamete kadar ismi anılacak ka zana yazılmaya devam edecek.

Şeyh ve müridin kabir alemini görmesi yalanı (S.4)
Keşif ehli bir kimse bir gün Gavsı Hizani'ye (K.S.A.) gelip, " Kurban, kabristanımızda hrıstiyanlar vardır.)demiş. Gavs, "Na sıl hristiyan var?» deyince, «Kurban kabristanda yüzleri değil de sırtları Kıbleye çevrilmiş olan mevtalar gördüm." karşılığını almış. Gavs (K.S.A.) tebessüm ederek. "Hayır onlar kafir değil, müslümandırlar. Onların dünyaya karşı aşırı muhabbetleri olduğu için melekler onların yüzünü Kıble'den çevirip sırtlarını Kıble'ye getirdiler. Dünyaya olan muhabbetleri yüzünden öyle oldular buyurmuştur.

“Rufai tarikatına mensup olanı fırın yakmaz.” Yalanı (S.5)
Meselâ, Seyyid Ahmed El Rufâî (K.S.A.) Hazretleri'nin tari katinde olan müritleri de vanan tandırın içine girerler, fakat, ateş ten zarar görmezler.

“İrşad zahirle olmaz manevi tasarruf mümkündür.” Yalanı (S.7)
Gavs (K.S.A.) bir sohbetinde şöyle buyurdular- «Eğer irşad etmek vaaz ve nasihatla olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatte, bulunan hocaların, mollaların etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil» Demek ki bu iş zahirî değil. Bu iş. yani kulluğa davet vaaz ve nasihatin değildir. Ancak ve ancak sâdâtın manevi tasarrufu tesir ve irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A.) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular. «Bir şeyhe sormuşlar: (İşiniz nedir, sanatınız nedir, siz neyle meş gul oluyorsunuz?) diye. Demiş ki: (Bizim işimiz çözmek ve bağ lamaktır.) (Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduk larında şöyle cevap vermiş: «Demiş ki biz bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, âhirete bağlarız.»

Allah'ın tasarruf hakkını şeyhe verme iftirası (S.8)
İşte böyle... Eğer zahiri tasarrufla, olsaydı, bunca kuvvetli vaizler, âlimler, gayet güzel vaaz ve nasihat ederek. Allahı anarak sohbet ederken birçok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle olmuyor. Çünkü irşad işi tamamen manevî tasarrufladır.

Gavs'ın üzerine yağmur yağmaz hurafesi (S.9)
Gavslık alâmetlerinden «Yağmur yağınca gavslar yağmurdan ıslanmaz" ibaresini düşünerek köye yaklaşmaktadır. Mevsim bahar, gökte en ufak bir bulut kümesi bile yok. Nihayet köye vasıl olup Gavs Hz. ile buluşuyorlar. Hemen orada tepenin üzerinde oturarak sohbete koyuluyorlar. Az bir zaman sonra gök gürleyip, şimşekler, çakarak sağanak halinde yağmur yağmaya başlıyor.Oysa ki ha- vada hiç bulut yoktu az evvel. Sığınacak bir ver olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahmani Taği Hazretlerinin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdan ıslan- mazlar ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i Hizanî Hazretlerine baktığında ne görsün , üzerinde en ufak bir ıslaklık bile yok, sanki hiç yağmur yağmıyor.

“Peygamberler yardıma gelir.” İftirası (S.10)
Peygamberler (A.S.) dahi insanın yardımına gelirler, manen yardımcı olup insanı desteklerler. Eğer onların da manevi kuvvet ve destekleri olmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz, imanını muhafaza edemez ve onu koruyamazdı

Mürid'in levh-i mahfuzu görme yalanı (S.17)
Kendisine muhabbet ve bağlılığı çok fazla olan bir dükkân sahibi tüccar varmış. Papaz da onun sıksık ziyaretine gidermiş. Bu tüccar verilen vazifeleri yapıyor, samimi olarak çalışıyor ve nihayet keşfi açılıyor. Birgün virdini çekmiş, rabıtadayken, hele bir bakayım şeyhimin Allah yanında mertebesi ne kadar yücedir, diye Levhi Mahfuza nazar ediyor. Bir de ne görsün ? Bunca za man hizmet ettiği şeyhi orada müslüman değil, keşiş olarak yazılır.. Derhal şeyhine karşı kalbi soğuyor. Muhabbeti kesili yor. Hergün kendisine uğrayan hürmet ve saygı gösteren şeyhi o günden sonraki ziyaretlerinde bakar ki dükkancı hiç hürmet göstermiyor, adabı falan terk etmiş. Dayanamaz sorar: «Bana karşı soğuk davranıyorsun, muhabbetin kalmamış, bunun sebebi nedir ?» diye Israr eder. Tüccar evvela söylemek istemez, fakat ıs rar karşısında hakikati söyler : «Benim dinimde kafire hürmet yoktur. allah2ın inayetiyle keşfim kerametim açıldı. Levhi Mahfuza şeyhimin makamına bakayım, dedim. Baktım seni orada papaz
olarak gördüm. Kâfire hürmet caiz olmadığı için sana hizmet etmiyorum.» Papaz donup kalıyor.
"Burada benim papaz olduğumu bilen hiç kimse yok. Bunu bildiğine göre senin keşfin haktır. Müslümanlık da hak dindir.»

Allah'a ve Cebrail'e iftira ve müride ilahlık vasfı verilmesi (S.31-32)
Birgün Cebrail (A.S.) Rabbül Âlemîn'den soruyor : «Ey Rabbimiz, diyor, şu anda senin yanında en makbul kulun kimdir acaba? Lütfen bana haber ver, onu görüp tanımak istiyorum» Rabbül Âlemin de Cebrail'e : «Falan şehre git, filân yerde bir köprü vardır, şafaktan evvelki bir saatte orada bulun. Her kim öncelikle o köprüden geçerse bu zamanda en makbul kulum işte odur.» Cebrail (A.S.) emredilen memlekete gidip şafaktan evvel köprünün başında bekler. Bakar ki; fakir, kendi halinde bir adam, omuzunda bir ip olduğu halde çıkıp gelir. Doğruca köprüden geçip su başına giderek abdest alır. Seccadesini yayıp sabah namazının sünnetini kılar. Şafak atınca farz namazını da kılar. Sonra otu rup da güneş doğuncaya kadar virdini çeker. Güneş doğunca kalkıp odun toplar. Topladığı odunları sırtlayıp şehre doğru gitmeye başlar. Tam köprünün üstüne gelince karşıdan bir atlı belirir. Ayağında çizme, elinde kamçısı olduğu halde o da köprüye gelir. O sırada atı birden ürkerek üzerindeki süvariyi yere atar. Yerden kalkan süvari sofiye, sen benim atımı ürküttün, diye elindeki kamçıyla vurmaya başlar. Fena halde döver. Sofî'den ise hiç ses çıkmaz. Süvari dayağını bitirip atına binmeye gidince, sofi ondan evvel koşup atının başını tutarak süvarinin binmesine yar dım eder. Süvariye, «benim yüzümden attan düştün, üstün hep toz toprak oldu, özür dilerim, beni affet» diyerek helâllik ister ve «eğer hakkını helâl etmezsen, vallahi atının başını bırakmam» der. Atın dizginlerini tutup durur. Süvari nihayet bırak, git, işte, helâl ettim. Allah belânı versin» deyince sofî atı bırakır. Süvari yoluna devam ederken sofi de odunlarını sırtlamak üzere odunlarının yanına gelir. Tam odunlarını sırtlayıp gideceği zaman Ceb rail (A.S.) oradan çıkıp sofiyi durdurur. «Vallahi seni bırakmam. Eğer bana Cibril-i Emin'in yerini söylemezsen giden süvariden yüz defa daha fazla seni döver, ondan sonra da köprüden aşağıya a tarım» der. Sofî feryad u figan ederek: «Aman ben fakir, ben biçare, ben yüzü kara bir kimseyim, nereden Cibril-i Emîn'in ye rini bilebilirim, onu nerden görmüşüm ki tanıyayım» diye yakınır ise de Cebrail (A.S.), «hayır elimden kurtulamazsın, vallahilazim, eğer Cebrail'in yerini söylemezsen seni fena halde döver, sonra da köprüden aşağıya atarım.
Sofiye kanaat gelir ki bu adam dediğini yapacak kendini dövüp köprüden atacak. Çaresiz olduğu yerde oturur, gözlerini yumar, öylece bir müddet rabıtada kalır, sonra gözlerini açıp Ceb rail'e (A.S.) Allah'a kasem ederim ki, bütün gök tabakalarım ara dım, Cibril-i Emîn gökte değildi. Yer tabakalarını aradım, orada da bulamadım. Bütün Dünyayı dolaştım, yine yoktu. Ge riye yalnız biz ikimiz kaldık, ya sen Cebrailsin yahutta ben, Ken dimin Cebrail olmadığını biliyorum, geriye sen kalıyorsun, öyley se Cebrail senden başkası değildir» diyor. Bunun üzerine Cebrail, (A.S.) elini beline vurup, «Allah dostluğu sana mübarek olsun." diyerek oradan ayrılıyor.

Nakşi tarikatına bağlı müridin zikirden kalbinin yanması yalanı (S.49)
Bir gün bir Kadiri, Mevlana Halid'in (K.S.A.) yanına gidip bizim zikrimiz şöyledir, böyledir, diye kadirilerin methini yapmış, bunun üzerine Mevlana Halid gelen Kadirîye: Bana yüz defa «Lailâheillallah» de bakayım, demiş. Gelen adam hemen başla mış zikre, bitirdikten sonra Mevlânâ Halid sormuş. Sende bir şey meydana geldimi, demiş. Hayır, demiş o adam. Bu sefer Mevlana Halid (K.S.A.) orada bulunan bir sofisine dönüp haydi şimdi desen zikir yap demiş. Sofi zikre başlamış. İkinci zikrinde sofinin kalbine ateş düşüp kalbi yanmış. Bundan sonra Mevlânâ Hâlid Kadirîye dönüp gördüm, işte. Bir de gelmişsin bize kadirinin vasfînı veriyorsun. Sen yüz defa zikrettin hiçbir değişme olmadı sende. Hava gibi çıkıp gitti. Bak sofi bir kere söyledi, ikincisinde sığdıramadı kalbine, ateş düşüp Allah'ın zikrinden kalbi tutuşarak yandı.

“Her mürid Allah bir ruh yaratır.” İftirası (S.50)
Bu Tarikat-ı Nakşibendî'de mürid tarikat alıp Nakşibendî olunca Rabbül Âlemin şeyhinin bir evrahını halk eder. O ervap dâima onunla beraber olur. Kal Dinde tasarrufta bulunur, İster o şeyhin milyonlarca müridi olsun, Rabbül Alemin her bir mürid için ervah yaratır.

Beyzıd-i Bestami'nin İstanbul'daki müridini zinadan men etmesi yalanı (S.72-73)
Bayezid-i Bestamî (K.S.A.) nin bir etbaı bir gün gelip kendini ziyaret ettikten sonra, Kurban, müsaade olursa bir sorum var, diyor. Bayezid-i Bestamî müsaade edince soruyor: «Kurban, diyor, Şey'in hakkı nedir? Vazifesi nedir? Ve müridin hakkı nedir?» Bayezid-i Bestamî: Çok büyük bir soru sordun sen. Sorduğun çok büyük bir sırdır. Cebavı ancak ihtiyaç hasıl olduğunda veri lir, buyuruyor. Mürid tekrar soruyor : «Kurban, ihtiyaç hasıl ol duğunda, dediniz. İhtiyacı nedir?» Ebayezid-i Bestamî bu sorusuna karşılık kendisine bir mektup uzatarak, «Al bu mektubu. İstan bul'a Sultan Mahmud'a götür» diye emrediyor. Mürid derhal mektubu alarak dışarıya çıkıyor ve yola koyuluyor. Halbuki mü ridin böyle bir yolculuğa hiç hazırlığı yok. Ne parası var, ne azığı var, ne de bineği var. Buna rağmen murid hiç tereddüt etmeden yaya olarak, bineksiz, parasız, pulsuz, hazırlıksız, çıplak olarak Şeyhinin ağzından söz çıkar çıkmaz derhal mektubu alarak yola koyuluyor. İki aylık bir yolculuktan sonra İstanbul'a varıyor. Mek tubu Sultan Mahmud'a takdim ediyor. Sultan Mahmud mektubu alıp okuyunca öpüp başına koyuyor. Sofiye de : Sen yoldan gel mişsin yorgunsun haydi istirahate çekil, diyor. Arkasından da bir cariye çağırarak git bak sofinin neye ihtiyacı var, ne yemek is tiyorsa hazırla, istirahatini temin et, diye emir veriyor. Cariye sofî'nin kaldığı odaya gidip canın ne yemek istiyorsa söyle, hazır- lıyayım, diye sorunca, sofî: Yoldan geldim boğazım toprak dol muş. Şöyle tatlı cinsinden, pekmezli bir şeyler hazırla da yiyeyim, diyor. Cariye kadın ateş, yakıp istediklerini hazırlamaya başladı ğında şeytan da gelip sofiye vesvese vermeye başlıyor. Şehveti depreniyor. Başını kaldırıp kadının saçlarına, güzelliğine bakınca dayanamıyor, elini kadının uzun ve güzel saçlarına dokunduru yor. Dokundurunca şeytan daha da vesvese vererek şehvetini ar tırıyor. Sofi hemen yerinden kalkarak niyetini tam bozmuş ola rak kapıyı kapatıyor. Artık kadınla zina arzusundadır sofi. Tam o sıra bir de ne görsün, duvar iki parça olup içinde Ebayezid-i Bes tamî, üzerinde cübbesi, başında sangı olduğu halde heybetiyle çık masın mı? Sofi kendinden geçerek bir nara atıp yere yıkılıyor.
Ebayezid-i Bestamî (K.S.A.) sofiye dönerek: «Ey gafil ne yapıyorsun ? Yusuf ile Züleyhanın başına gelen fitne şimdi de senin başının üzerindedir.» diyor. Sofi bir müddet yerde kaldıktan sonra aklı başına gelip kalktığında bakıyor ki kimseler yok. Sabah olunca Sultan Mahmud'a gidip mektubunun cevabını alıyor. Tekrar gerisin geriye yola koyuluyor, iki ay gidiş, iki ayda geliş olmak üzere tam dört ay sonra mektubun cevabını getirip şeyhine veriyor.
Ebayezid-i Bestamî: «Ha, geldin mi?» diyor. «Evet, kurban, geldim, diye sofi cevap veriyor. Ebayezidi Bestamî: «İyi, güzel. Sen gelene kadar ben de sorunun cevabını hazırladım. Şeyhin mürid üzerindeki hakkı: Her ne söylerse itirazsız, acizlik gösterme den hemen yerine getirmek. Senin yaptığın gibi. Demedin ki ya yayım, bineğim yok. Demedim ki parasızım, azığım yok, hazırlığım yok. Derhal iki aylık yola revan oldun.
Müridin şeyh üzerindeki hakkına gelince : Onu hatalardan, günahlardan, emre uymamazlıktan muhafaza etmek korumaktır. O da benim seni günahtan koruduğum gibi der.

Gavs çayda yıkanan kadın müridini görmesi hayasızlığı (S.73)
Gavs, (K.S.A.) bir seferinde sohbet etti, buyurdu ki, «Gavs-i Hizanı (K.S.A.) tesbihat yaparken tebessüm etmişti. Orada ken disiyle serbest konuşabilenlerden birisi vardı. Sordu : «Kurban, dedi, senin hiç böyle adetin yoktu. Tebessüm etmenin sebebi aca ba ne olabilir,» Gavs şöyle buyurdu : «Bir müride kadın, Botan Çayı'nda yıkanıyordu. Saçını tararken tarak saçına takılıp kaldı. Canı acıdı. Benden istimdat etti. İşte ben de ondan dolayı tebessüm ettim.

Geylani'ye ilahlık vasıflarının verilmesi şirki (S.73-74)
Şeyh Ahmed er Rufaî (K.S.A.) Hazretlerinin talebelerinden Siirtli Molla Halil şöyle naklediyor. Diyor ki : «Bir gün hocamla ders yapıyorduk. Dışarda birisi belirdi. Pencerenin önüne gelip Hocama, Seyyid Ahmed, acele durma, gel, diye seslendi. Hocam hemen kalkıp ayakkabısını giyerek dışarı çıktı. Aradan bir müddet geçti. Tahminen on - onbeş dakika kadar. Hocam Şeyh Ahmed e? Rufaî döndü. Ben, «Şeyda, nereye gittin böyle?» diye sordum. Bana cevaben, «Beni çağıranı tanımadın mı ?» dedi. «Hayır, vallahi tanıyamadım» dedim Hocam; «O Şeyh Abdulkadir Geylanî idi. Geldi, beni çağırdı,» dedi. Ben tekrar sordum: «Sizi niçin çağırdı ? Nereye gittiniz?» diye. Şöyle cevab verdi. «Beni çağırdı, onunla Arap şehrine gittik beraber. Ağalarını bana gösterdi, abdest bozuyordu. Dedi ki: (Ben bunu vurup öldüreceğim ama olmuyor. Çünkü maneviyattayım ben. Ama onu küfür üzerine bırakacağım. Sen vur onu, öldür.) dedi. Ben de kılıcımla vurarak öldürdüm ve döndüm.»
Molla Halil devamla : «Hocamın bir sözlerine, pek inanmadım.. Bir sev de diyemedim tabii. Fakat dersim bitince hemen not aldım. Gününü saatini yazdım, bu işi tetkik etmeye karar verdim, Bu işin haşa yalan olup olmadığını öğrenmek istiyordum.
Aradan yirmi gün, bir ay geçti. Hocamdan izin istedim eve gideceğim diye. İznimi aldım..Doğruca bahsetmiş olduğu Arap şehrinin yolunu tuttum. Artık kaç gün kaç konak yol aldıktan sonra o Arap şehrine vardım. Bir defa aslını öğrenmeye azmetmiştim Sordum o şehir halkına «hani ağanız nerededir?" dedim «Vallahi ağamız öldürüldü.» dediler. «Nasıl oldu ? Sebep nedir ki?» diye üsteledim. Şöyle anlattıar : «Bahar mevsiminde ağamızla bir kabilenin üzerine vardık. Kuvvetliydik, vergi istedik, aldık. Seyyide olan bir kadın da vardı. Onu da çağırıp vergi istedi ağamız. Kadın vallahi ben fakirim. Verecek param yok. Üstelik yetimlerim de var. Ancak onların idaresini zorlukla yapabilmekteyim, diye yakındı Kadın dönünce Ağa elindeki değnekle kadının eteğini havalandırdı. Kadının çıplak vücudu meydana çıktı. Ağamız gülerek bakın bakın şu Arap kadınları kilotsuz dolaşıyorlar, diye eğlendi. Kadın çok utandı. Yüzünü Bağdada Şeyh Abdulkadir-i Geylânî'nin türbesine doğru çevirip tükürerek, eğer sende na- mus gayreti varsa, onu kabul etmezsin, diyerek uzaklaştı.
Arkasından da ağamız ibriğini alarak abdest bozmaya gitti. Bekledik, bekledik gelmedi. Gidip baktığımızda ağayı öldürmüş olduklarını gördük. Yerde yatıyordu. Kimin neden dolayı öldürdüğünü bilmiyoruz ve öğrenemedik de.

İbrahim Ethem'in karısını süsleyip şeyhine takdim etmesi hayasızlığı (S.126)
Tarikat alamayan İbrahim Ethem, memleketine döner. Üzerin de .kul hakkı varsa hepsini sahiplerine iade eder. Padişahlığı, saltanatı terk ederek tekrar şeyhin huzuruna varır. Tarikat alıp tövbe ederek yüzünü Allaha çevirir, amel etmeye başlar. On-onbeş sene emek vererek amel eder.
Bir gün şeyhi İbrahim Ethemi çağırır. «Benim canım şarap istiyir. Falan çarşıda, falan dükkânda vardır. Git, bana al getir» der. İbrahim Ethem hiç kalbini bozmadan itikadını zedelemeden hemen ; kalkıp söylenen dükkâna gider. Şarabı alır, getirir, şeyhine arzeder Şeyhi istemiyorum artık, canım istemiyor diyerek şarabı reddeder
İbrahim Ethem için imtihan devresi başlamıştır artık. Şeyh onu tecrübelerinden geçirmektedir.
Aradan bir müddet geçer. Şeyhi tekrar onu çağırarak canım güzel bir kadın istiyor, der. İbrahim Ethem peki, kurban, diyerek huzurundan çıkar. Düşünmeye başlar: «Şeyhimin emrini acaba nasıl yerine getireceğim» diye. «Eskiden olsaydı padişahlık zamanında etrafımda bir çok güzel kadın vardı. Fakat şimdi ne yapacağım? Şeyhimin arzusunu nasıl yerine getireceğim» diye düşüne düşüne eve varır. Eve girer, karısına: «Hanım kalk. En iyi elbiselerini giyin. Ziynetini tak, beraberce şeyhimin yanına gideceğiz» der. Hanımı hazırlanır, beraberce çıkarlar. Şeyhinin huzuruna vararak «Efendim, emriniz üzerine getirdim» der. Şeyhi «Neyi getir din?» diye sorunca. Siz benden genç ve güzel bir kadın istememiş miydiniz? Kendi hanımımdan daha güzelini bulmama imkân olmadığından onu getirdim» diye durumunu arz eder.
Şeyhi İbrahim Ethemin hanımını hemen geri gönderir. Yapmış olduğu bu tecrübeyi kafi görür. İtikadını, teslimiyetini tam olarak ölçen şeyh hemen İbrahim Etheme halifelik verir. İbrahim Ethem zamanının en büyük evliyası olur.

Allah'ın tasarruf hakkını Gavs'a verme sapıklığı (S.225)
Gerçi dünya büyüksüz olamaz, Dünyada daima Gavs vardır. Tâ Kıyamet'e, Nefha-i Sûr'a kadar da bulunacak, böylece tasarruf edecektir. Bazıları tasarruflarını zahiri olarak yaparlar, bazıları da bâtınî.... Kimse tarafından bilinmezler, tanınmazlar. Ama Şâh-ı Hazne'nin tasarrufu ise hem zahirî hem de bâtını idi. Zahiren de ümmet-i Peygamber' (A.S.V.)e hidayet saçıyordu, batinen de. İnsan yakinen anlıyordu ki Şah-ı Hazne yeryüzünün sultanıydı.
Sohbetler - Seyyid Abdülhakim El Huseyni


Kendisinden Güzel Kadın İsteyen Şeyhine Karısını Götüren İbrahim Ethem!

Şeyhine karısını sunan mürit !

Menkıbe: Bir gün şeyhi ibrahim ethemi çağırır, ''benim canım şarap istiyor, falan çarşıda falan dükkanda vardır, git bana al getir'' der. İbrahim ethem hiç kalbini bozmadan itikadını zedelemeden söylenen dükkna gider, şarabı alır getirir şeyhine arz eder. Şeyh, ''Artık canım istemiyor'' deyip şarabı red eder. İbrahim ethem için imtihan devresi başlamıştır artık, şeyhi onu tecrübelerden geçirmektedir. Aradan bir müddet geçer. Şeyhi onu çağırıp ''Canım güzel bir kadın istiyor'' der. İbrahim ethem ''Peki kurban'' deyip huzurdan çıkar, düşünmeye başlar, şeyhimin emrini acaba nasıl yerine getireceğim diye. Eskiden olsaydı padişahlık zamanında etrafımda pek çok güzel kadın vardı, fakat şimdi ne yapacağım şeyhimin arzusunu nasıl yerine getireceğim diye düşüne düşüne eve gider. Eve girer, hanımına ''kalk en iyi elbiseleri giyin ziynetini tak. Beraberce şeyhin yanına gideceğiz.'' der. Hanımı hazırlanır ve beraberce çıkarlar , şeyhin huzuruna çıkarak ''Efendim emriniz üzerine getirdim '' der. Şeyhi ''ne getirdin?'' diye sorunca 'Siz benden genç ve güzel bir kadın istememiş miydiniz? Kendi hanımımdan daha güzelini bulmama imkan olmadığından onu getirdim'' diye durumu arz eder. Şeyh kadını geri yollar, itikadını teslimiyetini tam olarak ölçen şeyh hemen ibrahim etheme halifelik verir. İbrahim ethem zamanın en büyük evliyası olur.
(Seyyid Abdulhâkîm El-Hüseynî: Sohbetler, Sayfa 118, Seytaç Yayınevi, 4.baskı, nisan 2015)


30924

Menzil 2.jpeg
Menzil 3.jpeg

1712435772551.png
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Sohbetler 1 Şeyh Muhammed Konyevi
1712432514660.png

Şeyh Seyda Muhammed Konevi Hazretleri'nin hayatı (S.9-10)

Şeyda Hazretleri, l942 yılında Mardin ilinin Kızıltepe ilçesine bağlı Konaklı köyünde doğdular. Altı yaşına geldikleri zaman, o yıl köylerine açılan ilkokula kaydoldular. Öğrenimleri devam ederken aynı zamanda dayılarının yanında Kur'an-ı Kerim öğrendiler. Bu esnada dayıları O'na, "Seni medreseye göndereceğim" derlerdi. Şeyda Hazretlerinin okul öğretmenleri O'nu öğretmen okuluna gönderme kararı verdiler. Bu zaman zarfında Şeyda Hazretleri öğretmen okulunda namaz kılmaya müsaade etmediklerini öğrenip, bu karara karşı çıktılar. Okulu bitirince bir süre kendi koyunlarına çobanlık yaptılar.

Şeyda Hazretleri, aradan bir süre geçince yanına bir yatak alarak evden kaçtılar. Bir medreseye yerleştiler. Kendisi o günlerden bahsederken; «O günlerin tadı bambaşka idi. ilim ve din aşkı bizi öyle sarmıştı ki, eve geldiğim zaman, akrabalarımız; "ilim ve din aşkından deli olacaksın" diye üzüldüklerini beyan ederlerdi.» diye aktarıyor.

Medrese yılları boyunca bütün arkadaşları ile hoş geçinmeye çalışır ve bu hususta azami dikkat sarfederlerdi. Hocalarını da memnun etmek için var güçleri ile çalışırlardı. Hatta hocalarından birisinin şöyle dediği nakledilmiştir. "Yalnızca o talebeliğin hakkını veriyordu." Şeyda Hazretleri hocalarını anarken; "Allah onlardan razı olsun» diye dua ediyorlar.

Medrese arkadaşları ile çok iyi geçinmelerine rağmen, birgün bir arkadaşı ile ağız kavgası yapmışlar. Şer'an dahi arkadaşı haksız olmasına rağmen o gece herkesin uyumasını bekleyip, daha sonra gidip arkadaşından özür dilemiş ve helalleşmişlerdir. Böyle davranmalarına neden olarak şu Ayeti Celileyi gösteriyorlar. "Bir kimse sahibi bilcem'den (birlikte olduklarından) sorulacaktır."

Hocalarından birisi de Seyda-i Molla Süleyman Banihi idi. Çok yaşlı idi. Hatta Şah'ı Hazne (k.s.)'nin halifesi olan Şeyh Abdurrezzak da ondan ders almıştır.

Şeyda Hazretleri, bir arkadaşı ile beraber medreseden ayrılmaları icap etmiştir. O zaman Seyda-i Süleyman Banihi onları yanına alıp evine götürdü. Ve çay ikram etti. Dedi ki; «Bugüne kadar çok talebe okuttum. Ancak hiçbirinin gidişine bu kadar üzülmedim. Siz hem talebe olarak hem de ahlak olarak çok başkasınız. Gidişiniz beni üzüyor.» işte böyle hocalarını memnun ederlerdi.

Medrese yılları esnasında bütün talebeler harmanlara çıkarak zekat toplarlardı. Şeyda Hazretleri ise okumasına devam ederdi. Ramazan ayında civar köy camilerine giderek imamlık yapıp harçlık temin ederlerdi. Bu şekilde devam edip, daha sonra kayınpederi olan Molla Abdussamed Hazretlerinden mollalık icazetlerini aldılar. Ve memleketleri olan Konaklı köyüne döndüler.

Konaklı köyünün imamı amcalarının oğlu idi. O kişi bu görevden ayrılınca köy halkı görevi kendilerine teklif ettiler. Şeyda Hazretleri kendi köyleri olması sebebiyle kabul etmek istemedi. Ancak ısrar üzerine onlara iki şart koştu. Bunlardan biri davul-zurnalı düğünlerin terk edilmesi ve kadın erkek bir arada oynamamaları idi. ikincisi ise beraberlerinde getirdikleri talebelerin bakımını üstlenmeleri idi. Köylüler bu şartları kabul ettiler. Şeyda Hazretleri orada küçük bir medrese yaparak, üç yıl ikamet ettiler.

O günlerden kalan bir anı şöyledir: Köy halkından birisi başka bir köyden kız istedi. Kız tarafı davul-zurnalı düğün isteyince şu cevabı verdi; «Kızınızı altınla süsleyip verseniz de, biz imamımıza söz verdik. İsterseniz vermeyin.» diyerek karşılık vermişlerdir. Üç yıl sonra kendi tabirlerince; oradaki nasipleri bitti ve köylülerden birisi düğününü bu şekilde yapınca oradan ayrıldılar. O dönemde bazı geceler hayırlı bir yer ve hayırlı bir nasip dileyerek ağladıklarını anlatıyorlar.

O sıralarda Gavs Hazretleri (k.s.) vefat etmişler ve Sevda Muhammed Raşid Hazretleri (k,s.) irşada başlamışlardı. Muhammed Raşit Hazretleri, Şeyda Hazretlerini Menzile davet ettiler. Bu davet üzerine yanlarında Molla Abdussamed olduğu halde menzile geldiler. Yirmi küsur yıl orada hizmet ettiler Hâlâ o günleri anarken." Keşke bütün ömrümüz hizmetlerinde geçseydi. Allah (c.c.) onlardan razı olsun." diyerek gözleri doluyor

Seyda Hazretleri, Muhammed Raşid Hazretlerinin ölümünden sonra altı ay teberrüken Menzil'de kaldıktan sonra, Seyyid Muhammed Raşid Hz. nin hayatta iken işaret buyurdukları Konya'ya hicret ettiler. Halen Konya'nın Ankara yolu üzerinde


“Şeytanı yakanların yanına gittim .Şeytana o köpeğe inanma deder ve benim halimi bildiler.”yalanı (S.71)

«Bir gün rüya aleminde ya da hal esnasında gördüm ki, şeytan çıplak olarak insanlarla oynuyor. Ona dedim ki: "Ey Lain, sen o kadar hayasızsın ki, insan- lara çıplak olarak oynuyorsun.» Şeytan. "Bunlar insan mıdır? Bunlar insan değil ki, ben onlardan haya edeyim. Bunların Allah'la hiç bir alakası yoktur" diye karşılık verdi. Ona "Peki seni yakan insanlar kimdir?" diye sordum. Şey tan "Filan camiye git, orada bazı insanlar görürsün, işte onlar beni yakıp mahvettiler" diye cevap verdi. Bu halden sonra uyandım baktım ki, gece yarısıdır. Hemen camiye gittim ve şeytana "Onlar seni ne ile yakıyorlar?" diye sordum. Şeytan "Ben onları aldatmak için yanlarına yaklaşıyorum; hemen «Allah» diyorlar. Bu sebeple beni yakıyorlar" diye cevap verdi. Bundan sonra o adamların yanına gittim, selam verdim ve birisi bana dönerek "Sen o köpeğe inanma" dedi. Anladım ki onlar, benim bu halimden haberdardırlar.»

İşte onlar, daima Allah-u Zülcelâl ile beraber bulunuyorlardı, insan Allah'la beraber bulunduğu zaman, Allah-u Zülcelâl'in kudret ve azametinin karşısında kimsenin duramayacağını anlar. Onun için sahabiler, Hz. Peygamber (a.s.v.)'a «Ya Resulallah, evliya kimdir?» diye sormuşlar. Hz.Peygamber (a.s.v.) «Kim onun yanına giderse ona Allah'ı hatırlatır.» diye cevap buyurmuştur. Çünkü evliyalar daima Allah-u Zülcelâlden bahsederler. Onun için her zaman iyi kişilerle beraber olup, onların sohbetlerine gitmek gereklidir. Bu konuda Allah-u Zülcelâl, ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:


"Sadıklarla, (doğrularla) beraber olun." (Tövbe:119)

Bir mürşid-i kamile,
«Sizin işiniz nedir, ne ile meşgulsünüz?» diye sorduklarında, «Bizim işimiz, çözmek ve bağlamaktır.» cevabını vermiş, tekrar «Bağlamak ve çözmek ne demektir bizi aydınlatır mısınız ?» diye sorduklarında, şöyle cevap buyurmuştur: «Biz, bize gelen kimselerin kalplerini dünyadan çözer, ahirete bağlarız.»

İşte bu söz, çok doğru bir sözdür. Allah'a ulaşabilmek için bir Allah dostuna ihtiyaç vardır. İnsan ancak bir Allah dostu vasıtasıyla Allah'a ulaşabilir. Bu yolu takip etrnek lazımdır. Aksi halde Allah'a ulaşmak çok zor olur.

İnsan devamlı zikir ve sohbet meclislerine gittiği zaman, günahkar da olsa, Allah-u Zülcelal'in af ve mağfiretine mazhar olur . Nasıl, kar güneşin karşısında eriyorsa, günahlar da o şekilde eriyip yok olur. Allah-u Zülcelâl, daima kendine ibadette bulunmayı hepimize nasip etsin. İnşaallah-u Teâlâ.


Şeytanla Abdulkadir Geylani konuştuğu yalanı (S.121-122)

Şeyh Abdulkadir Geylani (k.s.) bir gün dışarda iken, şeytan bir bulutun içine girerek nur şekline girdi ve ona;

«Ey Abdulkadir, sen hakiki olarak makamına eriştin. Artık senin ibadet ve taatına lüzum yoktur.» dedi.

Şeyh Abdulkadir-i Geylani;

«Ey lain sen bana ne diyorsun, çık oradan!» dedi.

Şeytan;

«Eyvah, sen beni nasıl bildin.» diye sordu.

Şeyh Abdulkadir Geylani;

«İlmin bereketiyle bildim. Çünkü senin sesin bir taraftan geliyordu. Eğer Allah'ın sesi olsaydı, O'nun sesi her yerden gelecekti. Bunun için biliyorum ki, sen şeytansın.» diye cevap verdi. Bunun üzerine şeytan;

«Hakikaten sen ilmine kurban ol, çünkü senin gibi bu makamda olan yetmiş bin evliyayı küfre götürdüm.» dedi.

Şeytan bir gün İmam-ı Şafii'ye ;

«Beni dilediği şekilde yaratan ve dilediği şekilde kullanan, istediği zaman cennet ve cehenneme atacak olan Allah adil mi yoksa zalim midir?» diye sorar.

İmam-ı Şafii biraz düşündükten sonra;

«Şayet seni, senin arzuna uyup da yaratmışsa zulmetmiştir. Yok şayet kendi dilediği gibi yarattıysa, o dilediğini yapar.» cevabını verir.

Şeytan sonra İmam-ı Şafii'ye;

«Ey Şafii, ben bu sorumla yetmiş bin abidin fikrini bulandırıp onları kulluk tan alıkoydum." der.


Allah adına uydurulan masal (S.201-202)

İsrailoğulları arasında bir abid kişi vardı. Geceleri Allah-u Zülcelâl'e ibadet eder, gündüzleri de malını halka satardı. Hemen her zaman da, nefsine, «Ey Nefsim, Allah'tan kork» derdi. Günlerden bir gün, yine malını satmak için, evinden çıkü. Şehir yöneticisinin kapısının önüne geldi, malının adını söyleyerek seslendi. Yöneticinin karısı baktı ki; kapı da satıcı bir erkek, yüzü de pek güzel, benzerini görmemiş.. Kadının nefsi o abid erkeği çekti ve onu evine çağırarak; "Ey satıcı, elbiseni çıkar, ipekli elbise giy, istediğin kadar da buradan mal al" dedi. Satıcı abid nefsine hitaben " Ey nefsim Allah'dan kork" dedi. Kadın, «Vallahi, kendini bana teslim etmedikçe kapıyı açmam» dedi. Sancı abid,-yine nefsine «Ey nefsim. Allah'tan kork» dedi. Daha sonra, bir saat kadar, o kadının elinden kurtulma çarelerini düşündü ve kadına «Ey yönetici karısı, bana mühlet ver. Abdest alayım ve iki rekat namaz kılayım» dedi. Abid. abdest aldı, evin damına çıktı ve orada iki rekat namaz kıldı. Namazdan sonra yere baktı ki yer yirmi zira kadar yüksektir.

Daha sonra, gözlerini göğe dikti. Rabbi'ne münacaat edip ağlaya ağlaya «Ben, sana yetmiş senedir kulluk ediyorum, beni o kadının elinden kurtar, yoksa o kadına kapılacağım" dedi. Bundan sonra, kendisini damdan aşağı attı.

O kendini damdan aşağı atar atmaz, Allah-u Zülcelal, Cebrail (a.s.)'a «Kulumun elinden hemen tut, benim cezama çarpılma korkusundan kendisini damdan aşağı attı, yere düşmeden yetiş» buyurdu. Cebrail (a.s.) hemen indi, yere düşmeden satıcı abidi tuttu ve yere oturttu. Bundan sonra abid, kadının şerrinden kurtulup evine gitti. Ailesinin yanına gittiği zaman çok acıkmıştı. Ağlamaklı ve hüzünlü bir şekilde kadının yanına Oturdu.

Tam bu sırada, komşularından bir adam geldi ve ödünç olarak bir ekmek istedi. Abid, o adama «Vallahi, günlerdir bizde ekmek yok, istersen tandıra da bakabilirsin» dedi. Ödünç ekmek isteyen, tandıra baktığı zaman gördü ki; tan dırda taze pişmiş ekmek var. Durumu abide haber verdi. Birlikte ondan yediler. Abidin karısı bu işe şaşırdı ve «Bu keramet sendendir, benden değil. Bunun sırrı nedir?» diye sordu. Abid, işin sırrını açıkladı ve hep birlikte Allah-u Zül-celâl'e şükrettiler. Bu arada Allah-u Zülcelâl'in ayet-i kerimede buyurduğu şu mana zuhur etmişti:

«Bir kimse, Allah için takva yolunu tutarsa... Allah ona bir çıkış yolu nasib eder, ummadığı yerden de rızkım yollar.» (Talak: 2-3)


Mehdi ile ilgili uydurma rivayetler (S.261-263)

«Kıyamet kopmadan önce, Allah-u Zülcelâl benim evladımdan birisini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi babamın ismi gibi olur ve dünyayı adaletle doldurur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında dünya adaletle dolar».

Rivayetlerin çoğunda onun ismi Muhammed olarak geçer, bazı rivayetlerde ise, Ahmed diye anlatılır. Babasının adı Abdullah'tır. Çünkü Tirmizi'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Hz. Peygamber (a.s.v.) şöyle buyurmuştur:

«Onun ismi ismime, babasının ismi de (babamın ismine) muvafık olacaktır»

Mehdi (a.s.)'ın şemaili: açık alınlı, küçük burunlu, iri gözlü, dişleri parlak ve seyrek bir kişidir. Sağ yanağında, inciyi andıran, bir yıldız gibi yüzünü aydınlayan bir işaret vardır. Sakalı sık, omuzunda Hz. Peygamber (a.s.v.)'ın nişanı vardır. Uylukları uzundur, rengi Arap rengidir. Dilinde ağırlık vardır. Yavaş ve ağır konuştuğu zaman, sağ elini sol dizine vurur. Otuz ile kırk yaşı arasında olacaktır. Allah'a kargı son derece boyun eğicidir. Üzerinde iki pamuk abası vardır. Ahlâk bakımından Hz. Peygamber (a.s.v.)'a benzer.

Mehdi (a.s.), Hz. Peygamber (a.s.v.)'ın yolunda gidecek, uyuyan kişiyi uyandırmayacak, kan da akıtmayacaktır. İhya etmedik sünnet, kaldırmadık bid'at bırakmayacaktır, Ahir zamanda aynı Hz. Peygamber (a.s.v.) gibi dinin icablarını yerine getirecektir. Zülkarneyn ve Süleyman gibi bütün dünyaya hakim olacaktır. Salibi (haçı) kıracak, domuzu öldürecektir. Müslümanlara bütün her şeyi geri verecektir. Yeryüzü zulüm ve işkence yerine adaletle dolacaktır. Her- şeyi hak ve adalet ölçüleriyle eşit bir halde taksim edecektir. Böylece yer ve gök sakinleri ondan razı oldukları gibi, havadaki kuşlar, ormandaki yırtıcı hay-vanlar; denizdeki balıklar bile memnunluk duyacaktır.

Ümmet-i Muhammed içinde O'ndan memnun olmayan hiç bir fert kalmayacaktır. İyi ve kötü insanlar, onun zamanında görülmemiş bir nimete boğula cak, gökten bolca rahmet yağacak, yerlerde bereket artacak, bütün defineler bulunacak, bütün ülkeler ona kapılarını açacaktır. Her taraftan arıların kovana gelip sığındığı gibi, ona gelip sığınacaklar.

İnşaatlara, ilkin olduğu gibi, gökten üç bin melek inip, muhaliflerinin yüzüne ve arkasına darbeyi indirecektir. Meleklerin başında Cebrail (a.s.), sonunda mi- kail (a.s.) bulunacak, O'nun zamanında kurtla koyun bir arada otlayacak, ço cuklar yılan ve akreple oynaşacak, insanlar bir ölçek buğday ektiklerinde karşılığında yedi yüz ölçek bulacaktır. Tefecilik, veba, zina, içki gibi fena ahlaklar kalkacak ömürler uzayacak, emanetler yerine teslim edilip kötüler helak olacaktır .

Mehdi (a.s.)'ın beraberinde Hz. Peygamber (a.s.v.)'ın gömleği, kılına ve sancağı bulunacaktır. O sancak ki. Hz. Peygamber a.s.v.Vın vefatından bu güne kadar hiç açılmamıştır. Mehdi (a.s.)'ın zuhuruna kadar da açılmayacaktır. Onun sancağında «El-Biatu Lillah (Allah için biati» ibaresi vazıh olacaktır. Basında bir sarık bulunacak. Bu sarığın içinde bir adam çıkıp Mehdi'yi göstererek «İşte Allah'ın halifesi Mehdi! Ona uyunuz!» diye haykıracaktır. İnsanların kalpleri zenginleşecek, yeryüzü bereketle dolacak, Ka'be'nin altından define çıkaracaktır. Yahudiler onu görünce, birazı müstesna müslüman olacaklar, israiloğullarına deniz ikiye bölündüğü gibi, ona da bölünecek, arasından rahatlıkla geçip gidecektir. İsa (a.s.v.) ile buluşacak ve İsa (a.s.) onun arkasında namaz kılacaktır. Üzerinde Peygamberin alameti bulunacaktır.

İste Mehdi (a.s.)'dan bu kadar bahsetmek sebebi sudur: bazı insanlar herkes bir yerde şu Mehdi midir, bu Mehdi midir? diye soruyorlar. Halbuki Mehdi (a.s.) r işte anlattığım bu özelliklere sahiptir. Zamanımızdaki bazı sapık insanlar kendilerini Mehdi yada peygamber olarak müslümanlara lanse ettiriyorlar. Halbuki Mehdi (a.s.) Hz. Peygamber (a.s.v.)'ın yaşadığı gjbi yaşayacak ve onun ahlâkı Hz. Peygamber (a.s.v.)'ın ahlâkı gibi olacaktır. Hz. Peygamber (a.s.v.)-dan sonra da peygamber gelmeyecektir. Yalnız İsa fa.s.) ahir zamanda, Dı meşk'de Emevi Camii'nin doğusundaki beyaz minareye inecek ve Hz. Peygam ber (a.s.v.)'ın şeriatıyla amel edecek, yeni şeriat getirmeyecektir.

Dediğim gibi, yalancı mehdi'ler ve yalancı peygamberler, tarih boyunca ve çeşitli devirlerde türlü kılıklarda kendilerini ortaya atmışlardır. Bunlar gibi yalancılar halen vardır ve kıyamete dek devam edip gidecektir. Ne var ki, her devrin yalancı mehdileri ve yalancı peygamberleri, kendi devirlerinde yaşayan insanları kandırabilecek şekilde ortaya çıkarlar.

Deccal de kıyamete yakın bir zamanda çıkacaktır. İbn-i Kesir'in anlattığına göre: Allah-u Zülcelâl ilk önce şeytanı insanlara bela ettiği gibi, sonunda da Deccal'in insanlara musallat edecektir. Deccal çıktığı vakit, dünvavı felaket bulutları-kaplayacak, kendisi rüzgar önünde bulut gibi gidecek, yetmiş bin yahudi ona katılarak ve bütün dünyayı dolaşacaktır. Medine'ye gelmek istedi ğinde melekler ona engel olacaklar ve şehre giremeyecektir. Bir cemaat gelip Deccal'a inanacak, Decaal onların isteklerini yerine getirecek. Başka bir cemaati davet edecekse de onlar kabul etmeyeceklerdir. Bir harabeye uğradığı vakit, emri üzerine orada ne gibi hazine varsa dışarı çıkacak, mezarlıktan insan lar suretinde şeytanlar çıkacaktır. Bir yanında su ve bir yanında ateş olacak. Kendisine uymayanları ateşe atacak, uyanları da suya bırakacaktır. Gerçekte ona uyanların durumu kötüdür, asıl yanacak onlardır. Deccal'in alnında "Ka fir" diye yazılıdır ve bir gözü de kördür.

Daha sonra Allah-u Zülcelâl, Dımeşk'de Emevi Camii'nin doğusundaki be-yaz minareye iki ellerini meleklerin omuzlarına dayamış olduğu halde İsa (a.s.)'ı indirecek ve İsa (a.s.)'ın yüzünden inci tanesi gibi terler dökülecektir. Misk saçan kokusu, on beş kilometreden duyulacaktır. Sonra Kudüs'ün Led kapısın- da Deccal ile karşılaşacak ve onu harbesi ile vurup öldürecek ve Deccal'in kanı yerin dibine kadar akacaktır. Sonra İsa (a.s.) cenneti bir kavme müjdeleyecek ve onlar da ona uyacaktır. Sonra Allah'ın vahyi üzerine İsa (a.s.) cemaatle birlikte Tûr-i Sina'ya çekilecek, bir taraftan Ye'cüc ve Me'cüc bütün mefsedet ve mel'anetleri icra edeceklerdir. Kudüs'e geldiklerinde; «Yer yüzünde ne kadar, insan varsa öldürdük, simdi de göklerdekileri öldürelim» diyecekler ve oklarını havaya kaldırıp atacaklar. Sonra Allah-u Zülcelâl küçük böcekleri bun lara musallat edip, onları helak edecektir. Sonra Tûr-i Sina dağında adamları ile birlikte yere inen İsa (a.s.), bunların leş kokularından kurtulmak için dua edecektir. Allah-u Zülcelâl de leş kaldıran kuşlarını gönderip bunları denize döktürecektir. İşte bu sırada Öyle bir düzenlik olarak ki, kurt koyun ile yürüyecek ve yıkılan şehirler yeniden tamir edilecektir... Hz. Peygamber fa.s.v.1 bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

İsa (a.s.) yeryüzüne inip bütün put ve haçları kırdıktan ve yeryüzünü ada letle düzenle koyduktan sonra Mehdi ile buluşacak ve aralarındaki anlaşma neticesinde, Mehdi imam olup namazı kılacaklar ve İsa (a.s.) yedi yıl halifelik yapacaktır»

İsa (a.s.) yeryüzünde iken güneş batıdan doğacaktır. Artık bunu gören herkes imana gelecek, fakat kıyamet alametleri kesin olarak görüldüğü için, bundan sonraki iman makbul olmayacaktır. Çünkü Hz. Peygamber (a.s.v.) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

«Güneş battığı vakit yine doğudan doğmak için Allah'tan izin ister, fakat kendisine bu izin verilmez de Batıdan doğar. Hatta güneş üç gün geçtikten sonra doğacaktır. Gece ibadet edenler bunun farkına varıp tövbe ve istiğfar ederler. Güneş batıdan doğup tam zeval yerine geldiği vakit, ay da aynı yere gelmiş olacak ve orada ay ile güneş tutulması olacaktır. Bir süre sonra açılacak ve yine Batıdan batacaktır. Sonra eskisi gibi Doğudan doğup Batıdan batacaktır. Ancak bundan sonra tövbe kapısı kapanmış olacaktır»

Bu olaylardan sonra İsa (a.s.) Medine'ye gidip, orada bir kadın ile evlenir ve kız çocukları olur. Yeryüzünde tam kırk yıl kaldıktan sonra vefat eder ve Hz. Peygamber (a.s v)'ın yanına defnedilir

Sohbetler 1 – Şeyh Muhammed Konyevi, Ümran Yayınları, Ankara 1998


Sohbetler 2 Şeyh Muhmmed Konyevi

“Ey habibim, sen olmasaydın bu kainatı yaratmazdım.”yalanı (S.13)

«Ey Habibim, Sen olmasaydın bu kainatı yaratmazdım.» Bu söz hadis-i kudsi olarak söylenmiş ise de sahih rivayete göre, hadis-i kudsi olmayıp, bazı evliyalara ilham yoluyla gelmiş olan bir kelamdır.

Rüya ilim olmadığı için amel edilemez ve kitaplara yazılamaz (S.27)

"Gördüm ki, kıyamet kopmuş, insanlar da mahşer meydanında toplanmışlar. Terazi kurulmuş ve Sırat köprüsü uzatılmış. Önce Abdülmelik b. Mervan'ı getirdiler ve kendisine; «Şu Sırat köprüsünün üzerinden geç!» dediler. Ayağını Sırat köprüsünün üzerine koydu, yürümek istedi ve bir iki adım atmadan cehenneme düştü. Bundan sonra Velid b. Abdülmelik'i getirdiler ve kendisine «Şu Sırat köprüsünün üzerinden geç!» dediler. Ayağını Sırat köprüsünün üzerine koyar koymaz, cehennem ateşine düştü. Diğer halifelerin hepsi de böyle oldu. Ya Emirü'l-müminin sonunda seni getirdiler.»

Cariye böyle der demez, Ömer b. Abdulaziz bir bağırış bağırdı, şiddetli bir şekilde çırpınmaya başladı. Tıpkı ağa giren bir canlı balık gibi, başını yere vurup duvara çarpıyordu. Diğer tarafta cariye «VALLAHi, seni cennette gördüm. Sen Sırat köprüsünü selametle geçtin» diye bağırıp duruyordu. Ne var ki, Ömer b. Abdulaziz, çırpınmasından vakit bulup onun anlattıklarını anlayamıyordu.

Dediğim gibi, cemaat halinde kılınan namazların ilk tekbirinde yetişmekte çok çok sevap vardır.

Zülkarneyn ile bir cemaatin tartışması yalanı (S.46)

Zülkarneyn, zamanında, bir yere giderken garib bir cemaat gördü. Kendi evlerinin arasında kabir kazmışlar ve yemekleri de ottan ibaretti. Zülkarneyn yerine gittikten sonra onların ileri gelen büyüğüne bir elçi gönderdi. Fakat adam «Benim Zülkarneyn'e ihtiyacım yoktur. Eğer onun ihtiyacı varsa o yanıma gelsin» dedi. Elçi durumu Zülkarneyn'e anlatınca «Hakkikaten benim ona gitmem lazımdır» diyerek kalktı ve yola çıktı. Onların yanına gidince «Siz gelmediniz işte biz geldik» dedi. Adam «Doğrudur, çün'kü bizim sana ihtiyacımız yoktur" dedi. Zülkarneyn «Ben hiç böyle bir cemaat görmedim, neden evlerinizin arası) na kabir kazdınız?» diye sordu. Adam «Bu kabri daima ölümü hatırlamak içirt kazdık. Bu kabir önümüzde olduğu zaman, daima ahiret aklımızda oluyor ve daha çok ibadet alıyoruz» dedi. Zülkarneyn «Peki neden yemek yemiyorsunuz?»' diye sordu. Adam «Eğer yemek yersek vücudumuz büyür ve o vücudu, bu kabrin \ içinde kurtlar yiyecektir. ALLAH'ın otu çoktur ondan yiyoruz.» dedi.

Bundan sonra bir kafatası eline aldı «Bu kimdir, biliyor musun?» diye sordu. Zülkarneyn «Hayır, bilmiyorum» diye cevap verdi. Adam «Bu da senin gibi bir padişah idi. Onun mülkleri, hâzineleri vardı ve o kadar zalim idi. Bak sonu ne oldu!..» dedi. Adam elini başka bir kafatasının üzerine koyarak «Bu da adaletli bir insandı. İşte onun sonu da böyle oldu» dedi. Adam daha sonra elini Zülkarneyn'in başına koydu ve «Acaba bu baş öldükten sonra zalim padişah gibi mi, yoksa adaletli bu kimse gibi mi olacak?» dedi. Bu esnada Zülkarneyn ağlamaya başladı ve «Senin bu nasihatin bana yeter. İstersen her gün bana nasihat etmek için vezirim ol.» dedi. Adam «Hayır! bütün dünyayı bana versen yine de olmam. Ben halimden memnun" dedi.

“ALLAH onun ruhunu huzuruna çağırdı.” Yalanı (S.57)

Ebu Said el Hudri (r.a.) anlatıyor:

"Bir insan vardı... Dünyada yapmadığı günah kalmadı. En sonunda eceli gelip öleceği vakit kendi vasiyetini yaptı. Şöyle vasiyet etti; "Ben öldükten sonra benim vücudumu parça parça yapın. Parçalarımı ateşte yakın. Bir kısmını denizlere, bir kısmını dağlara, bir kısmını rüzgara savurun, atın. Ayrı ayrı yerlere dağıtın" diye vasiyet etti. Vefat ettikten sonra ALLAH-u Zülcelâl onun ruhu nu huzuruna çağırdı ve sordu "Senin niyetin, maksadın ne idi?Niçin böyle vasiyette bulundun?.." Onun ruhu; "Yarabbi! Benim işlemediğim günah kalmamıştı ve senin azametinden korktuğum için, ben de böyle bir vasiyette bulundum. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ecelim de gelmişti, Ya rabbi ben senin, korkundan böyle yapmalarını vasiyet ettim. Benim maksadım buydu" dedi.

Bir müminle kafirin balık yakalaması yalanı (S.66)

Anlatıldığına göre zamanın birinde, bir mümin ile bir kâfir balık ayına çıkmıştı. Kâfir, putların adını anarak ağını atıyor ve ağını yukarı çektiğinde balıkla dolu olduğunu görüyordu. Mümin ise ALLAH'ın adını anarak ağını atıyor ve ağını çektiğinde hiç balık tutamıyordu. Nihayet akşam üzeri ağına bir balık takıldı. Fakat o da sıçrayarak tekrar dereye atlayıverdi. Böylece mümin bir tek balık bile tutamazken, kâfir balık dolu torba ile geri dönmüştü. Bu durum, müminin koruyucu meleğini üzmüştü. Fakat gökyüzüne çıkınca, Allan ona müminin Cennetteki yerini gösterdi. Melek orayı görünce; 'VALLAHi, o buraya gelecek olduktan sonra, karşılaştığı hiç bir tersliğin zaran yoktur." dedi.

ALLAH aynı meleğe bir de kâfirin yerini gösterince. 'VALLAHi, o sonunda buraya gelecek olduktan sonra, eline geçen bir dünya nimeti kendisine yaramaz." dedi.

Hz. Peygamber (a.s,v.) Efendimiz'in şöyle buyurduğu anlatılmıştır:

“Sabır üç türlüdür; şöyle ki; musibete sabır, taata sabır, mahiyetten uzak durmaya sabır.”

Şeytanın Hz. Musa'ya ALLAH'a şöyle beni affetsin yalanı (S.71-72)

Rivayet edildiğine göre şeytan birgün Hz. Musa'ya (a.s.) gelerek, kendisi ne; «Sen ALLAH tarafından seçilerek peygamber olarak gönderilmiş ve doğru dan doğruya onunla konuşma mazhariyetine erişmiş bir kimsesin. Ben de ALLAH'ın mahlukatından biriyim. Rabbine karşı tövbekar olmak istiyorum ona söyle de tövbemi kabul etsin.» dedi. Hz. Musa (a.s.) duyduğu bu sözlerden dolayı sevindi. Hemen su isteyerek abdest aldı ve ALLAH'ın dilediği kadar namaz kıldıktan sonra, Rabbine; «ALLAHım şeytan senin mahlukatından biridir. Senden tövbesini kabul etmesini istiyor, onun tövbesini kabul et!» diye dua etti. Bu sırada kulağı na, «Ya Musa, o tövbe etmez.» diye bir ses geldi. Fakat Musa yine, «Ya Rabbi. o tövbesini kabul etmeni istiyor.» dedi. Bunun üzerine ALLAH (c.c.), vahiy yolu ile Musa'ya (a.s.) duasını kabul ettiğini bildirerek; «Şimdi Şeytana söyle de, Ademin (a.s.) mezarına secde etsin. Ben de tövbesini kabul edeyim» buyurdu. Bu vahiy karşısında çok sevinen Musa (a.s.), hemen geri dönüp şeytana durumu anlattı. Fakat şeytan, Musa'nın (a.s.) anlattıkları konusunda küplere bindi ve büyük bir kibirlilik edası ile; «Ben ona diri iken secde etmemiştim, hiç onun ölüsüne secde eder miyim!..» dedi. Böyle dedikten sonra Hz. Musa'ya (a.s.) dönerek, "Ya Musa, benimle Rabbin arasında şefaatçi olduğundan dolayı hakkın var. Bu yüz den sana 3 öğüt vereyim, şu üç durumda beni hatırlayıver:

"Öfkelenince beni hatırla Çünkü o sırada ben vücudunda dolaşan kari gibi kalbinde dolaşırım. Düşmanla karşılaştığın an beni cephede hatırla. Çünkü düşmanı ile karşılaşınca insanoğluna sokulur ve ona eşini, ailesini, malımı ve çocuklarını hatırlatırım ki; cepheden kaçıversin. Sakın namahrem kadınlarla oturma. Çünkü ben o sırada, bir yandan undan sana ve bir yandan da senden o na gidip gelerek aranızda mekik dokurum."

Ruhun alınmasında , ALLAH'a , Azrail'e iftira (S.75-76)

Naklederler ki bir insanın eceli geldiği vakit Azrail (a.s.) onun ruhunu almaya gelir. İlk önce onun ağzından ruhunu almak ister. Eğer dünyada ağzı, dili zikirle, ibadetle hayrı anlatmayla meşgul olmuşsa, Azrail (a.s.)'a izin vermeye cektir, ben kabul etmiyorum diyecektir. Çünkü ben hep ALLAH-u Zülcelâl'in zik ri ve ibadetiyle, hayırla meşgul oldum diyecektir, bırakmıyorum diyecektir. Azrail (a.s.) ALLAH-u Zülcelâl'in huzuruna geri dönecektir. Bakın ibadet, ALLAH-u Zülcelâl'in zikri, Azrail (a.s.)'ı bile perişan ediyor. Neden?.. Çünkü o da ALLAH-u Zülcelâl'in elinde..

Azrail (a.s.) ALLAH-u Zülcelâlin huzuruna varınca diyecek ki; «Ya Rabbi, se- nin kulun beni perişan etti, onun ruhunu ağzından almak istedim bırakmadı» ALLAH-u Zülcelâl; «Git başka bir yerinden al» diyecek... Azrail (a.s.) bu sefer gelip ellerinden ruhunu almak isteyecek. Eller de «Hayır, ben ALLAH için sadaka yerdim, ALLAH için hizmet ettim» deyip izin vermeyecek. Azrail (a.s.) umutsuz kalacak Ayakları tarafından yaklaşacak. Ayaklar da, «Ben camiye gittim, hayır (işlerine koştum, namaz kıldım» deyip izin vermeyecek. Böylece Azrail (a.s.) nereden giderse gitsin, o kul salih bir kişi ise, her azası ALLAH-u Zülcelâl'in emirlerine uyduysa, hiç bir aza ona izin vermeyecektir, Onun ruhunu alması için Azrail (a.s.), yine ALLAH-u Zülcelâl'in huzuruna çıkıp; «Ya Rabbi, senin kulun bırakmadı ki, onun ruhunu alayım. Onun ruhunu almam için, benim için hiçbir tarafından yol yok.» der. Eğer biz ALLAH-u Zülcelâl'e aşık isek, ALLAH-u Zülcelâl'in zikrine aşık isek, ALLAH-u Zülcelâl Azrail (a.s.)'a diyecek ki; «Benim ismimi onun karşısına koy, onun ruhu bana aşık olduğundan, be nim ismimle meşgul olacak ve onun ruhu ağzından birden çıka cak, sen hiç zahmet çekmeyeceksin" diyecektir .

Mezarın başında selavat getirme ve cennet kazanma yalanı (S.105)

Bir gün bir kadın, Hasan-ı Basri (k.s.a.)'nin yanına gelmiş. Kadın, kızının öldüğünü ve Hasan-ı Basri'den bir dua öğrenip, onun kabrindeki halini öğrenmek istediğini söylemiş. Hasan-ı Basri'nin ona bir dua öğretmesi üzerine gitmiş. Kadın, bir müddet sonra geri gelip, «Ben kızımı katrandan bir cehennem elbisesi giymiş ateşte yanıyor gördüm» denir. Bunun üzerine, Hasan-ı Basri de aynı duayı okuyup gece yatmış ve kadının kızını cennet bahçelerinde görüp, bu hale şaşırmış. Oysa ki, kızını annesi, bir kaç gün önce cehennem ateşinde yanarken görmüştü. Kıza sormuş «Sen cehennem ateşinde yanmıyor muydun, oysa şimdi, cennet nimetleri içindesin, nasıl oldu bu?» diye. Kız «Doğrudur. Bir kaç gün önceye kadar halim perişandı, fakat mezarlığın yanından bir ALLAH dostu geçerken bir defa salavat getirdi ve sevabını bizlere bağışladı. Bizim me zarlıkta tam 500 kişi vardı. Biz bu sevabı paylaştık ve bana düşen pay ile cennet nimetlerine kavuştum» demiş.

Veliye “Senin amelin kabul olunmaz” diye bir nida geldi yalanı (S.106-107)

Bir evliya vardı. Devamlı dua eder," amelinin kabul olup olmadığını merak ederdi. Bir gün «Senin amelin kabul olunmaz» diye bir nida geldi. Evliya, çok üzüldü ve sebebini sordu «Çünkü senin hanımın filan yere gittiğinde, orada namazını kılmadı» diye cevap geldi. Hemen gidip hanımına durumu sordu, o da doğru olduğunu, namazı kılamadığını söyleyince, O evliya «Seni ALLAH Rızası için boşuyorum dedi». Sonra tekrar ibadet yaptı ve dua etti. Bunun üzeni ne «Şimdi senin amelin kabul olundu» diye bir daha nida geldi.

İşte, namazı kılmanın ağırlığı böyledir. İnsan sadece kendinden değil, aile etrafından da sorumludur.

Muaviyeyi Şeytan'ın namaz kıldırması yalanı (S.126)

Hz. Muaviye (r.a) bir gün yatarken birisi geldi ve Onu kaldırdı. Hz. Muavi-y e (r.a.) kalkınca baktı ki, karşısında duran insan kılığına girmiş şeytandır. Dedi «Ben biliyorum sen şeytansın ama, beni niye kaldırdın?» Lain; «Ben filan [yerden gelen bir yolcuyum, namaz vakti geldi, baktım uyuyordun!.. Onun için seni kaldırdım» dedi. Hz. Muaviye (r.a.) ona «Ben seni tanıdım, şimdi söyle, niye beni kaldırdın?» deyince, Lain «Bir Ashab-ı Kiramdan birisi yatıyordu. Ezan okundu. Abdest alıp da cemaat gitti, fakat tam kapıdan içeri girdiğinde, Hz. Peygamber (a.s.v.) Ashab-ı Kiram'la beraber namazı kılıp dağıldılar. Bu nun üzerine o sahabe bir "ah!" çekti, onun bu ahından arş-ı ala titredi. Onum o "ah!" çekmesinden dolayı, ALLAH-u Zülcelâl, o günün bütün insanlarının na mazlarını o "ah!" üzerine kabul etti. Sen de kalk namaza yetiş, sen de ah! çekme diye seni kaldırdım» dedi. İşte onlar ibadetlerine böyle düşkün idiler. İşte lain insana böyle düşmandır. İbadetlerini, zikirlerini yaptırmamaya çalışır. Bu da olmazsa, insanı ALLAH katında sevapları çok olan ibadet ve zikirlerden alıkoymaya çalışır. Yani insanı derecesinin artmaması, az sevap alması için elinden geleni yapar. Ondan dolayı lain, düşmanımızdır. Onun gibi yapmamak lazımdır. Ona uymamak , daima onu düşman olarak bilmek lazımdır.

“Peygamber efendimizin ilk hali tasavvuf hali idi.” Yalanı , iftirası (S.146-147)

Sözün kısası, bu sofiyye yolu hakkında ne denebilir ki? Bu öyle bir yoldur ki b u yolun birinci şartı olan temizlik kalbi tamamıyla ALLAH Tebareke ve Teâlâ'- an başka herşeyden temizlemektir. Namazın iftitah tekbiri yerine geçen anahtarı ise kalbini ALLAH'ın (c.c.) zikri ile kaplamaktır. Onun nihayet ve sonucu tamamıyla kendinden geçip ALLAH'ın (c.c.) azametinde fani olmaktır. Bu ma çam tarikatın başlangıcında meydana gelen irade ve çalışmayla elde edilebilecek hallere göre tasavvuf yolunun sonucu sayılır. Yoksa fena makamı hakikatte tarikatın başlangıcıdır. Bu yola koyulanlar için bundan evvelki haller, sokak kapısı ile evin asıl kapısı arasındaki avlu mesabesindedir.

Tarikatın Başlangıcından itibaren keşif ve müşahedeler başlar. Öyle ki onlar uyanık iken Melaike-i Kiramı, Peygamberlerin ruhlarını görürler, onların sesle rini işitirler, onlardan birçok fayda elde ederler. Daha sonra onların siret ve misallerini görmekten hal ve makamları öyle derecelere yükselir ki, bunları ifade etmeye sözün sınırları dar gelir. Bu makamla ilgili olarak söz ile bir şeyler anlatmaya çalışan aşikar bir hata ve yanlışlığa ister istemez düşer.

Hülasa tarikatta ALLAH'a (cc) yaklaşmâ bakımından iş o raddeye varır ki, ulaşılan bu dereceyi bazıları ALLAH'a (c.c.) hulul etmek, O'nunla ittihad, bazıları da O'na vasıl olmak sanır. Halbuki bu üç itikadda yanlıştır.

Sonuç olarak tasavvuf yolunda yaşayarak kendisine bir şey nasip olmayan' insan peygamberliğin hakikatinden, isminden başka hiç bir şey idrak edemeyecektir. Hakikatte velilerin kerametleri Peygamber'in (a.s.v.) ilk zamanların da meydana gelen halleridir. Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) ilk hali de tasavvuf hali idi. Peygamberlik gelmeden önce Hira dağı'na çekilir, orada Rabb'ine itaat ederdi. Hatta Araplar o zaman "Muhammed Rabb'ine aşık oldu "derlerdi. Bu bir haldir ki o yolda yürüyenler, onu zevkle ve tadarak öğrenir. Bu zevkten mahrum olanlar, sofilerin sohbetine devam ederlerse, onlardan işiterek, tecrübe ile ve hallerinin delaleti ile anlayabilirler. Kim onlarla beraber oturursa bu yakini, imanı onlardan alır. Dolayısıyla onlar öyle bir cemaattir ki sohbetlerin de bulunan ve yanlarında oturan şaki olmaz. Onların sohbetinde nasibi olmayan ve onlardan mahrum kalan kimse, apaçık delillerin ışığı altında bu halin mümkün olduğunu - İhya-u Ulumiddin adlı eserimizin acaibu'l-kalb bölümünde açıkladığımız gibi - öğrenebilir.

Bir şeyi kesin delilleri ile gerçekleştirmeye ilim denir. Bu hali doğrudan doğruya yaşamak zevktir

Sohbetler 2 – Şeyh Muhmmed Konyevi, Reyhani Yayınları, İstanbul 1998



Sohbetler 3 - Şeyh Muhammed Konyevi

Behlül-ü Dana'nın Kur'an'a aykırı batıl cehennem anlayışı (S.6)

Behlül-ü Dana bir gün bir yerden gelirken ona: "Nereden geliyorsun?" diye sormuşlar. "Cehennemden geliyorum, ateş , alacaktım fakat cehennemde ateş bulamadım" demiş. Onun konuşmasına hayret etmişler. "Cehennem ateşle doludur sen nasıl ateş bulamadın?" demişler. "Siz bana akılsız diyorsunuz ama asıl siz akılsızsınız" demiş. "Cehennemde ateş yoktur. Ateş insanın beraberinde, götürdüğü amelidir. Bu kötü amel cehennemde ona ateş olacaktır" buyurmuş. Eğer cehennemde ateş olsaydı, o ateş günahı olmayanları yaksaydı melekler, zebaniler orada çokça olmalarına rağmen ateş onları yakardı. Oysa ateş onları yakmaz. Orada herkes kendi kötü amelinin oluşturduğu ateşin içinde yanar.

Süleyman (A.S.) ve Azrail'e iftira (S.27)

Bir gün bir gençle bir kadın, nikahlarını yaptırmak için Süleyman Peygamber'in (as) yanına gelmişler. Hz. Süleyman--onların nikahlarını kıyar. Baktı ki ikisi de çok sevinçli., ferahlıktan uçacaklar, o kadar seviniyorlar. Azrail (as) Süleyman peygamber'in (a.s.) yanına gelir. "Ya Süleyman! Sen onların bu kadar sevinmesine, ferahlanmasına çok hayret ettin değil mi?" der. Hz.Süleyman (as) "Evet, ben bunlar kadar sevineni görmedim, sanki ebedül'ebed baki olarak yaşayacaklar" dedi. O zaman Azrail "Ya Süleyman! O gencin ruhunu almama beş (5)'gün kalmıştır dedi.

Yine bir gün, Hz.Süleyman (as) bir adamla beraberken Azrail (as) oraya geldi. Azrail (as) o adama baktı ve şaşırdı Adam, Hz.Süleyman'a "Ya ALLAH'ın Peygamberi Benim Hint ülkesinde çok acil bir işim var. Beni oraya gönderebilir mi-sin? dedi. Yalvardı ona. Süleyman Peygamber (as) onun bu dileğim kabul etti ve ALLAH'ın emriyle, çok kısa bir zamanda onu oraya gönderdi. Biraz sonra Azrail (as) gelerek dedi ki "Ya Süleyman! Ben çok acayip bir olayla karşılaştım." "Nedir, ya Azrail?" dedi. Azrai1 (as): "ALLAH-u Zülcelal bana bu adamın ruhunu Hindistan'da almamı emretti. Ben de geldim baktım ki adam buradadır. Hindistan neresi burası neresi? Ben onun ruhunu nasıl Hindistan'da alacağım diye düşünürken, baktım ki o kendi kendine Hindistan'a gitmeyi istedi. Ben de gidip onun ruhunu aldım."

ALLAH iki kaşının arası bin sene mesafe büyüklüğünde bir melek yaratmıştır yalanı (S.47)

ALLAH öyle bir melek yaratmıştır ki, iki kaşının arası, bin (l000) sene mesafe büyüklüğündedir.. Onun dört tane yüzü vardır. Bir yüzüyle secde eder, "Ya Rabbi! Senin cemalin ne güzeldir, ne büyüktür." Bir yüzüyle de cehenneme bakar "Azap olsun. kahrolsun buraya giren şahıslara" der. Bir yüzüyle de cennete bakar Ne mutlu buraya girenlere" der. Diğer yüzüyle de Ramazan Ayı'nda oruç tutan, ibadet ve zikir yapanlar için istiğfar eder. Kıyamet Günü'ne kadar böyle yapmaya devam eder.

Sahabeler tasavvuf dini ile amel etmişlerdir iftirası (S.57)

ALLAH için Sadat-ı Kiram kendilerine ve sizlere, şunu tavsiye etmişlerdir. Ölünceye kadar, Sadat-ı Kiram'ın tasavvuf kurallarıyla amel yapın. Onların kural ve kaidelerini tatbik edip onların arkasından gidin, insanın en büyük kurtuluş kapısı budur.

Vicdanlı olarak, İslam tarihine bakarsak, Hz. Peygamber'in ve Ashâb-ı Kiram'ın meşrebi üzerinde olanlar, tasavvuf ehli ve tasavvufla amel yapan şahıslardır. Ancak tasavvur ehlinin hayatı, onlarınkine uymaktadır. Niçin? Çünkü Peygamber (asv) ve Ashab-ı, kendi nefislerini görmemişler, yapıp ettiklerini yeterli görmemişlerdir.

Şeytan Hz.Musa'ya tevbe etse ALLAH beni affeder mi? Diye sormuş yalanı (S.99-100)

Şeytan -aleyhillane- bir gün Hz.Musa'nın yanına gelerek, ona şöyle dedi: "Ya Musa! ben ALLAH'ın katında çok kıymetlisin. ALLAH bütün kullarının arasından seni seçti, seninle konuşuyor. Ben de ALLAH'ın bir kuluyum, hata ettim, tövbe etsem ALLAH beni affeder mi?" Tabi, ALLAH'ın peygamberleri şefkat ve merhamet sahibi oldukları için Musa (as) hemen "Ben bunu ALLAH-u Zülcelâl'den isteyeceğim" dedi . ALLAH-u Zülcelâl'le konuşmaya gittiği zaman "Ya Rabbi! Şeytan böyle diyor, sen ne buyurursun" dedi. ALLAH-u Zülcelâl de dedi ki: "Gitsin Adem'in kabrine secde-etsin, onu affedeyim." Hz.Musa (asa) şeytanın yanına geldiğinde ona "Eğer Adem'in (as) kabrine secde edersen, ALLAH (cc) seni affedecek, bu çok kolay bir şeydir." dedi. Şeytan ise "Ben onun dirisine secde etmedim, ölüsüne nasıl ederim!" diye karşılık verdi. Bakınız, nefis insana neler yaptırıyor! Kibir, ucub ve nefis, şeytana galip geldiğinden, secde etmeyeceğini söyledi.

Bu olay üzerine şeytan, Hz.Musa'ya: "Ya Musa! Sen benim hacetimi ALLAH'a ilettiğinden dolayı bana bir iyilik yapmış oldun, ben de bunun karşılığında sana üç şey söyleyeceğim. Birincisi; sinirlenip gazaba geldiğinde beni hatırla, o zaman ben insanı mahvediyorum. Damarlarının içindeki kana girip onu bütün günahlara sevk ediyor, onun için zararlı ne varsa yaptırıyorum. Diğer bir rivayette de çocuklar nasıl topla oynuyorlar, toplarım istedikleri yere götürüyorlarsa, ben de sinirlenen, gazaba gelen şahsı, günahlara o şekilde sevk ediyorum."


Bağdat hatiplerinden bir alim zatın hakkında ALLAH'a Kur'an'a ve İslam'a iftira (S.146-147)

Bağdat hatiplerinden çok alim bir zat, kendi kendine şöyle duşundu. ALLAH-u Zülcelâl, mümin kullarını elli (50) bin sene, Haşir meydanında bırakacaktır. Mümin kullarını erli (50) bin sene orada bırakmak, O'nun keremine uygun değildir. Çünkü ayette buyurulduğu gibi "O, mümin kullarımı karşı kerimdir, rahimdir, şefkatlidir." "Oysa müminleri, Haşir meydanında, sıcaklık altında ve izdihamda bırakmak O'nun sıfatlarına terstir. Kafirleri elli (50) bin sene orada bekleterek onlara azap ediyor ama mümin kullarına niçin böyle yapıyor?" Bu soru, alimin kalbinde bir müddet kaldı...

Bu alim, bir Cuma günü, biraz et alıp eve getirdi. Pişirip yiyecek, sonra Dicle Nehri'ne gidip Cuma namazı için gusül abdesti alacak, sonra da Cuma namazına gidecekti. Nehrin kenarında: "Ya Rabbi! Kıyamet Günü, elli (50) bin senedir, ayetinin manasını bana iyice bildirseydin!" diye ALLAH'a yalvardı. Nehre girmek için elbiselerini çıkarıp kenara koydu.

Yıkandıktan sonra, bir de baktı ki elbiseleri orda yok. Etrafına baktı bulamadı. Çok şaşırdı. Çünkü kendisini bir anda yabancı bir yerde buldu. Büyük bir şehirde ve o şehrin kenarındaki bir nehrin yanındaydı. Elbisesiz olarak şehre gitti. İnsanlar ona 'sen niçin elbisesizsin, böyle çıplaksın" diye sordular. O da 'ben fakirim, elbisem yok' dedi!'"insanlar ona elbise verdiler.

Sonra bir camiye gitti. Orada Kur'an okudu, insanlara ilim öğretti, bu sayede öyle meşhur oldu ki bazı büyük zatlar, zengin kişiler, kızlarını onunla evlendirmek için teklif ettiler. Bu zat, tekliflerden birini kabul etti, o kızlardan biriyle evlendi ve orada elli sene yaşadı. Sonra bir gün, yine Cuma namazı için gusül abdesti almaya nehre indi. Elbiselerini nehrin kenarına bıraktı, gusül abdesti aldı.

Başını kaldırdı, bir de baktı ki Bağdat'tadır! Kendisinin bir önceki yaşadığı yer ise Mısırdı. Eskiden elbiselerini bırak tığı yere baktı, elbiseleri yerinde duruyordu. Elbiselerini giydi, evine gitti, baktı ki hanımı, çarşıdan getirdiği eti pişiriyordu. Çok şaşırdı, hiç bir şey söylemedi ona . Sonra Cuma namazına gitti. Ona hiç kimse, bu kadar zamandır neredeydin diye sormadı. O zaman "Eyvah! Ben ne kadar yanılmışım, ne kadar akılsızmışım, ALLAH-u Zülcelâl ne kadar büyük!' dedi. 'Yarım saat gibi az bir zamanı, bana elli (50) sene yaptı.

Dünyada iki arkadaşın şahsında ALLAH'a ve meleklerine iftira (S.150)

Dünyada iki kişi arkadaş oldular. Birisi ALLAH'a çok muti (bağlı) idi. Diğeri de çok asi idi. Hepimiz biliyoruz ki muti olan cennetlik, asi olan ise cehennemliktir. Bunlar öldükten sonra, ALLAH-ü ZülCelâl muti olanı cennete doğru, asiyi de cehenneme doğru gönderdi. Asi olan şahıs, yalvarmaya başlayıp şöyle dedi: "Ey arkadaş! Dünyada seninle o kadar beraber gezdik. Şimdi burada, beni nereye bırakıyorsun?"

O itaatkar kul da Cennet'in yakınında durdu ve arkadaşına çok acıdı, ağlamaya başladı. Melekler: "Cennete gir, ALLAH'a şükret!" demelerine rağmen içeriye girmedi. "Arkadaşım bana yardım et diye yalvarıyor, benim de onu kurtarmak için kuvvetim yok, ben de onunla beraber cehenneme gireceğim, başka çarem yok" dedi. (Dikkat edersek, bu kula ALLAH (cc) böyle yaptırıyor.)

Sonra ALLAH Meleklere dedi ki: "Kulum ne demek istiyor, ona sorun." itaatkar kul dedi ki: "Ya Rabbi! Ya o benimle beraber cennete girecek ya da ben onunla beraber cehenneme gireceğim." ALLAH-u Zülcelâl "Niçin?" buyurdu. Kul "acıyorum ona" diye cevap verdi. ALLAH-u Zülcelâl şöyle buyurdu: "O bir kul olduğu halde, ona acıyor, o asi kulum da bir kaç seher vakti, bana yalvardı, ağladı. Madem İki o ona acıdı, ben de yalvardığından dolayı onu af ve mağfiret ettim."

“Tasavvuf dininde ruhban sınıfını teşkil eden silsile-i saadatı sevmeyenlerin sonu tehlikededir.” yalanı (S.161-162)

Sadat-ı Kiram'ı bize nasip ettiğinden dolayı, ALLAH-u Zülcelâl'e karşı çok borçluyuz. Sadat-ı Kiram -eğer hakiki olarak birbirlerinden izin almışlarsa- izinli olan Sadat'ın her biri, zincirin halkaları gibidir. Zincirin halkaları vardır ve Şunlar birbirine geçmiştir. En sonda olan halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir bize doğru gelecektir, insan Sadatı sevdiği zaman, hayattaki Sadat'a (Sevda) muhabbet beslediği zaman, direk ALLAH'ın muhabbetini kazanmış olur. Çünkü, hayatta olan Sadat, zincirin son halkasıdır. Diğer Sadat-ı Kiram da son halkaya bağlanmış durumda olan zincirin di-ğer halkalarıdır. Bu zincir, Ebu Bekir Sıddik (ra)'dan, Hz.Peygamber (asv)'a ondan Cebrail'e (as). Cebrail'den de Âllah-u Zülcelâl'e kadar, halkalar şeklinde uzanır.

İnsan, Sadat-ı Kirama muhabbet beslediğinde, zincirleme şeklinde, bir saniyede ALLAH'ın muhabbeti insana gelir. Kişinin içinde bir ferahlık, bir huzur oluşur. Sanki dünya, ahiret cennet onun olmuştur. Nasıl son halkayı çektiğimiz zaman, bütün zincir, geliyorsa, biz de hayatta olan Sadat'ı (beyda) sevdiğimiz zaman, bu sevgimiz, zinciri harekete ge-çirerek, kişiye ALLAH muhabbeti getirir. Bu fırsat elimizdeyken, onu değerlendirmeli, kıymetini bilmeliyiz. Sadat'in muhabbeti, kalbimizden biraz eksildiği zaman. ALLAH'a olan muhabbetimiz de eksilir. Hiç kimse buna karşı çıkmamalıdır. Çünkü bu, çok tecrübe edilmiştir.

İmam-ı Rabbani (ks.) şöyle buyurur: "Herhangi bir kimsenin, bu badat a muhabbeti olduğu zaman, kalbinde dağlar gıdı zulmet varsa bile hiç korkmayın, ondan onun akıbeti (sonu) iyi olacaktır. O Sadatın muhabbeti, onun akıbetini iyi neticelendirecektir. Eğer kişide bu Sadat'ın muhabbeti yoksa/ veyahut da -neuzibillah- bilakis onlara münkirse, (onları inkar ediyorsa onun kalbinde dağlar gibi nurlar olsa da ondan korkun. Onun sonu tehlikelidir."


Kabirlerde kefen soyan hırsıza ölü bir kadının tokat vurması yalanı (S.172)

Ebu Eshab'il Fezari (ks) şöyle buyuruyor: "Bir adam devamlı olarak yanımıza geliyordu. Yüzünün bir tarafı kapalıydı, açmıyordu. Bu dikkatimi çekti, merak ettim ona sordum. Sen bizim yanımıza çok geliyorsun, yüzünün bir tarafını niye açmıyordun? Eğer bu söylediğimi kimseye söylemezsen sana söylerim dedi."

"Ben eskiden kabirleri açıyor, kabirde ölünün yanında ne varsa çalıyordum. Bir gün bir kadının kabrini açtım. Onun kefenini almak için elimi uzattım, o da kefenini benden koparmak için kefeni geriye çekti. Ben de kefeni kendime çektim. Kâdın böyle keramet gösterdiği halde, yine de kefeni bırakmadım, çok akılsızmışım. Kadın kefeni bırakmadığımı görünce, bir elini kaldırdı yüzüme vurdu. Böyle dedikten sonra, yüzündeki peçeyi indirdi. Baktım ki yüzünde kadının vurduğu tokattan dolayı, beş parmağın izi vardır. O işte o gün, bir daha böyle bir iş yapmamaya tövbe ettim. ALLAH'a söz verdim."

Musa ile ateşe tapan bir kamburun hikayesi yalanı (S.319-320)

Nebi Musa (as) bir yerden geçerken kamburu çıkmış bir ihtiyarı ateşe ibadet ederken gördü. "Ne yapıyorsun?" diye sorduğunda ihtiyar dedi ki: "İbadet ediyorum." Musa (as) ihtiyara şöyle hitap etti: "Senin ALLAH'a dönme zamanın gelmedi mi? Ateşe ibadet ediyorsun ama sana bir kar sağlamayacağı gibi bir zarar da vermez. Nerede ise öleceksin, artık ALLAH'a dönme zamanın gelmedi mi?" İhtiyar adam dedi ki: "Ta Musa! Ben tövbe edip ALLAH'a dönersem bu yaşımda beni af eder mi?" Nebi Musa (as) "Kaç yaşındasın?" diye sordu. Cevaben "Doksan dört yaşındayım" dedi. Musa (as) dedi ki: "Allan at edici ve merhamet sahibidir. Tövbe et, gerisine sen karışma." İhtiyar adam dedi ki: "Ya Musa! Bana kelime-i tevhidi öğret." Musa (as): "Eşhedü en la ilahe illellah ve enne Musa Rasulullah" demesini söyledi. Bunu söyleyince öyle bir ferahlandı ki bir cezbe hali geldi ve yuvarlanmaya başladı. Hz.Musa (as) yanma gittiğinde, vefat etmiş olduğunu gördü. Öyle şaşırdı ki bu kadar sene ateşe ibadet etti, bir kelime-i tevhid ile aşka geldi öyle bir ferahlandı ki

ALLAH'ın aşkından yandı. Acaba, ALLAH-u Zülcelâl ona nasıl muamele etti ki bir Kelime-i Tevhid ile bu hale geldi diye merak etti. ALLAH-u Zülcelâl'e münacaatta bulunup "Ya Rabbi! Bu kulunun hali ne oldu?" diye sordu. ALLAH-u Zülcelâl şöyle hitap etti: "Ya Musa! bana Kelime-i Tevhid ile, gelenden razı olup Cennetimi vereceğimi bilmiyor musun?" İşte ALLAH-u Zulcelâl'e inandığımız zaman, imanımızda biraz samimi olursak bize karşı merhameti böyle olmaktadır.

ALLAH-u Zülcelâl hepimize; amel-i salih, samimi bir iman ve rızasını kazanmayı nasip etsin, inşALLAH.

Sohbetler 3 - Şeyh Muhammed Konyevi
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Erenler'in Kalb Gözü - Osman Akfırat, Pamuk Yay


Şeyhin resmini rabıta etme ve gaflet anında Şeyhin'i çağırma sapıklığı (S.325)


Meşâyihın sapıklarından birisi rabıta üzerinde şunu da eklemiştir:

Halvet hâlinde müridin kalbi gaflete mâruz, kaldı mı mürid şeyhin ismini anarak onu çağıracaktır (!)

RESİME RABITA

Bir kısmı da şeyhinin fotoğraflarını çıkarmış, gaaib olan müridlerine o resimleri göndermiş, tâ ki o resimlerle rabıta kursunlar (!) Dervişlerden bir kısmı var ki, şeyhinin fotoğrafını cebinde taşıyor. Evradına başladığı zaman ev velâ fotoğrafı çıkarıp bakıyor, sonra evradını okuyor (!)

Hulâsa; dervişlerle arkadaşlık yapan bir kimse her gün yeni ve sonu gelmeyen bid'atlara muttali' olabilir! Bütün bu musibetler rabıtanın üçüncü ve dördüncü kısmından neş'et etmiştir. Mademki, fesadlık bu raddeye çıktı, öyle ise bu kapıyı tamamen kapatmak en uygun harekettir.

Allah adına “Kutbu'l –Akatab , Gavs, Kutbu'l –irşad” uydurması (S.384-385)

Velîlerin en büyüğünün ve en kâmilinin tâyin ve tesbiti hakkında meşâyih arasında ihtilâf vardır. İmâm-ı Rabbânî, «Gavs»ın, «Kutbu'l-medar»ın gayrisi olduğunu, «Kutbu'l-medar»ın ancak bâzı emirlerde gavstan yardım beklediğini. Ebdalların mansıblarını tâyin etmekte müdahalesi olduğunu söylüyor. Kutba yardımcılık etmesi itibariyle «Kutbu'l-Aktâb» da denir. Çünkü onun yardımcıları kürre-i arzın tamamında manevî hâkimler ve vekillerdirler.

İmâm-ı Rabbânî der ki:

«Peygamberlerin etba'larının en kâmilleri tam tebaiyyeti elde ettikleri zaman peygamberlik mansıbına değil, makamına yönelirler. Peygamberlik mansıbı ise, Hazret-i Muhammed'den sonra artık muhaldir. Bu makama yönelen o kâmil insanların bâzısı imamet mansıbıyle diğerinin başına geçer. Bu, velîlerin en yücesidir. Bâzıları da sadece o kemâli elde etmekle iktifa eder. İşte bu iki büyük insan, o kemâli elde etmek hususunda eşittirler. Onların arasındaki tefavüt mansıbı elde edip etmemekte ve mansıbla ilgili birtakım emirlerdir. Tabiîlerin en kâmilleri velayet kemâlâtını tam elde ettiği zaman, bir kısmı manevî hilâfet mansıbıyla ortaya çıkar. Bâzıları da — biraz önce geçtiği gibi — o kemâlâtları elde etmekle iktifa eder. Bu iki mansıbın beheri de asîl kemâlâtla ilgilidir. Zilli kemâlâtta ise, imamet mansıbına en lâyık yani onun hizası ve gölgesi olmaya en lâyık kutbu'l-irşad mansıbıdır. Hilâfet mansıbına en uygun Kutbu'l-medar mansıbıdır, işte bu iki alt makam, o iki üst makamın gölgesldir.»

Şaraniye göre “Ahmet-i Rufai yerin ve göğün kutbudur.” İftirası (S.385-386)

Çünkü Hazrete: «Sen kürre-i arzın kutbusun» denildiği zaman, cevab olarak:

«Beni -bu vazifeden uzak tutunuz» dedi.

Yine kendisine:

«Sen göğün kutbusun.» denildiğinde, 'buyurdu ki:

«Beni bundan da uzak tutunuz.»

Şârânî diyor ki, bu söz, seyyid Ahmed-i Rifaî'nin bütün makamları geçtiğine delildir.

Seyyid Şerif el-Cürcânî. «To'rifât» adlı eserinde şöyle diyor:

«İhtiyaç sahibi ve sıkışan bir kimse ona iltica ettiği itibariyle kutba bozan «gavs» denir. Kutub her zaman Cenâb-ı Hakkın nazar-ı ilâhîsinin mahalli bulunan biricik insandır. Cenâb-ı Hak, nezd-i ilâhîsinde ona en büyük tılsım (bir çeşit mevhum nesnedir ki, onun hükmü definenin bulunmasına mânidir. Sihir ta'birîerindendir.) vermiştir. O, kâinata sızar. Kâinatın bâtın ve zahir âyinlerinde ruhun cesedde dolaştığı gibi dolaşır. En umumî feyzin terazisi onun elindedir. O, en yüce ve en esfel kâinata hayat ruhunu göndermekle vazifelidir. O, insanlık bakımından değil, hayat ve hissetme maddesini yüklenen meleklik hissesi bakımından İsrafil'in kalbi üzerindedir. Cebrailin ondaki hükmü, nefs-i natıkanın insan denilen varlıktaki hükmü gibidir. Mîkâil'in ondaki hükmü cezbedici kuvvetin insanlıktaki hükmü gibidir. Azrail'in ondaki hükmü, insan daki def'edici kuvvetin hükmü gibidir... »

Dört Kutub'un küfürde ve şirkte yarışması (S.386-387)

Bu ve bundan evvelki kelâmdan istifade ediliyor ki, kutbun ruhu daimî bir terakki ve gelişme içindedir. Kendisine mahsus velîlik makamına kadar yücelir. Öyle ki kâinatı doldurur. Ruhun cesedde seyrettiği bi tedbir için kâinatta seyreder. Bunun için büyük gavs Abdü'l-Aziz-L Debbağ (K.S.) derdi ki:

«Divan da ne imiş? Divanın tamamı benim göğsüm'dedir.»

Seyyid Ahmed-i Bedevi (K.S.) de derdi:

«Muhit Denizi benim havuzumun üzerinde dönüyor. Rabbimizin izzetine yemin ederim. Eğer denizin suyu biterse havuzumun suyu bitmez.»

Seyyid Abdülkadir-i Geylânî (K.S.) derdi :

«Dünya benim nazarımda bir zerre gibidir.»

Seyyid Bahaeddin-i Nakşibendî (K.S.), Hâce Ali Ra- miteni buyururdu:

«Dünya benim nazarımda sofra gibidir» dediğini naklettikten sonra ekledi:

«Ben de derim ki, dünya benim nazarımda tırnak gi bidir.»

Şeyh Ebu'l Hasan Şazali Allah'ın 15 sıfatını Kutub'a vermesi küfrü (S.387-388)

Şâzilî tarikatının başı Şeyh Ebul Hasan (K.S.) dedi ki:

«Kutbun onbeş alâmeti vardır:

1 — İsmet imdadıyla takviye edilir.

2 — Rahmet imdadıyla takviye edilir.

3 — Hilâfet imdadıyla takviye edilir.

4 — Niyabet imdadıyla takviye edilir.

5 — Büyük arşın hamelelerinin imdadıyla takviye edilir.

6- Onun için zâtın hakikati ve sıfatların kapsayıcılığı keşfolunur.

7-Mevcutlar arasında ayırdetme ilmiyle müşerref kılınıyor.

8 — Evvelin evvelden ayırmasıyla müşerref kılınıyor.

9 — Bu durum, sonuna kadar ondan ayrılmaz.

10 — Onda sabit olanla müşerref olur.

11 — Daha evvel ve daha sonra olanın hükmüyle mü şerref olunur.

12 — Evveli ve sonu olmayanın hükmüyle müşerref olunur.

13 — Her ilmi ihata eden ilimle müşerref olunur.

14 — Birinci sırdan sona kadar görünen ve sonra ona dönen malûmatın ilmini ihata etmekle müşerreflenir

(Bu bölüm, hâl ilmi olduğu için tam manasıyla tafsilâtını yapmaktan âciz kaldık. Ancak ibarenin aynısını aktardık. Hiçbir hükmün çıkarılmasından sorumluluk kabul etmiyoruz. Dikkat edelim.)

Muhyiddin-i Arabi'nin “Hak Teala bütün isimleri ona vermesi gerekir.” Şirki (S.388)
Muhyiddin (K.S.). 336. babda dedi ki:


«Hak Teâlâ bir kulunu kutbiyyet mertebesine getirirse misâl huzurunda ona bir taht kurulur. O, hilâfet suretinde o tahtın üzerinde oturur. O taht kendisine nasbedildiği zaman, âlemin istediği bütün isimlerin ona bahsedilmesi gerekir. Böylece o isimler sayesinde süslü, başı taçlı, kolları sultanlara mahsus bilezikli, kulakları saltanat küpeleriyle küpeli olarak görünmeye başlar .Ziynet, üst, alt, orta, zahir ve bâtın her tarafını kaplasın diye böyle yapması gerekir. Cenâb-ı Hak aednâ ve a'lâ» her me'mura onu dinleyip biy'at etmesini emreder.»

İmam-ı Rabbani Kutb-ul irşad diye hayali bir kişiye Allah'ın sıfatlarını veriyor. (S.389-390)

İmam-ı Rabbânî buyurdu :

«Müntehaya varan velîlerden bir taife vardır. Fena ve beka makamlarından sonra kendilerine kuvvetli bir çekim ve cezbe veriliyor. Onlar bu cezbe ile varılması mümkün olan mertebenin nihayetine kadar giderler. Resûlâllah'ın mütâbaatı vasıtasıyle makam-ı mahsusundan (özel makam) nasib elde ederler. İşte bu kabil varış, bu efred (ferdler) taifesine mahsustur. Bu makamdan kutublara dahi nasîb yoktur. Eğer nihayetin nihayetine varan, bu suretle âleme geri gelirse, kendisine müstaid olan kimselerin terbiyesi havale edilirse, nefsi kulluk makamına erer, ruhu ise, nefissiz olarak Cenâb-ı Mukaddese doğru yol alır. İşte bu ferdî kemâlâtı derleyen kutblyyetin tekmillerini bir craya getiren bir kimsedir. Kutubdan maksadım burada irşad kutbudur, evtad kutbu değildir. Zilli makamlar aslî medâricin (dereceler) maârifi buna müyesser olur. Belki onun varlığı makamda ne zil vardır ne de asıl... Çünkü o hem zilli, hem de aslı geçmiştir. Böyle bir kâmil ve mükemmelin varlığı, pek ezdir. Hattâ böyle bir kimse uzun asırlardan ve uzak zamanlardan sonra var olursa, yine âlem için büyük bir fırsat ve ganimettir. Âlem onunla nurlanır. Bu taifenin bâzısı bütün velayet makamlarından deha üstün olan abdiyyet (kulluk) makamına seçilir. Böyle bir kimseye mahbubiyyet makamının kabiliyyeti de müsellemdir. Binâenaleyh böyle bir kimse velayetin bütün kemâlâtını câmiidir. Velâyet-i has seden, (özel velilik) makam-ı nübüvveten (peygamberlik makamından) haz ve nasibdar olmuştur...»
Erenler'in Kalb Gözü - Osman Akfırat, Pamuk Yay
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
TARİH VE TASSAVUF SOHBETLERİ - NİHAD SAMİ BANARLI
1694815730870.png

images


“Duy tabiatta biraz sende ilah olduğunu" küfrü (S.194)

Yûnus Emre Anadolu'daki Türk düşünüş edebiya tının ilk büyük şâiridir. Onun zamanımızdan 700 yıl öncesi için, inanılmayacak kadar güzel bir Türkçe ile söylediği Tasavvuf Düşünüşü milletinin vicdan ve îman târihine çok uygun bir duyuş, düşünüş ve heyecan sistemi idi.

Çok kuvvetli bir tarife göre:

Tasavvuf ALLAH'ın ahlâkı ile ahlâklanmak demektir.

Bu ahlâk, insanı daha hayatta iken bile, biricik ölümsüzün hayâtına götürür;

Duy tabiatta biraz sen de İlâh olduğunu diyen şâirin söylediği gibi, insanı daha çok insan yapar, ve hattâ insanlık üstünde bir kudrete ulaştırır; yer yükünde böyle duygularla yükselmiş insan toplulukları yaratır.

“Her insan ALLAH'ın bir parçasıdır” küfrü (S.198)

Her insanda Allâh'dan bir parça ve ondan gelip bedenlenmiş bir cevher bulunduğu inancıyla mes'ud bir vicdan…

“Bir gün tanrı ,Musa peygambere hastalandığını söyler” iftirası (S.205)

« Bir gün Tanrı, Musa Peygambere hastalandığını söyler. Hâttâ kendisini yoklamaya gelmediğinden şikâyet eder. Musa, hayretler içinde kalır: «Sen yaratıcısın.. Nasıl hasta olabilirsin?!» diye seslenir. Tanrını cevâbı şudur: «Görünüşte hasta olan ben değilim, benim dünyâdaki velîlerimden biridir. Sen onu yoklanıp, benim gönlümü alacaktın. Çünkü o benden ve ben ondan ayrı varille değiliz.»

“İnsan zeka vicdanının keşfettiği en yüce varlık ALLAH'tır” iddiası (S.207)

Çünkü bir kadın edibimizin çok doğru söytediği gibi insan zekâ ve vicdanının târih boyunca keşfettiği en yüce varlık «ALLAH»tır. ALLAH'ı bulup onun varlığına ve kudretine inanmak beşer zekâ ve mâneviyâtının. en üstün buluşu olmuştur.

“İnsan nefis denilen ve sema ile tanrılaştırmak yolunun önderlerindendir” yalanı (S.226)

Mevlânâ, insan denilen varlığı derin bir maneviyatla yıkamak; insanı «nefis» denilen ağır yükten kurtarmak ve bir semâ' kanatlanışiyle Tanrılaştırmak yolunun önderlerindendi. Başta söz sanatı (şiir) olmak üzere hemen bütün güzel sanatları bu yolda dile getirenlerdendi. Onun şiirleri baştan sona münâcâttır. Fakat bu münâcât, bir dua değil, büyük bir aşkın ilanıdır.

“'Tassavuf ben de yaratacağım !' diyen bir feverandır” iddiası (S.230)

Çünkü tasavvuf kısa zamanda kemikleşerek, öylesine katılaşıp, insana düşünce ve yaratma hakkı vermiyen, mutaassıp bir dînî inanışa karşı insan varlığımı «Hayır: Ben de düşüneceğim ve ben de yaratacağını» diyen bir feveranıdır.

TARİH VE TASSAVUF SOHBETLERİ -NİHAD SAMİ BANARLI, Kubbealtı Neşriyat, İst-1984
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tasavvuf ve İslam - Abdurrahman El-Vekil
1694815791723.png


İbn Arabi’nin Tanrısı (S.61-74)
Tasavvufun bu en meşhuru, tasavvufçular için tuhaf bir tanrı uydurmuştur. Birbiriyle çelişen iki zıddı zatında ve hakiki iki zıddı sıfatlarında toplayan tuhaf bir tanrı! Gerçek varlık o, gerçek yokluk da o, yaratan da yaratılan da odur. Her varlığın kendisidir. Sıfatları da var ve yok her varlığın sıfatlarıdır. Yüce hak ve çirkin batıl odur. Deha düşüncenin kendisi ve aptal hurafenin aynısıdır. Zihinde parlayan düşünce ve kaybolan kuruntu ile şaşkın hayal odur. Mümin o, kafir odur. Katıksız muvahhid o, putperest müşrik odur. Hareketsiz cansız o, keskin duyarlı canlı odur. Arşın altında secde eden melek o, Cehennemde yanan şeytan odur. Gözyaşları dökerek teşbih eden rahip o, günahlaryla genel evini ayağa kaldıran zani odur. Allah sevgisi ve korkusu ile yaşayan rahibe o, etini budunu satarak geçinen ve çıplak vücut için yaşayan fahişe odur. Aydınlığıyla alemi kuşatan ışık o, inleri korku ve dehşetle dolduran koyu karanlık odur. İbn Arabi'nin rabbinin bazı kimlikleri ve tasavvuf! tanrısının bazı hususiyetleri bunlardır.

Onun için bu tağut buzağıya tapan yahudilerin kurtuluşa erdiklerine, hatta uluhiyetin hakikatini bildiklerine inanır. Musa ile Harun tecellilerinden ne bir parıltıya ne de kapalı iken açılan ilahi sırların bir kıvılcımına bile mazhar olmamıştır. Çünkü buzağıya tapanlar Musa gibi ibadeti soyut bir düşünce ile sınırlı görmemişler, buzağı suretinde tecelli eden rabba ibadet etmişlerdir. Harun'un kavramayadığı işin gerçeğini onlar kavramışlardır. O da ilahi zata ancak yaratıkların suretinde tecel li ettiği zaman ibadet edileceği gerçeğidir.

İbn Arabi puta tapanların kutsallığına inanmakta, imanlarının doğruluğunu ve tevhidlerinin samimiyetini yüceltmektedir. Yıldızperest sabiilerin Allah'ın birliğine inanıp ona taptıklarını ve dini ona halis kıldıklarını kabul eder. Üç tanrıya ibadet edenlerin yüceliğine inanır, ama gerçeği tam olarak kavrayamamalarını onlar için bir kusur olarak sayar. Çünkü her varlıkta Allah'a (c.c.) ibadet etmeleri gerekirken ve hissedilen üç varlıkta ona tapınışlardır. Halbuki Allah (c.c.) görülen ve hissedilen ile görülmeyen ve hissedilmeyen her şeyin kendisidir. Teslisçiler ona göre yanılmışlardır, çünkü rabbin sadece bazı tezahürlerine veya bazı görünümlerine tapınışlardır. Halbuki ona her şeyde tapmaları gerekirdi. Çünkü açık ve gizli kaldığı her şey odur.

(Fususu'l-Hikem kitabından isevi ve Muhammedi faşları okuyunuz.)

Her şey Allah'tır (c.c.):

Her şeyin Allah (c.c.) olduğunu açıkça belirttiği şu sözlerine bakınız:

" Onlar kendisi olduğu halde eşyayı açığa çıkarana münezzeh olsun." "Arif hakkı Allah'ı (c.c.) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir ." İbn Arabi'nin tağut dininde "şey" kelimesini, zatı ve hususiyetleriyle bizatihi kaim ve bağımsız olan maddi bütün varlıklar için kullanıldığı gibi, kuruntu, yok olan ve zihinsel suretler için de kullanılır. Görüldüğü gibi İbn Arabi vahdeti vücuda en açık davet eden, hatta onun mimarı sayılan kişidir.

Allah Büyük Bir İnsandır :

Şimdi de tanrısının eksiklik, acizlik, ahmaklık ve cehalet gibi yaratıkların nitelendiği bütün sıfatlarla nitelenmesi ve onların tanımlarının aynı zamanda Allah'ın (c.c.) tanımı olduğuna dair sözlerine bakalım.

"
Her şeyin tarifi (haddi) aynı zamanda Hakkın (Allah (c.c.)'m) tarifidir .(Arabcada had, tanımların en mükemmelidir. Mesela putu her hangi bir şekilde tanımlayacak olursak bu tanım tasavvufi rab için de geçerlidir. Çünkü rab o putun kendisidir.)
Yaratıkların ve eserlerinin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de görülen de odur. Alem de onun suretidir. Alemin ruhu ve yöneticisi de odur. O büyük insandır ."(Fususu'l-Hikem: 111 el-Halebi baskısı)

Allah alemin suretleridir :

Alemde görülen bütün suretlerin Allah olduğunu ifade ederek şöyle diyor:

" Onlar hakkın zahiri (görünmesi)dir. Çünkü o zahirdir. Onların batını (gizlisi) da odur. Çünkü batın odur. Evvel de odur. Çünkü bunlar yok iken o vardı. Ahir de odur. Çünkü bunlar ortaya çıktıkları zaman Allah onların kendisiydi ."

İbn Arabi rabbini tarif ederek şöyle diyor :

" O ortaya çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir. Ortada başkasını gördüğü bir şey yoktur. Kendisinden batın olacak bir şey de yoktur. O kendine zahir ve kendisinden gizli (batın) dir. Ebu Said el-Harraz diye adlandırılan da odur. Görünen ve isimlendirilen başka varlıklar da odur."

İbni Arabi'ye göre Allah'ı (c.c.) bilen gerçek arif, Allah'ın (c.c.) tabiattaki varlıkların suretlerinde sirayet edişini gören ve alemdeki bütün varlıkların suretlerinde Allah'ın (c.c.) bizzat suretini müşahade eden kimsedir.
(Fususu'l-Hikem: 181)

Allah'ın (c.c.) Sıfatları Yaratıkların Sıfatlarıdır :

İbni Arabi tanrısını acizlik ve zilletle, noksanlık ve ah maklıkla niteliyor. Alçaklık, kötülük ve zillete tavsif edilebileceğini ifade ederek şöyle diyor:

" Hakkın yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını (göründüğünü) görmüyor musun? Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığım kendisi ifade etmiştir. Yaratıkların da başından sonuna kadar Hakkın sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları Onun için hak olduğu gibi onun sıfatlan da yaratıklar için haktır ."
(Fususu'l-Hikem: 80)

İbn Arabi Allah'ın (c.c.) sıfatlarını mecazi olarak yaratıklara verdiğini yahut yaratıkların sıfatlarını mecazi manada Allah'ın (c.c.) sıfatlan olduğunu söylediğini herhangi bir insanın tevehhüm etmesinden korkmuş ve birinci şıkta söylenenlerin mecazi manada değil, gerçek manada olduğunu söylemiştir. Onun için " Yaratıkların sıfatları da Hakkın sıfatlarıdır " diyerek mecazi manada değil, gerçek manada böyle olduğunu belirtmiştir. İnsanlara, tanrısı hakkındaki hükümlerinde yahut onu acizlik, noksanlık ve kötülük gibi sıfatlarla nitelemesinde ve diğer yaratıklarla aynı görmesinde bir mecazın bulunmadığını vurgulamak istemekte ve şöyle demektedir:

" Allah'ın (c.c.) rablık, ilahlık, yaratma, rızık verme ve diğer bütün sıfatları yaratıklar için haktır " Yani bu sıfatlar aynı zamanda yaratıkların da sıfatlarıdır. Onun için yaratıklar mecaz olarak değil, gerçek olarak Allah'ın (c.c.) sıfatlarını taşırlar. İşte İbni Arabi'nin dini!

Tasavvufçuların Allah'ı (c.c.) Varlık ve Yokluktur :

İbni Arabi'nin dininde tasavvufun tanrısı her türlü varlık ve yokluğu içine alır. Şöyle diyor:

"
Kendi kendine yüce olan, örf, akıl ve şeriatta ister iyi, ister kötü olan, hiçbir sıfattan yoksun kalmayacak şekilde varlık ve yokluğa ait bütün işleri kapsayan kemale sahip olandır. İşte bu sadece Allah'ın (c.c.) müsemmasma mahsustur ."(Fususu'l-Hikem:79)

Varlığın diriltileceği ve yokluğun yok edeceği hangi tanrıdır bu? Örf, akıl ve şeriatta kötülenebilecek hangi ilahtır

İbn Arabi tanrısını bütün kötülüklerle nitelemiştir. Böyle olunca onu örf akıl ve şeriat neden kötülemesin ?!

Her şey Tasavvufçuların Allah'ıdır (c.c.):

Yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan yahudiler de kafir olmuşlardır. Hiristiyanlar da üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliyye arapları da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yaklaştıkları gibi ölümden sonra da benzer umut ve emelerle yaklaşıp kendileriyle Allah arasında aracılıklarını sağlamak için taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır.

Bütün bu gruplar ve insanlar Allah'tan (c.c.) başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran tasavvufçular için hüküm ne olur? Her şeye ibadete davet eden tasavvufçular için ne diyeceksiniz?

İşte tasavvuf kahinlerinden Abdulkerim el-Cili'nin sözleri :

" Zatı itibariyle yüce olan Hakkın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O alemin zerrelerinde açığa çıkmış (zahir olmuş)tur. "S3

İbn Arabi bunu daha açık ifade ederek şöyle demektedir:
" Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde Hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında hepsi ilah adını vermişlerdir ."

(Fususu'l-Hikem: 1/195 İbn Arabi önceki kafirlerin taptığı tanrıları sıralamıştır. Onlar taşa, ağaca, hayvana, insana yıldıza ve meleğe tapmışlardır. Bunlar sabiiler, yahudi, hristiyan ve puta tapanlardır. Bütün bunların tapmalarını tasvip etmiştir. Çünkü onun dininde bunların bütün taptıkları, mabud suretinde tecelli eden tanrıdan başka bir şey değildir.)

Ne dersiniz tasavvufçular her küfürden almış ve daha önce kafirlerinibadet ettiği herşeye ibadet etmiştir, derken aşırılığa mı kaçmış oluyorum! Bizzat tasavvufun kendisi putperestliğin tarihi ve kafirleri saptırmak için İblisin uydurduğu kokuşmuş şirk bataklığıdır, derken haddi mi aşıyorum?!

Cahiliyye tanrıları olan taşa, ağaca, Firavunculuğun ve Yahudiliğin tanrıları olan hayvanlara, Hristiyanlık ve Şiiliğin tanrısı olan insana, Sabiilerin tanrıları olan yıldızlar ve meleklere tapmak özlem ve sempatisiyle İbn Arabi'nin iliklerine kadar dolu olduğunu görmüyor musun?

Tasavvuf işte bu küfürlerin tümüdür. Altı, üstü, sağı, solu, önü ve arkasıyla kendi küfrü de işin cabası? İbn Arabi'nin söyledikleri bu konuda kalblerdeki bütün şüpheleri gidermeye yeterlidir.


Kadın Suretine Girme :

İbn el-Farıd kadının vücuduna taptığı gibi İbn Arabi de kadın vücuduna tapınıştır. Birincisi iffetini kendisine teslim eden kadına taparken, diğeri isteklerine ram olmaya bir türlü yanaşmayan kadına tapmıştır. İbn Arabi'nin dişiye tapma konusunda ne kadar sarih olduğunu gösteren Fususu'l-Hikem kitabından bir nakil yapıyoruz:

"
Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen şey. Nikah (kadın-erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur. Şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Onun için kişinin yıkanması emredilmiştir. Şüphesiz Allah kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusl) ile onu temizlemiştir .
(Yüce Allah'ın (c.c.) guslü (yıkanmayı) emretmesinin sebebi, vücudu ve günahıyla tasavvufi tanrıça ile beraber olduğu halde bir kadınla beraber olduğunu tevehhüm etmesidir. Böyle bir kuruntuya kapılmasaydı ona yıkanmayı emretmezdi, diyor îbni Arabi!)

Çünkü bundan başkası olmaz. Erkek Allah'ı (c.c.) kadında müşahade ederse, buna münfailde müşahede denir. Kadını zuhuru açısından kendisinde müşahade ederse, buna da failde müşahede denir. Kendisinden oluştuğu varlığın suretini göz önünde bulundurmadan kendi nefsinde müşahade ederse, buna da vasıtasız Allah'tan (c.c.) münfail olanda müşahade denir. Allah'ı (c.c.) kadında müşahade etmesi tam ve en mükemeldir. Çünkü Allah'ı (c.c.) fail ve münfail olarak, özellikle kendisinde münfail olarak müşahede etmektedir.» Onun için Rasulullah (s.a.v.) kadınları sevmiştir. Çünkü Allah (c.c.) onlarda çok mükemmel müşahede edilmektedir .
( İbn Arabi Rasulullah'ın (s.a.v.) kadınları sevmesinin sebebi Allah'ın (c.c.) onların zatında en mükemmel şekilde ortaya çıktığı ve tecelli ettiğine inanması ve Allah (c.c.) suretine girmiş bir vücutla eğlenme arzusu olduğunu iddia etmektedir. Rasulullah (s.a.v.) bu iftiralardan münezzehtir)

Zira Allah (c.c.) maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilmez. Allah'ın (c.c.) kadınlarda müşahede edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikah (kadın-erkek münasebeti)dir. "
(Fususu'l-Hikem:l/212, el-Halebi baskısı Kaşani Şerhi 437 istanbul baskısı, Bali şerhi 420 basını, 1309 h.)

İbn Arabi'nin bütün dinini bu ibarelerden çıkarabilirsiniz. Tasavvuf tanrısını en mükemmel ve tam şekilde tecel lisinin şehvet küpü haline gelen erkeğin musallat olduğu ve etini budunu okşadığı kadın suretinde tecellisi olduğuna inanmaktadır. Gecenin karanlıklarında birbirinin vücutlarından yararlanan aşıkların tasavvufun tanrıları olduğuna inanmaktadır. Günah sarhoşluğunun kendilerine yorgan edinen aşık ve zanilerin gece karanlığında her türlü cinayetlerini işlerken bütün günah lezzet şehvet ve karanlıklarıyla aslında birer tasavvuf tanrısı olduklarım söylemektedir. Şehvet ve lezzetlerini bir dişide değil, rezalet fırtınasına tutulmuş günah küpüne dönüşen tasavvufi tanrıda tatmin etmişlerdir.

Ondan sonra İbn Arabi maddenin en derin çukurlarına çılgın bir hızla yuvarlanarak şunu bize vurgulamaya çalışmaktadır. Tasavvuf tanrısı maddi bir şeydir. Ancak ve ancak maddede görülür.

Ey tasavvufu savunanlar! Tasavvufun özü ve ruhu işte budur. Tasavvufun en büyük kahini bunu bütün dünyaya sarahaten ilan ederek "Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilmez, varlık bakımından mevcudadın aynısıdır, muhdesat (sonradan olan) diye isimlendirilenler onun yüce zatıdır ve ondan başkası değildir" demektedir.


Hristiyanlardaki Tecessüd (Bir varlığın vücuduna bürünme) Ve Tasavvuftaki Tecessüd

Bu konuda İbn Arabi'den daha fazla nakil yaparak okuyucuların yaralarına tuz ekmek istemiyorum. Ancak şunu belirtmek isterim ki sofuluk hristiyanlığı baştan çıkanp hidayet ve doğruluğundan uzaklaştırınca, ruhani kutsallık ve münzevi rahiplik onun saflığını bulandmnca üç ilaha tapmağa dönüşerek katıksız tevhidden sapmış, yine de tasavvuftaki kadar her varlığı tanrı sayarak her şeye tapma derecesine inmeden yüce Allah'ın (c.c.) risaletle şereflendirdiği ve insanlar arasından seçtiği tertemiz bir zatı seçmiş, Yüce Allah'ın (c.c.) en büyük tecessüdü olduğuna inanarak ona tapınıştır. İsa'nın (a.s.) Allah'ın (c.c.) tecessüd ettiği insan olduğuna inanıp taptığı için de Allah'ın (c.c.) ebedi lanetine, gazabına, Cehennem azabına uğramıştır.

Ama tasavvufun şeyhi ekberi küfürde kahredici en alçak çukura düşmüş veya küfrü bu dereceye düşürmüştür. Bu derece alçalarak Allah'ın (c.c.) leş ve putlarda, Samiri'nin buzağısında, Musa'nın (a.s.), Firavun'unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü söyleyerek ona tapınıştır.

İbn Arabi Niçin Kadına Tapmıştır ?

Tasavvufun şeyhi ekberi bir defasında şeyh Mekinuddin'in kızına aşık olmuştur. Nerede? Mekke de!

Çılgın aşık kadının vücuduna ulaşıp pençe ve tırnaklarını ona nasıl saplayacağının yollarını aramış onunla başbaşa kalması için yalvarmış, kendisini ona teslim etmesi için yüzsuyu dökmüş, ama iffetli bir kadın bir canavarın iffetiyle oynamasını kabul etmeyip haya zırhına bürünerek defet miştir. Kadın kendisini temiz bir kalp için sevmiş, o ise şehvetten gözü dönmüş bir ceset için istemiştir. Onu iffet ve dindarlık için istemiş, kendisi ahlaksız ve ortamalı olmasını istemiştir. Bunu gören kadıncağız canavar pençelerinden uzaklaşmış ve isteklerini reddetmiştir. Bunun üzerine İbn Arabi kadının tenine ve iffetli cesedine ulaşma hülyasıyla "Tercümanu'l-Eşvak" divanını yazmıştır. Belki kadın insafa gelir ve kendisiyle beraber uçuruma yuvarlanır da, ona vücudundan bir parça, kanından bir avuç bağışlar diye düşünerek aşkını şiire dökmüştür. Ama iffetli kadın onu güllerle çevrili hareminden uzaklaştırmış, şeref ve namusuna toz kondurmamıştır. Duygulan nezih, iffeti temiz, şerefi parlak ve ahlakı örnek bir kadın olmanın dışında yaşamayı red etmiştir.


Ne dersiniz? Elde edememenin ümitsizliği İbn Arabi'nin aşkını söndürmüş müdür? Hayır, aksine ruhunu,vücudunu sarmış fitne, istikrarsızlık, üzüntü, sıkıntı ve ızdırapla dolmuştur. Ümizsizliği gitmediği gibi alevi de sönmemiştir. Bu sefer divanım tasavvuf dini ile şerhetmiş, vücudunu ellerine teslim etmeyen bu iffetli ve namuslu kadına çok güzel bir kadının vücuduna bürünen bir rab olduğunu, ancak ilahi hakikatin en güzel tecessüdü ve zuhuru olduğu için kendisim sevdiğini, onu arzularken aslında rabbinin kadınlığını ve güzel vücudunu arzuladığını vurgulayarak belirtmiştir. Ancak kadın günahları avuçlayan tasavvufi bir tanrı değil, sadece ve sadece iffetli ve namuslu bir kadın olarak kalacağını söylemiştir.

İbn Arabi mitoloji yolunda devam ederek onu yüceltmiş ve apaçık bir tasavvufi gerçek halini kazanıncaya kadar onun reklamını yapmıştır. Ona apaçık ve sarih bir vücut vermiş kendisiyle beraber ve kendisinden sonra onun gibi zındıklar da desteklemiştir. Bu şekilde tasavvufçular, Leyla, Büseyna ve Suda diyerek gazel okumuştur.

Bunun ne demek olduğunu sorduğunuz zaman tasavvufçular cahilliğinize dudak bükerler:

" Zavallı! Rabbimizin güzel bir kadın olduğunu hala bilmiyor, oynayıp sakırdayan saçılıp dökülen şarkıcının ilahi tecellilerin en yüce ufku ve haramlar girdabı cesedini yüce rabbimizin cesedi olduğunu, baştan çıkaran bir ceset ve kara bir rezalet olarak Allah'ın (c.c.) o kadın olduğunu bu miskin bilmiyor " diyerek birbirlerine göz işaretleri yaparlar.

(Meşhur tasavvufçulann çoğu Allah'ı (c.c.) kadın suretinde tasavvur eder ve zevklerini tatmin için seksi bir pozisyonda canlardırırlar. Bu gerçeği onlarla ilgili ınenkibe kitaplarının hemen hepsinde görmek mümkündür. Hatta bazan işi Lut kavminin o çirkin alışkanlığına kadar götürdüklerini anlatan olaylar naklederler. Mesela bu kitapların en meşhurlarından Menakibu'l-Arifin 'den bazı misaller verelim.

" Şemsi Tebrizi'nin Kimya adında bir karısı vardı. Birgün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaretle:
"Haydi gidin, Kimya hatunu buraya getirin. Şemseddinin gönlü ona çok bağlıdır" buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlandıkları sırada Mevlana Şems'in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş Kimya hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems:
"İçeri gel" diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit Şems'ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve :
"Kimya nereye gitti?" dedi. Şems:
"Yüce tanrı beni o kadar sevdi ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi" buyurdu, s. 2/56-57.

Sultan veled hazretlerinden nakledilmiştir:
Birgün Mevlana Şemseddin iyi ve namuslu kadınları övüyor ve onların iffeti ve ismeti hakkında:
" Bununla beraber bir kadına Arş'ın üstünde bir yer verseler, onun nakazı birden bire dünya üzerine düşse ve yeryüzünde intiaza (intizan olsa gerek) gelmiş bir tenasül aleti görse, deli gibi kendini oradan aşağı atar ve aletin üstüne düşer. Çünkü kadınların mezhebinde ondan daha yüksek bir mertebe yoktur " buyurdu. Sonra şu hikayeyi anlattı:

" Şam'da bulunan şeyh Ali Hariri kademli, parlak kalpli, metanet sahibi bir kişiydi. Sema esnasında kime baksa derhal o, ona mürit olurdu. Giydiği hırka parça parça idi. (Bu yüzden) sema esnasında vücudun her tarafı görünürdü. Halifenin oğlu da bunun menkibelerini işittiği için semaini görmek istedi. Sema edenleri seyretmek için makam kapısından içeri girdiği vakit şeyhin nazarı ona ilişti. O derhal mürit oldu ve elbise giydi. Oğlunun şeyhe mürid olduğu haberi Mısır'da halifenin kulağına ulaştı. Son derece canı sıkıldı. Şeyhi öldürmek istedi. Fakat şeyhin yüzünü görür görmez o da tüm bir samimiyetle şeyhe teveccüh gösterdi. Halifenin karısı da onu görmek istedi. Şeyhi eve davet ettiler. Hatun ilerleyip şeyhin ayaklarına kapandı ve elini öpmek istedi. Şeyh tenasül aletini kaldırarak kadının eline verdi ve "Senin istediğin o değil budur" dedi ve sema başladı. Bunun üzerie halifenin itikadı bir iken bin oldu."s. 2/59-60.

" Bir gün Şemseddin (Tebrizi) seyahati esnasında bir şeyhe rastladı. Bu Şeyh, mahbuperestlik (genç çocuklar seyretmek) illetine tutulmuştu. Nerede genç bir çocuk görse yüzünü temaşa etmekten kendini alamazdı. Şems ona:
"Hey bu ne haldir" diye çıkıştı. Şeyh:
"Güzellerin yüzü ayna gibidir. Ben tanrıyı o aynada müşahade ediyorum" dedi..."s. 2/49-50.

"Mevlana hazretleri, Sultan Veled'i Şemsi Tebriziye mürit yaptığı vakit:
" Bahaddidinim haşhaş yemez ve asla livata yapmaz, çünkü bu iki şey, kerim olan tanrının yanında son derecede yerilmiştir " buyurdu. 2. 52

Herhalde rastgele bu iki çirkin fiile dikkat çekmiyor, çünkü bunlar tekke çevrelerinde yaygın fiillerdendir.

"Yine sultan Velet'den nakledilmiştir:
Bir gün ileri gelen sofular babam Hüdaverdigar'dan Ebu Yezid (el-Bistami):

" Ben tanrımı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde gördüîn" buyuruyor.
"Bu nasıl olur" diye sordular. Babam:
"Bunda iki hüküm vardır. Ya Bayazid tanrıyı sakalı bitmemiş genç şeklinde görmüş, yahut Bayezid'in meylinden ötürü tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde gözükmüştür." dedi.
(Devamında Kimya Hatuna olayı anlattılar) s. 2/56.

Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak bütün bunların arkasında yatan gerçek, tasavvuf çevrelerinin Allah hakkında taşıdıkları ve iman esaslarıyla bağdaşmayan bozukluklar ve zındıklıkların çokluğudur. Üstelik bu sapıklık ve zındıklıkların dindarlık, ermişlik, velilik ve Allah'ın (c.c.) sıfatlarına sahip olmakla kamufle edilmesine çalışılmasıdır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen hepsinin eserlerinde ve sözlerinde bunu bulmak mümkündür, isterseniz alimlerin ğavsi, ariflerin kutbu, evliyanın önderi, müceddi-i elf-i sani İmam Rabbani'nin mektubatından örnek verelim. Birinci mektupta şöyle diyor:

" Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hallerimi titreyerek arzediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allah'u Teala'nın ismi zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her-şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa (kadınlar) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu.. ." Mektubat tercemesi, 1/6, birinci Mektup tercüme Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez istanbul, 1968 (Çeviren)




Tasavvufun Tanrısı Kullara Muhtaç:

Yüce Allah: " Ey insanlar siz Allah'a muhtaçsınız, zengin ve övülmeye layık olan Allah'tır ."(Fatır: 35/15) buyuruyor. Ama tasavvufçular kullara muhtaç bir tanrıya inanıyorlar. Varlığında, bilgisinde, kalıcılığında, yeme içmesinde, gizlilikten sonra açığa çıkma, yokluktan sonra meydana gelme ve yok olmasını önlemede kullara muhtaç bir ilaha inanıyorlar.

İbn Arabi şöyle diyor:

" Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır ." Yine şöyle devam ediyor.

" Sen ahkamla onun gıdası, o da varlıkta senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise, onun özelliği de odur. Emir ondan sana olduğu gibi senden de onadır. Ne var ki sen mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinde sen ona "Beni mükellef kıl" dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez.

O bana hamd eder, ben de ona hamd ederim, o bana ibadet eder. Ben ona ibadet ederim."60

İbni Arabi'nin bize uydurduğu tasavvuf kitaplarının inanıp secde ettiği tasavvufun tanrısı işte budur!

İbn Arabi ilmini ve kitaplarım direkt Rasulullah'tan (s.a.v.) aldığını, levhi mahfuzdan vasıtasız yazdığını iddia etmiştir.61

Vahdeti vücud inancını sistemleştirip tevhid inancına meydan okurcasına halka sunması, Kur'an ayetlerini tahrif ederek kafir Hud kavmini sıratı müstakim üzere oldukları, Firavun'un imanı kamil bir mümin olduğu gibi Nuh kavminin de mümin bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı Allah (c.c.) onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığı, nimetini tadmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu Hz. Harun'un İsrail oğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığı, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun suretlerinden bir suret olduğu Nuh kavmini Ved, Yeğus, Yeuk, Suva ve Nesr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri çünkü bu putların ilahın birer görünümü oldukları, ateşin azap değil, tatlılık olduğu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanda bulunmadığı bir şey var olmadan önce Allah'ın (c.c.) onu bilemiyeceği çünkü bir şeyin varlığı ilmin varlığı demek olduğu hatta her şeyin varlığının Allah (c.c.)'ın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri birçok saçmalıkları söylemesine rağmen, İbn Arabi bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasulullah'tan (s.a.v.) aldığını söylemiş ve Rasulullah'ın (s.a.v.) bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini iddia etmiştir.

Kur'an'a ve sahih Sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu saçmalıklara rağmen İbn Arabi bunları söylediğinden günümüze kadar adı müslüman olan yığınlardan pek çok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri İslam dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah diyen İslam ümmeti içinde hala evliyanın büyüğü ve asfiyanın kutbu olarak görülmüş ve adı binbir takdis ve tazimle anılmıştır. İşte tuhaf olan budur!


Abdulkerim el-Cilli’nin Tanrısı (S.75-79)

Tasavvufun bu meşhur kahini İbn Farid ve İbn Arabi 'nin dinine inanmaktadır. Ancak zındıklığı Allah'ın (c.c.) ancak kamil insan ve kamil insanın Allah'la (c.c.) insanı bir kişide toplayan en büyük rabb olduğuna inanmasıdır. Bu zındıklığı daha önce İbn Arabi ortaya atmış ama el-Cili bu konuda daha ileri giderek derinleştirmiş ve felsefesini yapmıştır. El-Cili bu mertebesini kendisinden daha önce olan kimselere kaptırmak istemediği için kendisinin, insanlığın rububiyet ve uluhiyetin en yüce ufku olduğunu söylemiştir.

En Büyük Rabb Olduğunu İddia Etmesi:

El-Cili en büyük rabb olduğunu iddia ederek şöyle demektedir:

" İki alemde de mülk benimdir. İkisinde de benden başkasını görmedim. Onun ya iyiliğini umarım yahud ondan korkarım.
Kemalin her türlüsüne sahibim ve küllün büyüklüğünün cemaliyim. Ben ondan başkası değilim."

El-Cili böyle diyor. Halbuki yüce Allah: " Yerin ve göklerin'nıülkü Allah'ındır. Allah herşeye kadirdir ." (Al-i İmran: 3/189) buyuruyor. Fakat el-Cili dünya ve ahiret mülkünün sadece kendisine ait olduğunu, alemin kendisinden başka ilahı bulunmadığını ve Ahiret gününün maliki de kendisinden başka olmadığını söylüyor. Hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını ve kendi kendine yeterli olduğunu, kimseden hiçbir nimet istemediğini, çünkü nimetleri kendisinin verdiğini, hiçbir kişiden de korkusu bulunmadığını, çünkü her şeyin sahibi ve maliki kendisi olduğunu iddia ediyor.

El-Cili bu kadarlada yetinmiyor, yaratış (halk)ın çeşitlerini ve maddi hissi, ruhi ve manevi varlık suretlerini sayarak kendisini zat ve vücut olarak bunların aynısı olduğunu, alemde el-Cilli'den farklı bir şeyin bulunduğunu kimsenin sanmaması gerektiğini de iddia ediyor ve şöyle diyor:


" Gördüğün ne kadar maden, bitki, hayvan ve seciyeleriyle insan,
Gördüğün ne kadar deniz, çöl, ağaç veya yüksek bina,
Gördüğün ne kadar manevi suret ve göze hoş gelen güzel manzara,
Gördüğün ne kadar melek şekli ve manası iblis olan gö rünüm,
Gördüğün ne kadar beşeri bir şehvet ve elde edilen bir hak,
Gördüğün ne kadar arşı kuşatıcısı kürsüsü yüce refref,

İşte onlar hepsi benim, hepsi benim manzaram, (görünüşüm) dür, onun hakikatinde tecelli eden benim o değildir. Halkın rabbi ve efendisi benim. Bütün alem isim, zatım ise müsemmasıdır. "
(el-Cili el-İnsanu'l-Kamiil: 1/22 vd.h. 1293 baskısı)

el-Cili'nin nasıl bir putperestlik sergilediğini ve hangi me-cusiliğe inandığını gördünüz mü? "Onun hakikatinde tecelli eden benim, o değildir" sözünü gördünüz mü? Bu şekilde el-Cili gerçek varlığı kesin yokluk olarak sayıyor.

" Halkın rabbi ve efendisi " olduğu iftirasını okudunuz mu? Zındıklık şehveti kudurmuş olan el-Cili'nin şehvetlerin ilahi varlığın sütunlarından olduğunu, bütün pislik ve kötülüğüyle Allah'ın (c.c.) varlığın aynısı bulunduğunu, bütün sapıklık ve küfrü ile iblisin Allah'ın (c.c.) kendisi ve her müsemmanın aynısı olduğu için alemdeki bütün varlıkların isminin Allah'ın (c.c.) ismi olduğunu her varlık Allah'ın (c.c.) kendisi olduğu için bütün varlıkların sıfatlarının Allah'ın (c.c.) sıfatı olduğunu nasıl söylediğini gördünüz mü?
Bütün bunlar veya bunlardan sadece bir tanesi acaba neyi ifa de ediyor? Bütün bunlar el-Cili'nin putperestliğini göstermiyor mu?

Ey Tasavvuf şeyhleri!
İslam için hazırlanan bu alçak komployu görebilmeniz için yüce Allah'ın (c.c.) kalplerinizi hidayet nuru ile aydınlatmasını diliyorum. Kin ateşini tasavvufçulann alevlendirdiği ve son darbeyi indirmek için-baştan çıkaran tatlı gülücüklerle büyük bir deha ve kurnazlık içinde komplosunu zındıkların yürüttüğü bu sapıklığı mü şahede etmeniz için Allah'tan (c.c.) kalplerinize nur istiyorum.

Şaşıracaksanız, bu dileklerimize değil, tasavvufçulann el-Cili ve benzerlerini kutsallaştırması hak ve adaletin hükmün den onu temize çıkarmaya çalışmasına şaşırmalısınız. Şüphesiz bu girişimler maskesi yırtılan ve kurbanı üzerine üşüşmek için fırsat kollayarak her şeyden, hatta kendi nefsinden beri olduğunu söyleyen alçak iki yüzlülük çabalarından başka bir şey değildir.

Aynı zındıklık! Her sofu onu diğerinden miras almaktadır. Onun için yüce Allah'ın (c.c.) şu sözüne muhatap olmuşlardır:
" Bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır onlar azgın bir topluluktur." (Zariyat: 51/53)

" Mülk benimdir, melekut benim eserim ve sanatımdır. Gayb benimdir, ceberutun'sahibi benim ." diyen bir kimseyi tasavvufçular nasıl vahiy almak için ruhu Allah'a (c.c.) çıkan bir kutup sayarlar?!

Tasavvufun Tanrısı İki Zlttır

Tasavvufçulann zihinden geçen bütün şeylerin ve birbirine zıt bütün nesnelerin aynısı olan bir tanrıya inandıklarını görüyoruz. Bununla beraber tanrılarını zatında zıt iki şe yi ve birbirinin karşıtı iki sıfatı birleştirdiğini söylemekten geri durmazlar. el-Cilli şöyle diyor:

" Allah Muhammed'in nefsini kendi zatından yarattığı -ki Allah'ın(c.c.) zatı iki zıddı bulunmaktadır- zaman hidayet, nur ve güzellik sıfatları bakımından melekleri Muhammed'in nefsinden yarattığı gibi zulmet ve celal sıfatları bakımından iblis ve tabilerini de Muhammed'in nefsinden yarattı."
(el-İnsanu'l-Kamil: 2/41)

İblis'in Muhammed'in nefsinden yaratıldığı iddiasına bakınız. Gördüğünüz gibi tasavvufçular bizleri küfürle suçlamaktadır. Çünkü İblisin ateşten yaratıldığına inanıyoruz. Allah'ın (c.c.) bildirdiği şekilde Rasulullah'a (s.a.v.) salat getirmelerini istediğimiz için bizi küfürle suçlayan tasavvufçular acaba İblisin Muhammed'in nefsinden yaratıldığını söyleyen el-Cili için ne diyeceklerdir?!

Şöyle devam ediyor:

" Bil ki varlık ve yokluk iki karşıttır ve uluhiyet feleği ikisini kuşatır. Çünkü uluhiyet eski-yeni halk-Hak, varlık-yokluk, gibi zıddı birlikte bulundurur. Onda vacip olarak zuhur ettikten sonra müstahil olarak zuhur eder vemüstahil olarak zuhur ettikten sonra vacip olarak zuhur eder. Yine ondan hak halk
(Hak ve hak ilahi, zatın iki yüzü yahut iki sıfatıdır. Birincisi baını itibariyle ikincisi de zahiri itibariyledir.) suretinde ve halk hak suretinde zuhur eder ." (el-lnsanu'l-Kamil: 1/27) " Uluhiyet kendi içinde iki zıdda şamil olmayı ve iki zıddı birlikte bulundurmayı gerektirir ." (el-lnsanu'l-Kamil: 1/69) " Zıtlar bir ilahta birleşmiş ve onda toplanmıştır. O onlardan ortaya çıkmıştır. " (el-İnsanu'1-Kamil: 1/33)

Herhalde tasavvufçulara bu inanç mecusiliğin düalist inancından geçmiştir. Bilindiği gibi mecusilikte aydınlık ve karanlık, iyilik ve kötülük tanrıları olarak Hürmüz ve Ehri men'in varlığına ve bunların tasarrufuna inanılmaktadır. Zaten tasavvuf İslam alemine mecusiliğin eski yurdu İran'dan geçmiştir.

Çok tuhaf bir tanrı! Böyle bir tanrıyı ancak tasavvufçuların çarpık mantığı ve sakat aklı icad edebilir. Var ve yok, vacip ve müstahil, eski ve yeni, diri ve ölü bir tanrı. Bir an da hem diri hem ölü, el-Cilli'nin uydurduğu ve tasavvufçuların iman edip taptığı tasavvuf tanrısı işte budur!



Ya Gazali ne alemdedir? (S.80-97)

Tâsavvufçuların müslümanların kalbinde kalmış nur parıltılarını da döndermek için tarihte en büyük lakap olarak "Hüccetu'l-İslam" lakabım verdikleri Gazali gibi bir insanın bu gibilerle bir araya anılması belki tuhafınıza gidecektir. Ama ne yazık ki onlarla aynı akıntıda kürek çektiği realitesini de gözardı etmek mümkün değildir. Belki de Hüccetu'l-İslam yerine Hüccetu'l-Tasavvuf demek daha uygun düşen Gazali 'nin sözlerine bakalım. Tevhid ve mertebelerinden söz ederken şöyle diyor:

"
Tevhidin dört mertebesi vardır... ikincisi, lafzın manasını kalbinin tasdik etmesi, umum müslümanların tasdik ettiği gibi. Bu da avamın itikadıdır .(Umum müslümanların itikadda avam oldukları deyişine bakınız) Üçüncüsü, bunu Hakkın nuru vasıtasıyla keşf yolu ile müşahede etmesidir. Bu da mukarreb olanların makamıdır .(Bu mertebede failin birliğini söylüyor. Nitekim daha sonra bunu ifade edecektir. Şöyle ki, bir tek failden başkası müşahade edilmez, buna göre suçlunun fiilini de o tek faile nisbet etmek gerekir.)
Bu da birçok şeyler görmesi ama hepsinin bir ve Kahhar olandan sadır olduğunu görmesidir ." (Yukarıda failin birliğini söylerken başkasının varlığını nefyetmiyordu. Burada ise mevcudun, birliğini yani varlığın birliğini kararlaştırmaktadır. Çokluklarına rağmen nesneler gerçekte bir nesneden başka değildir, demektedir.)
Bu da sıddıkların müşahadesidir. Tasâvvufçular buna "tevhidde fena" adını verir. Çünkü bir varlıktan başkasını görmediğinden kendini görmemektir. Tevhidle kuşa tıldığı için kendini göremediğinden tevhidinde kendi (nefsi)nden de fani olur. Yani kendisi ve halkı (alemi) görmeme fenalığına ulaşır (artık kendini ve alemi görmez"
Daha sonra Gazali her mertebede muvahhidlerin makam larını anlatarak dördüncü mertebe sahibinin tevhid durumu nu şöyle açıklamaktadır:

"
Dördücüsü muvahhiddir. Yani şuhudunda birden başka sını bulundurmaz. Çok olması açısından küllü bütünü görmez sadece bir olması açısından görür. İşte tevhidde en yüksek nokta budur. Gök, yer müşahade edilen diğer cisimler gibi varlıklar çok oldukları halde nasıl oluyor da sade ce biri görür? diyeceksiniz. Çok varlıklar nasıl bir olur? Bilinki bu mükaşafe ilimlerin son noktasıdır (Tevhidin en yüce mertebeleri bilmeyi mükaşefe ilimlerine bıra kıyor. Acaba nedir o ilimler? Şüphe yok ki Kur'an ve Sünnetten başka şeylerdir. Tasavvufçuların vecd ve zevklerinden uydurdukları ve kitaplarına yazdıkları hurafelerdir. Sanki Kur'an ve Sünnette katıksız tevhide ve yüce ALLAH'ın (c.c.) sevgisine ulaştıracak şeyler yokmuş gibi! Bu nevi sözlerin müslümanları ALLAH'ın (c.c.) hidayetinden uzaklaştırıp tasavvufçuların sapıklık ve hurafelerine götüreceği acaba Gazali'nin hiç mi aklına gelmedi?! ) ve bu ilimlerin sırlarının kitaplarda yazılması caiz değildir . (Yüce ALLAH'ın (c.c.)" Kitaba almadığımız hiçbir şey bırakma dık ." sözüne bakınız. En önemli şey de uluhiyet ve rububiyetinde ALLAH'ın (c.c.) tevhididir. Ama Gazali gerçek tevhid hakikatinin kitaplarda yazıl masının caiz olmadığını iddia ediyor. Bu demektir ki tevhid hakikati Al lah'ın kitabında yoktur ve onu tasavvufçulardan başkası bilmiyor) Nitekim arif olanlar "Rububiyetin sırlarını ifşa etmek küfürdür." demiş lerdir ." (Bunun anlamı şudur: Gazali ve benzeri tasavvufçular rububiyetin sırlarını bildikleri halde kitaplara aktarmada cimrilik yapıyorlar ve müslümanlar tevhidin hakikatini bilmiyorlar. Kısaca ALLAH'ın (c.c.) ki tabında tevhidin mevcut olmadığına inanıyorlar)
Sonra vahdette kesretin müşahedesine dair misal vererek şöyle demektedir:

" Ruhu, cesedi, organları, kasları, kemikleri ve iç organları itibarıyla insan çok (çokluk) iken, başka açıdan ve başka müşahade ile o tektir. Aynı şekilde halik ve mahluk ola rak alemde ne varsa, hepsinin çok itibarları ve farklı müşahadeleri vardır. İtibarlardan birine göre tek(bir)dir. Başka itibarlara göre ise çoktur. İnsan misalinde olduğu gibi. Gerçi ikisi tıpatıp değildir. Ancak genelde, müşahade itibariyle çokluğun nasıl tek hükmünde olacağını gösterir.

Ulaşamadığın bir makamı inkar etmeyi bırakıp tam tasdik ile iman etmen gerektiği bu sözlerimizle anlaşılmıştır. (Gazali bu basit mantıkla yaratan ile yaratılan arasındaki birini delillendirmekte ve kendisine inanmamızı zorunlu kılmaktadır. Bunun ye rine ALLAH'ın (c.c.) kitabından bir ayet yahut akli bir delil veya sahih bir düşünceyi delil getirmesini isterdik. Ne var ki çirkin hayale başvurarak ALLAH ile yaratıkların birliğini insan ile organların birliğine benzetmiştir.) el-Huseyn b. Mansur el-Hallac (Hallac-ı Mansur şeriatın kesin ve sarih hükümlerine muhalefetinden ve zındıklığı sabit oluşundan dolayı h. 309 yılında idam edilmiştir.) buna işaret etmiştir. Havvas'ın (el-Havvas, İbrahim b. İsmail Ebu İshak olup h. 291 yılında öldü.) Tevrat'ı karıştırdığını görünce, sormuş:

"Ne yapıyorsun?"
"Tevrat'ı karıştırıyorum, tevekkülde durumu düzeltmek istiyorum." demiş. Hallac ona şöyle demiştir:

"İçini imar etmek için ömrünü tükettin, hani tevhidde fena? Sanki Havvas üçüncü makamın tashihinde bulunuyordu da dördüncü makamda olmasını kendisinden istemiştir." (Yukarıdaki bütün pasajlar Gazali'nin îhya-u Ulumi'd-Din:4/212 vd.dan alınmışır. Darul'l-Kütübi'l-Arabiyye baskısı)

Aşağıdaki beyitlerin sahibi olduğunu bile bile Gazali'nin Hallac'ı övmesi yahut en yüksek muvahhid olarak nitelemesi çok tuhaftır. Hallaç şöyle diyor:

" İçkiye berrak suyun katılması gibi ruhunu ruhuma kattın.

Sana birşey olursa, bana da olur, zira her durumda sen benim." (el-Hallac; et-Tavasin: 130-132)

Gazali'nin ALLAH'ın (c.c.) yiyen ve içen, hayatı ve ölümü seven, hüzünle kahrolan, yokluktan mahvolan ve şehvetler elinde bocalayan bir varlık olduğunu ve yaratıkların aynısı bulunduğunu iddia eden bir zındıkı tebcil etmesi ne talihsizliktir!
Tevhidin en üstün mertebelerine yükselme konu sunda Gazali müminlerden örnek alacağı hiç bir mümin bulamadı?. Ebu Bekir ve Ömer'in tevhidi hiç mi ilgisini çekmedi de gitti bir zındıkı en yüksek muvahhid olarak gösterdi?

Müslümanları ALLAH'ın hidayetinden saptırmak için tasavvufçuların büyük lakaplarla adlandırdığı kişiyi görüyor musunuz? Gazali'nin vahdeti vücut veya vahdeti şuhud, ne derseniz deyin, inancına nasıl sahip olduğunu müşahede ediyor musunuz?

İslam'a aykırılıkta iki hurafe de birleşmekteydi. Vahdeti vücudun bir başlangıç ve vahdeti şuhudun bir sonuç olduğunu söylemeyin. İsimleri ve renkleri farklı da olsa ikiside tasavvufı bidattir ve tevhid inancına aykırıdır. Gerçekleri gören bir insan elbette zehire balın adının verilmesine aldanmaz.

İkisi de yırtıcı hayvanın avına çaldığı müziktir. Birisi billur kadeh içinde sunulurken diğeri altın tabak içinde sunul maktadır.

Gazali, Hallac'in tevhidini örnek vererek sırrına açığa vurmuştur. Hallac'in yolunu ve metodunu Gazali'nin tavsif ettiğine delil olarak bu yeter.

Gazali ve Oryantalistler

Gazali'nin bu sakat anlayışını ve tasavvuf mikrobunu canlandırmasını oryantalist Nicholson kavramış ve şöyle demiş tir:
"
Şüphesiz Gazali hür din sözünü tam anlamıyla ifade et tiği hür dinde kardeş olan İbn Arabi ve benzeri vahdeti vü cutçu tasavvuf çevrelerinin alanım genişletmiştir ." (Nicholson, Fi't-Tasavvufi'l-islam: 104 tere. Dr. Afifi.)

Ga zali'yi göğe çıkaran bir takım çevrelerin bunu kavraması ve hristiyan oryantalistin anladığı kadar anlamasını isterdik. (Nicholson'dan önce imam îbnTeymiyye bunu kavramış okudu ğum yazılarında Ihya'dan yaptığımız gibi nakiller yapmamasına rağ men Gazali'nin tasavvufunu kesin delillerle açık bir şekilde ortaya koy muştur.)

Goldziher de şöyle dernektedir :

"Gazali'den açıkça etkilendiğine daha önce işaret ettiği miz İbn Arabi tevil metodu izlediği tefsirinde Gazali'nin ba kış açısına tamamen uymaktadır."
( İ.Goldziher, Mezahibu't-Tefsir: 259) "Gazali tasavvufu için de bulunduğu uzletten kurtarmış, resmi diyanetten kopuk luğuna son vermiş, İslam'da ve dini hayatta onu ülfet edi len bir unsur haline getirmiş, donuk dini tezahürlere can kat mak için tasavvufla ilgili görüş ve öğretilerden yararlanma yı teşvik etmiştir." (İ.Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria: 159) "Gazali tasavvufi görüşlerin şanını yüceltmiş ve İslam'ın dini hayatında etkin amellerden yap mıştır." (İ.Goldziher, el-Akide ve'ş-Şeria: 161 )

Bu şekilde Gazali denilebilir ki İslam'dan çok tasavvu fa hizmet etmiştir. Müslümanlar tasavvufun zahirlerine kar şı çok dikkatli ve ona tamamen sırt çevirmiş iken, büyüle yici ifadeleriyle tasavvufun hurafelerine inanmaya ve sarıl maya onlan sürüklemiştir.

Cari Bockr 'da şöyle demektedir :

"Agnostizm ruhu İslam'ın ilk dönem fırkalarına hakim olmuş, başlangıçta dinden çıkaran bir bidat sayılan tasavvu fa da sonra hakim olmuştur. Ama tasavvuf Gazali sayesin de zehirden arınmış ve ehli Sünnet tarafından kabul edilmiş bir vaziyet kazandı."
(Cari Bockr, et-Turasu'l-Yunani:10, tere. Dr. Bedevi )

Evet Gazali'nin sebep olduğu tehlike işte budur. Müslü manlara tasavvufu zehirden arınmış Cennet şarabı olarak tasvir etmiş, onlar da içmiş ve başlarına ne geldiyse gelmiş tir.

Vahdet-i Vücud'un Tehlikesini Nicholson Anlatıyor :

Nicholson şöyle diyor: " Şüphe yok ki "La ilahe illALLAH" kelimesinin ifade ettiği tevhidin anlamı "ALLAH dışında ger çekte hiçbir varlık mevcut değildir." şeklinde olursa, İs lam tek kelimeyle bütün anlamını yitirir ve müsemması ol mayan bir isimden ibaret kalır. Mücerred (yorumsuz) şek liyle vahdeti vücudu kabullenmek, indirilen dinin bütün hususiyetlerini ve ayırıcı özelliklerini tümden yok etmekte dir ."

Bir hristiyanın itiraf ettiği, ama dinin imam ve bilginle ri olduklarını iddia eden anlı şanlı şeyhlerin bir türlü kabul lenmediği apaçık gerçek!
Acaba Gazali'nin sözünü ettiği dördüncü makam "ALLAH'tan (c.c.) başka varlık yoktur" di yenlerin makamından başka bir şey midir?
Onların makamı olduğu ve tasavvufçuların sabah akşam dillerine doladıkla rı apaçıktır.

ALLAH (c.c.) için dile getirdiğim bu gerçeklerle şöhreti ufukları dolduran şeyhleri kızdırdığımı biliyorum. Çünkü İh ya kitabı onların birinci kutsal kitabıdır. ALLAH'ın (c.c.) ki tabını İhya kitabına göre tevil veya tahrif ederler. İhya ki tabından hurafeler ve Mişkat kitabından evham mitolojiler le ALLAH'ın (c.c.) kitabına karşı çıkarlar.

Ama küplere binenlerin yüzüne hakkı haykırarak onla ra "Yavaş olun" diyorum. ALLAH'tan (c.c.) başka kimseyi tanrılaştırmıyoruz. O'nün kitabından başka bizleri hidayete kavuşturacak bir kitap tanımıyoruz, Rasulullah'tan (
Selamun Aleykum.v.) başka bir lider kabul etmiyoruz, hiç bir puta secde etmiyoruz, hiç bir tağuta boyun eğmiyoruz, velev ki bu Gazali ve kitapları da olsa?!
(es-Subki "Tabakatu'ş-Şafiiyye" kitabında Gazali'nin son gün lerinde Kur'an ve Sünnetle uğraştığını söyleyerek onu temize çıkarma ya çalışıyor. Keşke söyledikleri doğru olsa! Bununla beraber Gazali'nin kültür mirası konusunda müslümanları uyarmak gerekir. Çünkü ellerin deki Gazali'nin kitaplarının çoğu tasavvufla ilgilidir. Son zamanında Kur'an ve Sünnetle ilgilendiğine dair bize bir kitap bırakmamıştır.

Vahdeti vücudun tevhide aykırı ve şirk bir inanç olduğunu oryantalistler kavradığı gibi tasavvuf meşhurlarından imam Rabbani de kavra mış ve mektubatında yer yer eleştirmiştir. Gerçi vahdeti vücut yerine vah deti şuhud adını verdiği ve "Salik aradığı hakiki varlığa o kadar çok bağ lanmalıdır ki herşey var olduğu halde, o hiçbirine bakmamalı, belki hiç bir şeyi görmemeli, onun kalp gözüne hiçbir şey gelmemelidir. -Nasıl mümkün oluyorsa-" şeklinde açıkladığı inancı getirmektedir kendisi. Bununla beraber bir tasavvufçu olarak vahdeti vücud inancını eleştirme si ve îbn Arabi ile onun gibi düşünenleri tavsif etmemesir gerçeği ancak bazı ağızlardan duymaya alışmış ve ancak onlardan gelirse kabul eden birtakım çevrelere gerçeği göstermesi bakımından büyük bir önem taşı maktadır. Bu açıdan vahdeti vücut ve savunucuları hakkında söyledikle rinden bir kısmını burada aktarmayı yararlı görüyoruz. Başka yerlerde bir takım eleştiriler yöneltmektedir. Şöyle diyor:
Bu kısım İmam Rabbani'nin Mektubat tercümesinden alınmıştır.
(çeviren)
"Tenzih ile teşbihi kendinde toplayanlardan bir çoğu da diyor ki, bü tün müminler tenzih ile, görmeden iman ediyorlar. Bu iman ile birlikte teşbih imanına da kavuşan arif olur. Bu arif mahlukları ALLAH'u Teala'nın zuhuru olarak görür. Mahlukları, vahdetin muhtelif şekiller almış hali olarak bilir. Yaratanı yarattıklarının içinde görür. Bunlara göre, yalnız tenzih ile olan, yani yaratanı hiçbir şeye benzemeyen, anlaşılama yan bir varlık olarak inanmak noksanlıktır. Bir olan varlığı bu çokluktan ayrı olarak düşünmeyi ayıp bilirler. Hiçbir şeyle bağlı olmayan hiçbir şe ye benzemeyen bk varlığa inananları aşağı derecede sanırlar. Çokluğu dü şünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeyi sınırlı, dar bir çerçeve içinde kal mak sanırlar.

SubhanALLAH! ALLAHu Tealaya hamd olsun! Peygamberlerin hepsi afaki yani insanın dışında olan ve enfüsi yani insanın içinde olan putla rı yok etmeye uğraştılar. Bu putların yok edilmesini herkesten istediler. Hiçbir şeye benzemeyen nasıl olduğu anlaşılamayan ve varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu bildirdiler. Hiçbir peygamberin mahluklara benzeyen bir yaratana iman edilmesini emrettiği ve mahluklar yaratanın görünüşleridir, dediği hiç i|itilmemiştir. Bütün peygamberler, varlığı lazım olan yaratanın bir olduğunu söz birliği ile bildirmişlerdir. Ondan başka hiçbir şeye tapılamayacağını söylemişlerdir.

Bu tasavvufçular peygamberlik derecesini anlıyamamış olacaklar. O büyükler, iki varlık (yaratan ile yaratılan) bildirmektedir. Bu iki varlık birbirinden başkadır demişlerdir. Peygamberlerin sözlerinden tevhid ve ittihad manalarını çıkarmak boş yere uğraşmaktır. Onların dediği gibi var olan, bir olsaydı ve her şey onun görünüşü olsaydı, mahluklara ibadet etmek, ona ibadet etmek olurdu. Böyle yanlış söyleyenler de yok değildir. Peygamber böyle bir şeyi çok sıkı yasak etmişlerdir. ALLAH'u Teala'dan başkasına tapınanlara sonsuz azap yapılacağını bildirmişlerdir. Mah luklara tapanların ALLAH'ın (c.c.) düşmanı olduklarını bildirmişlerdir.

Bu tasavvufçulara yanlış anladıkları bildirilmediği için ve cahillikle yaratanı yaratıklarına benzetmek felaketinden kurtarmadıkları için ve mahluklara ibadeti ALLAH'u Teala'ya ibadet sanmaktan vazgeçmedik leri için bir çoğu diyor ki: Peygamberler kalın kafalıların yanlış anlamamaları için ince olan tevhidi vucud (vahdeti vücud) bilgilerini sakladılar. Çok varlık bulunduğunu söylediler. Bu sözler şiilerin, alevilerin Hz. Ali'yi iki yüzlü yapmalarına benziyor ki elbette kulak verilmez. Peygam berlerin her şeyin doğrusunu bildirmesi lazımdır. Varlığın bir olması doğru olsaydı ve ondan başka hiçbir şey var olmasaydı, bunu elbette saklamazlardı. Doğruyu bırakıp yanlışı bildirmezlerdi. Hem de ALLAH'u Teala'nın zatı ve sıfatları ve işleri için olan bilgide doğruyu söylemeye titizlikle çalışacakları meydandadır. Kalın kafalılar anlayamasa da doğruyu söylemekten çekinmezlerdi. Görmüyorlar mı ki Kur'an'ı Kerim'de ve hadisi şeriflerde müteşabihat denilen ince bilgiler vardır. Müteşabihatı değil kalın kafalılar keskin görüşlüler ve ince düşünüşlü büyükler bile an layamamaktadır. (Bu anlayış eksiktir) Bununla beraber bunları bildirmek ten çekinmediler. Cahiller anlayamaz diyerek bildirmekten vazgeçmediler.

Bu tasavvufçular varlığın iki olduğunu söyleyenlere ve ALLAH'u Te ala'dan başkasına ibadetten kaçınanlara müşrik diyorlar. Varlık birdir, di yen bir kimseye binlerce puta tapınsa bile muvahhid diyorlar. Bunlara gö re o putlar ALLAH'u Teala'nın görüntüleridir. Onlara tapınmak, ALLAH'u Te ala'ya ibadet etmek olur, diyorlar, insaf olsun ki bu ikisinden hangisi müş riktir ve hangisi muvahhiddir?

Peygamberler vahdeti vücud bildirmediler .Varlık ikidir diyenlere, yani ALLAH'tan (c.c.) başka varlıklar kabul edenlere müşrik dediler. Mabudun tapınacak varlığın bir olduğunu söylediler. Ondan başkasına tapınmaya şirk dediler. Bu tasavvufçular mahlukları ALLAH'u Teala'dan başka bilselerdi, başka şeylere tapanlara müşrik olmaz demezlerdi. Onlar bilse de bilmese de mahluklar mahluktur. O (ALLAH) değildir.

Bunlardan sonra gelenlerin bir kaçı bu alem, ALLAH'u Teala'nın görünüşü değildir, dediler. Her şeye o demekten kaçındılar. Her şey odur diyenleri beğenmediler. Bunun için Şeyh Muhyiddin b. Arabi ve onun yolunda olanları inkar ettiler ve ayıpladılar. Fakat bunlar, bu alem Al lah'tan (c.c.) başkadır da demiyor. O değildir, iki şey elbet birbirinden başka olur. ikiliğe inanmak akla uymamak olur. Evet, ehli Sünnetten ke lam alimleri, ALLAH'u Teala'nın sıfatları o değildir, ondan başka da değil dir, dediler ise de, buradaki başka sözü lügat manasında değildir. Başka olan iki şeyin birbirinden ayrılması caiz olur, demektir. Çünkü ALLAH'ın sıfatları zatından ayrılmış değildir ve ayrılmaları caiz değildir. Bunun için ALLAH'ın (c.c.) sıfatlan o değildir. Ondan başka da değildir sözü doğrudur. Alem ise böyle değildir. ALLAH var idi. Hiçbir şey yok idi. Bunun için alem ondan başka değildir demek hem lügat bakımından hem de inanç bakımın dan doğru olmaz. Bunlar ilerleyememiş olduklarından alemi yani mah lukları ALLAH'ın (c.c.) sıfatları gibi sandılar. Sıfatlar için söylenmesi caiz olanı alem için de söylediler. Alem odur, demediklerine göre, ondan başkadır dememeliydiler. Böylece tevhid-i vücudi (vahdeti vücud) yolun dan kurtulmalıydılar. Varlığın çok olduğunu anlamalıydılar. Tevhid-i vücudi sahiplerine mesela Şeyh Muhyiddin ve onun yolundan gidenler, herşey odur, diyorladı. Bu sözleri alem ALLAH'la (c.c.) birleşmiş demek değildir. Haşa ve Kella! Bu sözleri alem yoktur ancak ALLAH vardır demektir. Mektuplarımda bunu uzun açıklamıştım...

Vahdeti vücudu ilk olarak açıklayan kısımlara ayıran bir gramer kitabı gibi parça parça anlatan şeyh Muhyiddin Arabi'dir. Bu bilginin bir çok derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum demiş, hatta peygamber lerin sonuncusu, ince bilgilerin bir kısmını velilerin sonuncusundan al maktadır, demiştir. Velayeti Muhammedinin sonuncusu olarak da, ken dini bilmektedir.

Sözün kısası şudur ki, fena ve bekaya kavuşmak ve velayeti suğra ve velayeti kübranın derecelerine yükselmek için tevhidi vücudi hiç lazım değildir. Tevhidi şuhidi (vahdeti şuhud) lazımdır. Yani var olanı bir bil mek değil, bir görmek, ondan başkasını görmemek lazımdır. Böyle gör mekle fena hasıl olur. ALLAH'u Teala'dan başka her şey yani masiva unu tulur. Bir salik baştan sona kadar ilerler de tevhidi vücudi (vahdeti vücut bilgileri) kendisine hiç gösterilmeyebilir. Hatta o bilgilere inanmayacak gibi olur.."

( Mektubat Tercemesi Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat İstanbul 1968, Mektup, 272 )

Biraz dikkatli bakılırsîi vahdeti vücut ile vahdeti şuhud'un netice itibariyle aynı şey olduğu görülür. Ancak birisi temelde ikiliği reddederken, diğeri mevcut olan ikiliği (yaratan ile yaratılan ikiliğini) ortadan kaldırmaya çalışmakta ve görülmemesi gerektiğini savunmaktadır. (Çeviren)


Gazali Vahdeti Vücudu Terennüm Ediyor :

Şöyle diyor:

"
Hakikat semasına yükseldikten sonra arifler bir hak (ALLAH) dışında alemde bir şey görmediklerinde ittifak etmiş lerdir. Ancak bu durum bazıları için ilmi bir irfan (Yani ona delil ve burhan yolu ile ulaşmıştır.) iken, bazıları için de zevk ve hal (Yani ona keyf ve ilham yolu ile ulaşmıştır) olmuştur. Onlar için kesret tüm den yok olmuş mahza ferdiyetle kuşatılmış ve onlar için Al lah (c.c.) dışında bir şey kalmamıştır. Öyle bir sarhoş olmuş lardır ki akıllarının egemenliği ona teslim olmuştur.

Kimi "enelhak" (Ben ALLAH'ım) (Tayfur el-Bistami söylemiştir) kimi "Sübhani ma a'zama şe'ni" (noksan sıfatlardan kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir.) (el-Bistami söylemiştir),
kimi de "ma fı'l-Cubbeti illALLAH "(cübbemin içinde ALLAH'tan başka birşey yoktur) (Hallac-ı Mansur söylemiştir) demiştir.
Aşıklar sekr
(sarhoşluk) halinde söylediği sözler gizlenir ve anlatılmaz.

(Gazali bu mecusiliği ALLAH'ın (c.c.) aşkıyla sarhoş olmuş ruhların yüksek sesleri olarak niteliyor. Baştan başa zındıklık demek olan bu ifadeleri Gazali -eleştiri sayılırsa- güya eleştirmek için bütün söylediği "Aşıkların sözü gizlenir, anlatılmaz." ifadesinden ibaret olmuştur. Ama bu nevi zındıklıklar için ALLAH'ın (c.c.) hükmünün ne olduğunu söylemiyor. Gerçi bundan önce bunu tevhidin en üst mertebesi olduğuna ken disi hükmetmişti.)
Sarhoşlukları azalıp akılları başlarına gel diğinde bunu hakikaten ittihad olmayıp ittihada benzediğini anladılar. Aşk derecesi yükseldiği zaman aşıkın "Sevgilim benim, ben de oyum, biz iki beden içinde iki ruhuz ."(Bu söz Hallac-ı Mansur'undur. Bkz. et-Tevasin: 34 ondan son raki beyit de şöyledir:
"Beni gördüğün zaman onu görmüş olursun, onu gördüğün zaman bizi görmüş olursun.")
sözü gibi bir şey .

Gazali yulcândaki sözün Hallaç'a ait olduğunu bildiği hal de bile bile adını gizliyor ve arkasına sığınıyor. Hallaç bilindiği gibi hululiyesi olup ilahi hakikatin ikiliğine inanır. ALLAH'ın (c.c.) iki yüzü yahut iki tabiatı olduğunu, bunların lahut ve nasut, yani ilah ve insan tabiatı yahut yüzü olduğunu söylüyor. Lahut (ALLAH) nasut (insan) da hulul etmiştir. Onun için insanın ruhu ilahi hakikatin lahutisi (ilahisi)dir. Onsuz olduğu zaman da nasutisi (insanisi)dir. Gazali ittihadı reddedip ittihada benzeyen bir şeyi kabul etmekle ittihaddan daha kötü olan hulule
(ALLAH'ın insan şekline bürünmesi) inanmış olur. Bunun açık delili de Gazali'nin naklettiği Hallac'ın beyitidir. Hallac'ın hulul inancım açık ça ifade etmektedir.

Bu hal kuşattığı kişi ile beraber mecaz.dilinde ittihad hakikat dilinde tevhid diye adlandırılır. Bu gerçeklerin ar kasında öyle sırlar var ki onlara dalmak caiz değildir."
(Gazali, Mişkatu'l-Envar: 122 basım 1934 Gazali sır dediği saç malıkların deşifre edilmesini ve içyüzünü insanlara açıklanmasını da caiz görmeyerek sahiplerine bir nevi dokunulmazlık tanımaktadır)

Kimin tevhidi? Rasulullah'ın (s.a.v.) tevhidi mi? Yoksa nezih ve temiz ashabının tevhidi mi? Ey Gazali ve benzer lerinin kurbanları, ey bu zındıkları kutsallaştıranlar veya İslam olduğunu söyleyenler cevap veriniz?



Vahdet Saçmalıkları

Vahdet mitolojisine dair Gazali'nin söylediklerine bakalım:

" Her şey (kul) onunnurundandır. Belki başka varlığın hüviyeti" (kimliği) onsuz ancak mecaz yolu iledir, (yani başka varlıkların varlığı gerçek değil, mecazdır) o halde onun dışında bir nur yoktur (ne nur varsa odur) diğer bütün nurlar onun yüzünün zatında değil, onun tarafındaki yüzdendir. Her şeyin yüzü ona dönük ve yönü ona yöneliktir.

ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor :
"Ne tarafa dönerseniz ALLAH'ın yüzü oradadır."(Bakara: 2/115)


O halde ondan başka ilah yoktur. Şüphesiz ilah, ibadette yüzlerin kendisine dönük olduğu şeyin ifadesidir. İlahlaştırma, yani kalblerin yüzleri de nurlar ve ruhlardır. Belki ondan başka ilah olmadığı gibi (belkema lailahe illa nüve) ondan başka o da yoktur, (fe la huve illa huve) Şüphesiz o (huve) işaret edilen şeyden ibarettir. Nasıl olursa olsun. Ona olmayan hiçbir işaret yoktur, belki ne zaman işaret etsen, gerçekte ona işaret etmiş olursun ." (Gazali; Mişkatu'l-Envar: 124. Bu da Gazali'nin hazırladığı
felakettir.)
Alemdeki her varlığın (hüviyetin) ALLAH'ın (c.c.) hüviyetini yani hakikatinin aynısı olduğunu ve hangi varlığa işaret edilirse ALLAH'a (c.c.) işaret edilmiş olacağını söylüyor. Mesela bir put veya ölüye işaret edilirse, Gazali'nin rabbine işaret edilmiş olur. Neden olmasın ki? Putun mahiyeti veya hakikati Gazali'nin anlattığı rabbin mahiyetinin kendisi değil midir?!

Gazali'nin uydurduğu ve kendisinden sonra gelen tasavvuf kahinlerine vasiyet ettiği mitoloji işte budur. Vahdet saçmalığının yeni bir terennümünü dinlemek ister misiniz?
Şöyle diyor:

" La ilahe illALLAH" avamın tevhididir. La huve illa huve havasın tevhididir .
(Gazali, tevhid kelimesinin gerektirdiği şeylere imanın, avamın tevhidi olduğunu iddia ediyor. Çünkü uluhiyet ve rububiyeti sadece ALLAH'a (c.c.) tahsis eder ve başkalarından nefyeder. Dolayısıyla yaratıkların ve yaratmanın varlığını ispat eder. Bu da iki mevcudun varlığını yani biri diğerinden farklı iki mevcudun varlığını ispat eder. Vahdeti yok eden bir anlayışı kabul eder. Bu ise tasavvufçulara ve onların kahinlerine göre şirktir. Onun için La ilahe İllALLAH'ın avamın tevhidi olduğunu söyleyerek horlarlar. Halbuki bütün peygamberlerin tevhidi odur. Gazali'ye ve tasavvufçulara göre havasın tevhidi ise "la huve illa huve"dir. Çünkü bu söz bir tek varlığı (mevcudu) ispat eder, gayriyeti, kesreti ve taaddüdü (başkalığı, çokluğu ve birden fazla oluşu) nefyeder. Görünümleri değişik olan bir tek mevcudu isbat eder ki bu görünümler halk (yaratıklar) adını almıştır. Yaratılan ile yaratan arasındaki varlıklar arasındaki gayriliği ve başkalığı nefyederken birincinin varlığının ikincinin varlığının aynı (kendisi) olduğunu ispat eder. Sanki onun varlığından başka bir varlık, onun zatından başka bir zat yok, demek olur. Zatlardaki bu vehmin çokluğuna ise, kalpleri kör olanlar inanır! tşte Gazali'nin sizlere uygun gördüğü din!)

Çünkü o daha genel, bu ise daha hususi, daha şamil, daha dakik, daha haklı olup sahibini mahza ferdaniyet (ferdiyet) ve sırf vahdaniyete daha fazla dahil eder. Yaratıkların mizacının zirvesi ferdaniyet memleketidir. Onun ötesinde bir yükseliş yoktur. Çünkü yükseliş çokluk olmadan tasavvur edilemez. Bu bir nevi izafettir ki yükselişin kendisinden ve kendisine yapıldığı şeyi gerektirir. Kesret (çokluk) ortadan kalkınca vahdet (birlik) gerçekleşir, izafet kalmaz ve işaret yok olur. Artık yükseklik, aşağılık", yükselen, inen diye bir şey de kalmaz. Artık yükselmek ve terakki etme müstahil olur .(Bu ifadenin aynısını Tezkiratu'l-Evliya: 2/2163 da tasavvufçu Feriduddin Attar kullanmıştır.)

En yükseğin ötesine yükselme ve vahdetle beraber kesret yoktur. Kesretin yokluğu halinde yükseliş de yoktur. Ortada bir değişme varsa, o da dünya semasına inmiştir. Yani yüksekten aşağıya işrak olur. Çünkü daha yükseği olmasa da -en yükseğin aşağısı vardır. Bu da ancak ALLAH'ı (c.c.) bilen alimlerin bilebileceği gizli künhü olan ilimdendir. Bunlar onu ifade ettikleri zaman onu ancak ALLAH'ı (c.c.) bilmeyenler inkar eder ."
(Gazali, Mişkatu'l-Envar: 125. Yüce ALLAH arşına istiva ettiğini meleklerin kendisine yükseldiğini (uruc ettiğini) salih ameli kendisine yükselttiğini bildirmiştir. Ama Gazali hakkın karşısına batılı dikmeden edemediğinden olacak ki yükselişin (urucun) müstahil olduğunu söylemiş ve kesinlikle reddetmiştir. Çünkü inandığı vahdeti vücutla ters düşmek istemiyordu. Herhangi bir kişinin ALLAH'a (c.c.) yükselişini kabullenmek kesreti, gayriyeti ve taadüdü kabullenmek demektir. Çünkü yükselen ve kendisine yükselinen kişilerin varlığını gerektirir. Bu ise Gazali'nin inandığı vahdete aykırı ve onunla çelişen bir ikiliktir. Onun için herhangi bir yükselişten söz edilirse, o sadece bir yükseliştir. Zira yükseliş zatı ilahinin kendisinden kendisiyle ve kendisine olmaktadır. Yükselişi yapan kendisine yükseliş yapılan bizzat kendisidir, demektedir.

Yükselen ve inen denildiği zaman da aynıdır. Çünkü inen de, yükselen de bir zattır. İnmek de yükselmenin kendisidir. Çünkü gerçekte birbirinin aynısı iki vasıftır. Sadece itibari olarak farklıdırlar. Bir anda bir durumda kendileriyle bir tek zat tavsif edilir ki, o da ilah zattır. "Melekler ve ruh ona yükselir." (Mearic: 70/4) ayetinde sözü edilen ve yükselen melekler, başka isimler taşıyan zatı ilahinin bizzat kendisidir. ALLAH'ın (c.c.) kendisine yükselttiği salih amel, başka bir vasıf içinde zati ilahinin bizzat kendisidir. Aksi halde kesreti ve taaddüdü sonra ALLAH'ın (c.c.) yarattıklardan ayrı oluşunu kabullenmek gerekecektir.

İşte Gazali'nin tevhid anlayışı budur. Artık siz değerlendirin. Bundan sonra aynı saçmalıklarla, ama yeni bir isim, büyüleyici bir kıyafet ve gözler kamaştıran aldatıcı büyük bir lakapla karşınıza İbn Arabi çıkar)

Gazali, ALLAH'la ilgili sözlerine şöyle devam ediyor: " Dünya semasına inişi vardır. O inişi de duyuları işletmek, organları hareket ettirmek içindir. Rasulullah'ın (s.a.v.) "Onun kulağı olurum..." sözünde işaret edilen odur. O halde işiten, konuşan ve gören odur, başkası değil ."(Gazali, Mişkatu'l-Envar: 125)

Gazali'nin hak ile halk (yaratıklar) birliğine inancını bu son cümle ifade etmeğe yeterlidir. Gördüğünüz gibi konuşan, gören ve işiten herkesin ALLAH (c.c.) olduğunu ifade ediyor. Bu kuruntularda haktan bir parıltı ve bu saçmalıklarda tevhidden bir kıvılcım olduğunu bir müslümanın kabul edeceğini sanmıyorum. Olsa olsa tasavvufi vahdet Cehennem'inin karanlıklarıyla ortalıkları dolduğunu ve ölesiye nefesleri boğduğunu müşahade eder.

Gazali bu sözlerini ne kadar mantıksız ve tevhide ne kadar aykırı olduğunu farketmiş ve hak ehlinin şimşeklerine hedef olacağını anlamış olacak ki bu saçmalıklarına karşı çıkanları " ALLAH'ı (c.c.) bilmeyenler " olarak nitelemiştir. ALLAH'ı (c.c.) bilmeyenler, dediği kimler ola? ALLAH'ı (c.c.) bilmeyenler, dediği Kur'an-ı Kerim'in ortaya koyduğu gerçek dine iman eden, Gazali ve benzerlerinin hurafelerine karşı çıkanlardır.
Evet, tasavvufun kahinleri onları böyle niteliyor. Doğrusu bu sözlerle Gazali, kitabının birini adlandırdığı gibi, Faysalatu'l-Tefrika Beyne'l-Kufri ve'z-Zendeke (küfür ve zındıklık arasında ayırımın ölçüsü) değildir. Bu ölçü sadece ve sadece Gazali gibilerini sanık sandalyesine oturtan, bu hurafelerini ve onlara inananları mahkum edip yerin dibine geçiren ALLAH'ın (c.c.) kitabı Kur'an'dır.
(Gazali'nin bazı yazılarında selefiliğe dahiyane meyletmesine şaşmamalısınız. Çünkü Gazali'nin yüzleri çoktur. Zamanımızda değişik insanların karşısına bu yüzlerle çıkmıştır. Bakarsınız Eşaridir. Çünkü Nizamiyye Medresesi' nin sahibi Nizamulmülk böyle olmasını istemiştir.
Halbuki kendisi felsefenin düşmanıdır. Çünkü o zaman kitlelerde felsefe düşmanlığı vardı. Bakarsınız, kelamcıdır. Ama Hanbeillerden çekindiği için kelamcılara düşman görünür. Örnek verdiğimiz yerlerde ve "el- Maznunu Biha ala Gayri Ehliha" kitaplarında tepeden tırnağa kadar Eşari ve tasavvufçudur. Diğer kitaplarında da bazen Eşari, bazen de Eşari Selefi karışımı olarak karşımıza çıkar. Bu şekilde her kesime hoşandıklarını bildiği yüzle görünür. Bu yüzün hak yüzü veya batıl yüzü olması önemli değil)

Gazali ve Tasavvufçuların Keşfi:
(Bu kısım Abdurrahman Abdulhalik'ın el-Fikru's-Sufi fi Dav'il-Kitab ve's-Sunne adlı kitabından alınmıştır)

Gazali evliya diye adlandırdığı tasavvuf çul ara bir çok ilhamların geldiği ve keşf yolu ile gizli şeylerin onlara açık olduğunu iddia etmiş ve şöyle demiştir:

" Enbiya ve evliyaya keşf vaki olur, kalplerine nur dolar. Bu okuma, yazma ve talim ile değil, belki dünyaya meyletmeme, zühd, kalbi dünya işleriyle meşgul etmeme, himmet künhüyle ALLAH'a (c.c.) yönelme yolu ile olur. Kim ALLAH (c.c.) için olursa, ALLAH da onun için olur. Bunun yolunun bütün dünya ilişkilerinden kesilme, kalbe dünyayı sokmamak, mal, çoluk çocuk, memleket, dünya, makam ve mevkiden himmeti kesmekle olduğunu söylediler. Hatta kalbi o dereceye kadar sabreder ki artık ona bir şeyin varlığı ile yokluğu eşit gelir. Sonra bir köşeye çekilir, farz ve revatip (sünnet)lerle yetinir, kalbini her şeyden boşaltmış ve himmetini toplamış olarak oturur. Düşüncesini Kur'an okuyarak veya bir tefsir mütalaa ederek dağıtmaz, ne hadis ne de başka bir şey yazmaz sadece aklına ALLAH'tan (c.c.) başka bir şey gelmemesi için çabalar. Halvette oturduktan sonra dili ile sürekli "ALLAH ALLAH " der ve kalbini ona bağlar. Dili hareket ettirmeyi terkedinceye ve kelimenin şekli silininceye ve sadece kelimenin manası kalbinde kalıp onunla doluncaya artık lazımı gayri müfank bir hal alıncaya kadar bu durumda devam eder. Bu dereceye gelebileceği gibi vesveseleri defederek bu durumu daha da devam ettirebilir. Arna ALLAH'ın (c.c.) rahmetini çekme konusunda bir seçim yapma yetkisi yoktur. Çünkü bu yaptıklarıyla artık ALLAH'ın (c.c.) rahmetinin nefhalariHa maruz kalmış olur. Artık yapacağı şey, bu yolla enbiya ve evliyaya verdiği gibi, ALLAH'ın (c.c.) vereceği rahmeti beklemekten ibarettir.

İşte o zaman niyeti sadık himmeti saf ve uygulaması güzel olmuşsa, artık şehvetleri onu rahatsız etmemiş ve nefsi kendisini dünyevi şeylerle meşgul etmemişse, kalbinde hayır parıltıları parlar. Başlangıçta ani şimşek gibi olur ama tekrar gelir, gecikebilir de. Tekrar gelince devamlı olabilir veya kesik olabilir. Devamlı olursa, bu devamlılık uzayabilir, uzamayabilir de. Böyle kişiler bunun artması için çalışabilir yahut bir türle yetinebilirler.

Bu konuda ALLAH'ın (c.c.) velilerinin menzilleri sayılamayacak kadar çoktur. Tıpkı yaratılışları ve ahlakları sayılmadığı gibi. Bu yol kendi tarafından mahza temizliğe, tasfiye ve tecellilere sonra istidat ve beklemeye bakar!
" (Gazali, İhya-u Ulumiddin: 3/19-20)

Keşfe ulaşmak isteyen tasavvufçuya dair Gazali'nin şu sözlerine bakınız:

" Kalbini her şeyden boşaltmış ve himmetini toplamış olarak oturur, düşüncesini Kur'an okuyarak veya bir tefsir mütala ederek dağıtmaz, ne hadis, ne de başka bir şey yazmaz... Sadece sürekli olarak ALLAH, ALLAH der.. ."
Acaba Kur'an ve Sünnette böyle bir şey var mıdır? Yoksa bununla tasavvufçu ALLAH'ı (c.c.) veya ALLAH'ın (c.c.) nurlarını yahut melekleri veya Rasulü görmez gibi elde etmesi mümkün olmayan bidat mı işlemektedir?! Bu bidat zikir sonunda acaba tasavvufçu şeytan ateşinin kıvılcımlarım, tuzaklarının ipleri ve müminlerin yolundan ayrı bir yol izleyenlerin uğrayacağı Cehennem ateşinin alevlerinden başka ne görebilir?

Tasavufçulara bu gibi saçmalıklarda akıl hocalığı yapan, onların küfür ve zındıklıklarının yayılmasına hizmet eden Gazali bütün bunlara rağmen tasavvufçulara meleklerin nazil olduğunu söylememektedir. Herhalde peygamberden sonra kendisine vahyin indiğini iddia eden kimsenin kafir olacağını bildiği için peygamberlere indiği gibi meleklerin tasavvufçulara da ineceğini söylememiştir.
Ama bunu söylememekle Gazali tasavufçuların tağutlarını kızdırmış olacak ki meşhur tağutları İbn Arabi bundan dolayı kendisini eleştirmiş ve yanıldığını söyleyerek meleklerin peygamberlere indiği gibi tasavvufçulara da indiğini sadece getirdikleri şeylerden birinin vahiy diğerinin ilham olduğunu söylemiştir.
(Abdulvahhab el-Şa'rani el-Yevakit ve'1-Cevahir: 2/24, 25)

Şöyle diyor:

" Aralarındaki fark, meleğin inmesinde değil, indirdiği şeydedir. Çünkü meleğin peygambere indirdiği tabi olan veliye indirdiğinden başkadır. Melek tabi olan veliye ancak peygamberine ittiba etme ve hadis gibi kesin bilemediği şeyleri kendisine öğretmek üzere iner. Mesela alimlerin zayıf olduğunu söylediği bir hadisin sahih olduğunu ilham meleğinin ona bildirmesi gibi. ALLAH (c.c.) ehlinin bildiği şartlarla veli kendisi için artık o hadisle amel edebilir...

Gazali ve başkalarını veliye meleğin inmeyeceğini söyleyerek yanılmalarının sebebi zevkin yokluğudur. Süluklanyla bütün makamlarını bildiklerini sandılar. Kendileri için bunu kabul edip meleğin kendilerine inmediğini görünce, karşı çıktılar ve bunun peygamberlere mahsus olduğunu söylediler. Zevkleri sahih, ama hükümleri batıldır... Gazali ve başkaları ALLAH ehlinden kamil biriyle bir araya gelip meleğin tasavvufçuya indiğini kendilerine söyleseydi, bunu kabul eder ve karşı çıkmazlardı. Nitekim ilham meleği sayılamayacak kadar çok ilimlerle bize nazil olmuştur. Bizim gibi inanmayan bir çokları da böyle olduğunu söylemiş ve yolumuza düşmüştür."
(Abdulvahhab eş-Şa'rani: age/84. Bunun detaylı eleştirisi ve keşfe dayandırılan saçmalıklar hakkında geniş bilgi için bakınız, Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sufi fi Davi'l-Kitap ve's-Sunne: 175, 199, 1986 üçüncü baskı (çeviren)



İbn Amir el-Basri’nin Tanrısı (S.98)
Söylediklerimizin selefinden halefine kadar bütün tasavvufçuların dini olduğundan şüphenizin olmaması için bazı küçük putlarının dininden de söz edeyim. İbn Fand'm Taiyyesi'ne vezin ve kafiyede nazire yazdığı, tıpkı onun pislikleriyle sıvadığı İbn Amir'in şu taiyyesine bakalım. Şöyle diyor:

" Sevgilim bana her yönden tecelli etti. Onu her mana ve surette müşahade ettim. Sırları keşfederek bana benden seslendi, o sırlar letafet ve yücelikte başkasının bulunmasından münezzehtir . (Müslüman "ALLAH ortaktan münezzehtir" derken, tasavvufçular "ALLAH yardan münezzehtir" derler. Yani ondan başkası (gayri) yoktur, çünkü o her şeyin aynı (kendisi)dir)

Bana, kim olduğumu biliyor musun? dedi. Dedim ki "Ey seslenen, sen benim, çünkü sen benim hakikatimsin.
Baktım, ortağı olmayan ama kesretle örtünen mahza vahdetten başkasını görmedim.
Eşya çoğalmış halbuki hepsi (el-kullu) birdir, bir hüviyet içinde dercedilmiş sıfatlar ve zat,
Sen benim hayır, ben sensin
(Rabbine "Sen benim ve ben sensin" diyor. Halbuki bütün küfür ve inkarına rağmen İblis "Onların dirileceği güne kadar bana mühlet ver.'' 'Hicr: 15/36) diyordu. Kafir ve melun, tasavvufçular kadar küfür de ileri giden yok) her türlü gayr ve ortalıktan münezzeh bir vahdet ."

Sadreddin Konevi’nin Tanrısı (S.99)
(Sadrettin el-Konevi Muhammed b. îshak olup h. 673 miladi 1274 yılında ölmüştür. Nasıruddin et-Tusi ile içli dışlı olmuştur.)

Neratibu'l-Vücut" kitabında Konevi şöyle diyor: " İnsan hakkın kendisidir. Zat, sıfat, arş, kürsi, levh, kalem, melek, cin, gökler ve yıldızlar, yer ve içindekiler, dünyevi ve uhrevi alim, varlık ve içindekilerdir insan. Hakkın kendisi odur. (Tasavvufçular hak kelimesiyle ALLAH'ı (c.c.) yahut yaratılmış suretlerde tecelli etmeden önceki ilahi hakikati kastederler) Halk da odur. Kadim ve hadis odur ."(Sadrettin el-Konevi; Neratibu'l-Vücud Şam Zahiriyye Kütüphanesi 5895 de kayıtlı el yazmasından naklen el-İnsanu'l-Kamil 115 Dr. Bedevi.) Konevi'nin bu sözlerindeki putperest unsurları sanırım okuyucuya göstermeye gerek yoktur. Çünkü her şey ortada ve gözler önündedir.

Abdulgani en-Nablusi’nin Tanrısı (S.99-101)


(Abdulgani b. İsmail en-Nablusi h. 1143 miladi 1731 yılında ölmüştür. Meşhur tasavufçulardan olup "İzahu'd-Delalat fi Cevazi Semai'l-Alat yanında başka eserleri de vardır.)
"Sana biat edenler, ancak ALLAH'a biat ediyorlar."(Feth: 48/10) ayetini izah ederken en-Nablusi şöyle diyor: " Yüce ALLAH Peygamber Muhammed'in ALLAH olduğunu, biatim da ALLAH'ın (c.c.) biati ve biat için uzatılan elinin ALLAH (c.c.)'m eli olduğunu haber vermiştir ."

Yüce ALLAH'ın (c.c.) Hz. Musa'ya ''Ben seni seçtim." (Taha: 20/13) ayetini de şöyle açıklıyor: " Ben olman için ve ben sen olmam için, benden sana vathyedileni dinle. Bu da gafil insanın kendi nefsiyle konuşmasına benziyor o nef-siyle konuşuyor ve nefsi onunla konuşuyor "

Yine Yüce ALLAH'ın (c.c.) Hz. Musa'ya: "Benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendi sevgimi lütfettim" (Taha: 20/39) ayetini açıklarken de şöyle diyor: " Zatımı sana giydirdim ki onunla ben görüneyim ve sen kaybolursun. Sen görünürsün, ben kaybolurum. İkisi iki değil, bir kişidirler. " (Abdulgani en-Nablusi, Hulmu Şathi'l-Veliyyi Şam Zahiriyye Kütüphanesi 4008 no'da kayıtlı el yazması kitabından naklen Dr. Bedevi Şatahatu's-Sufiyye: 153.)

en-Nablusi kadar utanmadan yalan söyleyen ve batılı terviç etmek için iftirayı meslek edinen kimse görmedim. Vahdeti vücut inançlarında tasavvufçuların Kur'an ve Sünnete bağlı kaldıklarını söyleyerek şöyle diyor:

" Rabbimizi tanımada Kur'an da kendisinin kullandığını kullanmada, peygamberin onun için kullandığım kullanmada azığımız ve dayanağımız Kur'an'ı Kerim'e ve Rasulullah'ın sünnetine sarılmaktadır"
(Şatahatu's-Sufiyye aynı yer. Tasavvufçular bu iki yüzlülükle müslümanları dinlerinde aldatırlar. Çünkü canına okumak için batıla hak elbisesini giydirirler)

Edepsizce küfürle yetinmemiş ona çok adi bir iftirayı eklemiştir. Vahdeti vücuda sarılmada azık ve dayanağının Kur'an olduğunu iftira etmiştir. İnanıyorum ki en-Nablusi'nin akidesinden habersiz olarak naklettiğimiz son paragrafı okuyan bir kimse onun kalbi hakkın nuru ile taşan ve mümin olduğuna inanır. Bütün tasavvufçular böyledir. Her duruma uygun bir kıyafet giydirir ve okuyucuyu memnun edecek bir süs verir. Ne zaman ona inanırsa onu avlar ve öldürür. Çünkü hepsi anlatımda batıla hak elbisesi giydirirler.

ALLAH'ın (c.c.) kitabına kin ve nefret savaşı açan sapık bütün fırka ve inanç mensupları bu şekildedir. ALLAH'ın (c.c.) vahyini açıkça yalanlamıyor öldürücü iki yüzlülüğüyle hedeflerini maskeleyip lafızlarını kutsallaştırdığını söyleyerek onlara ALLAH'ın (c.c.) hiç cevaz vermediği ve Kur'an'la hiçbir ilişkisi bulunmayan manalar giydiriyor. Bu kılıfla bakarsınız küfrün anlamını iman ve batılın hakkın kendisi olduğunu söylüyor onun için bunların ALLAH'ın (c.c.) sözünü yalanlamada en alçak ve en korkunç olduğu görülür. Küfrünün sinsiliğinde Bahailik ve davetinin deccallığında Kadiyanilik söylediklerimin en açık delilidir. İkisi de ALLAH'ın Kitabına ve Rasulünün Sünnetine inandığını iddia ettiği halde bakarsınız ALLAH'ın (c.c.) Rasulü'nün ve Kur'an'ın en amansız düşmanları onlardır.

İbn Besiş’in Tanrısı (S.101-102)
(Şazaliyye tarikatının ileri gelenlerinden Abdusselam b. Beşiş'tir.)

îbn Beşiş'in uydurduğu vird büyüleyici bir emel teşkil etmiştir. Tasavvufçuların içine düştükleri ümizsizlik ve döktükleri gözyaşları bedbinlikten sonra okşayıcı bir seher yeli rolü oynamıştır. Çünkü tarikat farklılığına rağmen hepsi de onu kutsallık ve rabbanilik saçan bir vahiy, secde meleklerini huşu içinde kıldığı bir namaz ve Firdevs örtüleri içinde hurilerin okuduğu bir teşbih sayarlar.

Seher gecenin alnından öptükçe put tapınaklarında tasav-vufçuların okuduğu şu virde bakalım: " ALLAH'ım kendisinden sırların yarılıp çıktığı, nurların fışkırdığı ve gerçeklerin kendisinde yüseldiği kişiye salat eyle."

Tasavvufun Hakikati Muhammediye mitolojisini açıkça dile getiren hezeyanlar! Ancak bu hezeyanların sesi yavaş yavaş yükselerek feryada ve naralara dönüşmektedir. Şöyle devam ediyor:

" Her şey onunla vardır, çünkü denildiği gibi vasıta olmasaydı kendisi için vasıta yapılan olmazdı. ALLAH'ım, o sana delalet eden kapsamlı sırrındır. Senin için ve önünde duran en büyük perdendir ."

Sonra çılgın bir vaziyette inancı üzerindeki maskeyi yırtarak ALLAH'a (c.c.) şu tasavvufi küfür kelimelerle yalvarmaktadır: " Beni ehadiyyet denizlerine at, tevhid bataklıklarından kurtar. Vahdet denizinin pınarına batır ki ancak onunla göreyim işiteyim, hissedeyim ve bulayım "

Her tarafı sesizlik ve sükunetin kapladığı bütün varlıkların lisanı hal ile ALLAH'a (c.c.) teşbih ettiği, mümin gönlümün yüce yaratıcı için sevgi ve imanla dolduğu seher vaktinde tasavvufçular ALLAH'a (c.c.) " Bizi tevhid bataklığından kurtar " diye yalvarıyorlar! Küfür ve ilhadın ancak bu kadarı olur!

Muhammed ed-Demirtaş Tanrısı (S.102-103)
(Muhammed ed-Demirtaş el-Muhammedi olup h. 929 yılında ölmüştür.)

ed-Demirtaş vahdet inancını şöyle dile getiriyor:

" Örtü kalkmadan önce bir zamanlar benim sana zikr ve şükreden olduğumu sanıyordum,
Karanlık çekilince artık zikreden ve zikredilenin sen olduğunu gördüm." (ed-Demirtaş el-Kavlu'1-Ferid: 16 h. 1348 baskı)

Bakınız şu işe! Şu mülhid bile gözünden örtü kalkıp kendisinin ALLAH olduğunu iddia ediyor! Şöyle devam ediyor:

" Her şeyde bir mevcut olan sadece odur. Ancak vehimde "başka" diye adlandırılmıştır ."

Buradaki "kullu" kelimesi kapsam ve şümul bakımından her şeyi içerir. Hissin idrak edeceği, vehmin haya edeceği veya güdülerin farkına varacağı ne varsa, hepsi zat ve sıfat olarak ALLAH'ın (c.c.) aynı (kendisi)dir. Ne var ki vehim (kuruntu) bu gerçek ile akıllar arasında engel olmuş, onlar da hissedilen bütün bu varlıklar ve zihinsel suretlerin ALLAH'tan (c.c.) başka şeyler olduğunu sanmıştır. Onun için şöyle diyor:

" ALLAH'tan (c.c) başka varlık yoktur, başkası vehim ve hayaldir ." (ed-Demirtaş age: 14)

İbn Acibe’nin Tanrısı (S.103-104)
(Ahmed îbn Acibe el-İdrisi el-Masi, hicri onüçüncü asrın ortalarında ölmüştür.)

Sinsi bir şii Fatimi ruhla beslenen İbni Acibe, İbn Ataullah'ın Hikemin'den şu beyitleri alıp, aşağıda belirteceğimiz gibi açıklamaktadır.

" Bir rab, bir kul ve zıddı nefyetmek mi? Ona dedim ki, bende böyle bir şey yok!
Öyleyse sizde ne var? dedi. Bizde vücudun varlığı ve vecdin yokluğu, hakkı terkederek bir hakkı tevhid vardır. Benden başka hak yoktur."

Beyitleri şöyle açıklamaktadır:

" Anlamı şudur: Ubudiyet için rububiyet manalarının sırlarından ayrı ve kendi kendine kaim müstakil bir yer kabul ederek (ALLAH-alem) ayırımı yapanları reddetmektedir. Çünkü bu ayırımın olması halinde ubudiyet rububiyetin vasıflarına aykırı düşer. Halbuki hakkı (ALLAH'ı) tevhid ederken "Onun hiçbir zıddı yoktur" diyorsun. Eğer favkı (ALLAH-alem ikiliğini) kabul edersen, kendi sözünü nakzetmiş (onunla çelişmiş) olursun. Onun için İbn Ataullah "Ve zıddı nefyetmek" demiştir. Burada vav harfi beraberlik bildirmekte olup bu beraberlik inkar edilmektedir. Yani ubudiyet rububiyetin vasıflarına aykırı olduğu halde ve rububiyetin zıddı kabul edilmemişken, müstakil bir rab ve müstakil bir kul olabilir mi?

Gerçek şu ki ALLAH fark kalıplarında bütün varlıkların görünümünde tecelli etmiştir.
(Yani bütün varlıklar ALLAH'ın görünümü olup varlıkları ALLAH'ın varlığından ayrı bir şey değildir) Ubudiyet kalıplarını izharda rububiyyet azametiyle zahir olmuş (görünmüş) tür. Hepsi bu kadar!
"
(İbn Acibe, Ikazu'l-Himem fi Şerhi'l-Hikem: 209 vd)

Sinsi bir şii Fatimi olan İbn Acibe'nin bu sözlerini biraz açalım. Şunları söylemek istiyor: İnanıyoruz ki rububiyetin zıddı yoktur. Zat ve sıfatlarda rububiyetten farklı olan bir ubudiyetin varlığını kabul edersek kendi kendimizle çelişkiye düşmüş ve söylediklerimizi yalanlamış oluruz. İnanılması gereken şey, mutlak vahdet (teklik)tir. O da kulun rabbin bizzat kendisi olduğudur. Ancak bu şekilde "Rabbin zıddı yoktur" sözümüzle çelişkiye düşmemiş oluruz.
(Goldziher şöyle der: "Tasavvufçular düşüncelerini bilerek Kur'an ve Sünnet'e katmaya çabalamışlardır. Böylece Philo'nun mirasını İslam'a aktarmışlardır." Bkz. el-Akide ve'ş-Şeria:140)

Hasan Rıdvan’ın Tanrısı (S.104-105)
(Hasan Rıdvan hicri 1310 yılında ölmüştür. Çağdaş tasavvufçu sayılır.)

Hasan Rıdvan "Ravdu'l-Kulub el-Mustetab" adlı uzun şiirinde şöyle diyor

" Alemde onun dışında bir şey yoktur, eşya onunla birlenir,
Vehmedilen varlığın çokluğu esasında birlikte yokluktur,
Hak bütün eşyada zahirdir ve görünen tezahürleri (varlıklar) onun sırrı ile kaimdir.
Zerrelerden her bir zerre her şeyin O'nun (ALLAH'ın) zatının aynısı olduğunu söylüyor,

Vahdeti vücud (varlığın birliği) her şeydedir, ancak farik (ayırıcı özellik) var gibi kabul edilir,
O halde hudus ve fena ile nitelenmesi veya tarif edilmesi
(marife getirilmesi) zarar vermez
."
(Hasan Rıdvan, Ravdu'l-Kulub el-Mustetab:269, hicri 1322 baskı.)
Hasan Rıdvan tasavvuf yoluna girenleri müjdeleyerek şöyle devam ediyor:

" Nuru artmaya devam eder ve nihayet onda tevhid kemal bulur,
Vahdeti vücudun sırrı kendisine açılır ve zevkini ondan alır,
Kastedilen vahdet nuru ile görülen çokluk yok olur,
Birleyici gözü ile kainatta bir tek zattan başka bir şey görmez
." (Hasan Rıdvan, Age:l 15.)

Ve kendini ilah edinen Ebu Yezid el-Bistami (S.105)
(Horasan'ın Bistam şehrinde doğmuş ve hicri 874 yılında orada ölmüştür. Zamanın meşhur tasavvufçularındandır)

Şimdi de Tayfur Ebu Yezid el-Bistami'nin saçtığı zındıklığı dile getiren şu sözlerini nakledelim:

" ALLAH'tan ALLAH'a çıktım, nihayet benden bende "Ey ben sen olan" diye seslendi .(Feriduddin Attar, Tezkiratu'l-Evliya: 1/160.) Ve "Sübhani (kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzehim) ma a'zama şa'ni (şanim ne yücedir!) "
(Feriduddin Attar, Age aynı yer. Ebu Yezid el-Bistami'nin İslam inançlarıyla bağdaşmayan sözlerini tasavvufçular red ve inkar edecekleri yerde onları temize çıkarma, haklı gösterme ve savunma yoluna gitmişlerdir. Mesela Celaleddin er-Rumi bu yolu izlemiş ve Bistami'nin sözlerini hep temize çıkarmağa çalışmıştır. Ahmed Eflaki, Meııakibu'l-Arifin: 2/39-40, Milli Eğitim Basımevi istanbul 1966.)

Küçük tanrıların ana büyük tanrıçanın dinine nasıl bağlı olduğunu görüyorsunuz, değil mi?!
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tam Müzekkin Nüfus - Eşrefoğlu Rumi

1712432676217.png

Abdulkadir Geylani zamanı ve mekanı kendisine tabi eder döndürürdü yalanı (S.429)
Şeyh ve mürşit olanların, hali ve vakti kendilerine tâbi etmeleri revadır. Zamanı ve mekânı da kendilerine tâbi etmeleri ve fakat kendilerinin zamana ve mekâna tâbi olmamaları lâzımdır.

Nite'kim, bizim şeyhimiz ol Gavs-ür-Rabbani ve Kutb-us-Samedani Sultan Abdülkadir-i Geylânî kaddesallahu sırrahu, zamanı ve mekânı kendisine tâbi eder, döndürürdü. Müritlerinin hallerini, zamanlarını ve mekânlarını da döndürür, kendilerine tâbi ederdi. Zamanı kendisine tâbi etmesi, meselâ on yılda, yirmi yılda hâsıl olacak şeyleri bir saatte eder ve müritlerine de ettirirdi. Mekânı kendisine tâbi etmesi de, bir veya iki yıllık yola bir adımla veya bir hareketle gider, gelirdi. Zamanı kendisine tâbi kılarak, müritlerine tasarruf ederek, müritlerine ve başkalarına döndürüvermesinden bir kaçını söyleyivereyim ki, kalanı da bundan anlaşılsın. Sen de, Velilerden âdete muhalif halleri duyarak inkâra yeltenme! Şunu iyi bil ki, mürşid-i kâmil olanlar diledikleri zaman böyle şeyler yaparlar ve akıllar hayran kalır.

Abdulkadir Geylani Allah'ın vasıflarıyla vasıflanıp kendisine muhalif olan bir danişmende 10 yıllık zaman içinde zaman yaşatması yalanı (S.429-432)

Sultan Abdülkadir-i Geylâni zamanında, ilim ehlinden ulu bir dânişmend kişi vardı. Şeyhin, sultanlığını inkâr ederdi. Bazan şeyhi zemmettiği bile olurdu. Bir cuma günü, şeyhin mescidine geldi, oturdu. Maksadı, Hazret-i şeyh ile müba hese etmek ve aklı sıra ona sataşmaktı., Biraz sonra Şeyh hazretleri de mescide geldiler.Bir çok azizler de o mecliste hazır bulunuyorlardı. Hoş beşten sonra, Hazret-i şeyhe dö nerek şöyle bir sual sordu:

— Yâ Şeyh! Mürşit olan kişiler, zamanı kendilerine tâbi ederek döndürürler ve yıllarca yapılması mümkün olmayacak işleri yaptırırlarmış, doğru mu?

Şeyh Abdülkadir-i Geylânî kaddesallahu sırrahu cevap verip, buyurdu:

— Allahu teâlâ, dervişlere o kadar kuvvet verir ki, 10-15 yılda olacak bir işi , gayet kısa zamanda yaparlar.

Münkir olan zat itiraz etti.

— Ben buna kail değilim ki, zamanı döndürüp kendinize tâbi edebilirsiniz ve 10 - 15 yılda olacak işi bir günde veya bir saatte yapabilirsiniz. Bu, ancak Allahu teşlâya mahsus ve münhasırdır.

Hazret-i Şeyh, tebessüm buyurdu ve:

— Allahu teâlânın tasarruf verdiği öyle kulları vardır ki, ne isterlerse yaparlar, hiç bir şey onlara mâni olamaz. Konuşmanın burasında cuma namazı vaktinin yaklaştığı anlaşıldı, şeyhe seccade çıkardılar. Şeyh kalktı, işaret etti ve o seccadeyi dânişmendin eline verdiler:

— Bunu lütfen siz götürünüz, dediler.

Münkir dânişmend, seccadeyi aldı, omuzuna attı ve mescide gitmek üzere hep birlikte yola çıktılar. Yolda, bir şadırvana rastladılar. Dânişmend, abdest tazelemek istedi, omuzundaki seccadeyi" bir ağaca astı ve şadırvanda abdest almağa başladı. Fakat, ellerini suya vurur vurmaz kendisini bir pazar yerinde ve bir çilingir dükkânının önünde buldu. Bir müddet, çilingirin çalışmasını seyretti, yaptiği işleri çok hoş ve üstadâne buldu, imrendi ve dükkâna girerek:

— Bu sanatı bana da öğretir misin? dedi. Çilingir:
— Görüyorum ki, sen bir dânişmend kişisin. Bu sanatı öğrenip ne yapacaksın?

— Sanat öğrenmek ve işlemek hoşuma gitti. Helâlinden, elimin emeği ile kazanır, ilmimle amel eder otururum, cevabını verince, dört yandan dükkân komşuları geldiler ve dânişmen di, çilingire köle ediverdiler. Dört yıl hizmet etti. Fakat, bu işi o kadar sevmişti ki, ayrılamadı ve dört yıl daha çilingirin yanında çalıştı. Artık, çilingirliği de öğrenmişti. Fakat, ustası ölünce onun dul karısı ile evlenmek zorunda kaldı ve zamanla iki oğlan çocukları oldu. Birisini, mektebe verdiler, diğeri henüz evde kaldı. Bir sabah, yine dükkânına geldi, işine başlamak üzere ateş yaktı, bir demiri ocağa sokacağı sırada, baktı ve gördü ki kendisi şadırvanda abdest alıyor ve şeyhin seccadesi de astığı gibi ağacın üstünde duruyor. Şaşırdı, buna bir mâna veremedi. Alelacele abdest aldı, seccadeyi ağaçtan kaptığı gibi şeyhin ve yaranının peşlerinden koştu ve onlar mescidin kapısından içeri girerlerken yetişti. Şeyhten önce mescide girdi, seccadeyi şeyhin önüne serdi ve geriye çekil mek istedi. Fakat, Hazret-i şeyh kendisini bırakmadı ve yanına aldı. Şeyh ile birlikte iki rekât tahiyye't-ül-mescit kıl dılar. Şeyh, dönüp sordu:

—Nasıl, hâlâ inkârda mısın? Dânişmend, safiyetle cevap verdi:

— Sultanım! Abdest almak üzere sizden ayrıldım. Elimi suya sokar sokmaz, kendimi bir pazarda ve bir çilingir dük kânının önünde buldum. Bu çiligire bakarken, sanatına özen dim ve çırak olarak yanına girerek tam dört yıl hizmet ettim.
Dört yıl sonra, ustam öldü ve ben onun dul kalan karısıyla evlendim. Dükkânı satın alarak oturdum, yıllarca aynı dük kânda çalıştım. O kadından iki çocuğum oldu. Birisini mekte be verdim. Bir sabah yine çalışmak üzere dükkânıma geldim, demiri ocağa koydum ve körüğe el atar atmaz, kendimi yine sizden ayrılıp abdest almağa gittiğim şadırvanda buldum. Abdest aldım, ağaca astığım seccadenizi de omuzuma vurarak peşinizden yetiştim ki, sizler de henüz mescidin kapısına varmıştınız. Bilmiyorum ki, bu ne haldir? Hayal midir, rüya mıdır? Lâkin, doğrusunu söyleyeyim, gönlüm o hatunda ve çocuklarımda kaldı.

Hazret-i şeyh tekrar sordu:

• Bu hal olalı kaç yıl oldu bilir misin?

• Bana kalsa, on yıldan fazladır..

• Öğrendiğin çilingirliği şimdi de işleyebilir misin?

• îşte ellerim şahittir, işlesem elbet işlerim.

• İyi bil ki, bu iş ne hayaldir, ne rüyadır. Gerçekten olmuştur. Namazı kılalım, mescitten çıkalım, adam gönderip karını ve çocuklarını getirtelim.

Hep birlikte cuma namazını kıldılar. Mescitten çıktıktan sonra, o şehre mektup yazdılar ve dânişmendin karısı ile ço cuklarını getirdiler. Münkir dânişmend, iradet getirdi ve şeyh in elini tuttu, tövbe etti ve ölünceye kadar şeyhin hizmetinden ayrılmadı.

Camide abdestini tazelemek için bir müridini mescidin içinden Bağdat'a iki senelik yere atarak abdestini aldırması yalanı (S.432-433)

İşte, mürşid-i kâmilin zamanı döndürmesi böyle olur. Amma, iş bu kadar da değildir. Onlar, mekânı da tayyederler.

Nitekim, Şeyh Abdülkadir-i Geylâni kuddise sırruh, bir gün mescitte halka vaaz ediyordu. Cemaat gayet kalabalıktı. O kadar ki, dışarı çıkmağa imkân kalmamıştı. Dervişlerden birisine, minber dibinde otururken, abdest tazelemek icabet ti. Derhal, Hazret-i şeyhin mübarek yüzüne baktı. Dervişin hali, şeyhe malûm olmuştu. Minberden bir lâhza kaybolur gibi oldu, halk oturup kalktığını zannetti. İşte o bir lâhza içinde şeyh, dervişin elinden tuttu ve mescit duvarından dışarı attı. Derviş, kendisini ıssız ve tenha bir sahrada buldu. Kaba bir ağaç vardı ve bir pınar akıyordu. Hacetini gördü, pınardan abdestini aldı, iki rekât namaz kıldı ve tekrar mescide gitmek istedi. Biraz aşağı doğru yürüdü. Nereye gideceğini bilemedi. Gördüğü ve bildiği bir yer değildi. Biraz durakladı ve etrafına bakındı, karşıdan birisinin gelmekte olduğunu gö rerek ona yaklaştı, yol sordu ve aralarında şöyle bir konuşma oldu:

• Nerelisin?

• Bağdat'ta sultan Abdülkadir dervişlerinden bir dervişim.

• Ne diyorsun? Burası yorga at gidişi ile Bağdat'a iki yıllık mesafededir.

• Peki, ben şimdi ne yapacağım?

• Sen bir kenara çekil, otur. Seni buraya kim gönderdiyse, yine aldırır, hiç merak etme.

Derviş, bir kenara çekildi ve tevekkülle beklemeğe başladı. Tam bu sırada, Hazret-i Şeyh minberden yine elini uzattı ve dervişi alarak mescitte oturduğu yere bıraktı. Ancak, bu hali dervişten başka kimse bilmedi. Çoğu, o dervişi kendileri gibi saatlerden beri ders dinliyor sanıyordu.

İşte, o sultanın mekânı da kendisine tâbi etmesi de böyle olur.

Zira Allah Teala müridlerimden hiçbirisini ateşe koymayacağına dair söz verdi yalanı (S.436)

a) Her kim ki bana intisap ederse, onu kabul eder ona yönelirim

b) Kabirde hiçbir müridimi korkutmamaları için münker ve nekir meleklerini yakaladım yalanı (S.436)

Müridim iyi olmadığı zaman, ben iyiyimdir. Rabbimin izzeti hakkıyçün, ben şarkta bulunduğum halde, elim devamlı olarak garptaki müridimin başı üstündedir. Eğer, onun bir ayıbını sezersem, doğudan elimi uzatır ve onu örterim. Rabbimin izzetiyçün, kıyamet gününde benim bütün müritlerim geçinceye kadar cehennemin kapısında duracağım. Zira, Allahu teâlâ müritlerimden hiç birisini ateşe koymayacağına dair bana söz verdi. Her kim, bana intisap ederse, onu kabul eder ve ona yönelirim. Kabirde hiç bir müridimi korkutmamaları için Münker ve Nekir meleklerini yakaladım.

Tasavvuf dininde müridin iman edeceği 5 şartı yerine getirme farzı (S.438-439)

1) Şeyh edindiği ve müridi olduğu kişiye temiz bir itikatla bağlanmaktır.

• Onun huzurunda, bütün mal ve mülkünden tecerrüt etmektir.

• Sıdk ve gerçekliktir.

• Kendisini şeyhine satılmış bir köle gibi teslim etmek ve o ne dilerse öyle yapmaktır.

• Onun elini tutup tövbe etmek ve bütün mâsiyyetlerden kaçınmak suretiyle, onun muhabbetini gönülde sağlamlaştırmaktır. (O kadar ki, şeyhi kendisine oğlundan, kızından, malından, mülkünden ve kendi nefsinden bile sevgili olmalı, gönlü onun muhabbeti ile dolmalı, ondan ayrılmağa asla razı olmamalıdır.)

Üstadı olmayanın üstadı şeytandır yalanı (S.441)

Üstadı olmayanın, üstadı şeytandır, demişlerdir,

Görmez misin ki, Resul aleyhissalâtü vesselamın dahi üstadı Cebrail aleyhisselâm idi. Tâbiiyinin üstadı ashab-ı kiram idi. Tebe-i tâbiiynin üstadı da, tâbiiyin idi. O zamandan bu zamana kadar hep bu silsile ile gelmiştir. Üstadlık, şakirtlik, şeyhlik ve müritlik böyle sürüp gidecektir. Eğer, taliplerin kökleri kesilse, şeyhlik dahi —Ne'ûzü billah— kesilir ve âlemin nizamı bozulur ve kıyamet kopar. Âlemin nizamına sebep olanlardan birisi de şeyhlerdir. Şeyhler ise, sadık müritlerden hâsıl olur. Sadık müritler ve âşık talipler, şeyhin hükmüne ve terbiyesine teslim oldukları zaman, şeyhin bâtınından onların bâtınlarına hal sirayet eder. Nasıl ki, bir ışık bir ışıktan nur alır. Bir yanan mum, yüzlerce yanmayan mumu uyandırır. Ne zaman ki, ikisinin arasında perde kalmaz ve ikisi buluşurlarsa, şeyhin sözleri müridin gönlüme girerek orada karar eylerse şeyhin sözleri ona nefis haller getirir. Şeyhten müride hal intikal eder. Ne zaman ki, mürid şeyhe güzel bir edeple musahip olursa, kendi nefsini ona teslim ederse, kendi iradesini bırakıp şeyhin iradesi altına girerse, te'lif-i ilâhi olur, şeyh ile kendisinin arasında kalp imtizacı ve ruh irtibatı husul bulur. Mürit de, şeyhi ile kalbi irtibat ve ruhî imtizaç tesis ederek kendi ihtiyarını terketmekle edeplenir ve o mertebeye yetişir ki, şeyhten fehmeylediklerini, Al lahu teâlâdan da fehmeylemeğe başlar.

Şunu iyi bil ki, bütün bu hayırların başlangıcı, şeyhin huzurunu bilmek, ona tâbi olmak ve onun rengine boyanmak tır. Şeyhin huzurunda bulunurken, hiç ses çıkarmadan otur malıdır, hiç bir suretle söz söylememelidir. Meğer ki, şeyhi söylemesi için ruhsat vermelidir ki, bunda dahi elbet bir hikmet vardır, onu ancak şeyh bilir. Mürit, şeyhin huzurunda deniz kenarında oturan ve rızkını bekleyen birisi gibi oturmalıdır. Zira, şeyh bir deryadır ve müridin beklediği de o deryadan baha biçilmez inciler zuhurudur. Onun için, can kulağı ile şeyhini dinlemelidir. Eğer, şeyh konuşmuyorsa, sessizce huzurundan ayrılmalı ve hizmetinde bulunmak için can atma lıdır. Şeyhin başından bir dünya işini alırsa, kendisine de bir çok faydaları olur.


Tam Müzekkin-Nüfus - Eşrefoğlu Rumi – Salah Bilici Kitabevi, İst-1979
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Onların Alemi - Ahmed-el Rufai , Çev.Abdülkadir Akçiçek
1712432709858.png


“Kendimi bir anda Beyt-i Mukkades'de buldum.” Yalanı (S.94-95)
Abdülvahid b. Zeyd anlatıyor;

• Ben, Beyl-i Mukaddeme gitmek istiyordum. Bu niyetle yola çıktım. Bir süre devam ellim. Sonra, yolu şaşırdım Ne tarafa gideceğimi kestiremeden öylece durdum. Aniden önüme bir hanım çıktı. Onu görünce, biraz ferahladım ve sordum:

• Yabancı, sen de mi yolunu şaşırdın?
Buna karşılık bana şöyle dedi:
- Onu bilen nasıl yabancı olur ve onu seven nasıl yolunu şaşırır?

Bundan sonra, bana şöyle dedi:
- Bastonumun ucunu tut ve önden yürü

Haliyle bastonunu tuttum; yürümeye başladım. Bu yürüyüş, sanırım ki, yedi adım kadar oldu. Pek farkında değilim; Belki de, altı veya sekiz oldu: Kendimi Beyt-i mukaddes le buldum. Acaba şaşırdım mı? diye, gözümü oğmağa başladım ve kendi kendime:

- Herhalde bir yanlışlık oldu.

Dedim, Ben, öyle söylenirken, o hanım bana döndü ve şöyle dedi:

- İşte, senin bu yolun zahirilerin yoludur. Benim yolum ise ariflerin yoludur. Zahidler yürür: ama arifler uçarlar. Bana gelince, hem yürüyenlerdenim; hem de uçanlardanım..
Böyle dedikten sonra, güzümden kaybolup gitti.

“Boşlukta oturan ve elinde yakuttan bir sürahiyi bana uzatarak suyu aldım.”Yalanı (S.95)

Ebu İmran Vasitî anlatıyor:

Denizde, gemi içindeydik; yolumuza devam ediyorduk. Aniden gemi delindi ve nihayet parçalandı. Ben ve zevcem kendi Başımıza kaldık. Zevcem çocuk doğurdu; çok hararetlenmiş olacak ki, benden su istedi. Bir şey diyemedim. Başımı semaya doğru kaldırdım. Birden güzüme, gökyüzünde biri çalındı. Boşlukta oturuyordu. Elinde Kırmızı yakuttan bir sürahi vardı. Alim zincirle onu sarkıtıyordu. Bana kadar uzattı. Suyu aldım. Onun bu halini sordum; bana şu cevabı verdi:

Şahsi arzularımı bırakınca Allah, böyle yükseltti.

“Haccac'ın adamları kapıyı kesti. O anda kendimi Ebukubeys dağında buldum.” Yalanı (S.96)

Abüülvahid b. Zeyd anlatıyor:

• Ebu Asım'a bir gün sufle sordum:

• Kani bir gün, Haccac-ı Zalim seni çağırtmıştı. Her halde öldürecekti, O zaman nasıl oldu?

Bana anlat: Şöyle anlattı:

- Bir gün evdeydim. Haccacın adamları kapıyı kesti, Davetçi içeri girecekti. Bu arada bana bir baygınlık geldi. O anda bana doğru uzanan bir el gördüm; elimden tuttu. Bir adım kadar çekti. Yahut daha fazla.. Sonra. Kendimi Ebu kubeys dağında gördüm. Hepsi bu kadar.

“Elindeki asa ile taşa vurdu ve su fışkırdı ve su içtim.” Yalanı (S.96-97)

İbrahim Edhem anlatıyor:

- Bir gün, yürüyordum; yolum bir çobana uğradı. Ona:

- Yanında süt veya su gibi içilecek bir şey var mı? Diye sorunca, bana:

- Hangisini seviyorsun? Onu söyle.. Su mu istiyorsun, yoksa süt mü?,. Dedi.

Bunun üzerine ben:
-Su.

Dedikten sonra; elindeki asası ile Geride duran taşa vurdu, taştan ses çıkmadı; Aniden su fışkırmaya başladı. Kar gibi soğuktu; bana baldan daha tatlı geldi, içtim.. Hiç sesimi çıkarmadan durdum. Hayretle çobana bakıyodum. Bana şöyle dedi

- Hayret etme, bunda yaşılacak bir şey yok.. Kul, gönülden Allah'a bağlanırsa . her şey onun emrinde olur.

“Rabia hatun duvarda asılı seleye elini vurur ve isteği yemeği alır, yerdi.” Yalanı (S.97)

Hasan-ı Basrînin çağdaşı Rabia Hatun'un evinde bir sele bulunurdu. Bu sele duvarda asılı dururdu. Her ne zamarı yemek istese, seleye eli ile vurur; istediği yemeği alır yerdi.

“Selmani Farisi'nin yanında bir misafiri vardı.Bir kuş bir geyik istedi hemen geldiler.” (S.97)

Hasan-ı Basrî anlatıvor;

• B ir gün Selman-ı Farisi r,a, şehri dolaşmaya çıktı. Yanında bir de misafiri vardı. Önlerine bir geyik çıktı. Geyik koşarak gidiyordu Birtakım kuşlarda şemada uçuyorlardı. Selman-ı Farisî r .a.:

• Misafir var; bir besili kuş. bir geyik gelsin..

Der demez hemen bir kuş uçarak, bir de geyik koşarak geldi. Bunu göre misafir hayret etti ve:

- Gökteki kuşları, yerdeki hayvanları emrine hazır kılan Allah sübhandır.

Dedi.. Bunun üzerine Selman-ı Farisî misafire döndü ve söyle dedi.

- Buna şaşıyor musun? Halbuki şaşılacak bir şey yoktur , Sen, Allah'a itaat edene âsi olanı gürdün mü?

Elinde odun altın oldu ve tekrar oldu.” Yalanı (S.97--99)

Abdülvahid b. Zeyd anlatıyor:

- Şam yolunda, Eyyub Sahtiyan? ile yürüyorduk. Birden önümüze siyah bir adam çıkiı. Sırtında odun yüklüydü. Ona:

• Arab. Rabbın Kimdir?.. Deyince kızdı.

• Benim gibisine böyle bir sual olur mu?.

Dedi. Sonra başını semâya kaldırdı ve şöyle devam etti:

- Ya Rabbl. şu odunu altına çevir.

O odun, hemen altın oldu. Sonra, bize döndü:

- Gördünüz mü?,.

Dedi Daha sonra, elini açtı ve:

- Ya Rabbi. şu altını odun eyle..

Diyerek dua elti. O allın eskisi gibi yine odun oldu. Bundan sonra, şöyle dedi:

- Bırakın böyle şeyleri. Ariflerin hikmetli işleri bitmez.
Eyyüb diyor ki.

- Bu iş üzerine ben mahcup oldum. Adam bizi çok utandırdı. O ana kadar böyle mahcup olmamıştım.

Sonra ben:

- Yanında yiyecek bir şey var mı?

Deyince., yanında bir kavanoz vardı; onu gösterdi. İçinde bal bulunuyordu; rengi kar gibi beyazdı, kokusu da çok nefisti. O balı bize verdi; verirken de şöyle dedi:

- Ondan başka ilâh yoktur. Ona yemin ederim ki; bu bal arıdan değildir

Balı yedik. Fakat şunu diyelim ki: Ömrümüzde ondan daha t atlı bir şey yiyemedik Haliyle hayret ettik. Bizim hayret etliğimizi görünce;

- Allah'ı bilen için şaşılacak bir şey yoktur. Allah'a kulluk eden onun işlerine taaccüb etmez. Ve bu gibi şeyleri görmek için Allah'a ibadet eden camidir. Çünkü bunlarla avunan yokla kalır.

O silah zat, şaşılacak bir halet içindeydi. Onu bir daha göremedim. Yemin ederim ki: Onu, o günkü haliyle ne öldüğünü ve kim olduğunu anlayamadım.

“Hacca giderken bir ses geldi ve derenin hepsinin gümüş gördüm.” Yalanı (S.99)

. Yine aynı zat anlatıyor

• Hacca gidiyordum. TELBlYE(1) yapmak istedim Yanım da bir büyük bez vardı. Temizce yıkadım, sonra ikiye buldum; bir parçasını örtündüm, diğerini lâzım olur diye sakladım. Böylece yürüyordum; kulağıma bir ses geldi:

• Önündeki dereye bak.

Deniyordu. Baktığımda, derenin dolusunu gümüş olarak gürdüm. Gözümü yumdum. Onu geçtim. Va şöyle bir dua ettim:

- Ya Rabbi senden başkasına götüren ve senden başkasını isteten arzudan sana sığınırım.

. (1) LEBBEYK: Emrine geldim manasına gelir. Haccın şartlarından sayılır


“Benim ismimi ve babamın ismini bildi.” Yalanı (S.100)

İsmi bilinmeyen bir zat tarafından hikâye ediliyor:

• Yine ismi meçhul bir zat tarafından rivayet ediliyor:

• Hirem b . Hiyan şöyle anlatmış:

• Bir gün Dicle kenarında yürüyordum; karşıma biri çıktı Bana doğru geldi; selâm verdi. Yüzünde ariflerden oluğunu gösteren sir nişan vardı. Halini, hatırını sordum Bana:

• Rabbimiz sübhandır. Onun her dediği yarine gelir.
Hıyanoğlu Hirem, bu suallerden vazgeç. Sana lâzım olan işlere koyul

Bunun üzerine:

- Allah'ın rahmetine kavuşasın; benim ismimi ve babamın ismini nereden biliyorsun?.. Halbuki bugüne kadar seni hiç görmedim.
bu sözümden sonra; bana şöyle dedi:

- Öğrenmedin mi? Arif olanlar marifet nuru ile birbirlerini tanırlar.

“Zunnun ismini bilen kadın.” Yalanı (S.101-102)

. Yine Zünnun anlatıyor:

• Bir gün, Nil kenarında gezmeye çıkmıştım. Suya düşmüş bir kadın gördüm. Dalgalar onu. sağa sola çarpıyordu. O, bu halinde söyle diyordu:

• İla hi, bana yaptığını görüyor musun?

Yanına yaklaştım:

- Hanım,

Dedikten sonra şöyle devam ettim:

- Ondan şikâyet mi ediyorsun? Halbuki o, her iyinin ve kötünün sahibidir.

Bunun üzerine bana şöyle dedi,

- Ey Zünnun, senin öyle bir halin var ki ancak ondan olursa, şükredersin. Darılacağın zaman da, ondan ona darılırsın..

Sordum:

• Hanım, benim ismimi nereden biliyorsun?..
Söyledi:

Cebbar olan ulu Allah'ın nuru ile biliyorum

Kişi için gaybi bir soruya “Ben bilirim.” Yalanı (S.104)

Hırem b. Hiyan anlatıyor

• Üveys b. Âmiri gördüm. Selâm verdim:
-Sana da selâm olsun; ya Hirem b. Hıyan, Deyince sordum:

• Benim ve babamın ismini nereden bildin?..

- Ben bilirim. Senin ruhun benim ruhumdur. Bunu, Rabbıma karşı olan marifet nuru ile anlıyorum.

Onların Alemi - Ahmed-el Rufai, Çev.Abdülkadir Akçiçek, Rahmet Yayınları, 3.Baskı, İst-Tarihsiz.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İnsanın Yüceliği ve Guénoniyen Batınilik - Zübeyir Yetik
1694816022488.png


Tasavvuf'un üç vechesi (S.131 136)

" Tasavvuf konusunda ve dolayısıyla şu âna değin söylenmiş olanlar ve bundan sonra da söylenecekler çevresinde kimi "yanlış" değerlendirmeler yapmamak, "ya nılgı" türü yargılara saplanmamak için bir noktayı daha aydınlatmakta yarar vardır:

"Tasavvuf, belli bir anlam yükü taşıyan, belirli bir içeriği olan salt ve yalın bir kavram olarak alınmamalıdır. Onu böylesine yalın bir bağlamda almak, çünkü, tek yanlı bir bakış olacağı için, sonuçta, kimi kargaşa ve an laşmazlıklara, tartışmaların sürüp gitmesine yolaçacakür.

Tutarlı bir belirlemede bulunabilmek için, kesinlikle, bu ad ya da kavramı "olay", "olgu" ve "oluşum" bazlarında, ayrı ayrı, irdelemek gerekecektir. Görüngü/görünüş olarak tasavvuf.. Gerçekliğiyle/durum olarak tasavvuf.. Ve, gelişimi içerisinde, süreç olarak tasavvuf.. Bunlardan her biri, tümü birden "tasavvuf diye anılsa da, bilinse de, her biri diğerinden ayrı bir özellik belirtir ve olayın ele alınışı sırasında bunu göz önünde bulundurmak kimi karmaşa ve kamaşmaları önler; daha sağlıklı bir yönelim için gerekli aydınlık ve sınırlamaları, bakış açısında ihtiyaç duyulan tutarlılığı sağlar.

"Olay olarak tasavvuf, bir görüngü, bir görüntü, bir görünüştür. Bilindiği gibi, görünüşler, olaya bakan kimselerin yorumlarıyla büyük ölçüde bağımlıdır.
Görüş, olayla ilgilenen kimsedeki değer yargılarına ve yerleşik sanılara, kanılara göre biçimlenir.

İslâm âleminde, hemen herkes denilebilecek ölçüde büyük bir çoğunluk, çocukluk yıllarından başlayarak "şeriat tarikat hakikat" vurgusunu işite işite yetişir. "Tarikat" in ve dolayısıyla "tasavvufun günübirlik dinden, şeriattan daha ileri düzeyde bir "dindarlık" olduğunu kabule hazırlayıcı bir "iklim"in çok ustaca bir biçimde oluşturulmuş olmasıdır, buna yol açan. Veli menkıbeleri, türbe ziyaretleri, rüyalar, kimi psikolojik anlatılar, şunlar ve bunlarla kurulmuş, geliştirilmiş ve besleneduran bir iklim..

Daha "üst" bir katmanda görünmek isteyenlerin "tasavvuf! hikmet"ten söz etmeleri, "ehl i tarik" kimsele rin düz müslümanlar karşısındaki tafraları, eksik ve yanlışlarının bilincinde olan müslümanlann bu eziklik içinde yakalayamadığı "tamamiyet"in özlemiyle "acaba tarikat mı?" diye düşünürken diğerlerinin tafrası karşısında "ben kim, tarikat kim?" türü ikinci bir "eziklik"e yuvarlanmaları, özellikle de binlerce kimbilir belki de onbinlerce yıllık bir "birikim"in desteğinde "insan psikolojisi" ve etkileme yöntemlerini iyi bilen "dai/çağırıcı" kimlikli propagandistlerin çabalan da anılan "iklim"e katılınca, "düz müslüman"ın gözünde, tarikat ve dolayısıyla tasavvuf, çok önemli, erişilemez, dil uzatılamaz, imrenilmesi gereken, en azından saygı duyulacak bir "kurum" konumuna gelmektedir.

İşte, "tasavvuf" bir "olay" olarak, bir "görüngü" olarak, budun Dinine daha iyi sarılma yöntemi.. Ustaca ser gilenen bir tablonun çekici görüntüsü...

"Olgu olarak tasavvuf ise, kesinlikle, bu görülenden ya da sanılandan çok daha farklıdır, İslâm'ı daha iyi yaşayabilmek, kötülüklerden uzak kalabilmek, ALLAH rızası na çok daha fazla yaklaşabilmek gibi amaçlarla, zahid ve muttaki kimlikler edinmek üzere şu ya da bu tarikatta bulunanlardan hiçbirine herhangi bir inancı isnat etmek sizin ve hiçbirinin dinsel duyarlılığına gölge düşürmeksizin ve hiç kimsenin inanç ve ibadetleri konusunda yargı da bulunmaksızın hemen belirtelim ki, "tasavvuf, adına "islâm Tasavvufu" da deniliyor olsa, ALLAH'ı "tevhid" biçiminden "Kitab"a bakış tarzına, Peygambere/peygamberlere iman konusundan "ahiret" anlayışına varıncaya dek her bakımdan ve her alanda ve her yönüyle Hazreti Muhammed'in getirdiği islâm'dan daha başka bir "İslâm"dır. Ve, bu başkalık "varlık"a yönelik bakıştan, "bilgi"ye ilişkin değerlendirmeye dek her alanda gözlemlen mekte; hatta, "ibadet" anlayışına kadar uzanmaktadır. Nitekim, ileride, yer yer ve zaman zaman bu farklılıklar, "karşıt" denilebilecek boyutlara varan bu farklılıklar vurgulanacaktır. "Olgu olarak tasavvuf, yani, tasavvu fun gerçeği, özü, "has oda"dakilerin taşıdığı iman, "ketumiyet" sebebiyle ve "anlatılsa da anlamağa takat getire mezler" gibisinden bahanelerle gizlenen temel inançlarla biçimlenen sistem, bu... Kendi deyimleriyle, açıklandı ğında taşlanmalarını gerektirecek ilke ve düşünceler, bunlara olan iman.. Ve, gerçekte, "insanlığın ortak mirası"... Üzerine "peygamber varisi" yazılmış bayrağı ellerinde sallayıp durmalarına karşın, "velayet"i "nübüvet"ten üstün sayıcı bir anlayışla "velayet" sahibi olduklarını öne süren bu kimseler, evet, gerçekte "peygamber varisi" değil de, "insanlığın ortak mirası"nın varisleri. "Olgu olarak tasavvuf, işte, böyle.

Aşamalar:

"Oluşum olarak tasavvufa gelince... Tasavvuf bağlılarınca "ilk sûfiler" olarak tanıtılan müslümanların hayır lıları, gerçekte ve gerçek bir süreç bağlamında bir oluşum zincirinin ilk halkaları olmadıktan halde böyle gös terilip, tüm müslümanların imrendiği ve öykündüğü kimlikler olarak, "tasavvuf propagandacılığı bağlamında birer "ökse", "tasavvufu savunma ve aklandırma doğrultusunda ise "sığınak" olarak işlevlendirilen bir konumda değerlendirilmişlerdir. Oysa, bu hayırlı kimselere yönelik bu tutumları, gerçek anlamda içten ve sadık bir "izleyicilik" değil, starateji ve taktik gereği başvurulan bir sahiplenmedir.

Nitekim, "'sûfiler"in yaptıkları ilk iş, bu "izlerince" gittiklerini öne sürdükleri kimselerin davranış biçimlerini çarpıtarak benimsemek ve anlatmak olmuştur. Onların günübirlik yaşamda uyguladıkları Kur'an ve Sünnet'e da yalı ölçüler, "sûfiler" eliyle yorumlanarak, farklı içerikli bir yapıya oturtulmuştur. Bu, "tasavvufun oluşumu doğrultusundaki birinci aşamadır ve bu aşamadaki yorumlardır ki, Kur'anî kavramlar çift anlamlı bir görünüşe büründürülmüş; Kur'an ı Kerim'de ya da Hadislerde geçiyor olmasından ötürü hiç kimsenin karşı çıkmayacağı, tersine, dört elle sarılacağı "kelime"ler bu yanıyla "ökse", gibi kullanılmış ve yakalananlara da aynı kelimeye yük lenmiş daha yeni anlamlar "ilkah edilerek/aşılanarak" insanlar birer ikişer dönüşüme uğratılmıştır. Bir ağaca bir başkasından getirilen çubuğun aşılanması gibi.. Gövde aynı olsa da, işte, ağaç, aşılanan çubuğa göre meyve verecektir. Ve, nitekim, islâm gövdesine "yorumlar" ve "yorumlama"larla yapılan aşı sonunda, o gövdeden "insanlığın ortak mirası"nın meyveleri fışkırmağa başlamış tır. Bu meyveler, kesinlikle İslâm'ın değildir ve "oluşum olarak tasavvuf bağlamında ilk başkalaşım bu noktada, böylece başlamıştır. Bu olayı, biz, İslam'ın diğer inançları tasfiye ederek özümlemesi diye alamayız; bu yöndeki düşünceleri doğru sayamayız, çünkü, gövde islâm'ın olsa da meyve onun değildir ve Muhammed Ümmeti, Muhammedi olmayan meyvelerden gıda almağa, beslen meğe başlamıştır. Bu tutum, "izince gitmek" değil, belki kendi verimlerini bir başkasının açmış bulunduğu kanal dan yararlanarak diğer insanlara ulaştırma eylemidir ve bu durumda da izleyicilikten çok "kullanıcılık" söz konusu edilebilir.

Oluşum olarak tasavvufun oluşma sürecinin ilk basamağındaki "yorumlama"nın hemen ardından "kavramlaştırma" diye adlandırılması mümkün bir aşamaya girilmiştir. Aradaki fark şuradadır ki, ilkinde İslâm'ın günü birlik yaşama ilişkin ölçüleri yorumlarla yeni anlamlara kaydırılıp, beyinler bu doğrultuda koşullandırılmışken, ikinci aşamada, bu koşullandırılmış beyinler artık kabule hazır bulundukları kimi yeni kavramların kapısına iletilmişlerdir. "İnsanlığın ortak mirası" inanç ve düşünceleri kendi minderinde, İslâm adına, yenmeğe soyunmak gibi çok iyi niyetlerle ayağa kalkan Kelâm'ın da, savaşın sırasında, onların yöntemlerini kullana kullana dolaylı bir katılımda bulunduğu "felsefe"yle tanışık duruma gelmiş bir ortamda, bu iletilme işi, evet, doğrudan doğruya "felsefe"nin gündemlere alınmasıyla gerçekleştirilmişti. Çok geçmeden, "tasavvuf, kendi sorunsallarını felsefi" bir düzlemde ortaya koymağa başlamıştı. Artık; ruh, nefis, mana, madde, yaratıcı, yaratılış, varlık, yokluk, birlik, çokluk, evvel, âhir, kıdem, beka, fena, bilgi, vahiy, marifet, zaman, mekân, irade, eylem, durum, tutum, hatta: iman, küfür, günah, sevap, helâl, haram, mübah, mekruh, haliyle: farz, vacip, sünnet, en temelde de: zahir, bâtın gibi akla gelen ve gelmeyen bütün kavramlar "felsefenin aydınlığı"nda tartışılıyor, sonuçlandırılıyor, benimseniyor ve bu yolla da yeni bir "kavramlaştırma" yapılarak yeni yeni kavramlar Müslüman beyinlere, ruhlara, gönüllere, zihinlere işleniyordu.

Bu yeni yöntem hem uzun bir eğitimi, hem de tepki almamak için "gizli"liği gerektiriyordu. "Avamın kavrayamayacağı gerçekler"! kuşatma sevdasına düşenler, işte, andığımız bu "gereklilik"ten ötürü "özel" eğitime alını yor, bir yerlerden alınıp bir yerlere götürülme süreci ola rak gözlenen bu eğitim sırasında da, kavram ve yorumları benimsenen kesimin eğitim yöntemlerine de başvurul uyor ve böylece, "öğretmenler" birer "mürşid", "öğrenciler" birer "talip/mürid", "eğitim süreci" de "seyr i sülük" oluyordu. Kemâl noktasını Suhreverdî'nin "işrak" felsefesinde tutan "birden bire ve doğrudan doğruya aydınlanarak gerçeği bilme" eğilim ve yöntemi bu "seyr i sülük" sürecini oldukça karmaşık ve zorlu bir disipline dönüştürüyordu. Yola giren herkes Kur'an ı Kerim'de aranması gereken gerçeği ve gerçekliği, biraz daha fazla sını da dilemiş olarak, "seyr i sülük" yöntemleriyle "doğrudan doğruya" bulma, ele geçirme, "keşf' etme amacıy la didinirken, bu arada, "dayanışma" ya yönelik bir "örgü tlenme" de kendini gösteriyordu: Tarikatler.

Kur'an İslam'ının yerine “Tasavvuf İslam'ı oturtulmuştur.” (S.141 143)

"Kur'an İslâmı"nın yerine "Tasavvuf İslâmı" oturtulmuştur. "

Muhasibi ve Cüneyd gibi isimlerle başlayıp, Serrac ve Kelabazi gibi kişilerle süren, Kuşeyrî ve Gazali gibi kimselerce geliştirilen, Şeyh'ül Irak Şeha beddin Suhreverdi ve Müceddid i Elf i Sanî Ahmed Serhendî gibi adlar eliyle de bir "öğreti"ye dönüştürülen " onarım" doğrultusudur. Kimi zaman törpüleme, kimi zaman gerekçelendirme, kimi zaman tevil etme, kimi zaman dengeleme biçiminde gerçekleştirilen bu "onarım", "başkalaşım" sürecinin "islâm'ı başkalaştırma"ya koşut yürüyen bu "islâm'da başkalaşma"ya yolaçıcı kolu, ger çekten de, oldukça ilginç bir serüven yaşamıştır. Bu doğrultudakiler islâm'ın "sufiler"den yediği darbeler üzerine, sözümona, bu darbelerin açtığı yaralan onamağa çalışır larken, gerçekte, "tasavvufu onarmışlar; İslâm'ın savunmasını yapıyor çabaları içindeyken, bu çabalarıyla, hep, yine mutasavvıflara sarılabilecekleri gerekçeler, dayanabilecekleri dayanaklar, tutunabilecekleri tutamaklar, öne sürebilecekleri kanıtlar sağlamışlardır. Çünkü, bunlar islâm ile Tasavvufun her toslaşmasında, islâm'ın yara aldığım gördükçe, tutup da o yarayı savsaklanmış kimi ölçüleri diriltip onunla saracaklarına, hep, tokuşma sıra sında islâm'da yara açan Tasavvuf sivriliklerine bakmışlar, İslâm'ın o yanının noksanlığından ötürü yara aldığını sanmışlar ve islâm'ı sözüm ona yeni bir donanıma kavuşturmak için Tasavvufun o yanını alıp, hemencecik, İslâm'a yamama cihetine gitmişlerdir. Elbette, yama olarak getirilen parçanın İslâm'ın bünyesince dışlanmamasını, yamanın tutmasını sağlamak için de, islâm'ın ölçüle rini tevillerle "macun" yapıp, böylece elde ettikleri karışımı sündüre sündüre yamama işini gerçekleştirmişlerdir. Buysa, bir yandan, Tasavvufu kimi kavram ve kuramlarının İslâm'a eklenmesi, diğer yandan da o sivriliklerin "ilsak"ını sağlayan "macun"un dönüp dolaşıp Tasavvufu aklayıcı bir gerekçe olarak kullanılması ve dolayısıyla bu "öğreti"nin aklanması sonucunu verir olmuştur. Bu; tasavvufun kimi kavram, kuram ve yöntemleriyle "sağaltım" yapılmak istendiğine göre, gerçekte, bilincinde olmaksızın da olsa İslâm'ı eksik ve yetersiz görüyor olma anlamını taşır. Oysa, Yüce ALLAH'ın "tamamladım" dediği, seçtiğini bildirdiği bir "din"de eksiklik varmışcasına "tamamlama" işine kalkışmak, tek kelimeyle, abesle iştigaldir...

Yukarıda "yamama" benzetmesi yapmış olmamıza karşın, olay, gerçekte bir "işgal" olayıdır ve İslâm'da baş kalaşma da, işte, bu "işgal"in sonunda ortaya çıkmıştır. Şöyle:

"İslâm'ı başkalaştırma" sürecini yürütenler olarak işlevlenen birinci kolun güdücüleri eliyle getirilen, üreti len, türetilen herhangi bir kavram, bir kuram ya da bir yöntemin, birden, İslâm'a özgü alan içinde kol gezdiği görülmüştür; görülünce, görüldüğünde... Ne pahasına olursa olsun bunun İslâm'la bağdaşır yanı olmadığını belirterek, onu tardetmek ve gezdiği yerleri de dezenfektanlarla temizlemek gerekirken, buna güç yettirilemeyince, "İslâm'da başkalaşma"ya yol açan diğer koldakilerce Ayet ve Hadis'lerin tevili ile ona bir İslâm elbisesi giydi rilmek istenmiştir. Elbisenin giyene uydurulması için de, elbette, daraltma, genişletme, kısaltma, uzatma, kesimini değiştirme gibi yollara başvurulmuş; böylece rengi tutsa da biçimi uymayan bir giysi ile o kavram, kuram ya da yöntem, sözüm ona, İslâmîleştirilmiştir... Bir, iki, üç, dört, beş, onbeş, yüzbeş, binbeş... Derken, birden bire islâm'a özgü alanın bu tip giysiler içindeki kimselerce işgal edilmiş bulunduğu bir durum ortaya çıkmıştır. Bu ga ı rip elbise içindekilerin yürüyüşü, oturuşu, kalkışı, bakışı, susu ve busu başka olsa da, hatta elbisenin kesimi değiş ik bulunsa da giyilenin rengi "İslâmlaştınlmıştır" ya, öyleyse, iş bitmiş; sorun kalmamıştır. Ama, gerçekteyse, işte, o elbiseyi giymekle birlikte kendi asal kimliklerinden ödün vermeyenlerin sayısı arttıkça ve kimi müslü manlar da, elbisenin rengine aldanıp, İslâm sanarak ve sayarak, onlar gibi davranmağa başladıkça, "işgal" olayı tamamiyetine ermiştir. Tasavvufa, adını andığımız kişi lerce, yavaş yavaş, islâm'ın rengini taşıyan, ama, biçim de ve kesimde Islama uymayan elbiseler giydirildikçe, islâm'ın alanının "işgal" altına düşmesi ile birlikte "baş kalaştırmacı"lara da bu alanda dilediğince at oynatabile çekleri bir zemin oluşmuştur. Tasavvufu Kur'an'ın ve Sünnet'in dairesi içine sokmak isteyenlerin oluşturduğu bu kolun çabaları, işte, sonuçta "tasavvufun işgali altında" bir durumun ortaya çıkmasına; böylece, "islâm'da başkalaşma"ya yol açmıştır.

Tıpkı, gayrimüslim kadınlarla evlenme durumunda veya alışkanlığında olan bir köy halkının, dindarlıkların dan ötürü onları o halleriyle nikahlamak istemeyip de, adlarını değiştirttirip, "kelime i şehadet"i okutturarak kadınları "İslâmlaştırdıktan sonra" evlenmeleri ve bir gün gözlerini açtıklarında da, yeni kuşaklardan ötürü, köyde ki "müslüman isimler" ve "anlamı silinmiş kelime i şehadet" dışında herşeyin müslümanlıktan uzaklaşmış bulun duğunu görmeleri gibi; o da, görebilir, farkedebilirlerse...

Kemale eriş(S.146 153)

Hiçkimse yukarıdaki şu yargıyı saçma göremez, gösteremez; tutarsızlıkla "malûl" de sayamaz. Hatta, "aşın" bile bulamaz.

Şundan ki: Herhangi bir "şey", bir süreç sonucu oluş muşsa, o şey, sürecin herhangi bir noktasındaki durumuna göre değil, vardığı son yere, aldığı son biçime, ulaştığı "kemâlat'ına göre değerlendirilir. Diyelim ki, bir ağaç bildiğimiz "kırmızı elma" yemişini vermişse, o, odur. Elmayı o durumuyla değerlendirmek, elmaya ilişkin yargıyı o durumuna bakarak vermek gerekir. Tutup da, "efen dim, iki buçuk ay önceki duruma, tomurcuğa, çiçeğe bakılırsa, o çiçeğin durumu göz önüne alınırsa, bu elmaya kırmızı elma diyemeyiz; kırmızı elma demek yanlıştır; çünkü, o günkü durumuna göre, bu elmanın golden tü ründen olması gerekiyor, bu elmayı golden elma sayacağız, öyle sayılması daha hakçadır" diyen biri çıkarsa, bu na güleriz. Çünkü, elma, "kemâl" bulmuş haliyle ortada durmaktadır. Onu açıklamak için ikibuçuk ay önceki çiçeğinin durumuna başvurmak "saçma" olur. Ya da, işte, Oğuz Türkleri Anadolu'dadır. Bu tartışmasız bir gerçek tir. Buna rağmen, birisi çıkar da, "efendim, binikiyüz yıl önce bu Türkler Horasan havalisinde idi; bu yüzden Oğuz Türkler'inin nerede olduğunu anlamak için, onların oturduğu yeri öğrenmek için ille de o günkü duruma bakacağız, olayın gerçeği bugünde değil de o gündedir" di yecek olursa, kahkaha atarız. Çünkü, bu Türkler, bugüne göre, işte, Anadolu'dadır. Durum tesbiti için başkaca bir geriye bakışa gerek yoktur. Olsa olsa, "buraya nasıl gelmişlerdir?"in yanıtı için böyle bir bakış söz konusu olabi lir.

İşte, bunun gibi, "tasavvuf denilen süreç, nerelerden ve kimlerden ve nasıl gelmiş, geçmiş, gelişmiş olursa ol sun, kendi gerçeğini "öğreti" ye dönüştüğü ânda bulmuş ve öylece "kemâl"e ermiştir. Buysa, Muhyiddin Arabi ile gerçekleşmiştir. Şimdi, hiç kimse, tutup da, "tasavvuf o degildir de, Gazali'ninkidir, Serrac'ınkidir, Cüneyd'inki dir, Ebi Talip Mekki'ninkidir" diyemez. Çünkü, bunlar ve benzerleri "oluşum olarak tasavvuf sürecinde, yalnız ca birer aşamadırlar. Sürece katılımda bulunmuşlar, ama, ona "nihaî/soncul" biçimini vermemişlerdir, vereme mişlerdir. Ve, öğreti Muhyiddin Arabi elinde biçimlendi ği, son biçimini aldığı için de, elbette, onunla ilgili yargı, İbni Arabi'ye göre verilecek demektir. Evet, "tasavvuf olgusu"na ilişkin değerlendirme, doğal olarak, Muhyid din Arabi'nin olgunlaştırmış bulunduğu yapısına göre olacaktır.

Nitekim, günümüzde, Muhyiddin Arabi'nin öğretisi nin "alamet i farikası" olan "vahdeti vücud" inancının bütün "tasavvuf ekolleri"nce, tarikatların tamamı tarafından benimsenmiş olduğunu; bu yorumu ya da kuramı içine sindiremeyenlerin bile "hayır" diyecekken, kimi "te vil"ler yoluna gittiğini ve sonuçta onu reddetmediklerini, hele de, getirmiş bulunduğu "vahdet i şuhud" görüşüyle sözümona Ibni Arabi'nin bu kuramını çürüttüğünü ya da düzelttiğini öne sürdükleri imam Rabbani lakablı Ahmed Serhendî'nin izleyicilerinin bile, onun tarikatında bulunanların bile, Muhyiddin Arabî'siz bırakın, düşüne mediklerini yiyip içemediklerini, bakıp göremediklerini anımsayacak olursak, "tasavvufun "bu" olduğu daha bir açıklıkla görülecektir.

Buna karşın, birileri çıkıp da, "hayır efendim, tasavvuf bence şudur; tasavvufun gerçek olanı, şu dönemdeki ve şunun kitabındaki gibidir" anlamında birşeyler diyecek olsa, bu durumda üç olasılık sözkonusudur. Sözün sahibi ya sağlıksızdır, ya bilgisizdir ya da maksatlıdır.

Ya sağlıksızdır diyoruz, çünkü, birşeyin gerçeği durup dururken, o şeyi kendi sanısındakine benzer biçimde algılamak, varsayımda bulunur gibi varsayımında bulunmak, kesinlikle sağlıklı olmayan ruhsal bir tutumdur. Biz, şöy le ya da böyle kuruyoruz diye, tasavvuf, bizim o kurduğumuz gibi olmaz; ne ise, işte odur ve olduğu gibi de gö rülmesi gerekir.

Ya bilgisizdir diyoruz, çünkü, şu çok bilinen Hint öyküsündeki gibi filin belli bir yerini tutup da, tuttuğu yere göre, fil için, hortum, direk, kumaş gibi benzetmeler yapan kimse örneği filin bütününün bilgisinden yoksundur. Tutarlı bir değerlendirme yapabilmek için, kesinlikle, bu yoksun bulunduğu "bilgi"nin bütününü edinmek zorun dadır. Belli bir noktada kalmayıp, olayın bütün geçmiş ve geleceğini ve özellikle de kemâl halini öğrenmek.. Üstelik, bunu yaparken de, tasavvufu, sözüm ona, islâm dairesine sokmağa çalışan Gazali ve Herevi gibi kimse lerin zorlamalı açıklamalarıyla değil de, tasavvufu geliştiren, onun oluşmasına katkıda bulunan Atlar gibi, Irakî gibi, Konevî gibi kimselerin geliştirdiği çizgiyi izleyerek olayı öğrenmek durumuyla karşı karşıyadır. Bu yolla bilgisizlik giderilirse, görülecektir, "oluşum olarak tasav vufun ucu, kesinlikle, tâ başlarda vurguladığımız "olgu olarak tasavvufa çıkmakta ve bunun da islâm'la bağdaş maz ve uyuşmaz bir öğreti olduğu kesinlik kazanmaktadır.

"Ya da maksatlıdır" diyoruz, çünkü, tasavvuf öğretisi ni, daha doğrusu islâm tarihinde ve aleminde "tasavvuf" adıyla bilinegelen "kadim gelenekler"in ürünü "öğreti"yi yaymak isteyenler, tâilk insan toplumlarından bu yana, kendi gerçeklerini gizlemek yolunu tutmuşlardır, insanıma göre ve yöneldikleri kimseleri kendilerine çekecek oranda ve doğrultuda bir "açıklama" yapıp, böylece aralarına katılan kimseleri milim milim yürüterek, "sır" ha indeki asıl öğretilerini aşıladıkları, bu işde "aşama"yı hep gözönünde tuttukları bilinen bir gerçektir. Bu, Mısır'da da böyle olmuştur, Babil'de de... iran'da da böyle olmuştur, Yunan'da da... Hıristiyanlıkta'da böyle olmuş tur, müslümanlar arasında da.. Yahudilikte'de böyle ol muştur, Masonluk'ta da.. Büyücülükte de böyle olmuş tur, astroloji'de de.. İhvan'us Safa'da da böyle olmuştur, "Gül Kardeşler" şövalyeliğinde de.. Sayın sayabildiğiniz kadar.. Hep, böyle... Yaşanılan zaman ve toplumdaki en geçerli ve beğenilir bir "tutum"u yem olarak atacaksınız, ilgilenenlere yanaşacaksınız, bir tartımdan geçirip hangi noktadan yakalayacağınızı belirleyeceksiniz, sonra da ürkmeyeceği bir düşünceyi "esas" gösterip, aranıza alacak ve alıştıra alıştıra öğretinizin tamamını "talip"in bey nine işleyecek, gönlüne kazıyacaksınız... Genel yöntem bu olduğu için, işte, "tasavvufu gerçekliği içinde değil de, ürkütmeyecek, hatta imrenilecek söz, tavır ve kişileri öne sürerek, onlarla özdeşleştirerek tanıtmak, ancak, maksatlı bir tutumdur. Bir stratejidir, bir taktiktir...

Gizlilik, burada bir kez daha belirtmemiz gerekir ki, "öğreti"nin özü ve içerik bütünüyle birlikte "adı"nı da kapsamış; özellikle bu "ad" zaman ve zemine göre sürekli değiştirilerek sonrakinin bir öncekiyle aynı şey ol duğu gerçeği gözlerden kaçırılmıştır. Bu değişikliğe, hep, "çağdaş" kavramları kullanma yoluyla "anlatım ye niliği" de eşlik ettirilip, buna bir de ayrıntıdaki kimi fark lı görüntüler de eklenince, işte, "öğreti", çeşitli adlar ve görünüşler altında, ama özünde, ilkelerinde, kuramında, sisteminde ve yönteminde, asal inançları ve temel düşün celerinde "sabit ber kadem" bir durumda sürüp gitmiş, bugünlere gelmiştir.

Görüldüğü üzere, hiç kimsenin kendince bir "tasav vuf öne sürmesi ya da şu veya bu kişinin düşünce ve görüşlerine dayanıp da, "benim tasavvuf anlayışım şudur; tasavvuf işte budur" diyebilmesi mümkün değildir. Hele de, yukarıda da değinildiği üzere tarikatların tümü İbni Arabi sonrasında ve zaman içinde ona "ittiba" et mişken ve zikir, terbiye gibi kimi yöntem farklılıkları, hiçbir zaman, özde ve asılda, kuram ve sistemde "fark" sayılamayacakken... Hala tutup da, "gerçek tasavvuf ya ı da tasavvufun gerçeği, kendi maksad ve iradesini Yüce ALLAH'ın maksad ve iradesinde fani kılan vahdet i kusud' lehlinin yoludur ve bizim de yolumuz böyledir" deyip, kimi adları sıralamanın.. Ya da, benzeri bir tutumla, "ger çek tasavvuf ya da tasavvufun gerçeği, ALLAH'tan gayri olan şeylerden vazgeçerek, herşeyi O'nda görmeği hak bilen 'vahdet i şühud' ehlinin yoludur ve bizim yolumuz da budur" deyip, bu kez de başkaca isimleri sayıp dök menin pek anlamı olmasa gerektir. Çünkü, bu anılan "kavramlar" bir yanıyla "oluşum olarak tasavvuf süreci içinde, en sonunda, "vahdet i vücud"a varan birer aşama öbür yanıyla da "seyr ü sülük" sırasında "varılan" birer "vuslat" basamağıdır ve en üstteki basamak, yine, "fena fı'1 kusud", "fena fı'l şühud"un ardından "fena fi'1 vücud olmaktadır. Evet; "velayet nübüvetten üstündür" diye "Hatem ül Evliya" Muhyiddin Arabi'nin "öğreti"si bir yanda, "Hatem ül Enbiya" Muhammed Arabi'nin "öğreti"si öbür yandadır ve üstelik, ötekiler, "velayet nübüv vetten üstündür" diyen "imam"larının inancı uyarınca; kendilerinde bulunanın, berikilerde olandan daha "üstün olduğunu da sürekli haykırmaktadırlar.

Elbet, İbni Arabi'nin Hazreti Muhammed'in peygam berliğini inkâr gibi bir durumu, kesinlikle, yoktur; hatta diğerlerininkini de.. Mani'nin Hazreti Musa'yı peygam berlerden biri olarak saymayışı gibisinden istisnalar bir yanda tutulursa, gerçekte, zamanlar boyunca "mistik, hermetik, sabii, gnostik" adlarından hangisini seçerseniz seçin, hatta burada anılmayan hangi isimlerini kullanmış olursanız olun, onlardan hiçbirinin herhangi bir peygam beri inkârları, "hayır, bu, yüce ve seçilmiş bir kimse de ğildir; edip eylediğinin de nübüvvetle ilişkisi yoktur" de meleri de sözkonusu edilemez. Nitekim, gerek gnostikler ve gerekse Mitra inancının bağlıları Hıristiyanlarla kıya sıya savaşırlqarken, onlara, "İsa pergamber değildir" de memişlerdir de, "din'in hakikati bizdedir; siz onun peygamberliğine inanmağı sürdürün, ama, hakikate varmak için bizim yolumuzu izleyin" diyedurmuşlardır. Kaldı ki, anımsanırsa, inançlarının oluşturucusu olan kimseyi de "İdris"le özdeşleştirmek savında bulunmuş; böylece inançlarını yine bir peygamber olan Hazreti tdris'e da yandırmağa kalkışmış, öylece gösteregelmişlerdir. Çün kü, onlar, herşeye ve herkese "ruhaniyet" bağlamında yaklaştıkları için, "peygamberlerin ruhaniyet"lerinden de çıkar sağlayıcı bir yararlanma içinde bulunmaktan diriğ etmemişlerdir.

Ne var ki, herşeye karşın, "nübüvvet velayetten üs tün" olduğu cihetle bir "Nebi'nin/Habergetirici'nin" getirdiği haberlere uymaktan ise, "velayetlerine/dostlukları na" binaen Yüce ALLAH'la doğrudan bağlantı kurup, bu yolla bilgilenerek, bu bilgilerinin gereği bir iman ve ya şamı, evet, "başkaları" eliyle gönderilmiş bulunan "Haber"den yeğ ve üstün göregelmiş; bunun uyarınca bir iman üzere bulunmağı seçmişlerdir.

Bu durumda, Elçiler, onlar için ve onlar bakımından bir "yol gösterici" değil, Yüce ALLAH'ın kendileriyle bağlantı kurmuş bulunduğu birer "seçkin ruhaniyet"tir. Ve, üstelik, Elçi'ler ile ilişkinin Yüce ALLAH tarafından kurul masına karşın, kendilerinin Yüce ALLAH ile olan ilişkileri bizzat kendileri tarafından kurulmaktadır. Velayetin nü büvvete üstünlüğü de bundandır, buradadır.

"İbni Arabî konusunda uzman"hğı herkesçe bilinen E.A. Affifi'nin "İslâm Düşüncesi Tarihi" başlıklı ansiklo pediye "Şeyh'ül Ekber"în fazlaca hırpalanmamasına bü yük özen göstererek yazdığı "İbni Arabî" bölümündeki belirlemeleri, oldukça ilgi çekicidir. Ona göre, Ibni Arabî, islâm kadar kendi deneyiminin verimi olan öğreti sine ve kendi öğretisi ölçüsünde de islâm'a inanmaktadır. "Eşit derecede"... Bu yüzden, İbni Arabi'nin bir gözü içerdiği tüm ögeleriyle birlikte "vahdet i vücud" öğreti sinde, diğer gözü de islâm'dadır ve gözleri bu ikisi ara sında gidip gelmektedir. Bunun gereği ya da sonucu ola rak da, o, "gerçeğin nidüğü"ne ilişkin "vahdet i vücud" kuramı ile islâm'ın tek tanrıcılık inancını uzlaştırma gibi bir sorunla uğraşırken, her iki "öğreti"ye de eşit derecede "itibar" göstermekte; bunun sonucu olarak da, "İslâm'ın ALLAH'ının herşeyin özü ve nihaî zemini olan 'bir' ile aynı olduğu" görüşünde hiçbir çelişki görmemektedir.

Affifi'nin Ibni Arabî tarafından böyle bir "çelişki"nin görülmemiş olduğunu önesürmesine karşın, İbni Arabî, ikisi arasında "çelişki" görmemiş olsa bile, "ayrılık" ol düğünü belirlemiş ve bu ayrılığı da "felsefe"yi "Hermes'in/İdris Peygamber"in yasası sayıp, "Hazreti Muhammed'in yasası" gereği inançtan farklı olduğunu açık ça vurgulayarak belirtmiştir. Ve, nitekim, Affifi'nin de belirtmiş olduğu "İbn Arabi, İslâm'ı, pozitif bir dinden mistik bir dine dönüştürmüştür" gerçeği, işte, Hazreti Muhammed'in getirmiş bulunduğu yasalar yerine Hermes'in yasalarına uygun bir inancı geliştirmiş olmasının sonucudur.

Ve, Muhyiddin Arabi'nin bu "İslâm'ı pozitif bir din den mistik bir dine dönüştürmesi" olayını daha iyi belir lemek ve kavramak için, kimi geriye dönüşleri ve yinelemelerde bulunmağı gerektirse de, Hermes'e bir kez daha göz atacağız. Hermes'e, Hermetizm'e ve Hermetik İllâhiyat'a... Çünkü, ancak bu yolladır ki, hem İbni Arabî, hem onun dini, hem islâm'ın başkalaşımı ve hem de "yüceliş öğretileri" ve bu bağlamda da "islâm Tasavvufu" yahut salt tasavvuf çevresinde sağlıklı bir irdelemenin zemini elde edilmiş olacaktır.


İnsanın Yüceliği ve Guénoniyen Batınilik Zübeyir Yetik, Fikir yayınları, 1.Baskı, İst 1992
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
MAHMUT USTAOSMANOĞLU (Efendi hazretleri !)

1712432789994.png

1 - “İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz.”

(Mahmut USTAOSMANOĞLU başkanlığında bir heyet, Ruhu'l-Furkan Tefsiri, İstanbul 1992, c. II, 82.)

Bu anlayış sahibleri, yukarda zikrettikleri uydurma bir hadise dayanarak kabirlere, türbelere giderek veli dedikleri kimselerin hastalıklara şifa vesilesi olacaklarını sanırlar veya herhangibir olumsuz hallerinin düzeleceğine inanırlar.
Bu inanç sahibleri ve bunlar gibileri, inançlarını doğrulamak için de şöyle bir olayı hikaye ederler:


Bir değerli büyüğümüz bayram sohbetinde şöyle demiş:

"Benim bir hemşirem (kızkardeşim) vardı, yürüyemezdi. Adana'da o zaman bulunan bütün doktorlara gittik, dışarıda hepsine gösterdik çare bulamadılar. Nihayet bize dediler ki, Toroslarda bir zatın türbesi var, hastayı götürün orada bir gece durdurun. Allah'ın izniyle o zatın dua ve ruhaniyeti şifa vesilesi olur. Biz artık her türlü tıbbî ümidimiz kesildikten sonra oraya annemle birlikte hemşiremi sırtımızda götürdük. Geceleyin hemşirem birden bir feryad etti. Annem, acaba aklına, şuuruna bir şey mi oluyor, korkuyor mu? diye hemen yanına fırladı. Hemşirem halâ bağırıyordu. "İyi oldum, iyi oldum, yürüyorum, aman Allah'ım" diye haykırıyordu. Biz de hayretle yanına vardık. Sabahı beklemeden oradan döndük. Sırtımızda götürdüğümüz hemşirem yürüyerek eve geldi.”
(Bir Bayram Sohbeti, Altınoluk Mecmuası, Şubat l997, s. 13.)


2 - “Bir veli ölünce ruhu, kınından çıkmış kılınç gibi olur.”
(Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 67)

Bu anlayışa göre veli sanılan bir kimse öldüğünde ruhu, kınından çıkmış kılınç gibi olur. Yani; her zaman için kendisinden yardım istenilebilecek durumdadır.

3 - Mahmut Ustaosmanoğlu bir konuşmasında şöyle demiştir:

Biz Allah ile kullar arasında evliyâullahın ve meşâyih-i izâm (büyük şeyhler, veli kullar) hazerâtının ruhlarının (bu kimselerin kim oldukları Ruhu'l-Furkan, C.II, s.86'da daha açık bir şekilde geçmektedir.) vasıta olduğuna inanırız. Onların ruhaniyetinden istimdâd (yardımına çağırmak) eder, istiânede (yardımına istemek) bulunuruz".

4 - Mahmut Ustaosmanoğluna göre veli olmanın şartı şöyledir:
Veli olmanın başlangıcı kul ile Mevla arasına giren düşüncelerin, ve kulun, Allah'a olan yabancılığının ortadan kaldırılmasıdır.
Mevlanın ikramıyla Allahü Teâlâ‘nın dışında kalan herşey sâlikin (tarikata girmiş kimse) gözünden silinir, Allah’tan başkasını görmez hale gelirse, fenafillah yani Allahü Teâlâ’da eriyip gitme adı verilen devlet hasıl olur ve tarikat hali sona erer. Böylece seyr-i ilallah yani Mevla’ya doğru olan manevi yürüyüş tamamlanmış olur.
Bundan sonra seyr-i fillah (Allah'da yürüyüş) denilen ispat makamına girilir ve kalbe sadece Allah (Celle celâluh) yerleşir. İşte bunları kazanan kişiye “veli”, yani hakiki Allah dostu demek doğru olur.

Nefsi emmare (sürekli kötülük emreden nefis) mutmainneye dönüşür; küfründen ve inkarından vazgeçer. O Mevlasından, Mevlası da ondan razı olur. Nefsin tabiatında bulunan ibadetlere karşı olan isteksizlik hali ortadan kalkar".
( Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 63)

5 - “Manevi yolu iyi bilen ve salikleri o yola ulaştırabilen bir şeyh aramak şeriatın emirlerindendir".
( Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 63.)

6 - “Büyük Şeyh Mustafa İsmet Garibullah kuddise sirruhu hazretleri Risale-i kudsiyyesinde şöyle buyurdu: Hz. Ebu Bekr'e varıncaya kadar bütün silsilenden yardım istemeyi adet et. Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme vararak ondan da yardım iste. Şeyhini şefaatçı, aracı kıl ki, seni sevinçle doldursun".
(Ruhu'l-Furkan, c. II, s.86. )

7 - “Rabıta bir müridin, mürşid-i kâmilinin ru-hâniye-tiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir."
(Ruhu'l-furkan, c,II, s.64.)

8 - “Muhammed Halid Hazretleri, Risale-i Halidiye’sinde şöyle buyuruyor:
Rabıtanın en üstün derecesi, iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bakmaktır. Zira orası feyiz kaynağıdır. Ondan sonra mürşide karşı kendini alçaltarak, son derece tevazu ile yalvarmak ve onu Mevlâ ile kendi arana vesile kılmak üzere, mürşidin ruhaniyetinin hayal hazinesine girip oradan kalbine ve derinliklerine yavaş yavaş indiğini düşünüp, senin de peşinden yavaş yavaş oraya aktığını ve indiğini hayal ederek, şeyhini, kendi nefsinden geçinceye kadar hayal gözünden kaybetmemektir.”
( Ruhu'l-Furkân c. II, s. 79)

9 - “(Yusuf 12/24) ayetinin tefsirinde ekseri müfessirler, Allah dostlarının tasarruf ve imdadını (gücünü ve yardımını) açık-lamışlardır. Müfessirlerden Keşşaf, doğruluktan ayrıldığı ve Mutezile Mezhebinin (Mutezile, bir kelâm mezhebidir. Vasıl b. Ata ve taraftarları kurmuştur. İnsanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu, Allah'ın bu konuda kimseye karışmadığını savunurlar. Bir çok konuda farklı görüşleri vardır.) görüşüyle vasıflandığı halde Yakup aleyhisselamın ruhaniyyetinin, şaşkın-lığından parmaklarını ısırmış olduğu halde Yusuf aleyhisselama gözükerek “O kadından sakın.” dediğini açıklamıştır.”
(Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 65,66.)

10 - Ubeydullah el-Ahrâr es-Semerkandî hazretleri "Sadıklarla beraber olun." (Tevbe 9/119) âyetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sadıklarla beraber olmak, surette ve manada onlarla beraber olmaktır." Sonra da manevi beraberliği rabıta ve huzurla tefsir etmiştir ki, bu ehlince malum olan meşru bir iştir."
(Ruhu'l-Furkan, c. II, s.66.)

11 - “Şeyhin iki gözünün arası feyiz kaynağıdır. Rabıta yaparken iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bakılır... Sonra şeyhine karşı kendini son derece alçaltarak ona yalvarıyor, onu Allah ile kendi arasında vesile kılıyor."
(Ruhu'l-Furkan, c. II)

12- "Eğer sen, bir şeyhe bağlanmadan bin sene kendi başına Allah’a kavuşmak için inleyip dursan, böylece O, Mevla Tealayı bulman mümkün değildir. Sen o padişahlar padişahı olan Mevla Tealayı, onun aynası mesabesinde olan kamil insandan gözet. O, kamil insanın gönlüne girerek, Mevlaya varan yolu bul. Hemen onlara gönül bağlayıp Hakka gidelim."
(Ruhu'l-Furkân, c. II, Sf: 81)


13- Yılan doğuran kadın!
"Hz. İsa'nın yaratıldığı hakiki su, beşer olan annesinden mevcut olduğundan Hz. İsa beşer olarak zuhur etmiştir. Fakat neticede ikinci kat sema'ya kaldırılarak melek şekline girmiştir. Nitekim annenin cima halinde görüp hayal ettiği suretin doğacak çocuğa tesir ettiği bilinmektedir. Hatta bir kadının yılan kılığında bir insan doğurduğu, sebebi kadına sorulduğunda cima halindeyken yılan gördüğü rivayet edilmiştir. Bir kadının dört gözlü, iki ayağı da ayının ayakları gibi olan bir çocuk doğurduğu nakledilmiştir. Bunun da sırrı, o kadın kıpti (Mısır'lı) olup cima halindeyken kocasının yanında bulunan iki ayıya bakmış olmasıdır. Bedenleri dilediği şekilde yaratmasında Allah'ın birtakım sırları vardır ki Allah her şeye hakkıyla kadirdir.''
(Mahmud Ustaosmanoğlu, Ruhu'l furkan Kuran Tefsiri, C. 6, Sf: 138 Ahıska Yayınevi)
wEQInYZ.jpg


Mahmud Ustaosmanoğlu:
"Bana emir verildi, kızını üniversiteye göndereni tarikattan at. Üniversite akrep yuvasıdır. Ben bunu diyorum, siz isterseniz can verin oraya. Haberiniz olsun, İslam ile harp ediyorlar. İslam'a kurşun sıkıyorlar. İslam'a top atıyorlar."
(Mahmud Ustaosmanoğlu, Hikmetli Sözler, Sf: 104)

Mahmud Ustaosmanoğlu:
"Bu Mahmud, iki şeye fetva vermiştir: Eve televizyon girdiği vakit iman camdan çıkar. Bu sistemin okullarında kız talebe okutanların imanı tehlikeye girer."

(Mahmud Ustaosmanoğlu, Hikmetli Sözler, Sf: 106)

Mahmud Ustaosmanoğlu:
"Efendi babamdan (Ali Haydar efendi) duymuştum. Ahirette melekler seni yakaladığı vakit "ben nakşi tarikatındanım" desen seni bırakırlar."
(Mahmud Ustaosmanoğlu, Hikmetli Sözler, Sf: 402, Ahıska yayınevi, 3.baskı 2015 İstanbul)


Mahmud Ustaosmanoğlu:
İmam-ı Azam (Ebu Hanife) efendimiz rahmeti ilahiye'ye kavuşuyorken öldüğünden haberi yok. Bir de bakıyor ki Resulullah'ın meclisinde bulunuyor, yine anlamıyor öldüğünü. "Nedir bu, rüya mı görüyorum?" diyor. Sonra kalkıp abdest almaya yeltenince Resulullah "Ya imam! Nereye gidiyorsun?" buyurdu. O da "abdest almaya gidiyorum, namaz vakti geçiyor" deyince Resulullah, "Ya imam! Burası ahiret, burada namaz yoktur." buyurdu. O zaman anladı öldüğünü. İşte böyle adamların sünnetlerine uymamızı istiyor mevla (Allah). "İyi adamlara uyun" buyuruyor mevla.

(Mahmud Ustaosmanoğlu, Hikmetli Sözler, Sf: 20, Ahıska yayınevi)
0Ztb1nr.jpg



İmamı azam (Ebu Hanife) efendimiz çok haccetmişti. Bir defasında Beytullah'ın (Kabe'nin) içine girdi ve iki rekat namaz kıldı. Birinci rekatta Kuranın ilk yarısını, ikinci rekatta diğer yarısını okuyarak Kuran'ı hatmetti. Namazdan sonra ellerini açarak "Ya Rabbi! Bu Numan kulun sana hakkıyla ibadet edemedi ama seni hakkıyla bildi. Seni hakkıyla bilişin hürmetine sana hakkıyla ibadet edemeyişini bağışla" diyerek dua etti. Sonra hafiften bir nida (ses) geldi. "Numan kulumuz bizi hakkıyla bildi hem de hakkıyla ibadet etti. Onu ve kıyamete kadar onun mezhebinde çalışanları da affettim."
(Mahmud Ustaosmanoğlu, Sohbetler, Cilt 6, Sf: 124, Ahıska
yayınevi)
sSqYnEK.png




Mahmud Ustaosmanoğlu:
"Bir rivayete şöyle gelir: ’’ Bir insan ölse, arkasında 70 bin kelime-i tevhid okunulup ruhuna bağışlanılsa, cehennemde bile olsa tevhidin hürmetine çıkarılır. ’’Meşayıhtan bir zat bunu duyunca, acaba sağlam kaynaklı mı dır diye tereddüt etti. 70 bin kere kelime-i tevhid dedi, kimsenin ruhuna bağışlamadı. Bir gün davetli olarak gitmiş olduğu yemek ziyafetinde idi. Davetliler arasında bir çocuk da vardı. Herkes yemeğe başladı çocuk daha yiyecekti ki aniden kaşığını bıraktı ağlamaya başladı. O zat sordu ? ’’ Oğlum ne oldu ? ‘’ Çocuk : ’’ Efendim kısa bir süre önce annem vefat etmişti bir an onun yeri gösterildi bana, cehennemde idi alevler içersinde yanıyordu. Buna üzüldüm ’’ dedi. Bunun üzerine şeyh efendi bundan evel okuduğu yetmiş bin kelime-i tevhidi çocuğun annesinin ruhuna hediye etti. Bir süre sonra çocuk sevinçle tebessüm etmeye başladı. Şeyh efendi yine sordu ’’ Oğlum şimdi ne oldu ? Çocuk Efendim meleklerin annemi cehennemden çıkarıp cennete koyduklarını müşahede ettim. Dedi. Böylece şeyh efendinin de rivayetinin sıhatli olup olmadığı hakkındaki tereddüdü zail oldu."

(Mahmud Ustaosmanoğlu, İrşadül Müridin, Sf: 97-98, Yasin yayınları)


Mahmud Ustaosmanoğlu:
"Şeyhin sûretini şeklini hayal edip düşünmek, Allah'ın zikrinden üstündür"
(Mahmud Ustaosmanoğlu, İrşadül Müridin , Sf: 124)

zMf502E.jpg



Mahmud Ustaosmanoğlu:
"Namaz kıldık" diyoruz ama asıl namazın hakikatini Mevla Teala kılıyor. Dünyada en iyi namaz kılan insanın namazı, Mevla Teâlâ'nın kıldığı namazının sureti oluyor. Mevla Teâlâ gibi kim namaz kılabilir? Asıl kendisine lâyık namazı kendisi kılar. ..."
(Mahmut Ustaosmanoğlu: Sohbetler, Cilt: 6, Sf: 199, Ahıska yayınları)
1712432981936.png
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Abdülkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri - Dilaver Gürer

1694816096737.png

Şeytanların çöllerde kuruntuya düşürdüğü Geylani, velisi adına yalan söylüyor. (S.84-85)
İbnTeymiyye, şeytanın insanı aldatması konusunda Abdül "kadir Geylânî hakkında anlatılan şu meşhur menkıbeyi örnek ve rerek, herkesin onun gibi olması gerektiğini tavsiye eder:

"Şeytanın aldatmak gayesiyle güzel bir surette görünmesi hâdisesi birçok kişinin başına gelmiştir. Bunlardan bâzılarım Allâhu Teâlâ korumuş ve onlar karşılarında güzel surette duranın ha kikatte şeytan olduğunu bilmişlerdir, işte korunanlardan birisi de meşhur hikâyesinde şöyle diyen Abdülkâdir Geylânî'dir:

"Bir defasında ibâdet ederken, büyük bir arş ve üzerinde bir nur gördüm. O nur bana:

—Ey Abdülkâdir! Ben senin rabbinim. Başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım, dedi. Ben ona şöyle cevap verdim:

—Sen kendisinden başka ilâh olmayan Allah'sın, öyle mi ?!.. Defol, ey Allah'ın düşmanı!.

Bunun ardından o nur parçalandı ve karanlığa dönüşerek bana şunları dedi:

—Ey Abdülkâdir! Benden, dinindeki ve ilmindeki fıkhınla, sağlam kavrayışınla ve bir de ahvalde katetmiş olduğun derecen le kurtuldun. Yoksa ben, yetmiş kişiyi (kesretten kinaye) bu şekilde aldattım.

Ona o nurun şeytan olduğunu nereden anladığı sorulduğunda da şöyle der:
Bunu onun "başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım" sözünden anladım. Çünkü biliyoruz ki, şerîat-i Mu hammedî (s.a.v.) ne nesh olur, ne de değişir. Bu sebeple şeytan bana: 'Senin rabbinim' dedi. 'Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım' demeye gücü yetmedi."

Halüsülasyon görerek hayali varmış gibi göstermesi (S.86)
Rivayete göre, kendisine Muhyiddin denmesinin sebebi sorulduğunda Ab dülkâdir Geylânî'nin cevâbı şu şekilde olmuştur:

"521 (m. 1127) yılında bir cuma günü, rengi bozulmuş, cılız bedenli birisiyle karşılaştım. Bana:

"—es-Selâmü aleyk, ey Abdülkâdir!" dedi. Selâmına mukabelede bulundum. Sonra: "—Yaklaş," dedi. Yaklaştım.

"—Yanıma otur," dedi. Yanına oturdum. Birden, bedeni büyüdü, yüzü güzelleşti ve rengi açılıverdi. Ben bu durumdan korktum. Bana:

"—Beni tanıyor musun?" dedi. "—Hayır," dedim.

"—Ben dînim. Ben, senin gördüğün gibi zayıflamıştım. Allâhu Teâla beni seninle canlandırdı. Sen "Muhyiddin"sin," dedi. Abdülkâdir Geylânî bu târihten sonra insanların kendisine bu lakap ile hitap ettiklerini belirtir.

“Akdoğan lakabı melekut aleminde yazılıydı.” Yalanı (S.87)

Ben, ağaçlarda şakıyan bülbül,
Yükseklerde ise Bâz-ı Eşheb'im"

Başka bir rivayete göre, bu lakabı Abdülkâdir Geylânî hakkında ilk kullanan kişi Şam'da Ukayl el-Minbecî (v. ?)olmuştur. Aliyyü'l-Kârî'ye göre ise bu lakab onun melekût âleminde yazılı ismiydi.

Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin (v. l 672/1273) Mesnevîyi şerîf'indeki:

"Eşsiz kır doğanda fare kuyu, oldu mu ?!..
Farelerin kusuru olur, hayvanların arlandığı bir hayvan kesilir !."

Kapandan habersiz halkı öküz masalı ile aldatması (S.89-90)

ÖKÜZÜN KENDiSiNE KONUŞMASI ve EŞKIYANIN TEVBE ETMESi

Abdülkâdir Geylânî küçüklüğünden itibaren ilme ve tasavvuf büyüklerine karşı içerisinde derin bir heves ve iştiyak duymaktadır. Zamanın ilim ve kültür merkezlerine gidip, ilmini genişletmek ve mânâ büyüklerinden feyizlenmek arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. Muhtemelen isteğini annesine bildirmiş, fakat annesi yaşının ilerlemiş olması sebebiyle, belki oğlunu bir daha göremeyeceği endişesiyle, -ki, muhtemelen de öyle olmuştur- ona izin vermemiştir. Ancak bir gün meydâna gelen ilginç bir hâdise genç ilim âşığının bu arzusunu gerçekleştirmesine vesîle olur. Abdül kâdir Geylânî ilim tahsiline sebep olan bu hâdiseyi şöyle anlatır:

"Küçükken, bir arefe günü arazîye çıkmıştım. Çift süren öküzlerin peşine takıldım. Bir öküz bana dönerek şöyle dedi:

—"Ne bu iş için yaratıldın, ne de bununla emredildin..." Bunun üzerine, korkarak, eve döndüm. Evin damına çıktım. Orada 'Arafat'ta vakfeye duran insanları gördüm. Hemen anneme koş tum. Ondan, Bağdat'a gidip ilimle iştigal ve sâlihleri ziyaret etmem hususunda izin istedim. Benden bu işin sebebini sordu. Ben de durumu kendisine bildirdim"

Sahrada kendini üç yıl bekleten Hızır uydurması (S.90)

HIZIR ( A.S. ) ÎLE GÖRÜŞMESİ

Abdülkâdir Geylânî'nin iki defa Hızır (a.s.) ile karşılaştığı rivâyet edilir. Bunların ilki, Abdülkâdir Geylânî'nin Bağdat'a ilk gelişi sırasında gerçekleşmiştir. Yolculuk esnasında Hızır (a.s.)
gelerek, kendisine muhalefet etmemesi şartıyla Abdülkâdir Geylânî'ye refakat edebileceğini bildirir. Bu anda Abdülkâdir Geylânî, o zâtın Hızır (a.s.) olduğunu bilmemektedir. Ama teklifini kabul eder. Bağdat'ın girişine geldiklerinde Hızır (a.s.), Abdülkâdir Geylânî'ye bulunduktan yerde oturmasını ve oradan kendisi izin verinceye kadar ayrılmamasını tenbihler. Abdülkâdir Geylânî bu emre uyarak üç sene Bağdat'ın dışında bekler ve hayâtını sahrada bulunabilecek yiyeceklerden yiyerek devam ettirir. Ancak her sene Hızır (a.s.) gelmekte ve ona beklemesini tekrarlamaktadır. Nihayet üçüncü sene sonunda Hızır (a.s.) yanında yemek olduğu halde gelir ve kendisini tanıtır. Beraberce yemeği yerler.
Sonra Hızır (a.s.) Abdülkâdir Geylânî'ye artık, Bağdat'a girebileceğini söyler. Bu hayâtı esnasında ise Abdülkâdir Geylânî cinlerle şeytanlarla ve diğer bâzı yaratıklarla karşılaşmış, onlarla mücâdele etmiş ve savaşlara girişmiştir.


Acemi Burcunda Allah'ın sünnetine karşı gelen bir Budist yaşantısı (S.91)

Hızır (a.s) ile Abdülkâdir Geylânî'nin diğer bir karşılaşması, onun nefsiyle sıkı bir muahedeye girdiği inziva yıllarına rastlar. Bu olayı Abdülkâdir Geylânî şöyle anlatır:

"... O yıllarda benim ikâmetim sebebiyle şu anda Acemî Burcu denilen yerde onbir sene kaldım. Bu sırada, birisi yedirinceye kadar yememeyi ve birisi içirinceye kadar içmemeyi Allâhu Teâlâ'ya ahdettim. Kırk gün hiçbir şey yemeden, içmeden durdum.

Sonra yanıma elinde ekmek ve yemek olan birisi geldi. Onları önüme bırakarak yanımdan ayrıldı. Bu sırada nefsim açlığın şiddetinden dolayı neredeyse, yemeğin ortasına düşecekti. Ben kendi kendime: "Vallahi!.. Rabbim ile yaptığım muahedeyi asla bozmayacağım" dedim. Bunun üzerine içimden "açım, açım!.." diye bağıran sesler geliyordu. Ama o seslere hiç aldırış etmedim. Bu durumumu öğrenen Ebû Sa'd el-Muharrimî yanıma gelerek:

• Bu hâlin nedir, ey Abdülkâdir ?!... dedi.

• Bu nefsin sıkıntısıdır. Ruh ise Mevlâ'sıyla rahattadır, dedim.
Bana "Bâbü'l-Ezc'e gelmemi" söyleyerek yanımdan ayrıldı. Ben yine kendi endime:
"Buradan emirsiz ayrılmayacağım !.." dedim. Bundan sonra yanıma Ebu'l-Abbâs Hızır (a.s.) geldi:

— Kalk ve Ebû Sa'd'in yanına git, dedi.

Ebû Sa'd'e gittiğimde onu kapıda hazır bir şekilde beni bekliyor buldum. Bana:

— içinde bulunduğun durumdan dolayı, benim "yanıma gel, beni takip et" demem, sana yetmedi mi de, Hızır'ın emrini bekle din ?!.. dedi.

Sonra beni evine aldı. Evde hazır bir sofra vardı. Bana, doyuncaya kadar kendi elleriyle yemek yedirdi. Sonra da hırka giydirdi. Bu zamandan sonra da ondan hiç ayrılmadım."

Bu menkıbe Abdülkâdir Geylânî'nin şeyhi ile buluşmasını anlatması açısından olduğu kadar, onun nefsiyle mücâhedesinde- ki azmini göstermesi açısından da kayda değerdir.

Burada bu konuyla ilgili bir noktaya daha temas etmek isteriz: Hızır (a.s.) ile görüşme büyük sûfîlerin ortak özelliklerinden görünmektedir. Nitekim, Yûsuf el-Hemedânî'nin, Abdülhâlık
Gucdevânî'nin, Hoca Ahmed Yesevî'nin ve Ahmed er-Ri fâî'nin Hızır (a.s.) ile görüştüklerini tasavvuf târihinden biliyoruz.

Levh-i Mahfuzu görme ve kaderin rüyada meydana gelmesi iftirası (S.92-93)

DUÂSIYLA KADERİN RÜYADA GERÇEKLEŞMESi

Abdûlkâdir Geylânî Bağdat'a gelmiş, ilim tahsilini tamamlamış ve tasavvuf yoluna intisap ederek, ahvâl ve makâmât sahibi olmuştur. Artık irşad faaliyetlerine başlamanın, insanların dertlerine çâreler bulmanın zamanı gelmiştir. Müridlerinden Şeyh Ebu's-Suûd el-Harîmî'den rivayet edilen şu menkıbe onun tasavvuftaki ilk başarılarına örnektir:

"521/1127'de Ebu'l-Muzaffer el-Hasan b. Necm b. Ahmed et-Tâcir, Şeyh Hammâd ed-Debbâs'a gelerek:

—Efendim, yediyüz dinar değerinde yükü olan bir kafile hazırladım. Müsâadenizle Şam'a gideceğim, dedi. Hammâd:

—Eğer bu sene sefere çıkarsan, öldürülürsün. Malların da elinden alınır, dedi.

el-Hasan, Hammâd'ın yanından kederli bir şekilde ayrıldı. Sonra, o zaman henüz genç (!-51 yaşında) olan Abdülkâdir Geylânî'yi buldu. Şeyh Hammâd'ın kendisine söylediklerini ona anlattı. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî, el-Hasan'a:

—Seferine çık. Salim olarak gider ve zengin olarak dönersin, dedi.

Bu sözü garanti gibi kabul eden el-Hasan, Şam'a gider. Mallarını bin dinara satar. Dönüş esnasında Haleb'de iken def-i hacet için tuvalete gider. Parasını tuvaletin bir tarafına bırakır. Sonra da onu orada unutarak dışarı çıkar. Sonra kaldığı yere döner. Üzerine uyku ağırlığı çöker ve uyur. Uykusunda bir rüya görür. Rüya sında bir kafile ile beraber yolculuk yapmaktadır. Kafileyi eşkiyâ basar. Malları yağmalanır, birçok kişi öldürülür. Bu esnada, el-Hasan, eşkıyadan birisinin kendi üzerine doğru geldiğini farkeder. Eşkiyâ iyice yaklaşınca kılıcını çeker ve el-Hasan et-Tâcir'in boynuna indirir. el-Hasan dehşetle uykudan fırlar. Eliyle boynunu yoklar. Boynu hâlâ kanlıdır ve yara acısı hissedilmektedir. Hemen parasını unuttuğunu hatırlar. Doğruca onu bıraktığı yere gider. Parasını oradan alır ve memleketine doğru yolculuğuna devam eder. Bağdat'a geldiğinde, başından geçen olayları, yaşı büyük olduğu için Hammâd ed-Debbâs'a mı, yoksa söyledikleri doğru çıktığı için Abdülkâdir Geylânî'ye mi anlatması gerektiğini kendi kendine düşünürken, çarşıda Hammâd'a rastlar. Hammâd ona şöyle der:

—Önce Abdülkâdir Geylânî'ye anlat. Çünkü o sevilen bir kuldur.

Abdülkâdir Geylânî de el-Hasan'a kendisi için Allâhu Teâlâ'ya yüzlerce defa dua ettiğini söyler.

Öyle anlaşılıyor ki, Abdülkâdir Geylânî, Hasan et-Tâcir'e söylediği sözün kendisini bağlayıcı olduğunu sonradan farketmiş ve kendisini mahcup çıkarmaması için Rabbi'ne gece gündüz niyazda bulunmuştur.


Bir çöl delisinin şahsında yüz kişi zeki alime yapılan iftira (S.93-94)

FUKAHÂNIN İMTÎHAN ETMESi

Daha önceden Bağdat'ın, zamanın mühim ilim merkezlerinden birisi olduğunu belirtmiştik. Âlimlerin bir görevi de halk arasında şöhret bulan kişilerin ilmî seviyelerini ölçmek, böylece halkı, kendilerine zarar verebilecek kişilerden korumaktır, işte bu sebeple Bağdat'ın ileri gelen ulemâsı, bâzıları onun ilmî derecesini görmek, bâzıları da halli çok zor sorular sorarak, halkın gö zünde yükselen îtibârını düşürmek gayesiyle Abdülkâdir Geylânî'yi imtihan etmeye karar verirler. Ne var ki, kendilerini bir sürpriz beklemektedir.

Abdülkâdir Geylânî'nin müridlerinden Müferrec b. Binhân b. Berekât eş-Şeybânî (v. ?) şahit olduğu hâdiseyi şöyle anlat maktadır:

"Abdülkâdir Geylânî'nin şöhreti yayılınca, Bağdat'ın ileri gelen, zekî fakihlerinden yüz kişi, her birisi ayrı ayrı birer mes'ele sormak maksadıyla vaaz meclisine geldiler. Ben de o mecliste idim. Fakihler meclise oturduklarında, Şeyh'in göğsünden sâdece Allâhu Teâlâ'nın istediği kullarının görebileceği bir nur çıktı. Bu nur, fakihlerin her birisinin göğsüne uğradı. Kendisine nur isabet eden her şahıs acıyla kıvranıp, bağırarak, üstünü başını parçalıyor, kürsüdeki Şeyh'e doğru giderek, başını onun önünde eğiyordu. Bu esnada olayın cezbesiyle mecliste bulunanlar öyle bir gürültü çıkardılar ki, ben "Bağdat yıkılıyor" zannettim. Bu durum sona erince, Şeyh bütün fakihleri ayrı ayrı kucaklayarak, onların sorularını ve cevaplarını kendilerine teker teker bildirdi.

Meclis bitince, onların yanma sokulup, sordum:
—Size ne oldu?
—Meclise geldiğimizde bütün bildiklerimizi umuttuk. Bizler, sanki hiç ilimle uğraşmamış gibi olduk. Tâ ki, Şeyh bizi kucaklayıp, bağrına -bastı da, şuurumuz yerine geldi, diye cevap verdiler."

Mutasavvıflar ile diğer islâm âlimleri arasında bu tür olaylara târihimizde zaman zaman rastlamaktayız. Burada ilginç olan bir nokta var: Abdülkâdir Geylânî kendisini imtihan ve perişan etmeye, küçük düşürmeye gelenleri azarlamamış, onlara karşı ters bir tavır takınmamıştır. Olayın sonunda da herkesi tek tek kucaklayarak, yolunun kardeşlik ve hoşgörü yolu olduğunu göstermiştir, işte bize göre, gerek bugün için ve gerekse târih boyunca bu olaydan çıkarılması gereken derslerden birisi de budur Hoşgörü ve anlayış.


Yediği tavuğu dirilten hakkabaz (S.95-96)

TAVUĞUN CANLANMASI

Abdülkâdir Geylânî'ye bir kadın yanında çocuğu olduğu halde gelerek: "Oğlumun kalbinin sana karşı aşırı muhabbetle dolu olduğunu gördüm. Ben onun üzerindeki hakkımdan Allâhu Teâlâ ve senin için vazgeçiyorum" diyerek, oğlunu tasavvufi eğitim görmesi için ona teslim eder. Şeyh, çocuğu seyr u sülûke başlatır ve mücâhedeye sokar.

Bir zaman sonra kadın, oğlunu görmeye gelir. Onu açlık ve uykusuzluktan dolayı zayıflamış, benzi sararmış bir halde bulur. Yiyeceği de sâdece arpadır. Bu duruma şaşıran kadın, doğruca, Şeyh'in huzuruna çıkar. Şeyh'in önünde, içinde tavuk kemikleri bulunan bir tabak vardır. Şaşkınlığı daha da artan kadın:

—Efendi !. Kendin tavukla besleniyorsun, bizim çocuk da arpa ekmeği ile karnını doyuruyor, diyerek bu işte bir haksızlık olduğuna işaret eder. Şeyh, elini tavuk kemiklerinin üzerine koyarak:

— "Çürümüş kemikleri dirilten Allah'ın adıyla kalk !" der. Kemikler bir anda canlanarak, öterek, koşan bir tavuk hâlini ah- verir. Bunun üzerine Şeyh:

—Senin oğlun da bu seviyeye geldiğinde istediğini yiyecek tir, diyerek kendisinin de zamanında aynı mücâhedeyi gerçekleştirdiğini, bu yolun başlangıcının emek, sonunun ise nîmet olduğunu belirtir.



Bir vaazında sapık fikirlerini ve kibirlerine müritleri alet olduğu gibi ,Allah rasulune iftira ediyor . (S.96-97)

"ŞU AYAĞIM HER ALLAH VELÎSİNİN BOYNU ÜZERİNDEDİR" DEMESi


Abdülkâdir Geylânî, Bağdat'ta ileri gelen elliyi aşkın şeyhin de hazır bulunduğu bir vaaz meclisinde bir ara kalbine teveccüh ederek şu sözleri söyler:

—İşte şu ayağım her Allah velîsinin boynu üzerindedir.

Bunun üzerine, orada bulunanlar bu sözleri kendilerine hitaben söylenmiş bir emir telakki ederek, boyunlarını onun ayağına doğru uzatırlar. Orada bulunmayan diğer sûfîler ise aynı şeyi gıyabî olarak yaparlar.

Esasen Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözleri söyleyeceğini daha önceden pek çok sûfî haber vermiştir. Dolayısıyla öyle anlaşılıyor ki, bu beklenen bir hâdiseydi. Belki de tasavvuf çevrelerinde menfî bir tepkiyle karşılanmamasının bir sebebi bu olsa gerektir.

Bu sözler söylendiği andan itibaren büyük yankılar uyandır mış, gerek tasavvufun önde gelen şahsiyetleri, gerekse diğer âlimler bu söz hakkında fikirlerini beyan etmekten geri durmamışlar dır. Biz burada, bu sözün söylendiği andaki sûfiye ileri gelenlerinden birkaçının, bu söz ile ilgili görüşünü örnek açısın -
Ahmed el-Kebîr er-Rifâî: O, bir gün zaviyesinde otururken, boynunu uzatarak: "Boynum üzerine!..." der. Bunu sebebi sorulduğunda da: "Şu anda Abdülkâdir Geylânî "şu ayağım..." sözünü söyledi." der.

Abdülkâhir es-Sühreverdî: Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince o anda o mecliste bulunan Abdülkâhir es-Sühreverdî, ba şını neredeyse yere düşecek şekilde eğerek: "Başım üstüne, başım üstüne, başım üstüne !.." der.

Ebû Medyen Şuayb el-Endülüsî: O anda Mağrib'de, müridleri arasında bulunan Ebû Medyen boynunu uzatarak: "Allâhım! Seni ve meleklerim şahit tutarım ki, işittim ve itaat ettim" der. Bunun sebebini soran etrafındakilere: "Şu anda Abdülkâdir Geylânî, Bağdat'ta "şu ayağım..." sözünü söyledi" der. Bu olaya oradakiler târih düşürürler. Bir müddet sonra Bağdat'tan misafirler gelerek olayı ve târihi aktarırlar, iki târihi karşılaştırdıklarında Abdülkâdir Geylânî'nin o sözü onların tesbit ettikleri ile aynı zamanda söylediği anlaşılır.

Ebû Sa'd el-Kaylevî'nin görüşleri bu sözlerin sebebini îzah eder mâhiyettedir: Ona göre Abdülkâdir Geylânî bu sözleri şüphesiz ki, emir ile söylemiştir. Bu sözler onun kutbiyetini îlan için söylenmiştir. Kutup yer yüzünde her zaman bulunur. Ancak bâzan sükût (susmak) ile emrolunur. Bâzılen ise kutbiyetlerini îlan ile emrolunur. İlan durumu kutbiyet makamında kemâle erenler içindir.

Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözü emir ile söylediği kanâatini taşıyan sâdece Ebû Sa'd el-Kaylevî değildir. Ahmed er-Rifâî, Adiy b. Müsâfir, Alî b. el-Hîtî ve diğer bâzı sûfîler bu söz hakkında Ebû Sa'd ile aynı görüşleri paylaşırlar.

Hattâ bu hususu rüyasında Rasûlullâh'a (s.a.v.) soranlara da tesadüf ediyoruz. Bunlardan birisi Rasûlullah'ı (s.a.v.) rüyasında çok görmesi ile ün yapmış olan Şeyh Halîfe b. Musa en-Nehr'dir (v. ?). O, Rasûlullah'ı (s.a.v.) rüyasında görünce, ona Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözü söylediğini bildirir. O da Şeyh Halîfe'ye "Şeyh Abdülkâdir doğru söylemiştir. Çünkü o kutuptur. Onu gö zeten de benim" cevâbım verir.


İslam'dan ayakları kaymış iki sapık (S.99-100)

HALLÂC-I MANSÛR HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ


Birtakım tasavvufi görüşlerinden dolayı 309/921'de îdam edilen tasavvufun bu renkli sıması, bilhassa "ene'l-Hak" sözüyle islâm âleminde derin yankılar uyandırmıştır. Tabiatıyla, her sûfîyi yakından ilgilendirmiş, sûfîler de onun hakkında çeşitli görüşler beyan etmişlerdir. Abdülkâdir Geylânî, onun hakkındaki dü şüncelerini edebî cümlelerle şöyle ifâde eder:

"Bâzı ariflerin akıl kuşu, suret ağacı yuvasından uçtu. Meleklerin saflarım yararak gökyüzüne yükseldi. O, sultânın şahinlerinden bir şahindi. Ama gözleri "insan zayıf yaratılmıştır" bağıyla bağlıydı. Gökyüzünde aradığı avı bulamadı. Tâ ki, kendisi ne bir av belirdi de "Rabbimi gördüm ! ." (dedi). Matlûbunun "Yüzünü çevirdiğin her tarafı Allah'ın vechi kaplamıştır" sözleriyle, onun hayranlığı daha da ziyâdeleşti. Sonra da yeryüzüne düşüverdi. O, denizin derinliklerinde, ateşten daha değerli olanı aradı. Akıl gözüyle (eşyaya) baktı. Eserden başka bir şey müşahede edemeyince, tefekkür etti ve iki âlemde de mahbûbundan başka matlûb bulamadı. Bunun üzerine coştu. Kalbinin sarhoş lisanıyla "ene'l-Hak" dedi. Beşere yakışmayan bir beste okudu. Varlık bahçesinde sarardı gitti. Sırrında ona şöyle seslenildi:

—Ey Hallaç! Sen kuvvetine güvendin. Bugün bütün ariflere niyâbeten de ki: Ey Muhammedi Hakikatin sultânı sensin. Sen, öyle bir insansın ki, varlık (vücûd) senin marifet kapının eşiğine göre tâyin olunmuştur. Ariflerin boyunları senin celalet ateşinde bükülür. Bütün yaratılmış, alnını orada secdeyek oyar.

Abdülkâdir Geylânî, onun bu tavrının kendisine ters düşen şeriat tarafından yargılandığını, çünkü tarîkati muhafazanın, şerîatin emirlerini ikâme etmekle mümkün olacağını belirterek, Hallâc'a şöyle seslenir:

"Şimdi, vücud kafesine gir, izzet yolundan ayrıl, varlık zilletine geri dön."

Sonunda, şeriat makası gelir ve dâva uğrunda fazla uzayan bu kanadı budar.

Abdülkâdir Geylânî'ye göre Hallaç tökezlemiş, ayağı kaymıştı. Çünkü zamanında elinden tutacak, ona manevî yolculuğun tehlikelerini gösterecek birisini bulamamıştı. Onun zamanında yaşasaydı, Hallaç bu hallere düşmezdi. Onun elinden tutar, kurtarırdı.


Şeyh Rislan (Aslan)'a göre “kabul ve red, alma ve verme yetkisi Abdülkadir'in elindedir.” Şirki (S.100)

Dimaşk'ın (Şam) odun satarak geçimini te'min eden bu sevilen şeyhi, Abdülkâdir Ceylânı hakkında şunları söylemektedir:

"O, zamanımızda şeyhlerin önderlerindendir. Hikmet ile konuşur. Manevî tasarruf ona teslim edilmiştir. Kabul ve red, alma ve verme yetkisi onun elindedir. O, zamanımızda "Rasûlullâh'ın nâibi"dir."

Başka bir ifâdeyle Şeyh Rislân, Abdülkâdir Geylânî'nin haberde "vâris-i enbiyâ" olarak bildirilen şahıslardan, olduğunu söylemektedir.


Geylani'nin hayali ve batıl Rical-i Gayb inancı (S.264-265)

VELAYET - NÜBÜVVET ve RlCÂL- GAYB


Abdülkâdir Geylânî inananları îman derecelerine göre, zaman zaman çeşitli gruplara ayırır. Onun bu tasniflerinden birisi de, diğer ulemâda da sıkça karşılaştığımız veçhiyle, halkı üçe ayırmasıdır ki, bu üç grup şunlardaır:
1- Avam (halk). 2- Hâs (seçkin, seçilmiş). 3- Hâssu'l-hâs (seçkinler seçkini).

Bunlardan birinci gruptakileri yâni âmmî olan kısma dâhil ettiği kimseleri Abdülkâdir Geylânî "şerîat çerçevesinde hareket eden müttakî müslüman" diye tarif eder. ikinci grubu teşkil eden hâs mü'minler ise düşünce ve davranışlarında şerîat ile iktifa etmeyip, Hakk'ın ilhamını bekleyerek ona göre hareket etmeye çalışan kimselerdir. Üçüncü gruptaki hâssu'l-hâs olanlar da ikinci gruptakilerle aynı hareket tarzına sahip olmakla birlikte, bunlar bu konuda biraz daha titizlik gösteren ve tecrübe kazanmış kim seler olup "abdal" diye isimlendirilmişlerdir ve yine bunlar da fiil ve düşüncelerinde Hakk'ın ilham, emir ve tahrikini (hareket ettirme) bekleyerek ona göre hareket ederler. Bu tasnifin bir başka ifâdesi de şu şekilde îzah edilebilir: Mü'min genellikle şu üç halden birisi üzere bulunur: Takva hâli (mü'min), velayet hâli (velî-evliyâ), bedeliyet veya gavsiyet hâli (abdâl-gavs-kutup). Bu üç hâlin birbirinden kopuk, birbirinden müstakil ol madığı, aksine bunlann birbirini takip eden, inananların îman derecelerine göre yapılmış bir tasnif olduğu îzahtan varestedir.

Mü'min, şer'in mubah gördüğünü yer. Velî yemeye inanır fakat kalp cihetiyle ondan nehyedilir. Bedel ise hiçbir şeyi önemsemez. O, Rabbinin gaybeti içerisindedir. Onda fânî olmuştur. Velî ile bedel arasındaki diğer bir fark da şudur: Velî emir ve nehiyleri yerine getirmekle ile mükelleftir. Bedel ise, şer'î hudutların korunması kaydıyla, ihtiyardan sıyrılmştır. Şer'î hudutları koruyarak, halktan ve kendisinden fânî olmuştur. Yine mü'min rızkını hevâsına göre değil, şeriatin belirlediği hudutlar içerisinde te'min eder. Velî, Allah'ın emri ile, kutbun veziri olan bedel ise Allah'ın fiili ile rızkını kesb yoluna gider. Kutba gelince, onun rızık te'mîni ve tasarrufu Nebî (s.a.v.)'inki gibidir. Çünkü o ümmet
içerisinde Peygamberin hizmetçisi, çocuğu, naibi ve halîfesi me sâbesindedir.


Geylani ve Arabi Allah'ın sıfatlarını hayali kutba vermeleri (S.313-315)

el-Fütûhdtü'/-Mekekiyye'de yeri geldikçe kutbun özelliklerinden bahsetmiş ( el-Fütahâta'l-Mekklyye, 1/289-301,11/753-758, III/180-186) ve VELAYET içinde ayrı bir bâb (konu başlığı) açmış (a.g.e., 11/326-333) olan Ibn Arabî, kutupları kitabın 462-556. bâblan arasında menzillerine göre açıkla mış olmakla bu konuyu en geniş bir şekilde işlemiştir (a.g.e, IV/93-249).


Çalışmamızın Abdülkâdir Geylânî'nin "VAAZA BAŞLAMASI" konusunda tarifini yaptığımız "kutup" hakkında Ibn Arabi'nin görüşleri ve yorumları doğrusu kayda değerdir. Ona göre "hareket-i devriye (hayâtın devamını sağlayan hareket) ve âlemdeki her iş kutbun etrafında (üzerinde, kutup vasıtasıyla) gerçekleşir (Ibnü'l-Arabî, Muhyiddîn, Fusûsu'l-hifeem Tercüme ve Şerhi, -tere. ve şerh: Ahmed Avnî Konuk, haz.: Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın-, istanbul 1987,1/297). Esâsında kutbun suret ve ruh olmak üzere iki yönü vardır. Âlemde cereyan eden işlerin ruhu (manevî yönü) onun ru hu vasıtasıyla, sureti de onun sureti vasıtasıyla meydâna gelir." (el-Fütühâ-tü'l-Mekkiyye, İV/93).

Ayrıca "her makam ve menzilin, o makam ve menzilin kendisi vasıtasıyla gerçekleştiği bir kutbu vardır. (Meselâ) zâhidlerin, zühdün kendisi va sıtasıyla gerçekleştiği bir "zühd kutbu" olur. Tevekkül, muhabbet, marifet için de aynı durum söz konusudur." diyen Şeyh-i Ekber, Allâhu Teâlâ'nın kendisini mütevekkillerin kutbuna muttali kıldığını belirterek, o kutbun özelliklerini açıklar (bk.: A.g.e., İV/95 v.d.) isevî kutupların özelliklerini el-Fütühâ-tü'l-Mekkiyye'nin 36-37. bâblarında (a.g.e., 1/289-298) ve menzil ve makamlarına göre kutupların da aynı eserin 464-556. bâblarında (a.g.e., IV/111-249) işleyerek "kutup" ve "kutuplar” eserinde geniş bir yer ayırmış olan Ibn Arabî "Muhammedi kutup lar" hakkında da şunları söyler:
"Muhammedi kutuplar iki kısımdır:
l- Hz. Peygamber'in bi'setinden önceki kutuplar: Onlar 313 resuldür.
2- Hz. Pey-gamber'in bi'setinden sonraki kutuplar: Onlar da 12 kutup ve ayrıca iki hatm (hâtem-i velâyet'tir. (a.g.e., İV/94).

işte "bu ümmetin işleri bu 12 kutup vasıtasıyla gerçekleşir" diyen mü ellif bu Muhammedi 12 kutbun özelliklerini uzun uzun anlatır (bk.: A.g.e., İV/96 v.d.).Şu da var ki, Muhammedi kutuplar muhtelif kısımlara ayrılmak la birlikte, onlardan her asırda sâdece bir tane bulunur, (a.g.e., İV/94).

Mevlânâ da:
Öyleyse her devirde peygamber yerine bir eren vardır;
Kıyamete dek bu böyle sürer gider.
(Mesnevi ve Şerhi, 11/140) diyerek, Ibn Arabi'nin görüşlerine iştirak eder.

Abdülkâdir Geylânl'nin kutbu şu veciz cümlelerle tarif ettiği rivayet edilir: "Hakikatte hiçbir meslek, yol, kademe yoktur ki, kutup için orada saygın, sağlam bir kaynak olmasın. Velayette hiçbir derece yoktur ki, onun orada açık bir ayak izi bulunmasın. Nihayette hiçbir makam yoktur ki, onun orada sabit bir ayağı olmasın. Müşahedede hiçbir menzil yoktur ki, onun orada tatlı bir meşrebi olmasın. Huzura çıkan hiçbir basamak yoktur ki, o oradan yüce bir şekilde geçmemiş olsun. Alem-i gaybda ve âlem-i şehâdet-i evveliyede hiçbir iş yoktur ki, onun ondan bilgisi olmasın. Varlık (vücûd) mazharlanndan hiçbirisi yoktur ki, onun onda müşareketi olmasın. Hiçbir fiil yoktur ki, o onda gizli olmasın. Hiçbir ışık yoktur ki, ondan bir parça, hiçbir marifet yoktur ki, ondan bir nefes taşımasın. Hiçbir mecra yoktur ki, kutup onun sonuna ulaşmış olmasın. Vâsılların tuttuğu hiçbir yol yoktur ki, kutup onun nihayetinin mâliki olmasın. Hiçbir tuzak yoktur ki, onunla karşılaşmamış olsun. Hiçbir mertebe yoktur ki, onu cezbetmesin. Hiçbir nefes yoktur ki, o onda sevilmesin. Kutup, izzet sancağının ve kudret kılıcının ta şıyıcısı, vakit elinin hâkimi, muhabbet ordusunun sultânıdır. Tevliyet ve azletmeyi üzerine almıştır. Onunla beraber olan şakî olmaz, beraberindekile rin hiçbir hâli ve müşahedesi kutba gizli kalmaz. Onun hedefinden daha yüksek bir hedef, onun örtüsünden daha büyük bir örtü, onun vücûdundan daha tam, daha mükemmel bir vücut, onun şühûdundan daha açık bir şühûd, şertati onun izlemesinden daha şiddetli bir izleme yoktur. O vardır, mevcuttur, muttasıldır, munfasıldır, arzlıdır, şemaildir, kudsîdir, gaybîdir, hâlis bir vâsıtadır, beşerdir, faydalıdır. Onun kendisinde biten bir hududu, kendisine has bir sıfatı, kendisine hoş gelen bir vazifesi vardır. Şu kadar var ki, o, tefrika gözünden çıkan ezel bakışlarını odaklaştırdıgında heybet ile üns arasım birleştirmekle müstetirdir, gizlidir; sıfatların açıklanması için hâ li bırakıp, makamı övmenin lüzumu ile birlikte, celâl ve cemâl (sıfatlarının) arasını ayırmakla barizdir, zahirdir. Onun tek başınalıgı sırlar ile örtülmüştür. O zuhurunun deliller ile gerçekleşmesini gizlice ister. Onun zuhuru ise bir emirdir. Eğer zuhurunu bast ile gerçekleştiremezse o zaman bu iş kabz menzillerinden birisinde olur. Mülk ve hüküm (hikmet) âleminde hiçbir şey zuhur etmez ki, onun dışında, zahirinde gayb ve kudret âleminden bir önü, bir işaret ve bir remz bulunmasın. O zuhur eden şey bu âleme hasredilir ki, ehl-i kevn, o işteki acâiplikleri müşahede etsin. Bu anlatılanların özü ve tafsilâtı, evveli ve âhiri Mustafâ (s.a.v.)'de toplanmıştır...


Sevdanın ilk duragındaki tatlılık var ya.
Benim hazzım ondan daha tatlı ve daha lezzetlidir.
Ya da visalde çok özel bir hâl vardır ya,
Benim hâlim ondan daha aziz ve yakındır.
Bana günler bağışlandı, saflığın başlangıcı günler,
Helâl ve içmesi tatlı su kaynaklan...
Her türlü cömertliğe muhatap oldum.
Hiç kimseye olmadığı kadar.
Ben arkadaşına korku olmayanlardanım.
Zaman şüpheli, insan kaçtığı yeri bilmiyor..
Kavm'in her türlü yüce rütbeden nasibi var,
Ve her ordunun dayandığı bir kuvvet olur.
Ben şakıyan bülbülüm, ağaçları doldururum
Şarkılarla. Yükseklerde ise Bâz-ı Eşhebim...
Muhabbet ordusunu irâdem altına aldım,
itaatle. Okumu nereye atsam isabet eder.
Ne bir emel, ne de bir ümidim var.
Bir va'd bekliyor ya da gözlüyor değilim..
Rızâ meydanlarında bol böl nasipleniyorum.
Tâ ki, hiç kimseye bağışlanmayan bana verildi.
Zaman, işlenmiş elbise gibi değişti.
"Bizler zamanın en iyisiyiz" diye övünürsünüz..
Evvelkilerin güneşleri söndü, gitti..
Bizim güneşimizse Sönmez ebedî, gökyüzünün en yüce yerinde...


Müslüman beyninden vuran uydurulmuş bir masal (S.316-317)

Şattanûfî'nin rivayet ettiği bir menkıbede abdalın (yediler) seçilişini Abdûlkâdir Geylânî'nin müridlerinden Ebu'l-Hasan b. et-Tantaniyye el-Bağdâdî (v. ?) şu şekilde anlatır: "Babam vefat ettikten sonra Şeyh Abdûlkâdir'in yanında ilim ile iştigal ve Şeyh'e hizmet etmeye başladm. Gecelerimin çoğunu Şeyh'in ihtiyâcını gözetleyerek uykusuz geçirirdim. 553 (h.) (1158 m) Safer ayının bir gecesinde Şeyh dışarı çıktı. Hemen ona ibrik götürdüm, ibriği almadan Medresenin (dış) kapısına doğru yöneldi. Kapı kendiliğinden açıldı. Şeyh dışarı çıktı. Ben de onun arkasından gittim. Şeyh'in beni farketmediğini düşünüyordum. Bağdat'ın kapısına yaklaşınca, o da kendiliğinden açılıverdi ve Şeyh dışarı çıktı. Ben de onu takip ettim Biz dışarı çıkınca kapı kendiliğinden kapandı. Fazla yürümeden, tanımadığım bir şehre girdik. Şeyh ribâta benzeyen bir yere girdi ki, içerisinde altı kişi vardı. Onlar gelip Şeyh ile selamlaştılar. Bu arada ben bir tarafta saklanmış, olup biteni anlamaya çalışıyordum. Bir inilti duyuldu. Çok geçmeden bu inilti kesildi, içeri bir adam girdi ve iniltinin geldiği yere gitti. Omuzlarında birisi olduğu halde oradan döndü ve öylece ribattan dışarı çıktı. Akabinde iniltinin geldiği yerden başı açık, uzun bıyıklı birisi daha içeri girerek, Şeyh'in önünde otur du. Şeyh ona kelime-i şehâdeti telkin ettikten sonra, onun saçlarını ve bı yıklarını kısaltarak, ona takke giydirdi ve Muhammed ismini verdi. Sonra altı kişiye "vefat eden kişinin yerine o şahsın bedel olması hususunda emir aldığını" söyledi. Onlar da "duyduklarını ve itaat ettiklerini" belirttiler. Son ra Şeyh oradan ayrıldı. Ben de onu takip ettim. Çok geçmeden Bağdat'ın ka pısına geldik. Kapı çıkarken olduğu gibi yine kendiliğinden açıldı ve biz içeri girince de öylece kapandı. Sonra Medrese'ye geldik ve Şeyh evine girdi.

Sabah olduğunda her zamanki gibi Şeyh'in huzuruna varıp okumaya çalıştım. Fakat onun heybetinden okumaya bir türlü muvaffak olamadım. Şeyh bana:

— Oğlum okusana, bir şey yok !... (gece gördüklerinden dolayı kork mana gerek yok) dedi.

Ben Şeyh'e yemin vererek, gece olanları bana îzah etmesini rica ettim. O da bana durumu şu şekilde açıkladı:

— Gittiğimiz yer Nihâvend idi. Oradaki altı kişi de abdal (abdâlü'n-nücebâ) idi. iniltisini işittiğin kişi onların yedincisi idi. Ama o hastaydı. Yanına vardığımızda vefat ânı yaklaşmıştı. Onu omuzlarında taşıyan kişi ise Hı zır (a.s.) idi. Kendisine şehâdet telkin ettiğim şahsa gelince, o Kostantiniy'ye (istanbul) ehlinden ve Nasrânî idi. Onu vefat eden şahsın yerine geçirmem hakkında emir almıştım. O da benim elimle müslüman oldu ve abdâlü'n-nübebâ arasındaki yerini aldı.

Şeyh bu olayı bana böylece anlattıktan sonra onu, o hayatta olduğu müddetçe hiç kimseye anlatmamam hususunda benden yemin aldı." (Befı cetü'l-esrâr, 70-71.)

Abdülkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri - Dilaver Gürer, İnsan Yayınları, Düşünürler Dizisi, İstanbul 1999
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Gavs'ül Azam Seyyid Abdulkadir Geylani ve Kadiri Tarikatı

“Gavs'ın sesi uzaktanda yakından da duyulurdu.” Yalanı (S.82)


Yine onun kerametlerinden biri de; meclisinde bulunup da gerek yakınında ve gerekse uzağında bulunanlar onun sesini aynı derecede işitirlerdi. Her ayağa kalktığında, herkes kalkar. Onun sesinden başka çıt bile çıkmazdı. Yalnız bazen Rical ül Gayb'ü-in gökten yere düşen bir cismin sesi gibi çıkan sadaları duyulurdu.

“Gavs'ın fırlattığı nalınlar mağaradaki adamı öldürdü.” Yalanı (S.83-84)

İyi bir hanım onun müridi olmuştu, mürid olmadan önce bu hanıma ahlaksız bir adam aşıktı. Bir gün bu kadın dağda iken bir ihtiyaç için mağaraya girdiğinde o ahlaksız adam da ardından mağaraya girip, kadına sataşmaya başladı. Kadın kaçıp kurtulacak bir yer bulamadı, Hz. Gavs'ın adını anıp imdat istedi. O anda Hz. Gavs medresede abdest alıyordu, ayaklarındaki tahta nalınları çıkarıp fırlattı. O ahlaksız adam arzusuna kavuşamadan nalınlar kafa*sına ulaştı ve ölünceye kadar adama vurdular. Adam ölünce nalınlar da durdu. Kadın da o nalınları alıp Hz. Gavs'a getirip olayı anlattı.

Gavs sağlığında şarkıcı olan hristiyanı mezarından diriltmesi yalanı (S.85-86)

hz. Gavs birgün bir mahalleden geçerken bir müslümanla bir hristiyanın münakaşa ettiklerini gördü, sebebini soydu, müslüman; "Bu hristiyan bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden üstündür" diyor, ben de tam tersini iddia ediyorum, dedi.

Hz. Gavs hristiyana: "İddianı hangi delille ispat edersin?" diye sordu. Hristiyan: "Bizim peygamberimiz ölüyü diriltiyordu" dedi.

Hz. Gavs "Ben peygamber değilim, ama peygambere uyan bir müslümanım. Eğer ben ölüyü diriltirsem, peygamberimize inanır mısın" dedi. Hristiyan "Evet, inanırım" dedi. Hz. Gavs "Bana harap birine zar göster" demiş, Hristiyan da çok harap bir mezar göstermiş.

Hz. Gavs: "Hz. îsa ölüyü dirilttiği zaman ne söylerdi?" diye sormuş. Hristiyan: "Kum biiznillah" derdi.

Hz.Gavs: "Bu mezarda yatan sağken şarkıcılık yapıyormuş, istersen kalktığında şarkı söyleyerek kalksın" demiş ve ayağını mezara vurarak "Kum biiznillah." demiş. Derhal mezar açılarak içindeki kişi şarkı söyleyerek ayağa kalkmış. Hristiyan bu olay karşısında hayran ve sekran olarak hemen hz Gavs'ın ellerine kapanıp şehadet getirmiş .

Gavs kendisinden 157 sene sonra Bahaddin Nakşibend'in geleceğini haber vermesi yalanı (S.86-87)

Hz.Gavs bir defa Medine-i Münevvere'ye geldi. "'Ravzayı ziyaret ederek tam kırk gün ayakta âdab üzere durdu ve elleri göğsünde şu münacaatta bulundu:

"Günahlarım denizin dalgalarından daha çok "..

Yüce dağlara benzer, hatta daha büyük.

Lakin affedici Kerim olanın huzurunda,

Sinek kanadı kadar hatta daha da küçük.

Şeyh Abdullahi Belhi "Havarikul ahbab fi ma'rifetil aktab" isimli kitabın 25. babında Şah-ı Nakşibendi anlatırken diyorki: "Hace-i Sermest'ten duydum o da, Buhara'da yaşayan kamil zatlardan duymuş, onlar şöyle anlatırlardı: "Hz. Gavs birgün cemaatle terasta otururken birara Buhara taraflarına dönüp güzel bir koku almış ve: "Benim vefatımdan 157 sene sonra Muhammedi meşreb birisi dünyaya gelir, ismi; Bahaeddin Muhammed Nakşibendi'dir. Bana mahsus nimetlere kavuşur." buyurdu ve gerçekten öyle oldu.

Gavs'ül Azam Seyyid Abdulkadir Geylani ve Kadiri Tarikatı - M. Şefik Korkusuz, Menzil Yayınevi-Adıyaman, 1995
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
FÜYUZAT-I RABBANİYE - ABDULKADİR GEYLANİ
fuyuzat.jpg


Yüce Rabbimi mana aleminde gördüm ve kendisine sordum “.İddiası ve yalanı (S.17-18)

YÜCE RABBİMİ MANA ALAMİNDE GÖRDÜM VE KENDİSİNE SORDUM

• Ev Rabbim! dedim, aşk'ın mânası
Buyurdu ki?


• Aşk, âşıkla mâşuk arasında bir hicaptır.
Rabbim devamla buyurdu:


— .Ey Gavs-i A'zam' Tevbe etmek istediğin zaman, günah üzüntüsünü iş âleminden ; korku ve tehlikeleri gönülden çıkarman gerekir. Bu takdirde Bana ulaşırsın! Aksi halde alay edenlerden, işi alaya alanlardan olursun.

Ey Gavs-i A'zam! Benim HARİM-I İSMETİME girmek istediğin zaman, artık ne mülk ve melekûte ve ne de ceberûta iltifat etme, çünkü mülk, âlimin şeytanıdır. Melekût, arifin şeytanıdır. Ceberut vâkıfın şeytanıdır. Bunlardan birine razı olan kimse Benim katımda koğulmuşlardan sayılır.

Ey Gavs-i A'zam! Mücahede, müşahededen bir denizdir.

Bu denizin balıkları orada bekleyenlerdir. O .halde müşahede denizine girmek isteyen kimsenin. mücahedeyi seçip beğenmesi gerekir. Çünkü mücahede, müşahedenin ay'ıdır. Sonra Rabbim bana buyurdu ki:

• Ey Gavs-i A'zam! istekliler için mücâhede lâzımdır, Bana olan lüzumları gibi.

• Ey Gavs-i A'zam! Kullarımdan Bana en sevgili olan, anası - babası ve evlâdı bulunduğu halde kalbi benimle meş gul bulunan kimsedir. O kadar ki, babası ölecek olursa onun için hiç bir üzüntü taşımaz. Evlâdı ölecek olursa, evlâd üzün tüsü diye bir hali görülmez, işte kulum bu mertebeye yükse lince artık o benim yanımda babasız ve evlâdsızdır. Öylesinin dengi de bulunmaz.

VE RABBİM BUYURDU:

— Ey Gavs-i A'zam! Benim sevgim sebebiyle baba yokluğunun tadını hissetmiyen kimse, Vahdaniyet ve Ferdâniyet lezzetini bulamaz.

— Ey Gavs-i A'zam! Bir yerde Bana bakmak istediğin zaman, içinde Benden başkası bulunmayan bir gönül seç!

Dedim ki:

• Ya Rab! İlmin ilmi nedir?

• İmin ilmi, ilimden yana bilgisizliktir, buyurdu ve sonra devam etti:

• Ey Gavs-i A'zam! Gönlü mücâhedeye meyleden, kul'a müjde olsun!.. Gönlü şehvetlere meyleden kul'a da yazıklar olsun!

GAVS-I A'ZAM DİYOR Kİ:

Rabbimden Mi'rac hakkında sordum. Buyurdu ki: «Benden başka, her şeyden sıyrılıp yükselmektir. Böyle bir mi'racm kemâli yükselme ve huzurda sağa - sola iltifat etmemektir.»

Ve sonra buyurdu Rabbim:

— Ey Gavs-i A'zam! Benim katımda Mİ'RAC'ı olmayan kimsenin namazı namaz sayılmaz. Namazdan mahrum olan kimse Benim yanımda mi'racdan da mahrumdur.

Rabıta zikirden üstündür yalanı (S.38)

YARARLI BİR UYARMA

Rabıta ve onun keyfiyeti... Rabıta zikirden üstündür. Zira rabıta, Şeyh'in suretini düşünüp düşünce şeridinden geçirmek tir. Böyle olunca da rabıta, mürîd için zikirden daha faydalı, daha münasibdir. Çünkü irşad makamında olan Şeyh, Cenâb-ı Hakk'a vâsıl olmakta müridi için bir vasıtadır. Mürid şeyhiyle gönül münasebeti kurup arttırdığı nisbette, içkide feyiz kaynaklan artar ve böylece yakın bir zamanda arzusuna erişir.

O halde müride gereken, önce Şeyhinde yok olmak', sonra da Allah-u Teâlâ'da fena bulmaya vâsıl olma imkânını elde etmektir.

Abdulkadir Geylaniden yardım isteme zulmü (S.56)

RAHMAN VE RAHÎM OLAN ALLAH'IN ADIYLA
Çok önemli bir konu ile karşılaştığında, seni üzen bu musibetin Allah tarafından def'edilmesini arzu edecek olursan önce, ya yatsı namazından sonra ya da seher vaktinde iki rekat namaz kıl; bu namazın her rek'atinde Fâtihâ'dan sonra onbir defa İHLAS suresini oku. Sonra da selam verdikten sonra Allah'a secde götür de arzu ve ihtiyacını iste! Başını kaldırınca Peygamber (A.S.) Efendimize onbir kere salâvat-i şerife getir. Sonra da kalkıp IRAK cihetine KIBLE'nin sağ tarafına yönelerek on bir adım atıp yürü.


Birinci adımda , Ya Şeyh Muhyiddin ! söyle.
İkinci adımda Ey Efendimiz Muhyiddîn!
Üçüncü adımda: Ya Mevlânâ Muhyiddîn!
Dördüncü,.adımda; Ey; hizmete lâyık Muhyiddîn!
Beşinci adımda: Ey Derviş Muhyiddin!
Altıncı adımda: Ey Hoca Muhyiddin!
Yedinci adımda: Ey Sultan Muhyiddîn!
Sekizinci, adımda: Ey Şah Muhyiddîn !
Onuncu adımda: Ey Kutup Muhyiddîn !
On birinci adımda: Ey Efendiler efendisi (Seyyidler seyyidi Abdulkadir Muhyiddîn!)


Diye çağır. Sonra şöyle söyle:
Ey Alah'ın kulcuğu, benim imdadıma yetiş. Allah'ın izniyle bana yardımcı ol! Ey insanlar ve cinlerin Şeyhi! Bana imdad eyle, ihtiyacımın yerine gelmesinde bana yardım elini uzat.


Şu maskaralığı görüyormusunuz !!

Abdülkadir Geylani'nin şirk ve küfür manzumesi (S.57-62)

GAVS-İ A'ZAM'IN VESÎLE ADLI MANZUMESİ

(Bu manzume, zikirden sonra okunur).
Düşünce gözüyle Hazretinin merhametine baktım,
O'nu gönüllere tecellî edip şefkatli bir dost olarak gördüm ! Sevgisinin dolu kabından bir kâse bana içirdi, Böylece benim sarhoşluğum o kaseyi sunandan oldu!


O artık her gün ve her gece bana bu şerbeti sunup durdu.
Ve beni tam bir sevgi gözüyle koruyup gözetti.
Benim kabrim Beytullah'dır, gelen onu ziyaret eder,
Ona seğirtir de izzet ve rıf'at ile yüce makama erişir. Benim sırrım, Allahın sırrıdır, halk ile seyreder. Yanıma sığın, eğer sevgimi arzu ediyorsan!
Benim emrim, Allah'ın emridir; eğer ol! dersem oluverir;
Hepsi de Allahın emriyledir, ama sen benim kudretime hükmet!


Mukaddes Vadide, oturmuş bir vaziyette sabahladım. TUR-İ SİNA üzerinde kendi kaftanımla belirgin oldum.

Varlık âlemi her yanda benim, için, hoş bir hal aldı;
Ben de sağlamlaştırılmış niyetimle ona lâyık oldum. Benim, şeref doruğunda dimdik bir sancağım vardır; Onun kaaidesi öylesine yüksek ki her ümmet onun karşısında eğiliyor.


İlim ancak benim haber verdiğim denizden gelir; Nakil de ancak benim sahih rivayetimden olabilir. Bizim toplantımız beyaz bir inci üzerinde olur; Dostların içtimai da KABE-KAVSEYN'de vücut bulur.
İsrafil'i, Levh'i ve Rızâ'yi ayan-beyan gördüm; İlâhî celâl nurlarım bakışımla müşahede ettim! Bütün-göklerin ötesine baktım, müşahedede bulundum; Arş, Kürsî de bunlar gibi elimde katlıdır.


Allahın bütün beldeleri hakikaten benim mukimdir; Onun kutubları benim hükmüm ve buyruğum altındadır. Vücudum, hakikat sırrının sırrında seyretmekte; Mertebelerim ise bütün mertebelerin üstünde bulunmakta.

Anım , gözleri cilâladı, daha önce onlar göremez halde idiler;

Kopuk ve perişan halde olan âşıkların gönlünü diriltti. Bütün ilimleri ezberledim de onun alâmeti oldum. Bununla da teşrif hıl'atı üzere güzel görüntü arzettim.

Allah ile aramızdaki bütün hicapları bir bir kopardım ve Durmadan muhabbet yolunda yükselerek seyrettim. Sevgi şerbetini sunan bana tecelli ederek dedi ki: Kalk da bana doğru gel, bu Hazretimin sevgisinde olan vuslat şerbetidir.

Beri gel, hiç de korkma, hicapları kaldırdık, Artık Benim şarabım ve rü'yetimle hoşça yararlan! Eriştiğim sarhoşluğumun nefisliğinden bu rü'yetle, Doğu, batı, kıble yönlerine, kara ve denize kolaçan ettim.

Böylece her cihetten bir nice sırlar bana açıklandı, Yöneldiğim her taraftan nurlar benim için belirgin oldu.

Öyle mânalara şahid oldum ki eğer onların sırrı, Yüksek dağların tepesine görünüp arz-ı endam etseydi o dağlar parçalanıp ufahrdı.

Onun gibi güneşin doğduğu ve sonra battığı ufuklar Ve Allahın yeryüzündeki kıt'alan, adım attığım zaman tuz-buz olurdu.

Bütün bunları bir küre gibi elimde çevirmekteyim, Bakışımın alabildiğine uzunluğu üzerine bunlarla tavaf etmekteyim.

Ben ,hakikaten varlığın kutublarının kutbuyum.
Diğer bütün kutublar üzerinde izzet ve saygıdeğerliğim vardır.


Bütün tehlike ve korkunç hallerinde bize tevessül et, Varlık ve eşya içinde himmetimle senin imdadına koşarım.

Ben, müridim için korktuğu şeylere karşı koruyucuyum. Onu her türlü şer ve fitneden muhafaza ederim.

Müridim ister doğuda ister batıda
Hangi beldede bulunursa bulunsun onun yardımına uzanırın:


Ey bu manzumeyi yazan, söyle, korkma! Çünkü sen inayet gözüyle korunmuşsun.
"Vaktin Kaadirisi ol, Allah için ihlâs üzere bulun, Mutlu olarak, sevgi yolunda sâdık bulunarak


Atam Resûlullah'dır, ondan kasdım Muhammed.
Ben Abdülkadirim, izzet, şeref ve makamım devam etsin!


MANEVÎ SARHOŞLUK KASİDESİ

Buna "Hamriyye Kasidesi" denir. Okunmasında sayılamayacak kadar faydalar mevcuttur. Daha çok füyuzat-ı Semedaniyyeyi celbetmek ve Ab dulkadir Geylânî Hazretlerinin vasıtasiyle feyiz- lere nail olmak içindir. Her bevtin ayrı bir özel liği vardır.

RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH ADIYLA

Sevgi bana visal kaseleriyle içirdi, Manevi sarhoşluğuma dedim ki: Bana doğru gel!

O da ban doğru koşarak, yürüyerek kâseler iğinde geldi. Artık ben sarhoşluğumu efendiler arasında anladım: Ve sair kutublara dedim ki: Toplanıp Han'ınma gelin, girin, sizler benim adamlarımsınız.
Aşkla gelin de için, siz benim askerlerimsiniz! Topluluğa, şakilik eden kadehleri doldurun.
Sarhoşluğumdan sonra artığımı içtiniz.
Fakat ne benini yüceliğime, ne de ittisalime ulaşabildiniz.
Yüksek makamınız hep bir aradadır, fakat Benim makamım sizin üstünüzdedir ve hep öyle yüce kalacaktır.
Ben Hakk'a yakınlıkta yalnızım, Bu yakınlık beni kendine çevirmektedir. Celâl sahibi bana yeterdir. Her şeyhin Bozdoğanıyım beri, Erenler arasında benim benzer halim kimde var?


İlim öğrendim, ta ki KUTUB oldum. Efendiler Sultanından saadete erdim.
Azim ve gayret alametli bir hıl'at bana giydirdi. Kemal tacıyla beni taçlandırdı.


Kadîmi sırrına beni muttali kıldı.
Beni teçhiz edip istediğimi verdi. Davulum gökte ve yerde çalındı, Saadet pırıltısı bana zahir oldu.
Ben Hasen'e mensubum, has oda makamımdır.


Ayaklarım erenlerin boyunları üzerindedir. Rabbim beni-bütün kutublar üzerine mütevelli eyledi. Her hâl u kârda hükmüm geçerlidir benim.
Allahın bütün beldelerine baktım,


Bir hardel gibi hükmüme bağlanmıştır. gayet sırrımı ateş üzerine atacak olsam, Ateş benim hâlimin sırrından sönüp gider.
Sırrımı bir ölü üzerine atacak olsam, Mevla'nın kudretiyle kalkıp yürüyerek bana gelir. Ve dağlar üzerine sırrımı atacak olsam, Dağlar paramparça olup kum haline gelir.
Sırrımı denizlere atacak olsam. Hepsi de yerin dibine geküip zeval bulur. Geçen ve sona eren his bir ay ve yıl yok ki, Olup bitenleri ulaştırıp, bana haber vermesin.


Onların bana olan bildirisi, devam eder, O halde sen artık benimle zorlu çekişmeyi bırak !
Allah'ın beldeleri benim mülküm ve hükmüm altındadır, Benim vaktim ise öncesidir ki öncesidir ki bana safa getirdi.
Ey, müridim! Söz gezdirenden korkma,
-Çünkü ben savaş anında bir savaşçıyım.


Rabbim bana yüksek rütbe verdi, yücelere eriştim,
Ey müridim! aşk içinde hayran ol, gönlünü hoş tut, neş'elen,
İstediğini işle, çünkü İSİM yücedir.
İstediğini işle, çünkü İSİM yücedir.
Her velinin uğurlu bir kademi var
Ben ise Peygamberin uğurlu kademi üzerinde dolunayım !
Ben Ceyliyim ismim Muhyiddin,


Adım şanım dağların başında, bayraklaşmıştır. Meşhur olan isim ise Abdulkadir'dir, Atam, Kemal sahibinin tâ kendisidir.

FÜYUZAT-I RABBANİYE - ABDULKADİR GEYLANİ

2. Bölüm


Abdulkadir Geylani manzumelerinde Allah'a iftira etmesi (S.66-76)

GAVS-I AZAM DİĞER BİR MANZUMESİ'NDE DİYOR Kİ:


Veliler üzerine attım burhanımı, sırrımı,
Sırrımı sırrından ve ilanından uyuklayıp kaldılılar
Kadehim sarhoş etti, şarabımla akşamladılar.
Şuhûd ve irfanımla, sarhoş olup havran kaldılar.
Ben önceden önce tebcile değer bir KUTUB idim.
Melekler beni tavaf etti r Rabbim beni isimlendirdi.
Ceddimin bana yakın bulunduğu bir mekâna.
Ulaştığım zaman bütün perdeleri araladım!
O, yüzünün nûrundaki esrarı keşfedip açtı,
Tevhid şarabından bir kadeh doldurup bana sundu.
Evet, ben bembeyaz bir inci verıza mertebesinin sideresiyim.
Nûrlar bir bir bana.tecelli etti, onları Rabbim veerdi..
hazrete övgü değer ARŞ'a vasıl oldum,
Rabbim hakikat şarabından sundu, münacâtıma kapı açtı.
İlâhî Arş'a ve ilâhî Levh'e nazar kıldım,
Melekler arz-ı endam etti,
Rabbim bana ad verdi. Bir nazarla bana visal tacım giydirdi,
Teşrif ve kurbiyet hıl' atını sundu.
Eğer sırrımı Dicle'ye atacak olsaydım,
Sırrımın burhanından çekilip kaybolurdu!
Ve eğer sırrımı LEZZA üzerine atmış olsaydım,
Saltanatımın azametinden onun ateşi, sönerdi!
Ve eğer sırrımı bir ölü üzerine_atmış olsaydım,
Allah'ın izniyle o dirilip kalkar ve bana seslenirdi!
İncîl üzerinde durdum, tâ ki onu şerbettim,
Tevrat'ı yorumladığı, îbranice şatırları çözdüm.
Musa'ya indirilen YEDÎ LEVHA'yı birden kavrayıp anladım,
Zebur ve Kur'ân'ın âyetlerini bir bir açıkladım!
İsâ'nın çözüm yaptığı remzi çözüp ayırdım,
Süryanice. olan bu remizle İsa ölü diriltirdi.
Henüz kardeşim ve arkadaşım Musa bin Imrân
Meydana çıkmadan önce ben ilim deryasına daldım!
Allah'ın erenlerinden olan,benim yüce mevkiime
Nâil oldu.Aslında ceddim Resulullah beni terbiye edip büyüttü!
Ben vaktin Kaadrisiyim: Abdulkadir,
Muhyiddin ile künyelendim, aslım Geylanlı.


DİĞER BİR MANZUMESİ

Benim ocağımı tavaf et yedi defa, emânıma sığın!
Her yıl beni ziyaret için meşguliyetten sıyrıl!
Ben sırların sırrıyım,. sırrımın sırrından gelir,
Ka'bem elimin ayasıdır;bestim ise şarabımdır.
Ben ilimleri yayanım, ders ise meşguliyetim,
Alemde her imâmın şeyhiyim ben...
Bulunduğum mecliste Arş'ı gerçekten görürüm.
Ondaki meliklerin hepsiönümde kalkıp saygı gösterir!
Velîlerin hepsi kesin. dediler ki:
Sen halkın hepsinin üzerinde KUTUB'sun!
Dedim ki onlara susun ve dinleyin sözüm kesindir:
Kutub ancak benîm hizmetçim ve uşağımdır!
Her KUTUB tavaf eder Beytullah'ı yedi defa,
Ben ise Beyt'in kendisiyim çadırımı tavaf ediciyim.
Rabbim gözümün önünden hicab ve perdeleri kaldırdı,
Beni huzura ve has bir makama davet etti.
Yedi pordeyi birden kesip atmak; Ve İlâhî ,ARŞ'ın yanındaki makamına (yükselmek),
(İşte o makamda) Rabbim şeref ve izzet tacını bana giydirdi,
Bu giydirme nadide kumaş ve hüllelerle hitam buldu.
Azizlik atı , soylu atımın eyeri altındadır.
Üzengim yüksektir, kınım ise beni himaye edicidir.
Arzu yayımı düzeltip gerdiğim, zaman,
Cehennem ateşi ondan (fırlayan) okum olur!
Yeryüzündeki diğer tarafalarının hepsi hükmüm altındadır.
Ve yer küre elimde bir güvercin yumurtası gibidir.
Güneşin doğduğu ufuk Batıda aşağı kademededir.
Adımım ise onu dikkatle aşıp geçti.
Ey müridim! Benim devamım sana kolaylık sağlar,
Şerefli bir hayat, yüksek ve saygı değer bir makam,
Ey Müridim! Beni doğuda çağıracak olursan,
Veya batıda, ya da denizlerde seyrederken...
Yardımına koşarım, atmosferin üstünde bile olsan...
Her hasma karşı ben kaza kılıcıyım...
Haşır günü müridime şefaatçiyim ben,
Rabbim katında,sözüm ise reddolunmaz.
Ben,hem şeyh ,hem salih, hem de veliyim,
Hem KUTUB'um ve insanların önderiyim.
Ben Kaadir olan mevlanın kuluyum,, vaktim pek hoş,
Dedem Mustafa'dır, imamlık ise bana yeter.
Ceddime her vakit salat u selam olsun,
Hanedanına da olsun uzun müddet..


SATIH HAKKINDAKİ MANZUMESİ

Bir himmetim var ki himmetlere üstün gelir,
bir tutkunluğum var ki Levh ile Kalem yaratılmadan
Bir dostum var ki keyfiyeti meçhul, benzeri yok
Benim bir makamım bir evim, bir de haremim var,
Bana doğru haccedip gelin, evim kurulu bir kâbe,
Beytin sahibi yanımdadır, koruluğu haremimdir.
O ne karar kılar, nemahmurluğu kalkar.
Sevgili ona bayrak gibi sözle işâret etmedikçe
Koruluğun etrafında savaş meydanı süvarilerini buldum
Kılıçları kınında sıyrılmış ,maksatları beni yok etmekti.
Aralarında cevelân ettim, elimde onları biçecek (silâh vardı)
Sırt çevirip hezimete uğradılar biçilmekten kurtulmak için
Kadirî tarikatımız halk arasında öyle savaşçı
Süvarileri var ki, bu ezelde yaygı olmuş bir sırdır.
Denizlere daldım, cevherlerini çıkardım,
Ama benim kademime üstün olan bir kadem göremedim!
İşte bu benim ASAMDIR. ki onda nice hacetlerim va
Bir gün onunla davarlarıma yaprak silkerim.
Eğer ASAMI bırakacak olsam onların yaptıklarının hepsini.
Yutar, ben onların sözünden sihirli bir kelime getirecek olsa


KASİDE- İ ŞEREFE

Gavs-ı A'zam'ın bu kasidesini. büyük velilerden Abdülganiy en-Nablusî (K.S.) Hazretleri tahmis etmiştir.
Özünüzde dönüp dolaşan kalbim.
Hâşimî makamı üzerinde düzelip doğrultusunu bulmuştur.
İşte bunun içindir ki her mânadan zevk alır ve titrerim.
Pınarlar içinde tatlı olan bir pınar yoktur,
Olanı varsa o benimdir ki en lezîz ve en güzelidir.
Benim sırrını kesinlik ifâde eden bir belgedir
Kanatların tüyleri onunla kısaltılmıştır.
Güzellikte örgülü-bağlı bir zülüf yoktur
Mekânda da özel bir mekân yoktur,
Olanı varsa, benim konağım daha aziz ve daha yakındır.
Sizden yüksek soylu bakire, kendi dengiyle zifafa girer,
Onun merhametiyle afvi arasında yetişip meydana geldim.
Ben ona uyup ardına düşmekle yükselip belirgin oldum.
Günler ise onun güzideliğinin parlaklığım bağışladı.
Onun pınarları kaynadı ve böylece hoş oldu su içme yeri.
Güzellikte nice görünmeleri bana nişan oldu,
Nimetlerden öylesini verir ki o benim yanımda oldukça büyüktür.
Yetim kalmış beyaz bir inciyi (boynuma) astım,
Soylu kızların isteyip arzu edeceği bir adam olarak sabahladım.
Onlar, hakkında akıllı kişi yolunu bulmuş olmaz ki evlenme ' teklifinde bulunsun...
Bununla benim hâlim, halkın şevki ve başkanlarıdır,
Onlardan (arzusuna) nail olan kimse varsa, işte o başkanlarıdır.
Benim kullara olan sırrım, onların gönüldaşıdır,
Ben öyle erlerdenim ki meclislerinde oturan korkmaz,
Zamanın şüpheli olaylarından da endişe etmez ve kendisini korkutacak bir şey de görme
Tâ Ha olan Mustafa'ya nisbetim hakikattir,
Halk içinde Onun vârisleriy (le benim) sohbetim vardır.
Evet onlar öyle erlerdir ki onlara yakınlığım vardır.
Onlar öyle bir kavmdir ki her şeref basamağında
Kendilerinin ululuk, şan ve şerefleri vardır.
Her ordunun bünyesinde onların şanlı kıtası vardır.
Gayıb âleminden esen meltemi ve onun gönül alıcı kokusunu kokluyorum
Böylece gönül zenginliği bu meltemin esiş noktasiyle eşit
oluyor Ben ferah verici bülbülüm ki (o vadinin) ağaçlığını dolduruyorum
Ve çok yükseklerde usan boz renkli bir doğan kuşuyum
Hakikatlerin hepsi benim hakikatimin şarabından,
Oluşmuş ve hepsinin mercii, tarikatımın aslı olmuştur.
Ben o kimseyim ki kendi şeriatımı hıfzettiğimde,
Sevgi askerleri arzumun altında.kuşakladılar
İsteyerek bunu yaptılar, onlara meylettiğimde yalnızlığı istemediler
Nefsin sevdigi şeyden sakınıp uzaklaştım, da niyetimi güzelleştirdi:
Öyle bir konağa indim ki orası cidden çok yüce idi.
Her taraftan çekilip niyetimi sadeleştirdim,
O kadar ki hiç bir emel ve kuruntum olmadan sabahladı
Ve bekleye durduğum bir randevum da kalmadı.
Yüce himmetimden dolayı çöl bile darlaştı,
Size ulaşmak için kendimi arzederek sabahladığımda.
Kazaya uygunluk üzere buldum bu arzedişliğimi
Böylece durmadan RIZA meydanlarında yararlandım.
Ta ki hibe edilmeyecek bir güç ve kudret bana;bağışlandı.
Kapalı olan sırlan sizin için belirgin yaptım,
Onları Bize ait belli örtüler arasında işaretledim.
Nişanlanmış nice haller varsa şu varlıkta,
Zaman (onun için) yazılı bir hulle gibi kuşlukladı da
Renk renk çiçek verdi, biz de onun için yaldızlı motif olduk.
BİZLER ÖYLE KİMSELERİZ Kî, cinsimiz sizde aziz olur,
Hakikat toprağında da nefsimiz hoş olur.
Bizden yüz çevirmeyin, çünkü bu bizim ünsiyetimizdir,
Bizden öncekilerin güneşleri ufukta batıp kayboldu,
Ama bizim güneşimiz yücelik feleğinde ebediyen batmıyacaktır.


ŞATIH VE TEVHİD HAKKINDA MANZUMESİ

(Vesîle)

Sahid oldum ki Allah yeteneklerin sahibidir,
Her halü karda O, tasrif ile rnînnet etmiştir.
Rabbim kendişarap kaseleri içirdi,
Cidden beni sarhoş etti de sarhoşluğumu anladım
Cennetlerin hebsine ve kapsadığı şeyIere beni sahip kıldı,.
Âlemlerin bütün hükümdarları benim raiyyemdir.
Bizim hanımıza gir de sarab kâselerinin dolaştırıldığını görürsün,
Ama âşıklar ancak benim artığımı içebilirler...
Varlık âleminde sevgi iddiasında bulunanın üstünde yükseltildim,
Mevlâm beni kendine yaklaştırdı, O'na nazarla kurtuluş buldum,
Benim bütün yerlerde koşup cevelân etti,
Her yandan uzanan kaseler benim için tokuşturuldu;
Evet "yeme ve göklerde kâseler benim için tokuştu,
Gök ve yer ehli benim satvetimi bilirler...
Mülkümün şiddeti doğu ve batıyı tutmuştur
Gam ve keder ehline arkayım ve rahmetim.
Benden önce içinizde aşkı iddia edenler,
Buyursunlar, satvetime dayanabilırlerse karşıma çıksınlar.
Aşk derdinin kâseleriyle teru-taze şaraplar içtim,
Bununla kalbim, cismim ve canım ölüm tahtına çıktı.
Allahın kapısında yalnız başıma tek olarak durdum,
Bana bir ses geldi: Ey Geylânî! Huzuruma gir, dendi.
Evet bir ses geldi: Ey Geylânî gir, fakat korkma, dendi.
«İnâyet ehlinden önce sana (sevgi) bayrâğı verildi!»
Kolum yedi kat göklerin üstündedir,
Altımdaki balığın karnı üzerine elimin ayasını koydum
Yeryüzündeki bitkilerden ne kadar .yeşereceğini
Mevcut kumların ne kadar olduğunu bilirim!
İlâhî İlmi de bilir ve onun harflerini sayarım,
Denizlerdeki dalgaların sayısını da bilirim! Benim,
Âdem'den önce sevgide meydana gelişim vardır,
Sırrım ise, meydana gelişimden önce varlık âleminde dolaştı.
Sırrım yüce makamlarda Muhamnıed'in, nuruyla idi.
Böylece biz, nübüvvetten önce Allah'ın sırnyla idik.
Allah'ın madde alemindeki beldelerini doğusu ve
Batısıyla mülkiyetim altına aldım, istersem su halkı.
Bir lahzam ile yok edip.fenâya sevkederim
(İlahi inayetin tecellisidir bu , yoksa beşer gücü değildir).
Bana, «Sen kutub'sun» dediler, evet hazırım, dedim.
Her ân Allah'ın Kitabını okur dururum...
Levh'de olan bütün âyetlere bakıyorum.
Ve gözümün karasıyla müşahede ettiklerim,
Bizi seven, bulunduğumuz yere gelsin,
Deri gelenlerin koruluğuna girip ganimete kavuşsun.
Bana dediler ki: «Ey filân! Namazı terkettin».
Bilmezler ki ben Mekke'de namaz kılarım...
Hiç bir cami' yoktur ki benim onda bir minberim bulunmasın.
Ve hiç bir minber yok ki benim onda bir hutbem olmasın.
Hiç bir alim yoktur ki benim ilmimle bilgin olmasın,
Hiç bir sülük eden yok ki benim usûl ve prensibimle hareket etmesin!
Eğer Resûlullah. (A.S.) ın önceden, bir ahdi ,olmasaydı.
Cehennemin kapılarını büyüklüğümle kapatırdım
Müridim, sana müjde, yerdiğin söze vefa gerekir,
Bir üzüntüye düşersen himmetimle yardımına koşarım!
Müridim, bana yapış ve bana güvenici ol!
Seni hem dünyada, hem de âhirette elbette koruyacağım.
Mürîdimi korktuğu geyler hakkında koruyucuyum,
Onu belâ ve serlerden kurtarırım...
Ey müridim, aramızda ahdi koruyucu ol!
Olayların meydana döküleceği gün ben de terazi başında hazır olayım!..
Ben yücelerde Muhammed'in namıyla bulunuyorum,
Kab-i kavseyn'de ise sevgililer ile toplanıyoruz.
Bir zaman Nuh ile beraber idim,varlık âlemine
Bakıp deniz ve tufanı görüyor, onu avucumda tutuyordum.
İbrahim ateşe atılınca onunla beraber idim,
Ateş ancak benim duam ile soğuyup yakmaz oldu.
İsmail'e bedel getirilen koç ile beraber idim,
Koçlar ancak benim gönül cömertliğimle indi.
Yakub'un gözü kapanıp kör olduğunda, onunla beraberdim.
Yakub'un gözleri ancak benim nefesimle iyileşip şifâ buldu!
Yüceye çıkarken İdris ile beraber idim.
Onu Firdevs'e, en güzel cennetime oturttum!
Musa Rabbime münacaat ederken "beraberinde idim.
Musa'nın ASA'sı benim asamdan meded gördü!
Belâ zamanında Eyyub ile beraber idim,
Ona inen belâ ancak benim duamla zail oldu!
İsa beşikte konuşurken onunla beraber idim,
Dâvud'a ise güzel nağmenin zevkini verdim!
Ben zikreden, zikrolunan, zikredenen zikriyim,
Şükreden, şükrolunan, nimetin şükrüyüm!
Her gönülde ben hem âşık, hem ma'şukum,
Her nağmede hem işiten.hem işitilenim
Ben bir ve tekim, zâtımda büyüğüm,
Ben hem vasfeden, hem vasfolunan tarikat şeyhiyim!
Ben bu sözü böbürlenerek söylemedim ancak,
Müsaade geldi de halk benim hakikatimi bilsin diye.
Ben söylemek istemedim, ama bana denildi ki:
Söyle, korkma sen velayet makamında bir velîsin!
Eğer terazi cimrilik yapacak olsa.
Allah'a andolsun ki o, inayetimin ta kendisiyle, hakikat lûtfuyla (cömertliğe) nail olacak!
Sizden istediğim hakikat yolunda yürümenizdir.
Nefsinizi öldürmenizi de size tavsiye ederim,
Çünkü Onu kırmak, tarikat ehli yanında izzet ve şerefin mertebeleridir.
Kimin nefsi ona büyüksenmeyi telkin ederse, o daha aşağıların gözünde bile kuğulun,
Kim de namazda tevazu' üzere ürperirse,
Allah onu bütün halk arasında aziz kılar
Ceddim Resûlullah'dır, Tâ-Hâ Muhammed,
Ben Abdulkadirim her tarikatın şeyhi


GAVS-I A'ZAM'IN BÎR KASİDESİ

"Dostum bana şeref ehli şarabından içirdi, .
Beni sarhoş etti de vecdün üzere kendimi kaybettim.
Beni. efendimin-Kab-i kavseyn'inde oturttu.
Haslık minberi üzerinde en güzel oturuşla.
Likaa huzurunda kutublarla beraber hazır oldum,
Bir ara onlardan gâib olup yalnız müşahedeyc koyuldum.
Asıklar ancak benim artığımı içtiler,
Kâsemde arta kalanı benden sonra içtiler.
Eğer benim içtiğimi içselerdi, yüce hazretin
Katında varılacak yerimin safiyetini görürlerdi.
Henüz o şarabı içmeden sarhoş olarak akşamladılar.
Onun sademesinden de hayretler içinde kalıp gecelerdiler.
Ben dünyada bir ay'ım, başkaları ise yıldızlar,
Her yiğit işte bu kolu sever de sever...
Benim denizim baştanbaşa bütün denizleri kuşatmıştır,
İlmim ise benden önceki şeyleri sonraki şeyleri içine almıştır!
"Sırrım diğer" sırlar arasında na'ra atar,
Ra'd meleğinin ufukta bulutlara na'ra attığı gibi.
Ey beni medheden kimse , istediğini şöyle korkma!
Sana dünynda da ahirette de zevk almak vardır
İzzet ve kurbetle zevk almak istiyorsan,
Beni sevmeğe devam et ve ahdimi muhafaza edip bozma!..


Gavs-ı Azam vasıtasıyla yardım isteme şirki ve küfrü (S.76-77)

GAVS-I A'ZAM VASITASIYLE VARDIM İSTMEK

(îstîğase)

Bu istiğase tecrübe edilmiştir; duaların kabul olması için okunmasında fayda vardır.Ancak bazı şartlara riayet gerekir:

a) Doğru olmak,
b) Kalbi Teveccühü sağlamak,
c) İtikadı sağlamlaştırmak.


O halde ey doğru ve istekli olan kişi, çok önemli bir hacetin olduğu zaman, bu ister dünyevî olsun ister uhrevî. salı-gecesi fecir doğmadan önce yatağından kalk, tastamam bir abdest al. HACET NAMAZİ niyetiyle Allah için iki rekat namaz kıl; birinci rek'atinde Fâtiha'dan sonra KÂFÎRÛN suresini on bir defa oku, İkinci rek'atte ise, Fatiha'dan sonra İHLÂS sûresini on bir defa oku ve sonra aşağıdaki sıfatla HAZRET-î GAVS'ı on bir defa an:

«Ey Efendim Abdulkadir Muhyiddîn

Sonra doğu cihetine on bir adım atarak her adımda şunu söyle : "Ey Şeyh Abdulkadir! Ya Geylâni"

Ve sonra aşağıdaki iki beyti üç defa tekrarlasın;

«Sen benim zahirem olduktan geri zulüm bana ulaşır mı?
Ve Sen benim yardımcım olduğun müddetçe dünyada haksızlığa uğrar nuyım ben?»
«Korulukta çoban bulundukça Ona ayıptır ki, Issız çölde bîr devenin, ipi zayolsun!..»


Bu iki beytten sonra şöyle söyler:

— «Ya Seyyidî Abdulkadır! Ya Geylânî! Bana yetiş, derdime koş!» Bununla beraber hacetini Gavs-i A'zam vasıtasiyle Allah'dan iste. Çünkü muhakkak O, senin hacetini karşılamak için yardımına koşar. Her hususta olduğu gibi bu hususta da başarı Allahtandır. îhlâs üzere olmalısın, bununla birlikte kalbî teveccüh de şarttır.

FÜYUZAT-I RABBANİYE - ABDULKADİR GEYLANİ, Beyda Yay. İstanbul 1995, Çev.Celal Yıldırım
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
100 soruda Tasavvuf - Abdülbaki Gölpınarlı
Abd%C3%BClbaki+G%C3%B6lp%C4%B1narl%C4%B1+-+100+Soruda+Tasavvuf.PNG

Senelerce çöllerde dolaşıp hastalanan kaba zahidler (S.26-27)
Bu kaba zahitler Allah'a dayanmada ileri gidiyorlar, yalnız başlarına, yanlarına zık almadan çöllere dalıyorlar, evlenmiyorlar, tedavi edilmiyorlar, uyku uyumamaya, boyuna ibadete, Tanrı'yı (!) zikre koyuluyorlar, ruh hastalıklarına tutuluyorlar, bilgiye düşman kesiliyorlar, herkese bir gözle bakmayı buyurdukları halde kendilerinden olmayanları aşağı görüyorlardı. Buna karşılık şeriatçılar da, hangi mezhepten olurlarsa olsunlar, haklı olarak bunları hoş görmüyorlar, kınamaktan, tuttukları yolun bâtıl olduğunu söylemekten çekinmiyorlardı. Bura da, «her ümmetin bir siyâhatı var; benim ümmetimin siyâhati de Tanrı yolunda savaş. Her ümmetin bir rahipliği var; benim ümmetimin rahipliği de düşman karşısında nöbet beklemek» (Cami', l, s. 80), «sakının dinde, yeniden yeniye uydurulan şeylerden; gerçekten de her sonradan icat edilen şey uydurmadır, her uydurma da sapıklık» (s. 86 - 87), «halktan kesilip yapayalnız bir yerde oturan kişi bizden değildir» (Künûz, II, s. 167), «gerçekten de Allah size çalışmayı buyurdu; çalışın» (aynı, s. 60), «Ulu Allah, kuluna verdiği nimetin eserini, onda görmek ister» (aynı, s. 63) gibi hadislerle evlenmemeyi, birini hadım etmeyi nehyeden hadisleri yazarsak (aynı, II, s. 176 ve 188) şeriat bilginlerinin bu kaba zahitlere neden karşı durdukları daha ziyade belirir sanırız.

Ku'ran Kerimde sırasıyla yedi nefis yoktur. (S.35)

Mutmainne, Râdıyye ve Mardıyye adları uydurulmuştur. XCI. sûrede, 9. âyet, «ve andolsun ki kim özünü iyice temizlemişse kurtulmuştur, muradına ermiştir» meâlinde dir; aynı zamanda XVIII. sûrenin 74. âyetinde, öldürüldüğü anlatılan çocuk hakkında «tertemiz» denmektedir. Nefs-i Zekiyye de bu âyetlerden alınmıştır. Kur'ân-ı- Kerîm'de böyle sırayla yedi nefis yoktur, hele bunlara uyan yedi addan, bu münasebetle hiç bahsedilmemektedir. Esasen Kur'an-ı Kerîm'de nefis, kişinin kendisi, bedenle beraber can, insan anlamlarına gelmektedir

Şeyh Bedreddin'e göre “Kainat Allah'tır, onu sonu yoktur.” Şirki (S.48)

Simavna kadısı oğlu Bedreddîn'in (823 H. 1420), muhtelif zamanlarda, muhtelif konulara ait sözlerinin, sorulara verdiği cevapların toplanmasından meydana gelen Varidat'ında, varlık birliği bu tarzdadır ve. ona göre kâinat Allah'tır, önü ve sonu yoktur. Kıyametse ölümden ibarettir (Gölpınarli: Sımavna kadısı oğlu Şeyh Bed reddîn. İst. Eti yayın 1966, s. 31-33. Varidat tercemesi, s. 55-66 ve 75)

Mevlana kitabına Kur'an'ın vasıflarına veriyor. (S.49)
Sufilerin, Vahdet-i Vücûd'a inananları, bu mertebede neş'elerine, yaratılışlarına, yetişmelerine, istidatlarına, bilgilerine ve anlayışlarına göre değişik haller alırlar. Mevlânâ, «Mesnevî» dibacesinde, kitabını «ulaşma ve yakıyn sırlarını açmada dinin asıllarının asıllarının asılları...» gibi vasıflarla övdükten sonra onu, Mısır'daki Nil suyuna benzetir ve «Sabredenlere içilecek sudur. Firavun soyuna ve kâfirlere ise hasret; netekim Allah da onunla, çoklarını şaşırtıp azdırır, çoklarını da doğru yola götürür demiştir» der (Nicholson basımı, l, s. 1. Âyet, II, 26) .

Mevlana devir nazariyesi inanır. (S.59)

Mevlânâ, bu dâimî yaratılışı, bu daimî oluşu anlatırken, «cihan, başka bir cihan doğurur; bu mahşer, başka bir mahşer meydana çıkarır. Kıyamete dek bu kıyameti anlatsam gene bitmez» der (Mesnevî, II, s. 311, beyit. 1187 - 1188); bütün âlemi, yeyen ve yenen olarak vasfeder; top rağın suyu içtiğini, otlar bitirdiğini, otları hayvanların yediğini, hayvanın insana gıda olduğunu, insanı, gene top rağın yediğini, bu âlemin, boyuna değişip durduğunu anlatır (Nicholson basımı; III, 1929, s. 4-5, beyit. 22 - 36) ;

Tasavvuf'un hayali ilahları (S.72-74)

Soru 39 : Bundan önceki sorulara verdiğiniz cevapta kemal mertebesine yalnız Hz. Muhammed'in eriştiğini söylemiştiniz ve ondan öncekilerin de, sonrakilerin de ondan feyiz aldıklarını bildirmiştiniz. Bu, pek anlaşılmadı; araya sorular, cevaplar, konular girdi. Lütfen bunu daha belirli, daha etraflı anlatır mısınız?

Mutlak Varlık'ın her şeyden münezzeh olan zâtı, evvelce de anlattığımız gibi Akl-ı Küll'ü (tüm Akl'ı) izhar etmiştir. Sûfîler, bu ilk tecellîye «Vâhidiyyet - Birlik» demişler, «Hakıykat-i Muhammediyye - Muhammed'in gerçek makaamı» olarak bu ilk tecellîyi kabul etmişlerdir.

Mutlak Varlık'la âlem arasında bir berzah, bir geçit olan bu makaama her zaman, tek bir kişi mazhardır. Hz. Muhammed'den evvel gelip geçen peygamberler, hep bu makaamdan feyiz almışlardır; ondan sonraki erenler de bu makaamdan feyiz almaktadırlar. Bu makaama her zaman, tek bir kişi mazhar olabilir. Ona «Kutb'ul-Aktâb - Kutublar Kutbu» denir. Kutb, değirmen taşının mili anlamına gelen Arapça bir sözdür. Değirmen taşı, nasıl o milin çevresinde döner ve nasıl o koca taşı mil çevirir, dön dürürse bütün âlem de kutb'un iradesiyle döner; herkes ona, o da Tanrı iradesine tâbidir.

İmâmiyye mezhebinde Hz. Peygamber, Allah'ın emriyle Alî'nin vasıy ve imâm olduğunu ümmete bildirmiştir. Hz. Peygamber'den sonra imamet, Alî'nin ve soyundan gelen onbir imâm'ındır. Onikinci İmâm, Mehdî'dir; sağ dır; zuhur edecek, zulümle dolmuş olan âlemi, adaletle dolduracaktır.
Bu mezhebi kabul eden sûfîlere göre Kutb, 0n ikinci imamdır; ondan başka Kutb yoktur; ona en ya kın olan eren'in vilâyeti de ancak ondan niyabet yoluy ledir (Mehdî hadislerinin Ehli Sünnet kitaplarında bulunanları için Seyyid Murtaza'l-Fîrûzâbâdî'nin, «Fadâil'ül- Hamse min Sıhâh'ıs-Sitte» adlı kitabına bakınız; c, III, Necef - 1348 H. s. 324 - 343).

Kutbdan sonra manevî bakımdan ona en yakın iki kişi vardır ki bunlara iki imâm anlamına «İmâmeyn» denir ve biri Kutb'un sağında, öbürü solunda farzedilir. Kalb solda olduğu için Kutb'un tasarrufuna vâris olacak eren, sol yandakidir. Kutb ölünce, sol yanında farzedilen eren, yerine geçer.
İmâmeyn ve İmâmân denen bu iki erenden sonra dört eren vardır; bunlara direkler anlamına «Evtâd» denir. Bunlardan sonra yedi eren vardır, bunlara da «Abdal» adı verilir. Bu ad, kötü huylarını iyi huya tebdil ettiklerinden, yahut diledikleri vakit, diledikleri yerlerde kendilerine bedel gösterebildiklerinden, yâni bir anda, birçok yerlerde göründüklerinden, yahut Kutb'un ölümü üzerine sol yandaki kutb eren ölünce, onun yerine evtâddan biri. evtâddan boşalan yere de abdâlden biri geçtiğinden bu adla anıldıkları söylenegelmiştir.
Abdâl'in dokuz, yahut kırk kişi olduğunu, daha fazla bulun duğunu söyleyenler de vardır. Abdâl'den sonra yetmiş, yahut yetmişten fazla eren gelir ki onlara da özü, soyu temiz kişiler anlamına «Nücebâ» derler.

Nücebâ'dan sonra üç yüz altmış tane temiz kişi vardır. Kutb ölünce aşağı tabakalardan birer kişi, daha üst tabakaya geçirilir. Üç yüz altmış erenden biri, Nücebâ'ya katılır, halktan biri de üç yüz altmış erenden açık kalan yere alınır ve böylece sayı tamamlanır. Halk, kutubla iki imâma «üçler», abdâl'e «yediler, kırklar» der. Bunların her bireri, bir işi tedbir ederler. Hepsine birden «Ricâl'ul-Gayb - Gayb erleri, gizli erenler» adı verilir (Nefehât tere. s. 26 ve de vamı; Sefînet'ül-Bihâr, II, s. 438 - 439, Cami', l, s. 102; Tarâık'ul-Hakaaık, l/s. 503 - 533).

Oğlan şeyh İbrahim, «Ve dahi kutb-ı zaman meşrebi üzere üç kimse bulunursa Üçler, yedi bulunursa Yediler, kırk bulunursa Kırklar deyû ta'bîr olunur» sözleriyle bütün bunları, kendine göre yorumlamaktadır (Sohbet Nâme).

Üçler, Kırklar, Yediler, yalanı (S.75)

Üçler, yediler, kırklar da, yâni bu sayıların kutlu sayılmasında Fisggorîlerin tesirlerini görmeme de imkân yoktur. Esasen Hükemâdan tasavvufa geçen bu inançlar, Hükemâ mesleğine de eski Hind - İran, Asur, hattâ Mısır inançlarından, Sabitlikten ve Yunan felsefesinden geçmiştir (Gölpınarlı: Simavna kadisı oğlu Şeyh Bedred-1 din; Eti yayınevi - 1966 Bâtınîlik bölümü.12-29)

Beyazıd –i Bestamiyi ve inananı kafir yapan sözler (S.83-84)

Soru 48 : Şath dediğiniz şeyi örnekleriyle biraz daha açıklar mısınız ?

Şath'a Bâyezıd-i Bıstâmî'nin (261 H. 784) sözleri arasında çok rastlanır. Meselâ, «Ben bir denize daldım ki peygamberler, onun kıyısındaydı» (Nefahat--terc-S; 15)
«Cehennem dediğin nedir ki? Onu görürsem, hırkamın ucuyla söndürüveririm; noksan sıfatlardan tenzîh ederim kendimi; ne de büyük bir zuhurum var» (Cemâl-üd-dîn Ebi'l-Ferec Abd'ür-Rahmân ibn'il-Cevzî: Telbîsu İblîs; Mısır - 1928, s. 342),
«Ona ulaşmadan Kâ'be'nin çevresini dönerdim; ulaşınca gördüm ki Kâ'be, benim'çevremde dönüyor»,
«İlk haccımda evi (Kâ'beyi), ikincisinde ev sahi bini gördüm; üçüncüsünde ne Kâ'be'yi gördüm, ne sahibini»,
«Benim Levh-i Mahfuz» (s. 345),

«benim bayrağım, Muhammed'in bayrağından daha büyüktür» (aynı s.),
«Allâhım. halkından birisini azaplandırmak, bilginde sabit olduysa, bunu takdir ettiysen, beni o kadar büyüt ki cehenneme benden başka kimse sığmasın» (aynı s. 346)
gibi sözleri, şath örnekleridir (aynı kitabın Şath ve dâvalar babına bakınız, s. 341 - 349).

Türk edebiyatından da buna benzer örnekler verilebilir. Meselâ Eşrefoğlu Abdullâh-ı Rûmî'nin (874 H. 1469-1 1470),

Çürümüş tenlere bir dem eğer dirsem bi İzni kum

Yalın âyâg u baş açık dururlar cümlesi üryan

Samurlar Eşrefoğlu'yam ne Rûmî'yem ne îznîkıy

Benem ol dâim'ül-Bâkıy güründüm sureta inşân
(Dîvan, İst. 1286. s. 33) beyitleri, buna güzel bir örnektir.

Hakim-i Tirmizi ile Muhyiddin-i Arabi batıl inançları (S.84-85)

Muhammed b. Aliyy'ül-Hakîm'it-Tirmizî ile (255 H. 868 - 869) başlayan İnsân-ı Kâmil ve
Hatm-i Vilâyet nazariyyesi, İbni Arabî'de pek aşırı bir hadde varmıştır. Hz. Muhammed'in son peygamber oluşuna karşılık İbni Arabî, zaman itibariyle Mehdî'nin Hâtem'ül-Evliya-erenlerin sonuncusu olduğunu, fakat gerçekte, bütün erenlerin fe yiz almaları bakımından hepsini hatmetmek, hepsinin mazhariyetlerini kendinde toplamak bakımından kendisinin Hâtem olduğunu, hattâ Hz. Muhammed'in vilâyetine mazhar olduğundan geçmiş peygamberlerle gelecek eren lerin, hep kendisinden feyiz aldıklarını iddia etmesi, gerçekten de büyük bir cür'ettir.
Hz. Peygamber, bir hadîsin de, peygamberliği bir duvara benzetmiş, duvarda bir kerpicin eksik olduğunu, kendisinin peygamberliğiyle o kerpicin de yerine konduğunu ve kendisiyle peygamberliğini tamamlandığını bildirmesine karşılık İbni Arabî, rüyasın da, bir taşı altın, Bir taşı gümüş bir duvar gördüğünü, altınların erenler, gümüşlerin peygamberler olduğunu, kendisinin de bir altın kerpiç olarak o duvardaki eksik yere girdiğini, böylece duvarın tamamlandığını söylemiş, Vilâyeti nübüvvetten üstün saymıştır» Bütün bunlar-şath sayılabilir, yalnız hüsn-i zanna sahip olamk şartiyle («Mevlânâ Celâleddin adlı eserimize bakınız, III. basım, ist. İnkılâp K. 1959 s. 234. İbni Arabi'nin bu çeşit dâvaları ve Şems'ie tartışmaları için de aynı eserin 52-53. sayfalarına bakınız).

Tasavvuf'ta Batıniler'in inançlar (S.87)

Bâtınîlik, Kur'ân'ın iç anlamına erenlerce dış anlamının lüzumsuz olduğuna, daha açıkçası, dînî hükümlerin ve şeriatın, âlemin düzenini korumak için ve anlayış ları, bu dereceye gelmemiş olanları idare yüzünden kon muş bulunduğuna inanmaktır. Meselâ namazdan maksat.
Tanrıya yaklaşmaktır; Tanrıya yaklaşanlarca, «Rabbine sana yakıyn gelinceyedek kulluk et» âyeti (XV, 99) bâtinîlerce, bunu apaçık bildirmektedir. Oysa ki bu âyette yakıyn, bütün müfessirlerce ölümdür; şu halde âyet ölünceye dek kulluk etmeyi buyurmaktadır; yakıyne erin ce ibadeti bırakmayı emretmemektedir (Mecma'ul Beyân; Tehran, Şirket'ül-Maârif'il-İslâmiyye basımı, c. VI, 1379 H. S. 346-347).

Hallac Müslüman görünerek Allah'la alay ediyor. (S.92-93)

Soru 51 : Huseyn b. Mansûr'il-Hallâc hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Bu zatın, Nişabur'lu, Rey'li, Talkan'lı, Merv'll oldu ğu rivayet edilmiştir. Halka kendisini sûfî gösterir, ikti dara Şîa'dan görünürdü. Kendisine uyanlar, onun Allah olduğuna inanırlardı. On ikinci İmâm'ın babı (kapısı, naibi) olduğunu iddia ederdi. İmâm, bir yazısıyle (tevkıy') ona lanet etmiş, onunla hiç bir ilişiği, ilgisi olmadığını bildirmişti. «Kitab'ut-Tavâsîn» adlı kitabında noktalara, harflere dair anlaşılması güç, esası saçma şeyler
bulunduğu gibi, «dâvalarda bulunmak, şeytanla Ahmed'ten (Hz. Muhammed) başkasına düşmez; çünkü İblîs'e, secde et dendi, etmedi. Ahmed'e, bak dendi, ne sağına baktı, ne soluna» gibi İblîs'i yücelten sözler (Louis Massignon basımı; Librairie Paul Geuthner - 1913; s. 41 - 43),
«Ben Hakk'ım, çünkü ebedî olarak Hak'layım, ondan hiç ayrılmadım» gibi gözleri (aynı, s. 52), Arapça şiirlerinden mey dana gelen Dîvân'ında «Ey dileyen kişinin dilediği, senin yüzünden de şaşırmışım, kendime de şaşmadayım. Beni kendine öylesine yanaştırdın ki seni, ben sandım; vecidde öylesine kendimi yitirdim ki beni, kendinde yok ettin»
(L. Massignon basımı; Journal Asiatique, Janvier - Mars, 1931, s. 30),

«Tenzih ederim maddî âlemi izhâr edeni, Tanrılığını bu suretle göstereni, sonra da halkı meydana getirip kendini yeyen, içen şeklinde göstereni» gibi şerîate uymayan sözleri (aynı, s. 41),
baz şathiyeleri vardır. (s. 33). Yaşayışına, öldürülüşüne dâir en sağlam bilgiler, «Ahbâr al-Hallac» dadır. (L. Massignon basımı, Paris -1957). Hallâc'a uyanların yollarına, «Hallâciyye» adı verilmişti. İnançları ve sözleri yüzünden 309 zilkadesinin 24. günü (922) Bağdad'da öldürülmüş, cesedi yakılmıştır. (Sefînet'ül-Bıhâr'a; l. Hiç mad. s. 296 - 297; İbni Nedim'in «EI-Fihrist»ine, Mısır - 1348, s. 296 - 272; ve Tenkıyh'ul- Makaal'e b. l, s. 346 - 347).

Tasavvuf'ta uyduruk keramet yalanları (S.106-107)

Sûfîlerin birçoğundan,olağanüstü şeyler rivayet edilmiştir. Bu rivayetler, adetâ müşterektir; yâni bir keramet, birçok sûfîlere atfedilmiştir. Meselâ Lokmân-ı Serahsî uçar Hacı Bektaş, güvercin şekline bürünür; Abdal Musa bir geyik olur; Budha da bir fil şeklinde görünür, bir masal olur. Hayvanlara iş gördürmek, yırtıcı bir hayvana binmek, Ebû-Yezîd-ı Bıstâmî'ye, Ebû'l-Hasan-ı Harrakaanî'ye, Hacı Bektâş'a atfedilmiştir. Az ekmekle çok kişiyi doyurmak, «Ahd-ı Cedîd» de olduğu gibi birçok erene de isnat edilmiştir. Ahmed-i Câmî, Ebû'l-Hasan-ı Harrakaanî, Ahmed Sârban, kadın derdi çekmiş erenlerdir. Olağanüstü şeyler, masalla rımıza kadar girmiştir (tarafımızdan bugünün diline çevrilen «Vilâyet-Nâme Manâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Veli»nin «Açıklamasına bakınız; İst. İnkılâp K. 1958, s. 105 - 120).

«Kuşeyrî Risâlesi»nde, Nefahat'ta, bir gemideki gence hırsızlık isnadı üzerine gencin dua etmesi, denizden, ağızlarında birer inci bulunan balıkların baş göstermesi (Kuşeyrî, s. 215; Nefahât tere. s. 89), «Mesnevi» de, bir başka tarzda İbrâhîm b. Edhem'e atfedilerek naklolunmaktadır (II, s. 427 - 429).
Bir sûfîye atfedilen, birinden naklolunan kerametin, birçok sûfîlere atfedildiğini, zamanımıza dek sürdüğünü, fıkralarımızda, hikâyelerimizde olduğu gibi çağ değiştikçe, yer değiştikçe, onlarda da değişiklikler yapıldığını ve bütün bunların, daha eski dinlerde, geleneklerde bulunduğunu. bildirmemiz gerektir
100 soruda Tasavvuf - Abdülbaki Gölpınarlı, Gerçek Yayınevi, 2.Baskı
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Nefahat'ül Üns Min Hadarâti'l - Kuds Tercümesi - Mevlana Abdurrahman Cami
1712433154654.png


Karısını kıskanmayan abdal veliler (S.42)

Âsem vefat ettiği zaman, cenaze namazım Ahmed bin Atai'l-Arabî kıldırdı. O Mekke ile Medine'nin arasında bulunan bir köydendir. O Öyle bir mübarek ve ulu bir zattır ki, ALLAHü Teâlâ onun aziz varlığı ile zamanımızı müşerref kılmıştır.

İmadüddin Abdulvehhab el-Barisînî (kuddise sirruh). Bu zatın doğduğu yer olan Barisin Kazvin köylerinden Ebher'e yakın bir köydür. Alla hü Teâlâ onu Abdullah eş-Şamî (kuddise sirruh) hazretleri vefat ettikten sonra yediyüz on senesinde ululuk mertebesinin tahtına oturttu. Şimdi o yetmiş altı yaşındadır. O, Peygamber (sallALLAHü aleyhi ve sellem) den bu zamana gelinceye kadar gelip geçen uluların ondokuzuncusudur. Bu zatların hâli kullukta bizim gibidir. Yerler, içerler, hasta ve tedavi olurlar. Bunlar Abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar. Çocukları, malları, mülkleri olur. Fakat Abdal tabakasına girdikten sonra o işi terk etmişlerdir. Artık ona bir daha dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha tekrar zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların ma'lûmu olsun. Onlar sünnete riayet etmede, nikâh hususunda mübalâğa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kim se evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o ka dını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin.

Keza onlar Peygamber (sallALLAHü aleyhi ve selem)den rivayet edilen sünnetlerin hepsine mükemmel bir şekilde riayet ederlerdi. Ben onların ma'rifetleriyle şereflenmeden evvel tabakalarından her tabakaya mu ayyen bir isim verdim. Birinci tabakaya, ALLAHü Teâlânm ehl-i şehadetten onların yerine birisini bedel kıldığı için Abdal, ikinci tabakava Ebtal dedim. Batılın manası kahramanlık yâni bahadır demektir. Üçüncü tabakaya; seyyah, Dördüncü tabakaya; Evtad, Beşinci tabakaya; Efzaz, Altıncı tabakaya; Kutb (ALLAHü Teâlânın sevgililerinin yer yüzündeki başkanları) adını verdim. Kutbların yirmi tanesi Peygamber (sallALLAHü Aleyhi ve sellem)in zuhurundan evvel vefat etmiştir. Muhammed ibn-el-askerî şerefli bir ümmetten Ve temiz bir ailedendir. Kutbiyyet (ululuk) mertebesine vâsıl olduğu zaman gizlendi. Abdal dairesine girdi. Yavaş yavaş terakki ederek Efzaz mertebesinin reisi ol du. Bu sıralarda zamanın ulusu (kutbu) Ali bin Hüseyn el-Bağdadî (kud dise sirruh) idi. O vefat ederek Şûniziye' de defnedildi. Namazını Muhammed bin Hasen el-Askerî kıldı. Ondokuz yıl ululuk mertebesinde kal dı. Sonra o da vefat edinci yerine Osman b. Ya'kûb el-Horasânî geçti. Onun namazını Cüveynî ashabı ile kılarak Medine-i Münevvere'ye defnet tiler. Cüveynî vefat edince yerine Abdurrahman b. Avf'ın küçük oğlu Ah med geçti. Cüveynî İran'da defnedildi ve namazı kılındı.

“Hz. Muhhamed'in kutupları iki tanedir.” yalanı (S.49-50)

Şeyh Muhyiddin Arabî (kuddise sirruh) den şöyle nakledilmiştir. Hakikatte Hz. Muhammed (sallALLAHü aleyhi ve sellem) in kutbları iki nepidir. Biri; Resulümüz (sallALLAHü aleyhi ve sellem)in, bi'setinden (peygamberliğinden) evvel" olanlardır. Bunlar, sayıları üçyüz onüç tane olanı peygamberlerdir. Diğeri, bi'setten sonra gelenlerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar oniki kutubdur. Yâni oniki menzil üzerine deveran ederler. Her biri bir peygamberin izi üzerindedir. Bir iklimde veya bir tarafta, yedi iklimdeki Abdal gibi, o Kutublara insanlardan bir cemaatın işi onun üzerine havale edilmiştir. Zira her iklimde bir Abdal vardır. Ki O, o iklimin kutbu (ulusu) dur. Bunlar dört Evtad gibidirler. Ki onlarla ALLAHü Teâlâ doğuyu, batıyı, güneyi ve kuzeyi muhafaza eder. Ahalisi kâfir veya mü'min olan her memleketin bir kutbu olduğu gibi, Hak Teâlâ kendi dostlarından evli

Yine bunun gibi makam sahiplerinden olanların her birinin bir Kutbu vardır ki O, onların zamanlarında işlerinin merkezi olmuştur. Onlara Kutbul-Ârifîn, Kutbul-Muhibbîn, Kutbul-Mütevekkilîn, Kutbuz-Zahidîn. Kutbul-Âbidîn denir. Bunlar sadece kendine hasredilmiş değillerdir. Peygamberimiz (sallALLAHü aleyhi ve sellem) den sonra geleceğini söylediğimiz o, oniki kutb bu ümmetin işlerini üzerlerine almışlardır. Nitekhı âlemdeki cisimlerin yörüngesi oniki tanedir, ibadet için yalnız başına bir tarafa çekilenler bunların haricindedir. Bunlar bir toplulukturlar ki, kutb dairesinin dışındadırlar. Hızır (aleyhisselâm) ve iki Hatem
onlardandır, 'Peygamberimiz (Sallalahü vesellem) olanlardan idi.

“İmaman iki şahıstır” (S.54-55)

İmamân iki şahıstır. Biri gavsın sağındadır. Nazarları âlem-i mele- kûtadır. Ona (Abd'ur-Rab) denir. Biri de solmadadır. Nazarları âlem-i melekedir. Ona (Abdül-Melik) denir. Mertebe bakımından bu imam Abd'ur-Rab'dan daha faziletlidir.

Evtad, âlemin dört rüknünde dört kişidirler. Biri doğudadır ki (Abd'- ül-Hayy) denir. Biri batıdadır ki (Abd'ül-Alîm) denir. Biri, kuzeydedir ki (Abd'ül-Mürid) denir. Biri güneydedir ki buna da (Abd'ül-Kadir) denir.

Abdal, yedi kişidirler. Fakat bu hususta ihtilâf vardır. Bu yedi şahıs Kutb, İmamân, Evtad'mıdır? Yoksa bunlardan başka kimseler midir ? Bunlara Abdal denilmesinin sebebi; bunlardan biri vefat ettiği zaman, kırklardan biri bunlara bedel olur (yerine geçer). Kırklar üç yüzlerden, onlar da umum sâlihlerden tamamlanırlar. Bunların bu isim ile anılmalarının diğer bir şekli de; Bunların, yerlerine kendi suretlerinde bir cesed bırakarak her tarafa gitmeleridir. Bunlar bu işi bilici oldukları için bunlar Abdal ismi ile şartlandırılmalardır. Bunlar sabittirler. Bir ayın günlerinde ve hangi günde cetvel olurlarsa, tafsili olarak bu cetvellerden bilinirler. Bir kimsenin bir şeye ihtiyacı olursa yüzünü o tarafa dönsün ki onlar o taraftadır ve şöyle desin : «Selâm sizin üzerinizde olsun ey gayb ricali ve ey mukaddes ruhlar ! Onun yardımı ile bana yardım ediniz ve beni bir gözetleme ile gözetiniz ve beni kuvvette koruyunuz».

Nûcebâ : Sekiz kişidirler. Bunlar insanların ağırlıklarını taşımakla meşguldürler.

Nükebâ : On iki şahıstır. Bunlar nefsin sırlarına muttali'dirler.

Büdelâ : On iki şahıstır. Bunlara bu ismin verilmesinin sebepi; bunlardan birisi vefat ettiği zaman geri kalanları, o topluluğun yerine geçer. Bunlar Büdelâ, abdal ve nükebanın dışındadırlar.

“Çölde susadığı zaman matarasından su çıktığı zaman süt alıyordu.”(S.101-102)

Meşayihtendir. Bir zamanlar çölde emine; «isen gidiyorum. Esen kalırız», dedi. Kız kardeşi matarasını süt ile doldurup ona verdi. O da matarayı alıp gitti. Bir zaman sonra taharet yapmak icabetti. Taharet etmek isteğinde mataradan süt aktı. Bunun üzerine yoldan tekrar geri dönerek onların yanlarına geldi. Ve "Taharetlenmek için suyum yok. Bana süt yerine su lâzım dedi. Matarasındaki sütü boşalttı. Su ile doldurdular. O yine çekip gitti. Taharet icab ettiği zaman mataradan su akar, acıkıp susadığı zaman ise süt akardı.

“Örtülerini iç içe koyarak fırına attı.Yahudi'ninki yanıp,kendi örtüsü yanmamıştı.”yalanı (S.112)

Bunların da künyesi (Ebû İshak)tır. Ebû Muhammed Gerin ve Ebû Ahmed Megarî öyle hikâye eder : «Bir yahudi ibrahim Aceri'mn önüne geldi. Ondan biraz alacağı olduğu için, onu vermesi için sıkıştırdı. Bir miktar konuştuktan sonra yahudi ona : "Bana öyle bir şey göster ki, onun vasıtası ile İslâmın, dinimden daha şerefli ve daha faziletli olduğunu anlayayım ve İslama inanayım", dedi. İbrahim "Doğru mu söylüyorsun?" Yahudi : "Evet doğru söylüyorum". Bunun üzerine İbrahim : "Ridanı (örtünü) bana ver", dedi. Onun ridasım aldı. Kendi ridasının içine koydu ve sardı. Sonra orada yanmakta olan kiremit fırınının içine attı. Sonra fırının içine girip onları çıkardı. Ridasını çözüp açtı. Kendi ridasının içinde olan yahudinin ridası yanmış, fakat kendi ridasına as la hiç bir şey olmamıştı. Bu durumu gören yahudi iman ederek müslüman oldu».

Kiremit fırınını kapatan ve işçileri men eden derviş (S.112 )

Meşayihin ulûlarındandır. Ca'fer Haledî ondan çok şeyler nakletmiştir. Şöyle demiştir : «Bir zamanlar kiremit işi ile uğraşıyordum. Bir gün düzülmüş olan kerpiçlerin içine girdim. Bir kerpicin birisine şöyle dediğini işittim : "Selâm senin üzerine olsun. Çünkü yarın ateşin içine gireceksin". Bunun üzerine işçileri onları ateşe atmaktan men ettim. Hepsini oldukları gibi bıraktım. Ondan sonra da katiyyen kerpiç pişirmedim.

Horasan'ın köpekleri de böyle yapar itirazı (S.115)

Bir zamanlar ibrahim Belhî dedi : «Günlük yaşayışınızı teminde ne taparsınız?». Edhem : «Ne bulursak şükrederiz, ve bulamadığımız za man sabrederiz». Bu söze Şakîk şu karşılığı verdi : «Horasan'ın köpekleri bile böyle yapar», ibrahim Edhem : «Siz nasıl yaparsınız?» diye sordu. İbrahim el-Belhî: «Bulduğumuz zaman dağıtır. Bulamadığımız zaman şükrederiz», ibrahim Edhem onun başını öptü ve dedi : «Üstad sensin». Kitâbu Siyerü's - Salihin'de bu hikâyeyi anlatanların aksine, yâni İbrahim Edhem'in sözlerini Belhî'ye nisbet, Belhî'nin sözlerini de Edhem'e nisbet etmiştir. (Gerçeği en iyi bilen ALLAHü Teâlâdır.)

“Kırk yıl uyumadı.Bir gün huşu ile uyudu . ALLAH'ı gördü.” yalanı (S.150)

Şeyh'ül-İslâm dedi: «Şah. kırk yıl uyumamıştı. Bir gün. tama' ile uyudu. Uykuda Hak teâlâyı gördü ve uyanıp şu beyti okudu:

Ey gözümün nuru, seni uykuda gördüğümden beri Asla gözüm açılmaz uykudan, o ümide.

Rasulullah Hallac'ın evine gelerek Mansurla konuşması yalanı (S.216)

Hüseyin Mansûr'un bir gün hatırından şöyle geçti : Hz. Muhammed (sallALLAHü aleyhi ve sellem) mi'rac gecesi sadece mü'minleri diledi. Ne- den bütün insanları dilemedi ? Ve demedi ki : «Ya Rabbî! Cümlesini bana bağışla». Bu düşünce üzerinde iken Hz. Resul (sallALLAHü aleyhi ve sellem) derhal içeri girerek geldi : «İşte geldi», dedi ve buyurdu : «Biz kimi dilersek, Hakkın fermanı ile dileriz. Bizim gönlümüz Hakkın ferman evidir. Onun iradesinin ve fermanının gayrinden pak ve masumdur. Eğer O, hepsini dile derse, hepsini dilerim». Bundan sonra Hüseyin Mansûr başından sarığını çıkararak Resûlullah (sallALLAHü aleyhi ve sellem) in huzurunda keramet gösterdi. Resûlullah (sallALLAHü aleyhi ve sellem) bu yurdu : «Bu sarık kerameti ile, baş dahi vermek gerekir. Ki ben razı olayım». Onun katledilmesine hakikatte sebep bu hüküm oldu.

Dar ağacında iken şöyle derdi : «Bu işin başıma neden geldiğini ve kimin muradı olduğunu bilirim. Bundan yüz çevirmem». Sadık olan âşık elbette böyle olur. O sekr (tam huzur) içinde olduğundan dolayı hali doğru ve o ma'zur idi. Söylediği söz lisanından bu halde iken sadır oldu. Şüphesiz alemin halikına onun hali apaçık belli oldu. Eğer bir yalancı iddia ederek Ene (ben) dese, Firavun'a ilhak olur. Böylece sadık yalan cıdan, hakikat mecazdan ayrılır.

Mansur asılmasını ve sonrasını bilmesi yalanı (S.216)

Babam dedi ki : Abdülmelik-i Eskâf buyurdu : «Bir gün üstadım olan Hallâc-ı Mansûr'a. : "Ey Şeyh! Arif kimdir?" diye sordum. Buyur du : "Arif o kimsedir ki, Zilkade ayından altı gün kala, Salı günü (H. 309) senesinde Bağdad'ta, eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar". Abdülmelik buyurdu : "Onun dediği zamanı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş. O ne söyledi ise, aynını ona yaptılar."

“Hallacı asacakları gece ALLAH'ı rüyada görerek ‘ben sırrımı ona söyledim. Ama o halka söyledi'” yalanı (S.217)

Ona (Ahmed bin Fâtık) da derler. Künyesi (Ebû'l - Fâtık) tır. Bağ- dad'lıdır. O, Cüneyd ve Nuri ile sohbet etmiştir. Cüneyd, ona ikram eder di. Halide'm talebesi olup, ona mensuptur.

O demiştir ki : «Onu asacakları gece Hak Teâlâyı rüyada gördüm.Dedi ki : "Ya Rabbî! Bu ne iştir ki kulun Hüseyin bin Mansûr'u böyle yaptın?" Buyurdu : "Ben kendi sırrımı ona açıkladım (gösterdim). Ama o halka söyledi. Ona ihsanda bulundum, O güzel göründü ve halkı kendisine davet etti"».

Muhiddin-i Arabi'nin kitaplarını öğrencilerine men etmesi gerçeği (S.550)

Amma evvelki Şeyh Nureddin Abdurrahman Isferâinî'den (Kuddise sirruh) rivayet edilmiştir. Şeyh Nureddîn îsferâinî'den işitilen bu sözleri sohbetinde bulunduğum otuzüç yıl içinde asla dilinden işitmemiştim. Amma de vamlı olarak îbn-i Arabi'nin nıusannafatını okumaktan men ederdi. Hat ta Mevlânâ Nureddin Hakîm'in ve Mevlânâ Bedreddîn'in (Rahmetullahi Aleyhima) Füsûs'u ders olarak okuttuğunu işitince geceleyin varıp o nesneyi ellerinden almış ve parçalamıştır. Bu şekilde onları men et mişlerdir. Büyük oğluna tavsiyelerinde ALLAH ömrünü uzun 'buyursun «Ben bu itikad ve maariften bizarım» buyurduğu rivayet edilmiştir.

Aziz okuyucularım! Boş bir vaktimde Fusûs kitabını haşiye ediyordum. Şu tesbiha kadar gelmiştim: (Sübhane men ezharel eşyâe ve hüve bi aynihâ : Eşyayı izhar eden o Halikı teşbih ederim. Halbuki o eşya onun aynıdır). Sözünü gördüğüm an şu cevabı vermeyi uygun bul dum:

- Ey teşbih eden: Agâh ol. Eğer sen «Şeyhin fazla olan şeylerinin şeyhin aynasıdır» dediğini işitsen elbette ve konuda müsamaha etmez ve kızarsın. Öyleyse bu hezeyanı Hak Teâlâya nisbet etmen nasıl caiz oluyor? Nasûh tevbesiyle Hak'ka tevbe et; bu kuvvetli tevbe ile Yunanlıların, Tabiatçıların, Dehrîlerin ve Şamanların bile utandığı bu müşkil uçurumdan kurutulasın.

Nefahat'ül Üns Min Hadarâti'l-Kuds Tercümesi - Mevlana Abdurrahman Cami, Bedir yay., İst-1971
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar - Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü, Diyanet yay.

1712433189382.png

Tasavvuf cereyanına katılan ilk mutasavıflar (S.14-17)

İslâmiyet, daha Hicrî II. asırdan itibâren, eski hâline göre mühim farklar gösteriyordu; filhakika, dünyanın muhtelif mahallerinde, asırlardanberi kendi harsları ve an'aneleri ile yaşayan çeşitli milletler islâmiyet dâiresine girince, en esas noktalarda bile birçok farklar meydana gelmesi zarurî idi : Iran gibi çok eski ve zengin bir medeniyet, çölden gelen mukavemet edilemez kuvvete karşı, hiç olmazsa manevî istiklâlini müdâfaa edecekti. Sonra, islâm dini, sür'atle yayılması dolayısıyla iran'dan başka medeniyetler ve dinlerle de karşı karşıya gelmişti. Doğrudan doğruya olmasa bile Hind medeniyeti; Musevîlik te'sirleri, Suriye'yi baştanbaşa kaplamış olan Hıristiyanlık nüfuzu, eski Yunan feylesoflarından çevrilmiş eserler ile meydana gelen fikir cereyanları, hulâsa bütün bu gibi çeşitli âmiller dinî gelişme üzerinde te'sir icra ediyor, bu suretle geniş islâm memleketinin her tarafında birçok mezheb ve meslekler vücut bularak biribiriyle şiddetle çarpışıyordu. Türklerin gittikçe artan taarruzlariyle zâten yıkılmağa hazır bir hâle gelmiş olan eski Sâsânî saltanatı. Arap kılıcı karşısında önce boyun eğdikten sonra, İrânîlik, Hz. Hüseyin evlâdını Sâsânîler'in vâris ve takipçisi sayarak, "Ehl-i beyt'in hukukunu müdâfaa" perdesi altında Arap milliyetine ve islâm dinine dehşetli darbeler vurdu ve eski bir medeniyetin kolayca yok edilemiyeceğini .Zerdüşt akidelerini islâm kisvesi altına sokmak suretiyle açıkça gösterdi. Hicret'in III. ve VI. asırlarında, islâm memleketlerinin her tarafında çeşitli mezhepler ve meslekler hüküm sürüyor, hükümdarların şahsî ve siyâsî ihtirastan bunların gelişmesine büyük bir saha bırakıyordu .

Bu esnada islâm âleminin muhtelif yerlerinde en çok göze çarpan şeylerden biri, tasavvufun umûmîleşmesi ve mutasavvıfların çokluğu idi. İslâmiyet'in ilk asırlarında hiç mevcut değil iken sonraları İran, Hind, Yunan fikirlerinin ve kısmen de îsevîlik'in te'siriyle — unsurlarından en fazlasını da İslâmiyet'ten almak şartiyle - teşekkül eden tasavvuf mesleki, az zamanda bütün İslâm memleketlerini kaplamıştı, önce sûfî nâmını alan ve Suriye'de ilk zaviyeyi kuran Kûfeli Ebu Hâşim'den sonra, Süfyâu-ı Sevrî (ölümü : H. 168 - M. 784/85), eski hıristiyan keşişlerinin yerleştiği Mısır'dan yetişen Zu'n-Nun (H. 245 - M. 859'/860), Horasanlı Bâyezîd-i Bistâmî (H. 261 - M. 874/75), hakkında türlü türlü fikirler yürütülen Hallâc-ı Mansûr (H. 309 - M. 921/22), sonra Cüneyd Bağdadî gibi birçok büyük mutasavvıflar mesleklerini bütün mümâneatlara, isnatlara rağmen yaymaktan geri durmuyorlardı. Ebu'l-Kâsım 'Abdü'l- Kerîm Kuşeyrî (H. 465'— M. 1072-73), meşhur risalesiyle tasavvuf meslekinin Ehl-i sünnet mezhebine uygunluğunu isbata çalıştığı gibi, daha sonra Gazâlî de (H. 450-505 - M. 1058-1112), birçok eserleri ile bu hususu zihinlere kuvvetle telkini başarmıştı. Ondan sonra Hikmetü'l-lşrâk sahibi Suhreverdî-i Maktul, 'Avâriftfl-Ma'ârif müellifi Şahâbeddin Suhreverdî, «Abdü'l-Kâdir Geylânî (H. 470-561 - M. 1077-1166) ve Tabakât-ı sûfiyye kitaplarını dolduran birçok mutasavvıflar yavaş yavaş mesleklerini yaymağa çalışarak binlerce mürîd ve halk arasında büyük bir manevî nüfuz kazanmışlardır 9 . Meşhur âlimlerden birçoklarının büyük şeyhlere intisabı, hükümdarların ve ümeranın bizzat tekke ve zaviyeler yaptırarak bu cereyanı teşvik etmeleri - daha doğrusu o cereyana kapılmaları - islâm âleminin her tarafında şeyh ve dervişler yetiştiriyor ve böylece adetâ yeni içtimâ'î zümreler vücûde getiriyordu. Bilhassa her büyük şeyhin ölümünden sonra 'âmme muhayyelesi onu bir keramet hâlesiyle ihata etmekte idi. Tarihî kıymeti olmayan hurafelerle dolu menâkıp kitapları değil, sûfîlik tarihinin en kıymetli kaynakları ile bu gibi muhayyelât ile doludur.


Türkistan'da tasavvuf ve mutasavvıflar (S.17-20)

Eski İran an'anelerini göğsünde saklayan Horasan, islâmiyet'ten sonra tasavvuf cereyanının başlıca merkezlerinden biri ve belki birincisi mâhiyetinde içli. Bu yüzden Maverâünnehr İslâmlaştıktan sonra, bu cereyanın, islâmiyet'in evvelce ta'kibettiği yollardan Türkistan'a gireceği pek tabiî bir hâdise idi. Hakîkaten öyle oldu. Herat, Nişâbur, Merv, III. asırda mutasavvıflarla nasıl dolmağa başladıysa, IV. asırda Buhara'da , Fergâna da da şeyhlere tesadüf edilmeğe başlandı; hattâ Fergâna'da Türkler kendi şeyhlerine Bab, yâni Baba nâmını veriyorlardı. Horasan'a herhangi bir münâsebetle gidip gelen Türkler arasından da mutasavvıflar yetişiyordu : Meşhur sûfî Ebû Sa'id Ebü'l-Hayr'ın pek ziyade hürmet ettiği Muhammed Ma'şûk Tûbî ile Emîr 'Alî 'Abu hâlis Türk idiler . İşte bu gibi muhtelif âmiller te'siriyle, Türkler arasında tasavvuf cereyanı yavaş yavaş kuvvetleniyor, Buhara, Semerkand gibi büyük tslâm merkezlerinden içerilere yayılıyor, din aşkı ile mücehhez birçok dervişler tarafından göçebe Türkler arasına yeni akideler götürülüyordu .

Esaslarını Hazret-i Ebû Bekr, veya Hazret-i 'Alî vâsıtasiyle Hazret-i Peygamber'e kadar eriştiren sûfîliğin yayılması, tekkelerin siyâsî kuvvetler tarafından âdeta resmen tanınması, birçok büyükler, devlet adamları ve hattâ sultanların şeyhlere riâyetleri, onlara yüksek bir manevî nüfuz bahşediyordu. Şarap içmiyecek kadar dinî hükümlere bağlı olan Karahanlılar, islâmiyet'i aşk ve hararetle savunan ilk Selçuklular, âlimlere ve şeyhlere karşı büyük bir hürmet ve riâyet gösteriyorlardı . Bununla beraber, Türk hükümdarları islâm akidelerine çok bağlı kaklıklarından , Hanefîlik'i o kadar kuvvet ve kanaatla kabul etmişlerdi ki, esasen Türk milletinin içtimaî vicdanından doğan bu temayül, bir taraftan islâm arasındaki ayrılığın ve râfizîlik ve i'tizâlin umûmileşmesine mâni' oluyor, diğer taraftan yine bunun tabiî bir neticesi olarak Türk çevrelerinde gelişen tasavvufî fikirlerde şer'î esaslara derin ve samimî bir uyma görülüyordu 17 . Bizim kanaatimize göre, Ahmed Yesevî zuhur ettiği zaman, Türk âlemi epeyi uzun bir zamandan beri - herhalde IV. asırdanberi- tasavvuf fikirlerine alışmış, mutasavvıfların menkabc ve kerametleri yalnız şehirlerde değil, göçebe Türkler arasında bile azçok yayılmıştı. İlâhîler, şiirler okuyan, Allah rızâsı için halka birçok iyiliklerde bulunan, onlara cenııct ve saadet yollarını gösteren dervişleri, Türkler, eskiden dinî bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul ediyorlar, dediklerine inanıyorlardı. Bu suretle eski ozanların yerini, ata veya bab unvanlı birtakım dervişler almıştı: Hazret-i Pey gamberin sahabelerinden olarak gösterilen Arslan Bab ile, menkabeye göre İslâm dinini anlamak maksadıyle Türkistan'dan Cezîretü'l-Arab'a gelmiş ve Hazret-i Ebû Bekr'le görüşerek islâmiyet'i kabul eylemiş olan ozanlar piri meşhur Korkut Atu , Çoban Ata , işte bunlardan kalmış birer hâtırayı yaşatıyor; herhalde, Ahmed Yesevî'nin zuhuru zamanında, göçebe Türkler arasında, yâni Sir Deryâ kenarlarında ve bozkırlarda, anladıkları bir lisanla - yâni basit Türkçe ile - halka hitabederek islâm akidelerini ve ananelerini onlar arasında yaymağa çalışan dervişlerin bulunduğu bizce muhakkaktır. Ahmed Yesevî'nin, kendisinden önce gelen dervişlere daha üstün, daha kuvvetli bir şahsiyeti olduğunu kabul etmemek mümkün değildir; Ancak, eğer kendisinden evvel gelen nesiller zemin hazırlamamış olsalardı, onun başarısı bu kadar büyük olamazdı.


Ahmed Yesevi'nin menkabevi hayatı (S.27-31)

Halkın muhayyelesi üzerinde kuvvetli izler bırakan her şahsiyet, hattâ daha hayatında iken, menkabesinin teşekkül ettiğini görür. O menkabeler uzun asırlar boyunca bir nesilden öteki nesle geçerken dâima büyür, büyür ve nihayet o şahsiyetin hakikî simasını ta'yin edebilmek çok güçleşir. Bilhassa Doğu'da, mutasavvıfların "halk muhayyclesi" üzerindeki te'sirlerinin şiddetinden dolayı, her geçen asır onlara yeni menkabeler icadetmiş ve tarihî simalarını hergün daha çok unutturmuştur. Eski Doğu tarihçileri, ekseriyetle tarih ile menkabeyi biribi rinden ayıramadıkları için, halk muhayyelesinde teşekkül eden hayalî şekilleri aynen kitaplarına geçirmekten başka birşey yapmadılar, işte, bu yüzden, bugün Hâce Ahmed Yesevî'nin tarihî simasını tesbite çalışırken, önce, an'anenin bize naklettiği menkabevî şahsiyetini tasvir edeceğiz. Sosyal vicdanın yaratmış olduğu bu şahsiyet, atıl tarihî şahsiyete uygun olmasa bile, büyük sosyal bir kıymete mâlik olup, araştırılmağa değer.

Çocukluğu:

Türkistan'da Sayram şehrinde Hazret-i 'Alî evlâdından Şeyh ibrahim adlı bir şeyh vardı. Şeyh öldüğü zaman Gevher Şehnaz adlı büyük bir kıziyle Ahmed isminde yedi yaşında bir çocuğu kaldı . Ahmed, daha küçük yaşındanberi muhtelif tecellîlere mazhar oluyor, yaşı ile uymayan fevkalâdelikler gösteriyordu. Kendisi, vücûde getirdiği Divân-ı Hikmet adlı eserinde mazhar olduğu bu feyizleri mutasavvıflara yakışır bir dil ile birer birer anlatır . Daha küçüklüğündenberi Hızır Aleyhi's-selâm'ın delâletine mazhar olan Ahmed, yedi yaşında babasından yetim kalınca, diğer manevî bir babadan terbiye gördü. Hazret-i Peygamber'in manevî işaretiyle ashaptan Şeyh Baba Arslan, Sayram'a gelerek onu irşâd etti.

Arslan Baba, menkabeye göre ashabın ileri gelenlerindendi. Meşhur bir rivayete göre, dörtyüz sene ve diğer bir rivayete göre de, yediyüz sene yaşamıştı. Onun Türkistan'a gelerek Hoca Ahmed'i irşada me'-mur olması, bir manevî işarete dayanıyordu : Hazret-i Peygamber'in gazalarından birinde, Ashâb-ı Kiram nasılsa aç kalarak onun huzuruna geldiler; biraz yiyecek istirham ettiler. Hazret-i Peygamber'in duası üzerine Cibril-i Emin, Cennetten bir tabak hurma getirdi; fakat o hurmalardan bir dânesi yere düştü. Hazret-i Cibril dedi ki : "Bu hurma sizin ümmetinizden Ahmed Yesevî adlı birinin kısmetidir". Her emânetin sahibine verilmesi tabiî olduğu için, Hazret-i Peygamber, ashabına, içlerinden bilinin bu vazifeyi üzerine almasını teklif etti. Ashaptan hiçbiri cevap vermedi; yalnız Baba Arslan inâyet-ı risâlet-penâhî ile bu vazifeyi üzerine alabileceğini söyledi. Bunun üzerine.Hazret-i Peygamber, o hurma (ianesini eliyle Arslan Baba'nın ağzına attı ve mübarek tükrüklerinden de ihsan etti. Hemen hurma üzerinde bir perde zahir oldu ve Hazret-i Peygamber, Arslan Baba'ya, Sultan Ahmed Yesevî'yi nasıl bulacağını ta'rif ve ta'lim ederek, onun terbiyesi ile meşgul olmasını emretti. Bu nun üzerine Arslan Baba Sayram'a — yahut Yesi'ye - geldi ve üzerine aldığı vazifeyi yerine getirdikten sonra, ertesi yıl vefat eyledi : Divân-ı Hikmet'te "Kâbizü'l-ervâh'ın onun canını aldığı, hurilerin ipek dondan kefen biçtikleri, yetmişbin meleğin ağlaya ağlaya gelip onu Cennet'e götürdükleri" yazılıdır .


Yedi yaşına kadar birçok yüksek manevî rütbelere sırasıyle yükseldikten sonra, Arslan Baha'nın terbiyesiyle yüksek bir olgunluk mertebesine erişen küçük Âhmed, yavaş yavaş etrafta şöhret kazanmağa başlamıştı; zâten babası Şeyh ibrahim sayısız kerametleri, menkabeleri ile o civarda tanınmış bir adamdı ; bu yüzden, hemşiresinin sözlerine tamâmiyle riâyet eden bu sakin, sessiz küçük çocuğun, sülâlesi bakımından da manen büyük bir mevki' sahibi olduğu biliniyordu. O esnada vâki olan hârıku'l'âde hâdise ise, Ahmed'in şöhretini bütün Türkistan'a yayıyordu : Bu devirde Mâverâü'nnehr ve Türkistan'da Yesevî adlı bir hükümdar saltanat sürüyordu. Kişin Semerkand'da oturuyor, yazları Türkistan dağlarında yaşıyordu. Bütün Türk hükümdarları gibi av meraklısı olan bu pâdişâh, yazları, Türkistan dağlarında avlanmakla vakit geçirirdi; lâkin bir yaz Kara-cuk dağında avlanmak istediği hâlde, dağın çok girintili çıkıntılı olması onu bu emelden mahrum etti; Karacuk'da hiç av avlayamadı. Bunun üzerine bu dağı ortadan kaldırmak istedi. Kendi hükmettiği yerlerde nekadar velîler varsa hepsini topladı ve duaları berekâtiyle bu dağı ortadan kaldırmalarını istedi. Türkistan evliyası hükümdarın bu niyazını kabul ettiler, ihram bağlayup üç güne kadar bu dağın ortadan kalkması için tazarru' ve niyaza koyuldular; fakat bütün tazarru'lar, umulanın aksine, neticesiz kaldı. Sebebini araştırdılar, "Memleketteki ariflerden, velîlerden gelmeyen var mı ?" diye araştırdılar. Şeyh İbrahim oğlu Hoca Ahmed'in henüz pek küçük olduğu için, çağırılmadığı anlaşıldı. Hemen Sayram'a adamlar gönderip çağırdılar. Çocuk, ablasına danıştı. Ablası dedi ki, "Babamızın vasıyyeti vardır. Senin meydana çıkma zamanının gelip gelmediğini belli edecek şey, babamızın ma'bedi içindeki bağlı bir sofradır. Eğer onu açmağa kadir olursan, var git. Meydana çıkma zamanın gelmiş demek olur". Çocuk bunun üzerine ma'bede gitti ve sofrayı açtı. Artık meydana çıkma zamanı gelmiş demekti. Hemen sofrayı alarak Yesi şehrine geldi. Bütün evliya orada hazırdılar. Sofrasında olan bir tane ekmeği niyaz gösterdi, kabul edip Fatiha okudular. Bu ekmeği meclisteküere böldü; hepsine yetti. Evliyadan ve pâdişâhın ümerâ ve askerlerinden orada 99.000 kişi hazır olmuştu. Onlar bu kerameti görünce, Hoca Ahmed'in büyüklülüğünü daha iyi anladılar. Hoca Ahmed, babasının hırkası içinde duasının neticesini bekliyordu. Birdenbire gök yüzünden seller boşandı, her yer suya boğuldu. Şeyhlerin seccadeleri dalgalar üzerinde yüzmeye başladı. Bunun üzerine bağrışıp niyaz ettiler. Hoca Ahmed, hırkadan başını çıkardı. Hemen fırtına kesilerek güneş açıldı. Baktılar, Karacuk dağı ortadan kalkmış : Şimdi o dağ yerinde Karacuk adlı bir kasaba bulunur ki Hoca'nın ekser evlâdının mesken ve vatanıdır. Bu kerameti gören Hükümdar Yesevî, kendi adının kıyamete kadar cihanda bakî kalmasını te'min için Hoca'dan niyaz etti. Hoca bu niyazı da kabul eyledi ve dedi ki : "Âlemde her kim bizi severse senin adınla beraber yâdeylesin". İşte bundan dolayı o günden beri "Hoca Âhmed Yesevî" adı ile anılır oldu.

Ölümünden sonra kerametleri (S.41-44)

Hoca Ahmed Yesevî, çillehânesinde uzun bir hayat geçirerek öldükten sonra da yine birçok kerametler göstermiştir. Tarih ve menkabe kitaplarına, bu sayısız kerametlerin ancak birkaç tanesi geçebilmiştir. Meselâ Timurleng'in, Hoca'nın mezarı üzerine bir türbe ve cami bina etmesi, eski bir menkabeye göre, Hoca'nın bir kerameti eseridir. Risâle-i Tevârih-i Bulgariye adındaki eser, bu menkabeyi şu suretle kaydedi yor : "... Nihayet Hazret-i Emir Timur, Hızır Aleyhi's-selâm ile beraber Buhâra'ya gitmeğe niyyet etti. Yolda Türkistan'a uğradı. Türkistanlı Hoca Ahmed Yesevî, Emir Timur'un rüyasına girdi. "Ey yiğit! Çabuk Buhâra'ya git, inşa'llâh oradaki şahın ölümü senin elindedir, senin başından çok şeyler geçse gerektir, bütün Buhara halkı zâten seni bekliyorlar" dedi. Emir Timur, bu rüyayı görüp uyandı, Allah'a şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimi Nogaybak Han'ı çağırttı; Ahmed Yesevî kabrine bir âsitâne yaptırması için ona birçok para verdi. Türkistan hâkimi öyle zinetli bir âsitâne yaptırdı ki hâlâ bütün güzellikleriyle durur»".

Hakikaten, Timur'un, Hoca Ahmed Yesevî'ye çok i'tikad ettiğini, başka kaynaklar vâsıtasiyle de biliyoruz; hattâ Birinci Sultan Bayezid ile harb için Anadolu'ya yürüdüğü zaman, Hoca'nın Makamat'ından tefe'ül etmişti .

Nakşibendi an'anesi, Timur sülâlesinden meşhur Sultan Ebû Sa'îd Mirzâ'nın, Hoca Ubeydullâh'ın iltifatına mazhar olmasını da, yine Ahmed Yesevî'nin bir kerametine isnad eder : Sultan Ebû Sa'îd Mirzâ'mo daha nâm ve sânı yokken, Hoca 'Ubeydullâh, bir kâğıt parçasına onun ismini yazıp 'amâmesine soktu. Müridleri, bu Ebû Sa'id Mirzâ'nın kim olduğunu sordular. "Bize, size, Taşkend, Semerkand ve Horasan ahâlisine pâdişâh olacak adam!" cevabını verdi; hakikaten, pekaz zaman sonra böyle oldu. Meğer o vakitler Sultan Ebû Sa'îd Mirza da bir rü'yâ görmüş, Hoca Ubeydullâh, Hoca Ahmed Yesevî'nin işaretiyle ona Fatiha okumuş. Ebû Sa'îd Mirza da, Hoca Ahmed Yesevî'den kendine Fatiha okuyan Hoca'nın adını sorup öğrenmiş. Sabahleyin uyanınca, maiyyetindekilere, Hoca Ubeydullâh adlı birini tanıyıp tanımadıklarını sual etmiş, Taşkend'de o nâmda bir şeyh bulunduğunu haber alır almaz, hemen Taşkend'e doğru yola çıkmış ve nihayet Ferkefte Hoca ile mülakat ederek, bir Fatiha niyaz etmiş, Hoca gülerek demiş ki : "Fatiha bir olur".

Cevâhirü > l-Ebrâr''da., Hoca'nın Hümâyûn hakkındaki bir kerameti anlatılır : Yeseviyye halîfelerinden müellifin şeyhi Seyyid Mansûr Ata, bir aralık Türkistan'a, yâni Yesi'ye gelerek, Hoca'nın türbesini ziyaret ve onunla manen mülakat etti. Mülakat esnasında Hoca Ahmed Yesevî dedi ki : "Çağatay Pâdişâhı - yâni Babur'ün oğlu Hümâyun Pâdişâh — Semerkand'ı zaptedip o diyar hâkimiyetini ele geçirmek istiyor; lâkin ervâh-ı tayyibe buna razı değil, onu Hindistan'a havale ediyorlar. Onun o havalideki zaferleri için, türbemizden bir alem al, götür." Hoca'nın bu emri üzerine Seyyid Mansûr, alem'i alarak Humâyûn'un hükümet merkezi olan Kabil şehrine gitti. Hakikaten Hümâyûn pâdişâh, ceddi Timur'un medfeni olan Semerkand'i alıp Cengizîleri ortadan kaldırmak istiyordu. Pâdişâhın kardeşi Hendal Mirza, Kabil'de Seyyid Mansûr ile epeyi zaman görüştü ve onun büyüklüğünü anlayarak mürîd oldu. Biraderi, Humâyûn'un yanına gittiği zaman, ona, başından geçenleri anlattı. O da rüyasında bunu işaret eden acip bir vakıa görmüştü. Bu nun üzerine Seyyid Mansûr'u davet ettiler. Ahmed Yesevî'nin verdiği alemle beraber geldi. Pâdişâh onu karşıladı. Sonra zikr halkası kuruldu, Türkistan pirlerinin Hikmet'lerinden manzumeler okundu. Dinleyenlerde vecd hâsıl oldu. Bundan sonra Hümâyûn Pâdişâh'a dedi ki "Mâverâü'n nehr evliyası, size Hind fethini müjdeliyorlar. Hazret-i Ahmed Yesevî de nusret için bunu gönderdi. Kabul buyurunuz". Bunun üzerine Hümâyûn Pâdişâh bu müjdeden çok memnun oldu ve Hindistan'a yürüyerek orayı zapt ve istilâ etti. Ahmed Yesevî bu suretle büyük bir keramet daha göstermiş oldu.

Cevahir'ü''l-Ebrâr müellifi, şeyhi Seyyid Mansûr Ata'dan naklen Hoca Ahmed'in diğer bir kerametini daha anlatıyor : Seyyid Mansûr daha ilk defa Ahmed Yesevî'nin çillehanesini gördüğü zaman, onun bu çok sıkıntılı, daracık yerde yıllarca nasıl tahammül edip yaşadığına pek çok hayret etmiş, lâkin birdenbire teveccüh kılıp murakıp olmuş, bakmış ki pek küçük zannettiği o çillehânenin bir ucu Doğu'da, diğer ucu Batı'da! O Zaman evvelki düşüncesinin yanlışlığını anlamış ve bir defa daha iyice öğrenmiş ki Cenâb-ı Hak, sevgili kullarına hiçbir zaman sıkıntı çektirmez; birkaç arşınlık daracık yeri bütün bu cihandan daha geniş kılabilir. Schuyler isminde bir ingiliz seyyahı, Rus istilâsından biraz sonra Türkistan'da seyahat ederken Yesi'ye de uğramış ve orada Ahmed Yesevî'nin halk arasında dönüp dolaşan bir menkabesini daha kaydetmiştir : Menkabeye göre, Ahmed Yesevî hayatında Câmi'-i Haz ret'in minaresine çıkıp başından beyaz sarığını çıkararak halka gösterdiği için, ahâlî bundan şehrin yakında Ruslar eline geçeceği mânasını çıkarmışlar ve buna dayanarak, Rus askerine karşı mukavemet göstermemişler imiş. bununla beraber, yine aynı seyyah, bu câmi'in Orta- Asya'daki bütün camilerden daha mukaddes sayıldığı cihetle, Rus istilâsından önce bütün âlimler ve ahâlînin buraya toplanıp üzerlerine musallat olan düşmanın defini Allâh'dan niyaz ettiklerini yazıyor. Bunun gibi, pek meşhur bir Nogay menkabesi, Türklerin eski halk kahramanlarından Idgü'yü Hoca'nın neslinden olmak üzre gösterdiği gibi, Shaw tarafından yayımlanan meşhur Satuk Buğra Menkabesi"sinde Sultan Hoca Ahmed Yesevî'nin türbesinde yapılan bir âyinden bahsediliyor. Ahmed Yesevî'nin gerek hayatında iken gerek ölümünden sonra gösterdiği kerametlere dâir daha bu gibi birçok menkabeler mevcuttur. Esasen yalnız Orta-Asya'da, yâhud Kuzey Türkleri ve Kırgızlar arasında değil, bütün Türk memleketlerinde çok derin ve kuvvetli bir mânevi nüfuza mâlik olduğu düşünülürse, öldükten sonra da birçok kerametler gösterdiği hakkındaki menkabelerin menşe' ve mâhiyeti, daha açık bir surette anlaşılabilir.


Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar - Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü, Diyanet yay., 7.Baskı, Ankara-1991
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Makâlât Prof.Dr. Haydar Baş
upload_2014-6-20_11-19-4.jpeg
btp-genel-baskani-bas-19_k.jpg

Fena fiş-şeyh ‘onda yok olma' uydurması (S.15)
Fenâ fi'ş-Şeyh: Mürşidin muhabbetinde yok olma, erime ve kaybolma demektir. "Onda yok olma" ile başlayan bu hâl, sonsuz teslimiyeti gerektirir. Yaptığı işlerde hikmetler aranır.
Seyrül suluk ‘manevi yolculuk' yalanı (S.17)
"Seyr-i Sülûk'a karar vermiş bir insanın, İslâm'ın zahirî düsturlarım tam bilmesi şarttır." Aşağı-yukarı, iddianın özü budur. Buna cevaben deriz ki; Seyr ü Sülûk'ta bulunan insanın, İslâm'ın zahirî düsturlarını tam bilmesi mümkün değildir. Seyr ü Sülük için esas; teslimiyet, mahviyet ve hizmettir. İslâm'ın zahirî düsturlarının öğrenilmesi bu yolculukta hâl iledir. Yani burada, kâl'in (sözün) değeri yoktur. Maksadı ALLAH rızası olan sâlikin hâli; zikir 7 , havfullah, muhabbetullahtır. Durum bu olunca, İslâm'ın zahirî düsturlarını bilmeyen ümmî insan için "Seyr ü Sülûk'ta bulunamaz" iddiası ilmî mesnedden mahrumdur. Seyr ü Sülük'un zahir ile ilgisi ol makla beraber esası manevî bir yolculuktur. Nitekim Peygamberimiz, "Her insanın kalbinden ALLAH'a bir yol gider" hadisi ile bu yolculuğun sahasını belirlemiştir. Şu kadar var ki, Seyr ü Sülûk'ta olan sâlikin hatâya düşmesine mani olmak için mürşid-i kâmilin, İslâm'ın zahirî düsturlarını bilmesi lüzumludur. Hâl böyle iken, geçmiş devirlerde "Kurbiyet Makamı'na kadem basmış insan-ı kâmillerin birçoklarının dahi ümmî olduğunu görmekteyiz. Meselâ, Peygamber Efendimi zin methiyesini kazanmış Uveysü'l-Karani, tasavvuf tarihinde büyük velîlerden olduğu rivayet edilen (intisabından evvel eşkiya olan) Fudayl b. lyaz 9 , mezhep imamı İmamı Şafii Hazretleri'nin mürşidi çoban Şeybân-ı Rai Hazretleri, yakînen tanıdığımız Yunus Emre, onunla aynı devirde yaşayan Hz. Mevlânâ'nın talebesi olan Kuyumcu Selahaddin gibi büyükler ümmî kâmillerdir. Zahir ilmi bilmemelerine rağmen hâlleri, yaşayışları İslâm'ın tâ kendisi idi. O halde esas; zahirî ilimleri bilmek değil, İslâm'ı yaşamaktır. Bu yolculukta teslimiyet, mahviyet ve hizmet olursa vuslata ermemek için hiçbir sebep yoktur. Esasen, bu manevî mektebin gayesi budur. Aksi halde, dörtbaşı mamur bir insanın bu yola intisabına niçin gerek duyulsun? Bu hususu böylece noktaladıktan sonra esasa geçelim.
Fena fir-resul uydurması (S.19)
Resulullah muhabbetinin gönül âleminde kök almağa başladığı bu an, mânâ âleminin hazine lerinin bulunduğu 'Nefs-i Mutmainne' 10 halidir. Bu hâl ve makamda hazineler unutulur, hep ötesi düşünülür. Bu du rumda nefis mutmain olmuş, gönülde Huzur-u Resûlullah'a varmıştır. Her an Peygamber aşkı artar; gittikçe korlaşan bu sevda, sâliki Peygamber huzurundan ayırmaz. Bu makamda da sâlik, mürşidin direktifine göre ya 'Hak' ya da 'Hay' ismini vird edinir. Bu hale 'Fena fi'r-Resul' denir.

“Fena fillah tecelli-i zat zuhur eder.” Yalanı (S.19)
Nefsin bu halinden sonra Tecelli-i Zât zuhur eder. Bu, Seyr-i Sülûk'ta kemâl noktasıdır. Bu halde Fena fi'llah zuhur eder. İkilik ortadan kalkmıştır.

Beka billah, baka Ender uydurması (S.19)
Bu hallerden sonra Beka Bi'llah, Beka Ender halleri zuhur eder ki, bunlar çok yüce hallerdir.

İrşad' görevli olmayan veliler uydurması (S.41-42)
Velîlerin büyük bir kısmı:nânevî yolculuklarım tamamlamış olmalarına rağmen, irşâd'la görevli değillerdir. Onlar öyle "şerefli bir cemaattır ki, kemâl derecesine vusulden sonra mükemmelleşmişler fakat halkı davete memur olmamışlardır(17)
Gazali'nin ilm-i Ledün yanılgısı (S.43)
Gazalî de'vahy' ile 'nübüvvet ilmi' ve ledün ilmi' arasında daki ilgiyi şöyle belirtir: "İlham, Küllî Ruh'un, berraklığına ve kaabiliyetine bağlı olarak insan ruhunu uyarmasıdır. O, vahyin basit bir şeklidir. Çünkü vahy, gaybı açık olarak bildirmedir; ilham ise, gaipteki şeye bir işarettir. Vahy'den hasıl olan ilme 'Nebevi ilim'; ilhamdan hasıl olan ilme ise 'ilm-i ledün denir.”

Haydar Baş müridini insanı kamile taptırıyor. (S.52)
Birinci nükte: Rabıtada kul kendi varlığını terkedip insan-ı Kamilin varlığına bürünerek, sanki ortada olan kendi değil de O'dur diye düşünerek, onun eli ve dili ile Hakk'a yalvarmâkta ve müracaat etmektedir. Bu varlıktan soyunma hali, nefsin terbiyesinde 'ben' davasından vazgeçrnede en müessir yoldur.

İslam'da Kurb-u Nübüvet, Kurb-u Velayet ayrımı yoktur. (S.55)
Bu Konuda son söz İmam-ı Rabbânî'nin (ks) olsun:
"İnsanları ALLAH'a ulaştıran yol ikidir. Birinci yol, kurb-u 'nübüvvete taâlhîkeden yoldur. Asaleten bu yoldan ulaşanlar enbiyadır.Onlara salat ve selam. Bir de onların ashab-ı kiramı... ikinci yol, kurb-û velâyettir... ALLAHü Teâlâ'nın umum velî kulları bu yoldan ulaşırlar. Bu yolun muktezası ve reisi H z. Ali Murtazadır. ALLAH (cc) ondan razı olsun.Resûlullah'ın" (sav) mübarek ayağı Onun mübarek başı üzerinde gibidir. Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz.Fatıma bu makamda onunla ortaktırlar. Onlardân sonra bu ulvi vazife Abdülkadir Geylânî'ye verilmiştir. Kutuplardan olsun, nücebâ'dan olsun, aktâb olsun hepsi onun Tavassutu ile ALLAH'a ulaşırlâr.."
9. ALLAH'a resulune ve sahabeye iftira (S.57)
Ashab-ı kiramın hayatına bakıldığında, onların tavassut müessesesine ne derece sarıldıkları çok çarpıcı bir şekilde görülmektedir. O kadar ki Sahabe-i Kiram, sadece tavassut müessesinin Resulullah'ın (sav) şahs-ı şahanelerini vesile ittihaz etmekle kalmamış; O'nun elbisesinden yırtılan parçayı vücudundan ayrılan kılı, ağzından çıkan tükrüğü, su içtiği kabı, su içtiğinde arta kalan suyu... dahi irşad, hidayet ve kemalât yolunda ilerlemeğe vasıta kabul etmişlerdir.

Ahmed bin Hanbel'e Halid bin Velid'e iftira (S.58)
Buharî'de "Resûl-ü Ekrem'in mübarek saçıyla teberrük" bahsinde sarih şöyle demektedir: "Ahmed İbn-i Hanbel'in Müsned'inde İbn-i Şîrin'den rivayetine göre, Ubeydetü's-Selmanî hazretleri; "Resûl-ü Kibriya'nın vücud-i mukaddesinden ayrılan bir tüyü, benim nazarımda, yeryüzünde mekşuf olan , ve yer altında medfun bulunan bütün altın ve gümüş hazine- lerinden daha kıymetlidir ve daha sevimlidir" demiştir..
Birçok siyer ve tabakat ulemasının bildirdiklerine göre Halid İbn-i Velid'in serpuşunda Resulü Ekrem'in birkaç tane mübarek saçından mahfuz imiş. Bu cihetle bu seyf-i ilâhî hangi gazaya gitse kendisine feth ü zafer müyesser olurdu... Bu büyük İslâm dilaveri pek iyi bilmişti ki, Resûl-ü Kibriya'nın makdem-i nasıyesine münasip olan feth ü zaferidir, her müşkülün sühunetle iktihamıdır."

11.Sofilerin batıl inançlarını örtmek için içtihat imamların yapılan iftira (S.70-71)
İnsanların, Hak'tan kendine feyz lütfedilmiş olan bir zat ila bulunmaları, onun tutum ve davranışlarından istifade etmeleri ve böylece de feyizyâb olmaları, hem vazifelerinden ve hem de menfaatlerindendir. Nitekim mezhep imamlarımız dahi bu seçkin zevatı aramış ve onların terbiyesini kabul etmislerdir. Meselâ mezhep imamlarımızdan İmam-ı Şafiî, Şeybân-ı Râî adında bir çobana intisab etmiş ve ondan tefeyyüz etmiştir. Kendisine; "Senin gibi bir zât böyle bir bedeviden bilgi alır mı?" diye sorulduğunda; "Bu adam, bizim bilmediklerimizi bilir" cevabını verirdi. Ve yine Ahmed b. Hanbel Hazretleri, Ma'ruf el- Kerhî'ye başvurur, ondan sorar, ahzeder ve amel ederdi.
Ahmed b. Hanbel'in Bağdatlı Ebu Hamza'dan tefeyyüz ettiği yine bilinen bir gerçektir. Hatta oğluna, "Sûfilerle sohbeti tavsiye ederim. Onlar, ilimleri ile, murakabeden edindikleri feyz ile, ALLAH korkusunu hakkı ile tanımaları ile ve halkın mâsivâ ve abeslerinden uzak kalmaları ile âl-i himmet olun makla bizi geçmişlerdir" buyurmuştur.
İmam-ı Mâlik ise "Tasavvuf bilmeyen fakih fişka, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen ise zındıklığa duçar olabilir buyurdu

Abdulkadir Ciyli'nin “Hem halkın, hemde Hakk'ın karşılığıdır.” İftiarsı (S.72)
Bilelim ki, "kâmil insan", Abdulkerim Ciylî'nin dediği gibi "Hem Hakk'ın, hem de halkın mukabilidir."
Kâmil insan, bütün âlemleri kendinde toplayan âlemdir. İnsan, suret açısından küçük, mânâ açısından ise büyük bir âlemdir. Cenab-ı Hakk'ın sıfat ve esmasının tecellisinden ibarettir. Bu sebeple onda harikulade hâllerin görülmesi tabiîdir, Meselâ, peygamberlerde mucizelerin, evliyada kerametlerin zuhuru bu sebeptendir. Onun için hem mucize hem de keramet ALLAH'tan olunca, peygamber ve velîye ulûhiyet atfetmek küfrü gerektirir.

13. “Sen olmasaydın,Alemleri yaratmazdım.” Uydurması (S.76-77)
O, Cenab-ı Hakk'ın ruh olarak yarattığı ilk insan olmasına rağmen, maddesiyle bu âleme en son peygamber olarak teşrif etmiştir. Bir kudsî hadiste; "Sen olmasaydın, sen olmasaydın alemleri yaratmazdım". buyurulmuştur. Bu yüzdeın Peygam berimiz, sebeb hilkattir. Bu münasebetten ki, O'na, Fahr-i Âlemde deniyor

14. “O, sadece bir beşer değildir.”İftirası (S.77)
Mübarek vücutları. Hakken nisbet kokularını taşırdı. Bazılarının"zân ve iddiâ-ettikleri-gibi, O, sadece-bir beşer değildir. O,bir b eşerdir ama, Tecelligâh-ı Hak olan bir beşer... Kulluk maka mında ekmel bir kul...
15. ALLAH ve rasulune bir iftira (S.78)
Fahr-i Âlem buyuruyor: "Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbra him meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, üç kişi İsa meşrebi üzerinde bulunur. Bunlar. mertebelerine göre insanların efendisidir. "Peygamberimizin belirttiğine göre: bunlar ile yağmur yağdırılır. ALLAH, bunlar vasıtasıyla belâyı defeder ve bunlar yüzü suyu Hürmetine insanları rızıklandırır.
Makâlât – Prof.Dr.Haydar Baş, İcmal Yay., 13.Baskı, İst-1995
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Nerden Gelip, Nere Gidiyoruz - Mustafa Güllü

1694816438257.png

İlahi feyzin kutuplar vasıtasıyla dağılışı yalanı. (S.98)
Ariflerden birisi de :

«Sertac-ı Nebî, Şah-ı Rüsul, Seyyid-i Kevneyn İns-ü meleğin Server-i Sultanı Muhammed (S.A.V.)» diyerek O'nu bayraklaştırmıştır .

Şanı Yüce Peygamberimiz (S.A.V.), (diğer nebî ve resuller gi bi) fâni olan bu dünyadan baki olan âhiret âlemine göç etmiştin Ancak (O'nun yolunu ve Sünnet'ini canlı tutan) Muhammedi Meşreb'te Zât-ı Muhteremler yeryüzünde hiçbir zaman eksik olmamış tır. Resûl-i Ekrem'in (S.A.V.) manevî görevini vekâleten yürüten Zât'a, KUTBÜ'L-AKTÂB (Kutublar kutbu) adı verilmiştir.

Mâneviyyat âleminde cereyan eden ilâhî nur (feyz-i Rabbani) bu zât-ı muhteremden (izn-i İlâhî ile) kutublara; kutublardan, kâmil mürşidlere; mürşidlerden de bağlı bulundukları halife, mürid ve sâliklere iletildiği bildirilmektedir.

“Allah velilere ince sırları bildirmiştir yalanı.” (S.100)

«Allah (C.C.) hiç şüphesiz insanlara doğru yolu göstermek için peygamberler gönderdi. Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz, âhiret âlemine teşrif ettikten sonra; Allah'tan feyz alan kâmil mü'minler Resûl-i Ekrem'in manevî görevini üstlenerek O'na VEKÂLET etmektedirler. Velîlerin gönül gözlerini açan Mevlâ (C.C.) onlara kâinatın ve eşyanın ince sırlarını bildirmiştir»demiştir.


Allah adına uydurulan bir masal. (S.328-332)

Geçmiş zamanda BUHARA şehrinde üç genç (hayallerindeki isteklerine kavuşabilmek için) yabancı ülkelere seyahat etmeye karar verirler. Şehrin dışında bir yol kavşağında her birisi ayrı ayrı yönlere gitmeye niyet ederler. Birbirleriyle vedalaşacaklan sırada, Hazret-i Hızır bir ihtiyar kılığında üç gencin karşısına çıkarak :

«— Nereye gidiyorsunuz? İsteğiniz nedir? (Delikanlılar,) size yardımcı olabilir miyim?» diye sorunca, gençler memnun olurlar, içlerinden birisi:

«— Ben, Allah'tan dinî ilim tahsil etmek isterim.»

Diğeri: «— Ben, Allah'tan kolay yoldan para kazanıp zengin olmayı isterim.»

Üçüncüsü: «— Ben de Allah'tan helâl süt emmiş sâliha bur ha nım isterim,» der.

İlk önce ilim isteyene, Hz. HIZIR:

«— Hak Teâlâ (C.C.) sana ilim ihsan ederse, o ilimle gurur lanırsan, nimete şükretmemiş olursun. O zaman bu nankörlüğünün cezasını çekersin...» deyince, o genç:

« — Ben âlim olursam, asla kibirlenmem! Hem ilmimden fayda lanmak isteyenlere de parasız olarak öğretir, bütün talebelerime yardımcı olurum...» deyince, Hz. Hızır bu gence EÛZÜ BESMELE yazılı bir kâğıt verir. (Ve bu kâğıdı kaybetmemesini de sıkı sıkı tembih ettikten sonra):

— «Allah (C.C.) senin ilmini artırsın,» diye dua eder. İkinci kere zengin olmak isteyen gence dönerek:

— Allah sana çok para ve mal verir de onları İlâhî Emirlere uygun olmayan yerlerde harcarsan, (şükrünü yerine getirmemiş olursun. O zaman) servetin elinden çıkacağı gibi sıkıntıya düşer ve nankörlüğünün cezasını da acı bir şekilde çekersin. Önce iyi düşün. Verilecek servetin şükrünü yapabilecek misin?» diye sorunca, İkinci genç:

«— Ben zengin olursam, fakir fukarayı görür, gözetirim. Evi me gelen (yerli ve yabancı bütün) misafirlere yedirir, içirir ve ağırlarım. Bana müracaat edenlerin hiçbirisini boş çevirmem...» de yince, Hz. HIZIR: ,

«— O halde Allah (C.C.) sana çok çok para ve mal versin,» diye dua ettikten sonra, kendisine bereket olması için İKİ AKÇE verir. Bu iki akçeyi harcamadan kesesinde saklamasını da tembih eder.

Bu kere, sıra, sâliha hanım isteyen gence gelir.

Hz. HIZIR:
«— Böyle bir kızım olsaydı sana verirdim evlâdım. Ama ihlâs ile isteyenler asla mahrum olmaz... Allah (C.C.) sana da gönlüne göre bir hanım (kız) versin,» diye dua ettikten sonra, gençlere seyahatten vazgeçmelerini ve memleketlerine geri dönmelerini, Al lah'ın izniyle isteklerine kavuşacaklannı söyleyerek gözden kaybolur.

Üç arkadaş bu nur yüzlü ihtiyarın (kim olduğunu tanımadan) sözlerine inanır. Ve memleketleri olan BUHARA'ya geri dönerler.

— İlk olarak ilim isteyen kimse, Hz. Hızır'ın duası bereketiyle vehbî olarak DİNÎ İLİM'leri bütün inceliklerine varıncaya kadar öğrenir.

Cehaletten kurtulan bu genç, 8-10 sene içerisinde o ülkede en yüksek âlimlerin arasına katılır... Yakından uzaktan gelen Müslümanların bütün müşkillerini halletmeye başlayınca, şöhreti ülkenin her yanına yayılır.

Çok geçmeden kendisini oy birliğiyle ŞEYHÜLİSLÂM makamına getirir ve bol da maaş bağlarlar.

— İkinci, servet isteyen genç de, babasından kalan bir hara beyi yıktırıp, temelini kazdırırken, kıymetli bir hazine bularak, zengin olur.

— Üçüncü genç ise, sâliha bir kızla evlendikten sonra, helâlin den para kazanmak arzusuyla, bir san'atla uğraşır. Günlük geçimini rahatlıkla te'min ederse de, fazla bir para artıramaz. Ama, hayatları huzur içinde devam eder.

Aradan (25 sene kadar) uzun bir müddet geçtikten sonra: Hz. Hızır (A.S.), Allah'ın (C.C.) emriyle bu üç arkadaşı teker teker imtihan etmeye başlar.

önce onbeş-onaltı yaşlarında bir delikanlı kıyafetinde ŞEYHÜL-İSLÂM'ı makamında ziyaret ederek, elini öper.

Şeyhülislâm ziyaretinin sebebini sorunca Genç (Hazret-i Hı zır):

«— Efendim, Kur'ân-ı Kerîm'i ve ilm-i hâlimi öğrendim. Bir âlimden özel olarak ders almaya maddî durumum müsait değildir, Ama dinî ilimleri öğrenmeye çok hevesim var. Uygun bir zama nınızda günde bir saatinizi bana ayırabilirseniz, size çok minnettar kalırım,» deyince, Şeyhülislâm:

«— Oğlum, burası fetvahanedir. Benim, seninle meşgul olacak zamanım yoktur. Benden başka hiçbir din adamı bulamadın mı da buraya geldin? Sen kendine göre, bir hoca efendi bul da ondan bilmediklerini öğren,» dedi.

Çocuk (yani Hz. Hızır), Şeyhülislâm'ı uyarmak için tekrar söze başladı ve:

«— Muhterem efendim, şüphesiz ilim ve yeteneğiniz çok yüksek olmasaydı, sizi bu makama getirmezlerdi. Ama bir kere siz de benim yasmadaki halinizi düşünün! Her halde o zaman sizin de durumunuz benimkinden pek farklı değildi. Ne olur, bana bir imkân tanışanız ve bir iki günlük olsun bir tecrübe yapsanız ne kaybedersiniz? Şayet verdiğiniz dersleri kavrayamaz veya liyakatsiz liğimi görürseniz, illâ ki okutmanız için size ısrar edecek değilim. Ama ilminizden yararlanmak isteyenlere (az bir zaman ayırarak) yardımcı olamazsanız, bu ilmi size bahşeden Allah'a (C.C.) nasıl şükretmiş olabilirsiniz?» dedi ise de Şeyhülislâm, hiç ayılmadı. O, gençliğinde verdiği sözü çoktan unutmuş., ilim, makam ve şöhretin etkisiyle kibir ve gurura kapılmıştı.

Hülâsa: Hz. Hızır (bu kadar rica ve yalvarmasına rağmen) olumsuz cevap alınca:

- Seneler öncesi verdiği EÛZÜ BESMELE yazılı kâğıdı, Şeyhülislâm'ın koyduğu kitabın arasından, onun haberi bile olmadan) aldı. Ve fetvahaneden ayrıldı.

O günden sonra vehbî olarak kendisine ihsan edilen ilâhi İlim ler sür'atle hafızasından silinmeye başladı. Herkesin takdir ve hür met gösterdiği ŞEYHÜLİSLÂM, bu kere en basit sorulara bile doğru dürüst cevap veremeyince, aklî dengesinin bozulduğunu zannederek, hemen kendisini Şeyhülislâmlıktan azlettiler (görevinden uzaklaştırdılar).

İkinci kere Hz. Hızır (A.S.) akşam üzeri, bir ihtiyar kıyafetin de zengin olan kimsenin konağına vararak -.

— Efendi, Hicaz'dan geliyorum. Yorgun ve uykusuzum. Ne olur, bir gecelik beni Allah (C.C.) için misafir eder misiniz?» dediği zaman, konak sahibi (yakın dostlarıyla meşgul olduğu için) kendisi ni içeri kabul edemeyeceğini ve çok meşgul olduğunu söyledi.

İhtiyar (Hz. Hızır):

«— Efendi evlâdım, Allah (C.C.) zengini fakir, fakiri de zen gin yapar.. Herhalde sana da bu köşk babandan kalmadı. Servetin şükrü böyle mi yapılır? Şu konağında bir gecelik beni barındırsan, ne olur?.. Sizden yemek de istemem...» diye ricada bulun duysa da, zengin adam bu sözleri işitince, yumuşayacak yerde aksine sinirlendi ve öfkeli bir şekilde:

— Amma da uzattın be ihtiyar... Sana akıl danışan mı var ki? Bir de bana nasihat vermeye kalkışıyorsun?.. Al sana İKİ AKÇE de, akşam üzeri beni daha fazla meşgul etme. Bu parayla biraz ilerdeki hanlardan birisinde kendine yatacak bir yer bulur sun,» dedi. Ve (İKİ AKCE'yi konağın penceresinden aşağı atarak) içeri girdi.

Hazret-i Hızır da:

« — Öyle ise, seneler öncesi sana verdiğim İKİ AKCE'yi almış oldum. Böylece birbirimizle alış-verişimiz kalmadı...» diyerek oradan ayrıldı.

O günden sonra bu zengin adam, ne ile uğraştı ise, işi hep tersine gitti. Ve devamlı olarak yaptığı işlerde zarar etmeye başladı. Malı ve serveti, az zamanda elinden çıktı ve birkaç sene içerisinde, eskisi gibi fakir haline döndü...

Hazret-i Hızır (A.S.) üçüncü kere aynı kıyafetiyle sâliha hanımla evlenen kişinin evine vardı. İkindiden sonra kapıyı çaldı. Kocası henüz işinden dönmemişti.

Hazret-i Hızır:

«— Falan efendinin evi burası mıdır?» deyince, evin hanımı:

«— Evet, efendi amca...» dedi.

Hazret-i Hızır:

«— Kocanı çok eskiden tanırım... Fakir ve garibim. Allah içki beni misafir edeceğini tahmin ederek, yanına uğramak istedim,» deyince, hanım, durumu kızına söyledi ve (kapının deliğinden bak tıktan sonra) ihtiyarı içeri buyur ettiler.

Hava çok sıcaktı. Misafirin serinlenmesi için, kızı eline su dök tü, annesi de havlusunu tuttu.

Bu sırada işinden dönen kocası da oğlu ile birlikte eve gir diler.

Misafiri görünce, onlar da memnun oldular. (Her ne kadar bu ihtiyar, ev sahibini tanıyorsa da, ev sahibi, misafiri çoktan unut muştu.)

Adamcağız, ihtiyarın altına minder açtı. Arkasına yastık ge tirdi. Hanımı ile çocukları bütün imkânlarını harcayarak, akşam yemeği için hazırlığa başladılar. Hanımının, kocasının ve çocuk larının samimi olarak gösterdikleri saygı ve hizmetten çok memnun kalan ihtiyar (yani Hazret-i Hızır) söze başlayarak:

«— Ey bekârlığında, sâliha hanım isteyen ER KİŞİ! Falanca zamanda siz üç arkadaştınız. Seyahata giderken yolunuza rastlayıp, sizi BUHARA'ya geri çevirmiştim. Benim gerçek hüviyetim ise, HIZIR'dır.

O zamanda, arkadaşlarınızdan birisi ALLAH'tan (C.C.) İLİM, diğeri SERVET, sen ise SÂLİHA BİR HANIM istemiş... Ben de size dua etmiştim.

Hakikaten de üçünüzün de isteklerini Yüce Mevlâ (C.C.) ihsan buyurdu. Ama senden önce o iki arkadaşına uğradım. Maalesef onlar, verdikleri sözü unutup (kibir ve gurura kapıldıkları için) imtihanı kaybettiler.

25 sene önce, birisine verdiğim EÛZÜ BESMELE yazılı kâğıdı ve diğerlerine verdiğim İKİ AKCE'yi onlardan aldım. Bu kâğıtla, şu iki akçe size lâyıktır...» dedi.

Emanetleri sâliha hanımın kocasına teslim ettikten sonra, selâm vererek gözden kayboldu.

Bu üç arkadaşın içinde SÂLİHA HANIM'la evlenen diğerlerin den kârlı çıkmıştı. Çünkü az zamanda hem mânevi bir ilme, hem de büyük bir servete sahip oldu.

Karı-koca ve çocuklar, yalnız eş ve dosta değil, (tanıdık veya tanımadık ayrımı yapmadan) herkese, ellerinden gelen iyiliği yap maya gayret ettiler. Böylece hem toplum içinde, saygınlık kazan dılar. Hem de fakir ve zayıfların dualarını aldılar.

Hülâsa: Allah'ın ihsan ettiği nimetlerin şükrünü gereği gibi yerine getirdikçe, evlerinde bolluk ve bereket artarak devam etti. Böylece bu dünyada rahat ve huzur içinde yaşadıkları gibi, ebedî saadeti de kazanmış oldular...

Allah'a Rasulüne ve Azrail'e yapılan büyük iftira . (S.349-357)

62 yaşında tarifi imkânsız yüce tecellilere mazhar olan Hasan Efendi, bu makamlardan aldığı manevî zevkle kendisinden geçti. Kısaca: Onun imam önce; İLME'L-YAKÎN'den AYNE'L-YAKÎN'e geç mişti. Bu sene de AYNE'L-YAKÎN'den HAKKE'L-YAKÎN'e yüceldi.

Yani, önce duyup öğrendiği gerçekleri, BASİRET gözüyle müşahade ettiği halde artık vahdet zevkini kalbinde ve ruhunda duymaya başladı. Böylece, bir seneyi de yarı mest, yan ayık bir şe kilde geçirdi.

63 yaşına girdikten sonra, çevresindekiler gözüne garip garip (yabancı gibi) görünmeye başladı.

Hasan Efendi'nin İLÂHÎ RUHU bedenini saran TABİÎ RUH'una feyz vermiş, tabiî ruhu da bu feyzi kabullenmiş ve onun hâkimi yetine girmekle BEDENİ DE NUR olmuştu.

Artık onun dünyada daha fazla kalması mânâsız (anlamsız) di.

Zaten, kendisi de altmışüç yaşında bu dünyadan göçerek, Pey gamber Efendimizin (S.A.V.) sünnetine tâbi olmak istiyordu (222).

Bir sonbahar günüydü. Hasan Efendi her zamanki gibi sabah namazını camide kılmış, yavaş yavaş eve dönüyordu.

Henüz güneş doğmadığı için, caddeler ıpıssızdı. Evinin bulun duğu çıkmaz sokağa girdiği sırada, karşısında cana yakın ve sevimli bir ihtiyar belirdi. (Üzerinde toz ve çamurdan hiç bir leke görülmeyen) beyazlar giyinmiş bu ihtiyar, acaba kimin nesiydi?

Ara-sıra rüyasında gördüğü Mürşid'i olamazdı. Çünkü o, dünyadan göç edeli, 14 sene olmuştu. Sonra bu gördüğü, rüya değil, hakikatti. Yüzü nur gibi parlayan bu ihtiyar kendisine, kemâl-i hürmetle yaklaşarak:

«— Esselâmü aleyküm,» dedi.

Hasan Efendi de edeb ve saygıyla:

«— Ve aleyküm selâm ve Rahmetullah,» diye karşılık verdi.

Henüz kendisini tanıtmayan bu zât:

«— Allahü Zülcelâl ve'1-Kemâl Hazretlerinin (C.C.) size mahsus selâmı var, Efendim,» deyince, Hasan Efendi şaşırdı ve:

«— Acaba siz kim oluyorsunuz ki, bu yüce selâmı bana tebliğ ediyorsunuz?..» demekten kendisini alamadı. Bu nur yüzlü ZÂT:

«— Bendeniz, Yaratan'ımızm bir hizmetkârı, ruhları kabzetmeye me'mur edilen Meleği, AZRÂÎL'im....» deyince,

Hasan Efendi hiç üzülmedi. Lâkin-ne de olsa biraz heyecanlan dı. Çünkü koca bir ömür sona erecekti. Ama, dünyadan göçmeyi arzu eden de kendisiydi. Memnuniyetini ifade edebilmek için hafifçe gülümseyerek heyecanını gizlemeye çalıştı.

Bir ara tebliğ edilen selâmdan ve tebliğ eden Azrail'den (A.S.) aldığı ruhanî zevkin etkisiyle sessizce kaldı.

Sonra hemen kendisini toparladı ve:

«— Canım, Yüceler Yücesi Cânan'ıma (C.C.) feda olsun. İster seniz hemen görevinizi yapabilirsiniz...» deyince; Azrail (A.S.), gayet yumuşak bir lisanla:

«— Hayır, hayır muhterem efendim. Bendeniz, (kalbi Allah ve Resûlüllah aşkı ile dolu olan) Sizin gibi Hak Dostlarına karşı hiz met etmekle görevlendirilmiş bulunuyorum. Bu hususta hiç merak etmeyiniz. Siz nerede, nasıl ve ne zaman isterseniz İlâhî EMANET'i ben o şekilde alırım. Ve her ne şekilde olursa olsun, bütün istek lerinize amadeyim (uyarım),» deyince Hasan Efendi, sanki başı ARŞ-I A'LÂ'ya yücelmişçesine manevî bir zevk âlemine daldı. Ne rede olduğunu ve gününü bile unuttu. Biraz düşündüğü halde çıkaramayınca,

«— Bugün günlerden nedir acaba?» diye sordu. Azrail (A.S.) bu soruyu:

«— Çarşambadır, efendim,» diye cevaplandırdı.

Hasan Efendi:

«— öyle ise yarın dostlarımla görüşüp, helâllaşayım, ebedî yol culuğum için gereken hazırlığımı yapayım. Cuma sabahı, Dûha Na mazını eda ettikten sonra Yüce Hâlik'ıma dua ederken, ruhumu kabzederseniz çok memnun olurum,» deyince, Azrail (A.S.):

«— Arzularınızı emir olarak kabul edeceğim. Bu hususta hiçbir endişeniz olmasın Efendini. SİZ (Cemâl-i Ba-Kemâl-i İlâhî'nin özlemi içerisinde) Yüce Allah'a (C.C.) kavuşurken ruhunuzun kabzolunduğunun farkına bile varmayacaksınız,» dedikten sonra yine selâm vererek yanından ayrıldı.

Hasan Efendi kendisine yapılan bu nazik davranıştan o kadar duygulandı ki, şayet sokakta olmasaydı, hemen şükür secdesine kapanacaktı .

Kendisi için çok mutlu, lâkin ailesi için oldukça üzücü olan bu haberi, kime söylemesi, kimden gizlemesi gerekirdi?

Durumu güzelce değerlendirebilmek için, birkaç dakika kapı nın önünde düşünüp, taşındı.

Kendisine geldikten sonra EÛZÜ-BESMELE söyleyerek, eve girdi. Ailesi, namazdan sonra yatmamış, seccadenin üzerinde, Kur'-ân-ı Kerîm okuyordu.

Zaten, hanımına başından geçenleri, anlatması doğru değildi. Ama, onu bu gerçeği sabırla karşılamaya alıştırması lâzımdı.

Nitekim, kahvaltı yaparken, (zeki ve basiretli) hanımı:

«— Efendi, bugün sizi oldukça düşünceli görüyorum. Yoksa bir rahatsızlığınız mı var?» diye sorduğunda, O gayet sakin bir şekilde :

«— Elhamdülillah hiçbir sıkıntım yoktur. Kendimi biraz halsiz hissediyorum, o kadar. Bugün nedense iştiham da pek yok. Canım birşey yemek istemiyor. Sen bana bir bardak süt ver de onu ekmeksiz içeyim,» dedi.

Sonra ona dünyanın fâni olduğunu, ne kadar yaşansa da sonunda ebedî âleme göçüleceğim tatlı bir lisanla hatırlattı.

Hanımı ise, kendisine bir doktora muayene olmasını salık verince :

«— Bakalım» falan diye onu avutmaya çalıştı.

bir endişeniz olmasın Efendini. SİZ (Cemâl-i Ba-Kemâl-i İlâhî'nin özlemi içerisinde) Yüce Allah'a (C.C.) kavuşurken ruhunuzun kab-zolunduğunun farkına bile varmayacaksınız,» dedikten sonra yine selâm vererek yanından ayrıldı.

Hasan Efendi kendisine yapılan bu nazik davranıştan o kadar duygulandı ki, şayet sokakta olmasaydı, hemen şükür secdesine kapanacaktı (223).

Kendisi için çok mutlu, lâkin ailesi için oldukça üzücü olan bu haberi, kime söylemesi, kimden gizlemesi gerekirdi?

Durumu güzelce değerlendirebilmek için, birkaç dakika kapı nın önünde düşünüp, taşındı.

Kendisine geldikten sonra EÛZÜ-BESMELE söyleyerek, eve girdi. Ailesi, namazdan sonra yatmamış, seccadenin üzerinde, Kur'-ân-ı Kerîm okuyordu.

Zaten, hanımına başından geçenleri, anlatması doğru değildi. Ama, onu bu gerçeği sabırla karşılamaya alıştırması lâzımdı.

Nitekim, kahvaltı yaparken, (zeki ve basiretli) hanımı: «— Efendi, bugün sizi oldukça düşünceli görüyorum. Yoksa bir rahatsızlığınız mı var?» diye sorduğunda, O gayet sakin bir şekilde :

«— Elhamdülillah hiçbir sıkıntım yoktur. Kendimi biraz halsiz hissediyorum, o kadar. Bugün nedense iştiham da pek yok. Canım birşey yemek istemiyor. Sen bana bir bardak süt ver de onu ek meksiz içeyim,» dedi.

Sonra ona dünyanın fâni olduğunu, ne kadar yaşansa da sonunda ebedî âleme göçüleceğim tatlı bir lisanla hatırlattı.

Hanımı ise, kendisine bir doktora muayene olmasını salık verince :

«— Bakalım» falan diye onu avutmaya çalıştı.

nim için merak etmeyin. Duruma göre hareket ederiz...» falan di yerek, konuyu kapatmaya çalıştı.

Zeyneb'le Ayşe, kocaları ve çocuklarıyla birlikte evlerine git tiler. Yalnız Hatice ile büyük damat orada kaldılar.

Vakit oldukça geçmişti. Herkes odasına çekildi.

Hasan Efendi ise, hanımı uykuya dalar-dalmaz, usulca yata ğından çıktı. Banyoyu yaktı. Traş vs. temizliğini yaparak, güzelce yıkanıp, bir boy abdesti aldı. Zaten o, maddî ve manevî temizliği birlikte yürütmeye alışmıştı.

ömür boyu yaptığı uğraşıların mükâfatını göreceği bir gecede elbette kaygusuz bir halde yatamazdı. Ayrıca, bu fırsat binde bir Âdem'in eline geçmezdi. O, son gecesini ibadet, zikir, tefekkür, rabıta ve huzurla geçirerek, değerlendirmek istiyordu. Çünkü âhirette ne mal, ne mülkten ne de aile ve çocuklardan bir fayda görülmeyecek, orada yalnız, KALB-İ SELÎM sahipleri kurtuluşa erecekti.

NOT: Şu bir gerçektir ki, İNSANLAR öldüğü zaman malını, mülkünü ve bütün yakınlarını burada bırakmakta-, karanlık kabire tek başlarına girmekte (yalnız mü'minlere sâlih amelleri yoldaşlık etmekte) dir. Hasan Efendi bu gerçekleri çok iyi biliyordu.


Vakit gece yarısını geçmiş, evdekiler derin bir uykuya dalmış, hanımı da mışıl mışıl uyuyordu.

Hasan Efendi, uzun uzun TEHECCÜD NAMAZ'nı eda ettikten-sonra «teşbih namazı»nı da kıldı.

Kemâl-i Edeb'le YASİN-İ ŞERİF ve MÜLK SÛRELERİ'ni oku duktan sonra (aşk ve şevkle) ŞEHADET ve TEVHİD cümlesini tek rar tekrar söyledi.

Uzun müddet Rabbi'sini ZÂT İSM-İ ŞERÎF'i üe zikretti. (Zikir bahsi kitabımızın sonunda açıklanacaktır.)

Bir ara tefekkürden sonra, SALÂVAT-I ŞERİFE'lerle bildiği DUA'ların hepsini okuyarak Allah'a (C.C.) yalvarmaya başladı.

GöZyaşT dökerek bütün varlığıyla Rabbi'bine yönolinco, Melekût Âlemi'nin surları ona açıldı.

Melekler saf saf olup hem Hasan Efendi'yi tebrik ediyor, hem de Cennet ve Cemâl-i İlâhî ile kendisini müjdeliyorlardı.

10 Yûnus, A 64 ve 41 Fussılet, A 30'da bildirilen: Allah'ın va'di gerçekleşmiş, O sadakatine karşılık lütuf ve ihsan denizine dalmıştı.

Tan yeri ağarmaya başlarken, meleklerin ziyareti sona erdi.

Sabah ezanı okununca, Hasan Efendi seccadesini topladı ve sessizce evden çıkarak camiye gitti. Cemaatle sabah namazını kıldı .

Namazdan sonra Hasan Efendi yakın arkadaşlarıyla görüşüp helâllaşmaya başladı. Dostlarından birisi kendisine:

«— Bu vedalaşma neden icab ediyor, yoksa bir yolculuğa mı gideceksiniz?» diye sorunca, Hasan Efendi:

«— Oldukça uzun... Belki de dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacağımı sanıyorum. Bugünlerde kendimi biraz halsiz hissediyorum. Elbette ölüm bizim için. Şayet bir emr-i hak vâki olursa; cenaze namazımda hazır bulunur ve bana dua edersiniz...» diye

ilâve etti. Tabiî cemaatten hiç birisi bu sözleri ciddiye almadılar. Ve usulen helâllaşıp vedâlaştılar.

Hasan Efendi, çok düşünceliydi. Yavaş yavaş yürüyerek evine döndü. Odasına şekildi. İŞRÂK NAMAZI'ndan biraz sonra DÛHA NAMAZI'nı da hudû ve huşu ile eda etmeye başladı .

Secdede bir ara mahviyete geçti . Mest ve müstağrak bir halde TAHİYYAT'ı okuduğu yerde:

«— Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü...» derken Peygamber Efendimizin (S.A.V.) aziz ruhuyla irtibat te'min etti . Ondan aldığı ruhanî zevk ve heyecanla şehadet cümlesini, salâvatlan ve Rabbena duasını okudu... Sağ ve sol omuzlarındaki meleklere selâm vererek namazı tamamladı. Ama bir an bile huzurdan ayrıl madı.

Bu arada:

«Ey (Allah'ın zikriyle) olgunlaşan NEFİS; sen Allah'tan, Allah (C.C.) da senden razı olduğu halde, Rabbine dön!.. Salih kullarımla birlikte Cennetime gir...» İlâhî hitabını işitir gibi oldu.

Artık göç vakti yaklaşmıştı. Sanki bir damla denize karışmak üzereydi. Onun pak ve temiz ruhu henüz kabzolmadan bir kuş kadar hafiflemiş, bütün vücudu letafet kazanmış, sanki cesedi baş tan başa nur olmuştu.

Bu defa Hasan Efendi rahmeti sonsuz olan Mevlâsına (C.C.) ellerini açarak büyük bir coşku ve ta'zimle şöyle yalvarmaya baş ladı :

«— Yâ Rabbi, benim Sana lâyık bir ibadet yapmama imkân yoktur. Ama Sen dilersen noksanlarımızı tamam olarak kabul buyurursun. Bu fakire yapılan sayısız nimet ve ihsanlar, Senin lütuf ve kereminden başka birşey değildir...» diyerek Yaratan'a hamd ve şükrünü arzediyordu .

Bu sırada hanımı bitişik odadan:

«— Efendi, kahvaltınız hazır. Sofraya gelir misiniz?» diye ses lendiğinde, O, Rabbisine niyaz etmekle meşguldü. Çağrısına cevap alamayınca, kapıyı aralayan hanımı onu diz bükerek dua ettiğini görünce, huzurunu bozmaya kıyamadı.

Sevgili eşinin birkaç dakika sonra ebedî âleme göçeceğini ne bilecekti? Yanına yaklaştığında onun:

«— Yâ Rab! Beni, anamı, babamı ve bütün mü'minleri afveyle. Hepimizi de rahmetinle yarlığa,» diye niyaz ettiğini duydu. Halbuki; Hasan Efendi bu sıralarda VECD ve İSTİĞRAK âlemi ne daldığı için, eşinin ne ayağının sesini, ne de kapıyı aralayarak yanına kadar geldiğini duymadı. Çünkü o tamamiyle kendinden geçmiş, dünya ve dünyadakilerle alâkası kesilmek üzereydi. Derken dua ve niyazı yavaşlayıp sesi duyulmayacak hale gelince Azrail (A.S.) onun temiz ruhunu Yüce Mevlâmızın Cemâl-i Bakemâline hayran ve nazır olduğu halde; ihtimamla alarak kabzetti.

O sırada dengesini kaybeden Hak Dostu seccadenin üzerine yığıldı.

Böylece Fena âleminden Beka âlemine göç eden bir âşık daha Ma'şûk'una (C.C.) kavuştu.

Onun aziz ve pak olan ruhunu görevli melekler hoşlukla alarak A'LÂ-YI İLLİYYÎN'e yücelttiler. Böylece, 16 Nahl, A 32'de bildirilen ALLAH'ın (c.c.) VA'Dİ GERÇEKLEŞMİŞ OLDU.

Biraz sonra yanına gelen hanımı, 38 senelik hayat arkadaşının bayılmış olabileceğini düşünerek (telâş ve heyecanla) damadına seslendi. Ve alelacele bir doktor çağırmasını söyledi. O, dışarı çıkar-çıkmaz, kayınpederinin (sırrını açtığı) tarikat arkadaşını kapının önünde görür-görmez şaşırdı. Zaten bu arkadaşı, Hasan Efendi'nin bu saatlerde vefat edeceğini bildiği için sokakta bekliyordu.

Durum açıklık kazanınca, hemen cenazenin yıkanma, kefenlenme vs. işlerini yürütmeye başladılar.

Cuma namazından sonra kalabalık bir cemaatle namazı kılındı. Sonra da sevenlerin gözyaşları arasında toprağa verildi.


Hz. Ömer'e ve Hz. Ali'ye büyük iftira . (S.384-385)

İşte takva nuruna (yani nurlu görüşe) sahip olan Hz. Ömer (K.A.) MEDİNE'de hutbe okurken çok uzaklarda (bugünkü Irak ' topraklarında) bulunan İSLÂM ORDUSUNUN kuşatılmak üzere ol duğunu gördü. Ve:

«— Yâ Sariye, el-Cebel,» diye seslendi.

SARİYE isimli Kumandan ile bazı askerler de bu sesi duydular.

Bu olay, Molla Abdurrahman Cami (K.S.) Hazretlerinin NEFA-HATÜ'L-ÜNS isimli eserinde şöyle anlatılmaktadır:

«Hz. Ömer (R.A.) Halifeliği sırasında bir cuma günü Medine'de hutbe okurken .-

«—- Yâ SARİYE, el-Cebel...» diye seslendi.

Yani Halife bu hitabıyla:

«— Ey Sariye... Dikkat et... Dağa bak. (Dağın arkasında tehli ke var! Ona göre tedbir al)» demek istedi.

Ama mescitte bulunan mü'minler, tabiî bu sözden birşey anla madılar. Çünkü olup-bitenlerden hiç kimsenin haberi yoktu.

Cuma namazından sonra mescidden çıkan cemaatten bazıları Hz. Ali'nin (K.V.) yanına gelerek:

«— Yâ Ali, Mü'minlerin Emîri hutbe okurken neden SARİYE'nin adını söyledi? Bunun sebebi nedir acaba?..» diye sordular.

Hz. Ali (K.V.):

«— Hz. Ömer (R.A.) lüzumsuz bir iş yapmaz. Gereksiz bir söz de konuşmaz.

Onun böyle söylemesinde mutlaka bir HİKMET vardır. Biraz s beklerseniz gerçek sonradan anlaşılır,» dedi.

Çok geçmeden İslâm Ordusunun zafer haberi MEDİNE'ye ulaş tı.

Halk bu mutlu haberi getiren müjdecilere:

« — Kaç hafta önce Cuma günü, öğle saatlerinde, nerede idiniz ve ne yapıyordunuz?» diye sordular.

Savaşa katılan gazilerden birisi:

«— Bahsettiğiniz cuma günü, sabahleyin İslâm Ordusu düşma nı bozguna uğratmış-, bol miktarda aldığımız ganimetlerle birlikte geliyorduk.

Harp dönüşünde birliğimiz çok yorulduğu için bir dağın ete ğinde istirahate çekilmiştik. Çok geçmeden öğle saatlerinde:

«— Yâ Sariye, el-Cebel...» diye bir ses işittik. Bunu duyan Kumandanımız hemen etrafa gözcüler çıkardı.

Dağın tepesine çıkan bir gözcü, bozulan düşman askerlerinden bü yük bir kalabalığın dağın arkasında toplandıklarını ve Müslümanlara tuzak kurup baskın düzenlemeye hazırlandıklarını bildirince Kuman danımız, dinlenmekte olan askerlerini hemen toparladı ve biz on lardan önce davrandık. Düşmanı (hazırlanmaya fırsat bırakmadan) darmadağınık ettik. Böylece hem habersiz bir baskınla bozulmaktan ve telef olmaktan kurtulduk, hem de ganimet malları elimizden çıkmamış oldu,» dedi.

Böylece Hz. Ömer'in (R.A.) hutbedeki seslenişinin sırrı (hikmeti) günlerce sonra anlaşılmış oldu..

Mecazi ve hakiki aşk yalanı. (S.491)

AŞK:Fart-ı muhabbet (şiddetli ve aşırı sevgi); kişinin başka bir nesnenin cazibesine kapılması (tutulması), veya tutku gibi deyimlerle tanımlanmıştır.

Aşk, iki türlüdür:

1. MECAZÎ AŞK,

2. HAKİKÎ AŞK.

1. MECAZÎ AŞK'a: Maddi, dünyevî, süfli, beşerî (İNSANÎ) SEV Gİ adı verilmiş.

2. HAKİKÎ AŞK'a: Manevî, uhrevî, ulvî, kısaca-. İLÂHÎ AŞK de nilmiştir.

Birinciler dünya ve Masiva'ya ait olduğu için gelip-geçici,

İkinciler Yaratanımızla (C.C.) ilgili olduğu için kalıcı ve de vamlıdır.

Genellikle mü'minler önce mecazî bir sevgiye bağlanmakta; sonra da bu mecazî sevgi, İLÂHÎ AŞK'a dönüşmektedir. (Yani me cazî sevgi bir bakıma İLÂHÎ AŞK'a köprü olmaktadır.)

Her Müslümanın bu kutsal sevgiden nasibini alması, şüphesiz mutlulukların en büyüğüdür. Çünkü; SAADET, SELÂMET ve VUS-LAT KAPILARI AŞK-I İLÂHÎ ANAHTARI'yla açılabilmektedir.


“Mürşid-i Kamil'e ‘tasarruf' selahiyeti verilmiştir.” iftirası. (S.522)

MÜRŞİD-İ KÂMİL olan bir ZÂT'a «tasarruf selâhiyeti» bahşedilmiştir.

Feyz-i İ lâhî ile GÖNÜL ALEMİ nûrlanan "böyle bir ZÂT-I MUHTEREM, başkalarının te'siri altında kalmaz. Aksine etrafında bulunanlar onun sohbet ve nazarının etkisinde kalır. Meselâ:

• (Kalbinde dünya sevgisi bulunan) bir mü'min, kâmil bir mür şidin meclisine devam ettikçe; mal, mülk ve dünya serveti gözünde küçülmeye başlar.

— (Geçim sıkıntısı çeken) bir Müslüman, onun sohbetinin berekâtıyla, kanaat ve tevekküle alışır.

— (Öfkeli ve sinirli bir halde huzuruna giren) bir sâlik, onun yanında sükûnet kazanır. Ve kalbi rahatlayarak evine döner.

— (Meclisine üzüntülü olarak giren) bir mürid, oradan hu zurlu olarak çıkar.

— Onun sohbetine devam edenler, kullara boyun bükmek zilletinden kurtulur, Allah'a (C.C.) kul olmanın izzetine ulaşır.

Mutasavvıflar; MÜRŞİD-İ KÂMİL'e, müridlerinin Mi'raç (yüce liş) merdiveni gözüyle bakmış ve bu yücelişi şöyle özetlemişlerdir: Sevgi ve Rabıta ile Zikre devam eden bir mürid

Mürşidinin sohbet, nazar, himmet ve tasarrufuyla, hayvani sıfatlardan arınır. Bu mânevi temizlikten sonra, Mürşidi onu Velayet nuru ile takviye eder. Daha sonra da Peygamber Efendimizin (S.A.V.)

ruhaniyetine takdim eder. Müridler Mürşid'e, Cenâb-ı Hakk'ın (C.C.) birer emanetidir. Mürşid ise; emaneti korumasını bilen ve o emaneti Sahibine sûl-i Ekrem'e ve Cenâb-ı Hakk'a) ulaştırmaya me'mur edilen ve yolda gerekenleri yapmaya ehliyetli (ve tasarrufa selâhiyetli) ı kişidir. Ancak bunun için, sâlikin: TEVAZU ile, EDEB'le, İH-LÂS- ve MUHUHABBET'le teslimiyet göstermesi şarttır.

Bu dört hasleti yeteri kadar kazanan bir mürid; TARIK-I ŞERİ AT, TARİK-İ SOHBET, TARİK-İ HATME-HÂCEGAN ve TARİK-İ RÂ-BITA ile meşgul olup Pîrân-i îzâm Hazretlerinin rızasını kazanırsa, nefsini ve Rabbisini tanır. Allah'a (C.C.) TEVEKKÜL eder (O'na gönülden bağlanır). O zaman, bitmeyen ve tükenmeyen bir hazineye kavuşmuş olur.


İmam-ı Gazali, “tasavvuf ehli melekleri görebilir yalanı.” (S.541)

İmam-ı Gazali (K,S.) Hazretleri:

«Tasavvuf ehli; nübüvvet nurundan feyz almaya başlayınca, sayısız lütuflara nail olur. Hatta ayık iken bile melekleri başgözüyle görebilir,» buyurmuştur.

“Kabirde Şeyhi müride yardım eder.” yalanı. (S.669)

Salik bu anda kabirde yanızlığın dehşetinden ürpererek, ünsiyet ettiği mürşidini rabıta eder (himmetine nail olmak için onu gönlüne alır).

Artık o, kabirde yalnız değildir. Pîri ona yardım eder. Bu se bepten Münker ve Nekir'in sorularını:

«— Rabbim Allah (C.C.), Dinim İslâm, Peygamberim Muhammed (S.A.V.), Kitabım Kur'ân-ı Kerîm, Kıblem Kabe ve mü'minler de kardeşlerimdir,» diye kolayca cevaplayacaktır.


Müridin Şeyhin hayaline tapma şirki. (S.688)

(Yaratanımızın (C.C.) rıza ve sevgisini kazanabilmek için) kal bini (Allah'ta fâni olmuş, Resûl-i Ekrem'in ahlakıyla ahlâklanmış) Kamil bir mürşide bağlayıp; O'nun suretini hayalinde muhafaza etmeye Rabıta denir.

Allah'ın vasıfları Kutb'ul Aktab'a verilmesi şirki. (S.693)

Bu Zât-ı Muhterem'e Kutbü'l-Aktab (Kutublar Kutbu) veya Zamanın Halifesi. Vaktin İmamı gibi adlar verilmiştir. Güneş misâli İlâhî nur ve feyz-i Rabbani ihtiyârsız bütün âleme O'ndan dağılır.

Kendisi için uzaklık-yakınlık sözkonusu değildir. Çünkü Rabbimizin tecellisiyle tasarrufu her zaman ve her yere ulaşır.


Rabıta ile Şeyhi kutsallaştırma şirki. (S.695)

Bu takdirde, şeyhinin suretini edeble rabıta eden bir sâlik, Re-sûlüllah'tan ve Allah'tan ta'zimle istimdad etmiş (dolaylı yoldan manen yardım dilemiş) olur.

İmam-ı Şaranî Nefahatü'l-Kudsiyye'sinde :

«Zikrin 7'nci şartı; şeyhin şahsını gözünün önünde hayal etmek tir. Bu da zikrin en mühim âdâbındandır,» buyurmuştur.

İmam-ı Hadimi (K.S.) Risâle-i Aliyye Fî Âdâbı't-Tarikati'n-Nak-şibendiyye isimli kitabında:

«Zikir esnasında bir mü'minin kalbine tefrika (ayrılık) veya vesvese, yahut da kabz (tutukluk) hâli arız olursa; soğuk su ile gusleder. Veya abdest alarak halvetinde hacet namazı kılar. Dua ve istiğfar ile hâline teveccüh eder. Eğer o «hatıra» kaybolmazsa, Hz. Peygamber'in (S.A.V.) veya şeyhinin suretini hayal eder,» buyurmuş.

Molla Câmî (K.S.) Nefahatü'1-Üns isimli eserinde : «Mürid, Şeyhinin,suretini hayalinde muhafaza ederse, Allah'a (C.C.) vusul (manevî yakınlık) daha sür'atli olur,» buyurmuş

Cüneyd-i Bağdadî (K.S.):
"Mürid, kalbini devamlı olarak şeyhine bağlamakla, yüce ga yelere erer. (Yani en yakın yoldan Allah'a (C.C.) vuslat hâsıl olur.) buyurmuş."


Şirk dediğimiz budur. (S.698)

Sâlik, mürşidin suretini (dış görünüşünü) kendi kalbinde tasavvur eder (yani mürşidini bütün vücuduyla önünde farzeder)ek onu kalbine indirmeye çalışır.

NOT: Bunun kolaylaşması için mürid, kendi kalbini genişçe bir dehliz (koridor) olarak kabul eder ve mürşidini o koridorda görmeye çalışır.

Sâlik, pîrin sûre tini ihtiyârsız (zorlanmadan) kalbinde durdurarak zikre devam ettikçe (yavrunun annesinin memesinden süt emmesi gibi) İlâhî feyzden istifadesi kolaylaşır. 1 .2nci h aldeki rabıta.. Yani;

— (Gerek mürşidin yüzüne bakarak) kalbine teveccüh etmekle rabıta edilsin

—Gerekse mürşidini -kendi kalbine indirmeye çalışarak rabıta edilsin; her ikisinden de gaye, masiva ile (Allah'tan başka fânilerle) olan meyi ve alâkaları kalbten atıp onu zikre dolayısıyla «İlâhî tecelli»ye hazırlamaktır.

Sözü edilen iki tür rabıtanın birlikte yapılmasında hiçbir sakınca yoktur. Hatta her ikisini birlikte yürütenlerin manevî hasta lıklardan kurtulma şanslarının daha fazla olacağı bildirilmiştir.

Rabıta üçüncü şeklide şöyle tarif ediliyor. Bu kere sâlik; kendisini mürşidin hey'etinde (kılık, kıyafet ve görünüşünde) tasavvur eder. (Düşünerek hayalinde şekillendirme ye çalışır). Bu tür rabıtaya, (yani mürşidin manevî elbisesini giyerek kendisinden geçmesine) Rabıta-i Telbisiye adı verilmiştir.

Mürid; kendi sıfatını mürşidin sıfatında, kendi zâtını mürşidin âtında eritip yok edebilirse, mürşidin ruhaniyetini kemâliyle birlikte kendi vücudunda hisseder.

NOT: Bu kısım rabıta, yalnız zikirde değil; diğer ibadetlerde de yapılabilir. Meselâ: Sâlik, Kur'ân-ı Kerîm dinlerken oturduğu yerde gözlerini kapar ve kendisini pirinin kıyafetinde farzederek dinler.

Namaz kılarken, dua ederken, nasihat dinlerken, zikir yapar- kendisanki namaz kılan, dua eden, nasihat dinleyen ve Cenâb-ı Hak-k'ı (C.C.) zikreden (kendisi değil de) mürşidi imiş gibi tasavvur eder.


“Kendisine tasarruf selahiyeti bahşedilmiş olan İnsan-ı Kamiller rabıta edilir” şirki. (S.699)

— Nefsi Râziye ve Merziye makamlarına yücelmiş,

— Fenafillah'tan sonra Bekabillah devletine ermiş,

— Hakkalyakîn imanın zevkini tatmış,

— Yetkili bir zât tarafından irşad ile görevlendirilmiş. Ve:

— Velayet kuvvetiyle kendisine tasarruf selâhiyeti bahşedilmiş olan insan-ı kâmiller rabıta edilir.

Yoksa, henüz Allah'ta (C.C.) fâni olmamış,

— Ahlâk ve fazlette yücelik kazanamamış ve tasarruf selâhi yeti bulunmayan kimselerin rabıtası elbette verimli olmaz. Zaten böyleleriyle mânevi bağ da kurulamaz. Ricalullah diye tanımlanan (maneviyatta yücelik kazanmış) bir kutb'un veya (o kutubla irtibatı bulunan fazilet ve kemâl ehli) bir mürşid-i kâmilin şehadetiyle belirlenen Zât,-ı Muhterem ancak kendisinin rabıta edilmesine izin verebilir.


Kaza ve kaderin tecellilerini mürşidin buyruklarında… şirki.(S.704)

Bu yolda başarıya ulaşabilmek için kâmil bir mürşide teslim olmak şarttır. Hatta, hakikat ehline göre, kaza ve kaderin tecellile rini mürşidin buyruklarında aramak, zorunlu olarak kabul edilmiştir. Çünkü asıl kemâl; sâlikin Beka'sında değil, Fena'sındadır. Bir sâlik; mürşidin sobet ve nazarıyla fena kedehinden içerek nefsiyle dünyayı unutacak olursa; kendisine öyle bir ilim kapısı açılır ki; onunla doğru ve kemâl sandığı bazı şeylerin yanlış ve yolkesici olduğunu anlar. Bundan sonra mürşidine sevgi ile gönül den. bağlanır. Ve (onun) uyarılarını canla başla uygulamaya koyulur.

Hülâsâ: Sâlik irade ve istekleriyle bütün varlığını mürşidin varlığında eritip tüketmeli, kendi nefsine ait hiçbir isteği kalmamalı, hatta nefsini murakabe ettiği zaman, kendisinde, mürşidinin irade ve isteklerinden başka birşey bulamamalı ki; o zaman gerçekten mürid olsun. (Yani iradesinden tamamiyle soyunabilsin).

İşte bu hali kazandıktan sonradır ki; mürşidin mazhar olduğıı tecellilerden kendisine (kabiliyet ve) nasibi kadar akisler ve parıltılar belirecektir.

Şeyhinde fâni olan bir müride, mürşidin aynasından öyle hakikatler görülmeye başlar ki; gerçekte (nefsi ve dünya ile ilgisi bu lunan) herşeyin hayal olduğunu anlar. O zaman onun yanında dünya nimetlerinin varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark kalmaz .


Nerden Gelip, Nere Gidiyoruz - Mustafa Güllü, Yaylacık Matbaası, İstanbul-1987
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Cennet Yolunun Rehberi - Şeyh Seyda Muhammed Konyevi, Özkevser Vakfı Yayınları, Konya 1997

1694816500528.png

“Tasavvuf ilmini icad eden , bizatihi Allahu zülcelal'dır “ yalanı (S.107)
Tasavvuf ilmini icat eden bizatihi Allahu Zülcelal'dir. Bu mübarek icat ve ilmi, vahy yoluyla Peygamberlerine bildirmiştir. Tasavvuf ilmi, nazil olan şeriat ve dinlerin ruhudur. Bütün din ve şeriatlara üç lafz söylenmiştir. Bunlar: Şeriat, Tarikat, Hakikat'tır.
Davut (a.s.) hakkında delilsiz bir iftira (S.112)
Allahu Zülcelal, Davud (AS)'a vahyinde, şöyle buyurmuştur: "Ya Da'vud, günahkar kimsenin ahı, benim yanımda Abid kimselerin sesinden daha hoştur. " Daha önceki bazı kitaplarda Allahu Teala buyuruyor ki: "İz zet ve Celalim hakkı için yemin ederim ki, Benim kulum Benim korkumdan dolayı ağlarsa, illaki onu güldürür ve nurla tebeddü ederim. Benim korkum için ağlayanlara müjdeler olsun, Benim Rahmetim nazil olduğu zaman, ilk önce sizin üzerinizde zuhur edecektir. Siz günahkar kimselere söyleyin ki, Benim için korkupta ağlayan kimselerle otursunlar da, Ben onlara Rahmet ettiğim zaman, bu Rahmetim, onlara da ulaşsın! Ey insanoğ lu, Allah'ın rahmetine ermek için kendi nefs ve hevandan çık, vakit kaybetmeden Rabbinin dergahına dön."

Adem (a.s) hakkında delilsiz bir iftira(S.112)

Allahu Teala, Adem (AS)'ın tevbesini kabul ettiği zaman, melekler onu kutladılar. Cebrail ve Mikail (AS) gözün aydın ya Adem, senin tevben kabul olundu, dediler. Adem (AS) ise cevaben; Ya Cebrail, Allahu Teala bu günahı bana bir daha sorarsa benim yerim neresi olacaktır, dedi. Bunun üzerine Allahu Zülcelal tarafından Adem (AS)'e vahy olundu: "Senin zürriyetinden olupta, günah işleyen, sonra da tövbe edenlerin tövbesini kabul edeceğim. Kim benden mağfiret isterse, onu geri çevirmeyeceğim. Ben tövbeleri kabul ediciyim. Ey Adem, tövbe eden kimseleri, güleryüzlü ve müjdekar olarak hasredeceğim. "buyurdu.

Muhammed Konevi'nin Beni İsrail hakkında hadis uydurması (S.115-116)

Ben İsrail'den fasık bir adam vardı. Bu adam hiç bir zaman "fısk'ın dan ayrılmadı. Bu adamın yüzünden, bulunduğu şehir halkı rahatsız olduklarından, Allah'a müracaat ettiler. Allahu Zülcelal bu münacatı kabul etti. Ve Musa (AS)'a vahyetti: "Ey Musa (AS), o adam yüzünden şehir hal kının başına bir bela gelmeden o fasık adamı şehirden çıkart." Musa (AS), o fasık adamı, şehirden uzaklaştırdı. Fasık adam, bir köye gitti. Al lahu Zülcelal yine Musa (AS)'a vahyetti: "Fasık adamı o köyden de çı kart." Musa (AS) fasık adamı o köyden de uzaklaştırdı. Öyle ki, fasık adam hiç bir yerde barınamayarak, kurdun kuşun dahi olmadığı, hiç bir toprak mahsulünün yetişmediği, bomboş bir araziye, çorak bir çöle gitti. Orada hastalanarak toprağın üzerine düştü ve başını yere koyarak şöyle dedi: Eğer annem yanımda olsaydı, bana merhamet edip, bu fakirliğim, bu zelilliğim üzerine acıyacaktı. Eğer babam yanımda olsaydı, o da bana acıyarak bu durumuma mutlak bir çare arıyacaktı. Benim cenazemin arkasından ise ağlayacaktı. Eğer, benim çocuklarım olsaydı, cenazemi hazırlayıp, ağlayarak beni toprağa uğurlayacaklardı. Ailem olmuş olsaydı, merhamet edip, belki hastalığım boyunca beni iyileştirmek için çırpınacaktı. Evet, bunlar diyeceklerdi ki; Yarabbi, garip, asi ve fasık babamızı affet. Şehirden köye, köyden de çöle, çölden de ahirete giden, herşeyden umutsuz kalmış babamızı affet. Fasık adam, Rabbül Alemine ellerini açarak şöyle dua etti: Yarabbi, beni babamdan, çocuklarımdan, annemden ve ailemden uzaklaştırdın. Beni Rahmetinden uzaklaştırma, Yarabbi. Onları benden koparıp ayırarak beni yaktın Yarabbi, beni günahımdan dolayı ateşinle yakma Yarabbi... Bana rahmetinle muamele et, Yarabbi.
Allahu Zülcelal, fasık kulunun yürekten gelen bu yakarış ve pişmanlığı üzerine, annesi, babası, ailesi ve çocukları suretinde melekler gönderip, başında ağlamalarını emretti. Fasık adam, istediği yakınlarını başucunda görünce, ferahlayıp, sevindi. Allahu Teala, affını da mağfiret ederek, temiz bir şekilde Allah'ın Rahmetine kavuştu. Yine Allahu Zülcelal Musa (AS)'a vahyetti: "Filan çölde benim Evliyalarımdan birisi ölmüştür. Onun cenazesinde bulun ve onu defnef." Hazreti Musa (AS) Allahu Teala'nın buyurduğu çöle gittiğinde gördüğü manzaraya şaşırdı. Çünkü, Allahu Teala'nın emriyle şehirden köye, köyden de çöle sürdüğü fasık adamın cenazesi duruyor. Huriler ise, bu adamın başında ağlaşıyorlar. Bunun üzerine Musa (AS) şöyle dedi: Yarabbi bu adam vilayetten köye, köyden çöle çıkarttığın gençtir. Allahu Zülcelal cevaben şöyle buyurdu: "Ey Musa (AS), ben ona rahmet ettim ve onu affettim. Onu, kendi ailesinden, babasından, anasından, çocuklarından ve şehrinden ayırarak, sürgün etmiştim. Ancak şimdi Ben onu affettim. Onun bu fakirliği, garipliği ve acizliği üzerine, aile efradının suretinde melekler göndererek, ona merhamet yapmalarını emrettim."

Koynundaki içkinin sirke olması yalanı (S.116-117)

İmam-ı Ömer (radıyallahu anhuma)'den rivayet olunur: "Bir gün Medi-ne'nin sokaklarından geçerken bir gence rastlıyor. Hazreti Ömer (radıyal lahu anhuma) gencin, elbisesinin altında bir şeyler sakladığını fark ede rek sorar: Ey genç! O elbisenin altındaki nedir? Bu soru üzerine elbisesi nin altında içki saklayan genç, son derece tedirgin olur ve Allahu Teala'ya kalben münacaat eder: Yarabbi der, Sen beni İmam-ı Ömer (radıyallahu anhuma)'in yanında mahcup etme, bir daha asla içki içmeyeceğim. Hazreti Ömer (radıyallahu anhuma'nın sualine, genç; bu sakladığım şey sirkedir diye, cevap verir. Hazreti Ömer (radıyallahu anhuma) peki, o zaman bana onu göster. Genç, sakladığı şeyi Hazreti Ömer (radıyallahu anhu- ma)'in önüne yavaşça koyar. İmam-ı Ömer (radıyallahu anhuma), şişeye bakar ve tertemiz bir sirke olduğunu görür. Genç, Allahu Teala'ya yalvararaktövbe eder ve bir daha da içki içmez.

“Ulemalar, tasavvufu öğrenmenin vacip olduğunu ve farz-ı ayn hükmünde bildirdiler.” yalanı (S.119)

Ulemalar, tasavvuf ilmini öğrenmenin vacip olduğunu ve farz-ı ayn hükmü içerisinde bulunduğunu bildirdiler. İbn-i Hacer'in Tuhfe kitabının Siyer babında şöyle ifade edilmiştir: "Kişiye, hastalıklarının tedavisini bilmesi o ilmi öğrenmesi vaciptir." Ramelı'nin Zübeyd Şerhinde ise şöyle deniliyor: "Kalbin temizlenmesi için kibir ve riya gibi şeylerden temizlemek ve bunun nasıl yapılacağını öğrenmek vaciptir.

“Ana baba muhalif olsalar bile tasavvufu tahsil etmeye gidilir.”yalanı (S.119)

Ulemaların birleştiği ortak görüş ise şöyledir: "Tasavvuf ilmini öğrenmek içın, ana ve baba muhalif olsalar dahi, yine o ilmi tahsil etmeye gidilir."

“Nakşi tarikatını inkar eden , din-i İslam'dan Müslümanlar büyük bir tehlike içerisindedir .”iftirası (S.119)

Şah-ı Nakşibend hazretlerinin kavlinin manası açık, olarak ortaya çıkmaktadır. Şah-ı Nakşibend hazretleri: "Bizim tarikatımızı inkar eden, dini İslam olan müslümanlar büyük bir tehlikenin içerisindedir."

“Tasavvuf ehlini inkar etmek , Kuran–ı Kerim'in yarısını, hadisin yarısını inkar etmektir.”yalanı (S.119)

Ehl-i tasavvuf şöyle buyurdular: "Tasavvufun en az payı tasavvuf ehline teslim olmak ve onları inkar etmemektir. Çünkü, Tasavvuf ve tasavvuf ehlinin inkar etmenin, Kur'an-ı Kerimin yarısını, Hadis-i Şeriflerin yarısını, ve Ulemanın birleştiği ve cem olduğu şeyleri inkar anlamını taşımaktadır."

“Mürid ruhlarını hazır olduğuna ve kendilerini dinlediklerine inanması” hurafesi (S.126)

Birinci Fatiha 'dan önce Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi vessellem'i ruhu saadetlerine Ali ashabına ve ehl-i beytinin ruhlarına, daha sonra da Şah-ı Nakşibendi hazretleri ve Seyyid Abdülkadir Geylani haz retlerinin ruhlarına hediye edilir. Böylelikle, ruhaniyetlerin ve himmetin hazır olması temin edilir. Hazır olduklarına ve kendisini dinlediklerine kanaat getirdiği evrahlardan, Üstadının kendisine lütufta bulunması için Peygamber Efendimizin emretmesini diğer saadatı kiramında ricada bulunulması talep edilir. Geri kalan yedi Fatiha'da aynı şekilde aşağıda yazılı mübarek zatlara tarif edildiği gibi okunup hediye edilir.

Mürid mürşidini bir kürsüde izleyerek rabıta etmek hurafesi (S.128)

Mürşidi Rabıta: Saadatlar sekiz adetten oluşan kuralın sekincisi, olarakta "Mürşide Rabıta" olarak uygun görmüşlerdir. Kalbe hiç bir vesvese, havatır getirmeden, Mürşidini büyük bir azemetle bir kürsüde izleyerek, bir müddet temaşa etmektir.

Mürşidi rabıta esnasında "Redd''in korkusunda, kabulün ricasında olmak lazımdır. Hatta hareket eden hasta gibi, Mürşidinin sana olabilecek '' Kereminden" ne tam emin, ne de tam umutsuz olacaksın. Her iki hali birlikte yaşayarak, Mürşidinin senin için uygun gördüğüne razı olacak, ancak büyük bir hüzün ve hasret içerisinde seni hemhal etmesi yönünde davetkar bulunacaksın.

“Mürid ,peygamber'in ruhaniyetinin ve silsile-i sadatın yardımlarına hazır olduğuna inanması” şirki(S.129)

Murid mürşidinin ellerinin, ruhunun ve üflemesinin Hz. İsa (AS)'nın kendi kavmine şifası gibi olduğuna inanmalıdır.
Mürşidin doktorluğunun, Hekimi Lokman'ın tabibliği gibi olduğuna Al lah' ın tecelliyatlarının, Paygamberin ruhaniyetinin, ve sadatın himmetinin hazır olup, hepsinin mürşidine teslim edildiğine yakinen kanaat getirmelidir.

“Mürid ağzını açarak mürşidin üfermesini içine çekmelidir.”hurafesi (S.130)

Mürit ağzını normal bir şekkilde açıp mürşidin üfürmesini beklemeli. Mürşit üfürdüğünde: Mürşidin nefesindeki, feyz, nur ve nisbeti, yaralı ve zulmetli kalbinin devası bilip, mürşidin nefesini içine çekmelidir. Teveccühün bitimine kadar, mürit halini muhafaza etmeli, mürşidinden nisbet talebinden geri kalmamalı.
Teveccühün sonunda okunan ayeti "kerîme, teveccühün bittiğine ala mettir. O zaman mürit yirmibeş defa Estağfirullah deyip, baştan beri kapalı olan gözlerini açmalıdır.

Peygamberin yapmadığı uydurulmuş bir ibadet.(s.133-135)

Cemaatte "Elem Neşrahleke" Suresini bilen on kişi varsa, büyük hatme yapılır. On iki kişi varsa yapılması lazımdır. On kişiden az olursa küçük hatme yapılır. Hatmeyi idare edecek kimse yüz taştan yirmibir tanesini kendisine alır. Geri kalan yetmişdokuz taş, yirmibeş "Estağfurullah" denilip, çekildikten sonra "Elem Neşrah leke" bilenlere dağıtılır. Herkes Mürşidine kısa bir istimdadi rabıta yapar. (Hatme esnasında kalbin huzurlu olabilmesi için bu rabıta önemlidir) Hatme yaptıran zatın sağ tarafında oturan altı kişiye Fatiha okuma işareti olarak birer tane taş verilip, geri alınır. Fatiha'yı Şerife denilince Sağ tarafta işaret taşlarını almış olan altı ki şi birer tâne Fatiha okurlar. Fatiha okuması için işaret taşı almayanlar okumazlar. Hatmeyi idare eden şahıs, Fatiha dan sonra Salavatı Şerife der. Herkes elindeki taş miktarı kadar Salavatı Şerife okur. Bundan s'onra "Elemneşrahleke" denilir. Yine herkes elinde bulunan taş miktarı sayısınca "Elemneşrahleke" suresini okurlar. Elinde taş bulunmayanlar hiç bir şey okumazlar. Hatmeyi idare eden de "Elemneşrahleke" okunurken, elindeki taş sayısı kadar, salavatı şerifeyi okur. Hatmeyi yaptıran elinde bulunan yirmibir adet taşın tamamına Salavatı Şerife okuması gerekmekte dir. Daha sonra elinde bulunan yirmibir taştan bir kısmını kendine ayırıp, geri kalanı İhlası Şerife taşı olarak dağıtılması için verir. İhlası Şerife taşları, İmamın (Hatmeyi yaptıran) sol tarafından başlamak üzere "Elemneş rahleke" taşları almayanlara dağıtılır. Hatmeyi idare eden İhlası şerife diye söyleyince, herkes elindeki taş sayısı kadar ihlas süresini okurlar. Ve bu şekilde İhlası şerife on kez tekrar edilir. Bundan sonra, hatmeyi idare edenin solunda bulunan yedi kişiye Fatihayı Şerife işareti olarak büyük taşlardan yedi adet verilip, geri alınır. Fatihayı Şerife denilince soldaki işaret taşlarından almış olan yedi kişi birer tane "Fatiha" okurlar. Diğerleri okumazlar. Hatmeyi idare eden, salavatı şerife deyince, herkes yine elindki taş sayısınca salavat okurlar. Daha sonra bir kişi taşları toplar. Bu arada hatmeyi idare eden kimse de, Silsileyi Şerife'yi okumaya başlar. Silsilenin okunması tamamlanınca, ikindi namazından sonra hatme yapılıyorsa "Amme Suresi" yatsıdan sonra yapılıyorsa "Tabereke" suresi oku nur. Daha sonra da yirmibeş defa "Estağfurullah" denilir. Hatme bitiminde şöyle dünüşülür; Allah'ım, senin zikrini yaptım. Yaptım ama, gaflet içerisindeydim. Zatına layık bir şekilde yapamadım. Kendi fazlın ve rahmetinle bunu benden kabul buyur.

Silsilede okunan zatlar birer manevi hediye ile hatme halkasına teşrif ederler. Getirdikleri hediyelerin hepsini Mürşid hazretlerine teslim ederler.

Burada mürit kısa bir rabıta yapıp bu hediyelerden beni mahrum etme diye recada bulunur. Daha sonra yirmibeş estağfurullah çekilerek gözler açılır.

Küçük hatme:

Cemaat halka şeklinde oturduktan sonra, mevcut yüz taş halkada oturanlara taksim edilir. İlk ve son fatihaları okuyacaklar da tesbit edilir. İlk Fatiha'yı İmam dahil sağdan yedi kişi okur. Son Fatiha'ları ise İmam hariç soldan yedi kişi okur. Hatmeyi idare eden "Estağfurullah" deyince her kes gözlerini kapatarak yirmibeş adet "Estağfurullah" çeker. Hatmeyi idare eden Fatiha'yı Şerife deyince kendiside dahil olmak üzere sağdan yedi kişi birer tane Fatiha süresini okurlar. Sonra, salavatı şerife denir. Herkes elindeki taş sayısı kadar salavatı şerife okur. Salavatı şerifeden sonra hatmeyi idare eden İmam, Ya Baki Entel Baki der. Bu beş kez tekrarlanır. Her seferinde, hatmeye dahil olanlar, ellerinde bulunan taş sayısı kadar Ya Baki Entel Baki'yi tekrar ederler. Daha sonra ise, hatmeyi yapan
kişi hariç, soldan ilk belirlenen yedi kişi Fatiha okur. Fatihayı şeriften sonra, salavatı şerifeyi, herkes elindeki taş sayısı kadar okumak suretiyle, hatmenin zikir bölümü tamamlanır. Hatmeye katılanların ellerinde bulunan taşlar, bir kap içerisinde toplanır. Hatmeyi yaptıran İmam, bundan sonra silsileyi okumaya başlar. Tıpkı Hatmeyi Haceğanda olduğu gibi Silsile okuması aynen yapılır. Arkasından bir tane Süreyi Şerife okunur. Da ha sonra hatmeye katılanlar tarafından yirmibeş adet "Estağfurullah" çe kilerek hatme tamamlanır. "Estağfurullah" öncesinden başlamak üzere kı sa bir İstimdadi Mürşid rabıtası yapıldıktan sonra gözler açılır. Hatmenin en efdal zamanı ikindi namazından sonra yapılandır. Daha sonraki efdal zamanı ise, yatsı namazından sonra olandır. Bu iki vakit arasında zaruret bakımından yapamayan, 24 saat içinde hatmeyi yaparlar.
Keyfi olarak bu iki vaktin dışında zaruret yoksa yapılmaz.

Müridin rabıta ile iki ilah'a inandırılması hurafesi (S.137-138)

Ribât ve murâbata ile aynı kökten gelen ve tasavvufi bir terim olarak-kullanılan rabıta; "şuhûd makamına ulaşmış kâmil bir şeyhe kalbi bağlamaktan ibarettir. Çünkü kamil şeyh oluk gibi olup rabıta eden müridin kalbine ondan feyiz akar."Diğer bir tarife göre rabıta; "İlâhi ve zâti sıfatlarla muttasıf, müşahede mertebesine ermiş kamil bir şeyhe kalbi bağlayıp, huzur ve gıyabında o şeyhin sureti, sıreti ve özellikle ruhaniyetini hayalen kendisi ile birlikte farzederek, yanındayken takındığı tavrı, gıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir." Nakşibendilikte rabıta-i muhabbet demek, müridin mürşide olan muhabbeti demektir. Bu rabıtaya mürid devam ederse, yavaş yavaş kendisi dahi mürşid gibi kamil olur. Zira muhabbet rabıtası, seveni, sevilenin sıfatlarına sokar.
Rabıtayı şöyle izah etmek de mümkündür;
"Rabıta, muhabbet (sevgi) ve hürmetle kalbi bağlamaktan ibarettir. Ta ki fiili beraberlik meydana gelsin."

Bilinmelidir ki kulun tek başına mukarrebun makamına, yakın ve müşahede haline ulaşması mümkün değildir. Bunun için kendisine müşahide makamına ulaşmış ve şahsında zati sıfatların tecellilerinin tahakkuk etmiş olduğu kâmil bir mürşid gereklidir. Böyle bir mürşidi bulan müride, fenafillah makamına ulaşmış mürşidinin ruhaniyetinden istimdat istemesi, huzurunda olduğu gibi gıyabında da edeb ve feyiz alabilmesi için kalbine yönelerek şeyhinin suretini çokça hayal etmesi lazım gelir. Ta ki bu şekilde fenafillahın başlangıcı olan nefsten fena ve gaybet haline ulaşmış olsun. Çünkü mürşid, ilahi sırların toplandığı mahaldir. İlahi sırlar, Resullallah (S.A.V)'den itibaren manevi veraset yoluyla bir kamilden diğer kamile, bir büyükten diğer büyüğe ve sonuçta mürşide ulaşır. (Ondan da mürdine intikal eder.) Buna tarikatta mürşid rabıtası denir.

Rabıtanın özü şudur: Mürşidi düşünmek, sadece onun şahsını hayal etmek ve müstakillen ondan birşey istemek değildir. Bilakis aslında herşeyi yaratan ve yapan müessir-i hakikinin Allah Teala olduğuna itikad ederek, Allah'ın mürşide ihsan edip şahsında tezahür ettirdiği faziletleri düşünmektir. Bu durum şuna benzer: Bir fakir, ihtiyacını karşılamak için bir zenginin kapısına gidip talepte bulunur. Fakat o bilir ve inanır ki gerçekte veren ve ihsan eden Allah'tır; yerlerin ve göklerin hazineleri O'nun elindedir; O'ndan başka fail-i hakiki yoktur. O, zenginin kapısında ancak onun Allah'ın nimet kapılarından bir kapı ve oradan kendisine bir nimet vermesinin mümkün olduğunu bildiği için durur. Bu inkar edilemeyecek bir gerçektir.

Fahreddin Razi'nin şahsında Allah'a iftira (S.146)

Fahruddin Razi,"Tefsir-i Kebir"de, kerameti isbat ederken demiştî ki: "Allah'ın celal nuru, kul için bir kulak olunca, o kul, yakını işittiği gibi uzağı da işitir. Bu nur ona bir göz olunca, yakını gördüğü gibi uzağı da görür ve yine bu nur bir kul için el olunca; zora, kolaya, yanındakine, uzaktaki-ne herşeye gücü yeter.

“Yüce ruhlar pis ruhların şerrini def etmek için tasarrufta bulunur.”yalanı (S.147)

Cenab-ı Hak, bazı şeyleri yapmaya ruhları görevlendirir. Ali, yüce makam ve hallere ulaşmış mukaddes ruhlar, kirlenmiş, zulmete bulaşmış habis ruhların şerrini def için tasarrufta bulunur, kendileriyle Allah'a sığınıl dığında koruyucu olurlar. Şu halde "Allah'ın tam (kamil, mükemmil) keli melerinden murad, su temiz, ali ruhlardır,''

“Ebu'l Hasen el – Harkani ,Ebu Yezid el- Bistamini kabrindeki ruhaniyeti ile yetişmiştir.” Yalanı (S.148)

Şeyh Mustafa İsmet Garibullah Efendi (k.s.), "Risale-i Kudsiyye"sinde, rabıtayı şerifenin, tarikat-ı aliyye-i Nakşibendiye'de rüknü azam (en büyük temel) olduğunu beyan eden babta şöyle buyurdu:

Nakşibendi tarikatı, Veysel Karani (r.a.) Hazretlerinin haline benzer. Nasıl ki o, Efendimiz (S.A.V)'i görmeden, ruhaniyetinden terbiye edildi (yetiştirildi) ise, bu yolda da şeyhler, müritlerini uzaktan ruhaniyetleriyle terbiye ederler. (Mesela: Ebu'l Hasen el-Harkanı (k.s.) Hazretleri, Ebu Ye- zid el-Bistami (k.s.) Hazretlerini görmemiş, ancak kabri şerifinde bulunar ak, onun ruhaniyetinden aldığı feyizlerle yetişmiştir.)

“Allah Rasulü her namaz kılanın yanında hazır olur.”yalanı (S.150)

"Esselâmü aleyke..." cümlesi ile Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e hitap edilmesinden maksat, namaz kılan ümmetinden Efendimiz haberdar olmasıdır. Bu şekilde Peygamber Efendimiz (S.A.V), namaz kılanın yanında bulunup kıyamet gününde en faziletli ameli olan namaz için şahitlik yapması mümkün olur. Ayrıca Allah Resulü'nün namazda hazır olduğunu hatırlamak , huşunun artmasına sebep olur.

Mürid rabıta ederek Allah ile beraber şeyhini ilah edinmesi şirki (S.163-164)

Şeyh Fettullah Verkanisi (k.s.) teveccühteki rabıtayı şöyle tarif eder; Rabıtadan maksat, huzur ve istimdadı celb etmektir. Mürid, teveccüh alacağı gece sekiz adabı öğrenir, istihare yapar, yatar. Tarikat tazeleyen, teveccühe kadar konuşmaz. Teveccüh olacak günde, sabah namazından teveccühün sonuna kadar yemekten sakınırlar. Teveccühten biraz evvel, istihare eden veya rüya gören, imkan bulursa hallerini üstada arzeder. Te veccüh adabları öğretilir, acemiler ayrı bir halkada oturur. Onlara şu tali mat verilir:

Sol memenin iki parmak altında, çam kozalağı şeklinde bir et parçası vardır. Her hayvanda olduğu gibi insanda da bulunur. Üst tarafı ulvi, alt ta rafı süflidir. İçi boş hatlar halindedir, aslı maddedir. Alemi emirden ona bağlı latif bir cevher de kalb-i insanidir. Kalb-i insaninin ilk makamı arşdır. Allah'ın tecelli ve azametinin istilasına mahaldir. Kalb-i hayvaninin içine konulmuştur. Kendisi çok büyük ve geniştir. Hatta arşı bile kuşatır. Bu kalb zor riyazetler, halis ve çok amellerle müşahede edilir. Salik teveccühte bu kalbi mukabil olan, kalb-i hayvaniye'ye basiretle yönelip bakar. Bu kalbin nurunun ancak günahlardan kararmış olduğunu, nefs ve şeytanın müda halesinden yarıldığını tasavvur eder. Günah nisbetinde bu kalb nuraniyet ten karanlığa girmiş ise de üstadın nefesiyle ve eliyle temizlenir, açılır diye inanır. Üstad teveccühe girdiğinde, beraberinde Lokman Hekim'in tıbbı, İsa (a.s.)'ın duası vardır. Bir gözle üstada, bir gözle kalbinin yaralarına bakar. Teveccühte oturan arkadaşlarından istimdat ister. Kendisini muhasebe ederek, üstada yalvarır. Üstadın sesini duyduğu an ferahlayıp, lez zet duyar. Üstada karşı, kendini korku ve ümid arasında bulundurur. Kendisine teselli verir. Şimdiye kadar nefsimin emri altında ve isyanda olduğum için, ben nerede Allah'ın affı nerede, fakat şimdilik nefsimin esaretinden kurtulup, Allah'ın dostlarından bir dostun tasarrufu altına girdim. Nef simden dolayı uzağım fakat evliyanın duası en büyük sığınaktır, himmetleri hazırdır, onların ruhları, enbiya, melekler ve ashabın ruhları ile birlîkte hazırdırlar. Hazır oldukları için de Allah'ın tecelliyeleri teveccüh mahallini kuşatmıştır. Kendi kalbi gafil olduğundan bu meclise layık olmadığını düşünür, kemali edeble inler, feryad eder, nefsini hiç bilir. Var gücü ile üs tadın sesini ve gelişini bekler. Hiçbir an gaflete düşmez. Üstad karşısına gelinceye kadar böylece devam eder. Üstad karşısına gelir, ellerini omuzlarına koyup yüzüne üfürür. Bundan sonra mürid ağlar, inler. Bu devletin ve bu büyük saadetin lezzetini taleb eder. Korku ümidiyle beraber sevinir. Üstadın nefesini içine çeker, nefesiyle birlikte nur nisbetinin kalbine girdiğini tasavvur eder. Üstad nefesini aldığı zaman, üstadım, kalbimin için deki acıyı, gafleti karanlığı nefesi ile çekdi diye sevinir. Üstad gittiği zaman, himmetini diler, ziyadesini taleb eder. Kalbinin şifa bulduğuna inanır, teveccühten sonra da bu temizlik üzerinde sebat etmeye azmeder.

Ahirete irtihal etmiş zevata rabıtanın keyfiyeti ve kabir ziyaretinde rabıta:

Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuruyor: "Sizler işlerinizden şaşkınlığa ve hayrete düştüğünüz vakit kabir ehlinden yardım isteyiniz."

Bu hadis-i şerife binaen ve başka şer'i delillerden de anlaşıldığına göre nebiler ve onların varisleri olan veliler, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da himmet istenildiği zaman, himmet ederler.

Uzaklık ve yakınlık söz konusu olmaksızın kabiliyetli her mü'min özellikle mürid, Peygamber (s.a.v)'in kabri şerifine veyahut hakkında ümmet- i Muhammed'in ittifak ettiği büyüklerin ruhlarına kalbini rabt edebilir; yönelmiş olup himmet istediği zat, feyz almasına vesile olabilir

Letaiflerin nurları ve tasnıfi hurafesi (S.176)

Letaiflerin Nurları ve tasnifi
Letaif-i Kalbin nuru sarı
Letaif-i Ruhun nuru kırmızı
Letaif-i Sırrın nuru beyaz
Letaif-i Hafi'nin nuru siyah
Letaif-i İhfa'nın nuru yeşildir.

Letaiflerle ilgili olarak Peygamberlere isnadı için şöyle tasnif yapıldı

Letaif-i Kalp nuru Hazreti Adem (AS)'ın ,

Letaif-i Ruhu nuru Hazreti Nuh (AS)'ın

Letaif-i Sırrı nuru Hazreti Musa (AS)'ın

Letaif-i Hafi nuru Hazreti İsa (AS)'ın

Letaif-i Ahfa nuru Hazreti Muhammed (SAV)'ın tasarrufatı altındadır.

Mürid mürşidin ne dil ne de kalp ile itiraz edemez zulmü (S.185)

Teslimiyet ise, hiçbir şekilde ve hiçbir konuda ne dil ile, ne de kalp ile müridin Mürşid'ine itiraz etmeme halidir. Tıpkı, bir ölünün yıkayıcısı elinde nasıl teslim oluyorsa, müridde Mürşidine öyle teslim olmalıdır. Teslimi yetin en yüksek derecesi ise, müridin hiçbir şeyde ne dünyevi ne de uhrevi olarak bir niyet taşımamasıdır. Mürşidinden gelecek emri, derhal yap maya hazır olmalıdır. Mürşidin, müridin durumuna göre Seyr-i Sülük yolunda çeşitli emirleri olur. Bu, sohbetle, rabıta ile, vird ile, murakabe ile, hülasa, mürşid bazen iki yolla, bazen üç yolla emreder. Mürid de; Mürşi dinden gelecek her emri yerine getirmeye hazır olmalıdır. İşte bu hale ka ti teslimiyet hali denir.

Tasavvuf dininde meczupların ulaştıklar makamlar yalanı (S.189-190)

Hakk yoluna giren salih ve salikler dört kısma ayrılır:

• Mücerred salik (cezbesiz sülük eden)

• Mücerred meczub (sadece cezbe halinde olan ve kalan).

• Salik-i meczub (önce süluke başlayıp, peşinden cezbeye ulaşan).

• Meczub-i salik (bidayette cezbe halinde olup, ardından süluke başlayan).

Bunları biraz tanıtalım:

1- Mücerred salik: Bu kimse, irşad makamına ehil olamaz ve kendinde nefsani sıfatları kaldığından, o makama ulaşamaz. Muamele ve mücahade makamında, Allah Teala'nın rahmetinden kendisine nasib olanla yetinir. Fakat; mücahedesindeki meşakkat ateşinden kurtulup da, kendisiyle rahat edeceği bir hale ulaşamaz.

2-Mücerred meczub: bu kimseye Hakk Teala, önce, yakin ayetlerini göstererek tecelli eder. Kalbinden perde olacak şeyleri kaldırır. Bu kimse muamele (amel) yoluyla seyr u suluk ettirilmez. Aslında muamele bu yolda (olanını halinin anlamada) tam bir alamettir. Bu kimse de önceki gibi irşada ehil olamaz, kendi halinde hoşluk içinde, Rabbinden gelen nasibi ile yetinir. Amel olarak da farzların dışında bir şeyle mecbur ve mes'ul tutulmaz.

3- Salik-i meczub: Bu kimse, işin başında mücahede, manevi sıkıntı, ihlas ile muamele ve bu yolun şartlarını tam olarak yerine getirmekle işe başlar. Sonra (riyazat ve mücahadenin yakıcı ve sıkıcı sıkıntılarından kur tarılıp, manevi halin rahatlığına çıkarılır. Böylece, acıdan sonra tatlıyı bul
muş olur. İlahi lütuf esintileriyle rahatlar. Sıkıntı ve güçlüklerin darboğazın dan sıyrılıp, kolaylığın genişliği ve rahatlığına erer. İlahi yakınlık feyizleriyle, nefhalarıyla tanıştırılır. Kendisine müşahede kapısı açılır. Artık ilacınıbulmuş olur. Nur kabı kaynayıp taşmaya başlar; kalb ve dilinden hikmetler dökülür. Kalbler ona meyledip sevmeye başlar. Kendisine gayb alemi açılıp, peşpeşe manevi fetihler gelir. Zahiri halka kapalı (masivadan ilgisini kesmiş bir halde), batını ise manevi alemleri görür bir duruma gelir. Ar tık insanların arasına girmeye hazır ve layık bir haldedir. Celvetinde (halkın içinde) bir nevi halvette gibi (halk içinde Hakk'la) olur. O, hal ve şartlara hakim olur, şartlar onu mağlub edip Hakk'tan koparamaz. O, parçalar, parçalanmaz (dağılıp bozulmaz).

Bu halde olan kimse, irşada ehil olur. Çünkü o, muhiblerin yolunda işe başlamış, salihlerin amel (ve mücahede) yollarından geçtikten sonra, Allah'a yakınlığı tahsil etmiş hallerinden bir hal kendisine bahşedilmiştir.

Bu durumda, kendisine tabi olanlar olur ve ondan tabi olanların birçok manevi ilimler intikal eder. Onun vasıtasıyla bereket yayılır. Ancak bazen bu kimsede bulunduğu halde mahpus (hapis) kalır; halin dışına çıkıp, bağından kurtulamaz, hal onu meşgul eder. En büyük kemal hallerine ulaşamaz, (bu makamdaki) ilahi nasible yetinir. Aslında bu, çok yüksek ve şerefli bir nasibdir.

Malumdur ki; kendilerine ilim verilenler derece derecedir. Şeyhlik (ir- şad) makamında en yüksek derece, bundan sonra anlatacağımız dördün cü gruptaki kimsenin derece ve halidir.

4- Meczub-i Salik: Cenab-ı Hakk bu kimseye önce, keşif verir, yakın nurları ve kalbinden perdeyi kaydırmak suretiyle tecelli eder. Müşahede nurlarıyla kendini aydınlatır. Kalbi açılır ve genişler. Bir aldanma yeri olan dünyadan uzaklaşıp ebediyyet yoluna yönelir. Hal denizinden kana kana içer. (Kendisini Hakk'tan alıkoyacak) bütün bağ ve engellerden kurtulur .Tam bir müşahede ve murakabe halinde:
"Ben görmediğim Rabbe ibadet etmem; (hep O'nun tecellilerinin gör mekteyim)" diye ilan eder.

“Mürid hayatta olan ve ölen şeyhinden yardım dilemelidir.” şirki (S.195)

Mürid, kendi mürşidinin dışında, Peygamber Efendimizi (SAV) ve diğer, evliyaları ister hayatta, isterse ebediyete intikal etmiş olanları ziyaret ederek, ruhaniyetlerinden istimdat dilemelidir.

“Allah peygamberlerin dışında evliyalara ve dilediğine gaybı bildirir.”yalanı (S.205)

Hâzreti Peygamber (S.A.V)'e şefaat izninin verilmiş olması, bizatîhi ümmetini, bağışlama makamı anlamına gelmez. Ancak; Hazreti Peygam ber (S.A.V) ümmetinin affı için vesile kılınmıştır.

İkincisi; ''Gayb'ı bilmektir."
Gayb'ın mutlak bilicisi olan Allahü Teala'dır. Ancak Allah (c.c) dilediği' zaman Hazreti Peygambere evliyalara dilediği kullarına bildirir.

Zübeyr (R.A.) şahsında Hz.Peygamber'e iftira (S.236-237)

Hazreti Peygamber (SAV)'ın kanı hicam olduğu zaman Abdullah bin Zübeyr (RA)'e dökmek üzere verdiler. Zübeyr (RA)'da Resulullah (SAV)'in o kanını içti. Hazreti Peygamber (ASV) verdiği kanı niçin içtiğini sordu: Abdullah bin Zübeyr (RA)' da cevaben, Ya resulullah (SAV) senin kanına ateş değmeyecek, o sebeple içtim dedi. Orada bulunan Ashab-ı Kiram'ın ifadesine göre, Abdullah bin Zübeyr (RA) Hazreti Peygamber (SAV)'in kanını içtikten sonra, ağzı hep misk gibi kokmaya başladı.

Hazreti Peygamber (SAV)'ın azatlı kölesi Hazreti Peygamber (SAV) hicar olduğu zaman, kanını uzatarak bunu dök dedi. Azatlı kölenin anlatımına göre, kanı alarak bir süre kaybolarak elindeki Hazreti Peygam berin (SAV) kanını içti, sonra bunu Resulullah (SAV) efendimize söyledi H azreti Peygamber (SAV) bunun üzerine gülerek şöyle bulmuştur:
"Benim kanım kimin kanına karışırsa ateş ona değemez."

Ümmü Eymen'den bir başka rivayet ise şu şekilde:

Ben bir gün akşam kalktım, çok susamıştım, bir tabağın içinde suya benzer bir şey görerek onu sonuna kadar içtim. Hazreti Peygamber (SAV) sabah kalktığında, tabaktaki abdest suyunun (küçük abdestiymiş) dökmemi istedi. Ben ise cevaben onu içtiğimi söyleyince, Hazreti Peygamber (SAV) öyle bir güldü ki, onun ön dişleri gözüktü ve bundan sonra benim karnımın ağrımayacağını söyledi.

Enes'den rivayet edildîğine göre: Hazreti Peygamber (SAV) Ümmü Süleym'in yanına gitti. Bir kırbanın içinde su vardı. Hazreti Peygamber (SAV) o suyu kırbamın deliğinden ağzını koyarak içti, sonra da yatıp uyudu. Annem o kırbanın ucunu kesti (Hazreti Peygamberin ağzının dediği kısım) o hala bizim yanımızda olup, teberrük olarak kendi evimizde muhafaza ediyoruz.

Yahya bin Haris'ten rivayet olunur. Bir gün Eskah oğlu Vasilete rastladım ve ona şöyle dedim: Sen bu ellerinle Hazreti Peygamber (SAV)in mübaya ettin mi?
O' da evet, dedi. Sen madem ki bu ellerinle mubayaa etmişsin ver o elini öpeyim dedim, oda elini verdi ve bende öptüm.
Buhari, edep bölümünde Süheyp'den rivayet ediyor, Ben İmam-ı Ali'yi gördüm, Hazreti Abbas (RA) ellerini ve ayaklarını öpüyordu. Esma binti Ebubekir'den rivayet edildiğine göre, Annemiz Hazreti Aişe (RA) yanında Hazreti Peygamber (SAV)'ın cübbesi vardı. Hazreti Peygamber (SAV)'ın giyindiği cübbeyi yıkar, onun suyunu içerek Allahu Teala'dan şifa talep ederdik. Eba Mahzuret' in saçları oturduğu zaman yere değiyordu. Saçlarını niye kesmiyorsun diye sorulduğunda, Eba Mahzuret şöyle dedi,
Hazreti Peygamber (SAV) Efendimiz bu saçları ellediği için hiç kesmeme kararındayım.

Hz.Ali'nin ölülerle konuşması yalanı (S.259)

İmam-ı Ali (RA) Medine kabirlerine ziyaret maksadı ile girdi. Selam ve-"rerek onlara şöyle seslendi. "Siz mi oradan bana haber verirsiniz, yoksa ben mi buradan sizlere haber vereyim ? Kabirlerinden biri selamı aldı ve bizden sonra neler oldu bize anlat" dedi. O zaman imam-ı Ali (R.A.) onlara şu haberleri verdi.''Sizden sonra hanımlarınız enlendi, Mallarınız taksim edildi. Çocuklarınız yetim kaldılar. Güzel ve kuvvetli binalarınızda şimdi düşmanlarınız oturuyor. "

Şimdi de siz haber verin neler oldu deyince, Ölülerden biri ona cevap verdi: Kefenlerimiz çürüdü. Saçlarımız döküldü. Vücudumuz parçalandı. Yanâklârımız döküldü. Dünyadâ ki takdim edilenle karşılaştık. Şimdi herkes kendi hali ile meşguldür" dedi.

Bazı ulemalar bu konuda "Mü'minlerin ervahları hergün kendi evlerinin karşısına gelerek, ya ehlim ve çoçuklarım ! Mallarımızı bölüşenler evlerimizde oturanlar! Varmı bizim bu gurbetimiz tefekkür edinimiz " diye çağırdıklarını bize haber vermekteler. Ve aynı ervahların ''Biz çok uzak bir hapishanedeyiz. Bizim gibi olmayın, cimrilik yapmayın. Elinizdeki mallar bizim elimizde idi. Ancak Allah (c.c) yolunda harcamadık, sizde bizim gibi olmayın. Bize merhamet edin ki, Allâh'u Zülcela'de size merhamet etsin"diye nida ederler.

Cennet Yolunun Rehberi - Şeyh Seyda Muhammed Konyevi, Özkevser Vakfı Yayınları, Konya 1997
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Seyda - İntizar Erol, Timaş Yayınları

9799753626261_Default.jpg

Hilafet ve Halifeliğin gizli tutulması inancı (S.23)

Hilafetinin gizli tutulması için mürşidine; "Siz sağken, dünyada ben halifeyim diye gezemem. Sizden sonraya kalırsam, birine vasiyet edersiniz o açıklar. Yaşadığınız sürece bunu gizleyiniz" diye ricada bulunmuş; fakat mürşidinden önce vefat ettiği için hilafeti gizli kalmıştır.

Seyyid Muhammed vefat ettiği zaman mürşidi Hazret, şöyle söylemiştir:

"Allah'a yemin ederim ki, şu memlekette Seyyid Muhammed gibisini görmedim. Sizler onu sakın zamanındaki diğer âlimler ile karıştırmayın. Siz hiç kendisine halifelik verilip de bunun saklanmasını isteyen birini gördünüz mü? Kendisi halifemiz olduğu halde, yaşadığı müddetçe bunun gizlenmesini istedi."

Müslüma'nın şahsiyetine yapılan büyük iftira (S.29)

Hazret (Şeyh Muhammed Diyauddin), Allah bizi ve sizi onun sırlarıyla kutlasın, bu tarikatın reisi Şah-ı Nakşibendî lakabıyla bilinen zattan naklen buyurdular ki: "Bu tarikattan olduğunu iddia eden bir kimse, nefsini Frenk kâfirinden daha kötü bilmesi gerekir.”

Seyda'ya göre batın ilim uydurması (S.35)

Zahiri il min yolu bittiğinde batınî ilme, tasavvuf kapısına varılır. Kişi dilerse kapıdan girer, dilerse girmez. Ama velilerin çoğu bu kapıdan içeriye girerek kemale ermişlerdir. Tasavvuf? ilim hem fert, hem toplum açısından bir ihtiyaçtır. Zira haset, kin gibi iç aleme ait olan haller, ancak tasavvuf? ilimle terbiye edilir. Akıl gözünün ka pandığı, kalp gözünün açıldığı bir seyirdir tasavvuf.

“Yerine bir şeyh bırakmayan Allah'ın indinde mesuldur.” Yalanı (S.46)

Gavs Hazretleri hastalığın da bir gün şöyle buyurdu:

"Kendi yerine, kendinden daha büyük bir şeyh bırakmadan vefat eden mürşit, Allah indinde mesuldür."

Sonra "Elhamdülillah biz bunu yaptık, Muhammed Raşid bizden büyüktür."diye ilave etti.

Vefatından kısa bir süre önce (kendi bulundukları zamanı kastederek) şöyle buyurdular:

"Şah-ı Hazne'den az bir zaman sonra, onun kapısından biri kalkacak ki, en az Şah-ı Hazne'yi yüz misli geçecek. Keşke biz ona bir hafta müritlik yapabilseydik."

Böylece bıraktığı emanetin, ehemmiyetini belirtmiştir.

Bazı zamanlarda, defin edileceği yere bazı işaretler koyup şöyle derdi. "Az zaman sonra buraya bir define defne dilecek"

Allah Rasulüne onun ilk halifesine Nakşilik iftirası (S.63)

- Ya Ebubekir! Dizlerinin üzerine otur ve gözlerini kapat. Dilini damağına yapıştırıp, sükuneti kalbinde toplayarak "Allah" de... Ve mutmain olan kalp "Allah bizimledir" diyor.

Hicretle beraber, yolun ışık ları yanar. Dosdoğru ilerle ve "Allah" de. Sırların en güzeli, emanetçiye teslim edildi. "Al lah" de...

Nakşibendiliğin ilk tacı Nur halkada Ebubekir'in başında. İlk tohum Sevr dağında atılmış, asırları aşarak, dal budak, yedi iklim dört köşe, maneviyat erlerine saadeti sunmuştur.

Tasavvuf inancında mutasavvıf silsilesi (S.63-64)

5. Beyazıd-ı Bestamî (k.s.)

6. Ebul Hasan Harkanî (k.s.)

7. Ebu Ali Farmedî (k.s.)

8. Yusuf Hemedanî (k.s.)

9. Abdulhalik EI-Gucdevanî (k.s.)

10. Arife'r- Revegerî (k.s.)

11. Mahmud İnciri'l- Fağnevî (k.s.)-

12. Ali Ramitenî (k.s.)

13. Muhammed Babasemmasî (k.s.)

14. Seyyid Emiri'l- Kulal (k.s.)

15. Şah-ı Nakşibendî Muhammed -Bahaeddin (k.s.)

16. Alaeddin Atlar (k.s.)

17. Yakup Çerhî (k.s.)

18. Ubeydullah Ahrar (k.s.)

19. Muhammed Zahid Bedahşi (k.s.)

20. Derviş Muhammed (k.s.)

21. Hacegî Emkenekî (k.s.)

22. Hace Muhammed Bekabillah (k.s.)

23. İmam-ı Rabbani (k.s.)

24. Muhammed Masum Bin Ahmed Faruk (k.s.)

25. Şeyh Seyfuddin bin Muhammed Masum (k.s.)

26. Şeyh Seyyid Nur Bedvanî (k.s.)

27. Şeyh Şemsuddin Habibullah Mir za Canan El Mazhar (k.s.)

28. Şeyh Abdullah Dehlevî (k.s.)

29. Mevlana Halid Bağdadî (k.s.)

30. Şeyh Seyyid Abdullah El Nehril Hakkari (k.s.)

31. Şeyh Seyyid Taha El Nehri'l-Hak-karî (k.s.)

32. Seyyid Sıbgatullah-i Arvasî (Gavs-ı Hizanî) (k.s.)

33. Hazreti Şeyh Abdurrahman-i Tağî (k.s.)

34. Şeyh Fethullah (k.s.)

35. Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s.)

36. Şeyh Ahmedu'l-Haznevi (k.s.)

37. Gavsu'l-Azam Şeyh Seyyid Abdulhakim EI-Hüseynî(k.s.)

38. Sultan ü'l-Müslimin Şeyh Seyyid Muhammed Raşid EI-Hüseynî (Erol) (k.s.)

Gavs müridin yalanını tasdik ediyor (S.67)

"Kurban, kalbimden zikir yaptığım zaman melekler yazmıyorlar. Fakat sesli zikir yapıp salavat getirdiğimde meleklerin yazı yazarken kalem

lerinin sesini duyuyorum. Tekrar kalben zikre geçtiğimde sesleri duyamıyorum" dedi. Bunu saflığından, bilmediğinden söylüyordu. Gavs Hazretleri:

"Doğrudur, kalpten yaptığın gizli zikri Allahu Teala'nın melekleri yazmazlar. İnsanın ağzından çıkmayana kadar onlar yazmazlar; fakat yapılan zikir de melekler yazmadı diye kaybolmaz. Kıyamete kadar Allahu Teala'nın yanında emanette kalır." buyurdular.

Şeyh'in ruhundan yaratılan ruh müridi kalbine tasarruf eder yalanı (S.68)

Tarikat-ı Nakşibendî'de mürid tövbe edip intisap edince Âlemlerin Rabbi mürşidin ervahından bir tane halk eder. O devamlı müritle olur, kalbi ne tasarrufta bulunur. İsterse milyonlarca mürid bulunsun Allahu Teala o kadar ervah ya ratır. Bu alemlerin Rabbi için zor değildir. Allahu Teala dostları olan Sadat-ı Nakşibendî için binlerce, hatta on binlerce ervah yaratır ve böylece tasarrufta bulunmalarına izin verir. Mürşid-i kamil Cenab-ı Hakk'ın izniyle ve yardımıyla ervahı vasıtasıyla müridin durumundan haberdar olur. Günah işlemeye yeltenmez, namaz vakti uykudan uyanamayınca şeytan musallat olunca Allahu Teala'nın bildirmesiyle müridi görür, ikaz eder ve mâni olur.

“Mehdi Nakşibendi halifesi olacak .” yalanı (S.68)

Gavs Hazretleri: "Nakşi bendî tarikatı Hazreti Mehdî'ye kadar bozulmadan de vam edecek ve Hazreti Mehdî'ye intikal edecek (Hazreti Mehdî Nakşibendî halifesi ve Seyyid olacak). Mezheplerden Hanefi mezhebi, tarikatlardan da Nakşibendî tarikatı kıyamete kadar devam edecek." buyurmuşlardır.

Buraya kadar sayılan sebeplerden dolayı ve günahlardan sakınıldığı, halkın menfaati görüldüğü ve onunla Allah'ın yoluna, girilip talibinin çok olması dolayısıyla Nakşi bendî tarikatına devamlı hücum edilmektedir. Bal arısı nasıl tatlıya konuyorsa, tabiatıyla bu tarikata da saldırı olacaktır. Fakat şu ana kadar eksilme olmadan sürmüştür ve sürecektir.

Ölülerin yardıma geldiği yalanı (S.114)

Bediüzzaman hayat mertebelerini anlatırken, büyüklerimizin bir başka biçimde yaşamaya devam ettiklerini ve oradan insanlara yardımcı olduklarını ifade ediyor. Dolayısıyla diyoruz ki, bunlar ölmediler, yer değiştirdiler. Yardıma oradan da devam ediyorlar. Belki ampuldüler, enerji haline geldiler. Şimdi o ampulleri; dünyada bizlere bıraktıkları ampulleri vasıtasıyla aydınlatmaya devam ediyorlar. Onlar yaşıyorlar ve yaşatıyorlar.

Hz. Musa (a.s) ile Gazali'nin ruhaniyetiyle görüşmesi yalanı (S.143-144)

Hazreti Musa (a.s), Hazreti Muhammed'in (s.a.v) ve onun ümmetinin fazilet ve büyüklü ğünün, Allah (c.c) katındaki değerini Levh-i Mahfuzda gör dükten sonra şöyle buyurur: "Ya Rabbi! Hazreti Muham med'in (s.a.v) ümmeti olamadım, bari ümmetini görenler den olsaydım." O sırada İmam Gazali'nin (r.a) ruhaniyeti oraya geliyor ve Hazreti Musa (a.s) ile görüşüyor.

Hazreti Musa (a.s):

• Sen kimsin? diye sorunca, İmam-ı Gazali:

• Muhammed oğlu, Muham med oğlu; Hamid oğlu İmam Gazali'yim diye cevap verir.

Bu cevap üzerine Hazreti Musa (a.s):

- Künyeni neden bu kadar uzun söyledin, yalnızca İmam Gazali deseydin yetmez miy di? diye sorar. İmam Gazali (r.a) cevap olarak:

-Allah (c.c.) Hazretleri ile konuşmaya gittiğin zaman sa na "Sağ elindeki nedir?" diye sorulduğunda, sen onu tanıtırken "O benim asamdır. Ona dayanırım ve onunla davarlarıma yaprak silkelerim ve on da benim başka hacetlerim de vardır" diye uzun uzun anlattın, kısa cevap verseydin yeterli olmaz mıydı?" şeklinde, sorusuna soruyla cevap verir. Hazreti Musa (a.s) cevap olarak:

- Ben Allahu Teala (c.c) ile biraz daha fazla konuşabilmek için uzun uzun açıkladım, der.

İmam Gazali (r.a) cevap olarak:

- Sen Allah (c.c)'ın büyük peygamberlerindensin. Kelimetullahısın. Kitap verilenler densin. Onun için seninle daha fazla konuşma şerefine nail olabilmek için uzun açıklamada bulundum, der.

Seyda - İntizar Erol, Timaş Yayınları, İstanbul 2002
 
Üst Ana Sayfa Alt