Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tasavvufun Kaynaklari Hakkinda Eleştirel Yaklaşimlar.....!

E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
Peygamber s.a.v hayatta iken,sahabe ona iman etmiş ve imanlarının gereği olan itikat ve ameli meselelerde üzerlerine düşeni güzelce uygulamış,neticede ALLAH CC ın kuranı kerimde övgü ile bahsettiği bir topluluk olmuştur...!

o toplulukki,ahlaki ,imani ve ameli hertürlü çöküntüyü en ağır bu şekilde yaşadıkları anda ,ALLAH cc onları yolladığı rasul s.a.v ve beyan ettiği dini ile temizlemiştir..!
rasul s.a.v ,sizi gecesi gündüz gibi bir yol üzere bırakıyorum, sizi cennete yaklaştıracak,cehennemden uzaklaştıracak ne varsa açıkladım diyerek,din hususunda vermesi gereken ne varsa verdiğini bildirmiştir...!
nevarki asırlar geçmiş,bir islami sitede bile inananlar,din hususunda,imanlarının gereği olan bilgilerini savunmuş ve karşıdaki kişileri hatada görür olmuştur,islama nisbet edilen görüşler birbiri ardına sıralanırken,her görüş sahibi karşı taraftaki kişileri nerede ise cehennem ehli olarak düşünür duruma gelmişler....!
varın siz buna ihtilaf deyin,,,, evet ihtilaf caizdir caizdir ama ,taki ihtilaf edilen meselede sahih deliller gelene kadar, sonrasındaki ihtilaf zemmedilen ve azapla korkutulan ihtilaftır.

derdimiz ALLAH CC ın ve rasul s.a.v in beyan ettiği dini savunmak,onların layık olduğu değeri onlara sunmak olması gerekirken,maalesef,o merciye,gönlümüzün sevdiği değil nefslerimizin sevdiği,abileri,şeyhleri,hocaları ,alimlerive babaları koyar olmuşuz,savunmamız gereken ALLAHcc ın dini olması gerekirken,ALLAH adına başkalarının bizlere sunduğu dini savunur olmuşuz....!

SAHABE (ALLAH ONLARDAN RAZI OLSUN) BU İŞİ NASIL YAPMIŞ ACEBA,işte bir örnek...!

adam geliyor ,temettu haccından soruyor ,ibn.abbas ra cevap veriyor,adam busefer,ebubekir ve ömer ne diyorlar bu konuda diye onların amelini soruyor...!
ALLAH İÇİN SAHABEDEN SONRAKİ TÜM İNSANLARI TOPLASANIZ BİR EBU BEKİR YADA ÖMER (ALLAH ONLARDAN RAZI OLSUN) YAPARMI..? elbette yapmaz,İBNİ ABBAS RA SUPHANALLAH,BEN SANA ALLAH RASULU DİYORUM SEN BANA EBUBEKİR VE ÖMER DİYORSUN,VALLAHİ BAŞIMIZA TAŞ YAĞMASINDAN KORKARIM... diye karşılık veriyor

sahabe dini savunma adına kimsenin hatırına bakmıyor,ebubekir ve ömer ra da olsa bu kişiler,peki ebubekir ve ömer ra in dahi hatırının söz konusu olmadığı bir yerde nasıl olurda,gönüllerimize sığdıramadığımız hocala,abile,şeyhler ve alimlerin mudafasını caiz görürüz..!
o kişiler bir eser bırakmamış olsa,onları taklid ve ittiba edenleri olmasa,ölüp gitmiş insanlara laf söylemek eleştirmek elbette bize düşmez,ama din adına bırakılmış eserleri varsai bunlarda dine muhalif bir mesele varsa,bunları ortaya koymak her muslumanın asli görevidir,bazı alimler vardır ,hata etmiştir ama bunda bir kasıt ve inat yoktur,bunu eleştirir ama ona dua da ederiz,bazı alimler vardır,eserleri dine taban tabana zıt ve tevhidi alaşağı eden bilgiler içermektedir,oda imanımızın gereği olan öfkemizden nasibini alır...!

SÖZ KONUSU TASAVVUF A AİT ESERLERİ ELE ALMADAN EVVEL,TASAVVUF UN KENDİ İÇERİSİNDE KOYDUĞU OLMAZSA OLMAZ KURALLARINA BAKMAMIZ GEREKMEKTEDİR...!

bunlar başlık ve izahları ile başlıca şunlardır
 
E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
Bir müridin mürşidine teslimiyeti hakkında “gassal elinde meyyit, mürşit elinde mürid” sözünü darbı mesel getiriyorlar. Şeyhlere ölü gibi teslim olmak caiz midir

Cevaplar: Bu söz Şiilerin imamları hakkındaki masumiyet inançlarına benzemektedir. Sufiler de şeyhlerinin la yüs’el(sorgulanamaz) ve la yuhti(hata etmez) olduğuna inanmaya azmetmektedirler. Bunu Tevbe suresi 31. ayeti reddetmektedir;
Adiy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Boynumda altundan yapılmış bir haç olduğu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldim. Bana: "Ey Adiy boynundan şu putu çıkar, at!" dedi ve arkadan şu ayeti okuduğunu hissettim:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilahtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilah yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir." (Tevbe, 31).
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devamla: "Aslında onlar, bunlara (ruhbanlarına) tapınmadılar, ancak bunlar (Allah'ın haram ettiği bir şeyi) kendileri için helâl kılınca hemen helâl sayıverdiler, (Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi de) kendilerine haram edince hemen haram sayıverdiler." Aynısını Taberi ve Beyhaki Huzeyfe r.a.’den de rivayet etmiştir.
Hasen el Basri r.a.’den; “Allah Azze ve Celle, Yahudilere de, Hristiyanlara da Ramazan orucunu farz kıldı. Fakat Yahudiler bu ayda oruç tutmayı bırakıp senede bir gün oruç tuttular. Bu günün de Firavun’un boğulduğu gün olduğuna inanıyorlardı. Hristiyanlara gelince, onlar, Ramazan ayında oruç tutmaya devam ettiler. Ancak bu ay, çok sıcak günlere tesadüf edince oruç zamanını değiştirip, onu sabit bir vakte aldılar. Böyle yaptıkları için de onun süresini 10 gün artırdılar. Bir müddet sonra kralları hastalandı ve bu hastalıktan kurtulmak için 7 gün oruç tutmayı adadı. Bu yedi günü de oruçlarına ilave ettiler. Daha sonra başka bir kral geldi ve; “Niçin üç gün daha oruç tutup sayıyı 50’ye tamamlamıyoruz?” diyerek sayıyı elliye tamamladılar. İşte “Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler”(Tevbe 31.) ayetinden maksat budur.”
Tefsir alimi es-Suddî, bu ayeti açıklarken şöyle der; `Onlar yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak din adamlarının hükümlerine başvurdular. Bundan dolayı yüce Allah bu ayetin devamında `Oysa onlara sadece tek ilaha kulluk etmeleri emredilmişti' buyuruyor. Yani o tek ilah bir şeyi haram kılınca, o şey haram sayılacak, O'nun helal ilan ettiği şeyler helal bilinecek, koyduğu yasaya uyulacak ve verdiği hüküm yürürlüğe konacaktır."
Tefsir alimi Alusi de bu ayeti şöyle açıklıyor; "Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre bu ayetteki ilah edinmekten maksat, Kitap ehlinin din adamlarını evrenin ilahları saydıkları, böyle bir inanç taşıdıkları değildir; buradaki ilah edinmekten maksat, onların din adamlarının kişisel emirlerine ve yasaklarına uymalarıdır."
Gerek bu açık anlamlı ayetten, gerekse Peygamberimizin -son söz niteliğindeki- yorumundan ve gerekse eski-yeni tefsir bilginlerinin sistemine, bu dine ilişkin son derece önemli gerçekler öğreniyoruz. Bu gerçeklere, aşağıda kısaca değinmek istiyoruz:
1- İbadet, yasal hükümlerde Kur'an'ın ayetlerin ve Peygamberimizin bu ayetlere ilişkin açıklamalarına uymak demektir. Yahudiler ile hristiyanlar, hahamları ile rahiplerinin ilah olduklarına inanmak, onlara ibadet amaçlı hareketler sunmak anlamında bu din adamlarını ilah edinmiş değillerdi. Buna rağmen yüce Allah, bu ayette onların müşrik olduklarına, bir sonraki ayette de kâfir olduklarına hükmetmiştir. Bu hükmün tek gerekçesi, onların din adamlarını yasa koyma mercii olarak kabul etmeleri, koydukları yasalara uymaları, boyun eğmeleridir. İlahi hükmün tek sebebi budur. Ayrıca, inançta ve ibadetlerde Allah'tan başkasını ilah edinmiş olmak şart değildir. Sırf bu tutum, sahibini Allah'a ortak koşmuş duruma düşürür. Sırf bu sapıklık, sahibini mü'minlerin safından çıkarıp, kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir.
2- Bu ayet hahamlarına yasa koyma yetkisi tanıyan, onlarca konmuş yasalara uyan ve itaat eden yahudiler ile Hz. İsa'ya ilahlık yakıştıran ve ona ibadet amaçlı davranışlar sunan hristiyanları aynı derecede müşrik sayıyor, aralarında hiçbir fark görmüyor. Yani her iki tutum da sahiplerini Allah'a ortak koşmuş saydırma açısından eşit ağırlıklı suçlardır. Her iki sapıklık da sahiplerini mü'minlerin safından çıkarıp, kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir. Allah Teala buyurur ki;
“İnsanlardan bir kısmı, Allah’tan başkasını O’na denk ve ortak kabul ederler de Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenlerin ise Allah’ı sevmesi çok daha köklü ve devamlıdır.
Varlık sebebine aykırı davrananlar, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi.
O gün, bu dünyada Allah’ın emirlerine karşı gelinerek haksızca kendilerine uyulan kişiler, kendilerine uyanları tanımamazlıktan gelip, onlardan hızla uzaklaşırlar. Oysa onlar; hayatın değişik bölümlerinde, büyük ve önder tanınıyor, örnek alınıyor, peşlerinden gidiliyordu, aziz ve kutsal oldukları iddia ediliyordu.
Ve o anda her iki taraf ta azabı görmüşler, aralarındaki bütün bağlar kopuvermiştir. Ve sonra o inkârcılara uyanlar şöyle derler: Ah keşke dünyaya dönüp ikinci bir fırsat yakalasaydık da, onların bizi tanımamazlıktan geldiği gibi, biz de onları görmezden gelip uzak dursaydık diyecekler. Böylece, Allah yapıp ettiklerini onlara acı bir pişmanlık duygusu tattırarak gösterecek ve onlar cehennem ateşinden de çıkacak değillerdir.
Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan şeylerin güzel ve temiz olanlarından nasibinizi alın ve şeytanın peşinden gitmeyin, zira o kendi gizli olsa da sizin apaçık düşmanınızdır. O şeytan, sizi yalnız kötülük işlemenizi, iğ-renç ve çirkin işler yapmamızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi hakkında bilgi sahibi olmadığınız konularda hüküm yürüterek helalı haram haramı helal yapmanızı, böylece Allah’a karşı gelmenizi emreder.
Ama onlara “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiğinde, “Hayır, biz yalnız atalarımızdan gördüğümüz inanç ve eylemlere uyarız” diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve doğru yolu bulamayan kimseler idiyseler, yine mi atalarının yoluna uyacaklar?
Böylece O Allah’tan gelen gerçekleri örtbas eden kâfirlerin durumu çobanın haykırışını işiten fakat onu sadece bir ses ve çağrı şeklinde algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Çünkü akıllarını kullanmazlar.”(Bakara 165-171)

Muaz r.a.’den; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;
لا طاعة للمخلوق في معصية الخالق “Halık’a (Allah’a) isyan bulunan hususta mahluka itaat yoktur.”
Birden fazla rivayet yoluyla gelen bu hadis, şu lafızlarla da gelmiştir; “İtaat ancak maruftadır.”, “Allah’a isyan edene itaat yoktur.”, “Allah’a isyan hususunda beşere itaat yoktur.”
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah'a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmiş ise, mutlaka Allah'a isyan etmiştir. Kim emîre itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.


Tirmizi(3095) Taberi(10/114) Beyhaki(10/116) el Medhal(1/209) Şuabul İman(7/45) İbni Hazm el İhkam(6/290) Sehmî Tarihu Curcan(s.541) İbni Kesir(2/348) Cemul Fevaid(6996) Şatıbi el İtisam(2/370)
M.Ali Sabuni Safvetut Tefasir(1/227) Oruç ibadeti kamerî ay sistemine göre farz kılınmıştı. Kamerî aylar her yıl on gün önce gelmektedir. Dolayısıyla Ramazan ayı yılın her mevsimine rastlamaktadır. Hristiyanlara yaz aylarında oruç tutmak zor geldiği için orucun zamanını değiştirerek güneş sistemine almışlar ve yılın kısa ve değişmeyen serin günlerinde oruç tutmaya başlamışlardır.
Buhari(9/109,4044,6711,6816) Müslim(imaret 39) Nesai(beyat 34) Ebu Davud(2608) İbni Mace(2865) İbni Hibban(4567) Tirmizi(1707) Beyhaki(3/127) Ahmed(1/131,409,5/66) Sahihul Cami(7520) Sahiha(179) Ebu Ya’la(7/4046) İbni Ebi Şeybe(12/543) Mecmauz Zevaid(5/225) Metalibul Aliye(2110) Fethul Bari(13/123) Hatib Tarih(3/145) Taberani(1/154) Tayalisi(2612) Hakim(3/443) Temhid(8/58) Busayri İthaf(5007) Semhudi Cevahirul Ikdeyn(1/121)
Buhârî(Ahkâm 1, Cihad 109) Müslim(İmaret 33, (1853) Nesâî(Bey'at 27, (7/154)
 
E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
Bazı sufiler Hakka ulaşmak için rabıtanın mutlak şart olduğundan bahsediyor. Bunun dayanağı var mıdır?
Ayet ve hadislerin çoğunda rabıta, Allah ve Peygamberin düşmanlarına karşı silahlanma, cihat için hazırlıklı olma, müslümanlarla kâfirlerin arasındaki hudut karakollarında nöbet bekleme ve bu duygulara sıkı sıkıya bağlı olma demektir. Buna göre ayet ve hadislerde kasdedilen anlamlardan mutasavvıfların uygulamasını destekleyecek en ufak bir işaret yoktur. Ayet ve hadislerde dile getirilen cihad ruhunu meskenete çevirmekten başka bir şey yapmayan mutasavvıflar Kur'an ve hadislerdeki bu ribat kelimesini çok yanlış bir alana çekmişlerdir. Hiçbir sahabi Resulullah'ı aracı kılarak rabıta yapmadığı gibi, hiçbir tabii de sahabe'yi aracı kılarak rabıta yapmamıştır.
Abdulhakim Arvasi, Rabıta kitabında, mürşidi rabıta etmenin en eriştirici yol olduğunu(!) belirtirken Ebu Bekr r.a.’ın helada bile Rasulullah’ı düşündüğünü, İmam Buhari’nin de bunu rivayet ettiğini söyleyerek delil getirir. Ancak bu ne sahihi Buhari’de ne de başka bir hadis kitabında geçmemektedir. Bu rivayet sabit olsaydı bile rabıtaya delil olmaz. Aksi halde Ebu Bekir r.a.’ın Allah’a ulaşmak için helada rabıta yaptığını mı söyleyecekler?
Rabıtanın bu şekildeki uygulaması, tarikatların Hicri yedinci yüzyıldan sonraki dönemlerde uydurdukları bir bid'attir. Hakka ulaşmak için mürşidi rabıta etmenin şart olduğunu iddia edenlere sormak lazım; Bu tarihten önce yaşamış olan ve dolayısıyla böyle bir rabıtanın ne olduğunu bilmeyen sahabe, tabiin, Salih zatlar bâtılda mı kalmışlardır?

bukonuda daha birçok reddiye yazılabilir ama kanaatimce bu yeterlidir.
 
E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
şeyhi olmayanın şeyhi şeytanmıdır...?


Emire itaati emreden bu gibi hadisleri tasavvufçular suistimal etmişler ve demişlerdir ki; “şeyhine kalben dahi itiraz eden, bir daha iflah olmaz.” Onlara göre “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” Bunda da delil olarak şu hadisi kullanırlar;
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim itaatten dışarı çıkar ve cemaatten ayrılır ve bu halde ölürse, cahiliye ölümü ile Ölür."
Bu iddialarının batıl oluşunu aşağıda gelecek olan hadisler ortaya koyacaktır;
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Müslüman kişiye, hoşuna giden veya gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak, masiyet (Allah'a isyan) emredilmişse o hariç, eğer masiyet emredilmişse, dinlemek de yok, itaat de yok."
Ali İbnu Ebi Talib radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir seriyye gönderdi ve birliğin başına Ensar'dan bir zat koydu ve askerlere komutanlarına itaat etmelerini emretti. (Sefer esnasında komutan, bir meseleden) öfkelenip:
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bana itaat etmenizi emretmedi mi?" dedi. Hepsi de: "Evet emretti!" dediler.
"Öyleyse, dedi, derhal bana odun toplayın!" Hemen odun toplanmıştı. Bu sefer:
"Ateş atın!" emretti. Ashab (odun yığınına) ateş attı. Komutan:
"İçine girin!" emretti. Girmek üzere ilerlediler. Ancak birbirlerinden tutup:
"Biz, ateşten kaçarak Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a geldik (şimdi ateşe girmemiz olur mu?)" diyerek girmediler. Öyle durdular. Ateş söndü. Komutanın da öfkesi geçti, Bu vak'a Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a intikal edince:
"Eğer girselerdi, Kıyamet gününe kadar bir daha ondan çıkamazlardı! Allah'a isyanda (kula) itaat yok! Taat ma'ruftadır!" buyurdular."
Abdullah İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma’dan; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; "Kim bir imama biat edip, samimiyetle sadakat sözü vermiş ise, elinden geldikçe ona itaat etsin. Bir başkası gelip, önceki ile münâzaaya girişecek olursan sonradan çıkanın boynunu uçurun."
Ravi (Abdurrahman) der ki: "Abdullah İbnu Amr'a yanaştım ve:
"Allah aşkına söyle. Bu anlattıklarını bizzat kendin Resûlullah aleyhis selâm'dan işittin mi?" dedim. Sorum üzerine eliyle kulak ve kalbini tutarak:
"Evet kulaklarım işitti, kalbim de belledi" dedi. Ben:
"Ama, amca oğlun Muaviye, bize mallarımızı aramızda batıl bir şekilde yememizi, birbirimizi öldürmemizi emrediyor. Halbuki Allah Teâla hazretleri (mealen): "Ey iman edenler! Birbirinizin malını haram şekilde yemeyin; ancak karşılıklı rıza ile yaptığınız ticaret başkadır. Birbirinizi ve kendinizi öldürmeyin. Canlarınızı da boşu boşuna tehlikeye atmayın. Şüphesiz ki Allah size merhametlidir" (Nisa 29) buyuruyor" dedim. Biraz sustu sonra: "Allah'a itaatte ona itaat et, Allah'a isyanda ona isyan et!" dedi."
Sufilerin iddiası doğru olsaydı, bu hadise göre sufilerin şeyhlerinden yalnız birisini bırakıp diğerlerini öldürmek gerekirdi!! Ama hadisi şeriflerde kastedilen, İslam halifesidir ve halifenin Kureyş’ten olması mecburidir. Bu konuda bir çok hadis olup ikisi şu şekildedir;
İbn Umer (r.a.) şöyle demiştir: Rasullah (s.a.v.): “Kureyş'ten iki kişi kaldığı müddetçe bu hilafet işi Kureyş'ten ayrılmaz” buyurdu
İbni Amr r.a.’dan; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; ''Kıyamet vuku buluncaya kadar hilafet Kureyş'tendir.''
Bugün bir halife bulunmadığı için, sufilerin şeyhe beyat konusunda delil getirdikleri hadisler onlara delil olmamaktadır. Ayrıca onlar, Hızır ile Musa a.s. arasında geçenleri de şeyhe teslimiyet konusunda delil getiriler ve şeriatın zahirdeki hükmüne muhalif bulduğu bir sebepten dolayı şeyhine itiraz ederek ayrılan bir kimsenin küfür üzere öleceğini söylerler.
Fakat Musa a.s.’ın her defasında Hızır a.s.’a itiraz ettiğini ve yollarının ayrıldığını unuturlar!
Ayrıca, ne Musa a.s. Hızır a.s.’a uymak zorundaydı, ne de Hızır a.s., Musa a.s.’ın şeriatına uymak zorundaydı. Ama bugün herkes Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şeriatına uymak zorundadır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem;
“Vallahi bugün Musa a.s. hayatta olsaydı bana uymaktan başka bir yolu yoktu” buyurmuştur.
Yine “Ümmetimi gecesi ile gündüzü eşit aydınlıkta olan bir yolda bıraktım” buyurarak, sufilerin şaibeli “bâtın ilmi” iddialarına mahal bırakmamıştır.
Aslında tasavvuf hakkında ilk konuşanlar da; “Zâhire muhalif olan her bâtın bâtıldır” hükmünde ittifak etmişlerdir. Fakat sonradan ilmi perde olarak gören zihniyet, şeriatın hassas kriterlerinin kaybedilmesine sebep olmuş ve şeriat ilimleri küçümsenerek arkaya atılmış, “Siz ilmi ölülerden ölüler vasıtasıyla alıyorsunuz, biz ise kalbimizin baki olan Allah’tan rivayeti ile alıyoruz” diyerek Kur’an ve Sünnet hükümlerini terk etmişlerdir.
Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a halk hayırdan sorardı. Ben ise, bana da ulaşabilir korkusuyla, hep şerden sorardım. (Yine bir gün:)
"Ey Allah'ın Resûlü! Biz Cahiliye devrinde şer içerisinde idik. Allah bize bu hayrı verdi. Bu hayırdan sonra tekrar şer var mı?" diye sordum.
"Evet var!" buyurdular. Ben tekrar: "Pekiyi bu şerden sonra hayır var mı?" dedim.
"Evet, var! Fakat onda duman da var" buyurdular. Ben: "duman da ne?" dedim.
"Bir kavim var. Sünnetimden başka bir sünnet edinir; hidayetimden başka bir hidayet arar. Bazı işlerini iyi (ma'rûf) bulursun, bazı işlerini kötü (münker) bulursun" buyurdular. Ben tekrar:
"Bu hayırdan sonra başka bir şer kaldı mı?" diye sordum.
"Evet! buyurdular. Cehennem kapısına çağıran davetçiler var. Kim onlara icabet ederek o kapıya doğru giderse, onlar bunu ateşe atarlar" buyurdular. Ben: "Ey Allah'ın Resûlü! Ben (o güne) ulaşırsam, bana ne emredersiniz?" dedim.
"Müslümanların cemaatine ve imamlarına uy, onlardan ayrılma. (İmam sırtına (zulmen) vursa, malını (haksızlıkla) alsa da onu dinle ve itaat et!)" buyurdular.
"O zaman ne cemaat ne de imam yoksa?" dedim.
"O takdirde bütün fırkaları terk et (kaç)! Öyle ki, bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş bile olsan, ölüm sana gelinceye kadar o vaziyette kal" buyurdular."
Şüphesiz bu bulanıklığın ve halis hayır döneminin kararmasının sebebi; nebevi hak yoldan yüz çevrilmesidir. Bu, gecesi ile gündüzü eşit aydınlıkta olan delillerin bozulmasını beraberinde getirmiştir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Huzeyfe r.a.'ın dehan kelimesini sorması üzerine şöyle buyurmuyor muydu?;
"Bir topluluk benim sünnetimden başkasına uyacaklar ve benim yolumdan başkasına tabi olacaklardır. Sen onları tanır ve karşı çıkarsın."
İşte bu, hastalığın kökü ve belanın kaynağıdır. Şüphesiz bu, metot olarak sünnetten sapmak, gidişat ve amelde nebevi tarzı terk etmektir.
Bununla, "dehan" kelimesinin, hayır kaynaklarının berraklığını bozan bir kir, yani fitnelere tutunulan asırlardan beri yuvalarından başlarını çıkarmış olan Mutezile, Sufiler, Cehmiyye, Hariciler, Eşariler, Maturidiler, Mürcie, Rafızi(şii)ler gibi, güçlerini İslam'da tahrife, dini kendilerine mal etmeye ve te'vile harcayan bid'atçiler olduğu ortaya çıkıyor.
Kur'an'ın sadece resmi, İslam'ın sadece ismi, ibadetin ise sadece cismi kaldı.
Yine "dehan(bulanıklık)" kelimesi, bidatin tehlikesini ortaya çıkarıyor; bidatler, kalpleri bozar, bedenler ise düşmanlar arasında ifsat olur.
İşte bu yüzden Salih selef, bidat ehli ile mücadele etmenin ve onlardan uzak durmanın vacip oluşunda ittifak etmişlerdir.
İmam Zehebi, Siyeri A'lamin Nubela adlı eserinde Süfyan es Sevri'nin; "Kim bidat sahibi olduğunu bildiği birisinden işittiği şeye meylederse, Allah'ın korumasından çıkar ve nefsinin eline bırakılır." Ve; "Kim bir bidat işitirse, onu meclisindekilere anlatıp ta kalplerine yer ettirmesin" Dediğini naklettikten sonra der ki;
"Selefin çoğunluğu bu şekilde sakındırmışlar, kalplerin zayıf, şüphelerin ise zorlayıcı olduğunu görmüşlerdir."

Buhârî(Ahkâm 4) Müslim(1848) Nesâî(7/123) İbnu Mace(3948).
Buhârî(Ahkâm 4, Cihad 108) Müslim(1839) Tirmizî(1708) Ebû Davud(2626) Nesâî(7/160)
Buhari(Megazi, 59, Ahkam, 4, Haberu'l-Vahid 1) Müslim(1840) Ebu Davud(2625) Nesai(7/159)
Müslim(1844); Nesai(7,153); Ebu Davud(4248); İbnu Mace(3956)
Buhari(kitabul menakıb, 11) Müslim(1820)
İbn Ebi Asım; es-sünne( no. 1109, c. 1, s. 527)
Ahmed(4/126) İbnu Mace(43)
Buhari(Fiten 11, Menakıb 25) Müslim(İmaret 51, (1847) Ebu Davud(4244, 4245, 4246, 4247).
Siyeru A'lamin Nubela(7/261)
 
E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
Şeyhleri İlahlaştırma Ve Onlara Kulluk Etme:
Tasavvufçuların İslâm'dan en fazla saptığı konulardan biri de, şeyhlerini Allah'tan başka tanrı gibi görmeleri veya göstermeye çalışmalarıdır. Müridin şeyhin karşısında zelil, dilini yutmuş, iradesiz, düşüncesiz ve gassalın elindeki cenaze gibi olmasını şart koşmuştur. Bu alçaltıcı kulluğu da, müridin şeyhine bağlılığı, sevgisi, itaati ve kudsi makamlara yükselişinin açık alameti saymıştır. Şeyhine karşı bu şekilde yaşıyan ölü gibi olmıyan müridlerin helak olacağını ve manevi makamlarda yükselemiyeceğini söylemiştir. Bakınız, Tayfur (Ebu Yezid) el-Bistami bunu nasıl dile getiriyor: "Üstadı (şeyhi) olmıyanın imamı şeytandır."
Letaifu'l-Minen sahibi de bunu şöyle ifade ediyor: "Şeyhlerin silsilesine kendisini ulaştıracak ve kalbinden perdeyi kaldıracak üstadı olmıyan kimse, sahipsiz bir sokak çocuğu ve nesebi belirsiz bir kişidir."
Şeyhine karşı müridin âdabını belirleyen Muhammed Osman'ı da dinliyelim: "Geçtiğin her halde şeyhini görmen ve bunun onun vasıtasıyla olduğunu bilmen gerekiyor. Âdabın biri de namazda oturur gibi huzurunda oturman, onda fena bulman, seccadesine oturmaman, ibriği ile abdest almaman ve bastonuna dayanmamandır. Ermişlerden birinin şu sözünü dinle: Şeyhine "Niçin?" diye soran kimse felah bulmaz. İmajını kalbinden ve hayalinden sakın çıkarma. Bir an olsun ondan gafil olursan, bilki bu senin bedbahtlığındandır. Onda fena makamına erişmeye çalış, böylece onda beka makamına erişirsin."
Tasavvufçular müridin emir veya yasak hiçbir isteğine muhalefet etmemesini emretmektedir. Hz. Peygamber'in sünnetine açıkça muhalefet ettiğini görse bile, şeyhin hiçbir arzusuna muhalefet etmemesini söylerler. Müridin şeyhin avucunda kalması, malını, ırzını ve insanlığını sömürebilmesi için tasavvufçular, eş-Şarani diliyle, şeyhine başka şeyhi ortak koşan kişinin Allah'a da ortak koşmuş olacağını kararlaştırmışlardır. Şeyhinin tarikatından başka tarikat seçen veya onun istediği yoldan gitmiyen kişinin dinden çıkacağını da söylemişlerdir.
Tasavvuf kitapları insanın şeref ve haysiyetini yerle bir eden, aşağılık, rezil ve sefil bir dereceye düşüren, zalim ve edepsiz her türlü ayağın altında çiğnenmesini sağlıyan, kısaca insanı Allah'ın verdiği insani değerlerden ve izzetten yoksun bırakan bu tür saçmalıklar ve hurafelerle doludur. Bunun neticesidir ki tasavvufçular tapanlar ve tapılanlar diye iki kısma ayrılmaktadırlar.
Yine bunun neticesidir ki bu uyuşturucu saçmalıklarla melankolik olmuş nice yaşlı insanların henüz beşikte altını pisleten çocukların ayaklarına yüz sürdüklerini, şeyh evladı veya mukaddes soyun mübarek nesli diyerek mesih aleyhisselam gibi daha beşikte kerametlerle konuşturduklarını görürsünüz. Tek sebebi de tarikat şeyhi efendisinin oğlu olmasıdır. Çünkü sırrı onda, rabbaniyeti onu kutsallaştırmaktadır. Bütün tasavvufçuların şeyhlerinin her söylediğinin Allah'ın bir vahyi olduğuna inanarak Allah'ın dinine muhalefet etmelerinin sebebi de bu zihniyettir. Çünkü inançlarına göre şeyhlerinin kalbleri Rahman'ın üzerinde istiva ettiği tahtlar, azamet ve büyüklüğünün gökleri, cemalinin tecellileridir. Hidayetini aleme saçtığı ve vahyini insanlara kendisinden ulaştırdığı kutsal yerlerdir. el-Kuşeyri şöyle diyor:
"Kim bir şeyhe intisap eder ve kalbi ile ona itiraz ederse, intisap ahdini bozmuş ve kendisine tevbe vacip olmuş olur. Çünkü şeyhler "Üstadların hakları için tevbe kabul olmaz" demişlerdir."!!!?
 
E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
Tasavvufçuların Zikri Bir Yahudi Bidatıdır
Yüz kırk dokuzuncu mezmurda şunları okuyoruz: "Siyon oğulları hükümdarlıklarına sevinsinler, tef ve ud ile dansederek adını tesbih etsinler, terennüm etsinler. Tehlil getirin, kutsallığında (Kudüs'de) Allah'ı tesbih edin. Rebab ve ud ile tesbih edin. Tef ve dans ile tesbih edin. Sazlar ve zurnalarla tesbih edin. Türlü naralarla tesbih edin."
Tasavvufçular da aynı bu şekilde zikir yaparlar. Yahudi cahiliyye bidatı ile tasavvufçuların zikri arasında sıkı ilişkiyi ve benzerliği görmek için bir zikir meclisini müşahade etmek yeterlidir. Bu apaçık bir gerçek iken, Abdulaziz ed-Debbağ'ın şu sözlerini görüyoruz: "Zikredenler sağa sola sallanırlar, çünkü kutuplar meleklerin böyle yaptığını görmüşlerdir.(!)"
Tasavvufçularda Zikrin Şekli Ve Sözleri
Zikreden kişinin tepeden tırnağa kadar sallanması, önce sağa lâ ile başlayıp sola ilah ile dönmesi ve doğrulması gerekir. Sola doğru öne eğilerek illallah demesi ile bu işi tamamlar. Allah, hû gibi tek isimle zikrediyorsa çenesini göğsüne vurması, koro halinde ve yüksek sesle yapması gerekir. Kelimeyi göbeğinden başlıyarak kalbinin derinliklerinden çıkarması icabeder. İşte bu eşsiz pehlivanlık tasavvufçuların zikir şeklidir!
Allah için söyleyiniz, Rasûlullah rabbini zikrederken böyle tepeden tırnağa kadar sallanıp dans mı ediyordu? Sakalını göğsüne vurup sağa sola mı sallanıyordu? Şüphesiz hayır! Hiçbir zaman böyle yapmamıştır. Çünkü o Allah'ın peygamberidir ve Allah'ın huzurunda nasıl edeple ibadet edileceğini bilir ve insanlara bildirir. Kör testerenin ağaç keserken çıkardığı sesler gibi de sesler çıkarmamış ve naralar atmamıştır. Nasıl zikredeceğini Allah ona şöyle tarif etmiştir:
"Namazında yüksek sesle okuma. Onda sesini fazla da kısma. İkisinin arasında bir yol tut." "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilmelisiniz ki haddi aşanları O sevmez." "Rabbini içinden, yalvararak ve O'ndan korkarak yüksek olmıyan bir sesle sabah ve akşam zikret (an). Gafillerden olma!"
Namazda sesin fazla yükseltilmemesi ve tamamen kısılmaması, belki ikisi arasında bir yol tutulması esas iken, tasavvufçular guya bir nevi ibadet veya dua olarak yaptıkları zikirlerinde nakarat tutturmak, avazları çıktığı kadar bağırmak, testere sesleri gibi hançerelerden sesler çıkarmak, tepeden tırnağa kadar ter içinde kalacak şekilde tepinmektedirler. Ne yapalım, tasavvufçular Allah'ın hidayetini bu şekilde değiştirmekte ve başka yollara uymaktan çekinmezler!
Zikirde kullanılan sözlere gelince; müridin şeyhine karşı edeplerinden biri de şeyhinin kendisine telkin ettiği kelimeler kullanması ve başka sözleri kullanmamasıdır. Bu sebepten zikir sözleri tarikatların çokluğu ve şeyhlerin farklılığına paralel olarak çoğalmış ve değişik olmuştur.
Kimileri Allah'ın tek ismi ile, kimileri hû hû diyerek, kimileri de ıh ıh sesleriyle zikretmektedir. Tasavvufçu her tağut kullarına başka tarikatların zikri ile zikretmeyi ve izin verdiği şeylerin dışında kelimeleri kullanmalarını yasaklamaktadır. Çünkü yüce Allah'ın isimlerini şu veya bu şekilde söyledikleri zaman fayda, şu veya bu şekilde söyledikleri zaman da zarar vereceğine inanırlar. Onun için zikreden kişiye fayda veya zarar verecek şeyleri bilen şeyh, kaptan sayılır. Bu bakımdan derviş lailahe illallah sözü ile ancak şeyhi kendisine izin verdiği taktirde zikredebilir. Rabbine de “yâ latif” diye seslenmemelidir. Aksi halde ona bir uyuşukluk gelir veya çarpılır.
Tasavvuf kahinlerinden İbn Ataullah el-İskenderi'nin şu iftirasına bakınız: "Allah'ın "Afûv (bağışlayan) ismi avamın zikrine yaraşır. Çünkü onları ıslah eder. Allah'a suluk edenlerin ise bu isimle onu zikretmesi yakışmaz.
Bâis (dirilten) ismi ile de gafiller zikreder. Fenayı talep edenler onu bu isimle zikretmez. Gafir (günahları bağışlayan) ismi ile de avam öğrencilere telkin yapılır (onlara bu isim öğretilir). Zira günahın cezasından korkan onlardır. Ama Allah'ın huzuruna çıkmağa layık olanların günahları bağışlayanı zikretmeleri onlarda vahşeti (uzaklığı ve yabancılığı) meydana getirir. Allah'ın "Metin" ismi ise halvet sahiplerine zarar verir, dinle alay edenlere yarar sağlar."
İbn Ataullah bu iftirayı serdetmeye devam etmekte ve Allah'ın isimlerinin çoğuna bu şekilde iftira etmektedir. Halbuki yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki, ister Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na mahsustur."
"En güzel isimler (Esmaulhüsna) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. O'nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır."
Şu saçmalığa bakınız. Allah'ın Gafir ismi sadece avama yaraşır. Sanki bu tağutlar günahlardan masum veya ilahtırlar! Halbuki Rasûlullah günde yüz defa Rabbine istiğfar ederdi. Şimdi söyler misiniz, Kur'ân'ın hidayeti ve gerçekliğiyle tasavvufçuların sapıklığı ve dalaleti arasında bir ilişki buluyor musunuz?!
 
E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
Sufilerin metodu hadislere dayanmıyor mu
Cevap: öncelikle şu bilinmeli; eğer tasavvuf kelimesiyle kastedilen şey, nefis tezkiyesi ise, en güzel nefis tezkiye metotlarını da Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem koymuştur ve bu tasavvuf diye değil İslam diye isimlendirilir. O’nun koyduğu yoldan başkasına tabi olmak caiz değildir. Sufiler sahih sünnette olmayan bazı metotlar koymuşlar, sünnete pek çok açıdan muhalefet sergilemişlerdir. Yaptıkları şeylere delil getirirken de genelde aslı olmayan uydurma rivayetlere veya zayıf hadislere dayanmışlardır.
Bunu meşru göstermek için de “zayıf hadisler ile amel etmek caizdir” sözünü öne sürmeye başladılar. Hatta İsmail Hakkı Bursevi daha da ileri giderek Ruhul Beyan adlı tefsirini uydurma rivayetlerle doldurmuş, surelerin faziletleri hakkında uydurulduğu tesbit edilen rivayetler hakkında utanmadan şunu söyleyebilmiştir;
“Bunu uyduran Rasulullah’ın aleyhinde değil, şeriatı desteklemek için lehinde uydurmuştur”(!!!) başka bir yerde de regaib namazı gibi uydurma namazların aslında ibadet olması hasebiyle, bunların bidat olduğunu açıklayan Nevevi gibi büyük bir imama karşı çıkarak; “İbadetin bidat olduğuna inanan kafir olur” diyebilmiş, insanları bidatlere yönlendirerek İmam Rabbani’nin de regaib namazı gibi hususlarda dediği gibi “Şeytanın tuzağına düşmüş” ve düşürmüştür.
Allah Azze ve Celle bu dini tamamladığını beyan ederken, sanki bu bir eksiklik görmüş ve o eksiği kapatmış gibi!!! Fesubhanallah!
Zayıf hadisle amel meselesine gelince, zayıf hadisin zan ifade etmesi bile tartışılırken ve Allah Azze ve Celle zanna tabi olmayı yasaklamışken bu caiz görülemez. İmam Şatıbı el İtisam’da sufilerin hatalarını sayarak der ki;
a. Rasûlullah (s.a)’a yalan ihtiva eden ve zayıf hadislere güvenmeleri... Zayıf hadislerin ise Peygamber (s.a) tarafından söylendiğine dair zan galip değildir. Dolayısıyla bunlara bir hüküm isnad etmeye imkan yoktur. Durum böyle olunca ya yalan oldukları bilinen hadisler hakkında ne denilir? (s. 299-300)
b. Maksatlarına uymayan sahih hadisleri reddederek bunların akla muhalif olduğunu ileri sürerler. Kabir azabını, sıratı, mizanı, ahirette Allah’ın görülmesini ve benzeri hususları inkar edenler gibi bunların akla aykırı olduğunu ileri sürerler. (s. 309)
c. Allah’tan ve Rasûlünden gelenlerin kendisi vasıtasıyla anlaşılabildiği arapça ilmini bilmemekle birlikte, arapça olan Kur’an ve sünnet hakkında söz söyleme cesaretini göstererek, şeriatı geride bırakıp, ilimde derinleşmiş olan kimselere muhalefet etmeleri.
d. Apaçık usulü bırakıp saparak, akılların çeşitli tavırlar takındığı müteşabihata tabi olmaya yönelmeleri. (s. 320)
e. Mutlaklara kayıt getiren hükümleri tetkik etmeden, mutlak ifadeleri alıp kabul etmek. Tahsis edici buyrukları var mıdır, yok mudur düşünmeden umumi buyrukları anmak. Aynı şekilde bunun aksini de yaptıkları olur. Mesela nass mukayyed ise mutlak alınır yahut has ise başka herhangi bir delil olmadan mücerred görüş ile umumi kabul edilir. (s. 329) (a)
f. (s. 334): Delilleri kullanılacakları yerlerden uzaklaştırarak tahrif etmek. Mesela delil herhangi bir menata dair varid olmuş iken bir başka menata yönlendirilerek her iki menatın aynı olduğu vehmini vermekle delilleri tahrife kalkışmak. Bu ise sözleri yerlerinden kaydırmak suretiyle yapılan gizli tahriflerdendir. Bundan Allah’a sığınırız. Büyük bir ihtimalle İslamı kabul ettiğini ifade etmekle birlikte sözlerin yerlerinden tahrif edilmesini yeren bir kimse bu işe ancak karşı karşıya kaldığı bir şüphe ya da kendisini haktan alıkoyacak bir bilgisizlik olmadan açıkça sığınması. Bununla birlikte o kimsede delilin gerçek yerinde kullanılmasını alıkoyacak bir hevası da sözkonusu olur. Bu sebeple böyle bir kimse bid’atçi olur.
g. (s. 348) Şeyhlerini tazimde çok ileri derecede giderek sonunda onları haketmedikleri seviyeye ulaştırmaları. Onların aşırıya gitmeyip, orta hallileri filandan daha büyük Allah’ın hiçbir velisinin olmadığını iddia eder. Bazen velayet kapısını bu sözü eden kişi dışında diğer ümmetin yüzüne kapatırlar. Bu ise katıksız bir batıldır... (s. 349): Orta halli mutedil olanları ise şeyhinin Peygamber (s.a)’a eşit olduğunu ileri sürer, ancak ona vahiy gelmediğini ifade eder.
 
E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
Şeyhlerin uyanık iken Rasulullah ile görüştüğü söyleniyor. Hatta “onlar yanlış yapsalar manen ikaz edilirler” deniliyor. Doğru mudur?

.Bu da şeyhlere masumiyet atfetmenin başka bir hilesidir. Onlar yanlış yaptığı zaman Kur’an ve sünnetin ikazına aldırmadıkları için mi manen işaret beklentisi içerisinde olunuluyor?
Bu aynı Mutezilenin “Kur’an mahluktur” diye patlattıkları fitne gibidir. Onlar bunu söylerken, Muhammed S.a.v’e inen vahiy, onun yaşadığı dönem için geçerliydi. Şimdi biz aklımızla hükmederiz” demek istiyorlardı. Sufiler de buna çok yakın olarak; “Biz de keşfimizle, rüyalarımızla hükmederiz” edasıyla “Kur’an mahluktur” demiş gibi oluyorlar.
Hem sormak lazım; madem Allah bu dini tamamladığını belirtmiştir (Maide 3) ve yeni bir helal veya haram kılma sözkonusu olmadığına göre Rasulullah s.a.v’i uyanık iken gördüğünü iddia edenler Onun hayatı döneminde tebliğ ettiği dinden başkasını mı bildirdiğini söyleyecekler? Kim bunu söylerse o sözü alıp suratına çarparız! Zira Allah’ın koruyacağına bizzat kefil olduğu(Hicr 9) vahyi, ümmetin sıhhatinde ittifak ettiği, pek çok sünneti ihtiva eden Sahihi Buhari ve Sahihi Müslim gibi hadis külliyatını, kerameti yalnız kendinden menkul bir sözle yalanlamıştır.
“Ama uyanıkken Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile görüşebilenler rivayet edilen hadislerin doğruluk derecesini öğrenebilirler” denilirse; derim ki; İbni Arabi, ed Debbağ, Suyuti gibilerin bu metodla sahih olduğuna hükmettikleri hadisleri karşılaştırırsanız, birinin keşfen sahih dediğine diğerinin keşfen bâtıl dediğini görürsünüz. Hatta İbni Arabi, hiçbir yerde aslı bulunmayan birbirine zıt iki sözün ikisine de keşfen hadistir demektedir. Bu iki hadis(!); “Allah buyurdu ki; Ey Muhammed! Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım” sözü ile “Allah buyurdu; Ben gizli bir hazineydim. Bilinmeyi istedim ve halkı yarattım” sözüdür.
Bu durumda Allah Azze ve Celle kainatı bu ikisinden hangisi için yarattığı çelişki gibi oluyor. Allahı bundan tenzih ederiz. O buyuruyor ki; “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”(Zariyat 56) buyurmaktadır.
Konevi ve Bursevi gibi sapık tasavvufçular eserlerinde “İşlerinizde bunaldığınız vakit kabir ehlinden yardım isteyin” şeklinde isnadı bulunmayan ve tevhide zıt olan bir sözü sahih diyerek nakletmektedirler. Hadis usulüne göre isnadsız bir söze sahih denilemeyeceği için bunun keşfen sahih olduğunu iddia etmiş oluyorlar! Halbuki bu Kur’an’a ve sahih hadislere zıttır.
Uyanıkken Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i görmenin imkanı ve mahiyeti hakkında alimlerin söylediklerine gelince, aşağıda nakledeceğimiz gibi böyle bir rü’yet, Rasulullah’ın zatını değil, misalini görmektir ve rüya mesabesindedir.
Suyuti Tenvirul Halek’te nakleder; Kadı Ebu Bekr İbnül Arabi – ki Maliki mezhebi imamlarındandır (Muhyiddin Arabi değil!) – Kitabu Kanunit Te’vil’de der ki; “Sufiler dediler ki, insan için, alakalardan kesilme, riyaset, mal, cinsi birleşme, gibi dünya sebeplerinden uzaklaşma suretiyle nefis temizliği ve kalp tezkiyesi hasıl olursa, Allah Teala’ya, sürekli ilim ve amelle tamamen yönelirse, ona kalpler keşf olunur, melekleri görür, sözlerini işitir, peygamberlerin ruhlarına muttali olur ve onların kelamlarını işitir.”
Sonra İbnül Arabi dedi ki; “Peygamberleri ve melekleri görmek, onların konuşmasını işitmek, mü’min için keramet olarak, kafir için ise ukubet (azap) olarak mümkündür.”
Şeyhul İslam İzzüddin Bin Abdisselam, Kavaidül Kübra’da dedi ki; “İbnül Hac, Medhal’de der ki; “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’i uyanık iken görmek zor bir meseledir ve az vaki olur. Bu zamanda ancak aziz sıfatlara sahip olanlar görüyor. Çoğunlukla görülemiyor. Bununla beraber biz bunun, Allah’ın zahirlerini ve batınlarını muhafaza eylediği bazı büyük zatlara vaki olduğunu inkar etmeyiz.”
(İbni Abdisselam) dedi ki; “Bazı alimler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in uyanık iken görülmesini inkar edip şu illeti öne sürdüler; “Fani göz, bakiyi göremez. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, beka yurdunda, onu gören ise fena yurdu olan dünyadadır.”
Suyuti der ki; Uyanık iken peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i görenlerin çoğu, kalbi ile görür, sonra terakki ederek göz ile görürler. Daha önce, bunun, Kadı Ebu Bekr İbnül Arabi’nin iki görüşünden biri olduğu geçmişti. Lakin göz ile görmek, insanların birbirini görmesi gibi değildir. Şüphesiz bu, berzahi cem’iyet hali ve vicdani bir iştir.
O’nu gören hal sahipleri diyorlar ki; ruhunu görüyorlar. Gazali buna açıklık getirerek der ki; “Bunda murad edilen, cisminin ve bedeninin görülmesi değil, Onun zatını görmeye vasıta olan misalidir. Bu vasıta hakikat de olabilir, hayal de. Zatı, hayal edilmiş bir misal değildir. Görülen şekil, Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’in ne ruhu, ne de şahsıdır. Bilakis hakikatte o, misalidir.
Bu, kişinin Allah Teala’yı rüyasında görmesine benzer. O’nun zatı şekil ve suretten münezzehtir. Fakat, kişi bunu kullara tarif ederken, nur v.b. algılanabilen misaller vasıtası ile anlatır ve bu misal de Hak tarafından olduğu için Haktır. Rüyada gören kimse der ki; “Rüyamda Allah’ı gördüm.” Yani başkasının hakkında olduğu gibi “Allah’ın zatını gördüm” diyemez.
Kadı Ebu Bekr İbnül Arabi dedi ki; “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i bilinen idrak sıfatı ile görmek, hakikaten görmektir. Bilinen idrak sıfatı dışında görmek ise, misalini görmektir. –bunu Gayetül Hasen’de söyledi.–
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i uyanık iken görmek bir fazilet olup, bu O’nun zatını değil misalini görmektir. Şeyhulislam İbni Teymiye Kuddise sırruh der ki;
“Bazı kimseler için bazen yakaza halinde de, uyuyan kimse için rüyada görülen şeylere benzer bir görme hali hasıl olabilir. Bu kişi kalbi ile uyuyan kimsenin gördüğünün aynısını görür ve ona , kalbiyle müşahede ettiği bir takım hakikatler tecelli eder. Bütün bunlar da dünyada iken vuku bulur.
Bazen kalbiyle müşahede ettiği şey, kişiye üstün gelir, onu tamamen sarar ve o şeyi bütün organları ile algılar; kişi de o şeyi bizzat gözleri ile gördüğünü zanneder. Bu hal uyanıncaya kadar devam eder; uyanınca bunun bir rüya olduğunu anlar. Ama bazen de kişi, uykuda gördüklerinin rüya olduğunu bilebilir.
İşte böyle abidlerden kendisi için kalbi bir müşahede meydana gelmiş, bu müşahede kendisini tamamen kaplamış ve onun duygularıyla idrak etmesini ortadan kaldırmış kimseler vardır. Böyle bir durumda bu abid kalbi müşahedesini bizzat gözü ile görme işi zanneder, ama bu konuda yanılgı içindedir…”
Şunu da belirtelim ki; İmam Rabbani, peygamberler dışındakilerin rüyalarına ve keşiflerine mutlaka şeytanın müdahalesi olduğunu belirtmiştir.
Ebu Süleyman ed Darani; “Kalbime gelen ilhamları iki adil şahide arzederim, kabul ederlerse alır, etmezlerse reddederim. O iki adil şahid Allah’ın Kitab’ı ve Rasulü’nün sünnetidir.” Demiştir.
Ehl-i Sünnet indinde Rüya ve keşifler delil değildir. Bu İmam Şatıbi gibi usul alimleri tarafından belirtilmiştir. Kitap ve Sünnet’e uygun olanları da ancak o rüyayı göreni bağlar. İmam Şa’rani de Tenbihul Muğterrin’de böyle demiştir .
“İbni Sirin radıyallahu anh’den sahih olarak rivayet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i görme rüyası, İbni Sirin’e anlatıldığı zaman, O; “Rüyada gördüğün zatı bana anlat” derdi. Eğer rüya sahibi o zatı, İbni Sirin’in bilmediği ve Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hilyesine muhalif görülen bir şekilde anlatırsa, İbni Sirin radıyallahu anh, rüya sahibine; “Sen Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i görmemişsin” diye cevap verirdi.
Aynı uygulamayı İbni Abbas r.a, Ebut Tufeyl’in rüyasında Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i gördüğünü zannettiğini söylemesi üzerine yapmış, ondan gördüğünü tarif etmesini istemiştir.
İbni Arabi ve diğer bazı ulema; “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i bilinen sıfatları üzere görmek, bizzat Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i görmektir. Başka şekil üzere görmek ise, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in misalini idrak etmektir.” Dediler.
Kadı Iyaz; “Bir kimse, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i hayatındaki suretinde görürse, rüyası doğrudur. Bilinen sıfatlarından başka şekilde görürse onun rüyası te’vile muhtacdır.” Dedi.
İmam Nevevi ise; “Kadı Iyaz’ın bu sözü zayıftır. Bilakis, doğru olan; rüyayı gören, her iki surette de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i hakikaten görmüştür.” Dedi.
Ali Bin Ebi Talib Radıyallahu anh buyurur ki; “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i rüyasında güzel surette görenin eğer layık olmayan surette görürse, o kimsenin fitneye duçar olacağına te’vil edilir.”
İmam Bedrüddin el Ayni de; “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, rüyada bir kimseye bir emir verirse, o emir, hayatında bildirilmiş şeriata muvafıksa kabul edilir, değilse reddedilir.” Der.
İmam Kurtubi, rüyada Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in zatının hakikaten görülmesini şiddetle inkar etmiş, ve demiştir ki; “Rüyayı hakikate iltizam eden ve diline dolayan mecnundur.” Eğer rüya hakikat olarak kabul edilirse, herkesin peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i başka bir surette değil, son nefesindeki suretinde görmesi lazım geldiği gibi, iki kimsenin aynı anda Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i görememeleri lazım gelir.
Şüphesiz İmam Kurtubi, rüyanın zatla değil, sıfatla ilgili olduğunu ispatlamıştır. Tasavvuf ehlinin selefi de, her ne kadar lafızları farklı ise de, bu mevzuda muvafakat ederek; “bu öyle bir mizandır ki, ona dikkat etmek vaciptir” demişlerdir.
 
E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
Bazı tarikatlarda hatme yapılırken; “Medet ya Ahmeder Rıfai, ya Abdulkadir” “ya ıbadallah eğisna” gibi nidalar edilmektedir. Bunlar caiz midir?
Caiz değil bilakis şirktir. Fatiha suresinde; “Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım isteriz” buyrulmaktadır. Yine Allah Azze ve Celle buyurur ki;
“De ki: Ne dersiniz; size Allah'ın azabı gelse veya o kıyamet gelip çatıverse size, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin bakalım)! Bilâkis yalnız Allah'a yalvarırsınız. O da (kaldırılması için) kendisine yalvardığınız belâyı dilerse kaldırır; ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.”(En’am 40-41)
“Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır, diyorlar. De ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir."(Yunus 18)
“O halde sakın Allah ile beraber başka tanrıya kulluk edip yalvarma, sonra azap edilenlerden olursun!”(Şuara 213)
Tasavvufçular Niçin Kabirlere Tevessül Ederler?
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh), "Onların yalvardıkları bu varlıklar Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar " (İsra, 57) ayeti hakkında şu açıklamayı yaptı: "İnsanlardan bir grup, cinlerden bir gruba tapıyorlardı. Bu cinniler Müslüman oldular. İnsanlar hâla bunlara tapmaya devam ettiler. Bunun üzerine ayet nazil oldu."
Allah Teala buyurur ki; “Onlar halka; “Sakın tapındığınız ilahlarınızı hele Veddi, Süva’yı, Yegus’u, Yeuk ve Nesr’i asla bırakmayın dediler.”(Nuh 23) İbni Abbas r.a. ve başkaları bu ayet hakkında şöyle dediler;
“Aslında bu isimler, Nuh kavminde yaşayan iyi insanların isimleriydi. Bunlar öldükleri zaman kavminin insanları onların kabirlerine hürmet ve yakınlık gösterdiler. Daha sonra da bu insanların suretlerini yaparak onlara tapınmaya başladılar.”
Cafer Muhammed b. Bâkır Hazretleri şöyle demiştir:
Vedd, kavmi içinde sevilen müslüman bir kişiydi. Ölünce Bâbil yurdunda kabrinin etrafında ordu kurdular, yas tuttular. İblis onların bu feryadını görünce bir insan biçiminde onlara: "Sizin ağlayıp sızladığınızı ve üzüldüğünüzü görüyorum. Size onun bir şeklini, resmini yapsam, toplandığınız yere koysanız da onu ansanız." dedi." Peki" dediler. Bunun üzerine İblis Vedd'in bir şeklini yaptı. Onu toplantı yerlerine koydular. Babilliler onu anarlardı. İblis bunu görünce: "Nasıl, evlerinize de yapsam, herkes evinde de ansa olur mu?" dedi. Onu da yaptı, bu şekilde onu anar oldular. Sonra çocukları yetişti. Çocuklar büyüklerin ona yaptıklarını görüyordu. Nesil uzadıkça onu niye andıkları unutuldu. Tuttular, ona ilâh diye tapmaya başladılar. İşte yeryüzünde Allah'tan başka ilk tapınılan Vedd oldu.
Tasavvufçuların kabirlerle tevessülü konusunda şeyh efendi ile tartışmaya gerek yoktur. Çünkü tasavvufçuların ve tasavvuf kurbanlarının işlediği en basit ve en açık putperestliklerdendir. Tasavvuf kahinleri de, kabirde yatana duydukları sevgiden değil, belki kabrinde putlaştırılan kişiler için toplanan kurbanlar ve sunulan adakların hatırı için ona sevgi ve saygı gösterisinde bulunur ve medetler umarlar. Çünkü geçimleri ve saltanatları bu sapık dine dayanmakta, insanların kaderlerinde bu sömürü otoritesiyle tahakkum etmektedirler.
Kabirleri kutsallaştırma ve onlarla tevessül konusunda bir de oryantalistleri dinliyelim; Goldziher şöyle diyor:
"Eski dinlerden birçok unsurlar İslâm'a geçmiştir. Evliyanın kutsallaştırması şeklinde birçok şekillerde bu kalıntılar varlığını sürdürmüştür. Gerçek şu ki İslâm'ın özünü bozan ve gerçeğini tahrif eden bu uydurma takdis kadar özgün uygulama ile ters düşen başka bir şey yoktur. Sünnete uymağa özen gösteren gerçek sünni bir müslümanın bunu tiksindiği ve nefret ettiği şirk şekillerinden sayması gerekir."
Avam halkın evliyayı kutsallaştırması konusundan da söz ederek şöyle demektedir: "Evliya kabirleri ve diğer mukaddes yerler birtakım kalıntılar için avam halkın ibadet yeri edindiği ve koyu bir putperestlikle sarıldığı yerlerdir. Hatta avam halk en az Allah'a ibadet kadar bağlılık göstermektedir."
Yerel veliden de söz ederek şöyle der: "Birileri veli adına yalan yemin ederken korktuğu kadar Allah adına yalan yemin etmekten yüzü kızarmamaktadır." Salih selefin uygulamalarını, İslâm alimlerinin görüşlerini ve uyarılarını dinlemiyen, hatta bir türlü anlamaya yanaşmıyan tasavvufçulara yahudi Goldziher'in bu uyarıları ve tesbitleri belki bir ders olur. Ne de olsa Avrupa malıdır:
Yine oryantalist Ronaldson şöyle der: "Kur'ân'da apaçık ve kesin olarak belirtilen tevhide rağmen müslüman milletler hâlâ putperest birtakım gelenekleri devam ettirmektedir. Bütün müslüman milletlerde avam için dini hayatın en önemli yanları, salihlerin kabirlerini kutsallaştırmalarıdır. Bu konuda modern alimler (daha doğrusu, tasavvuf şeyhleri ve onların büyüledikleri sözde alimler) kamuoyunun seyrine ayak uydurmuştur. Her bölgenin mahalli imamları olmuştur. Onların kabirlerini ve kalıntılarını ziyaret ediyorlar. O imam da seviniyor ve onlara şefaat ediyor, onları fakirlik ve hastalıktan kurtarıyor.
Gördüğünüz gibi tasavvufçuların hurafe ve bidatları İslâm'a maledilmekte ve düşmanları onu bunlarla tanımaktadır. Bu oryantalistin söylediklerini tarafsız olarak düşündüğünüz ve İslâm aleminde yapılanları gözönüne getirdiğiniz zaman, ona hak vermemeniz mümkün değildir. Ancak tasavvufçuların saçmalıklarının faturası ne yazık ki İslâm dinine çıkarılmaktadır. Her kentte ve köyde bulunan ve halk tarafından kutsallaştırılıp Allah'tan istenecek şeyler kendisinden istenen yatırlar, tekkeler, ziyaretler ve şeyhlerin makamları gözönüne getirilirse, bu oryantalistlerin tesbitlerine hak vermemek mümkün müdür, dersiniz? Her anlattıkları tasavvufçuların birer uygulaması değil midir?!
Onun için şeyh efendilerle tevessül konusunda tartışma yapmıyacağız. Katıksız bir şirk olmasına rağmen bu konuda onlarla tartışmaya girmiyeceğiz. Çünkü bunların yaptığı tevessül daha korkunç bir şirkin neticesidir. O da tasavvufçuların evliya dedikleri kişilerin birer insan değil, dilediğini yaratan ve seçen tanrılar olduğuna inanmasıdır. Yahut Allah'ın zatı olup bazan Ticani, bazan Nakşibendi, bazan Rifaî (ve Rufaî), bazan Şazeli, bazan Mevlevi, bazan da Burhani olarak tecessüd edip görünen birer tanrı olduklarına inanmalarıdır. Yoksa, vahdeti vücut ne işe yarıyacak? Bunun hiç mi ürünleri olmayıcak?
Abdulaziz ed-Debbağ şöyle diyor: "Büyük bir makama yükselmiş bir veli gördüm. Konuşan ve dilsiz yaratıkları, yabani hayvanları ve haşeratı, gökleri ve yıldızları, yerleri görüyor. Yer küresinin tamamı ondan alıyor. Bir anda seslerini ve konuşmalarını işitiyor. Herkese ne istiyorsa veriyor ve ihtiyacını gideriyor. Bu işlerin hiçbiri diğerinden alıkoymuyor."
ed-Debbağ bir kulu Allah'ın sıfatlarıyla tavsif ediyor ve ona rablık giydiriyor.
Şimdi de kendini anlatan Ahmed et-Tîcanî'yi dinliyelim: "Ruhum Muhammed'in ruhudur. Rasul ve nebileri destekliyor. Ruhum ezelden ebede kadar aktap ve arifleri destekliyor.
Allah mahşer günü insanları topladığı zaman, orada bulunan herkesin işiteceği yüksek bir sesle bir münadi şöyle seslenir: Ey mahşer halkı! Şu kişi sizi destekliyen imamınızdır. Peygamberlerin zatından doğan bütün feyizleri zatım alıyor ve benden bütün yaratıklara dağıtılıyor."
Bağlılarından biri de onu şöyle tavsif ediyor: "Yöneldiği zaman zenginleştirir, hoşnut eder ve bütün arzuları gerçekleştirir."
Bir diğeri de şöyle tanıtır: "Hiçbir veli hiçbir peygamberden onu vasıtalığı olmadan hiçbir feyiz alamaz."
Diğeri de şöyle anlatır: "Kapalı şeyleri açığa çıkaracak, meçhulleri bildirecek, ihtiyaçların akibetini anlıyacak ve onlara terettüp eden afetleri ve çıkarları kavrayacak kadar rabbani ve nüfuzlu bir basirete sahiptir."
el-Bistami de şöyle diyor: "Allah beni tutup önüne koydu ve ey Ebu Yezid, kullarım seni görmek istiyorlar, dedi. Ona, vahdaniyetinle beni terbiye et, kimliğini bana giydir, ehadiyyetine beni yükselt, öyleki kulların beni gördüğü zaman "Seni gördük, desinler ki gördükleri sen ol, ben de oradan kaybolayım"
Yine Ali Harazim, et-Ticaniyi şöyle tavsif ediyor: "Zenginleştirir ve doyurur, gaybı bilir."
Bütün bu sıfatlar Allah'ın sıfatlarıdır. Yüce Allah kendini bu sıfatlarla tavsif etmektedir: "Zengin eden de, varlıklı kılan da odur." "O gaybı bilendir. Dilediği peygamberler dışında gaybına kimseyi muttali kılmaz. Çünkü o bunun ardından ve önünden gözcüler salar."
 
E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
ALLAH CC razı olsun kardeşim,ali ra ne güzel söylemiş,;SEN HAKKI İNSANLARA GÖRE GEĞERLENDİRME,HAKKI TANI İNSANLARI ONA GÖRE DEĞERLENDİR, diye
sizleren bu ve diğer konularda tavsiye ,katılım ve nasihatlerinizi bekliyoruz,rabbim bizleri hayrda buluşanlardan eylesin amin
 
E Çevrimdışı

ebumuhammed

Üye
İslam-TR Üyesi
Bazı sofiler şeyhlerinin, müridlerini sohbet ile değil, nazar ile irşad ettiğini söylüyorlar. Böyle bir irşad metodu var mıdır?

Bunu iddia eden kişinin şeyhinin, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ve sahabelerden üstün olduğunu da söylemesi gerekir. Bu da imkansızdır. Zira böyle bir irşat metodu olsaydı Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in müşriklerle cihad etmesine hiç gerek kalmaz, şirk üzere ölen iki amcasının hidayetine de vesile olabilirdi. Hidayet ancak Allah’tandır.
Ledün ilmi diye bir şey var mıdır? Allah dostları batın ilmine varis değil midir?
Cevap: Batın ilmini iddia edenler, hiçbir güvenilir kaynakta geçmeyen şu uydurmayı dillerine dolamışlardır; “Kur’an’ın her kelimesinin bir zahiri, bir batını, bir haddi ve bir de matla’ı vardır.” Aslı olmayan böylesine bir rivayetin bu denli etkiye sahip olması tasavvufun etkisiyle olmuştur. Tasavvufu öven alimler bile tasavvufun ortaya attığı bazı meselelere karşı çıkmışlardır. Mesela mutasavvıf olan Gazalî, İslam dinine yabancı fikirlerin daha çok tasavvuf kanalıyla Müslümanların kültürlerine girdiğini itiraf etmektedir.
Suyuti Baybarsiyye hankahına teftiş için şeyh olarak atanmıştı. Oradaki sufileri yanlışlarından dolayı çok ikaz ettiği için sufiler onu sultana şikayet etmiş, Suyuti de görevinden azledilmiştir.
Alimlerin tasavufun yanlışlığı hakkındaki getirdikleri deliller karşısında bocalayan sufiler kimi zaman kendilerinin nasların batınına vakıf olduklarını iddia etmiş ve söylediklerinin o batına uygun olduğunu ileri sürmüş, kimi zaman kendilerinin ilimlerini gizli kanallardan aldıklarını söylemiş, kimi zaman ledünnî bir ilme sahip olduklarını, kendilerine karşı çıkanların kabuk ehli olarak suçlamışlardır.
Neticede batın iddiası, tasavvuf ehli için tartışmalarda can kurtaran simidi olmuştur. Çünkü ilim ehli ile aralarında bir tartışma çıkıp delil getirme konusunda aciz kaldıklarında iddialarının, nassların batınına uygun olduğunu, kendilerinin ledünnî bir ilme sahip bulunduklarını ve zahir ehlinin bunu anlayamayacağını ileri sürmüşlerdir. Yine tasavvuf ehlinin ilimlerini gizli bir yoldan aldıklarını iddia etmeleri de bu tür endişeden dolayıdır. Tasavvufçuların bir kesimi bu ilmin Ali r.a. kanalıyla, bir kesimi de Ebu Bekir r.a. kanalıyla kendilerine ulaştırıldığını söylerler.
Bu iddia İslam’ın temel prensipleriyle bağdaşmadığı halde her nasılsa İslam kültüründe yaygınlık kazanmıştır. Çünkü bu iddia, Ehli Sünnet dahil diğer fırkaların da Peygamber hakkında kabul ettikleri tebliğ sıfatına aykırıdır. Bu iddiaya göre peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, dini bir ilmi gizlemiş ve onu sadece birkaç sahabeye tebliğ etmiştir. O’nun gizlediği bu ilim dinin özü, insanlara açıkça tebliğ ettiği ise dinin kabuğudur(!) diğer sahabelerden bu ilmi gizlemesinin nedendi de, diğer sahabelerin bu ilmi taşıyacak kapasiteye sahip olmamalarıdır. İster istemez akla şöyle bir soru geliyor; nasıl oluyor da sahabe böyle bir ilmi taşıma kapasitesine sahip değil ama sonraki dönemlerde ve günümüzde milyonlarca kişi, aralarında bu kadar cahiliyle birlikte bu ilmi taşıma kapasitesine sahip olabiliyorlar?
Ayrıca yüce Allah, peygamberine, emredildiği şeyleri açıkça ilan etmesini emrediyor; “Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma”(Hicr 94)
Şeyhul İslam İbni Teymiye rahimehullah diyor ki; “Rafıziler, Şiiler ve ilimlerini bunlardan alan kimselerin, Ehli Beyt’ten aldıklarını iddia ettikleri ya dini ilimlerle ya da tabii ilimlerle ilgili bir takım sırlar ve hakikatlara muttali olduklarını iddia ettiklerini görürsün. Onlar böyle bir iddiayı, gizlenmesinin öğütlenmesi ve hakikatı bilinemeyen bu sırlara iman edilmesi gerekli bir takım hususlardan dolayı ileri sürmektedirler. Halbuki iddialarının tamamı uydurulmuş bir yalan ve atılmış bir iftiradır.
Bu Rafıziler, çeşitli gruplar içinde en çok yalan uyduran ve en çok gizli ilim iddiasında bulunanlardır. Bu sebeple Batıniler ve karmatiler de Rafızi sayılmışlardır.
Rafıziler, ilk olarak Emirül Mü’minin Ali radıyallahu anh döneminde çıkmışlar ve Ali radıyallahu anhın özel olarak bazı ilimlere ait sırlara ve vasiyete sahip olduğu iddiasında bulunmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Ali r.a. ‘ın ileri gelen yakınları ona böyle bir şeyin olup olmadığını sormuşlar, Ali r.a. de, böyle bir şeyin olmadığını bildirmişti. Daha sonra çevrede böyle bir sözün söylendiğini öğrenen Ali r.a. halka bir konuşma yapmış ve kendisinin böyle bir sırra ve vasiyete sahip olmadığını açıklamıştı…
Cafer es Sadık’tan geldiğini iddia ettikleri sırlar ve yalanlara gelince, bunlar en büyük yalanlardır. Hatta şöyle denebilir; Cafer es Sadık r.a.‘a atfen yalan uydurulduğu ve iftira edildiği kadar, başka hiç kimseye iftirada bulunulmamıştır.
Ona nispet edilen hususlardan birisi Kitabul Cefr’dir. Ki bunlar, İmam Cafer’in bu kitapta bazı olayları, olacak şeyleri yazdığını iddia ederler. Cefr, keçi yavrusu, oğlak anlamına gelmektedir. Bunların iddiasına göre İmam Cafer bu hususları bir oğlak derisi üzerine yazmıştır. İmam Cafere atfen uydurulan Kitabul Heft, hilal ile ilgili olan Kitabul Cedvel, Mağrib ülkelerinden İbnul Hılli ve benzerlerinin iddia ettiği Kitabul Bitaka ve Kur’an tefsiriyle ilgili bir çok nakiller ve benzeri hususlarda da durum aynıdır…”
Makrizi diyor ki; “Hattabiye fırkasına mensub olan Şiiler, Caferi Sadık Radıyallahu anh’ın kendilerine “cefr” denilen bir deri bıraktığını, bu deride ihtiyaç duydukları bütün gayb ilimleri ile birlikte Kur’an tefsirinin bulunduğunu iddia etmişlerdir.”
Zehebi der ki; “Yalancılar, İmam Cafer Radıyallahu anh’e, ebced, neseb, sinirsel bozukluklar ve yıldızname ilmini nisbet ettiler. İhvanı Safa’ya ait risalelerin Cafer Radıyallahu anh’den alındığını iddia ettiler. Halbuki bu risaleler ondan 200 sene sonra yazılmıştır.”
Piyasada İmam Cafer Radıyallahu anh’a nisbet edilen “ilm-i Cifr” adında bir risalenin tercemesi mevcuttur. Saçmalıklarla dolu olan bu eserin İmam Cafer Radıyallahu anh’e ait olmadığı malumdur. Bu tür safsatalarla uğraşan, hicri 272 senesinde vefat etmiş olan müneccim, astrolog Ebu Maşer Cafer Bin Muhammed Belhi’ye ait olan eserlerin, isim benzerliğinden dolayı, İmam Cafer Radıyallahu anh’e nisbet edilmiştir. Nitekim İbni Kesir der ki; “.. Şu da var ki, recez ilmi, söz sanatı ve azaların ihtilaclarına dair yazılan ve imam Cafer Radıyallahu anh’e nisbet edilen eserler aslında Cafer Bin Muhammed Ebu Maşer’e aittir. Cafer es Sadık’a ait olduğunu söyleyenler yanılmaktadır. Allahu a’lem.”
İbni Kuteybe der ki; “Talha Bin Musarrif şöyle dedi; “Eğer abdestli olmasaydım Şiilerin cefr’e dair sözlerini size anlatırdım.”
Cefr ilmi ile ilgili rivayetlerin çoğu, meşhur şii alimi el-Kuleyni adlı yalancı yoluyla gelmektedir.
Şii ve Sünni kaynaklarda cefr ilmini Cafer es Sadık Radıyallahu anh’den rivayet eden kişinin Harun Bin Said el İcli olduğu nakledilir. Halbuki döneminde Zeydiye’nin ileri gelenlerinden olan Harun el İcli, Cafer es Sadık Radıyallahu anh’a nisbet edilen cefri tenkid edip bunun asılsız olduğunu bildirmiştir.
İmam Gazali r.a., Batınilere reddiye olarak yazdığı “Fadaihul Batıniye” adlı eserinde, harflerin belli anlamlar ve sayısal değerler ifade ettiği noktasında hiçbir tutarlı ve ilmi bir delil olmadığını belirtmiştir.” Ne var ki imam Gazali bile yalancıların şerrinden kurtulamamış, onun adına bile vefkler ve ebced ile ilgili eserler nisbet etmişlerdir.
Bazı sufiler bâtının geçerli olması için bir takım şartlar ileri sürmüşlerdir. Buna göre; batın anlamın, lafzın zahirine aykırı olmaması, başka bir yerde bu anlamın doğruluğuna delil bulunması, bu manaya şer’î veya aklî bir muarızın bulunmaması, bâtın anlamın tek mana olduğunun ileri sürülmemesi gerekir.
Her nekadar bu şartlar söz konusu edilmişse de, pratikte bu şartların gözetildiğini söyleyemeyiz. Tasavvufçular, bâtın manayı tesbit etme işini kendi inhisarlarında gördükleri müddetçe bu şartların pratikte tam olarak geçerli olacağını söylemek de mümkün değildir. Kaldı ki ileri sürülen şartların gerçekliği de su götürür.
Mesela ileri sürülen ilk şartta batın anlamın lafzın zahirine ters düşmemesi gerektiği belirtilmektedir. Eğer lafzın zahirine ters düşmeyecekse o mananın zahir anlam olmasına ne gibi bir engel vardır? Buna batın denilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur?
Başka bir yerde nassen ve zahiren bu anlamın doğruluğuna bir şahidin bulunmasının şart koşulması da anlamsızdır. Zira batın olarak ileri sürülen sözkonusu mana, başka bir nassın zahir anlamı ise başka bir nassın tefsirinde batın mana olarak zikredilmesine gerek yoktur.
İleri sürülen bu şartların tutarsızlığına rağmen çoğu zaman pratikte hiçbir şart aranmamaktadır. Batın manayı bazen Nur-u Muhammedî’den aldıklarını, bazen keşif yoluyla onu bulduklarını, bazen de kimi ayetlerin kendilerini bağlamadığını söyleyebiliyorlar.
Abdulaziz ed Debbağ; “Allah gaybı bilendir. Gaybına kimseyi muttali kılmaz”(Cin 26) ayetinin cahil Arapları ve başka insanları bağladığını, kendileri gibi veli kimseleri kapsamadığını söyler. Gerekçe olarak ta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in gaybı bildiğini, kendilerinin ise Peygamberin hizmetçileri olduklarını ve hizmetçi efendisiyle birlikte olduğundan efendinin bildiği şeyleri hizmetçilerin de bildiğini savunur.
Sufiye’nin ileri gelenlerinden Muhyiddin İbni Arabi; “Rabbin yalnız kendisine ibadet etmenizi emretti”(İsra 23) ayetinin rüsum alimlerinin dediği gibi emir ifade etmediğini, hüküm ifade ettiğini söylemekte ve bunu keşif yoluyla tespit ettiğini belirtmektedir. Ona göre putlara tapanlar, kendilerini Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ettiklerine göre haddizatında Allah’a ibadet ediyorlar. Bu nedenle Allah, puta tapanların dualarını kabul ediyor ve ihtiyaçlarını gideriyor. Bundan dolayıdır ki o, putperestlerin hak üzere, hatta arifibillah muhakkiklerden olduğunu savunur.
Firavn Kurtulanlardan Mıdır?
İbn Arabi Hz. Musa'nın amansız düşmanı tağut Firavn'ın kurtulanlardan olduğuna hükmetmekte ve "Benim de, senin de gözümüzün nurudur" âyetini izah ederken şöyle demektedir:
"Kendisine hasıl olan kemal ile onun (Âsiye'nin) gözü aydın oldu. (Kızıldeniz'e) boğulma anında Allah'ın Firavn'a verdiği iman ile de Firavn'ın gözü aydın oldu. Çünkü kötülükten arınmış ve tertemiz olmuş olarak Allah onun canını aldı."
Yine Firavn hakkında şöyle der: "Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardığı gibi bedenini de kurtardı. Böylece maddi ve manevi olarak kurtuluş onu kuşatmış (tamamen kurtulmuş)tur." Fususu'l-Hikem kitabında Hz. Musa bölümünde söylediklerini okursanız Firavn'ın Hz. Musa'dan üstün olduğunu söylediğini göreceksiniz. İbn Arabi’nin kesin ve apaçık Kur'ân âyetlerine aykırı düştüğü ve onların aksini söylediği yerler burada sayılamıyacak kadar çoktur.
Kuşeyri; “Andolsun biz, en yakın göğü lambalarla donattık ve onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık. O şeytanlara da çılgın ateş azabını hazırladık”(Mülk 5) ayetini tefsir ederken şöyle demektedir; göğü yıldızlarla ve evliyalarının kalplerini de nurlarla ve yıldızlarla süsledik. Müminlerin kalpleri tasdik, iman ve sonra bürhanı araştırıp üzerinde düşünmekle, tahkik ile, ardından beyanı talep etmek için muvaffak olmakla süsledik. Ariflerin kalpleri tevhid güneşiyle süslüdür…”
Batın mananın varlığına delil olarak Kur’an üzerinde düşünmeyi emreden ayetler zikredilmiştir. Ayetler üzerinde düşünülmesinin emredilmesi, işin başında ayetten anlaşılan mananın ötesinde ayetin bir derinliğinin bulunduğunu gösterdiğini söylemek doğrudur. Her bir ayetin bir zahiri ve bir batınının bulunduğunu bildiren rivayet, delil olabilecek nitelikte olmadığına göre, bu derinliğin bâtın diye isimlendirilmesi için ayrı bir delil bulunması gerekir. Ayrıca buna batın ismini verirsek, Bâtınilik ile bunun arasında kesin bir çizgi çizmek güçleşecektir. Doğru bir anlayışın oluşabilmesi için zahir-batın yerine mantuk-mefhum kelimelerinin kullanılması daha isabetlidir.
Kitaplarında Yazılanların Sırlar Ve Semboller Olduğunu İddia Etmeleri

Tasavvuf kurbanlarından bazıları da bu kitaplarda söylenen şeylerin sırlar ve semboller olduğu, gaybın gizliliklerini kendilerine açtığı ve sırlarını kutsadığı veya Allah'ın kendileri için yüce perdeleri kaldırdığı için arşının altında secdelere kapanarak vahyini dinleyip nesir ve şiirlerinde sırlar ve semboller halinde tescil eden kişilerin ancak bilebildiğini iddia ederler.
Bu kişilere şunu belirtmek lazımdır; Kur'ân'ın sıfatlarından biri de insanlara bir beyan olmasıdır. İnsanlardan da alimler ve cahil olanlar vardır. Kimileri okuma yazma bilmez, kimileri de okur yazardır. Buna rağmen Allah Kur'ân'ı bütün bunlar için bir beyan ve herkesin Rabbine basiret üzere kulluk etmesi için anlaşılır bir şekilde kılmıştır.
Ama tasavvufçular kitaplarının gizlilik perdesiyle örtülü semboller ve gaybın büyüsüne sarılı sırlar olduğunu söylüyorlar. Sormak lazım: Müphemlik ve kapalılık sembolleriyle örtülü ve bir yüzü küfür taşıyan son derece kapalı sırlarla Allah'a nasıl ibadet edilir?
Kişinin tamamen meçhul ve sır küpü şeylerle Allah'a ibadet etmesi caiz midir? Allah'ın Kur'ân'da teşri buyurduğu ve Rasûlüne vahyettiği şeylerin dışında şeylerle Allah'a ibadet olur mu?
Yine onlara soruyoruz: Ey tasavvuf kahinleri ve ey onların uyduları! Samimi olarak söyleyin, bu sembollerin ve sırların delaletlerini anlıyor musunuz, yoksa anlamıyor musunuz? Eğer anlıyorsanız, uydularınıza ve mensuplarınıza da açıklayın ki kalpleri marifetle huzura kavuşsun, biz de sizi belki daha insaflı eleştirmiş oluruz. Anlamıyorsanız, o zaman bu dininiz, anlamadıklarını tekrar eden papağanların dini olmaz mı?
(Abdurrahman el Vekil diyor ki); “Gerçek şu ki İbn Arabi'nin, İbn el-Farid'in ve başkalarının yazdıklarının tamamına yakını okudum. Bağlılarının onlara yazdıkları şerhleri okudum. Bunları savunan ve yorumlamaya çalışanların söylediklerini dinledim. Bütün okuduklarımda ne bir sembol, ne de gizli kapaklı bir sır gördüm. Hepsinde tasavvuf inancının gerçeğini açığa vuran ve kimliğini gözler önüne seren apaçık delaletler ve sözler gördüm.
Mesela İbn Arabi'nin şu sözünde acaba ne gibi bir sembol veya gizli sır bulunur: "Arif, Allah'ı her şeyde görendir, belki her şeyin kendisi olarak görendir."
İbn Arabi bu sözünde mensuplarının "fi" kelimesinde mecazi zarfiyeti yahut Hallac'ın hululculuğun tevehhüm etmekten çekinmiştir. Çünkü Hallac'ın hululculuğunda tekliğe aykırı ikilik mevcuttur. İbn Arabi böyle bir şeyin tevehhüm edilmesinden korktuğu için vahdet-i vücuda olan kesin inancıyla korktuğu vehmi kaldırmıştır. Amacı da tasavvufçuların hiçbir vehim ve şüpheye yer bırakmadan vahdet-i vücuda inanmaları, Allah'ın her şey ve her şeyin Allah olduğuna kesin olarak inanmalarını sağlamaktır. Bilindiği gibi eşya arasında öyle şeyler vardır ki bazısı kokuşmuş leş, bazısı ayaklar altına alınan iffet, bazısı da haksız yere kanın döküldüğü cinayettir.
Şimdi Allah için söyleyin, bunda bir sembol var mıdır? Yoksa utanmayan bir zındıklık ve edepsiz bir gayretkeşlik mi sırıtmaktadır?
Ey tasavvuf kurbanları ve şeyhleri! Şüphe yok ki hak açıktır. Allah rızası için onu açıklayınız, Allah için destekleyiniz. Aksi halde Allah'ın huzurunda ceza çok çetin olacaktır." O zaman kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır."


rivayetin batıl oluşu hakkında bkz.: Şeyhulislam İbni Teymiye Risaletun Fi İlmiz Zahir vel Batın(1/230)
Elisabeth Sartain Jalaladdin Suyuti(s.70-71)
bkz.: Buhari(cihad 171, Diyat 24,31, Cizye 17, Fadailu Medine 4) Müslim(İman 131, Hacc 464, Itk 20)
İbni Teymiye Mecmuul Fetava(4/80 v.d.)
Makrizi el Hıtat(2/352) bkz. İbnu Kuteybe Te’vil(s.70 v.d.)
Zehebi el Münteka(s.128)
İbni Kesir el Bidaye(11/102)
İbni Kuteybe Uyunul Ahbar(2/145)
bkz.: Kuleyni el Kafi Fil Usul(1/132) Musa Carullah el Veşia(s.99)
İbni Kuteybe Te’vilul Muhtelefil Hadis(s.70) Bağdadi el Fark Beynel Firak(s.252)
Gazali Fadaihul Batıniye(s.66-72)
Debbağ el İbriz(1/518-521)
İbni Arabi Futuhatul Mekkiye(3/117)
Kuşeyri Letaiful İşarat(3/611)
Said Şimşek Günümüz Tefsir Problemleri(s.154 v.d.) biraz tasarrufla naklettik.
 
deli Çevrimdışı

deli

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Allah razı olsun... güzel arşivlik bir konu olmuş :hacıabi
 
eylemzayi Çevrimdışı

eylemzayi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
deli ' Alıntı:
ALLAH razı olsun... güzel arşivlik bir konu olmuş :hacıabi
gerçekten okunması dikkate alınması gereken bir konu
ne yazıkki bu coğrafyada tasavvuf mevzuu kanayan bir yara
ALLAH selamet versin... :üzgünüm
 
F Çevrimdışı

f@kih

Üyeliği İptal Edildi
Banned
bismillah

tasavvufun cıkısını tasavvuftaki sapık itikat ve amelleri madde madde ulemanın fukahanın kavilleri ve tasavvufcuların sapık kitapları bu kitaplar hakkında alimlerin sözleri ayrıca sapık tasavvufculardan ve hak yoldan ....ve sair... güzel bir risale olusturdum tasavvuf ile ilgili arzu edenler siteme bakabilirler ek bilgi olarak:

kesin çizgilerle tasavvuf(konu:kesin çizgilerle tasavvuf)
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt