F
Çevrimdışı
AKİDETÜ'T-TENZİH
O'nun benzeri hiçbir şey yoktur!
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat âlimlerinin icmâıyla Allâhü Teâlâ mekân,zaman,cihet, hulul ve intikalden münezzehtir
Rasûlullâh sallallâhu âleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;
''Sen zahirsin, senin Üstünde hiçbir şey yoktur. Sen bâtınsın, senin Altında hiçbir şey yoktur ''
(Ebu Davud,K.el-Edeb, bab: 98, Hadis no: 505/ Müslim, K. ed-Dua, bab: 61, Hadis no: 2713 / Tirmizi, K. ed-Da’vat bab: 19, Hadis no: 3400)
İmam Beyhakî rahimehullah demiştir ki,
-Dostlarımız bu Hadisi delîl göstererek: "Üstünde ve altında bir şey bulunmayan mekansız olarak vardır" demişlerdir.-(“El-Esmâ ve’s-Sifât“ 2. cilt/s.144)
İbni Hacer Askalani rahimehullah Fethu'l-Bari'de derki;
''Allahü teâlâ hareket intikal,hulul,mahlukatın içine girmek gibi şeylerden münezzehdir.''
Kâdî Beydâvî rahimehullah Bakara/255 tefsirinde diyor ki:
"Allahü teâlâ bir mekânda bulunmaktan ve âleme hulûl etmekten münezzehdir."
Aliyyül Kârîrahimehullah Fıkhu'l Ekber şerhinde diyor ki;
''Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir''
...........................................................................................................................................................................................................
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحي
Hamd, ancak Allah’a mahsustur. Salat ve selam Resulune, O’nun ehline, Ashabına ve Kıyamet’e kadar onların yoluna uyanlara olsun.Sadece dört imam değil, tüm imamlar ve ümmetin selefi eime-i müslimin aynı hak itikat üzeredirler. Çünkü onların hepsi bu konuda ilmlerini direkt Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den alan sahabenin mezhebi üzeredirler.Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında tek bir itikat üzerine idiler.
Allahü Teâlâ'ya mekân yön,intikal,hudud,hulul isnad etmek caiz değil ise,şüphecilerin Allah nerede? sorusu ne anlama gelir ?.....
Bazı şüphecilerin sorduğu ‘Allah nerede?’ sorusuyla karşılaştığımızda doğal olarak “Tövbe estağfirullah, bu ne biçim soru! Allah’a haşa, sümme haşa mekan mı tayin ediyorsun?Allah mekandan münezzehdir!”dediğinizi duyar gibiyiz.Maalesef bazıları da tam aksine “Allah zatıyla her yerde”, “Allah mü’minin kalbinde”, “Allah nerede anarsan orada”, kimileride “Allah zatıyla arş'da,orada oturmuş,yerleşmiştir”, “Allah gökte ama bizim bildiğimiz gökte değil”, “Allah semadadır ”,“Allah göktedir” gibi yanıtlar vereceklerdir.Müslümanların kafası şunlarla karıştırıldı.Bu risaliyede günümüzdeki Allah'u teala'nın (haşa!) mekan,yön isnad eden Mücessime/Müşebbihe artıklarına ve Allah'u teala'nın (haşa!) mekanın içine girdiğini ve zatıyla heryerde olduğunu söyleyen Hululiye/Cehmiyye artıklarına Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşlerinden nakiller ile cevap vereceğiz. el-Hak!Allah Mekandan Münezzehtir ilmi ise herşeyi kuşatmıştır ve Allâhu Teâlâ'yı mekândan ve cihetten münezzeh olarak bilmek Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in akidesidir.
Bu konuda Şüphecilerin iddialarına cevap;
ŞÜPHECİ; Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vessellem Allah hakkında ‘nerede?’ diye sorduğu sahih kaynaklarca sabittir . Müslimde geçen hadiste O, cariyeye: “Allah nerededir?” diye sormuştur. Bu soruya nasıl karşı çıkılır.Bir kimsenin mü'min olup olmadığını öğrenmenin yolu, ona "Allah nerededir?" diye sormaktır. Çünkü Efendimiz (s.a.v), rivayette geçen cariyenin mü'min olup olmadığını tahkik etmek için ona böyle sormuştur. Bu sorunun muhatabı olan kişi eğer "Allah göktedir" derse, mü'min olduğuna hükmedilir. Çünkü cariye Allah Teala'nın gökte olduğunu söylemiş, Efendimiz (s.a.v) de bu cevap üzerine –kendisinin kim olduğu sorusuna da doğru cevabı aldıktan sonra– onun mü'min olduğunu söylemiştir.
CEVAP; Bu "tak'îd"in (kaideleştirme) ne kadar sağlıklı olduğunu görmek için bahse konu hadisin durumunu yakından incelemek gerekir. Bunun için hoşgörünüze sığınarak bazı teknik ayrıntılara kısaca girmek durumundayız. İlgili rivayetin bu varyantında Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye, "Allah nerededir?" diye sorduğu nakledilmektedir. Cariye bu soruya "Allah göktedir" diye cevap verir. Ardından gelen "Ben kimim?" sorusuna, "Sen Allah'ın Resulüsün" cevabını alınca, efendisine dönerek, "Onu azat edebilirsin; zira mü'mindir" buyurur. (Müslim, "Mesâcid", 33; Ebû Dâvûd, "Salât", 166; en-Nesâî, "Sehv", 20; "el-Muvatta", "Itk", 6; Ahmed b. Hanbel, V, 447-9; İbn Ebî Şeybe, "el-Musannef", VII, 215.)
Bu rivayeti mahrecinden, yani olayın kahramanı sahabî Mu'âviye b. el-Hakem es-Sülemî (r.a)'den nakleden kişi Atâ b. Yesâr'dır. Ancak aynı ravinin, aynı olayı "Allah nerededir?" sorusunun yer almadığı değişik bir lafızla naklettiğini görüyoruz. Buna göre Efendimiz (s.a.v), "Semada kim var?" diye sorarcasına elini yukarıya kaldırarak işaret buyurmuştur. (ez-Zehebî, "el-Uluvv li'l-Aliyyi'l-Azîm", I, 254.)
Yine Atâ b. Yesâr'dan aynı rivayet şu lafızla da rivayet edilmiştir: "Cariyeye "Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik eder misin?" diye sordu. Cariye "Evet" dedi. "Muhammed'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" diye sordu. Cariye "Evet" dedi..." (Abdürrezzâk, "el-Musannef", IX, 175
Aynı lafız, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes'ûd isimli tabiî tarafından, "Ensar'dan bir adamdan" nakledilmiştir. (Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; "el-Muvatta", "Itk", 6; Abdürrezzâk, a.g.e., a.y.; Ahmed b. Hanbel, III, 452.)
Her ne kadar bu haliyle zahiren mürsel ise de, bu varyant, mezkûr Ubeydullah'ın Ebû Hureyre (r.a)'den rivayeti olarak muttasıl bir senetle de nakledilmiştir. (Bkz. İbn Abdilberr, "et-Temhîd", IX, 114-5.)
Bu muttasıl senet Ahmed b. Hanbel (II, 291) ve Ebû Dâvûd ("Eymân", 16) tarafından zikredilmiş, ancak metinde Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye "Allah nerededir?" diye sorması üzerine cariyenin eliyle yukarıyı işaret ettiği zikredilmiştir. (Ayrıca bkz. Abdürrezzâk, IX, 176; İbn Huzeyme, "Kitâbu't-Tevhîd", 123; el-Beyhakî, "es-Sünenu'l-Kübrâ", VII, 388; ez-Zehebî, a.g.e., I, 260)
Bir diğer varyantta Efendimiz (s.a.v) cariyeye, "Rabbin kim?" diye sormuş, cariye eliyle yukarıyı işaret etmiştir. (İbn Huzeyme, a.g.e., a.y.)
Bir başka varyantta cariye Efendimiz (s.a.v)'in sorularına sadece işaretle cevap vermiştir. Buna göre Efendimiz (s.a.v) "Allah nerededir?" diye sormuş, cariye eliyle yukarıyı işaret etmiş, "Ben kimim?" sorusuna cevaben de cariye, "Sen Allah'ın Resulüsün" anlamında eliyle önce Efendimiz (s.a.v)'i, sonra da yukarıyı işaret etmiştir. (Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; Ahmed b. Hanbel, II, 291)
Bütün bu varyantlar bir noktayı açık biçimde göstermektedir: "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen bu rivayet kesinlikle mana ile aktarılmıştır. Bir diğer deyişle, Efendimiz (s.a.v) ile cariye arasında geçen konuşmanın, raviler tarafından kendi anladıkları lafızlarla aktarılması sonucunda, teknik tabiriyle "ızdırab" dediğimiz durum ortaya çıkmıştır ki, ehlince malum olduğu üzere, senedi sahih de olsa herhangi bir rivayetin metninde bulunan bu tür bir "uyuşmazlık", hadisi sıhhat derecesinden zaaf derecesine düşürür.
Yukarıda, Mu'âviye b. el-Hakem (r.a)'den Atâ b. Yesâr kanalıyla nakledilen rivayetin "muzdarib" olduğunu, mana ile rivayet edildiğini, dolayısıyla ihticaca (delil olarak kullanılmaya) elverişli olmadığını ortaya koymaya çalıştım. Zikrettiğim hususlardan, mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine getirilen cariyeye Efendimiz (s.a.v)'in ne sorduğunu, tek başına o rivayeti veya onun varyantlarından sadece birisini esas alarak ortaya çıkarmak mümkün görünmemektedir.
-Öyleyse yapılması gereken şey, böyle durumlarda Efendimiz (s.a.v)'in, kendisine getirilen kişiye mü'min olup olmadığını tesbit için ne sorduğunu, benzer vakaları araştırarak tesbit etmektir.-
Sahabe'den eş-Şerîd b. Süveyd (r.a)'den nakledilen rivayet bu konuda bize yol gösterici mahiyettedir. Ahmed b. Hanbel (IV, 222, 388-9) ve İbn Hibbân'ın (I, 419) rivayet ettiğine göre eş-Şerîd b., Süveyd (r.a), Efendimiz (s.a.v)'e gelerek, annesinin mü'min bir cariyeyi özgürlüğüne kavuşturmasını vasiyet ettiğini, kendisinin de siyahi bir cariyesi bulunduğunu söyler ve onu azat etmekle bu vasiyeti yerine getirmiş olup olmayacağını sorar. Efendimiz (s.a.v) cariyeyi kendisine getirmesini söyler. Cariye gelince Efendimiz (s.a.v), "Rabbin kim?" diye sorar. Cariye "Allah" der. Ardından "Ben kimim?" diye sorar. Cariye "Allah'ın Resulü'sün" diye cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), cariyeyi getiren sahabîye dönerek, "Onu azat edebilirsin, zira o mü'mindir" buyurur.
Bu rivayette zikredilen soruyu ed-Dârimî ("Nuzûr",10), hemen aşağıda İbn Ebî Şeybe'den naklen zikredeceğim lafızla sevk etmiştir. Dolayısıyla eş-Şerîd (r.a) rivayetinin de mana ile rivayet edildiğini söylemek mümkündür.
Benzeri bir olay İbn Ebî Şeybe tarafından (VII, 215) rivayet edilmiştir. buna göre bir adam Efendimiz (s.a.v)'e gelerek annesinin mü'min bir köleyi azat borcu (adağı) olduğunu ve kendisinin de bir cariyesi bulunduğunu söyler. Efendimiz (s.a.v) cariyenin kendisine getirilmesini ister. Cariye gelince "Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın Resulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorar. Cariye "Evet" deyince, sahabîye "Onu azat et" buyurur.
Yine benzeri bir olay el-Hâkim tarafından (III, 258) nakledilmiştir. Bu sefer Efendimiz (s.a.v)'e gelen bir kadındır ve yanında siyahî bir cariye vardır. Efendimiz (s.a.v), mü'min olup olmadığını öğrenmek için cariyeye şu soruları sorar: "Rabbin kim? Dinin ne? Ben kimim? Namaz kılıyor musun? Benim Allah katından getirdiklerimin hak olduğunu ikrar ediyor musun?" Cariyenin bütün bu sorulara olumlu cevap vermesi üzerine "Onu azat et" buyurur.
Ramazan hilalini gördüğünü söyleyen bir adamın mü'min olup olmadığını tesbit için Efendimiz (s.a.v) kendisine şöyle sormuştur: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" Adam "Evet" deyince oruca başlanmasını emir buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, "Sıyâm", 14; en-Nesâî, "Sıyâm", 8; et-Tirmizî, "Savm", 7; İbn Mâce, "Sıyâm", 6; Abdürrezzâk, VI, 35; İbnu'l-Cârûd, "el-Müntekâ", 157; el-Hâkim, I, 297, 424...)
Efendimiz (s.a.v), Yahudi bir anne-babanın çocuğu ölüm hastalığındayken yanına gitmiş ve kendisine "Allah'tan başka ilah bulunmadığına şahitlik eder misin?" diye sormuş, çocuk "Evet" deyince, "Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" buyurmuş, çocuk yine "Evet" diye cevap vermişti. Bir süre sonra çocuk vefat ettiğinde Efendimiz (s.a.v) ve Sahabe onu yıkayıp defnettiler. (et-Taberânî, "el-Mu'cemu'l-Kebîr", VIII, 67. el-Heysemî, "Mecma'u'z-Zevâid"de (II, 323) isnadının hasen olduğunu söylemiştir.)
Keza başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok kaynakta zikredilen İbn Sayyâd kıssasında Efendimiz (s.a.v)'in, İbn Sayyâd'a, "Benim Allah'ın Resulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorduğu nakledilmiştir.
Bu örnekler, Efendimiz (s.a.v)'in, karşısındaki kişinin mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine "Allah nerededir?" diye sormak yerine, Allah Teala'nın birliğine ve kendisinin de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik edip etmediğini sorduğunu göstermektedir. "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen söz konusu rivayet dışında Efendimiz (s.a.v)'in, muhatabının mü'min olup olmadığını ortaya çıkarmak için kendisine "Allah nerededir?" diye sorduğunun nakledildiği bir başka rivayet bilmiyoruz.
Esasen "Allah inancı" gibi bütün hassasiyetlerin başını teşkil eden bir meselede muhtelif raviler ve kaynaklar tarafından birbirinden oldukça farklı lafızlarla aktarılan "muzdarib" bir rivayettense, muhtelif bağlamlarda varit olmuş yukarıdaki rivayetleri ve benzerlerini esas almak akla da, dinî hassasiyete de, Hadis tekniğine de en uygun olan yoldur. (Dr.Ebubekir Sifil'in sözü bitti) İşte mana ile rivayet,hadiste gördüğünüz şekilde ızdırabı ortaya çıkarmıştır. Keza hadis imamlarımızın görüşleri de farklı değildir.
Hafız Abdullâh b. Muhammed el-Harari “Şerhus Sıratul Mustekim” adlı kitabında şöyle diyor: ”Bu hadis iki sebepten dolayı sahih değildir:
1-Bu hadis Muzdarıb bir hadistir. Çünkü birbirinden farklı rivayetleri vardır. Bir rivayet göre “Allâh nerede?” diye sormuş, başka bir rivayette “Rabbin kimdir?”, başka bir rivayette “Allâh’tan başka İlâh olmadığına şahadet ediyor musun?” ve başka bir rivayette de “Dilsiz olduğu için semayı gösterdi” şeklindeki rivayetleri Muzdarıb olmasına bir sebeptir.
2-Bu rivayet usul kurallarına aykırıdır. Çünkü dinimizin kurallarına göre Kelime-i Şahadet’i söyleyen mü’min ve Müslüman olur. Sadece “Allâh semadadır” demekle değil. On beş sahabenin rivayet etmiş olduğu mütevatir bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: “İnsanların, Allâh’tan başka İlâh olmadığına ve benim Allâh’ın Resulü olduğuma şahadet edinceye kadar savaş etmeye emrolundum.”
Bu hadisi zahirine göre alındığı takdirde mütevatir hadise muhaliftir. O zaman ya te’vil edilir ya da reddedilir. Çünkü muhaddisler ve âlimler mütevatir hadislere muhalif ve te’vil kabul etmeyen reddedilir. O zaman İmam Malik’in rivayeti usule uygundur. Bu rivayet şöyledir; (Benim bir mü'mine cariyem var, Eğer cariyemin imanlı olduğu kanaatinde isen onu azat edece*ğim) “Peygamber efendimiz o cariyeye: ‘Allâh’tan başka ilâh olmadığına şahadet ediyor musun?’ diye sordu. O da “Evet” dedi. Peygamberimiz tekrar ‘Muhammed’in Allâh’ın Resulü olduğuna şahadet ediyor musun?’ diye sordu. O da “Evet” dedi. Peygamberimiz devamında‘Onu azat et’ dedi.” ((Malik,Muvatta)Hafız el-Harari’nin sözü burada bitiyor.)
Bu hadis hakkında Hafız Abdullâh B. Ahmed el-Ğumâri “el-Fevâid el-Maksudah” adlı kitabında şöyle demektedir: ”İlk önce bu hadis Şaz’dır. Çünkü mütevatir hadislere muhaliftir''.
Hafız Beyhaki “el-Esma’ve's-Sıfat” adlı kitabında şöyle diyor:-''Bu hadis uzundur, cariye kısmına kadar sahih çıkartmıştır. Rivayetçiler, hadisin metni konusunda ihtilaf ettikleri için bu bölümü sahih kısmında saymamıştır.” -
Son Asrın Muhaddisi Muhammed Zahid el-Kevseri bu kitabı tahkik ederken bu bölüm hakkında şöyle dedi:-''Ellerimizde bulunan Sahih Müslüm’deki bu cariye olayı sonradan eklenmiş olabilir. İmam Beyhaki bu hadisin Muzdarib olduğunu zikretmiştir. İmam Beyhaki “es-Sünen el-Kubra” adlı kitabında Muaviye B. el-Hekem’in (Allâh nerede) rivayetine muhalif olan rivayetleri zikretmiştir.”-
Bunlardan önce bu hadisi İmam Buhari “Sahih”inde rivayet etmemiştir. Bunu “Halk Efaalul İbad “adlı kitabında rivayet etmiştir.Bu kitaptaki bütün hadisler sahihtir dememiştir,sonra İmam Müslim bu hadisi “İman Bölümü”nde değil “Namazdaki Sözler Bölümü”nde rivayet etmiştir. Bundan dolayı Hafız Subki “es-Esakil” adlı kitabında bu hadis için “Amellerde alınır ama itikatlarda kullanılmaz” demiştir.
Buhari Şarihi İbni Hacer'de şu noktaya dikkat çekmiştir ;-'Yahudilerden tecsim inancında olan birisi ''kendisinden başka ilah olmayan Allah göktedir'' dese bu sözüyle iman etmiş olmaz.Âmmeden birisi aynı sözü söylese (tecsimin mânâsını bilmeyecek derecede bilgisizse) İslam’a girişi sahih olur. Cariye hadisindeki durum da bu çerçevededir..''-.(Fethu'lBari).''
Ehli Sünnet ve'l Cemaat âlimlerinin icmâıyla Allâh, mekândan münezzehtir.O halde (farklı varyantları ve mütevatir hadisleri dikkate alarak) bu hadisi kabul eden âlimler şöyle dediler: Peygamber efendimiz o cariyeye “Allâh nerede?” derken bu hâşâ mekân hakkında bir soru değildir. Çünkü Arapçada أين (eyne, yani nerede) sadece mekân için kullanılmamaktadır. “Şanı nerededir”, yani “ne kadardır” diye sormuş manasında olup, o cariye de “Semadadır” derken, yani “çoktur” veya “çok yüksektir manasındadır” şeklinde tevili yapılmaktadır.Bu kelime أين hem mekân için kullanılır hem de Mekanet (Şan).(Sema'da böyledir) Bu hadiste geçen أين kelimesi mekânla değil şanla açıklayan alimlerin bazıları şunlardır:
1-İmam Râzi-Esasut Takdis
2-Hafız Subki-es-Seyfus Sakil
3-Hafız İbni Forak-Muşkel el-Hadis ve Beyanuhu
4-İmam İbni Arabi-el-Kabes Şerh el-Muvatta
5-İmam İbni Arabi-Şerh et-Tirmiz
6-Hafız İbnil Cevzi-el-Baz el-Eşheb
7-İmam Kurtubi-et-Tezkar
8-İmam Nevevi-Şerh Sahih Müslim
9-Hafız Suyuti-Şerh Sünen Tirmizi
10-Hafız Suyuti-Tenviril Havâlik Şerh Muvatt’a Mâlik
11-Müfessir İmam Ebu Hayyan Endelusi-el-Bahrul Muhit tefsiri
12-İmam et-Taybi-Şerh et-Taybi
13-Molla Ali Kâri-Mirkatul Mefatih Şerh Mişket el-Mesabih
14-Hafız Askalani-Riselet el-Kazvini
15-İmam Ebul Velid el-Bâci-el-Muntekâ
16-İmam Kevseri;Bununla beraber, ‘eyne’/‘nerede?’ kelimesi bazen ‘mekân’, bazen de ‘mekânet’/‘rütbe’ için bir suâl olur. Buna göre hadîsin ma’nâsı ‘sence Allah'ın makamı ve rütbesi nedir?’ demek olur. Nitekim bunun tafsîlâtını Ebû Bekr İbnü’l-Arabî’nin Ârıdatü’l-Ahvezî’sinde bulacaksın. Arablar arasında ‘fülânın mekânı semâdadır’ sözü bilinen bir sözdür. (Bununla), aslâ ne semâyı ve ne de orada yer tutmayı düşünmeden, o kişinin şânının yüceliğini kasd ederler. Benî Ca’d’ın Nâbiğa’sı radıyellâhu anhu’nun (aşağıdaki) sözü bu kabîldendir:
Semâya ulaştık, büyüklüğümüz, şerefimiz ve tâlihlerimiz…(göklere vardı)…
Şübhe yoktur ki biz, elbette, bunun üstünde bir mazhar istiyoruz- [Hârisî, İbnu Hacer el-Askalanî, el-Metâlibu’l-Âliyye:4/100, H:4065, Heysemî, Muhtasaru İthâfi’s-Sâdeti’l-Mehâreh, zayıf bir isnâd ile:8/328,]
Müslim Şarihi İmâm-ı Nevevî Câriye Hadisi ismiyle meşhur olan Hadis hakkında şöyle diyor :'' Bu Hadîs-i Şerîf Sıfat hadislerindendir (yani Mevlâ’nın Sıfatlarıyla ilgilidir). Bu hadislerin açıklaması hakkında iki mezheb (yol) vardır. Bunları kitabın İmân bahsinde bir çok yerde zikrettik.
Bu yollardan ilki : Bu sözlere manasını araştırmadan,Allâh-u Te’âlâ'nın misli hiç bir sey olmadığını ve yaratıkların özelliklerinden münezzeh olduğunu bilerek îmân etmek.
İkinci yol ise: Bu sözleri Kendi Şân’ına layık bir şekilde tevil etmek. Bu yolu tutanlar dediler ki : Bu sözden murad köle kadının tek ilâha inandığını imtihan etmektir. Yâni her şeyi yaratan ve yönetenin, her istediğini yapanın yalnız Allâh-u Te’âlâ olduğunu kabul ettiğini bilmek içindir. Ve Allâh-u Te’âlâ’ya dua etmek isteyen kişi göğe yönelir, tıpkı namaz kılacak olan kişinin Kâbe’ye yöneldiği gibi. Bu Allâh-u Te’âlâ’nın gökle sınırlı olduğu manasına gelmez. Kâbe cihetinin O’nu sınırlamadığı gibi. Fakat gök dua edenlerin kıblesi olduğundandır. Kâbe’nin namaz kılanların kıblesi olduğu gibi. Veya o câriye puta tapanlardandı. Kendi etrafındaki putlara tapanlardan. Ve o:“fi-s semâ” (gökte) dediğinde onun putlara tapmayan ve tek ilâha tapan biri olduğu anlaşıldı.'' (Sahih-i Muslim Şerhinin 5.cildinin 26.ve 27. sayfalarında)
Birkaç şüpheye dikkat çekmeden önce bu hususa değinmek yerinde olucaktır.Selef ve Halef ulemasından vereceğimiz görüşler arasında Müteşabihata iki farklı yaklaşım görmekteyiz.Selef ve Halef uleması arasındaki icma ise noksanlık ve hudusa delalet edebilecek zahiri manaları almamalarıdır.
1- Selefin yaklaşımı;Allah için sıfatlarını dil ile söyleyip anlamına dalmaksızın ,maksadının ne olduğunu söylemeyip zevahirinden tenzih etmektir ,Allah'ın indirdiği şekilde iman edip,onların hakikatını Allah'a havele ederler.Mesela istiva kelimesinin zahiri on küsür manasından biri olan ''istikrar''ı almamak gibi ,''nuzülü'' bir yerden bir yere intikal anlamında almamak gibi ,muradı ilahiye karışmamaktır.
2-Halefin yaklaşımı; Bu tür ayetlerin zahirine yapışan tecsim ve teşbih akidesine ilhat edenlerin yayılmasını engellemek için illa bir mana anlatılacaksa ilgili kelimeleri arap lisanın müsaade ettiği manaları arasından tenzih akidesine en uygun olanı seçip manalandırırlar.Mesela ''istiva'' yı on kusur anlamından ''istirar''(yerleşti) veya ''celese''(oturdu) değilde, istila (malik oldu) manasını alır ve bu mananın mutlak olarak Allah'ın muradı olduğunu iddia etmeden Allahu alem (En doğrusunu Allah bilir) derler. Lügavi açıdan bu lafızların manalarının bilinmesinden o manaların Allah’ın muradı olduğu neticesine varılamaz. Çünkü luğat açısından başka manalara gelmesi de söz konusudur.Şüpheciler bu lafızlara ve ayetlere Allah'ın muradı üzere iman edip ,bunların manalandırılmasında Selef gibi sukut etselerdi kimse onları suçlayamaz,onlar hakkında teşbih,tecsim,temsil gibi mahzurlu şeyler söz konusu olamazdı.Anlaşılan birinci nokta, her iki yaklaşımı benimseyen ulema Allah'u tealâ'yı mahlukatına benzetmekten tenzih etmekte ittifak ettiler. İkinci nokta, her ikisi de varlıklar için konulmuş olan şu lâfızların, Allah'u tealâ hakkında zahir manadan başka bir manaya geldiğini kabul ettiler, işte her ikisinin de ittifakı, teşbihi ref, Allah'ı bir şeye benzetmekten kaçınmak içindir.
''Allah kendini nasıl vasıflandırdıysa bizde o şekilde vasıflandırırız''- Rab, kendi Kitabı'nda, kendisi icin isbatladığını gördüğümüz isim ve sıfatı biz de isbatlarız. Kendinden reddettiğini ise biz de reddederiz.–sözü de bir takım izahlara ihtiyacı vardır. Şüphecilerin benimsediği bir şerhte şu ifadeler yazılıdır; Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellemin maksadının herhangi bir ifrat ve tefrit’e gidilmeden anlaşılması icab eder. Onun sözlerine ifadelerin kaldıramayacağı anlamlar yüklenmemesi gerektiği gibi, onun maksadına ve maksad olarak gözettiği hidayet ve beyanına aykırı manalar da çıkartılmamalıdır. Çünkü böyle bir şey ihmal edildiği için ve bu maksat gözetilmediği için pek çok sapıklıklar ortaya çıkmıştır. Yüce Allah’tan başkasının bilemediği türden, doğrudan ayrılmalar ve sapmalar meydana gelmiştir. Hatta Allah ve Rasûlünden gelenlerin kötü anlaşılması İslam tarihinde görüle gelmiş her türlü bid’at ve sapıklığın esasını teşkil eder. Fer’î ve aslî bütün hususlardaki hataların temel sebebi budur. Hele bir de buna kötü maksat ta ilave edilecek olursa... Allah’tan yardımını taleb ederiz.(İbni Ebi'l-İzz'in Akidetu’t-Tahaviyye 431)Kur'an'ın belağatını göz arda edenlerden ard niyetli biri çıkarda '' biz de onları bugün öyle unuturuz. ''(Araf 51) ve ''Allah da onları unuttu.''(tövbe 67) ayetlerini getirir ve ona Haşa! ''Unutma'' sıfatı yüklerse ne olacak.? O unutur ama bizim bizim unutmamıza benzemez derse?
Yine cariye hadisinin aksi bir manada anlaşılacak hadislerde mevcuttur.''Allaha yemin olsun ki, şayet sizler bir adamı ip ile en altta olan yer tabakasından aşağı sarkıtacak olsanız o, Allah'a ulaşır.".(Tirmizi, K. Tefsiri el-Kur’an, Sure: 57, bab: 1, Hadis no: 3298 Ahmed b.Hanbel, II, 370; el-Beyhaki, el-Esmâ ve's-Sıfât, 401. )''Her biriniz namazına durduğu vakit şüphesiz Rabbi ile münâcât eder. Rabbi kendisiyle kıblesi arasındadır. O halde hiçbiriniz kıblesine karşı tükürmesin.''(Müslim Buhari 242)
Yine Sahih bir kudsi hadiste Allah'u teala şöyle buyurur;''Kulum nafile amelllerle bana yaklaşmaya devam ederse,ben onu severim.Onu sevdiğim zaman da, onun duyan kulağı ,gören gözü,tutan eli,yürüyen ayağı olurum'' (Buhar, VII, 190, (Rikaak 38)Müslim,İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Muvatta’dan Kudsi Hadisler, Madve Yaynlar: 153-154.)
Şüphecilerin ''Nassları zahiri üzere anlamak ve tevil etmemek'' ilkesini son hadisi esas aldığımızda Haşa! ''Alllah'u teala kuluna hakiki yani mesafesel anlamda yaklaşınca kulunu sever,O'nu sevdiği zamanda hakiki anlamda onun duyan kulağı,gören gözü,tutan eli,yürüyen ayağı olur .Lakin biz keyfiyetini bilmeyiz.'' demeleri gerekki bu akla zulmetmektir.Tekyif (keyfiyet)içeren bir cümlenin keyfiyetini bilmeyiz demek gibi birşey söylemiş oluruz. Bu zorlamalara gerek kalmadan Selefiyye ekolün buna benzer hadisleri Halef gibi tevil etmekten başka şansı kalmamaktadır.Akıl ve nakilde bunu gerektirir,bu ise Tahrif değildir.Oysa bizim aktardığımız ve aktaracağımız Ehli sünnet'in prensiplerini dikkate aldığımızda sakıncalı olmayan şu bakış açıları ile karşılaşırız;
Selefi Salihin bakış açısıyla baktığımızda;Kul nafile amellerle Allah'a yaklaşır,bu yaklaşmanın keyfiyetini bilmeyiz,Allah'a yaklaşmak ise mesafe kat etmekle olmaz,Allah'u Teala'nın kulun gören gözü ,duyan kulağı ,tutan eli ve yürüyen ayağı olurum derken maksadı ne ise ona iman ederiz..Yoksa bunlar uzuvların yerini almak değildir.Bu kesinlikle hulul, sınır ve keyfiyet içermez.manasını Allah'u teala bilir diyerek tevfid eder ve varid olduğu üzere iman eder ,zahiri ilk akla gelen manasından Allah'u teala'yı tenzih ederler.Bu ise tahrif değildir.Binaenaleyh kimse onları tecsim gibi mahzurlu şeylerle suçlayamaz.
Halef ise; Arap dilinde böyle temsili anlatımların bulunduğunu örneklerle belirtirek manalandırırlar..Beyhakî Kitabu'z-Zühd'de Ebu Osman el-Cizi'den naklen şu yorumu kaydeder: "Hadiste Cenab-ı Hak: "Ben, kulumun kulağıyla ilgili dinlemedeki, gözüyle ilgili nazardaki, tutmayla ilgili eldeki, yürümeyle ilgili ayaktaki ihtiyaçlarını süratle görürüm." buyurmaktadır.Birinci hadisi'' İlmine ulaşır'' vb.diyerek,İkinci hadisi ise
Şu söylediklerimiz Ulemanın genel tasnifi üzeredir.Yoksa Selef'ten bazen tevil yolunu seçenler olduğu gibi,Halefden de tafvid usülünü benimseyenler mevcuttur.Çünkü birilerin sandığı gibi Selef ve Halef arasında derin bir uçurum yoktur.
İmam Şatibi rahimehullah der ki;''Ancak bizce (en) doğrusu, SeIef-i sâlihin üzerinde olduğu yoldur. İmam el-Gazzâlî, bu görüşün doğruluğunu çeşitli deliller getirerek savunmuştur. Bunun için "İlcâmu'l-avâm" adlı kitabına bakınız. '' (Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/93-94)
İmam-ı Gazzâli nassların zahirine bakarak Allah Teala’ya hâdis varlıklara ait fiilleri isnat eden Haşviyye’nin “selef itikadı üzerine oldukları” iddiasını çürütmek ve selef akidesinin esaslarını ortaya koymak için kaleme aldığı “İlcamu’l-avam an İlmi’l-Kelam” adlı eserinde 7 ilkeden bahsetmektedir:
1-Takdis: Allah Teala’yı “cisimlere ait özelliklere sahip olmak” gibi şanına yaraşmayan hususiyetlerden tenzih etmek.
2-Tasdik: İsim ve sıfatlardan, Allah Teala’nın şanına uygun anlamların kastedildiğini, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Cenab-ı Hakk’ı vasfederken de yanılmadığını kabul edip, öylece iman etmek.
3-Aczi itiraf: Nasslarda bildirilen müteşabihattan kastedilen ilahi muradı bilmenin, kul olarak kendi idrak sınırını aştığını itiraf etmek.
4-Susmak: Müteşabihatın anlamının ne olduğunu sorma ve bu konuda fikri tartışmalara dalmanın bidat olduğunu kabul etmek.
5-İmsak: Müteşabihat hakkında yorum yapmak, onları başka bir dile tercüme etmek, ilave ya da eksiltmede bulunmak, birleştirme ve ayrışmaya tabi tutmak da caiz değildir. Müteşabihat ancak mevcut sîgalarıyla telaffuz edilebilirler.(Bkz.Şehrestânî 'nin el-Milel ve'n-Nihal'i ve İmamı Azam'ın Fıkhu'l Ekber'i )
6-Keff: Müteşabihat ile kalben meşgul olmamak,(ne olduğu) haklarında fikir yürütmemek.
7-Ehline havale etmek: Avam, yetersiz olduğundan dolayı anlamaktan aciz kaldığı müteşabihatı, Allah Rasûlü’nün (sallAllahu aleyhi ve sellem), peygamber, alim ve velilerin bildiğine kanaat getirir.( İlcamu’l-Avam an İlmi’l-Kelam, ( Mecmûat-u Resaili’l-İmami’l-Gazzali içerisinde), Beyrut, 19994, s. 41 vd.)
Şüpheci,Selefin lafızlara mana vermeden iman etmelerine ''Bu Anlamsız boş sözlere inanmaktır'' der ise,Hanbeli Alim İbni Kudame 'den bir iktibasla cevap verelim ; Bu konudaki mükellefiyetimiz onlara iman etmenin ötesine geçmez. İman etmek için de manalarının bilinmesine ihtiyacımız yoktur. Bazı şeylere imanda manalarını bilmeden iman etmek caizdir ve vakidir. Meleklere, kitaplara, önceki peygamberlere onları görmeden de iman ediyoruz. Bu îmân, isimlerine îmân etmekten başka manası olmayan bir imandır. Ayette; “Allah’a, bize ve İbrâhîm’e indirilene iman ettik, deyin”,[Bakara:136] buyurulması buna açık delildir...(Tahrimu’n-Nazar: sh. 52/ 51) Şüphecilerin iddia ettiği gibi zahiri ilk akla gelen teşbih ve tecsim çağrıştıran manalarını almak Selefin tavrı değildir.Ve bu genel kaidenin aksine Seleften Tevil eden olduğu gibi Haleften de sukut edip manasını Allah'a havele etme tafvid görüşünü benimseyenler vardır.Şüpheciler ''Biz bunları alırken mahlukata benzetmeyi redediyoruz'' demeleri yeterli değildir.Lakin aşağıda geleceği üzere kimi şüpheciler İstiva'nın on kusür anlamından biri olan ''celese'' (oturmak) manasında alıp mahlukata benzemeyen bir oturmadan bahsetmiştirler.Bu Allah'u teala'nın istiva etmeden önce haşa! ayakta idi de sonra oturdu anlamında kabul edilmesi mümkün olmayan nice problemleri peşinden getirir.Kimi şüphecilerin celese anlamına itiraz edip ''teşbih'' olarak bakmaları sizi yanıltmasın.Zira ''istiva''ya ''istikar'' (yerleşme) ve bir yerden bir yere mesafesel bir yükselme anlamında'' irtifa'' ve bir yerden bir yere mesafesel bir iniş anlamında ''nuzul'' manalarını verip ,sonrada bu manalarda ''mahlukatı gibi değildir keyfiyetini bilmeyiz tevil etmeyiz, tatil etmeyiz,benzetmeyiz bu yüzden bu teşbih değildir'' sözlerinin batıllığına delildir.Çünki celese (oturdu) anlamını verenlerde ''mahlukatı gibi değildir keyfiyetini bilmeyiz tevil etmeyiz,tatil etmeyiz,benzetmeyiz bu teşbih değildir'' demişlerdir. Sıfatları ispata -bir şey söylemeyip,susmanın selef yoluna uygun olduğu hallerde- aşırıya gittiklerini görüyoruz. Trajikomik olan ise şu şüphecilerin Selef mezhebinde olduklarını iddia etmeleridir.İzz b.Abdusselam'ın dediği gibi ''Müşebbihenin ya yiyecekleri bir haram için, yahut da alacakları değersiz bir dünya malı için Selef mezhebi görünümünde gizlenmişlerdir. Selef mezhebi tevhid mezhebi olup tecsim ve teşbih mezhebi değildir''. (Mulhatü’l-İ’tikâd) Hanbeli Alim İbnu'l Cevzi'nin benzer münasabetle dediği gibi;Bu salih Selef Alim (Ahmed b. Hanbel) 'in mezhebinde olmayan şeyi, mezhebine sokmayın! Mezhebine öyle çirkin ,ayıp şeyleri giydirdiniz ki herhangi bir Hanbeli ,kim olursa olsun (sizin yüzünüzden) Mücessimedir denilmektedir. Bununla beraber ,kendileri güya bir şeyi Allah'a benzetmekten veya benzetmeyi Allah'a izafe etmekten kaçınıyorlar.Bir kısım cahillerde onların bu inançlarına uymuşlardır.(Def-u Şübbetü't-Teşbih)
İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin bu konudaki görüşleri
1-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el-Fıkhu'l Ebsat'ta Allah-u Teala nerededir? sorusuna ''Yaratılmadan önce mekan yoktu,halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiçbiri yokken , ''nerede'' mefhumu mevcut değilken Allah vardı. O her şeyin yaratıcısıdır '' cevabının verilmesini ister. (İmam-ı Azamın 5 eseri,Fıkhu'l Ebsat terc.Mustafa Öz Marmara Üniversitesi İlahiyyat Fakültesi Vakfı yayınları-İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Eserleri Fıkh-ı Ebsat sh.102 ,ter.şerh Doç.Dr.Abdülvehap Öztürk-Şamil yay.)
2-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el -Vasiyye'de şöyle demiştir:"Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir."(İmam Ebû Hanîfe, el-Vasıyye 73.Abdulgani el-Meydani Şerhu'l-Akideti't-Tahaviyye,74.el-Beyadi,el-Usülü'l Münife,52)
3-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el-Fıkhu'l-Ebsat'ta şöyle diyor:"Rabbimin gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum diyen kimse kâfir olur. Aynı şekilde, "Allahü teâlâ Arş'ın üzerindedir, Arş'ın gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum" diyenin durumu da böyledir." (İmam-ı Azamın 5 eseri Şamil yayınları sh.94)
Bazı Şüphecilerin İmam Ebû Hanîfe'nin, bu (üçüncü) sözüne sarılarak Allah Teala'nın –haşa– gökte olduğunu söylediğini ileri sürmeleri doğru değildir. Zira burada İmam, Allah Teala'nın gökte veya yerde olduğunu söylemekle O'na bir mekân isnad edilmiş olacağını vurgulamaktadır. Buradaki tekfirin anlamı budur,şöyleki;
1-Molla Aliyyül Kârî İmam-ı a'zam Ebu Hanife'nin bu sözü hakkında şu açıklamayı yazmaktadır:-"İmam İzz bin Abdusselâm, Hillu'r-Rumûz adlı kitabında İmam Âzam'ın şu sözünü kaydediyor: Kim Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum derse, kâfir olur. Çünkü bu söz, Allah'ın bir mekânı olduğu düşüncesini akla getirir. Allah'ın mekânı olduğunu düşünen kimse ise Allah'ı yaratıklara benzeten kişidir. Şüphe yok ki İbn Abdusselâm alimlerin büyüklerinden biri olup sika (güvenilir) bir âlimdir."- (bkz. Fıkh-ı Ekber Şerhi, "Miraç ve Allah'a Mekân İsnadı" kısmı)
2-el-Bayâdî rahimehullah İşârâtu’l-Merâm’ında bunu şöyle îzâh eder:-"Bunun sebebi, kâilin bu söz ile Hâlık-ı Zülcelâl (celle celâluhû)’ya cihet ve hudud tâyin etmesidir; zîra ciheti ve hudûdu olan her şey bizzarûre mahlukdur. Binâenaleyh bu söz, Allah (celle celâluhû)’ya kusûr atfetmekdir. İlâhî cismâniyyete ve cihete inanan o kimsedir ki, hevâss ile idrâk edilemeyen her şeyin varlığını münkîrdir. Onlar, fevkettabî‘a olan ulûhiyyet cevherini reddederler. Bu da onları kat‘î sûretde îmânsızlığa götürür." (el-Kevserî, Makâlât, s.368-369; nakleden: Yusuf Hanîf)
3-Yusuf-i Nebhanî de bunu şöyle îzâh eder:"Bir kimse, "Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum" derse, kâfir olur. Zira bu söz, Allahü teâlâ için bir mekân var da o kimse bunda şüphede imiş vehmini verir." (Şevahidü'l-Hakk, s.218)
4-İmam Allame Muhaddis Ebul Mehâsin el-Kavukci “El-İtimad Fi'l İtikad” adlı kitabında şöyle diyor: “Allâh, yönlerden ve cisim olmaktan münezzehtir. O’nun hakkında; sağı, solu, arkası, önü vardır, Arş’ın üstünde, altında, sağında, solunda bulunmaktadır, Âlemin içinde veya dışındadır demek caiz değildir. O’nun yerini O’ndan başka kimse bilemez de denmez. Ve her kim “Bilmiyorum Allâh gökte midir, yerde midir? der ise küfre düşer. Çünkü bu iki yerden birini Allâh’a mekân olarak nispet etmiş olur.”
5-Şarih Ebu'l Leys Semerkandi bunun illetini şöyle göstermiştir;-''Çünkü o,bu sözü ile Allah'u teala'nın bir mekanı olacağını söylemek istemiş ve bu yüzden müşrik olmuştur.Çünkü Allah'u teala var iken mekan yoktu.Allah var iken;ne mekan,ne halk ne de başka bir şey vardı.O,her şeyin Halikıdır.Binaenaleyh mekan ancak sonradan olan şeyler için düşünülür.Bu hususta imam Tahavi şöyle demiştir;''Kim nefy'den (Allah'ı yok saymaktan) ve teşbihten (Allah'ı mahluka benzetmekten) sakınmassa,ayağı kayar ve Allah'ı gereği şekilde noksanlıklardan tenzih etmemiş olur.'' Zira Rabbimiz celle ve ala vahdaniyet sıfatları ile mevsuf,ferdaniyyet sıfatları ile nitelidir.Mahluktan hiçbiri bu manada tasavvur edilemez.O'nun hududu,sınırı, rükünleri,azaları ve aletleri yoktur.Diğer varlıklarda olduğu gibi altı ciheti yoktur(sağ,sol,ön,arka,alt üst).'' -(Zahit el-Kevseri'nin neşrinden İmam-ı Azamın 5 eseri Şamil yayınları sh.94)
Allah'ü teâlâya cihet ve mekân isnad eden Haşviyye taifesi, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'nin sözlerini saptırmaları boşadır. İmam-ı Azamın Fıkhu'l Ebsat'taki şu sözünün şerhlerini vermemize rağmen ,şüphecilerin batıl akidelerine delil olacak bir şey bulunması imkansızdır.Bu sözün ardından Ebu Hanife ''Allah'a dua ederken yukarıdan yönelinir, aşağıdan değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur'' dedikten sonra cariye hadisini vermesi,bunu (s.94) ''şanı nerededir?'' manasında aldığının delilidir.Âlem bir küre şeklindedir. Bize nisbetle "üst" olan cihet, yeryüzünün diğer tarafında oturan kimselere nisbetle "alt'dır. Bunun aksi bir cihetle (yönle) kayıtlı ve sınırlı olsaydı, bu cihet, kimi insanlara göre üst olsa bile, diğerlerine göre alt olurdu. Alimlerin ve akıllı kimselerin ittifakı ile sabittir ki, ma'bûd'un eşyanın "alt" yönünde olduğunuda söylemek caiz değildir.Bu sözden maksat ise yüce Allah'ın tazim edilmesi, aşağıda ve alt*ta oluştan tenzih edilmesidir. Buna karşılık yücelik ve azametle nitelendirilmesidir. Yoksa mekân, cihet ve sınırlarla nitelendirmek değildir. Çünkü bunlar cisimlere dair sıfatlardır.
Yine Fıkhu'l Ebsat'taki şu sözlerinin devamında Allah nerede? sorusuna verdiği cevabı yukarıda zikretmiştik.'' Nerede mefhumu, mekan ve bütün mahluklar yok iken Allah vardı,yani O şimdi de mahlukatı yaratmadan önceki gibidir.'' manasında cevap verdikten sonra bu sözleri başka yere çekmek mümkin değildir. Şüphecilerin iddiaları örümcek ağından daha sağlam olsaydı,Ebu Hanife bu soruya Semada /Gökte yada cihet itibariyle yukarıda cevabını neden vermedi? Hasbinallahu nimel vekil... (Ancak şüpheciler bu cevabı kendi eserinden bulamayınca,aşağıda vereceğimiz uydurulmuş bir isnada yapışacaklardır.) ''Neden dua esnasında eller yukarı kaldırılır?'' başlığında ulemadan zikredeceğimiz üzere, Allah'a dua ederken ellerin yukarıya kaldırılaması dua'nın kıblesi,rahmetin inme yeri ver rızık deposu olduğundandır. Yer,ayaklarımızın altı ise Allah'ın yüceliğini ifade etmediği için rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur. Ayrıca İmam-ı Azam el-Vasiyye adlı eserinde buyuruyor ki:"Cennet ehlinin Allahü teâlâya keyfiyet, teşbih ve cihet olmadan mülaki olmaları haktır." derken ciheti inkarı açıktır.Ahirette keyfiyet ,teşbih ve cihetten Allah'u tealayı münezzeh tutan Ebu Hanife, nasıl oldurda şimdi O'na cihet idda edecek? Şu şüpheciler, acaba Ebu Hanife'nin Fıkhu'l Ekber'inde ''Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değildir ''sözünü bilmezler mi acep?
Buna rağmen Firavun'un şüphesini doğru bulan şüpheciler -"Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır''- diyecek kadar nasıl ileri gidebilmektedirler? Maalesef inançları bunu gerektirmektedir. İşte Buhari şarihi İbni Hacer Fethu'l Bari'de -''Allah’ın yakınlığı mesafe yakınlığı mânâsında değildir''-''Kulun Allah’a yakınlaşmasının mânâsı değerinin Allah katında yükselmesidir.'' der. Umudumuz şudur ki, taassup,hizipçilik ve inatçılıktan biraz sıyrılabilenler,bağnaz olmayan sözde selefi kişiler bu gerçeği açıkça göreceklerdir. Hâsılı O (Ebu Hanife), Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve Selef gibi bir yanda Te’vîl-i Tafsîlî yapmamakla Tefvîd’e giderken /lafzın ma’nâsının ilmini Allah’a bırakıyordu. Öte yanda da Te’vîl-i İcmâlî ile tenzîh yapıyor; yani Allah’ı, O’nu, yaratılmışların sıfatlarından kendine yakışmayacak sıfatlardan uzak tutmuş oluyordu.Usülcülerin ifadesiyle ''İsbat bila teşbih ü temsil,Tenzih bila ta'til ü inkar''. Zâten Selef’in de yolu buydu.
Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî rahimehullah diyor ki:"Bir kimse, Allah kullarını muhakeme için oturur, kalkar derse, O’na yukarıda olmak veya aşağıda bulunmak gibi şeyler izafe ederse kâfir olur.” (Camiu’l-Mütun tercümesi,s.118)
Allâme İbni Hacer el-Heytemî rahimehullah diyor ki;"(Göklerde oturana inandım) dese câiz olmaz, çün*kü bu ifadede Allah'a mekân isbatı vardır. Allahü Teâlâ göklerin de ilâhıdır, yerlerin de ilâhıdır. Bunun için Allah'a cihet isbat çoğunluğa göre küfürdür. Küfrü ifade eden bir kavram ise iman alâ*meti olamaz..“Gökte olana” demek, saltanatı göklerde hüküm süre*ne demek olur ki, halef ve selef âlimleri tarafından tevil edilen Kur'an-ı Kerim'in lafzına uygun düşer. Ancak Hanâbile'den sapık bir fır*ka buna muhalefet etmiştir. Halef, “Biz bu tevili tayin eder ve za*hiri ona sarf etmeyiz”, derler. Selef ise, “Biz icmâlen tevil eder fakat belirli bir şeyi tayin etmeyi içyüzünü Allah'a havale ederiz.” derler. Muteahhirînin bir kısmı da bu görüştedir. Diğer bir kısmı ise zahire ve Arap lügatinin kaidelerine uygun ve yakın olanı tayin ve tercih ederler. Böyle bir imkân bulunmadığı vakit tevil eder ve asıl mura*dı Allah'a havale ederler. Âyet ve hadîsler üzerinde araştırmalar ya*pan kimse bunların tevile şehâdet ettiklerini görür. Çünkü bunlan tevilsiz oldukları gibi kabul etmek tenakuza yol açar. Bu kuşkuyu kaldırmak için tevil kaidelerine uyarak tevil etmek vacip olur. Me*selâ:“(Allah) sonra Arş üzerine istiva etti.”''Biz ona şah damarından daha yakınız.”“Nerede olursanız olun. O sizinle beraberdir.”âyetleri ile Resûl-i Ekrem'in:“Eğer konağın ipini sarkıtsanız Allah üzerine düşerdi.” Hadisinden birini tevil zorunluluğu vardır. Çünkü hiç kimse bunların zahir an*lamlarında olduğunu iddia edemez. Bir yandan, “Allah Arş üzerin*dedir.”, “bir yandan, “O, size şah damarınızdan yakındır.”, öteyandan, “Nerde olursanız olun, O sizinle beraberdir.” âyetleri ile “îpi sarkıtsanız Allah'a değecek.” hadîsi tevilsiz kabul edilemezler. Bazı âyet ve hadîslerde tevil zorunluluğu olduğuna göre, bu gibi müteşâbihâtın hepsinde tevil vacip olur. Mâlik, Cafer ve benzerleri gibi selefin hepsi bu tevili kabul etmişlerdir.Hulâsa; bu meselede Ehl-i Hakkın görüşü, benim anlattığım gibi, Allahu Teâlâ'ya noksanlık getiren ve hatta ne noksanlık ve ne de ke*mal getirmeyen bütün sıfatlardan O'nu tenzih edip her yönden ke*mal sıfatları ile tavsiftir. O'nu, zâtında sıfatında, esma ve ef'âlinde mutlak ve en üstün kemal sıfatları ile tavsif etmek lâzımdır. İşte Al*lah hakkında ve birinci şehâdet, budur.(Ez-zevâcir An İktiraf'il-Kebâir, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1997; s.73)
Muhammed Hâdimî rahimehullah diyor ki:-“Allahü teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür....Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O'nu vasıfladığı zaman] yani Allah'ın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” -(Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)
Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifadeler var:"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. ... "Allahü Teâlâ, insaf için oturuyor." diyen kimse, kâfir olur. Allahü Teâlâ'yı, "yukarıda", "aşağıda" diye vasıflandıran kimse, kâfir olur. ...Bir kimse: "Benim, gökte ilâhım; yerde filanım var." dese; kâfir olur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir. ..." (Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)
Molla Aliyyü'l Kârî rahimehullah diyor ki:-"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır....-( Fıkh-ı Ekber Şerhi)
Molla Aliyyü'l Kârî rahimehullah aynı eserde diyor ki:-''Sözün kısası, varlığı kendinden olan, varlığı başkasından olana benzemez. Varlığı başkasından olan da varlığı kendinden olana ben*zemez. Öyle ise Allah Teâlâ, sınırlı değildir, sayılmış değildir, şekillenmiş değildir, parça değildir, bir mekânda yerleşmiş değildir, mü*rekkep değildir, sonlu değildir. Maiyet,mâhiyet,keyfiyet,renk,tad,koku, hararet, soğukluk, yaşlık, kuruluk ve benzeri beşeri vasıflar*la vasıflanmaz. Allah bir mekânda değildir.Yukarıda değildir, aşa*ğıda değildir,başka cihetlerde değildir.Allah Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir''-(Fıkh-ı Ekber Şerhi)
ŞÜPHECİ; Aliyyu'l Kari'nin bu sözleri Allah'ın varlığını kabul etmemekdir,bu yokluğu tariftir.
CEVAP;Peygamberimizin (sav) '' Allah vardı,O'ndan önce başka bir şey yoktu...'' .hadisi şerifi .(Buhari, Megazi, 67,74,Bed'ul-Halk 1,Tevhid 22;Tirmizi, Menakıb,3946) gereği İmam-ı Azam Ebu Hanife Fıkhu'l Ebsat'ta Allah-u Teala nerededir? sorusuna ''Yaratılmadan önce mekan yoktu,halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiçbiri yokken , ''nerede'' mefhumu mevcut değilken Allah vardı.O her şeyin yaratıcısıdır '' cevabının verilmesini ister. ( Fıkh-ı Ebsat sh.102 -Şamil yay.)Bu demektir ki ezelde (başlangıçsızlıkta) Allâh'tan başka hiç bir şey yoktu. ;Allah vardı, mahlukattan başka bir şey yoktu,zaman , mekan ve cihet mahluktur.Ne zaman, ne de mekân ne insan ne de melek ne hayvan ne de cin ne gök ne de yeryüzü.. İmam Suyuti ve İbni Hacer ve diğer muhaddislerin dediği gibi;-Allah hareket, intikal, hulul, mahlukatın içine girmek gibi şeylerden münezzeh-(Fethu'l- Bari 7/156) ise artık Allah'u teala hakkında bir değişiklik düşünmek doğru değildir. Allâh mekân yokken vardı, O şimdi de olduğu gibidir. Buradan hareketle mahlukatı yaratmadan önce var olan Allah(c.c), nasıl ki ciheti yaratmadan önce yukarıda ve altta değildi,alemi yaratmadan önce içerisinde olmadığı gibi dışındada değildi,bitişik değilken ayrıda değildi.Bu durumda hepimiz Allah'ın mahlukatı yaratmadan önce var olduğunu söylerken ,nasıl olurda şimdi bu sözlerle Allah'ı (c.c) anlatan ehl-i sünnet alimlerine ''Bu sözler Allah'ın varlığını kabul etmemekdir,bu yokluğu tariftir'' denilmektedir. Madem ki mekân yaratılmazdan evvel Cenâb-ı Hak mekâna muhtaç değildi, mekânsız olarak var idi. Mekân yaratıldıktan sonra da ona ihtiyacı yoktur.Her hangi bir cismi anlatsak, şüphecilerin sözleri doğru olabilirdi. .İşte o zaman o cismin yokluğunu tarif etmiş oluruz., bu birbirine zıd şeylerden birini kabul etme niteliğine sahip olan varlığın bu birbirine zıd şeylerin dışında kalması imkansızdır.Ama gördümüz gibi Allah (c.c) birbirine zıt bu şeylerden mahlukatı yaratmadan önce münezzeh olduğunu Peygamberimizin (sav) ve Ebu Hanife (r.a) 'den nakillerle gördük.Rasûlullâh sallallâhu âleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Ya Allâh sen zahirsin senin üstünde bir şey yok ve sen bâtınsın senin altında bir şey yoktur" Beyhakî demiştir ki, dostlarımız bu Hadisi delîl göstererek: "Üstünde ve altında bir şey bulunmayan mekansız olarak vardır" demişlerdir.Sonra şu şüpheci kimse, "Sen, Allah'ı, yok olan bir şeye benzetiyorsun. Çünkü yok olan, bir mekânda değildir" diyor, halbuki, O'nu bir mekâna muhtaç kıldığı için kendisinin O'nu madûm (yok olan) bir varlık haline getirdiğini bilmiyor. Çünkü, muhtaç olduğu şeyin bulunmamasına nazaran, her muhtaç da yoktur. Denilirse ki;Böyle bir varlık anlaşılmamaktadır.Deriz ki;Anlaşılmamaktan kastın,hayel edemediğin, tasavvur edemediğin,her hangi bir kuruntaya ifade edemediğini söylüyorsan isabet ettin .Çünkü o varlık ,kuruntuya ,tasavvura ve hayale sığmadığı gibi rengi ve ölçüsü olmayanın hayali tasavvur edilemez.«O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur!» (Şüra, 42/12).(Gazzali'den feyzle)
İmam Ebu Hanife'ye isnad edilen gerçek dışı söylemler
ŞÜPHECİ ; Bir kadının Ebu Hanife'ye geldiği ve ''Dinini terk ettiğin halde insanlara çeşitli meseleleri öğretmeye kalkışan sen misin? Kendisine ibadet edilen ilahın nerede?'' dediği .Ebu Hanife'nin de susup 7 gün sonra ''Şüphesiz Allah yerde değil ,semadadır'' demiştir.
CEVAP; Ebu Hanife'nin kendi eserinde bu soruya verdiği cevabı görmüştük.Lakin bu iddiaları dillerine pelesenk yapan Selefiyye ekol mensuplarının tassubu bilinmektedir.Bu yüzden kendi meşreblerinden,saygı duydukları Albani'nin Zehebi'in Uluvv'un tahkikinde söylediklerine bakalım:''Derim ki (Albani) ; Hem bu nasıl sahih olabilir ki bunu rivayet eden uydurmakla itham edilmiş bulunan Nuh el-Cami 'dir. Hatta bazıları ; O doğrunun dışında her şeyi toplamıştır demiştir.''
İmam Malik'in veciz bir sözü üzerine şüphe uyandırılması
İmam Beyhaki'nin sahih bir isnat ile : “İmam Malik’e bir adam “Allâh, Arş’a nasıl istiva etmiştir?” diye sormuştur. İmam Malik de adama “Allâh’ın istivası malumdur, yani sabittir (Kur'an'da geçtiği ve bir benzetme içermediği malumdur). Keyfiyet ise imkânsızdır ve ona iman edilmesi farzdır. Bunun hakkında "Nasıl" diye soru sormak bid’at’tır” diye cevap vermiştir..Mezhep müntesiplerinden bid'at pisliğini reddetmesi ,Medine Alimi İmam Malik'in mezhebinin özelliklerindendir.Malikiler arasında i'tizal ve Teşbih bid'atini görmemekteyiz.Zannımızca İmam Malik'in sıfatlarla ilgili haberlerin rivayetini yasaklamış olması ,bunu sağlamlaştırmıştır.'' (Kevseri-Mezheplerin doğuşuna bir bakış- sh;44 ) buna rağmen iki farklı yorumlama biçimiyle karşı kaşıyayız;.
Birinci yorum: İstivâ Allah Teâlâ hakkında Kur’ân’da kullanılan Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında sıfatı olarak kullandığı bir kelimedir. Bu mânâda malumdur. Allah Teâlâ arşa istivâ etmiş midir? Etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’da bunu haber veriyor. Peki nasıl istivâ etmiştir? İşte onu bilemeyiz. Keyfiyeti meçhul çünkü. Sadece Kur’ân’da haber verildiği için biliyoruz ki istivâ diye bir şey vardır. Ama nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu Ehl-i Sünnet kelâm alimlerinin anlama biçimidir.
İkinci yorum ; İbn-i Teymiye’nin ve takipçilerinin anlama biçimi var. Onlara göre istivâ malumdur demek “istivânın ne anlama geldiğini biliyoruz o mânâda istivâ malumdur” demektir. Yerleşmek, istikrar etmek, mekan tutmak, kurulmak bu anlamda istivâ malumdur. Ama nasıl yerleşti, nasıl kuruldu nasıl mekan tuttu,bilemeyiz. Bu anlamda keyfiyet meçhuldür. Hatta günümüzde bir takım Selefi ekolden görünenler işi dahada öteye taşımıştırlar şüphecilerde itikat birliği olmadığından dolayıdır ki İmam Malik'in sözü şuralara kadar çekilmiştir; Abdulaziz b. Faysal er-Racihi adlı şüphecinin çıkardığı bir kitapta ;İstiva'nın ''culus'' anlamına geldiği ile ilgili rivayetler yapar.Bununlada yetinmez -''bu doğru bir sözdür,bunda toz bile yoktur,istivanın anlamlarındandır, Arşın üzerine yükseldi ve oturdu. Lakin oturur ama celaline ve kamaline yaraşır şekilde oturur, nasıl oturduğunu düşünmeyiz,tevil etmeyiz,tatil etmeyiz, benzetmeyiz bu İmam Malik'in ''İstiva malum''sözünün manasıdır ''- der.(Salih ibn Fevzan bu kitap için takriz bile yazmıştır.Elbani istva'ya istikrar etti yerleşti demek caiz değil derken - el-Uluvv li'l Aliyyi'l -Azim Ümmül Kurra sh.26,İbni Useymin ise yükseklik ve istikrar(Yerleşme ,karar bulma).demektedir,Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı sh.97 sonrada dildeki anlamı malumdur demelerini hatırla !Buna rağmen bir anlamda birleşememeleri,sonrada birbirlerini teşbih ile suçlamaları arızalı bir bakışı yansıtır.)
Şimdi burda iki farklı anlama biçimiyle karşı karşıyayız. Allah Teâlâ dileseydi arş'a istivâsını bize daha net ifadelerle haber verebilirdi. Ebûbekir bin Arabi diyor ki: İstivâ kelimesinin Arap dilinde on küsur tane anlamı vardır. Bunlardan hangisi?el-Avâsım mine’l-Kavâsım’da anlatıyor : Bazı Hanbeliler bir yolculuk esnasında yolunu kesmişler. Israrla sormuşlar: “Allah nasıl istivâ etti?” diye. Demiş ki: “İstivanın oturmak, mekan tutmak, yerleşmek anlamlarına geldiğini söylememi istiyorsunuz. Ama istivâ kelimesinin on küsur tane anlamı vardır. Niye bunların içerisinde diğerleri değil de bunlar ?,Yahut bu onbeş anlamdan hangisinin ''zahir anlam'' olduğunu iddia ediyorsunuz? ”
İkinci yorumun sahipleri "Arş'ı istiva, keyfiyetsiz bir şekilde Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kişinin, buna iman etmesi ve bunun (nasıl olduğunun) bilgisini Allah'a havale etmesi gerekir." dedikten sonra sözü bu noktada bırakmış ve tevile sapmamış olsalardı,hem kendileriyle çelişmemiş hemde itiraza muhatap olmaktan kurtulurlardı. Önce sıfatlar konusundaki nassları, zahir ifadelerini esas alarak anlamak ve tevile sapmamak gerektiğini söylemekte, ancak daha sonra yine bizzat kendileri, "istiva" kelimesinin "oturmak, yerleşmek" anlamında kullanıldığı rivayetleri ileri sürerek, daha önce de gördüğümüz gibi fiilen tevil yapmış olmaktadır.
Birinci yorumun doğruluğu ;“İmam Malik’e bir adam “Allâh, Arş’a nasıl istiva etmiştir?” diye sormuştur. İmam Malik de adama “Allâh’ın istivası malumdur, yani sabittir (Kur'an'da geçtiği ve bir benzetme içermediği malumdur). Keyfiyet ise imkânsızdır ve ona iman edilmesi farzdır. Bunun hakkında "Nasıl" diye soru sormak bid’at’tır” diye cevap vermiştir. İmam Ebu Süleyman El-Hattabi şöyle buyurdu: ”Bize ve her Müslüman’ın bilmesi gereken şey Rabbimiz surat ve hey’etten münezzehtir. Çünkü surat keyfiyeti gerektirir. Keyfiyet ise, Allâh ve sıfatları hakkında imkânsızdır. (İmam Beyhaki el-Esma’ ves Sifat)
Molla Aliyyu’l-Kârî ,İmam Mâlik’in bu sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir: “Bunu büyük İmamımız Ebû Hanîfe de tercih etmiştir.” (Mirkâtü’l-Mefâtih 8/251) Fıkh-ı Ekberi şerh ederken ise açıkça ;-''Ebû Hanîfe Müteşâbih sıfatlara inanır ve tevilinden sakınırdı. Allah Teâlâ'yı bu sıfatların zahirî manasından da tenzih eder, dolayısıyla Selef âlimlerinin görüşünde olduğu gibi bu husustaki bilgiyi Allah Teâlâ'ya havale eder.'' burdan anlamaktayız ki Molla Aliyyu’l-Kârî de İmam Malik'in bu sözünde zahiri manasının herhangi birisini tercih etmediği görüşünü desteklemektedir.Müteşabih konusunda selefin tavrını özetleyen Hanbeli alim İbn-i Kudâme derki,-''.Haberi sıfatların manalarının tevil ya da tefsir edilmesinden sükût edilmesi” gereği ve ma'nâlârının yalnızca Allah teala tarafından bilinilebileceği hakîkati, Kitâb’ın, Sünnet’in ve Selef’in ittifakıyla sabittir.[Tahrimu’n-Nazars. 47,48,49,50]Bu konuda tevile girişmek Allah’ın zatı hakkında bilgisizce söz söylemek olacaktır. Luğavi açıdan bu lafızların manalarının bilinmesinden o manaların Allah’ın muradı olduğu neticesine varılamaz. Çünkü luğat açısından başka manalara gelmesi de söz konusu olduğu gibi, Allah’ın muradının o mana olduğunun iddiasının onayı da gerekir. Bu onay peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefatıyla imkan haricine çıkmıştır. Diğer taraftan Allah kendisi hakkında bilmediğimiz halde konuşmamızı haram kılmıştır. Bu sebeple bu lafızların manalarına girilmemeli, Allah’ın muradı üzerine iman edilmelidir. [Age. s.51]Peygamberimiz bu ayetlerin manalarının bilinmesinin vacib olduğunu söylememiştir. Kendisi de açıklamamıştır [Age. s.50)''- İbn-i Kudâme’nin naklettiğimiz şu sözlerinden, Eş'ariyye ve Mâtürîdiyye’nin sonradan gelen kimi âlimlerinin muhkem ayetler ve şu sıfatların lugat manaları ışığında, kesin hükme varmadan, bir takım yakın te'vîllerinin dahî Kitâb’a, Sünnet’e, hâsılı Selef’in yoluna ters olduğuna inandığımız anlaşılmamalıdır. Maksadımız, müellifin bu husûstaki sözlerini naklederek Selef iddiasında olanların aslında kötü birer te'vîlci olduklarını ortaya koymaktır. Yoksa, Mâtürîdiyye mensûbları olarak bizler de, her ne kadar tenzîh/icmâli te'vîl (bunların ne olmadığını söylemek) ile berâber, ne olduklarının bilgisinin Allah’a (c.c)havâle edilmesini kabûl ediyor ve zorakilikler taşımayan yakın te'vîlleri yapanları hakkın dışına taşmakla suçlamıyoruz. Çünkü onlar lugat ma'nâsından hareketle muhkem âyetlerin ışığında böyle bir te'vîl yapmakla murâd-ı ilâhînin ta'yînini kesin iddia etmemekte, işin hakîkatini Allah’a (c.c)havâle etmektedirler. Kesin bir ta'yîn cihetine gitmiş olsalardı, İbn-i Kudâme’nin sözünü ettiği mahzurlar doğmuş olabilirdi. Ancak böyle bir şey olmadığına göre onları bu noktada suçlamak ma'nâsız olur.(İbn Kudame, Tahrimu’n-Nazar:Çev:Muhammed Önder.Bkz.Gureba derg.2.sayi) İmam Nevevi'nin Şerhus Sahih-i Müslim’deki sözleri konuyu daha anlaşılır kılacaktır.-'' Selefin ekserisinin müteşabihlerin te’villerinin bilinemeyeceği fikrinde oldukları nakledilir. Onların bundan maksatları şu idi: Müteşabihlerin kesin mânâlarını bilmek, onlardan ˜murad-ı ilâhi budur’ demek doğru değildir. Yoksa onlar âlimlerin o âyetleri te’vil etmeye teşebbüs etmeleri doğru değildir, o âyetlerden hiçbir şey anlamamız mümkün değildir” demek istememişlerdir.-'' der.
Birinci yorumun doğruluğu ;İmam Şehrestânî 'de el-Milel ve'n-Nihal' de diyor ki;;-''Seleften bir topluluk da söz konusu sıfatların ''zahirî tefsirine'' meylederek teşbihe düşmüşlerdir.Selef içinde hem tevile bulaşmayan hem de teşbih hatasına düşmekten sakınanlar da olmuştur. Mâlik b. Enes bunlardan biridir ve şöyle demiştir: "İstiva malûm , nasıl olduğu ise meçhuldür. Ona olduğu gibi inanmak vacip, hakkında soru sormak ise bidattir." Ahmed b. Hanbel, Süfyân es-Sevrî, Dâvud b. Ali el-İsfahânî ve onları izleyenler de bu görüştedir.Abdullah b. Saîd el-Küllâbî, Ebu'l-Abbâs el-Kalânisî ve el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin devrine gelindiğinde bunlar Seleften bir topluluk olarak Kelâm ilmine dalmış ve Selefî akideleri kelâmı deliller ve usûlî burhanlarla desteklemeye çalışmışlardır. Bunlardan bazıları kitaplar telîf etmiş, bazıları da tedrisât faaliyetinde bulunmuştur. Örneğin Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile hocası arasında salâh-aslah meselesinde bir münazara yaşanmış ve aralarındaki görüş ayrılığı açığa çıkmıştır. el-Eş'arî bu son gruba meyletmiş ve onların görüşlerini kelâm yöntemleriyle desteklemeye çalışmıştır. Onun tarafından ortaya konulan bu çabalar Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinin temellerini oluşturmuştur.''-(el-Milel ve'n-Nihal)
Birinci yorumun doğruluğu ;Hanbeli Alim İbnu'l Cevzi derki; -''Eğer sizler hadisi şerifleri (ve ayetleri) kabul edip manalarından konuşmayıp suküt ediyoruz demiş olsaydınız ,hiç kimse size itirazda bulunamaz ,inkar edemezdi.Fakat böyle hadisleri zahirine hamletmeniz çirkindir.Bu salih Selef Alim (Ahmed b. Hanbel) 'in mezhebinde olmayan şeyi,mezhebine sokmayın! Mezhebine öyle çirkin ,ayıp şeyleri giydirdiniz ki herhangi bir Hanbeli ,kim olursa olsun (sizin yüzünüzden) Mücessimedir denilmektedir.. Kim,Allah teala Arş'a mukaddes zatı ile istiva etmiştir derse ,O'nun duyularla idrak edilebileceğinş söylemiş olur...Bununla beraber ,kendileri güya bir şeyi Allah'a benzetmekten veya benzetmeyi Allah'a izafe etmekten kaçınıyorlar.Bir kısım cahillerde onların bu inançlarına uymuşlardır. Sonra sizler,-Peygamberin hadisleri zahirlerine göre hamd edilir- dediniz.Mesela;bir hadisi şerifte geçen (kadem) kelimesinin zahiri manası ayaktır.Bu mana ,Allahu teala hakkında muhaldir.Bu durumunuz ,Hristiyanların durumu gibidir.Çünkü İsa (as)'ya ruhullah denilince Hıristiyanlar Allah-u teala için ,bir sıfatı da ruhtur.Yani ruhu vardır.O sıfatı Meryeme dahil olmuştur...Bu hadisler,müteşabih hadis kısmından olup manaları bilenemez dediniz.Vay acaba Allah'tan başkasının manasını bilmediği kelimenin manası nasıl zahir olur?... Kendiliklerinden Allah'a sıfat isnad ettiler,Halbuki hak celle va ala'nın sıfatlarını isbatı,zatının isbatı gibi ancak kat'i delille olur.Onlar hadislere hissin ,aklın muktezası üzere mana verip demişlerdir ki; Allah'ın gökten nuzulu hadisinin manası ,Allah bizatihi iner.Bir yerden yere naklonur.Sonrada Allah iner ama bizim düşümdüğümüz gibi değildir dediler .Böylece hadisi şerifi işiten kimseyi şaşırtıp hisse ve akla zulmetmekle müteşabih hadisleri zahiri manalarına hamletmişlerdir... Bu görüşlerin İmam Ahmed'e isnad edilmemesi için onların reddi lazım geldiği kanaatindeyim..Sukut edip de reddetmezsem ,dediklerine benim de itikad etmiş olduğumu söyleyecekler..Gerçekten İmam Ahmed'in mezhebi o hurafelerden tenzih edip ,ondan rivayet olan yalan nakilleri ve akli hezeyanları hiç kimsenin sözünü taklid etmeden asılsızdır diye ispatladım''- (İbnul Cevzi Def-u Şübbetü't-Teşbih'den naklen Bkz. Ebu Hamid bin Merzuk,Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi,sh.43)
Birinci yorumun doğruluğu; İmam Nevevi rahimuhullah diyorki; Bil ki,ilim ehlinin ,sıfatlarla ilgili ayet ve hadisler konusunda iki görüş vardır.
Birincisi Selefin büyük bir çoğunluğunun veya tamamının görüşüdür.Onlar,bu sıfatların manası hakkında konuşmazlar.Aksine şöyle derler ;Bize gereken ,bunlara inanmak ve iman etmektir.Bu sıfatların ,Allah teala'nın celal ve azametine layık manası vardır.Bununla birlikte bizler kesin bir şekilde inanırız ki,Allah teala'nın benzeri hiç bir şey yoktur..O tecessüm (cisim özellikleri taşımaktan),(bir mekandan diğerine) intikalden ,bir yönde bulunmaktan ,mekan işgal etmekten ve mahlukatın diğer sıfatlarından münezehtir.Bu,Kelamcılar'dan bir gurubunda mezhebidir.Kelamcılar'ın muhakkiklerinden bir cemaatta da bu görüşü seçmiştir.En sağlıklı görüşde budur.
İkinci görüş ise Kelamcıların büyük çoğunluğuna aittir.Buna göre bu türlü ayet ve hadisler ,yerine göre ve layıkı veçhi ile tevil edilir.Bunların tevili ancak Arap dilini,usul ve fürua ait kaideleri hakkıyla bilen ehil ve ilimde temrin sahibi kimselere caizdir...(en-Nevevi,''el-Minhac'',III,19)
ŞÜPHECİ;İmam Malik'in ''İstiva bir bilinmez değildir'' sözü;Yani dilde anlamı bilinmez değildir.Çünkü anlamı yükseklik ve istikrardır.(Yerleşme,karar kılma) demekdir.
CEVAP;Herkes bilmelidir ki, “istivayı” inkâr eden kâfir olur. Çünkü bu husus Kur’an’da sabittir.Nasıllığı ise bilinemez .Halbuki şüphecilerin ''Allah'ın arşı üzerine istikrar (yerleşme) olduğunun nispet edilmesi hakkında hiçbir delil bulunmamaktadır..Buna itikat etmek caiz değildir.İstiva keyfiyetsizdir.Ehli sünnetin görüş gayet nettir;
İbni Rüşd, Şerh el-Utbiyye'de diyor ki:"İmam Malik rahimehullahü teâlânın duruşu şudur: (Arş, Allahü teâlâ'nın istikrar yeri değildir.)" (bkz. Fethul Bârî, 1959 baskısı, 7:124, 3592).
İmam-ı Azam Ebu Hanife el-Vasıyye'de şöyle der-"Allahü teâlâ, kendisi için ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme) söz konusu olmaksızın Arş'ı istiva etmiştir. O, Arş'ı da, Arş'tan başkasını (diğer yarattıklarını) da korumaktadır. Eğer (Allahü teâlâ Arş'a ve bir yerde yerleşmeye) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olmazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ın yaratılmasından önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan (bir yere yerleşmek ve orayı mekân tutmaktan) münezzehtir" -(Bkz. el-Vasıyye, 73. Çev: E.Sifil Bkz.İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2004; c.1, s.74-81Çağdaş Dünyada İslami Duruş, 168 vd)
İbni Hacer Askalani'de Fethu'l Bari'nin çeşitli yerlerinde diyor ki;-''Arş’a istivâ, Allah’ın arşa istikrar etmesi mânâsında değildir.--Allah zâtıyla arştadır, itikâdı yanlıştır.--Mânânın Allah’ın ilmine havale edilmesi evla olan metoddur.--İstivâ müteşâbihtir, mânâsı Allah’a tafvid edilir.--Allah’ın semâda oluşu sözünün zâhiri murad değildir. Zira Allah bir mekana girmek ve hülûl etmekten münezzeh olduğundan bu sözden zâhiri (ilk akla gelen mânâsı) kasdedilmemiştir, deriz''-
Hüccetü'l-İslam İmam-ı Gazzalî rahimehullahü teâlâ İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm'da buyuruyor ki:-''Bu konuda hak, doğru olan Allahü teâlânın ve Resûlünün sallallahü aleyhi ve sellemin buyurduklarıdır. Allahü teâlâ Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rahmân Arş üzerine istivâ etdi) buyurmuş ve doğru söylemişdir.Kat’î olarak bilinmelidir ki, istivâ, cisme mahsûs olan oturma ve karâr kılma değildir. istivâ kelimesi ile Allahü teâlânn murâdının ne olduğunu bilmeyiz ve bilmekle de mükellef değiliz. Allahü teâlâ, En’âm sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullarının fevkinde yegâne kudret ve tasarruf sâhibidir) buyurmuşdur. Bu da doğrudur. Burada mekân olarak fevkiyyet, üstde olmak muhâldir. Çünki, O mekândan önce vardı, şimdi de dahâ önce olduğu gibi vardır. Fevk ile ne murâd etdiğini biz bilmeyiz. Ey suâl soran, bu ma’nâyı bilmek senin de bizim de üzerimize lâzım değildir.''-
“İstiva” kelimesinin diğer manalarından bazıları şöyledir:
1-Düz olmak ve kuvvetlenmek.
Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:
فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ
(El-Fetih /29).
Anlamı: “Gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış.” (Ebu Hayyen-tefsiri, Beyzavi- tefsiri, İmam Nesefi- tefsiri ve İmam Kurtubi- tefsiri )
2-Olgunlaşmak.
Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:
وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ وَاسْتَوَى
(el-Kasas /14)
Anlamı: ” Musa yiğitlik çağına erip olgunlaşınca.” (İmam Tabari, İbni Kesir, el-Ferra’, Muhtarus Sihah, Lisanul Arap)
3-Pişmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.”
4-Kastetmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir” ve İbni Manzur Lisanul Arap.”
5-Eşit olmak: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.
6-Yükselmek: İbni Manzur “Lisanul Arap.”
7-Kast etmek: El, Feyyümi- el-Mısbah el-Münir, İbni Manzur Lisanul Arap” ve “Muhtar es-Sıhah”
8-Kahretmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.
9-Temellük, yani mülkiyetine almak. Hafız Zebidi “ Tac el-Arus”
10-Murada ermek: Hafız Zebidi “ Tac el-Arus”,İbni Manzur Lisanul Arap” ve “Muhtar es-Sıhah”
11-Bitirmek ve son vermek:İbn Hazm ‘’ed-Durre’’ sh.233
12-İstilâ:
A-Ehli Seleften olan İbnil Mübarek “Garibul Kur’an”,
B-İmam Ez-Zaccac ”Meanil Kur’an”,
C-Hanefi olan İmam Maturidi “Te’vilat Ehli Sünne”
E-Müfessir Maverdi “En-Nuket vel Uyun”
F-İmam Suyuti ”El-Kenzul Medfun”
Burada “İsteva”, “İstila etti” manasında da kullanılabilir. Yukarıda beş zâtın isim ve kitaplarını yazdık. Kontrol etmenizi tavsiye ediyorum. Hocalarınıza sorar adı geçen zatların kim olduğunu öğrenebilirsiniz. Daha fazla istiyorsanız şu anda bizde birçok zatın kitabı var ve hepsi “İstiva” sözcüğünü, “istila” veya “hükmetme” anlamlarıyla açıklamışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1-Ehli Seleften olan İbnil Mübarek “Garibul Kur’an” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” demiştir.
2-Hanefi İmam Cassas “Ehkamul Kur’an” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
3-Şafii İmam el-Cuveyni “el-İrşad” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani hükmetti” dedi.
4-İmam Ragib el-İsfahani “el-Mufradet” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.Arap dili uzmanı Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir. Arapça olan bu kelime "alâ " takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında kullanılır.(İslam Ansiklopedisi Arş mad.)
5-Hanefi İmam Nesefi “Tebsiratul Edilleh” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
6-İmam Fahrur Razi “Tefsir”inde bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
7-Hanbelî İmam Seyfuddin el-Emidi “Ebkerul Efkar” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
8-İmam Suyuti’nin hocalarından imam Muhammed el-Kâfici “Et-Teysir” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
9-İmam Kastalani “İrşadus Seri Şerh Sahih Buhari” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
10-İmam Beyzavi’nin “Tefsir”inde bu ayet hakkında ”isteva, yani İstila etti” demiştir.
11-İmam İz b.Abdusselam el-İman,s.233-247 “isteva, yani İstila etti” dedi.
Umarım ki, aklıselim sahibi olan her kimse yukarıda geçen zatların görüşlerini okursa bizim yazdıklarımıza inanır. Yine de bu kadar delili yeterli görmüyorsanız daha fazlasını da yazabiliriz. Peki hangi ayette ve hangi sahih haberde Allah'ın ''zatıyla'' istiva ettiği,''oturduğu'' ya da hasımları gibi '' her yerde'' olduğu söyleniyor? Zahiri anlamlarından böyle bir şey çıkarıp acaba kendi çıkarlarına uygun olanı tevil ederken ,diğerini tevil etmeden hudusa delalet eden zahiri lafızları almaları hangi aklı evvilin işi?Bu hatalarıyla beraber Allah'u tealayı hadislere (sonradan var olanlara)benzetmekten tenzih edenleri Cehmiyelikle,Muattıla olmakla lakaplandırıyorlar,sorarız onlara şu risaleyedeki ismi geçen imamlardan hangisi muattıla?ya da hangisi zatıyla heryerdedir diyor? İnsanlara akılları hibe edeni (Allah c.c) layık olmayan şeylerden tenzih ederiz.
"O'dur ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız O sizinle beraberdir..." (57/el-Hadîd, 4)
Zira bu ayette Allah Teala'nın Arş'ı istivası ile "maiyyet" (kullarla birliktelik) bir arada zikredilmiştir. Neden şüpheciler tarafindan buradaki "maiyyet"i, "ilmi ile kulların yanında olmak, onların her yaptığını görmek, işitmek, bilmek..." diye tevil etmek doğru ve gereklidir de, "istiva"yı "hükümranlığı altına almak" vb. bir şekilde tevil etmek yanlıştır? Şüphecilerin peşinden gidenlerin bu soruları iyice düşünmeleri gerekir.İşte bunda ibret alacak herkese bir ibret vardır.
Oysa "De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır" (6/el-En'âm, 12) ve "Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir" (19/Meryem, 93) ayetleri, mekânın ve barındırdığı her şeyin; "Gecede ve gündüzde barınan her şey O'nundur" (6/el-En'âm, 13) ayeti de zamanın barındırdığı her şeyin Allah Teala'nın mülkü olduğunu açık biçimde ifade etmektedir.
İmam Razi “Tefsir”inde şöyle buyuruyor: “Müşebbihe, Allâh’ın Arş'ın üzerine oturmuş olduğunu söyleyip, bu ayeti delil getirmişlerdir. Bu, hem aklen, hem naklen birkaç bakımdan bâtıl ve yanlıştır:
1)Hak Teâlâ, Arş ve mekân yok iken de vardı. O, mahlûkatı yarattığında bir mekânda olmaya ihtiyaç duymamıştı. Aksine O, mekândan münezzehtir ve hep böyle olmakla (ezeli ve ebedi olarak) muttasıf olmuştur. Ancak, batıl bir iddiada ve zanda bulunan kimse, Arş'ın hep Allah'la birlikte olduğunu zannetmiştir.
2)Arş üzerinde oturanın bir cüzünün (parçasının), Arş'ın sol tarafında olan parçasının aksine, Arş’ın sağ tarafında olmuş olması gerekir. O zaman oturan kimse bizzat, te'lif ve terkib edilmiş (parçalardan meydana getirilmiş) bir varlık olur. Böyle olan her varlık ise, bir te'lif ve terkib edene muhtaç olur. Bu ise, Allah hakkında imkânsızdır.
3)Arş üzerinde oturan, bir yerden bir yere hareket edip geçmeye ya muktedirdir ya da onun için böyle bir şey mümkün değildir. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, o zaman, o hareket ve sükûnun mahalli haline gelmiş olur ve zorunlu olarak, muhdes (Sonradan var olan) bir varlık olur. Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, o zaman, o bağlanmış bir varlık gibi olur, hatta kötürüm birisi gibidir. Hatta bundan da kötüdür. Çünkü kötürüm olan bir kimse, başını ve göz bebeklerini hareket ettirmek istediğinde, bu onun için mümkündür. Fakat bu, müşebbihe’nin ma'bûdu için mümkün değildir.
4)Müşebbihe'nin ma'bûdu, ya her mekânda vardır, ya da bir mekândadır. Eğer o her mekânda ise, o zaman onlar o ma'bûdun, pislik ve necaset mekânlarında da bulunduğunu kabul etmeleri gerekir ki, hiçbir akıllı bunu söylemez. Eğer o, bütün mekânlarda değil de bir mekânda bulunuyorsa, o zaman, o kendisini bu mekâna yerleştirmiş olan bir varlığa muhtaç olmuş olur ve böylece de muhtaç bir varlık olur. Bu ise Allah hakkında imkânsızdır.
5)Allâh'ın, "O (Allah'ın) benzeri gibisi yok"(eş-Şûrâ / 11) ayeti, O'nun için hiçbir yönden benzerlik ve eşitliğin olmadığı manasını ifade eder. Binaenaleyh eğer Allah-u Teâlâ oturuyor olsaydı, oturma bakımından ona benzeyen başkasının da olması gerekirdi. Diğer hususlar da böyledir. O zaman da, ayetin manası kaybolurdu.
6)Allâh-u Teâlâ, وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ buyurmuştur "O gün Rabbinin Arş’ını, üstlerinde bulunan sekiz melek taşıyacaktır" (el-Hakkah /17). Melekler Arş’ı taşıdıklarında, Arş’da ma'budların oturduğu mekân olunca, bu durumda, meleklerin, müşebihenin ma'budunu da taşımış olmaları gerekir. Bu da imkânsızdır.
7)Şayet bir mekânda karar kılan bir varlığın ilah olması caiz (mümkün) olsaydı, güneş ve ayın da birer ilah olmadığı nasıl bilinebilecekti? Çünkü bizim güneş ve ayın ilah olmadıklarını ortaya koyarken izlediğimiz (akli) yol, onların hareket ve sükûn ile muttasıf oldukları, böyle olan varlığın ise muhdes olup, bir ilah olmadıkları şeklindeki metodudur. Siz bu yolu iptal edince, güneşin ve ayın hanlığını tenkid kapısı, sizin için kapanmış olur.
8)Ümmet-i Muhammed, Allâh’ın "De ki, "O, Allah birdir" (el-İhlâs 1.) ayetinin müteşâbih ayetlerden değil de muhkem ayetlerden olduğu hususunda icmâ etmiştir. Binaenaleyh eğer Allâh, bir mekânda olsaydı, o zaman O'nun sağ tarafındaki izleyen şeylere bitişik tarafı, sol tarafındaki şeylere bitişik tarafından başka olurdu. O zaman da o, mürekkeb (parçalardan meydana gelmiş) ve kısımlara bölünebilecek bir varlık olmuş olurdu ve gerçekte "Tek" olmamış olurdu. O zaman da, "De ki: "O, Allah tektir" (el-İhlâs/1.) ayeti, yanlış olmuş olurdu. (Hâşâ)
9)Ayette geçen “isteva” bunu istikrar manasına hamletmek imkânsızdır. "İstila" manasına hamletmek gerekir.
10)Bu, mutlaka te'vile yönelmek gerektiği hususunda kesin bir delildir. Bu da şudur: Aklın delaleti, buna, İstikrar manasını vermenin imkânsızlığını gösterip; "istiva" lafzının zahiri de "istikrar" manasına delâlet edince; bizim ya iki delilden her biri ile amel etmemiz yahut ikisini birden terk etmemiz, ya da nakli olanı, akli olana tercih etmemiz yahut da aklı tercih edip, nakli te'vil etmemiz gerekir. Birincisi batıldır. Aksi halde o zaman, bir şeyin hem mekândan münezzeh olması, hem de mekânda bulunması gerekir. Bu ise imkânsızdır. İkincisi de imkânsızdır. Çünkü bu, iki zıddı birlikte yok saymayı gerektirir ki, bu da yanlıştır. Üçüncüsü de batıldır. Çünkü akıl, naklin esasıdır. Zira yaratıcının varlığı, ilmi, kudreti ve peygamber gönderişi akli delillerle sabit olmadıkça, nakille de sabit olmaz. Dolayısıyla aklı tenkit etmek, hem aklın, onunla birlikte hem naklin tenkidini gerektirir. Binaenaleyh geriye ancak, aklın doğru olduğuna kesin olarak hükmetmemiz, naklin de tevili ile meşgul olmamız kalır. Bu, maksadı elde etme hususunda kâfi bir delildir. Bu sabit olunca diyoruz ki: Âlimlerden bazıları buradaki "istiva”dan muradın "İstilâ" manası olduğunu söylemişlerdir. Nitekim şair de şöyle demiştir:"Bişr, kılıç kullanmadan ve kan da akıtmadan, Irak'ı istiva (istilâ) etmiştir.'' (Kur'an ayetleri tefsirinde cahiliye şiirinin önemini bu işe yabancı olmayanlar iyi bilirler.)
İşte sana Selef’in tercümanı ve müfessirlerin imamı Ebû Ca'fer İbnü Cerîr Et-Taberî'nin "Arşın üzerinde istivâ etmek" hakkındaki görüşü:
Arş’ın üzerinde istivâ etmek meselesinde Selefî olduğunu iddia eden ama haddizatnda Halef’in geri zekalları olan kimseler, bir de cihet ve mekan hususunda Allah Teâlâ'ya cihet ve mekan ta’yîn eden görüşlere tutunurlar. Ben zannetmem ki insaflı bir kimse Ebû Ca'fer İbnü Cerîr et-Taberî radyallâhu anhü hazretlerinin Selefî olduğunu münakaşa mevzuu etsinler.İbnü Cerîr, bu Bakara suresinde geçmekte olan ”Sonra Semâ’ya istivâ etti…” ayetinin tefsirinde ِşöyle dedi:
- "İstivâ" Arab kelâmında bir çok manaya gelir.(Onlardan ilk üçünü saydiktan sonra ) (Dördüncüsü): İstivâ kelimesinin manalarından bir tanesi de ;عُلُوٌّ=/"Uluvv" ve ;اِرْتِفَاعٌ=/"İrtifa'”/”yüksekte olmak, yücelmek ve yükselmek” demektir. Bir insanın ;إِسْتَوَي فُلَانٌ عَلَي سَرِيرِهِ= /”falancı divanının üzerine çıktı” denilir.Bu ayeti celîleye bu manaların hangisi daha çok yakışıyor?. Yani bunların en evlâsı, ;ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ= ayeti celilesindeki İstivâ ;عَلَي عَلَيْهِنَّ واَرْتَفَعَ=/”üzerine çktı ve yükseldi, kudretiyle onları tedbir etti; yani “onlar yedi kat sema olarak yarattı” demektir. Arab kelamnda,; ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ= ayeti celîlesindeki istivâ'nın "Uluvv” ve “irtifa'" olduğunun anlaşılacağını inkar eden kimselere şaşılır, "Allah Teâla semanın üzerine yükseldi” demek, “önceden altndaydı da sonra üstüne yükseldi” manasna gelebileceği endişesiyle böyle bir yanılmadan kaçınmak için, buradaki istivâ'nn İrtifa'/yükselme manasında olduğundan kaçınan kimselere şaşılır. Bu kimse şu mahzurdan kaçar ama onu bilinmeyen ve hoş olmayan bir şekilde te’vîll eder. Sonra da bu kaçtığı şeye/mahzûra kendisi tutulur. Ona, sen, "istevâ" akbele/ikbâl etti demektir. Allah Teâla, daha önce "İdbâr" mı etmişti?. Yani, önceden semaya arkasını mı dönmüştü de şimdi önünü döndü, ona yöneldi; bunu mu iddia ediyorsun? denilir.Eğer iddia ederse ki, “bu İkbâl, fiili bir İkbâl değildir.Fakat bu tedbiriyle yöneldi manasında bir ikbaldir” derse, ona şöyle denilir: Aynı şekilde de ki, “O’nun yükselmesi mülk ve sultan yükselmesidir. Bir yerden bir yere intikal ve bir yerden ayrılma yükselmesi değildir,manevi bir yükselmedir.” O bu hususta ne şey söylerse, onun gibi bir şeyle ilzam edilir…”-[Tefsîr-i Taberî:1/428 (Mektebetü ibni Teymiyye -Kâhire) ] Görüyorsun ki, İbnü Cerîr "Arşın üzerine istivâ"yı orada oturmak ve yerleşmek manasında tefsir etmedi; aksine onun “mülkiyet ve sultanlık”/”hükümrânlık manasında bir yükselmek,” “mâlik olmak hükümranlık altına almak manasında bir yükselmek” demek olduğunu anlattı. Allah teâla hakkındaki ;علو=/"uluvv" ve "yüksekte olma"yı Kur'ân'da nerede zikredildiyse, hep aynı şekilde (ma’nevî bir yükseklik olarak) tefsir etmiştir.
Evet, İbnü Cerîr et-Taberî’nin de ifâde ettiği gibi “istivâ” kelimesinin birçok ma’nâları vardır. Ona, kat’î nasslar istikâmetinde -Selefîliği munâkaşa kaldırmayacak İbnü Cerîr’in de dediği gibi- “maddî” değil de “ma’nevî /üstünde olmak” ma’nâsı vermek yerine “maddî” olarak “yer tuttu”, “yerleşti” ve “oturdu” manasını yamalamak bâtıl bir te’vîlden başka bir şey değildir.(Guraba dergisi) Bâtıl Te’vîl’i, ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Selef ve ne de Halef câiz görmemiş ve yapmamışlardır. Hakk Te’vîl’e gelince… Evet, Selef’in bir kısmı ve Halef’in çoğu Bâtıl olmayan Te’vîl’i câiz görmüşler ve yapmışlardır...
İmamü'l Haremeyn Ebu’l-Meâlî Cüveyni rahimehullah haberi sıfatların te’vili için (Halef gibi) ileri sürdüğü temel gerekçe, bu sıfatların (zahiri anlamları) hudûs alâmetleri taşımalarıdır. Bu gerekçeyi Lumau’l-Edille adlı eserinde şöyle özetler: “Allah Teâlâ, sonradan olmaya/hudûsa ve eksiklik alametine delalet eden her şeyden münezzehtir… Bu sebeple Rabb, yönler ile nitelenmekten, bir şeyin karşısında, hizasında bulunmaktan yücedir. Bölgeler O’nu kuşatamaz, kenarlar O’nu saramaz, sınır ve miktarı kabulden uzak/yücedir. Bunun delili şudur: İçini doldurduğu bir yön niteliği taşıyan her şey mütehayyiz/yer kaplayandır. Her mütehayyiz, cevherlerle bir arada bulunma ve onlardan ayrılmaya kâbildir. Birleşme ve ayrılmayı kabul eden her şey, onlardan ayrılamaz. Ve onlardan ayrılamayan her şey, cevherler gibi sonradan olma/hâdistir.”(Lumau’l-Edille, s.107-108)Nitekim o, te’vil için geniş bir alan bulunması durumunda âyetlerin hudûs anlamı içerecek şekilde değerlendirilmesinin anlamsız, hatta bu tavrın akılsızca bir iş olduğunu belirtir.(el-İrşâd, s.150) Âyetleri hudûsa delâlet edecek şekilde anlamanın izin verilebilecek bir husus olmadığını belirten Cüveynî böyle yapanlar için “Biz onlardan değiliz, onlar da bizden değil” der(eş-Şâmil, I, 316)Hatta, apaçık bir küfre en yakın olanların bunlar olduğunu söyler.(eş-Şâmil I, 321) Bu sözü, Allah için “intikal/yer değiştirme”yi kabul edenler için söyler ki, genel ilke açısından bu, hudûsa delalet eden bütün ifadeler için de geçerlidir.Cüveynî, bu durumlarda te’vilden kaçınmanın doğurabileceği bazı kötü sonuçları da şöyle zikreder: “İtikadda meydana gelebilecek bir takım mahzurlardan sakınmak amacıyla te’vilden uzak durmak, kafa karışıklığına, zihin bulanıklığına yol açar, halkı yanlışlara sevkeder, bir takım şüphelerin usûlü’d-din’e girmesine yol açar ve Kur’an’dan bir kısım âyetlerin asılsız zanlara maruz kalmasına sebep olur.”(el-İrşâd, s. 60)Ebu’l-Meâlî’nin haberi sıfatların te’vilinde kullandığı yöntemlere de maddeler halinde kısaca değinmek istiyoruz:
1.Te’vilde en çok kullanılan yöntem Arap dilinin imkânlarından yararlanmaktır. Eğer Arap dili haberi sıfat olarak görülen tabirlere hudûsa delalet etmeyen farklı anlamlar yükleme imkânı tanıyorsa, bunlar kullanılır. Bunun için de Arapça-daki yaygın kullanımlara ve şiirlere müracaat edilir. Örneğin, “Rahman arşa istivâ etti” (20:5) âyetindeki “istivâ” tabiri, zâhirî olan ve hudûsa delâlet eden “oturma” anlamına değil, Arap şiirinde örnekleri bulunan (istila)“hükmetme, galip olma, üstün olma” anlamlarına hamledilir.(Lumau’l-Edille, s.108; eş-Şâmil, I, 317) Zira bu âyetin zâhirî anlamı, Allah’ın bir mekanda bulunması, bir mahal ile temas etmesi manalarını içermektedir ki, bunun kabul edilmesi ne akıl ne de tevhid prensipleri çerçevesinde mümkündür.
2.Bazı durumlarda te’vil, tek bir kelimenin değil, metnin tamamının sahip olduğu anlam çeşitliliğinden birinin tercih edilmesi ile gerçekleştirilir. Örneğin, “Allah, Âdem’i kendi/onun suretinde yarattı”(Bkz. Buharî, Sahih, Kitâbu’l-İsti’zân, Beyrut 1987, V, 2299, (hadis no: 5873) ; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1999, XII, 275, (hadis no: 7323)hadisinde, “kendi/onun” diye tercüme ettiğimiz “hû” zamirinin, Allah yerine, Hz. Âdem’e veya hadîsin sebeb-i vürûdunda yer alan köleye döndürülmesi, Arap dili açısından mümkündür. Böylece bu imkânlardan herhangi birinin kabul edilmesi, Allah Teâlâ’ya sûret nisbet edilmesine engel olmaktadır.(el-İrşâd, s. 152-153; eş-Şâmil, I, 323)Aksi takdirde Müşebbihe fırkasının benimsediği gibi, Allah’ın, insan yüzüne benzer bir yüzünün olduğunun kabulü gerekir.
3.Arap dilinde yaygın bir kullanım alanına sahip bulunan hazf uygulaması, bazı âyetlerin zâhiri şekilde yorumlanması için uygun zemin hazırlamaktadır. Örneğin “Rabbin geldi…” (89:22) âyetinde kastedilen Rabbin emri, kazası ve hükmünün gelmesidir. Zira Allah’ın gelme, yer değiştirme vs. vasıflardan münezzeh olduğu aklen bilindiği gibi, bu kullanımın hem Kur’an’da hem Arap edebiyatında örnekleri çoktur. Mesela “Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların cezası…” (5:33) âyetinde kastedilenin bizzat Allah olmayıp O’nun dostları olduğu apaçıktır.(el-İrşâd, s. 149-150; eş-Şâmil, I, 313. Diğer bir örnek için bkz. eş-Şâmil, I,311)
4.Bazı yerlerde, haberi sıfatları içeren âyetlerin bağlamları, onların zâhirî olarak anlaşılmasına engel olmaktadır. Örneğin, “Allah göklerin ve yerin nurudur…” (24:35) âyetinin son kısmında yer alan “Allah insanlara işte böyle temsiller getirir” ifadesi, “nur” kavramının anlaşılmasında zâhirî anlama müracaat edilemeyeceğini göstermektedir.(el-İrşâd, s.148) Bu imkân, bağlamın yanı sıra Kur’an’ın tamamı için de geçerlidir. Mesela, Allah Teâlâ hem yukarıda zikrettiğimiz âyette hem de Şûrâ sure-sinde (42:52) nur kelimesi ile birlikte hidâyet kavramına değinmektedir ki, bu da nur kelimesinden ne anlaşılması gerektiğine bir karine teşkil eder.(eş-Şâmil, I,311) Cüveynî bununla Kur’an’ın kavramsal bütünlüğüne dikkat çekerek, parçacı yaklaşımın doğurabileceği sorunlara işaret etmektedir.
5.Haberî sıfatları zâhiri anlamlarında kabul eden Haşviyye gibi fırkaların, bazı âyetlerde mecburen te’vile gitmeleri, bu yöntemin diğer âyetlerde de kullanılabileceğine dair karşı delil oluşturmaktadır. Cüveynî, “…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (57:4) ve “…Herhangi üç kişinin yaptığı gizli konuşma yok-tur ki, O (Allah) dördüncüleri olmasın. Beş kişinin yaptığı gizli konuşma yoktur ki, O altıncıları olmasın…” (58:7), âyetlerini hiçbir akıl sahibinin zâhiri olarak Allah’ın bir mekanda bulunması şeklinde anlayamayacağını hatırlattıktan sonra, bu âyetleri “gizlilikleri kuşatma” şeklinde anlamaları durumunda Haşviyye’nin te’vile cevaz vermiş olacaklarını söyler.(el-İrşâd, s.150) Cüveynî burada, bazı âyetlerin zahirî anlaşılmasının aklî imkansızlıktan önce, taşıdığı tecrübî imkansızlığı göstermiş olmaktadır.Burada hemen belirtmeliyiz ki, Cüveynî’nin te’vil konusundaki muhatapları, bahsi geçen ibareleri zâhirlerine yapışarak, hakiki anlamda kabul eden Haşviyye ve Kerrâmiye gibi itikâdî fırkalardır.Yoksa İmamü’l-Harameyn, bu ibareleri te’vil etmemekle birlikte, keyfiyetinin bilinemeyeceğini söyleyen ve bunların hudûs alâmetleri olarak kabul edilmesine cevaz vermeyen anlayışa itiraz etmediğini ifade etmektedir.(eş-Şâmil, I, 315-316) Bu bakımdan bunların dikkat etmeleri gereken husus, bu ibarelerin zâhirî anlamlarından uzak durmaktır.(eş-Şâmil, I, 288)Diğer taraftan, Cüveynî’nin, kaleme aldığı son eser olan el-Akîdetü’n-Nizâmiyye’de haberî sıfatları te’vil etmekten (Selef gibi) uzak durma tavrını tercih ettiğini biliyoruz. Öncelikle belirtmek gerekir ki bu risalede Cüveynî, te’vile başvuranları da “ehl-i hak” içinde gördüğünü ifade etmektedir. Bu yolu tutanların, âyetlerin zâhirlerine inanmaktan kaçındıklarını ve dil uzmanlarının ortaya koydukları açıklamalar mucibince hareket ettiklerini belirtir.(el-Akîdetü’n-Nizâmiyye, İFAV, s.32)Biz bu risalede te’vili yasaklayacak veya onu iptal edecek bir gerekçe ile karşılaşmıyoruz.(Kelam araştırmaları 7:1Ocak 2009 Eş'ariliğe yaptığı katkılar bakımından Ebu'l Meali el-Cüveyni Dr.Murat Memiş s.108-109-110-111)
Ehl-i sünnetin iki itikâd imâmından birincisi İmam Eş'arî rahimehullah, Arş ve îstiva'yı beyan etme sadedinde Ehl-i sünnetin orta yolunu tutmuştur. İbni Asakir bu mevzuda diyor ki: “Yine Neccariye şu gö*rüşü benimsemiştir: «Allah'u Teâlâ cihet ve hululsüz olarak her yerde vardır.» Haşevilerden Mucessimeler ise şöyle diyorlar : «Allah'u Teâlâ Arşda yerleşmiştir. Arş O'nun yeridir, O, Arşın üzerinde oturuyor.» İmam'ı Eş'arî ise; her iki görüşün arasında orta bir yol tutarak bu mevzuda şöyle diyor: «Allah, Ezelde vardı. Fakat onun asla mekânı yok*tu. Arş'ı ve Kürsü'yü yarattı, bir mekâna muhtaç olmadı. O, yani Allah, mekânı yarattıkdan sonra, mekânı yaratmazdan önceki hali gibi idi.».” (İbni Asakir: Teybin-u Kizbil-Mufteri s.150 ve yine bak: El-Eş'arî: Mekalât'ül-İsla-miyyin s.320) İmam Eş'ari Allah'ın bir mekanı olamayacağını söylemekle tanınan insanların en meşhurudur.O'ndan Ehl-i Sünnet inancını alan Eş'ari mezhebinde olan talebeleri ve alimleri ve onlardan alanlardan alan ve günümüze kadar gelen herkesin kuşaktan kuşağa naklettiği akide işte budur.
Ve ikincisi İmam Mâturidî rahimehullah , Eş'arî'nin bu görüşünü benimsiyor ve Kitab'üt-Tevhîd ismindeki eserinde şu satırları okuyoruz: «Sonra müslümanlar mekân hakkında ihtilâf ettiler. Müslümanlardan bazıları Allah'u Teâlâ Arş'ın üzerinde yerleşmiştir, diye vasfetmişlerdir. Onların katın*da Arş, meleklere yüklenmiş ve etrafı Meleklerle kuşatılmış bir tahtdan ibarettir. Bu iddialarım şu âyetlerin zahirleri ile ispat etme dâvasındadırlar: «...O gün Rabbi'nin Arş'ını, üstlerinde sekiz melek taşır...» «Bir de Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'ın etra*fını kuşatmışlardır.», «Arş'ı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler Rablerini hamd ile tesbîh ederler...»Allah'u Teâlâ'nm Arş üzerinde karar kıldı diye iddiada bulunanlar «O Rahman, (Kudret ve hâkimiyeti ile) Arş'ı istilâ etti.» âyet-i celîleyi delil olarak ileri sürüyorlar. Ve Allah daha önce Arş/ta bulunmazken, sonradan orada karar kıldı diyorlar. Bu sözlerine de «... Sonra Arş'ı istilâ etti.»âyeti celîleyi delil gösteriyorlar. Müslümanlardan bir kısmı da «Allah'u Teâlâ her yerde bulunur, her yer onun mekânıdır» diyorlar ve delil olarak da Allah'u Teâlâ'nın: «... Herhangi bir üç sırdaşın, bir fısıl*tısı oluyor mu, mutlak O (Allah) dördüncüleridir» âyeti kerîmesini öne sürüyorlar...Şeyh Ebû Mansur Mâturîdî şöyle diyor: «Bütün bunların hepsi, eşyanın Allah'a ve Allah'ın eşyaya izafe edilmesi O'nu, ancak yü*celik vasfı ile. vasıflandırmayı ve O'na ta'zimi intaç eder. Bu konuda asıl olan şudur ki, Gerçek*ten Allah-u Teâlâ, mekân yokken de vardı. Bütün mekânların yok edi*lip kaldırılması caizdir ve Allah ise olduğu gibi bakîdir. O daha Ön*ce olduğu gibi, şimdi de varlığı aynıdır. Allah'u Teâlâ değişmek, zeval bulmak, bulunduğu halden başka bir hale geçmek, aynı halinden yoklu*ğa dönüşmekten beridir. O, bu gibi hallerden yücedir.Çünkü bu tür hal*ler, hadis olmanın alâmet ve işaretidir.»Bu konu hakkında bizce (Mâturîdîlerce) esas alman husus şöyle ifa*de edilmektedir: Gerçekten Allah'u Teâlâ «...O'nun misli gibi (O'nun benzeri) hiç bir şey yoktur.» buyuruyor. Allah bu beyanı ile kendi zatı*na mahlûkatının benzediğini nefyediyor. Biz açık ve seçik olarak ifade etmiştik ki Allah'u Teâlâ fiilinde ve sıfatında herhangi bir şeye benze*mekten berî ve münezzehtir . "Rahman'ın Arş'a istivâsını'' Kur'ân'da vârid olduğu gibi mânâ vermek vaciptir ve aklen de böyle olduğu sabit*tir. Sonra onu (istivayı) bir şeyle te'vil ederken kesinlik ifade etmeyiz.Çünkü zikrettiğimiz te'villerden herhangi birine ihtimali olduğu kadar (henüz bize ulaşmamış, teşbih şâibesi taşımayan başka bir manaya gelme) ihtimalide olabi*lir... Biz, Allahu Teâlâ o tabirle neyi murad ettiyse ona inanırız ve yine böylece, Vahy ile sabit olan ru'yetullah vb. diğer meselelerde de inancımız böyledir. Bu hususlarda teşbihi nefyederek, hiç bir yorum yapmadan murâd-ı ilâhi her ne ise ona iman gereklidir. (Mâturîdî:Kitab'ut Tevhîd,Sh.67,68, 74)
Şu şüphecilere taaccüp etmemek elde değil!.Nasılda utanmadan İmam Maturidi ile İmam Ebu Hanife'nin itikadı aynı değil (!) fitnesini yaymaya çalışıyorlar.Neden itikatta Ebu Hanife'nin mezhebinde değilde Maturidisin? Neden itkatta iki farklı mezhebiniz var? derler .Bak şu şapşala,bilmezmiki İmanda, itikatta tek mezhep vardır.O'da Ehl-i sünnet ve'l cemaattir (Fırka-i Naciye).İmam-ı Matüridi ve İmam-ı Eşari hazretleri ayrı bir mezhep kurmamışlar,Kelami tartışmaların popiler olduğu ve zararda zirve yaptığı dönemde,İmam Maturudi bu tartışmaların merkezine uzak bir coğrafyadan,İmam Eş'ari ise tam içlerinden dini savunmak ve bid'ata engel olmak için,Ehli sünnet itikadını Eshab-ı kiramın, Tabiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve sistemleştirmişlerdir ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafi hazretlerinin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi ise İmam-ı A’zam hazretlerinin talebe zincirindedir.Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda itikatta doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.İmam Eş'ari ve İmam Maturudi'ye tabi olmamız,Sahabe, tabiinin ve dört imamın akidesini yansıttığı içindir.Dört imamın mezhebine bağlı olupta onların akidesini almamak naklettiklerimizde görülüceği üzere bizlere has değildir.Bu da yukarıda naklettiğimize göre selefin mezhebine gizlenen Haşviyye'den Mücessime ve Müşebbihe'nin tavrıdr.(Bkz.İz b. Abdusselâm, “Mulhatü’l-İ’tikâd” -Daha şaşırtıcısı İbni Teymiyye'de bunu itiraf eder ''Haşeviyyeler iki kısma ayırılır Bir kısmı haşv,teşbih,ve tecsimden kaçınmaz.Diğer bir kısmı ise Selefin mezhebi arkasına gizlenmişlerdir.'' Mecmüu'l Feteva 4/144 ) Ey okuyucu ! Şüphecilerin ''Selef'in ve Dört mezhep imamın itikadını'' yansıtan eserlerine dikkat et .İçindeki çelişkileri iyice belle,hem onların bu imamlara fıkhi konularda bile taklid etmekten nasıl hicap duyduklarını hatırla ,nasıl olurda onları akaidde takip edecekler diye düşün?
Tarih,Eş'ari ile Maturudiye alimlerine kaydettiği mücadelenin zaferi gibi,herhangi bir Mücessime, Kaderiyye veya Dehriyye (maddecilik) veya ehl-i kitaba mensup olan (Hristiyan ve Yahudi) taifesine öyle bir zafer kaydetmemiştir.Her hangi bir muhakkik alime mudakkik bir fakihe rastlarsan,illa kendisi ya Eş'ari veya Maturidir.Şüpheciler ise kitaplarında ''Eş'ariyye ve Maturudiler Allahın isim ve sıfatlarının tamamını ve bir kısmını inkar eden Muattıladandır'' derler.Mefahim adlı eserden iktibasla cevap verelim,''Eş’ârî mezhebinin akaiddeki mevkii hakkındaki cehaletlerinden dolayı onları Allah’ın sıfatları ile alakalı görüşlerinden dolayı dinden çıkmış sapkın fırkalardan biri olarak görenler vardır.Eş’ârî mezhebi hakkında var olan bu cehalet, Ehli Sünnet’in birliği ve beraberliğine zarar verici boyutlara ulaşmıştır.Anlamakta güçlük çekiyorum, nasıl oluyor da bazıları, hakiki iman ehli olan ehl-i sünnet ile bazı sapkın grupları birbirine bu kadar yaklaştırabiliyor, Mutezile ve Cehmiye gibi fırkaların ileri sürdükleri görüşler ile Ehli Sünnet’in dediklerini birbiriyle aynı kabul edebiliyorlar.أَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمِينَ كَالْمُجْرِمِينَ مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ“Müslümanları mücrimler gibi mi kabul ediyorsunuz. Size ne oluyor; nasıl hüküm veriyorsunuz.” (35–6)Eş’ârî’ler, ilimleri ile dünyayı bir uçtan bir uca doldurmuş olan Müslümanların hidayet imamlarıdır. İnsanlar onların ilim fazilet ve dindarlıklarına şahittirler. Onlar Mutezile’nin sapkınlıkları karşısında durmuş, Ehlisünnet’in en faziletli üstadlarıdırlar''.(Mefahiım)Değerli Alim el-Maliki'nin bu sözlerinden sonra sorduğu sorunun bir değişiğini biz soralım İmam Eş'ari mezhebinden İbnu'l Cevzi,İmam Nevevi,İbni Hacer Askalani, İmam Suyuti,Kurtubi, Bakillani, Fahru’r-Razi, İbni Hacer Heytemi, Şehrestani,İmam Subki,Îmam'ul-Harameyn Cüveyni,Hüccet'ül İslam İmam Gazzali,Ebu Bekr İbni Arabi,İmam Rabbani vd. ile Maturudi mezhebinden olan Peygamberimizin müjdesine(sahihtir) nail olmuş Fatih Sultan Mehmet başta ,İmam Kastallani, Sadru'l-İslam Pezdevî, Sâbûnî, Ömer en-Nesefî ,Ebû’l-Mu’în en-Nesefî,Molla Aliyyul Kari,İbnu’l-Humâm,Zebidi,İbni Abidin,Kevseri vd. büyük âlim ve eşsiz üstadlar, eğer Ehli sünnet değillerse, söyler misiniz o zaman kim Ehli sünnet ? Oysa ''Malikilerin tamamı ,Şafiilerin dörtte üçü,Hanifilerin üçte biri,Hanbelilerin bir kısmı,Bakıllani döneminden bu yana Eşari mezhebindendir. Hanifilerin üçte ikisi, Maverünnehir diyarında , Türk illerinde ,Afganistan,Hindistan,Çin ve Uzakdoğuda Mutezileye kayanlar hariç, Maturudi mezhebindendir... Eşariyye ,Mutezile ile Haşviyye arasında orta yolu tutmuştur.Ne Mutezile'nin yaptığı gibi nakilden, ne de Haşviyye'nin yaptığı gibi akıldan uzaklaşmıştır...Eş'ari'yle Maturidi dünyanın her tarafında Ehl-i Sünnetin imamlarıdırlar.''(Muhammed Zâhid Kevseri-Mezheplerin doğuşuna bir bakış- sh;44-46 -47)
Neden dua esnasında eller yukarı kaldırılır?
ŞÜPHECİ; Dua anında ellerin yukarıya doğru kaldırılması Allah'u teala'nın yüksekte,yukarı cihette olmasının delilidir....
CEVAP; Molla Aliyyu'Kari Fıkhul Ekber şerhinde derki;-''Bu düşünce ise reddedilmiştir. Çünkü gökyüzü duanın kıblesidir. Elleri göğe doğru kaldırmanın manası çeşitli nimetlere sebep olan rahmetin inme yeri olmasına binaendir. Eğer durum onun dediği gibi olsaydı, duada yüzümüzü gö*ğe doğru yöneltmek gerekecekti... ..Nitekim Allah Teâlâ'nın şu kavli de buna işaret etmektedir:“Kulum benden sana sorduğu zaman (de ki), ben ona yakınım. Dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul ederim.” (2/186.)“Ne tarafa yönelirseniz Allah'ın yüzü o taraftadır.” (2/115) Şeyh Ebû Man en-Nesefî, bu konuda diyor ki; araştırıcı âlim*ler; dua halinde elleri göğe doğru kaldırmanın halis bir kulluk oldu*ğunu kararlaştırmışlardır. Şârih Allâme Sığnakî demiştir ki; bu söz rafızî, Yahudi, Kerrâmiye ve bütün Mücessime taifesinin Allah Te*âlâ'nın Arş üzerinde bulunduğu noktasında dayandığı ve yapıştığı düşünceye cevaptır.Bir kavle göre namaz kılarken Kabe bedenlerin kıblesi olduğu gibi dua anında Arş da kalblerin kıblesi olmuştur. Daha önce de geçtiği üzere bu düşüncenin kabul edilmesine imkan yoktur. Zira kul dua anında da kıbleye yönelmek, elleri göğe doğru kaldırmak ve yüzünü göğe doğru kaldırmamakla emredilmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi gerçekten yöneliş ancak kalbten göklerin yara*tıcısına karşı olur. Evet, duada ellerin göğe doğru kaldırılmasının sebebi gökler, rızık deposu olduğu içindir. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda söyle buyuruyor:“Sizin rızkınız göklerdedir.”(51/22.)Bununla beraber insan, maksadının hâsıl olacağı yöne yönelme*ğe meyletme alışkanlığına sahiptir. Meselâ; devlet başkanı gibi. Or*dusuna ve halkına rızık vaad ettiği zaman, devlet başkanının orada olmadığını kesinlikle bilmemelerine rağmen bütün insanlar onun hazinesine doğru yönelirler.''-(Fkhu'l Ekber Şerhi)
Yukarıda İmam Nevevi'den naklettiklerimizi hatırlayın! -''Ve Allâh-u Te’âlâ’ya dua etmek isteyen kişi göğe yönelir, tıpkı namaz kılacak olan kişinin Kâbe’ye yöneldiği gibi. Bu ,Allâh-u Te’âlâ’nn gökle sınırlı olduğu manasına gelmez Kâbe cihetinin O’nu sınırlamadığı gibi. Fakat gök dua edenlerin kıblesi olduğundandır''-....(Müslim şerhinde)
Hadis ve Şâfi'î fıkıh alimi Imam- Şa'rânî rahimehullah "Dua ederken yukarıya bakmamak" başlığı altında diyor ki:-"Allahü teâlânın belli bir sınır olmadığı gibi, yönleri de yoktur...Buhari ve diğerleri merfuan şu hadisi anlatırlar: (Bazı kimselere ne oluyor ki, namaz kılarken gözlerini yukarıya dikiyorlar? Bu davranışlarına ya son verirler ya da gözlerinin yok olacağını bilmelidirler.)" -(El-Uhudü'l-Kübrâ, Bedir Yayınevi, s.810-811 ve s.843)
Şeyhülislâm Ebussuud Efendi rahimehullahü teâlâ'nın fetvalarında şöyle yazılıdır:
-''876. Mes’ele: Hak celle ve 'ala hazretleri, mekândan münezzeh olucak, göklerde deyu i'tikâd etmek mi gerektir, ve nice i'tikâd etmek gerektir?
Elcevap: "Cemîl emkineden [mekânlardan] münezzeh olup, gökler yerler hükmünde ve ilminde ve kudretinde" deyu i'tikâd etmek lâzımdır. Du'âda eli yukarı kaldırmak, cihet-i fevk [üst yön] du'âya kıble kılındığı içindir.''-
Alleme İmam Kevseri rahimehullah şöyle der;-''Lâkin elleri semaya kaldırmalarında Allah’ın zatının semada karar kıldığıyla, alakası olmayan bir şeydir. Bu sadece duanın kıblesi ve nurların, yağmurların ve bereketlerin indiği yer olmasındandır: “Semadadır rızkınız”.Başın yönü zaman zaman değişen şeylerdendir. Nitekim bunu medreselerdeki küçük talebeler bilirler. Nâzımın ma’bûd’u sürekli bir yerden bir yere intikal halinde midir?... Yer yüzünün diğer yerlerindeki dua edenlerin hali ne olacaktır? Bu, her tarafı kaplayan (koyu) bir cahilliktir.''-
Fakîh Ebu Mansur Mâtürîdî rahimehullah diyor ki : ''Ellerin göğe doğru kaldırılma*sına gelince bu, ibadet hâlinde vukubulur. Cenab-ı Allah kullarını istediği şeyle ibadet ettirir ve istediği yere de onları yöneltir.''Allah, gök yüzün*de de bulunduğu için göğe ellerin kaldırılması ve ellerin o cihete kaldırıl*ması vukubuluyor'' diye zanneden kimse namazda ve namaza benzeyen hususlarda Allah'a yönelerek yere başını koyan kimsenin bu hali ile ye*rin altına yöneldiğini iddiada bulunan kimsenin zannettiği gibidir. Ve namazda şark'a veya garp'a veyahut Hacc'a çıktığı için Mekke'ye yönelindiği vakitte Allah'ın bu cihetlerle bulunduğunu iddia eden kimsenin zannettiği gibi..Bu gibi hususlardan Allah yüce ve beridir.''(İmam Matüridi,Kitab'ut Tevhîd, Hicret Yayınları)
İbni Kurtubi rahimehullah diyor ki;'' Dua esnasında ellerin semaya kaldırılması*nın sebebi ise, vahyin semadan gelmesi, yağmurun oradan inmesi ve kudsiyetin (temizlik ve arınmışlığın) yeri olması, tertemiz meleklerin orada bu*lunması, kulların amellerinin oraya yükseltilmesi, Allah'ın arş'ının ve cenne*tinin semanın üstünde bulunmasıdır ve bu Allah-u Teala'nın Kabe'yi dua ve namaz için kıble yapmasına benzer. Çünkü yüce Allah, onlara ihtiyacı bulun*madığı halde mekânları yaratmış olandır. O, mekânı ve zamanı yaratmadan, mekân ve zaman var olmadan önce ezelde de vardı ve şu anda da ezelde ol*duğu hal üzeredir.''(İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/513-515)
Molla Aliyyu'Kari yukarıdaki sözlerinden önce şu önemli hususlarada değinir;''Daha önce geçtiği üzere Ebû Hanîfe Müteşâbih sıfatlara inanır ve tevilinden sakınırdı. ALLAH Teâlâ'yı bu sıfatların zahirî manasından da tenzih eder, dolayısıyla Selef âlimlerinin görüşünde olduğu gibi bu husustaki bilgiyi ALLAH Teâlâ'ya havale eder. Halef âlimlerinin çoğunluğunun görüşü de budur. Selefin Mezhebi daha sağlam, daha doğru ve daha kuvvetlidir. Şarih(İbni Ebi'l-İzz)'in sarf ettiği şu söz de ne tuhaftır. “Mekâneh” kelimesi mekanın müennesidir. Bu şekilde şârih ikisinin de mana bakımından bir olduğunu kasdediyor, manevî menzile ile hissî mertebe arasında bir ayırım yapmıyor(...) Îmam'ul-Haramayn'den ALLAH'ın yücelik ve yükseklik sıfatının nefyi hususunda şöyle de*diği sabit olmuştur: ALLAH Teâlâ var iken Arş yoktu. ALLAH Teâlâ ha*len olduğu gibidir. ALLAH Teâlâ'nın mekan yönünden yüksekliğini nakzeden hususlardan biri de, ALLAH Teâlâ yer cihetinde olmadığı hal*de secde esnasında kulun alnını yere koymasıdır. Kul başını secde için yere koyup, en yüksek olan ALLAH'ı noksanlıklardan berî kılanın, derken bu tenzihin mekân cihetinden olmadığını ittifakla ifade et*miş oluyor. Bişr el-Merîsi'nin secdede: “Â'lâ ve esfel olan ALLAH'ı tesbih ederim.” söylemesi ise zındıklıktır, küfürdür. ALLAH'ın isimle*ri hakkında ilhaddır. '' (Fkhu'l Ekber Şerhi)
Bişr el Merisi Mürciedendir.Şüpheciler Ebu Hanife'den sonra Ebu Yusuf'un da kendiliriyle aynı akidede olduğunu göstermek için Ebû Yûsuf’un, Bişr el-Merîsî’yi Yüce Allah’ın Arşın üzerinde oluşunu inkâr etmesi üzerine tevbe etmeye davet ediş olayı meşhurdur.(Akidetu’t-Tahaviyye şerhi sh.298) diyerek yukarida AIiyyul-Kârî'den gelen cevaptan anlaşılacağı üzere garip bir şekilde olayı sunmuştular.Bu olayın aslı şu şekildedir; Bişr b. Velîd el-Kindî, Kadı Ebû Yûsuf’un yanına gelerek ona: Sen bana kelâmla uğraşmayı yasaklıyorsun. Halbuki Bişr el-Merîsî ve Alî el-Ahvel kelam ile uğraşıyorlar ,dedi. Ebû Yûsuf: Onlar ne söylüyor , diye sorunca, Bişr b. el-Velîd: Onlar: Allah her yerdedir, diyorlar dedi.Bu sefer Ebû Yûsuf: Onları yanıma getir, dedi. Onları getirmek üzere gidenler bulundukları yere vardıklarında Bişr kalkıp gitmiş idi. Bundan dolayı Alî el-Ahvel ile bir başka yaşlı birisini getirdiler.Ebû Yûsuf yaşlı olana bakarak dedi ki: Eğer sende bir parça edep görmemiş olsaydım, senin canını yakardım. Bundan dolayı verdiği emir üzerine hapse atıldı, el-Ahvel’e ise sopa vuruldu, etrafta dolaştırılarak teşhir edildi.(Bkz.Hafız Zehebi el-Uluvv li'l Aliyyi'l -Azim,Ümmül Kurra sh.181 /Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı sh.50) İbni Ebi'l-İzz'in getirdiği gibi günümüzde bir çok Selefiyye mensubu bu olayı dillerine pelesenk yapmış ,''Ebu Yusuf 'ta Allah'ın arşın üzerinde olduğuna inanıyor'' izlenimi vererek aktarıyorlar .Oysa görüldüğü gibi bu olayda kendilerine hiç bir delil değil ,şüphe bile yoktur.İmam Yusuf 'ta üstadı Ebu Hanife gibi Allah'ı mekandan,cihetten münezzeh tutardı. Bişr el-Merisi Allah(c.c) her yerdedir diyor,tabiiki Ebu yusuf gerekli itirazı yapacaktır.Selefiyye ekolündekilerin iddia ettiği gibi Ebu Yusuf 'un Bişr'i ''Allah’ın (c.c)Arşın üzerinde oluşunu inkâr etmesi'' nden dolayı cezalandırması söz konusu değildir..Şayet ''Allah zatıyla Arştadır'' deseydi İmam Yusuf Allahu alem aynı müeyyideyi uygulardı.Bişr'in “Â'lâ ve esfel olan ALLAH'ı tesbih ederim.” sözünden de anlaşılacağı üzere o ''Arş'ın üstü dahil olmak üzere Allah her yerdedir '' diyordu.Ebu Yusuf ise ne Bişr gibi haşa!''Allah(c.c) arş dahil her yerde'' deyip mahlukatıyla iç içe olduğunu söyler ,ne de İbn-i Ebi'l İzz'in dediği gibi haşa!''Allah(c.c) (zatıyla) Arşın Mahlukatın üzerindedir'' deyip,bir yön ve mekan tayin eder .Ebu Yusuf'un da içinde bulunduğu Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bu sözlerden beridir.Nitekim İmam Tahavi bunu aşağıda açıkça ifade edicektir.Burada unutulmaması gereken bir şey daha varki şüphecilerin saygı duyduğu bir isim İbni Teymiye'nin dediği gibi;Selefin yerdiği kelam şeriat din ve akla aykırı batıl kelamdır.(Mecmuu'l Feteva 13/147,MecmuulFeteva 12/212)
Şüphecilerin heva-i nefislerine kaynak gördükleri Ayet
ŞÜPHECİ;“ Yoksa siz, gökte olann sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz. O zaman yer birden sallanmaya başlar.“
أَمْ أَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء أَن يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِباً فَسَتَعْلَمُونَ كَيْفَ نَذِيرِ “ Yoksa siz, gökte olann üzerinize taş yağdıran bir rüzgâr gönder-meyeceğinden emin mi oldunuz? O zaman tehdidim sanılmış göreceksiniz. “(Mülk: 16 – 17).Şüphesiz ki insanlar yere batracak olan Allah’u Azze ve Celle’dir... Birilerinin zannettiği gibi burada bahsi edilen melekler değildir… Bu Ayeti celilelerde gökte olanın kendisinin olduğunu anlatılıyor Rabbimiz… Ebetteki Melekler de göktedirler, ama Allah’u Teâlâ’nın burada haber verdiği şey; kendisinin meleklerinde üstünde olduğudur…
CEVAP Bu ayet kesinlikle “Allâh” lafzı diye geçmiyor. Niçin Allâh ile tefsir ediyorsun ki? Burada ayeti zahirine göre aldın ki, Allâh’ın göklerde olduğunu söylemen daha açık olsun diye. Hâlbuki müfessirlerin bir kısmı “Gökte olanın” yani “meleklerin” olduğunu, bazılarının da “ Mülkü ve kudreti göklerdedir” ve bazılarının da “Şanı yüksek veya Şanı en yüksek olan yerdedir”, yani göklerde olduğunu söylemişlerdir.” Hiçbir Ehlisünnet Vel Cemaat âlimi, Allâh’ın zatıyla göklerde olduğunu söylememiştir. Müfessirlerin bazılarının bu konudaki görüşleri şöyledir:
1- أَأَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء
“Meleklerdir” demektir. İmam Beyzavi (Tefsiri Beyzavi)
2-أَأَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء
“Kudreti ve Sultanı” demektir. (Celaleyn Tefsiri)
أأمِنتُم مَنْ في السماءِ3- “Melekler” demektir. İmam Maverdi (Tefsiri Maverdi)
4-من في السماء
Anlamı: ”Bu mecazdır. Allâh’ın bir yönde bulunmaması akli delillerle sabittir. Bunun mecaz anlamı şöyledir: “O’nun Mülkü göklerdedir. O’nun Mülkü her şeydedir ama sema meleklerin yeri olduğu için sema zikredilmiştir.” Müfessir Ebu Heyyâ Endelusi (El-Bahrul Muhit Tefsiri)
ءامِنتم مَّن فِى السماء5- Bil ki Müşebbihe, bu ayeti delil getirerek, Allah'ın bir yeri olduğunu söylemiştir. Buna şu şekilde cevap veririz: "Bu ayetin, Müslümanların ittifakıyla, zahirî manasına alınması caiz değildir. Çünkü Hakk'ın gökte olması, göğün Allah'ı, her yanından kuşatmış olmasını gerektirir. Dolayısıyla da Allah, -hâşâ- gökten küçük olmuş olur. Hâlbuki Arş gök'ten çok daha çok büyüktür. Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın Arş'a nispetle çok küçük olması gerekir. Hâlbuki bu, bütün Müslümanların ittifakıyla imkânsızdır. Bir de Allâh,
قُل لّمَن مَّا فِى السموات والأرض قُل لِلَّهِ
"’Gökteki ve yerdeki şeyler kimindir?’ de. De ki: Allâh'ındır" (En’am, 12) buyurmuştur. Buna göre eğer Allâh-u Teâlâ, gökte olmuş olsaydı, kendi kendinin maliki olmuş olurdu ki, bu imkânsızdır. Böylece bu ayetin, zahirî manasına göre anlaşılmaması gerektiğini anlıyoruz. Bunun tevili ve tefsiri sadedinde şu izahlar yapılabilir:
1)Ayetin takdiri, "Göktekinden, yani Allâh'ın azabından emin mi oldunuz?" şeklinde niçin olmasın? Çünkü âdet, hep belaları, inkârcı ve isyankârlara gökten indirme şeklinde cereyan etmiştir. Dolayısıyla gök, Allâh'ın rahmet ve nimetinin iniş yeri olduğu gibi, azabının da iniş yeridir.
2) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Araplar bir tanrının varlığını kabul ediyorlardı, fakat bu tanrının, tıpkı Müşebbihe'nin inandığı gibi, gökte olduğuna inanıyorlardı.
Buna göre Hak Teâlâ sanki onlara, "Gökte olduğuna inandığınız ve dilediği şeyi yapabileceğini kabul ettiğiniz o Zâtın, sizi yere batırmasından emin mi oldunuz?" demiştir."
3)Ayetin takdiri, "Gökteki olandan, yani Allâh'ın saltanatından, mülkünden ve kudretinden emin mi oldunuz?" şeklindedir. Fakat ayette "gök" sözünün yer alışı, Allah'ın saltanatını ululamak ve O'nun kudretini yüceltmek içindir. Bu tıpkı,
وَهُوَ الله فِى السموات وَفِى الأرض"O, yerde de, gökte de gerçek ilâhtır" (En'am, 3) ayeti gibidir. Çünkü tek bir şeyin aynı anda iki ayrı yerde olması mümkün değildir. Binaenaleyh Allâh'ın yerde ve gökte oluşundan maksat, O'nun emrinin, kudretinin ve iradesinin göklerde de, yerde de geçerli olduğunu anlatmaktır. (Veya semalarda ve yerde hakkıyla ibadet edilen Allâh’tır) İşte bu ayette de böyledir...
4) "Gökteki" ifadesi ile "azapla görevli meleğin" kastedilmiş olması niçin caiz olmasın. Bu melek de Cebrail'dir. Buna göre mana, "Cebrail'in, Allah'ın emri ve müsaadesi ile sizi yere batırmasından emin mi oldunuz?" şeklinde olur. İmam Razi (Tefsiri Kebir)
أأمِنتُم مَنْ في السماءِ6- “Melekler” demektir. İmam Kurtubi (Tefsiri Kurtubi)
أأمِنتُم مَنْ في السماءِ7- “Melekler” demektir. Hafz Iraki (el-Emâli)
Bu alimlerin kitaplarna da bakabilirsiniz:
1-İmam Kurtubi–el-Cami Li Ahkamil Kur’an
2-İmam Beyzavi–Haiyetu şehâb
3-Hafız Suyuti ve Allame Mahelli-Tefsir el-Celâleyn
4-İmam Muhammed es-SebzevSari- el-Vedid Fi Tefsiril Kur’an-il Mecid
5-Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri
6-Elmall Hamdi Yazr Tefsiri
7-İsmail Hakki Bursavi-Ruhul Beyân
8-Diyanetin Kur'an yolu Tefsiri
Arapça’da övmek için de ''gِökte'' denir:
1-İmam Suyuti–Ukud ez-Zeberced Ala Müsnedil İmam Ahmed
2-İmam Zebiydi–Tac el-Arus
3-Allame İbni Manzur–Lisanu Arap
4-İmam es-Semin el- Hanbelî- Umdetul Huffaz
Şüphecilerin bazıları ''Biz Allah'u teala'nın yukarıda olmasından Allah'la beraber başka bir varlığın bulunmadığı alemin üstünü/fevkini kastederiz''diyerek Allah'u teala'yı mekandan,cihetten yani mahlukatın içine girmekten tenzih etmeye çalışırlar,ardından yedinci kat semadan aşağıya diğer semaları (hulul,hudud ve intikal gibi mahzurlu şeyleri) geçmeden zatıyla dünya semasına nasıl gelinir? diye düşünmeden tenakuza düşüp şu hadisi delil getirirler.
Şüphecilerin heva-i nefislerine kaynak gördükleri Hadis
ŞÜPHECİ;Rasulullâh ِşöyle buyurmuştur; Rabbimiz her gecenin son üçte birlik bölümü kaldığı zaman dünya göğüne iner ve ِşöyle der: Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? istediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen onu bağışlayaym? İşte bu onun zatıyla yukarıda olduğunun delilidir?
CEVAP;Nüzul: Allâh hakkında “dünya semasına iner” ifadesiyle, Allâh’ın bir yerde bulunduğu veya yükseklerde olduğu anlaşılır ki, Allâh’n mekânı olduğu inancı vurgulanmaktadır. Böyle bir inanç Allâh-u Teâlâ'yı yarattıklarına muhtaç olduğunu, yaratmış olduğu melekler, insanlar, cinler gibi varlıklara benzetmek olur. Çünkü meleklerin mekânı göklerdir, cinlerin ve insanlarıın mekânı yerlerdir. Bu varlıklar Allâh’ın yaratmış olduğu mekânlar arasında, Allâh’ın dilediği kadar hareket etmektedirler. Allâh-u Teala, yarattıklarına benzemez.Nüzulun, bizzat Allâh’ın, zatıyla yukarıdan aşağıya indiği anlamına geldiği kabul edilemez. Çünkü Allâh cisim değildir, mekân ve yönden münezzehtir. Ayrca bizzat, Allâh’ın zatıyla dünyanın semasına indiğini kabul etmek akla da ters gelir. Söz konusu olan nüzul hadisi, meleklerin inmeleri manasında veya Allâh’ın rahmetinin inmesi manasında anlaşılmalıdır.Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzul, hâşâ Allâh’ın bizzat kendisi dünyanın semasına indiği anlamına geldiği kabul edilecek olursa o zaman hâşâ “Allâh’ın inmekten başka bir şey yapmadığıً” inancını ortaya çıkarır. Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzulün, gecenin son üçte bir bölümünden itibaren sabaha kadar olduğu geçmektedir. Gece ve gündüz vaktinin dünyanın her ülkesinde bir olmadığı herkes tarafndan malumdur.
Bu hadis ise dünyann her bölgesi için geçerlidir. Yeryüzünün bir tarafı gündüz iken diğer taraf da gece olur. Bu itibarla gece ve gündüzler nispidir. Dünyanın bir ucunda gündüz ise diğer ucunda da gecedir. Yani 24 saat bazında (tüm vakitlerde) yeryüzünün gece ve gündüz hali olmadığını bilmek lazım. Durum böyle olunca Allâh, fiili olarak Arş'ı üzerindedir diyenlere ne demeli..!? Çünkü bu gruba göre Allâh, gecenin bir bölümünde dünyanın gökyüzüne iner. Yukarıda izah edildiği gibi, gecenin o vaktine tevafuk etmeyen hiç bir yeryüzü yoktur. Gecenin tayin edilen o vakti her an ve her zaman yeryüzünün bir tarafına isabet eder. Dolayısıyla hem Arş'ı üzerinde hem de yerin gökyüzünde bulunmak, iki zıttın bir arada bulunması demektir. Bu safsatalığada akli selim sahibi kimseler asla kabul etmezler.
Diğer taraftan bu çarpık inancı çürüten bir başka delilimiz ise, Arş’n göklerden çok daha büyük olduğunu belirten, sıhhatinde şek ve şüphe olmayan kuvvetli hadis-i şeriflerin olmasıdır. Peygamber efendimiz bu büyüklük orantılarını anlatırken gökler, kürsü'nün yanında çölde bir halka gibi, Kürsü de Arş’ın yanında aynı şekildedir (yani çölde bir halka kadardır). Her gِöğün bir altındaki göğe karşı olan büyüklüğü de sabittir. Göklerin, birinci gökten yedinci göğe kadar müthiş orantılarla büyük olduklarına göre yukarıdan aşağıya inecek bir kimse büyüklükten küçüklüğe, şekilden şekle ve hacimden hacme, durmadan bir halden diğer hale değişip duran bir cisim değil midir?Akıllarına şu soru da mı gelmemiştir;Gökler ve yer Kürsi'nin içinde ancak çöldeki bir yüzük kadar yer kaplıyorsa haşa göğe nasıl sığmıştır?Burada bir mekandan diğerine hulul da söz konusu olmaktadır.Allah'ın nuzülü bu dediklerimizi gerektirmez diyerek şüpheciler itiraz edebilir.Cehmiyeden biriside ''Allah'ın maiyeti ile ilgi ayetler hululu gerektirmez mahlukatın bereberliğine benzemez,bilmediğimiz şekilde zatıyla bizimle beraberdir,teşbih, tatil, temsil ve tevil yapmadan zatıyla her yerde ve yِöndedir'' der ise ne diyecekler? Artk şüphecilerin Allah Azze ve Celle'yi şu söylediklerine rağmen insanlara benzetmekten tenzih etmesine gelince,onu Haşviyye'de yapmıştır…
Hanbeli Alim İbnu'l Cevzi derki; Onlar demişlerdir ki; Allah'ın gökten nuzulu hadisinin manası ,Allah bizatihi iner. Bir yerden yere naklonur.Sonrada Allah iner ama bizim
düşümdüğümüz gibi değildir dediler .Böylece hadisi şerifi işiten kimseyi şaşırtıp hisse ve akla zulmetmekle müteşabih hadisleri zahiri manalarına hamletmişlerdir... Bu görüşlerin İmam Ahmed'e isnad edilmemesi için onların reddi lazm geldiği kanaatindeyim..Sukut edip de reddetmezsem ,dediklerine benim de itikad etmiş olduğumu söyleyecekler..(İbnul Cevzi Def-u Şübbetü't-Tebih'den naklen Bkz. Ebu Hamid bin Merzuk,Bera'atü'l-E'ariyyin, Bedir Yayınevi,sh.43)
Hadis hafızı El-Irâkî, hadis-i şeriflerin hangi şekilde en doğru bir biçimde tefsir edileceği hususunda şöyle demiştir: “Hadisin en güzel açıklanması yine hadisledir.” Bu nüzul hadisinde geçen nüzul’den, meleklerin indiği bir başka hadisten anlaşılır. Allâh’ın emriyle bir melek iner. Bundan anlaşılıyor ki, bu konuda değişik ama sahih açıklamalar var ve bu açıklamaların hiç birinde Allâh, bizzat kendisi iner diye kabul olunmamıştır.
İmam Ahmed b. Hanbel Müsned’inde, İmam Kurtubi Tefsirinde, Hafz İbni Hacer Askalani “Fethul Bari” adlı kitabında ve Hafz İbnul Cevzi, “Zad el-Mesir” adlı tefsirinde şöyle dediler: “İmam Nesâ’i Ebu Hureyre’den naklettiğine göre Peygamber efendimiz şöyle mealen buyurdu: “Gecenin üçte biri geçtiğinde Allâh, birine (bir meleğe) şöyle nida etmesini emreder:.........”. Öyle ki, bir başka hadis-i şerifte de “Yunzilu Rabbuna ...” diye geçmektedir, yani “Rabbimiz indirir..” diye geçmektedir. Veyahut ( İmam El-İz b. Adusselem,İmam Dehlân'a göre) rahmeti iner manasındadır.
İmam- Kurtubî, "nüzul hadisini" şu şekilde açıklıyor-:"Bu buyruğun te'vili hakkında farklı göِrüşler vardır. Buna dair yapılan açıklamaların en uygunu Nesâî'nin Kitabında müfesser olarak gelen şu rivayettir: Ebu Hureyre ile Ebu Said'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayete göre şöyle demişlerdir: Rasûlullah (aleyhisselam) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah gecenin ilk yarısı geçinceye kadar mühlet verir. Sonra bir münâdiye emrederek ِşöyle der: Dua eden var mı? Duası kabul olunacak. Mağfiret isteyen var mı? Ona mağfiret olunacak. İstekte bulunan var mı? istediği ona verilecek." Ebu Muhammed Abdulhak bunun sahih olduğunu ifade etmiştir. İşte bu hadisteki ifadeler bir önceki hadisteki müşkilliği kaldırmakta ve her türlü ihtimali açıklamaktadır. Birinci hadisteki ifadeler muzafın hazfedilmesi kabilindendir. Yani Rabbimizin meleği iner ve der ki... anlamındadır. Yine buradaki "iner" kelimesi "indirilir" şeklinde de rivayet edilmiştir ki, bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa açklık getirmektedir. Başarımız Allah'tandır."- (Al-i imran 17 tefsirinde)
Allâme Muhaddis Yûsûf el-Bennûrî, Tirmizî’deki bu Nüzûl Hadîsinin şerhinde şöyle diyor: (Allah’a nisbet edilen) ‘inmek,’ ‘gelmek, ‘istivâ,’ ‘yed’/‘el’, ‘vech’ /‘yüz’, ’yemîn’/’sağ el’ ve başkaları hakkında Selef’in çoğundan ve dört imâmdan nakledilen, bunlar, Allah Teâlâ’yı (yarattklarına) benzetmekten tenzîh ederek/pâk tutarak, (Mevlâya nisbet edilen şu fiilerin ve isimlerin) nasıl olduğunu düşünmeden ve söylemeden, (bunları) inkâr ve te’vîl etmeden nasıl geldilerse, icmâl yolu üzere îmân etmektir. Nitekim Bedr(uddîn el-‘Aynî) ve Şihâb (İbnü Hacer el-Askalânî) böyle dediler.
Hâfz İbni Hacer el-Askalânî rahimehullah, Fethu'l-Bari eserinin Kitabü't-Teheccüd bahsinde diyor ki:"Allah'a cihet isnad eden kimse, bu hadis-i şerifle [hadis-i nüzul ile] istidlal ederek ‘'cihetten maksad yukarı cihettir'’ demiştir. Ama cumhûr- ulemâya [alimlerin büyük çoğunluğuna] göre, bu görüşü kabul etmek, Allahü teâlâya tehayyüz [mekânda yerlemiş olma] mânâsına gelir ki, Allahü teâlâ bu vasıftan uzaktır." (bkz. Ehl-i Sünnetin Müdafası, Bedir Yay., ist., 1994; s. 465; Şevahidü'l-Hakk, Fazilet Neriyat, s.222)
Buhari şarihi İbn Hacer el-Askalânî mezkûr hadîsin şerhinde der ki: "Nüzul" kelimesinin manası üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür;
(Bir):Bazıları kelimenin zahirî ve hakiki (teşbih çağrıştracak) manasını kabul etmişlerdir; bun*lar müşebbihedir.
(İki): Bazıları, bu mevzuda varid olan hadislerin sıhhatini inkâr etmişlerdir; bun*lar havaric ve muteziledir.İşin garib tarafı, buna benzer Kur'ân âyetlerini de tevil etmi*şlerdir. Fakat bu, gerçeği bildikleri halde srf inatçılıktan başka bir şey değildir. Yahutta cehalet*leri yüzünden bu hadîsleri inkar etmişlerdir.
(Üç):Bazları da Allah Ta'âlâyı, keyfiyet ve teşbihten tenzih ederek, hadîsin manasını icmâl yolu üzere/tafsîlâta girmeden kabul etmişlerdir. Bunlar da sahabe ve tâbiûndan olan ekseri seleftir. el-Beyhakî ve diğerlerinin naklettiğine göre Dört imâm, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî ve Ahmed İbnü Hanbel, iki Süfyân (Süfyân- Sevrî ve Süfyân ibnü ‘Uyeyne), iki Hammâd (Hammâd ibnü Süleymân (veya Zeyd) ve Hammâd ibnü Seleme), Evzâî, Leys ve diğer bir çok imam, bu görüşe sahiptir... (İşte Selef'in görüşü)
(Dört): Kimileri lâyık olacak ve Arab dilinde kullanılan bir şekilde te’vîl etmişlerdir...(bak: Fethü'1-Bârî, III, 20-25).(Bu da Halef'in görüşü)
Buhari şarihi Bedruddîn el-Aynî Umde(tü’l-Kârî)’de (3/623) ِşöyle demiştir: -''Şübhe yok ki, nüzûl /inmek (zahiri anlamı) cismin üstten alta intikâlidir ve Allah bundan münezzehdir. Nüzûl hakkında gelen rivâyetler Müteşâbihât’tandırlar. Onlar(ın anlaşılması) husûsunda âlimler iki kısımdırlar:
Birincisi, Müfevvıda/(ne demek olduğunu Allah’a) bırakanlar. Onlara îmân eder, te’vîllerini Allah’a bırakırlar. Bununla beraber Allah’ı noksân sıfatlardan kesin olarak tenzîh ederler.
Hattâbî şöyle dedi: Bu hadîs Sıfât hadislerindendir. Selef’in bunun/bu hadîsin hakkındaki Mezhebi /gittikleri yol, ona îmân etmek, onu zâhirleri üzere icrâ etmek ve keyfiyeti/nasıl oluşu ondan nefyetmektir. Hiçbir şey O’nun gibi değildir. Ve O, hakkıyla işiten ve hakkıyla görendir.
İkincisi de Müevvile(te’vîl edenler)’dir. Onlar yerler(in)e göre lâyık oldukları şekilde te’vîl ederler. Bu sebeble onlar “Allah’ın iner” (hadîsin)in manasının “Allah’ın emri iner,” yahut “melekleri (iner)”, veya bunun istiâre olduğunu ve ma’nâsının duâ edenlere bolca lütûfta bulunmak ve duâlarını kabûl etmek v.b. demek olduğunu söyemekle te’vîl ettiler.
Kad Beydâvî şöyle demiştir: Kat’î olan aklî delîllerle O’nun cisim olmak ve bir mekânda bulunmaktan münezzeh olduğu sübût bulunca, O’na, “bir yerden daha aşağı bir yere intikal” ma’nâsında olan “nüzûl” imkânsz olur. O halde (Nüzûl ile) murâd edilen rahmetinin nûrudur.''-
Umdetü’l-Kârî'de el-Aynî özetle şöyle diyor: Nuzûl, intikaal, i'lâm, kavi,ikbâl, teveccüh ve bir hükmün çıkması ma'nâlarına kullanılır. Bu ma'nâların hep*si lügatçılar arasında bilinen şeylerdir. Madem ki nüzulün böyle müşterek manâsı vardır; Allah'ın kendisiyle tavsîfi caiz olan bir ma'nâya hamledilmesi en doğru bir harekettir. Burada Allah'ın rahmetle dileklerini vermekle, mağfiret*ler etmek suretiyle teheccüd kılanlara ikbâl ve teveccüh buyurmasıdır denilebilir.Bu (aslında) bir te'vîl değil, fakat lâfızı, medlulü olan müşterek ma'nâlarıdan birisine ham*letmektir kî, İmâm Mâlik gibi bâzı selefin te'vîlleri de hep bu yolda bir te'vîldir (Umde III, 618-623).
İmam Zürkânî, Ebû Bekir İbnu’l-Arabî’den, O’nun (İmam Mâlik’in), ;ينْزِلُ رَبُّناَ=/‘Yenzilü Rabbuna’/‘Rabbimiz iner’ hadîsi hakkında şöyle dediğini nakletti: Nüzûl/iniş Allah Teâlâ’nın Zatına değil, fiillerine döner.. Hatta bu, O’nun emri ve nehyini indirecek olan meleğinin inişinden ibarettir. Şu halde nüzûl/iniş hissîdir/fizîkîdir ve de kendisiyle emrin gönderildiği meleğin sıfatıdır. Veyâhud da ma’nevîdir; yani '‘önce yapmayıp da sonra yaptı'’ ma’nâsında, bunu, ‘nüzûl’, yani ‘bir mertebeden bir mertebeye inmek’' diye isimlendirmiştir. Bu sahîh bir Arabça ifade tarzıdır.(Zürkânî, Şerhu’z-Zürkânî ale’l-Muvatta:2/35)
Şeyhimiz Muhammed Zâhid el- Kevserî'de şöyle demiştir:-"Rivayetlerde zikredilen, Yüce Allah'ın gece dünya semasına inmesi, yukardan aşağıya doğru bir iniş olarak düşünülmemelidir. Bunu böyle düşünmek cehaletin ifadesidir. Dolayısı ile buradaki "nüzul", ya mecazî bir anlatımla Allahü teâlânın, bahse konu hadisin kimi varyantlarında zikredilen nidayı yapan bir melek göndermesi, ya da bu gece yapılan dua ve istiğfarları kabul etmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu kelimenin bu şekilde kullanılması, Arap dili açısından da sahih bir kullanımdır."- (Makâlât, 62-63-Allâme Kevserî, Beyhakî’nin“el-Esmâ ve’s-Sıfât” isimli kitâbına yazdığı Ta’lîkât(450)’ında da şöyle dedi:- “ــÜstelik gecenin yarısı ve üçte birisi de güneşin doğduğu ve battığı yerlerin değişik olmasıyla değildir. Nitekim bunu, araştıracak olanlar zarûreten bileceklerdir. Sâbit olmuştur ki bu, her ufuk sâhibine (duânın) kabûlünün kapısının açılmasıdır. Bunu/inişi bir yerden bir yere intikal olarak kabûl eden kimse aklî bürhân’a ve şer’î delîl’e ve de hissin zarûretine muhâlif davranmıştır.''-
İbni Hazm rahimehullah'da Nuzül etmek ve gelmek fiilierinin bir yerden bir yere nakil ve hereket anlamında anlaşılmayacağını,zira O'nun bir yerden bir yere inkikal ve hareketten münezzeh olduğunu söyler.(İbni Hazm sd-Durre sh.233 İbni Hazm kelami görşüleri tez.Murat Serdar)
İmâm Ebu Bekîr İbnül-Arabî nüzûl hadisi hakkında şöyle diyordu: "O rahmet inişidir; yoksa bir yerden bir yere nakil inişi değildir." diyerek Halefin Te’vîl-i Tafsîlî yolunu,İbni Hibban ise nüzül hadisi hakkında;''Allah'ın sıfatları keyfiyetsizdir,keyfiyet verilemez.İnsanların sıfatları ile kıyaslanamaz.Allah diş,dudak dil gibi alet (uzuv) ile konuşmaz.İnsanlar ancak uzuv arac ile konuşur.Allah ise uzuva ihtiyaç duymaksızın ,aletsiz konuşur.Basar (görme) ve sem (işitme) böyledir.Allah beyaz siyah olan ,etrafı kapaklar ve kirpikler ile çevrili bir gözle görmez.Dilediği gibi ,bir alete (uzuva) ihtiyaç olmadan görür.İşte Allah'ın gece dünya semasına nüzülüde böyledir.O bir alete ve vasıtaya ihtiyaç duymadan iner.Allah'ın inişini insanların inişine kıyaslamamak gerekir.Allah dilediği gibi iner ve inişi insanlara benzemez.İnsanlar aletle ve hareketle ve yer değiştirmek suretiyle inerler.Allah ise aletsiz,hareketsiz,bir yerden bir yere intikal etmeksizin dilediği gibi nüzül eder ''(Emir el-Farisi 2/195-196) diyerek Selefin Te’vîl-i icmâlî ile tenzîh yapan yolunu seçererek anlatır.İki görüşte Allah'u teala'yı zahiri manadan tenzih ederler.Belki de Ebu Bekîr İbnü’l-Arabî ve İbni Hibban radyallahu anhuma’ya bu inişi açklayan hadis ulaşmamış veyahut ulaşmıştır da, o anda akıllarına gelmemiştir. Veyahut kendine itimad edilmeyecek bir yolla ulaşmıştır da ona itimad etmeden bu şekilde söylemişlerdir.Yoksa, Nesâî Sünen’inde ki sahih rivayetle artık ortaya çıkmıştır ki, Nüzûl’un Allah Teâlâ’ya isnâdı, yani “Allah indi” demek, mecâzî bir isnaddır; “Allah'ın münadisi indi” manasındadır.Öyleyse, Mecâz isnaddadır. Müsned veyahutta müsnedün ileyh’de değildir. İkisi de hakikattır ama isnad mecazdadır. Bu Kur'ân Azîz'de garib bir şey değildir."(Hüseyin Avni Kansızoğlu .Darusselam)
Raviyetü'l Asr İmam Kevserî, “Tekmile-tü’r-Redd Alâ Nûniyyeti İbni’l-Kayyim(13,1321)”de şöyle demiştir: -Meselâ nüzûl hadîslerini teşbîh /benzetme ve nakil manalarından uzaklaştırmak Ehl-i Hakk’ın/Ehl-i Sünnet’in Selef ve Halef’i arasında ittifak yeridir. Onlar/nüzûl hadîsle-rini tarafda mecâza veya isnâd-i Mecâzî’ye yorulması sahîh bir Arabça kullanmasıdır ve tenzîh’e uyan bir kullanmadır. Kimisine göre birinci/tarafta mecâz, kimilerine göre de ikinci /isnâdda mecâz ağır gelmektedir.Fakat katında “inzâl” /indirmek” rivâyeti sahîh veya Sünenü’n-Nesâî’deki Ebû Hureyre hadîsinin sahîh olduğuna muttali olan kimse diğer rivâyetlerde isnâd-ı Mecâzî murâd edildiğine kesin karar verir. Böylece nüzûl hadîsi onun nazarında Müteşâbihâttan çıkıp muhkem’e dâhil olur.Çünki onu bu Nesâî hadîsine çevirir.''
Şüpheciler özellikle Ehl-i Hadisin ''Teşbihsiz sıfatları kabulünü'' kendilerine çokça delil getirirler.Bu da şüphecilerin yüzünden Ehl-i Hadisin bir takım suçlamalara maruz kalmasına sebebiyet vermektedir. Halbuki İbni Hibban , yed ve kadem sıfatından bahsederken önemli bir konuya dikkat çeker;''Hadis sanatına tam olarak kavramamış kişiler, hadisçilerin bu tür rivayetleri naklettikleri için müşebbiheden olduklarına hükmetmişlerdir.Hiç bir hadisçinin aklına teşbih yapmak gelmemiştir.Bundan Allah'a sığınırım.Bu tür lafızlar temsili lafızlardır.İnsanların daha iyi anlamalarını sağlamak için,keyfiyet kasdedilmeksizin bu tür temsili lafızlar kullanılmıştır.Allah (c.c) hem zatı hemde sıfatlarıyla mahlukata benzemekten uzaktır.(Emir el-Farisi 2/73-74-1/286 İbni Hibban ve Hadis ilmindeki yeri Yüksel Çelik sh.45)Şu hüsnü zanna rağmen azda olsa maalesef kimi aşağıda değineceğimiz eserlerde açıkça Allah'a mekan ,cihet, hareket ve uzuv isnad eden kişilerden rivayetler mevcuttur.Dolayısıyla istiva ve nüzul Allah'ın yu*karıda olduğu anlamına gelmez. Selef yöntemini benimseyerek teşbihi reddet*mekle birlikte bu tür nasların yerine göre bazen te'vil edilmeden murad ne ise olduğu gibi be*nimsenmesi, bazen de sıfatın aslını orta*dan kaldırmayan bir te'vile bavurulması bu konuda tercih edilmesi gereken en geçerli yoldur.
Miraç şüphesine cevap ve diğer imamların görüşleri
Molla Aliyyul-Kari rahimehullah Fıkh-ı Ekber şerhinde diyor ki:-''Şüphe yok ki, İsra makamı, Musa aleyhisselâm'ın mikatından daha üstündür. Nerde kaldı ki Yunus b. Mettâ'nın makamından üs*tün olmasın. Ancak bizim sözümüz, her halde ve her makamda ikisinin yani Hz. Peygamber ve Hz. Yûnus'un Allah Teâlâ'ya yakın*lıklarının eşit olduğudur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:“Nerede bulunursanız Allah sizinle beraberdir.” (57/4)“Biz kula şahdamarından daha yakınız.” (50/16)“Allah, kullarının üstünde galibtir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir.” (6/61)anlaşıldığına göre Allah Teâlâ'nın kulları üzerine yük*selmesi, mekân bakımından yükseklik değil, mertebe ve makam bakımından yüksekliktir. Yani şânı yüce olmak demektir. Ehl-i Sünnet vel-Cemaat âlimleri ile Mutezile, Havariç vesair İslâm taifelerince de durum bu şekilde tesbit edilmiştir. Diğer bidat taifeleri de aynı görüştedir. Ancak, Allah Teâlâ’ya cihet ispat eden Hanbelilerle Mücessime'den bir taife bu görüşte değildir. Allah Teâlâ onların isnad et*tiklerinden uzaktır''- (Aliyyu'Kari Fkhul Ekber Şerhi)
Zamânının tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi Muhammed Zâhid bin Hasen el-Kevserî rahimehullah şöyle yazmıştır-''Cumhur-u ulema, isra ve miraç hadisesinin aynı gecede, hem ruh hem de bedenen ve uyku halinde değil uyanıkken yaşanan bir hadise olduğu görüşündedir. Bu konudaki haberler(de) sahihtir.''- (Muhammed Zâhid el-Kevserî Makâlât, 516. 21-2.)-''Buradaki "urûc" (yükselme), Allah Teala (cc)'ya mekânsal olarak yaklaşma ifade etmez. Çünkü O'na yaklaşmak mesafe katetmekle olmaz. Zira Yüce Allah (cc)"Secde et ve yaklaş" (el-Alak, 19) ve Hz. Peygamber (sav), "Kulun Allah'a en yakın olduğu an, secde anıdır" buyurmuşlardır. ''-(Muhammed Zâhid el-Kevserî 27 Makalât,512.)
Büyük Maliki fıkıh ve hadis alimi Kâdî Ebu'l-Fadl İyaz rahimehullah, Peygamberimizin (aleyhisselam) İsra gecesi Allahü teâlâya yaklaşmasını anlatırken diyor ki:-"Dünüv ve kurb kelimelerinin Allah'a izafeti, hiç bir zaman mekân izafeti veya mesafe yaklaşması değildir. Çünkü Allahü teâlâ, Ca'ferü's-Sadık'ın dediği gibi, mekân ve mesafe gibi mefhumlardan münezzeh ve müberradır. Onun için, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbine yaklaşması demek, O'nun yüksek menzilinin izharı, rütbesinin büyüklüğünün belirtilmesi demektir. O bu sayede Esrar-ı İlahiyeyi müşahede etmiştir. Kudretinin yüceliğini, marifet nurlarını ayne'l-yakin görmüş ve kalbi nurla parıl parıl parlamıştır. Çünkü, bu kendisine Allah'ın bir ikramı, lutfü ve ihsanıdır ki, dünya kurulduğundan bu yana hiçbir kula hatta Peygambere müyesser olmamıştır. "Rabbimiz dünya semasına nazil olur" sözü de böylece te'vil edilir. Yani, O'nun fadlı, ihsanı ve hüsnü kabulü dünyaya nazil olur, demektir." -(Şifa-i Şerif, Bedir Yayınevi, s.203-204.)
Hâfız Celâleddîn Süyûtî rahmetullahi teâlâ aleyh diyor ki:"Allahü teâlâ hareket ve intikâlden [yer değiştirmekden] münezzehdir." (Şerh üs-Sudur ["Kabir Alemi" ismiyle tercüme edilmiştir], Kahraman Yayınları,s.392; Ayrıca bkz. Mevlânâ Muhammed Fadlurresul, Tashih'ül Mesail, Berekât Yay., İst, 1976, s.143)
Yine Hâfız Celâleddîn Süyûtî diyor ki:-"Fevk [üst] kelimesi de müteşâbih kelimelerdendir. (O kullarının fevkınde yegâne kudret ve tasarruf sâhibidir) (En'am, 18), (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) (Nahl, 50) meâlindeki âyet-i kerîmelerindeki fevkaniyet, bir cihet [yön] ifade etmeksizin yükseklik ma'nâsındadır. (...biz onların üstünde kâhir kimseleriz) (Araf, 127) meâlindeki âyetdeki Firavn'ın sözüyle, mekân yüksekliği kasdetmediği açıkça ortadadır."- (el-İtkan, Madve Yayınları, c.2, s.20)"[(Rahmân Arş üzerine istivâ etdi) meâlindeki] Tâhâ/5, [ve meâlleri muteber tefsirlerden okunabilecek] Kasas/88, Rahmân/27, Tâhâ/39, Fetih/10, Zümer/67 gibi âyetler Allahü teâlânın sıfatıyla ilgili müteşâbih âyetlerden bazılarıdır. Selef uleması ve ehli hadis dahil, Ehli sünnetin cumhuru bu âyetlere iman eder, murad edilen ma'nâları Allah'a bırakır, bunların zahiri ma'nâlarından Allah'ı tenzih ederek tefsirinden kaçınır."(el-İtkan,Madve Yayınları,c.2, s.15)
İmam-ı Kastalâni rahimehullah Mirac'ı anlatırken diyor ki:-"Cenâb-ı Hakkın huzuru, ilim, irade ve kudretiyledir. Başkalarının huzuru gibi değildir. Zâtına özel mekân yoktur, O mekândan münezzehdir.... Allahü teâlâ mekândan münezzeh iken o Hazreti göklere çıkarması sırf kendisini ululamakla bazı acayip (görülmemiş) mülk ve melekutunu gezdirip göstermek içindir."- (Mevahibu Ledunniye, Hisar Yayınevi, İst., c.2, s. 22)
Ebû Mensûr-i Mâtürîdî rahimehullah diyor ki:"Allahü teâlâya mekân isnad etmek şirktir." (bkz. Dr. G. F. Haddad, The Refutation of Him Who Attributes Direction to Allah, Aqsa Publications, Birmingham, UK, 2008; s.16)
Molla Aliyyülkârî Mirkat-ul-Mefatih'de (1892 baskısı, 2:137 = 1994 baskısı, 3:300) der ki:-"Seleften bir cemaatın tamamı ve ayrıca daha sonra gelen âlimler de dediler ki: Allahü teâlânın belli bir fizikî yönde olduğuna inanan kâfirdir. Bunu açıkça ifade eden el-Irakî, Ebu Hanife'nin, Malik'in, Şafiî'nin, Eşarî'nin ve [İbni] Bakıllanî'nin ortak görüşünün bu olduğunu söylemiştir."Aliyyül Kârî bu fetvayı Fıkh-ı Ekber Şerhi'nde (1984 İlmiyye baskısı, s. 57) ve Şerhi Aynul İlim'de (1989 baskısı, 1:34) tekrar etmiştir. (bkz. Dr. G. F. Haddad, a.g.e. s. 253.)
İmam Subki rahimehullah diyorki;“Aralarından itizal ve tecsim düşüncesine sapanlar hariç, Allah’a hamd olsun ki bu dört mezhebe tabii olanların itikatları aynı hak üzeredir, selef ve halef ulamasının hüsnü kabul ile karşıladıkları Ebu Cafer et-Tahavî’nin akidesini benimserler.” (Tacuddin Abdulvehhap Subki Muidü'n-Niam)
Hanefî fıkıh alimlerinden, İmam Ebû Cafer et-Tahâvî rahimehullahın yazdığı ve mezhebin üç büyük imamının (Ebu Hanife,Ebu Yusuf ve Muhammed) itikadî çizgisini yansıtan "Akîde"de şöyle denmektedir -''Allahü teâlâ, varlığı için birtakım sınır ve son noktalar bulunmasından, erkân, aza ve edevattan yüce ve beridir. Mahlukatı ihata eden altı yön(ön-arka-üst-alt-sağ-sol) O'nu ihata edemez."-(Akîdetü't-Tahâviyye)
Bu eserin şerhinde Abdülganî el-Guneymî el-Meydânî'nin izahı şöyledir:"Allahü teâlâyı altı yön ihata edemez. Zira Allahü teâlâ o altı yönü yaratmadan önce de var idi ve O, önceden nasıl idiyse şimdi de öyledir. Diğer varlıklar ise böyle değildir…" (el-Meydânî, Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviyye, 75; bkz. Dr. E. Sifil, Milli Gazete,7 Ocak 2006)
Hasan Kâfî el-Akhisârî de şu izahı yapar:"Çünkü altı yön muhdestir [sonradan meydana gelmiştir] ve altı yön tarafından ihata edilmiş olmak, muhdes alemin özelliklerindendir. Allahü teâlâ ise kadîmdir. O var iken ne mekân, ne zaman, ne üst, ne alt, ne de başka birşey vardı! Altı yönün sair mahlukatı ihata etmesi gibi herhangi bir şey O'nu içine alamaz, ihata edemez. Bilakis ilmi, kudreti, kahrı ve saltanatı ile O her şeyi ihata eder; gökte ve yerde O'nun ilminden zerre miktarı bir şey bile gizli kalmaz.." (Hasan Kâfî el-Akhisârî el-Bosnevî, Nûru'l-Yakîn fî Usûli'd-Dîn, 157; bkz. Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 7 Ocak 2006)
İskilibli Âtıf Efendi rahimehullah Mir’atü’l-İslam risalesinde şöyle diyor:-“Mekândan, sağ, sol, arka, ön, alt, üst gibi cihetten ve yerlerde, göklerde bulunmaktan münezzehdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak her yerde hâzır ve nâzırdır demek, ilm-i ilahisi her şeyi ihata edicidir, demektir. Yoksa zat ve vücudu her yerde hâzır ve nâzırdır, demek değildir. Çünkü buna itikad küfürdür. Cenâb-ı Hakkın mekândan münezzeh olduğunu isbat için deriz ki: Mekân, duracak mahal demektir. Bu dünyanın maddesi ve kendisi yaratıldıktan sonra mekân da vücuda gelmiştir. Halbuki dünyanın kendisi ve maddesi [ve yıldızlar ve gökler] ve mekân yokken Cenâb-ı Hak mekânsız olarak vardı. Madem ki mekân yaratılmazdan evvel Cenâb-ı Hak mekâna muhtaç değildi, mekânsız olarak var idi. Mekân yaratıldıktan sonra da ona ihtiyacı yoktur. Binaenaleyh, mekândan münezzehdir.”- (bkz.Çile Yayınevi'nin "Frenk Mukallitliği ve İslam" kitabı, s.154)
İmam eş-Şâfi'î rahimehullahü teâlâ el-Fıkhu'l-Ekber isimli eserde şöyle der: "Eğer "Allahü teâlâ, "Rahman Arş'a istiva etmiştir" buyurmuştur" denirse şöyle cevap verilir:-"Bu (türlü) ayetler bunlara ve benzerlerine, ilimde derinleşmek arzusunda olmayan kimseleri cevap vermede şaşkınlığa sürükleyen müteşabihattandır. Yani bu kimseler bu türlü ayetleri olduğu gibi kabul edip, araştırma yapmamalı ve bunlar üzerinde konuşmamalıdır. Çünkü kişi ilimde rüsuh (derin kavrayış) sahibi olmadığı zaman şüpheye ve vartaya düşmemekten emin olamaz. Onun, Allahü teâlâ'nın sıfatları hakkında, zikrettiğimiz gibi inanması gerekir. Allahü teâlâyı hiçbir mekân ihata edemez. O'nun üzerinden zaman geçmez. O, hudut ve son noktalara sahip olmaktan münezzehtir; mekân ve yönlerden müstağnidir. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (42/eş-Şûrâ, 11)''- (İmam eş-Şâfi'î, el-Fıkhu'l-Ekber, 17. Not: "Fuad Sezgin hoca Târîhu't-Turâs'da (I, 491) Ezher kütüphanesinde bu eserin hicrî 292 yılında istinsah edilmiş bir nüshasının bulunduğunu belirtir." -Dr. E. Sifil, Milli Gazete - 8 Ocak 2006)
İmamlığı üzerine icma olan Iz b. Abdusselâm rahimehullah tenzihi sıfatlar listesinde derki;-“Allah araz ve cisim değildir. Herhangi bir şekle bürünmüş ve sınırlandırılmış bir cevher olmadığı gibi, herhangi bir yön ve mekanla da sınırlı değildir. Hiçbirşey O’na benzemez, hiçbir şey de O’na benzetilemez”-.(İz b.Abdusselâm, Mülhatü’l-Itikâd, s.17.)
İmâm Ahmed b. Hanbel rahimehullahü teâlâ'ya gelince el-Hallâl, onun şöyle dediğini nakletmiştir: "Allah Teala Arş'a, kendisi için bir sınır söz konusu olmaksızın, sıfatsız (keyfiyetsiz) olarak, vasfedilmeyecek bir tarzda, dilediği gibi ve dilediği şekilde istiva etmiştir."[Bunu el-Kevserî, el-Hallâl'ın es-Sünne'sinden nakletmiştir. Bkz. İbnu'l-Cevzî'nin Def'u Şübehi't-Teşbîh'i, 28 -1 nolu dpnt).
Özellikle İmam Ahmed rahimehullah'n mezhebine müntesip olduklarn iddia eden bazı aşırı kimselerin, teşbih ve tecsim ifade eden itikatlarını ona nisbet etmeleri, o büyük imama iftiradan başka birey değildir.İmam Ahmed rahimehullah'ın itikadî görüşleri ve bilhasse müteşabih ayet ve hadisler konusundaki kanaati, İbnu'l Cevzî'nin "Def'u Şübehi't-Teşbîh"inde ve Takiyyuddîn el-Hısnî-'nin "Def'u Şübehi Men şebbehe ve Temerred ve Nesebe Zâlike ile's-Seyyid el-İmâm Ahmed" isimli eserlerinde bütün netliği ile ortaya konmuştur.
İmâm Beyhakî, Menâkıbu Ahmed İbni Hanbel’de, Hâkim’den, O, Amr b. Semmâk’dan, O, Hanbel’den rivayet etmiştir ki; Ahmed İbnü Hanbel ;وَجَاءَ رَبُّكَ= "Rabbın geldi" (Fecr:22) ayetini "Rabbının sevâbı geldi" şeklinde te’vîll etmiştir.Sonra Beyhakî ِşöyle demiştir:Bu üzerinde toz bulunmayan, sağlam bir isnaddır.[İbnü Kesîr, el-Bidâye:10/327]
İmâm Beyhakî, Menâkıbu Ahmed’de senediyle beraber şöyle rivâyet etmiştir:-'' Hanbel İbnu İshak anlatıyor: Amcamı -Ebu Abdillah Ahmed İbnu Hanbel’i kasdediyor- şöyle derken işittim: Emiru’l-Mü'minîn'in sarayında münâzara edildiği zaman bana karşı hüccet ileri sürüldü ve dediler ki, Kıyamet Günü’nde Bakara ve Tebâreke sûreleri gelecek. Onlara dedim ki; ‘Kıyamet Günü’nde Bakara ve Tebâreke sûrelerinin gelmesi’ demek, sadece ‘sevâbın gelmesi’dir. Çünki Allah Teâla buyurduki ;وَجَاءَ رَبُّكَ=/‘Rabbın geldi’ buyurdu. Burada sadece ve sadece ‘Rabbinin kudreti geldi, Kur’ân ve benzeri şeyler, vaazlar ve nasîhatler geldi’', demektir.''-
İmâm Beyhakî şöyle dedi: -''Bunda delil vardır ki, Ahmed İbnu Hanbel, Kitâb’da/Kur’ân’da gelen ‘Allâh’n gelmesi’ ve Sünnet’le gelen ‘nüzûl’/‘Allah'n inmesi’ ile murad edilenin intikal/‘bir yerden bir yere gitmek’, yani cisimlerin zâtlarnn intikâli gibi bir mekândan bir mekâna intikâl olmadığına inanmaktadr; O, Allah celle celâlühû’nun âyetlerinin yani kudretinin alâmetlerinin zuhûru ma’nâsından ibârettir. Zira onlar (Bid’at ehli), ‘Kur'ân Allah’ın kelâmı olsaydı, Allah’ın zâtî sfatlarından bir sıfat olsaydı, gelmek onun içün düşünülemezdi’ diyorlar. Ahmed ibnu Hanbel de onlara ِşöyle dedi: ‘Okunmasının sevâbı gelecektirki, o gün bunu açıklamak isteyecektir. işte bu sebeble, onu ‘ortaya çıkarma’sını, ‘gelmek’ kelimesiyle ifâde etti.''- (Nakil Bitti.)
Sadece şu rivayetler İmâm Ahmed ibnu Hanbel hazretlerinin sıfat âyetleri ve sıfat hadîslerini bir mekânda yer tutmak olarak anlamadığının delîlidir.
İmam Beyhaki derki,''Siz nerede olursanız olun o sizinle beraberdir '' mealindeki ayetin açıklaması ise ''Allah ilmi ile sizinle beraberdir '' ''Allah zatı ile beraberdir anlamında değil''. (''El-itikad ala Es-Selef-Ehlüs-Sünneti ve'l-Cemeaa'' sh.55 Yaynevi ;Dar el-kutub el-ilmiyyeh 2.)
İmam-ı Kuşeyrî rahimehullah diyor ki:"Ebû Bekr-i Şiblî rahime-hullahü teâlâ dedi ki: "Tek olan Allahü teâlâ[nın] (El-Vâhid) harflerden (el-hurûf) ve sınırlardan (el-hudûd) evvel [var olduğu] bilinir." Şiblî'nin bu sözü kadîm olan Allahü teâlânın zatı için bir sınır ve cihet, kelâmı için harf ve ses bulunmadığını sarih olarak ifade etmektedir." (Kuşeyrî Risalesi, Dergah Yayınları, İst., 1978; s.66)
Tefsîr ilminin büyük üstâdı Kâdî Beydâvî (vefatı m. 1286) rahimehullah diyor ki:"Edille-i akliyye ile kat'î surette sabittir ki, Cenâb-ı Hak cismiyyet ve tehayyüzden [bir mekânda yerleşmiş olmaktan] münezzehdir." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 7. Baskı, DİB Yayınları, Ankara, 1982; 4. cilt, s. 115).
Kâdî Beydâvî, Bakara/210 tefsirinde diyor ki:"(Allah'ın gelmesi)nden murad, emrinin gelmesi veya azâbının gelmesidir."
Kâdî Beydâvî, Bakara/255 tefsirinde de diyor ki:"Allahü teâlâ bir mekânda bulunmakdan ve âleme hulûl etmekden münezzehdir."
Büyük tefsîr âlimi İmam-ı Razî (vefatı m. 1209) rahimehullah Bakara suresi tefsirinde diyor ki:"Allah'ın yüceliği, mekân ve cihet bakımından yücelik değildir... Allahü teâlâ, yüceliğinin mekân itibariyle olmasından son derece münezzeh ve berîdir." (Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/422-423)
İmâm Buharî, Sahîh'inde, ;كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ=/‘O’nun vechi dışında her bir şey helak olacaktır âyetinin tefsîrinde ;وَجْهَهُ= kelimesini ;إِلَّامُلْكَهُ=/illâ mülkehû/mülkü müstesnâ diye tefsîr etmiştir ve şöِyle demiştir: Ve yine denilir ki, ‘Kendisiyle sadece Allah'ın vechi, yani mülkü/mülkiyet ve iktidârı murâd edilen müstesnâ’.[Buhârî, Sahîh (6/17)
İmâm Buhârî burada vech kelimesini kesin bir şekilde mülk ma’nâsına taşımakla yine sıfat ayetlerinde mecâza dayanan bir te’vîl yapmıştır.İmâm Buhârî ;مَا مِنْ دَابَّةٍ إِلَّا هُوَ آَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا=/‘hiçbir canlı yoktur ki, ancak O, onu nasyesinden/perçeminden tutmuş olmasın’[Hûd:56] âyetinin tefsîrinde ;فِي مُلْكِهِ=/‘onu mülkünde ve sultanında tutmuştur’, demiştir. (Buhârî, Sahîh (5/2)
İbni Hacer Fethu'l Bari'de derki;''İmam Buhârî gülmenin ‘rahmet’ mânâsında olduğunu söylemiştir. ‘Rızasıdır’ şeklinde mânâlandırılması daha doğru olsa gerektir''
İmam- Kurtubî rahimehullah tefsirinin çeiştli yerlerinde diyor ki:-"Bu konuda uyulması gereken kural ise, yüce Allah'n hareketten, intikalden ve mekân işgal etmekten tenzih edilmesinden ibarettir." (En'am 3 tefsirinde) "Hadis-i şerifte geçen: "Allah onlara ... suretinde gelir" ifadesindeki anlamı, Allah onlara imtihan olmak üzere bir suret gösterir, demektir. Bu ve buna benzer Kur´ân-ı Kerîm´de vesair haberlerde gelen ifadelerin intikal, hareket ve zeval gibi anlamlara çekilmesi caiz değildir.Çünkü bu gibi şeyler yer kaplayan ve cisimlerin niteliklerindendir. Yüce ve büyük olan Allah, bundan münezzehtir. Cisimlere benzemekten oldukça yüce, celal ve ikram sahibidir." (Bakara 210 tefsirinde) "Yüce Allah'ın: "Kullarının üstünde kahir olandır O" buyruğundaki kahır, galebe demektir. Kahir de galip gelen demektir. Kişi, kahredilen ve zelil kılınan haline düşürülecek olursa, denilir. Şair de der ki: 'Husayn kavminin önder olmasını temenni etti. Ama Husayn, akşam zelil kılınmış ve kahredilmiş etti.'' Kahredildi, yenik düşürüldü, mağlûb edildi anlamındadır.''Kullarının üstünde'' buyruğunun anlam ise, onlara kahir olmak ve galip gelmek suretiyle onlardan üstün olmak anlamındaki bir üstünlüktür. Yani onlar, onun müsahhar kılması, emir ve hükmü altndadırlar. Yoksa buradaki üstünlük mekânî anlamdaki bir üstünlük değildir. Nitekim: Sultan raiyesinin üstündedir derken, mevki ve rütbesi itibari ile üstündür anlaşılır." (En'am 18 tefsirinde)-
Raviyetü'l Asr Alleme Kevserî:-'' Kur'an'daki ilâhî kelam şudur: ’O’dur kullar üstünde kâhir olan’.(İşte şüphecilerin delil getirdiği bir başka ayette budur.Bakınız Alleme Kevseri nasıl cevap veriyor Allah, Kıptîler hakkında, ''Şübhesiz biz (Kıptîler), onlar (İsrâil oğulları) üzerinde kâhirleriz'' buyurmaktadır. Bir cismin, başka bir cisim üzerine binmesi mümkin olmasına rağmen, (bu âyetten), Kıptîlerin Benî isrâîl’in omuzları üzerine bindiğini anlamak, haya perdesini yırtmak olan şeylerdendir. Ya bu, cisimden ve cisimle alakalı olan şeylerden münezzeh olan Hak Teâla hakkında nasıl düşünebilir?. Allah’ın “mekan üstünlüğü” ile kulların üstünde olduğuna itibar etmek, ayetle alakası olmayan bir ilhattır, haktan dönmektir. Allah’ın zâtının göklerden birinden ve her bir mekandan üstün olduğuna itibar etmek de aynı derecede sapıklıktır. Kurân’da bunu zayıf bir zanla gösteren ayet nerede?… İstivâ ile, Mücessime’nin şeyhi Mukatl b.Süleymân’a uyarak “istikrar”/yerleşmek murad ediyor idiyse, ayet bu hususta susmuş bir şey dememiştir.''-(“Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim min Nûniyyeti ibni’l-Kayyim”)
İmam Nesefi rahimehullah akidesinde diyor kiAllah) Araz, cisim, cevher değildir.şekillendirilmiş, sınırlandırılmış, adetlenmiş, kısımlara ayrılmış, cüzlere bölünmüş, terkib edilmiş (birletirilmiş) ve sonu olan değildir. (Sınırlar ile kuşatılmış değildir.)Nasllki ile, nicelik ile vasıflanmaz. (Aslı ve hakikati bilinmez) Bir mekanda yerleşmez, üzerine zaman akıcı olmaz, (zaman ve mekan sınır altna girmemiştir.) Hiçbir şey ona benzemez. ilminden ve kudretinden hiçbir şey çıkamaz. (Her şeyi ilmi ve kudretiyle kuşatmıştır)
İmam-ı Birgivî rahimehullah diyor ki:-"Bir kimse (Allahü Teâlâ gökte benim şahidimdir) dese kâfir olur.Zira [Allahü teâlâya mekân isnad etmiş olur] Allahü Teâlâ mekândan berîdir."- (Birgivi Vasiyetnamesi, Bedir Yay., s.52)
Kâdîzâde Ahmed efendi rahimehullah, İmam- Birgivî’nin kitabının şerhinde şöyle diyor:“Gökte ve yerde değildir, mekândan münezzehdir. ..Mekân ve zaman O’nun şanına muhaldir. ..Sağda, solda,önde, arkada, üstte ve altta değildir....Allahü teâlâ cisim ve cismanî olmakdan münezzehdir. Bir tarafda [cihette] olmaktan da münezzehdir. ..İbni Teymiyye ve yolundakiler, Allahü teâlâ üst taraftadır dediler.” (Birgivî Vasiyetnâmesi Şerhi, Bedir Yayınevi, s.24; ayn zamanda bkz. Birgivî Vasiyetnâmesi, Bedir yaynevi, s. 14).
Allâme İbni Hacer el-Heytemî rahimehullah diyor ki:-"(Göklerde oturana inandım) dese câiz olmaz, çün*kü bu ifadede Allah'a mekân isbatı vardır. Allahü Teâlâ göklerin de ilâhıdır, yerlerin de ilâhıdır. Bunun için Allah'a cihet isbat çoğunluğa göre küfürdür. Küfrü ifade eden bir kavram ise iman alâ*meti olamaz."- (Ez-zevâcir An İktiraf'il-Kebâir, Kayhan Yaynlar, İstanbul, 1997; s. 73)
Yine İbni Hacer el-Heytemî rahimehullah diyor ki:-''Yahudinin birisi hazret-i Ali'ye (radıyallahü anh): "Allahmızın varlığı ne zamandandır?" deyince, Hazret-i Ali'in rengi değişip dedi ki: "Hiç bir mekân ve varlık yokken, o keyfiyetsiz olarak vardı. Zaman bakımndan hiç bir evveli ve sonu yoktur. Ondan başka her şeyin sonu gelir." -(Es-Savâiku'l-Muhrika, Bedir Yayınevi, s.297)
Hanefi âlimlerden İmam Murteza ez-Zebidi “İthaf es-Sâdeti'l Muttekîn” adlı kitabında diyor ki: “Allâh-u Teâlâ, bir halden bir hale değişmekten veyahut bir yerden bir yere geçmekten münezzehtir. Bu âlemin içinde veya dışında bulunmaktan da münezzehtir. Bir şeyle yapışık veya bir şeyden ayrık olmaktan da münezzehtir.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı rahimehullah diyor ki,’’Ne göklerde ne yerlerde ne sağu sol ne ön ardda, Cihetlerden münezzehtir ki olmaz hiç mekânullah.’’
Muhaddis İbni Hibban rahimehullah diyor ki ''Allahu teala herhangi bir hadle snrlandırılmaktan münezzehtir''. (İbni Hibban Sikat 1/1) Sırf bu sebebten müşebbihe taraftarlarınca İbni Hibban'ın Sicistan'dan sürülüp çıkarılması olayı meşhurdur.(Tabakatu'-Şafi'iyye II,141)
Bediüzzaman Said Nursi rahimehullah diyor ki;;..Ve Kainatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şahadetiyle hiçbir şey,hiçbir hal,daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya...ve hiçbir mekanda olmadığı halde,herbir yerde ve herbir mekanda kudretiyle,ilmiyle hazır ola... ve her şey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde,O ise her şeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u zülcelalin elbette hiçbir cihetle misli,naziri,şeriki,veziri,zıddı,niddi olmaz ve olması muhaldir.(Lem'alar-342)
Müceddid-i Elfi Sani İmam Rabbâni rahimehullahü teâlâ Ehl-i sünnet itikadını şöyle izah ediyor:-"Noksân sııfatlar, Onda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin, cisimlerin, arazların, ya'nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır. Allahü teâlâ, zamanlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafda değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. Bir şey bilmiyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunlarn hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi?...Allahü teâlâ, madde değidir, cisim değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi') ya'nî geniş deriz. Fakat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Ya'nî herşeyi çevirmişdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karîb)dir. Yakındır ve bizimledir. Fekat, bizim anladığımz gibi değil! Onun vâsi', muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbireyle ittihâd etmez, birlemez. Hiçbirey de Onunla birlemez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O da, bireye hulûl etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yokdur. Kadın, çocuklar yokdur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğunu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, nümûnesi, olamaz. şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardr. Bildirdiği sıfatlar da vardır. Fakat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. insanlar Onu anlayamaz."- (Mektubat, 2.cilt, 67.mektup)
Gavsül Azam Abdülkadir Geylani rahimehullah diyor ki;''Hamd o Allah’a ki, nicelik ve niteliği O nitelemiş ve kendisi nicelik ve nitelikten pak ve münezzeh kalmıştır. Zaman ve mekanı O yaratıp meydana getirmiş ve kendisi zaman ve mekan kaydından pak kalıp izzet ve şerefle saltanat kurmuştur, (îl-miyle, kudretiyle, rahmet ve inayetiyle) her şeyde mevcud olmuş ve fakat zarfiyetten münezzeh ve mukaddes kalmıştır. Her şeyin yanında hazır olmuş ve fakat bir şeyin yanında mekan tutmaktan çok yüce kalmıştır.''( Füyüzat-ı Rabbaniye)
Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi'nde şöyle yazılı:"Cumhûr-ı ulemâ, Zât- Bâri için cihet kabulünü çirkin gِörmüşlerdir." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve şerhi, 7. Bask, DB Yaynlar, Ankara, 1982; 4. cilt, s. 114).Alimlerin kahir ekseriyeti Allahü teâlânn bir mekânda veya cihette bulunmaktan münezzeh olduğunu bildirmişlerdir.
Ayetlerin zahirini almakla meşhur İbni Hazm- Zâhirî bile bu icmayı yazmaktadır:"Allahü teâlâ asla mekânlı veya zamanlı değildir. Cumhûr- ulemânn ve bizim de duruşumuz budur ve buna aykırı bir gِörüş câiz değildir, çünkü bundan başkası yanlıştır." (el-Fısal fi'l-Milel, 2:125; bkz. Dr. G. F. Haddad, a.g.e., s. 17)
İmam Müfessir Fahruddin Er-Razi, Tefsirinde şöyle diyor: “Allâh-u Teâlâ’nın mekân, yön ve barınmaktan münezzeh olduğuna icmâ edilmiştir.” (Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları )
Âbdul-Kâhir el-Bağdâdî El-farku beynel-fırak 'da derki;''Onlar (âlimler) O’nu (Allâh’ı) mekân kuşatmadığına ve O’na zaman cereyân etmediğine dâir icmâ etmişlerdir''. Onlar(Ehl-i Sünnet), âfetler, sıkıntılar, acılar ve lezzetlerin O'ndan uzaklığı ve O'nda hareket ve hareketsizliğin bulunmadığı hususunda birleşmişlerdir. Bu, O'na hareketi caiz gören görüşleri ve Onun mekânının, O'nun hareketinden doğduğu şeklindeki iddialarından dolayı Râfıza'dan Hâşimiyye'nin inanışı*na aykırıdır Onlar (Ehl-i Sünnet), Âlemin Yapıcısı'nın sonlu ve sınırlı olmaktan uzak olduğunu söylediler (Mezhepler Arasındaki Farklar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları)
Akaid konusu gerçekten son derece önemli ve hassastır. Uhrevî selametini düşünen bir kimsenin bu meselede ifrat-tefrit dengesizliğine düşmeden, sorumlu olduğu kadarıyla bilgi sahibi olmaya çalması, ilminin yetmediği, kapasitesini aşan hususlara girmemesi ve özellikle de bu sahada şahsî kanaatleriyle fikir beyan etmekten uzak durması gerekir.İmam Ebû Hanîfe, "Doğu tarafından bize iki bid'at geldi:Cehm'in (Cehm b. Safvân) ta'tili ve Mukâtil'in (Mukâtil b. Süleyman) teşbihi"[İbn Hacer, Tehzîbu't-Tehzîb, X, 251.] derken şu noktaya dikkatimizi çekmiştir:Allah Teala'nın sıfatlarını inkâr ifrat, mahlukatın sıfatlarına benzetmek ise tefrittir.Başta Sahabe olmak üzere "Ehl-i Sünnet-i hassa" dediğimiz Selef ulemasının tavrı, müteşabih ayet ve hadislere varit oldukları gibi iman ve anlamlarını Allah Teala'ya havale etmek şeklindedir ve aslolan budur. "Ehl-i Sünnet-i amme" dediğimiz müteahhirun ise, yakin seviyesindeki azalma ve muhtelif cereyanlar sebebiyle imanî meselelerde şüphelerin artması gibi sebepler dolayısıyla bu türlü ayet ve hadisleri muhkem nasslar doğrultusunda ve sahih Arap dilinin ölçüleri içinde tevil etmiştir .Meselenin temeline tenzih ayetlerinin yerletirilmesi ve diğerr ayet ve hadislerin bu doğrultuda anlaşılması en sağlam yoldur.
Bu ifadeler açıkça göstermektedir ki, -Ümmet-i Muhammed'in imamları, gerek müteşabihat alanına giren hususlarda olsun, gerekse diğer itikadî konularda olsun, tümüyle aynı çizgidedirler. Bilmeyerek, (iyi niyet düşüncesiyle) batıl inançların peşinde gidenler, bilerek küfrün yayılmasına sebep olanlara yardm edebilmektedirler.Bu grup iyi bilsin ki,özellikle şu hakikatleri duyduktan ve gözle gördükten sonra Hakkın ve doğrunun yannda yer almamak ise çok daha büyük bir felakettir. Müteşabihatın Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) tarafından, sonraki asırlarda görüldüğü şekliyle münakaşa ve cidal konusu yapıldığı bilmiyoruz.Onlar nasslarda nasıl gelmişse öyle iman eder, ötesini soruşturmazdı.O'nu, zâtında sıfatında, esma ve ef'âlinde mutlak ve en üstün kemal sıfatlar ile tavsif ederler.İşte Al*lah hakkında ve birinci şehâdet, budur. Dolayısıyla bu meselenin ـÜmmet-i Muhammed'in gündemine gelmesi Tabiun, ağırlıklı olarak da Teb-i Tabiin dönemine ve sonrasına tesadüf eder.Tabiun döneminde islam coğrafyasının sınırlarının bir hayli genişlemesi ve yabancı kültürlerle ile yoğun ve hızlı temas sürecinin başlamasıyla birlikte ,islam inancına yabancı olan bir takım unsurların bünyede yer etmeye başlamıştır.Evet, Haşviyyye/ Mücessime ve Müşebbihe'nin bir selefi vardı,lakin bu ümmetten değildir.Bilhassa eski Roma ve Yunan inancı ile Ortadoğu kültüründe bulunan teşbihi tanrı anlayışının ,Yahudulikte olduğu kadar Hristiyanlıkta da büyük etkileri gözlenmektedir.Bazı İalami fırkalarda doğal olarak bunlardan etkilenmiş ve bu etkileşim sonucu geliştirmiş oldukları teşbihi anlıyışlarını,nasslarda yer alan haberi sıfatlar ile destekleme yoluna gitmişlerdir.
Soru;"Eğer teşbih belası İslam dünyasına yabancı bir coğrafyadan girmiş ise bir takm Hadis imamının eserlerinde gِördüğümüz rivayetler nedir?"
Cevap;
1. Bu bela islam dünyasna girdikten ve maalesef ayağı yer tuttuktan sonra derlenen kimi eserlerde "mana ile rivayet" olgusu hayli baskn olarak karşımıza çıkmaktadır.
Belagatin zirvesinde bulunan Efendimiz (s.a.v)'den -özellikle böyle hassas bir konuda– sadır olan her kelimenin özenle muhafaza edilerek herhangi bir değişikliğe uğratılmadan aynen nakledildiğini söylemek hayli zordur. Bu, konuyla ilgili rivayetler içinde senedi sahih olanlar için genel olarak böyledir.
2. İlgili rivayetlerin belli bir yekûnu Hadis Usulü kriterleri doğrultusunda sahih değildir.(Bazı kimseler, Ehl-i Sünnet'in kılıçlarından korktukları için kendi habis akidelerini ihtiva eden sözleri Ehl-i sünnet ulemasına nisbet etmiş ve onların arkasına da gizlenmişlerdir....")
3. Seneden ve metnen sahih olanlaırn da delaleti kat'î değildir.Bir kaç Hadis imamının bu tarz rivayetleri eserlerinde zikretmiş ve medlullerini "itikat edilmesi gereken hususlar" olarak görmüş olması, meselenin öyle kabul edilmesini gerektirmez. Bir ilim dalında otorite olan bir alimin, ayn seviyeyi başka ilim dallarında ayn başarıyı tutturamamasında şaşılacak bir durum yoktur.Nitekim nice Kelam alimi biliyoruz ki, eserlerinde yer verdiği rivayetler hayli tartışmalıdır.Hayatını Kelamî meselelerde derinleşmeye adamamış bir alim için elbette böyle bir sonuç şaşırtıcı değil.İbni Kuteybe'nin itiraf ettiği gibi ''İlmin bir dalında ilerleyen bir kimsenin diğer dallarda ayağının kayması kınanamaz''.. Aynı şey birçok Fıkıh alimi için de geçerlidir. Dolayısıyla bir çok Hadis aliminin, Akaid/Kelam sahasına yeteri kadar sarf-ı mesai etmedikleri için, eserlerinde yer verdikleri rivayetlerin mana ile nakledilip edilmediğini,mana ile nakledilmişse ne türlü arzalara sebebiyet verdiği konusunda Akaid/Kelam alimlerinde gördüğümüz hassasiyet ve titizliği gösterememiş olmasını normal karşılamak gerekir.
Nitekim İbn Huzeyme'nin, konuyla ilgili eserler listesinin başında yer alan Kitâbu't-Tevhîd'i hakkında öğrencisi Ebû Sehl es-Su'lûkî, "Hocamız ihtisas sahası olmayan bir konuya girdi" demiştir.[el-Beyhakî, el-Esmâ ve's-Sfât,18.] Kevserî İbnü Huzeyme’nin büyük bir Fıkıh ve Hadîs âlimi olduğunu itirâf eder lâkin, onun İlm-i Kelâm iyi bilmediğini itirâf ettiğini muhaddislerin imâmlarndan İmam Beyhakî’nin isnâdıyla yaptığı rivâyete dayanarak söyler. (El-Esmâ ve’s-Sfât: 340/267-8)) Cerh-Tadil sahasının otaritelerinden İbni Ebi Hatim İbni Huzeyme'nin ,Kelam ilmini alakadar eden hususlarda sarf-ı kelam ettiğini duyunca şöyle tepki vermiştir;''Kelam ilminden (İbni Huzeyme) Ebu Bekr'e ne? Ona da bize de yaraşan, tahsil etmediğimiz sahalarda konuşmamaktır.''(El-Esmâ ve’s-Sfât:269)Yine dilimize çevrilmiş bu tür rivayetler yapan Zehebi'nin 25 yanda İbni Teymiyye'nin etkisinde kalarak yazdığı ve daha sonra içerisinde güvenilmez ve şaz görüşlerin bulunduğunu ve kendisinin bundan beri olduğunu sِylediği el-Uluvv adlı eseri mevcuttur.(Lübnanl Dr.C.Fuad'n makalesinde Kitab kopyalayarak çoğalltan hadisçi İbni Nasruddin Dımaşki'den ,Murat Yazıcı) Talabesi Tâcuddîn es-Sübkî de hocas ez-Zehebî hakknda benzer bir tesbitte bulunmuştur:"Gerçek şu ki hocamz lafzların delaletleri konusunda yeterli birikime sahip değildi."Yine bu eserin tahkikini yapan Elbani, Peygamberimizin (güya) Arş'n üzerinde oturacağını söyleyen rivayetleri Zehebi'nin eserinde zikrederken ''Muhalefet etmekle etmemek arasında tereddüt gösterdiğini '' itiraf etmektedir.(Bkz.Zehebi el-Uluvv li'l Aliyyi'l-Azim Ümmül Kurra sh.260)
Yine Osma Said Darimi ve Abdullah b Ahmed 'in şüpheciler tarafından basılan eserlerinde acayip görüşler mevcuttur. Eyne Allah hadisine sarılarak Allah'u teala'nın yukarıda olmadığına inananın mümin olamayacağını (er-reddu ala’l cehmiyye 271) Allah'u tela'nın haşa sınırı olduğunu itiraf etmeyen kimselerin kafir olacağı (Nakzu'd Darimi,23-4)),Ölülerin hareket edemeyeceğini elHayyyul Kayyum olan Allah'u teala'nn dilediği zaman hareket edeceğini dilediği zaman kalkıp oturacağını (age sh.20) dilerse sivrisineğin sırtına yerleşeceğini ve sineğin onu tayacağını (age 85)İbni Teymiyye ve İbni Kayyım'ın Allah'u teala hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye etmeleri bir tarafa günümüzdeki bir takm şüphecilerinde bu kitabı'' Selef-i Salihin akidesi ''adlı (Guraba yayınları) kitabın ''Selef-i Salihin akidesi ile ilgili telifler'' bölümün de 2.srada Abdullah b. Ahmed Kitabu's Sünne 'si 38.srada Osman bin Said ed-Darimi 'nin er-Reddu ale’l-Cehmiyye'sini zikretmeleri calibi dikkattir.İstivanın oturmak anlamında olduğunu (Kitabu's-Sünne 11)Güya Katadenin ''Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini beklerler'' ayeti hakkında ''Allah onlara ,buluttan gölgeler içinde gelir.Meleklerde onlara ölüm anında gelir'' demiş.(age,1987) Güya Allahu teala 'nn dağlara ''Muhakkak ki ben sizden biri üzerine iniceğim ''demiş.Dağlar kibirlenince Turi Sina tevazu göstermesine binaen Allahu teala ona şöyle vahyederek ''Tevazun ve benim takdirime rızan sebebiyle senin üzerine inicem'' demiş(age.168)Yüce Allah buluttan gölgeler içerisinde Arştan Kürsi,ye inecek.. (age.177)gibi rivayetler,
Ehl-i Kitap'dan Hristiyanların inancına göre çarmıh hadisesinin (!) akabinde ''oğlunu'' göğe çekerek sağına oturtan (Matta XXI,1,41-4 Markos,XIII,36,XV,62,XVI,19) Yahudilerin yakıştırmasıyla yaratma işini bitirdikten sonra istirahata çekilen (Tekvin ,II,2) yere inerek insanlarla konuşan ve konuşmasını bitirdikten sonra yukarı çıkan (Tekvin XXXV,13) bulutlar içinde Tur-i Sina'ya inen bir ilah (Çıkış XIX,16-20) tarzındaki pasajlar örneklerini verdiğimiz rivayetlere pek de aykrı değildir.
Onlar hadis nakli ile iktifa edip bıraksalardı,gerek kendileri ve gerekse ـÜmmeti Muhammed için en sağlam olan yola girmiş olacaklardı.Kendilerinide gayri makbul ,gayri makul şeyleri birer itikat umdesi olarak ileri sürmezlerdi .
Maliki mezhebi'ne mensup hadis hafzı Ebu Bekir b. el-Arabi müteşabihat alanına giren ayet ve hadisleri zahiri anlamları çerçevesinde anlayan Müşebbihe/Mücessime hakkında şöyle der;''Yolculuğum esnasında bunlar ile epey uğraştım.Ben arzu etmediğim halde üzerime çok geldiler .Bu grubun Mısır Şam ve Bağdat'taki temsilcilerinde en çok gördüğüm şey,''Allah Teala ,nefsini,sıfatlarını ve mahlukatını bizden daha iyi bilir.O bize öğretendir.O bize kendi durumunu haber verdiği zaman biz ona ,haber verdiği gibi iman eder ve inanırız '' demeleridir.Bunlar ''Onlar illede buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve Meleklerin gelmesini beklerler''(2/10) Rabbinin emri geldiği ve meleklerin saf saf dizildiği zaman (89/22)Allah da onların binalarını temellerinden söktü(16/26) gibi ayetleri ve ''Rabbimiz her gece en yakn göğe iner'' hadisini işittikleri zaman ,''Allah Teala hareket eder,(bir mekandan başka bir mekana ) intikal eder,bir yerden baka bir yere gider,gelir'' dediler .''Rahman Arş'ı istiva etti'' ayetini işittikleri zaman ,''Allahu teala Arş'ın üzerine oturmuştur,Arş'a bitişiktir ve Arş'tan dört parmak daha büyüktür.Zira O'nun Arş'tan küçük olması doğru değildir.Çünkü Allah'u teala el-Azim'dir ve O'nun misli olmaz.''O'nun benzeri hiçbir şey yoktur'' .Dolayısıyla Allah teala ,Arş'tan dört parmak büyüktür,derler(...) Bilmeniz gerekirki bu taife'nin söz konusu haberlerin zahirini muhafaza etmeleri (dış anlamlarına bağlamaları) konusunda ''Onlar bir saray bina ettiler'' veya ''bir şehri yıktılar '' denenemez.Onlar Kâbe'yi yıkmışlardır.(....) ”(el-Avasm mine'l-Kavasm 210 vd. )
Günümüzdeki bir takm şüpheciler Allah'u teala'nın Arş'a bitişik olmasınını kabul etmezler,lakin Kürsi'nin ayaklarını koyduğu yer olduğunu söylemektende geri kalmazlar..
4-Kimi rivayetlerde İmam Malik'in ve Ebu Hanife'nin yukarıdaki sözlerinde olduğu gibi alimlerin ,tafvid üzere,temsil,teşbih,tecsim gerektirmeyecek şekilde keyfiyetsiz kabullerini, şüphecilerin kendi batıl akidelerine yorumlayarak delil getirme şeklindedir.Kendi eserleri ve talebelerinden nakledilenlere bakılınca bunların tamamiyle tenzih akidesiyle bağdaşan sözler olduğu hemen anlaşılır.
Kısaca değinilmesi gereken önemli bir diğer hususta şudur: Konu anlaşılsın diye ''zahiri almamak '' ifadesi sıkça kullanıldığını yukarıda görmüştük.Lakin kimi geçmiş ulemamızdan ''zahiri manasını almak'' tarzında gelen ifadelerde mevcuttur.Bu lafzi ayrılıkta ''zahirini almak '' ifadesinden kasıt şüphecilerin iddia ettiği ilk akla gelen,hudus alameti taşıyan zahiri manalar anlamında değildir.Bu ayrımın yaplması önemlidir.Şafii mezhebi'ne mensup Hafız Ebu Bekr el-Hatip Bağdadi 'nin sözleri bu konuyu daha anlaşılır kılacaktır;-“Sıfata dair söyleneceklere gelince(…) Sahîh sünnetler arasında bu kabilden nakledilmiş rivayetleri ele alacak olursak, selefin izlediği yol bunlar sabit kabul etmek ve zahirleri üzerine almaktır. Ayrıca keyfiyet ve teşbihi haklarında kabul etmemektir (...)bir sınırlandrma ve bir keyfiyetlendirme anlamında bir kabul değildir. Buna göre biz el, işitmek,görmek dediğimiz vakit, bu (muradı ilahiye karışmayz) sadece Yüce Allah’ın kendi zatı hakkında sabit olduklarını belirttiği sıfatların varlığını kabul etmekten ibarettir. Bizler el, kudret anlamındadır, işitmek ve görmenin anlamı da ilimdir, demeyiz. Aynı şekilde bunların organ olduklarını ve onlarla ilgili fiili işlemenin araçları olduklarını da söylemeyiz. Bunlar organ ve fiili işlemenin araçları olan ellere, kulaklara, gözlere benzetmeyiz ve şöyle deriz: Bunları kabul etmenin vacib olduğu, bu sıfatların varlığı ile ilgili nassın bulunmasından dolayıdır. Bunların yaratılmışların sıfatlarına benzemediğini kabul etmek de Yüce Allah’ın: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şurâ, 42/11) buyruğu ile “Hiç kimse O’na denk değildir” (İhlâs, 112/4) buyruklarının bir gereğidir.-''...
Hatip el-Bağdadi'nin ''zahiri'' anlamdan kasd edilen görüldüğü üzere tenzih akidesiyle bağdaşan ,manasının Allah'u teala'nın bilebileceği Kuran'da varid olduğu üzere bir zahiri yaklaşımdır. Selef'in izlediği yolu Te’vîl-i Tafsîlî yapmamakla Tefvîd’e giderken /lafzın ma’nâsının lügavi manalarının tayinine girmediklerini,öte yanda da Te’vîl-i İcmâlî ile tenzîh yaptıklarını; yani Allah’ı, O’nu, yaratılmışların sıfatlarından kendine yakışmayacak sıfatlardan uzak tuttuklarını anlatıyor. Öyleyse z-h-r fiilinin gizlilik ve bilinmezlik olan fiillerin duyular ile anlaşılması anlamına gelebilecek ve hudus anlamı taşıyacak , İbni Arabi ,İbni Hacer,İbnu'l Cevzi gibi hadisçiler başta diğer Ehli-Sünnet ulemanın yukarıda itiraz ettiği manada değildir.
Elmalılı Hamdi Yazır rahimehullah aynı manada diyor ki;Selef âlimleri demişlerdir ki, "Kur'ân'da Allah'a yed isnat edilmiş olduğu ve "Zatına benzer hiçbir şey yoktur" (Şûrâ, 42/11) gereğince yedullah'ın bizim bildiğimiz özel cisim olamayacağı da akıl ve nakil gereğince bilindiği için, biz 'Allah'ın yedi (Kur'an da geçtiği üzere) vardır diye iman eder ve hakikatini Allah'ın ilmine bırakırız, yorumuna kalkışmayız...". Yani bunu müteşabihlerden tanımışlar ve "O (Kur'ân)ın tevilini ancak Allah bilir" (Âli İmrân, 3/7) demişlerdir...'' ve ardından Elmalılı,Halef'in neden tevile başvurduğunu söyler ; ''Fakat sonradan bazı Mücessime mezhebinde olanlar ortaya çıktığı için, Kelam âlimleri bunların muhkem âyetlere göre her birini makamına uygun bir mânâ ile yorum ve izahını caiz görmüşlerdir.''(Maide 64 tefsirinde)
Bilakis Müşebbihe/Mücessime'nin zahiri manalarını almaları ise, bu anlatımdan farklı iki şekilde olmaktadır. Birincisi;Allah'u teala'nın insanlar gibi gözü,eli,nuzulu vb. vardır derler.İkincisi ise;Allah'u teala'nın mahluklara benzemeyen iki tane uzuv manasında görme fiilini gerçekletirdiği gözü, Adem (as) 'e dokunarak bizzat yarattığı ama bizim elimize benzemeyen iki eli, ve parmakları, cihet manasına gelecek ve mesafesel uzaklık ve mekan tayin edecek şekilde yukarıda olmak ,ve bir yerden bir yere intikal etmek manasında kendine has nüzülü ,ve yine bizim bilemeceğimiz bir sınırı vardır,şeklindedir.Bu problemli inancın nerelere kadar götürüldüğüne yukarıda temas etmiştik.Bu risaleyede değinemediğimiz diğer bir hususta Kur'an da her ne kadar şüphecilerin anladığı manada olmasada yed (el) tekil,tesniyye(iki) ve çoğul (3 ve daha fazlası) kipler ile ,ayn (göz ) ise sadece tekil ve çoğul kipler ile geçtği halde tesniye kipini esas alarak (iki tane) ayn ve yed'i Allah'u teala'ya nispet etmede karar kılmalarıdır.
Elbette bu konuda naklediceklerimiz bu kadarla sınırlı değildir.Sadece elimizdeki terceme eserlerden ufak bir kısımdır.İşaret edilen kaynaklarda ayrıntılarına bakabilirler.Ehl-i Hadis'ten,Ehl-i Tasavvuf'tan ve müfessirlerin Selef ve Halef ulemasından naklettiklerimiz ile anlaşıldıki; Ehli-Sünnet ne sapmış Cehmiyye gibi ''Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir''(Hadid 4) '' Biz ona şah damarından daha yakınız''(kaf 16) ve benzeri ayetleri delil getirip ''Allah zatıyla heryerdedir'' demişlerdir. Ne de sapmış Mücessime/Müşebbihe gibi ''Rahman arş'a istiva etmiştir'' ve benzeri ayetleri delil getirerek Allah'ın (c.c) zatıyla bir mekanda ve cihette olduğunu söylemişlerdir. Ehli-Sünnet , Peygamberlerin ve Sahabelerin akaidinde olduğu gibi bu konuda da (vasat) orta yolu tutmuş, Kur'an-ı bütüncül olarak almış ve ''Allah (c.c) Yönsüz ve Mekansız olarak vardır'' demişlerdir.Son söz olarak bizde selef 'ten İmam Tahâvî rahimehullah gibi ''Cemaati hak ve doğru buluruz. Parçalanmayı eğrilik ve azan görürüz. Sünnet ve cemaate tabi oluruz. Dağılmak, ihtilaf ve parçalanmaktan çekiniriz. Adalet ve emanet ehlini severiz. Zulüm ve hıyanet ehline bu'uz ederiz. Müslümanların cemaatına muhalefet etmeyiz''. (Akidetü’t-Tahaviyye)Çünkü müslüman cemaate muhalefet etmek haktan sapıştır,dalalettir ve bidattır.
Şu kendilerini Selefiyye diye adlandıran şüphecilerin delil (!) diye sundukları aktaramadığımız ayetler ,uydurma yahut zayıf veya manası tahrif edilmiş hasen ve sahih hadisler, imamlara iftirâ, “icmâ” iddiaları ile ispât edilmeye çalışılan haşa “Allah’ın mekanı”, “yukarıda olması” gibi Firavun itikadı nevinden i’tikadlar, siyasi güçle Müslümanlara kabullendirilmeye çalışılmakta ve petrol gelirleri sayesinde bir çok ülkede maalesef hızlıca yayılmaktadırlar. Türkiye ise Osmanlı'dan aldığı Selefi-Salihin akidesini koruyarak,Vehhabilere prim vermeyen ehl-i sünnetin muhkem kalesi durumundadır.Asırlar önce de şüphecilere cevaplar hakkıyla verilmiş ve sindirilmişlerdir.Lakin seleflerinin izinden kimi değişikliklerle her asırda kendilerini yenilemektedirler .Şu selef namına selefi karalayan şüpheci muarrızlarına karşı Ehl-i Sünnet itikadını müdafa edenlerde, methotlarını yenilemek ve geliştirmek suretiyle hazır olmalıdırlar ki bu fitneler etrafa kök salıp nesilleri helak etmesin... Böyle bir zamanda çok dikkatli ve gayretli çalışmalarla oynanan oyununun üzerindeki sis perdesini def etmek lazımdır.İmâm Kevserî âbidevî eserleriyle (“Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim min Nûniyyeti ibni’l-Kayyim”) buna en ileri seviyede muvaffak olmuştur.İmam Kevseri'nin bir çok yerde dile getirdiği ''Selef'in mezhebi, maksadın tayin edilmeksizin tefvid /ilmini Allah'a havele etmekdir '' sözüne hucum edenlere Ehl-i Sünnet ulemasının yukarıdaki tasnifleri yeterlidir. Mesele, onun yazdıklarını eli yüzü düzgün bir şekilde Türkçe'ye kazandırmaktan ibarettir. Bu arada itidâl ve istikâmeti de elden bırakmamak elzemdir. Yok etmeniz gerekenleri, yok edeyim derken saklamak zorunda olduklarınızı da kollamak ve kaybetmemeye mecbursunuz. Karşılıklı tarafların mevzuu ile alakalı olarak birbirlerine yazmış olduğu eserleri, erbab olanların bulup bir mudakkik ve muhakkik gözüyle sabırla okuması, avam için anlaşılır bir halde yeniden yazıp izah etmeleri gerekir.İlm-i Kelâm müderrislerinin Allah’ın sfatları, sıfat ayetleri ve sıfat hadisleri bahsini yeniden geniş mulâhazalarla ortaya koymaları icap etmektedir.Sözü edilen şu munzırr akideler Türkçeye tamamıyla çevrilmiştir.(Çoğu zaman bedava dağıtılmaya başlanmıştır.) Uyuşuk uyuşuk durmanın bir manası yoktur. Vesselâm….
......................................................................................................................................................................................................................................................
Bu kitapçıkta geçen nakiller ve ifadeler kaynakları gösterilmiş yazarların kitaplarından, dergilerde ve internet sitelerinde yayınlanmış makalelerinden iktibasla ,amacına uygun bir takım küçük kısaltma ve tasarruflarla konu bütünlüğünün korunması adına birleştirilerek derlenmiştir.Tilmiz İbn-i Mevlüd el-Hanefi el-Eyyubi
O'nun benzeri hiçbir şey yoktur!
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat âlimlerinin icmâıyla Allâhü Teâlâ mekân,zaman,cihet, hulul ve intikalden münezzehtir
Rasûlullâh sallallâhu âleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;
''Sen zahirsin, senin Üstünde hiçbir şey yoktur. Sen bâtınsın, senin Altında hiçbir şey yoktur ''
(Ebu Davud,K.el-Edeb, bab: 98, Hadis no: 505/ Müslim, K. ed-Dua, bab: 61, Hadis no: 2713 / Tirmizi, K. ed-Da’vat bab: 19, Hadis no: 3400)
İmam Beyhakî rahimehullah demiştir ki,
-Dostlarımız bu Hadisi delîl göstererek: "Üstünde ve altında bir şey bulunmayan mekansız olarak vardır" demişlerdir.-(“El-Esmâ ve’s-Sifât“ 2. cilt/s.144)
İbni Hacer Askalani rahimehullah Fethu'l-Bari'de derki;
''Allahü teâlâ hareket intikal,hulul,mahlukatın içine girmek gibi şeylerden münezzehdir.''
Kâdî Beydâvî rahimehullah Bakara/255 tefsirinde diyor ki:
"Allahü teâlâ bir mekânda bulunmaktan ve âleme hulûl etmekten münezzehdir."
Aliyyül Kârîrahimehullah Fıkhu'l Ekber şerhinde diyor ki;
''Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir''
...........................................................................................................................................................................................................
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحي
Hamd, ancak Allah’a mahsustur. Salat ve selam Resulune, O’nun ehline, Ashabına ve Kıyamet’e kadar onların yoluna uyanlara olsun.Sadece dört imam değil, tüm imamlar ve ümmetin selefi eime-i müslimin aynı hak itikat üzeredirler. Çünkü onların hepsi bu konuda ilmlerini direkt Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den alan sahabenin mezhebi üzeredirler.Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında tek bir itikat üzerine idiler.
Allahü Teâlâ'ya mekân yön,intikal,hudud,hulul isnad etmek caiz değil ise,şüphecilerin Allah nerede? sorusu ne anlama gelir ?.....
Bazı şüphecilerin sorduğu ‘Allah nerede?’ sorusuyla karşılaştığımızda doğal olarak “Tövbe estağfirullah, bu ne biçim soru! Allah’a haşa, sümme haşa mekan mı tayin ediyorsun?Allah mekandan münezzehdir!”dediğinizi duyar gibiyiz.Maalesef bazıları da tam aksine “Allah zatıyla her yerde”, “Allah mü’minin kalbinde”, “Allah nerede anarsan orada”, kimileride “Allah zatıyla arş'da,orada oturmuş,yerleşmiştir”, “Allah gökte ama bizim bildiğimiz gökte değil”, “Allah semadadır ”,“Allah göktedir” gibi yanıtlar vereceklerdir.Müslümanların kafası şunlarla karıştırıldı.Bu risaliyede günümüzdeki Allah'u teala'nın (haşa!) mekan,yön isnad eden Mücessime/Müşebbihe artıklarına ve Allah'u teala'nın (haşa!) mekanın içine girdiğini ve zatıyla heryerde olduğunu söyleyen Hululiye/Cehmiyye artıklarına Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşlerinden nakiller ile cevap vereceğiz. el-Hak!Allah Mekandan Münezzehtir ilmi ise herşeyi kuşatmıştır ve Allâhu Teâlâ'yı mekândan ve cihetten münezzeh olarak bilmek Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in akidesidir.
Bu konuda Şüphecilerin iddialarına cevap;
ŞÜPHECİ; Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vessellem Allah hakkında ‘nerede?’ diye sorduğu sahih kaynaklarca sabittir . Müslimde geçen hadiste O, cariyeye: “Allah nerededir?” diye sormuştur. Bu soruya nasıl karşı çıkılır.Bir kimsenin mü'min olup olmadığını öğrenmenin yolu, ona "Allah nerededir?" diye sormaktır. Çünkü Efendimiz (s.a.v), rivayette geçen cariyenin mü'min olup olmadığını tahkik etmek için ona böyle sormuştur. Bu sorunun muhatabı olan kişi eğer "Allah göktedir" derse, mü'min olduğuna hükmedilir. Çünkü cariye Allah Teala'nın gökte olduğunu söylemiş, Efendimiz (s.a.v) de bu cevap üzerine –kendisinin kim olduğu sorusuna da doğru cevabı aldıktan sonra– onun mü'min olduğunu söylemiştir.
CEVAP; Bu "tak'îd"in (kaideleştirme) ne kadar sağlıklı olduğunu görmek için bahse konu hadisin durumunu yakından incelemek gerekir. Bunun için hoşgörünüze sığınarak bazı teknik ayrıntılara kısaca girmek durumundayız. İlgili rivayetin bu varyantında Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye, "Allah nerededir?" diye sorduğu nakledilmektedir. Cariye bu soruya "Allah göktedir" diye cevap verir. Ardından gelen "Ben kimim?" sorusuna, "Sen Allah'ın Resulüsün" cevabını alınca, efendisine dönerek, "Onu azat edebilirsin; zira mü'mindir" buyurur. (Müslim, "Mesâcid", 33; Ebû Dâvûd, "Salât", 166; en-Nesâî, "Sehv", 20; "el-Muvatta", "Itk", 6; Ahmed b. Hanbel, V, 447-9; İbn Ebî Şeybe, "el-Musannef", VII, 215.)
Bu rivayeti mahrecinden, yani olayın kahramanı sahabî Mu'âviye b. el-Hakem es-Sülemî (r.a)'den nakleden kişi Atâ b. Yesâr'dır. Ancak aynı ravinin, aynı olayı "Allah nerededir?" sorusunun yer almadığı değişik bir lafızla naklettiğini görüyoruz. Buna göre Efendimiz (s.a.v), "Semada kim var?" diye sorarcasına elini yukarıya kaldırarak işaret buyurmuştur. (ez-Zehebî, "el-Uluvv li'l-Aliyyi'l-Azîm", I, 254.)
Yine Atâ b. Yesâr'dan aynı rivayet şu lafızla da rivayet edilmiştir: "Cariyeye "Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik eder misin?" diye sordu. Cariye "Evet" dedi. "Muhammed'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" diye sordu. Cariye "Evet" dedi..." (Abdürrezzâk, "el-Musannef", IX, 175
Aynı lafız, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes'ûd isimli tabiî tarafından, "Ensar'dan bir adamdan" nakledilmiştir. (Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; "el-Muvatta", "Itk", 6; Abdürrezzâk, a.g.e., a.y.; Ahmed b. Hanbel, III, 452.)
Her ne kadar bu haliyle zahiren mürsel ise de, bu varyant, mezkûr Ubeydullah'ın Ebû Hureyre (r.a)'den rivayeti olarak muttasıl bir senetle de nakledilmiştir. (Bkz. İbn Abdilberr, "et-Temhîd", IX, 114-5.)
Bu muttasıl senet Ahmed b. Hanbel (II, 291) ve Ebû Dâvûd ("Eymân", 16) tarafından zikredilmiş, ancak metinde Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye "Allah nerededir?" diye sorması üzerine cariyenin eliyle yukarıyı işaret ettiği zikredilmiştir. (Ayrıca bkz. Abdürrezzâk, IX, 176; İbn Huzeyme, "Kitâbu't-Tevhîd", 123; el-Beyhakî, "es-Sünenu'l-Kübrâ", VII, 388; ez-Zehebî, a.g.e., I, 260)
Bir diğer varyantta Efendimiz (s.a.v) cariyeye, "Rabbin kim?" diye sormuş, cariye eliyle yukarıyı işaret etmiştir. (İbn Huzeyme, a.g.e., a.y.)
Bir başka varyantta cariye Efendimiz (s.a.v)'in sorularına sadece işaretle cevap vermiştir. Buna göre Efendimiz (s.a.v) "Allah nerededir?" diye sormuş, cariye eliyle yukarıyı işaret etmiş, "Ben kimim?" sorusuna cevaben de cariye, "Sen Allah'ın Resulüsün" anlamında eliyle önce Efendimiz (s.a.v)'i, sonra da yukarıyı işaret etmiştir. (Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; Ahmed b. Hanbel, II, 291)
Bütün bu varyantlar bir noktayı açık biçimde göstermektedir: "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen bu rivayet kesinlikle mana ile aktarılmıştır. Bir diğer deyişle, Efendimiz (s.a.v) ile cariye arasında geçen konuşmanın, raviler tarafından kendi anladıkları lafızlarla aktarılması sonucunda, teknik tabiriyle "ızdırab" dediğimiz durum ortaya çıkmıştır ki, ehlince malum olduğu üzere, senedi sahih de olsa herhangi bir rivayetin metninde bulunan bu tür bir "uyuşmazlık", hadisi sıhhat derecesinden zaaf derecesine düşürür.
Yukarıda, Mu'âviye b. el-Hakem (r.a)'den Atâ b. Yesâr kanalıyla nakledilen rivayetin "muzdarib" olduğunu, mana ile rivayet edildiğini, dolayısıyla ihticaca (delil olarak kullanılmaya) elverişli olmadığını ortaya koymaya çalıştım. Zikrettiğim hususlardan, mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine getirilen cariyeye Efendimiz (s.a.v)'in ne sorduğunu, tek başına o rivayeti veya onun varyantlarından sadece birisini esas alarak ortaya çıkarmak mümkün görünmemektedir.
-Öyleyse yapılması gereken şey, böyle durumlarda Efendimiz (s.a.v)'in, kendisine getirilen kişiye mü'min olup olmadığını tesbit için ne sorduğunu, benzer vakaları araştırarak tesbit etmektir.-
Sahabe'den eş-Şerîd b. Süveyd (r.a)'den nakledilen rivayet bu konuda bize yol gösterici mahiyettedir. Ahmed b. Hanbel (IV, 222, 388-9) ve İbn Hibbân'ın (I, 419) rivayet ettiğine göre eş-Şerîd b., Süveyd (r.a), Efendimiz (s.a.v)'e gelerek, annesinin mü'min bir cariyeyi özgürlüğüne kavuşturmasını vasiyet ettiğini, kendisinin de siyahi bir cariyesi bulunduğunu söyler ve onu azat etmekle bu vasiyeti yerine getirmiş olup olmayacağını sorar. Efendimiz (s.a.v) cariyeyi kendisine getirmesini söyler. Cariye gelince Efendimiz (s.a.v), "Rabbin kim?" diye sorar. Cariye "Allah" der. Ardından "Ben kimim?" diye sorar. Cariye "Allah'ın Resulü'sün" diye cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), cariyeyi getiren sahabîye dönerek, "Onu azat edebilirsin, zira o mü'mindir" buyurur.
Bu rivayette zikredilen soruyu ed-Dârimî ("Nuzûr",10), hemen aşağıda İbn Ebî Şeybe'den naklen zikredeceğim lafızla sevk etmiştir. Dolayısıyla eş-Şerîd (r.a) rivayetinin de mana ile rivayet edildiğini söylemek mümkündür.
Benzeri bir olay İbn Ebî Şeybe tarafından (VII, 215) rivayet edilmiştir. buna göre bir adam Efendimiz (s.a.v)'e gelerek annesinin mü'min bir köleyi azat borcu (adağı) olduğunu ve kendisinin de bir cariyesi bulunduğunu söyler. Efendimiz (s.a.v) cariyenin kendisine getirilmesini ister. Cariye gelince "Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın Resulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorar. Cariye "Evet" deyince, sahabîye "Onu azat et" buyurur.
Yine benzeri bir olay el-Hâkim tarafından (III, 258) nakledilmiştir. Bu sefer Efendimiz (s.a.v)'e gelen bir kadındır ve yanında siyahî bir cariye vardır. Efendimiz (s.a.v), mü'min olup olmadığını öğrenmek için cariyeye şu soruları sorar: "Rabbin kim? Dinin ne? Ben kimim? Namaz kılıyor musun? Benim Allah katından getirdiklerimin hak olduğunu ikrar ediyor musun?" Cariyenin bütün bu sorulara olumlu cevap vermesi üzerine "Onu azat et" buyurur.
Ramazan hilalini gördüğünü söyleyen bir adamın mü'min olup olmadığını tesbit için Efendimiz (s.a.v) kendisine şöyle sormuştur: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" Adam "Evet" deyince oruca başlanmasını emir buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, "Sıyâm", 14; en-Nesâî, "Sıyâm", 8; et-Tirmizî, "Savm", 7; İbn Mâce, "Sıyâm", 6; Abdürrezzâk, VI, 35; İbnu'l-Cârûd, "el-Müntekâ", 157; el-Hâkim, I, 297, 424...)
Efendimiz (s.a.v), Yahudi bir anne-babanın çocuğu ölüm hastalığındayken yanına gitmiş ve kendisine "Allah'tan başka ilah bulunmadığına şahitlik eder misin?" diye sormuş, çocuk "Evet" deyince, "Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" buyurmuş, çocuk yine "Evet" diye cevap vermişti. Bir süre sonra çocuk vefat ettiğinde Efendimiz (s.a.v) ve Sahabe onu yıkayıp defnettiler. (et-Taberânî, "el-Mu'cemu'l-Kebîr", VIII, 67. el-Heysemî, "Mecma'u'z-Zevâid"de (II, 323) isnadının hasen olduğunu söylemiştir.)
Keza başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok kaynakta zikredilen İbn Sayyâd kıssasında Efendimiz (s.a.v)'in, İbn Sayyâd'a, "Benim Allah'ın Resulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorduğu nakledilmiştir.
Bu örnekler, Efendimiz (s.a.v)'in, karşısındaki kişinin mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine "Allah nerededir?" diye sormak yerine, Allah Teala'nın birliğine ve kendisinin de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik edip etmediğini sorduğunu göstermektedir. "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen söz konusu rivayet dışında Efendimiz (s.a.v)'in, muhatabının mü'min olup olmadığını ortaya çıkarmak için kendisine "Allah nerededir?" diye sorduğunun nakledildiği bir başka rivayet bilmiyoruz.
Esasen "Allah inancı" gibi bütün hassasiyetlerin başını teşkil eden bir meselede muhtelif raviler ve kaynaklar tarafından birbirinden oldukça farklı lafızlarla aktarılan "muzdarib" bir rivayettense, muhtelif bağlamlarda varit olmuş yukarıdaki rivayetleri ve benzerlerini esas almak akla da, dinî hassasiyete de, Hadis tekniğine de en uygun olan yoldur. (Dr.Ebubekir Sifil'in sözü bitti) İşte mana ile rivayet,hadiste gördüğünüz şekilde ızdırabı ortaya çıkarmıştır. Keza hadis imamlarımızın görüşleri de farklı değildir.
Hafız Abdullâh b. Muhammed el-Harari “Şerhus Sıratul Mustekim” adlı kitabında şöyle diyor: ”Bu hadis iki sebepten dolayı sahih değildir:
1-Bu hadis Muzdarıb bir hadistir. Çünkü birbirinden farklı rivayetleri vardır. Bir rivayet göre “Allâh nerede?” diye sormuş, başka bir rivayette “Rabbin kimdir?”, başka bir rivayette “Allâh’tan başka İlâh olmadığına şahadet ediyor musun?” ve başka bir rivayette de “Dilsiz olduğu için semayı gösterdi” şeklindeki rivayetleri Muzdarıb olmasına bir sebeptir.
2-Bu rivayet usul kurallarına aykırıdır. Çünkü dinimizin kurallarına göre Kelime-i Şahadet’i söyleyen mü’min ve Müslüman olur. Sadece “Allâh semadadır” demekle değil. On beş sahabenin rivayet etmiş olduğu mütevatir bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: “İnsanların, Allâh’tan başka İlâh olmadığına ve benim Allâh’ın Resulü olduğuma şahadet edinceye kadar savaş etmeye emrolundum.”
Bu hadisi zahirine göre alındığı takdirde mütevatir hadise muhaliftir. O zaman ya te’vil edilir ya da reddedilir. Çünkü muhaddisler ve âlimler mütevatir hadislere muhalif ve te’vil kabul etmeyen reddedilir. O zaman İmam Malik’in rivayeti usule uygundur. Bu rivayet şöyledir; (Benim bir mü'mine cariyem var, Eğer cariyemin imanlı olduğu kanaatinde isen onu azat edece*ğim) “Peygamber efendimiz o cariyeye: ‘Allâh’tan başka ilâh olmadığına şahadet ediyor musun?’ diye sordu. O da “Evet” dedi. Peygamberimiz tekrar ‘Muhammed’in Allâh’ın Resulü olduğuna şahadet ediyor musun?’ diye sordu. O da “Evet” dedi. Peygamberimiz devamında‘Onu azat et’ dedi.” ((Malik,Muvatta)Hafız el-Harari’nin sözü burada bitiyor.)
Bu hadis hakkında Hafız Abdullâh B. Ahmed el-Ğumâri “el-Fevâid el-Maksudah” adlı kitabında şöyle demektedir: ”İlk önce bu hadis Şaz’dır. Çünkü mütevatir hadislere muhaliftir''.
Hafız Beyhaki “el-Esma’ve's-Sıfat” adlı kitabında şöyle diyor:-''Bu hadis uzundur, cariye kısmına kadar sahih çıkartmıştır. Rivayetçiler, hadisin metni konusunda ihtilaf ettikleri için bu bölümü sahih kısmında saymamıştır.” -
Son Asrın Muhaddisi Muhammed Zahid el-Kevseri bu kitabı tahkik ederken bu bölüm hakkında şöyle dedi:-''Ellerimizde bulunan Sahih Müslüm’deki bu cariye olayı sonradan eklenmiş olabilir. İmam Beyhaki bu hadisin Muzdarib olduğunu zikretmiştir. İmam Beyhaki “es-Sünen el-Kubra” adlı kitabında Muaviye B. el-Hekem’in (Allâh nerede) rivayetine muhalif olan rivayetleri zikretmiştir.”-
Bunlardan önce bu hadisi İmam Buhari “Sahih”inde rivayet etmemiştir. Bunu “Halk Efaalul İbad “adlı kitabında rivayet etmiştir.Bu kitaptaki bütün hadisler sahihtir dememiştir,sonra İmam Müslim bu hadisi “İman Bölümü”nde değil “Namazdaki Sözler Bölümü”nde rivayet etmiştir. Bundan dolayı Hafız Subki “es-Esakil” adlı kitabında bu hadis için “Amellerde alınır ama itikatlarda kullanılmaz” demiştir.
Buhari Şarihi İbni Hacer'de şu noktaya dikkat çekmiştir ;-'Yahudilerden tecsim inancında olan birisi ''kendisinden başka ilah olmayan Allah göktedir'' dese bu sözüyle iman etmiş olmaz.Âmmeden birisi aynı sözü söylese (tecsimin mânâsını bilmeyecek derecede bilgisizse) İslam’a girişi sahih olur. Cariye hadisindeki durum da bu çerçevededir..''-.(Fethu'lBari).''
Ehli Sünnet ve'l Cemaat âlimlerinin icmâıyla Allâh, mekândan münezzehtir.O halde (farklı varyantları ve mütevatir hadisleri dikkate alarak) bu hadisi kabul eden âlimler şöyle dediler: Peygamber efendimiz o cariyeye “Allâh nerede?” derken bu hâşâ mekân hakkında bir soru değildir. Çünkü Arapçada أين (eyne, yani nerede) sadece mekân için kullanılmamaktadır. “Şanı nerededir”, yani “ne kadardır” diye sormuş manasında olup, o cariye de “Semadadır” derken, yani “çoktur” veya “çok yüksektir manasındadır” şeklinde tevili yapılmaktadır.Bu kelime أين hem mekân için kullanılır hem de Mekanet (Şan).(Sema'da böyledir) Bu hadiste geçen أين kelimesi mekânla değil şanla açıklayan alimlerin bazıları şunlardır:
1-İmam Râzi-Esasut Takdis
2-Hafız Subki-es-Seyfus Sakil
3-Hafız İbni Forak-Muşkel el-Hadis ve Beyanuhu
4-İmam İbni Arabi-el-Kabes Şerh el-Muvatta
5-İmam İbni Arabi-Şerh et-Tirmiz
6-Hafız İbnil Cevzi-el-Baz el-Eşheb
7-İmam Kurtubi-et-Tezkar
8-İmam Nevevi-Şerh Sahih Müslim
9-Hafız Suyuti-Şerh Sünen Tirmizi
10-Hafız Suyuti-Tenviril Havâlik Şerh Muvatt’a Mâlik
11-Müfessir İmam Ebu Hayyan Endelusi-el-Bahrul Muhit tefsiri
12-İmam et-Taybi-Şerh et-Taybi
13-Molla Ali Kâri-Mirkatul Mefatih Şerh Mişket el-Mesabih
14-Hafız Askalani-Riselet el-Kazvini
15-İmam Ebul Velid el-Bâci-el-Muntekâ
16-İmam Kevseri;Bununla beraber, ‘eyne’/‘nerede?’ kelimesi bazen ‘mekân’, bazen de ‘mekânet’/‘rütbe’ için bir suâl olur. Buna göre hadîsin ma’nâsı ‘sence Allah'ın makamı ve rütbesi nedir?’ demek olur. Nitekim bunun tafsîlâtını Ebû Bekr İbnü’l-Arabî’nin Ârıdatü’l-Ahvezî’sinde bulacaksın. Arablar arasında ‘fülânın mekânı semâdadır’ sözü bilinen bir sözdür. (Bununla), aslâ ne semâyı ve ne de orada yer tutmayı düşünmeden, o kişinin şânının yüceliğini kasd ederler. Benî Ca’d’ın Nâbiğa’sı radıyellâhu anhu’nun (aşağıdaki) sözü bu kabîldendir:
Semâya ulaştık, büyüklüğümüz, şerefimiz ve tâlihlerimiz…(göklere vardı)…
Şübhe yoktur ki biz, elbette, bunun üstünde bir mazhar istiyoruz- [Hârisî, İbnu Hacer el-Askalanî, el-Metâlibu’l-Âliyye:4/100, H:4065, Heysemî, Muhtasaru İthâfi’s-Sâdeti’l-Mehâreh, zayıf bir isnâd ile:8/328,]
Müslim Şarihi İmâm-ı Nevevî Câriye Hadisi ismiyle meşhur olan Hadis hakkında şöyle diyor :'' Bu Hadîs-i Şerîf Sıfat hadislerindendir (yani Mevlâ’nın Sıfatlarıyla ilgilidir). Bu hadislerin açıklaması hakkında iki mezheb (yol) vardır. Bunları kitabın İmân bahsinde bir çok yerde zikrettik.
Bu yollardan ilki : Bu sözlere manasını araştırmadan,Allâh-u Te’âlâ'nın misli hiç bir sey olmadığını ve yaratıkların özelliklerinden münezzeh olduğunu bilerek îmân etmek.
İkinci yol ise: Bu sözleri Kendi Şân’ına layık bir şekilde tevil etmek. Bu yolu tutanlar dediler ki : Bu sözden murad köle kadının tek ilâha inandığını imtihan etmektir. Yâni her şeyi yaratan ve yönetenin, her istediğini yapanın yalnız Allâh-u Te’âlâ olduğunu kabul ettiğini bilmek içindir. Ve Allâh-u Te’âlâ’ya dua etmek isteyen kişi göğe yönelir, tıpkı namaz kılacak olan kişinin Kâbe’ye yöneldiği gibi. Bu Allâh-u Te’âlâ’nın gökle sınırlı olduğu manasına gelmez. Kâbe cihetinin O’nu sınırlamadığı gibi. Fakat gök dua edenlerin kıblesi olduğundandır. Kâbe’nin namaz kılanların kıblesi olduğu gibi. Veya o câriye puta tapanlardandı. Kendi etrafındaki putlara tapanlardan. Ve o:“fi-s semâ” (gökte) dediğinde onun putlara tapmayan ve tek ilâha tapan biri olduğu anlaşıldı.'' (Sahih-i Muslim Şerhinin 5.cildinin 26.ve 27. sayfalarında)
Birkaç şüpheye dikkat çekmeden önce bu hususa değinmek yerinde olucaktır.Selef ve Halef ulemasından vereceğimiz görüşler arasında Müteşabihata iki farklı yaklaşım görmekteyiz.Selef ve Halef uleması arasındaki icma ise noksanlık ve hudusa delalet edebilecek zahiri manaları almamalarıdır.
1- Selefin yaklaşımı;Allah için sıfatlarını dil ile söyleyip anlamına dalmaksızın ,maksadının ne olduğunu söylemeyip zevahirinden tenzih etmektir ,Allah'ın indirdiği şekilde iman edip,onların hakikatını Allah'a havele ederler.Mesela istiva kelimesinin zahiri on küsür manasından biri olan ''istikrar''ı almamak gibi ,''nuzülü'' bir yerden bir yere intikal anlamında almamak gibi ,muradı ilahiye karışmamaktır.
2-Halefin yaklaşımı; Bu tür ayetlerin zahirine yapışan tecsim ve teşbih akidesine ilhat edenlerin yayılmasını engellemek için illa bir mana anlatılacaksa ilgili kelimeleri arap lisanın müsaade ettiği manaları arasından tenzih akidesine en uygun olanı seçip manalandırırlar.Mesela ''istiva'' yı on kusur anlamından ''istirar''(yerleşti) veya ''celese''(oturdu) değilde, istila (malik oldu) manasını alır ve bu mananın mutlak olarak Allah'ın muradı olduğunu iddia etmeden Allahu alem (En doğrusunu Allah bilir) derler. Lügavi açıdan bu lafızların manalarının bilinmesinden o manaların Allah’ın muradı olduğu neticesine varılamaz. Çünkü luğat açısından başka manalara gelmesi de söz konusudur.Şüpheciler bu lafızlara ve ayetlere Allah'ın muradı üzere iman edip ,bunların manalandırılmasında Selef gibi sukut etselerdi kimse onları suçlayamaz,onlar hakkında teşbih,tecsim,temsil gibi mahzurlu şeyler söz konusu olamazdı.Anlaşılan birinci nokta, her iki yaklaşımı benimseyen ulema Allah'u tealâ'yı mahlukatına benzetmekten tenzih etmekte ittifak ettiler. İkinci nokta, her ikisi de varlıklar için konulmuş olan şu lâfızların, Allah'u tealâ hakkında zahir manadan başka bir manaya geldiğini kabul ettiler, işte her ikisinin de ittifakı, teşbihi ref, Allah'ı bir şeye benzetmekten kaçınmak içindir.
''Allah kendini nasıl vasıflandırdıysa bizde o şekilde vasıflandırırız''- Rab, kendi Kitabı'nda, kendisi icin isbatladığını gördüğümüz isim ve sıfatı biz de isbatlarız. Kendinden reddettiğini ise biz de reddederiz.–sözü de bir takım izahlara ihtiyacı vardır. Şüphecilerin benimsediği bir şerhte şu ifadeler yazılıdır; Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellemin maksadının herhangi bir ifrat ve tefrit’e gidilmeden anlaşılması icab eder. Onun sözlerine ifadelerin kaldıramayacağı anlamlar yüklenmemesi gerektiği gibi, onun maksadına ve maksad olarak gözettiği hidayet ve beyanına aykırı manalar da çıkartılmamalıdır. Çünkü böyle bir şey ihmal edildiği için ve bu maksat gözetilmediği için pek çok sapıklıklar ortaya çıkmıştır. Yüce Allah’tan başkasının bilemediği türden, doğrudan ayrılmalar ve sapmalar meydana gelmiştir. Hatta Allah ve Rasûlünden gelenlerin kötü anlaşılması İslam tarihinde görüle gelmiş her türlü bid’at ve sapıklığın esasını teşkil eder. Fer’î ve aslî bütün hususlardaki hataların temel sebebi budur. Hele bir de buna kötü maksat ta ilave edilecek olursa... Allah’tan yardımını taleb ederiz.(İbni Ebi'l-İzz'in Akidetu’t-Tahaviyye 431)Kur'an'ın belağatını göz arda edenlerden ard niyetli biri çıkarda '' biz de onları bugün öyle unuturuz. ''(Araf 51) ve ''Allah da onları unuttu.''(tövbe 67) ayetlerini getirir ve ona Haşa! ''Unutma'' sıfatı yüklerse ne olacak.? O unutur ama bizim bizim unutmamıza benzemez derse?
Yine cariye hadisinin aksi bir manada anlaşılacak hadislerde mevcuttur.''Allaha yemin olsun ki, şayet sizler bir adamı ip ile en altta olan yer tabakasından aşağı sarkıtacak olsanız o, Allah'a ulaşır.".(Tirmizi, K. Tefsiri el-Kur’an, Sure: 57, bab: 1, Hadis no: 3298 Ahmed b.Hanbel, II, 370; el-Beyhaki, el-Esmâ ve's-Sıfât, 401. )''Her biriniz namazına durduğu vakit şüphesiz Rabbi ile münâcât eder. Rabbi kendisiyle kıblesi arasındadır. O halde hiçbiriniz kıblesine karşı tükürmesin.''(Müslim Buhari 242)
Yine Sahih bir kudsi hadiste Allah'u teala şöyle buyurur;''Kulum nafile amelllerle bana yaklaşmaya devam ederse,ben onu severim.Onu sevdiğim zaman da, onun duyan kulağı ,gören gözü,tutan eli,yürüyen ayağı olurum'' (Buhar, VII, 190, (Rikaak 38)Müslim,İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Muvatta’dan Kudsi Hadisler, Madve Yaynlar: 153-154.)
Şüphecilerin ''Nassları zahiri üzere anlamak ve tevil etmemek'' ilkesini son hadisi esas aldığımızda Haşa! ''Alllah'u teala kuluna hakiki yani mesafesel anlamda yaklaşınca kulunu sever,O'nu sevdiği zamanda hakiki anlamda onun duyan kulağı,gören gözü,tutan eli,yürüyen ayağı olur .Lakin biz keyfiyetini bilmeyiz.'' demeleri gerekki bu akla zulmetmektir.Tekyif (keyfiyet)içeren bir cümlenin keyfiyetini bilmeyiz demek gibi birşey söylemiş oluruz. Bu zorlamalara gerek kalmadan Selefiyye ekolün buna benzer hadisleri Halef gibi tevil etmekten başka şansı kalmamaktadır.Akıl ve nakilde bunu gerektirir,bu ise Tahrif değildir.Oysa bizim aktardığımız ve aktaracağımız Ehli sünnet'in prensiplerini dikkate aldığımızda sakıncalı olmayan şu bakış açıları ile karşılaşırız;
Selefi Salihin bakış açısıyla baktığımızda;Kul nafile amellerle Allah'a yaklaşır,bu yaklaşmanın keyfiyetini bilmeyiz,Allah'a yaklaşmak ise mesafe kat etmekle olmaz,Allah'u Teala'nın kulun gören gözü ,duyan kulağı ,tutan eli ve yürüyen ayağı olurum derken maksadı ne ise ona iman ederiz..Yoksa bunlar uzuvların yerini almak değildir.Bu kesinlikle hulul, sınır ve keyfiyet içermez.manasını Allah'u teala bilir diyerek tevfid eder ve varid olduğu üzere iman eder ,zahiri ilk akla gelen manasından Allah'u teala'yı tenzih ederler.Bu ise tahrif değildir.Binaenaleyh kimse onları tecsim gibi mahzurlu şeylerle suçlayamaz.
Halef ise; Arap dilinde böyle temsili anlatımların bulunduğunu örneklerle belirtirek manalandırırlar..Beyhakî Kitabu'z-Zühd'de Ebu Osman el-Cizi'den naklen şu yorumu kaydeder: "Hadiste Cenab-ı Hak: "Ben, kulumun kulağıyla ilgili dinlemedeki, gözüyle ilgili nazardaki, tutmayla ilgili eldeki, yürümeyle ilgili ayaktaki ihtiyaçlarını süratle görürüm." buyurmaktadır.Birinci hadisi'' İlmine ulaşır'' vb.diyerek,İkinci hadisi ise
Şu söylediklerimiz Ulemanın genel tasnifi üzeredir.Yoksa Selef'ten bazen tevil yolunu seçenler olduğu gibi,Halefden de tafvid usülünü benimseyenler mevcuttur.Çünkü birilerin sandığı gibi Selef ve Halef arasında derin bir uçurum yoktur.
İmam Şatibi rahimehullah der ki;''Ancak bizce (en) doğrusu, SeIef-i sâlihin üzerinde olduğu yoldur. İmam el-Gazzâlî, bu görüşün doğruluğunu çeşitli deliller getirerek savunmuştur. Bunun için "İlcâmu'l-avâm" adlı kitabına bakınız. '' (Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/93-94)
İmam-ı Gazzâli nassların zahirine bakarak Allah Teala’ya hâdis varlıklara ait fiilleri isnat eden Haşviyye’nin “selef itikadı üzerine oldukları” iddiasını çürütmek ve selef akidesinin esaslarını ortaya koymak için kaleme aldığı “İlcamu’l-avam an İlmi’l-Kelam” adlı eserinde 7 ilkeden bahsetmektedir:
1-Takdis: Allah Teala’yı “cisimlere ait özelliklere sahip olmak” gibi şanına yaraşmayan hususiyetlerden tenzih etmek.
2-Tasdik: İsim ve sıfatlardan, Allah Teala’nın şanına uygun anlamların kastedildiğini, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Cenab-ı Hakk’ı vasfederken de yanılmadığını kabul edip, öylece iman etmek.
3-Aczi itiraf: Nasslarda bildirilen müteşabihattan kastedilen ilahi muradı bilmenin, kul olarak kendi idrak sınırını aştığını itiraf etmek.
4-Susmak: Müteşabihatın anlamının ne olduğunu sorma ve bu konuda fikri tartışmalara dalmanın bidat olduğunu kabul etmek.
5-İmsak: Müteşabihat hakkında yorum yapmak, onları başka bir dile tercüme etmek, ilave ya da eksiltmede bulunmak, birleştirme ve ayrışmaya tabi tutmak da caiz değildir. Müteşabihat ancak mevcut sîgalarıyla telaffuz edilebilirler.(Bkz.Şehrestânî 'nin el-Milel ve'n-Nihal'i ve İmamı Azam'ın Fıkhu'l Ekber'i )
6-Keff: Müteşabihat ile kalben meşgul olmamak,(ne olduğu) haklarında fikir yürütmemek.
7-Ehline havale etmek: Avam, yetersiz olduğundan dolayı anlamaktan aciz kaldığı müteşabihatı, Allah Rasûlü’nün (sallAllahu aleyhi ve sellem), peygamber, alim ve velilerin bildiğine kanaat getirir.( İlcamu’l-Avam an İlmi’l-Kelam, ( Mecmûat-u Resaili’l-İmami’l-Gazzali içerisinde), Beyrut, 19994, s. 41 vd.)
Şüpheci,Selefin lafızlara mana vermeden iman etmelerine ''Bu Anlamsız boş sözlere inanmaktır'' der ise,Hanbeli Alim İbni Kudame 'den bir iktibasla cevap verelim ; Bu konudaki mükellefiyetimiz onlara iman etmenin ötesine geçmez. İman etmek için de manalarının bilinmesine ihtiyacımız yoktur. Bazı şeylere imanda manalarını bilmeden iman etmek caizdir ve vakidir. Meleklere, kitaplara, önceki peygamberlere onları görmeden de iman ediyoruz. Bu îmân, isimlerine îmân etmekten başka manası olmayan bir imandır. Ayette; “Allah’a, bize ve İbrâhîm’e indirilene iman ettik, deyin”,[Bakara:136] buyurulması buna açık delildir...(Tahrimu’n-Nazar: sh. 52/ 51) Şüphecilerin iddia ettiği gibi zahiri ilk akla gelen teşbih ve tecsim çağrıştıran manalarını almak Selefin tavrı değildir.Ve bu genel kaidenin aksine Seleften Tevil eden olduğu gibi Haleften de sukut edip manasını Allah'a havele etme tafvid görüşünü benimseyenler vardır.Şüpheciler ''Biz bunları alırken mahlukata benzetmeyi redediyoruz'' demeleri yeterli değildir.Lakin aşağıda geleceği üzere kimi şüpheciler İstiva'nın on kusür anlamından biri olan ''celese'' (oturmak) manasında alıp mahlukata benzemeyen bir oturmadan bahsetmiştirler.Bu Allah'u teala'nın istiva etmeden önce haşa! ayakta idi de sonra oturdu anlamında kabul edilmesi mümkün olmayan nice problemleri peşinden getirir.Kimi şüphecilerin celese anlamına itiraz edip ''teşbih'' olarak bakmaları sizi yanıltmasın.Zira ''istiva''ya ''istikar'' (yerleşme) ve bir yerden bir yere mesafesel bir yükselme anlamında'' irtifa'' ve bir yerden bir yere mesafesel bir iniş anlamında ''nuzul'' manalarını verip ,sonrada bu manalarda ''mahlukatı gibi değildir keyfiyetini bilmeyiz tevil etmeyiz, tatil etmeyiz,benzetmeyiz bu yüzden bu teşbih değildir'' sözlerinin batıllığına delildir.Çünki celese (oturdu) anlamını verenlerde ''mahlukatı gibi değildir keyfiyetini bilmeyiz tevil etmeyiz,tatil etmeyiz,benzetmeyiz bu teşbih değildir'' demişlerdir. Sıfatları ispata -bir şey söylemeyip,susmanın selef yoluna uygun olduğu hallerde- aşırıya gittiklerini görüyoruz. Trajikomik olan ise şu şüphecilerin Selef mezhebinde olduklarını iddia etmeleridir.İzz b.Abdusselam'ın dediği gibi ''Müşebbihenin ya yiyecekleri bir haram için, yahut da alacakları değersiz bir dünya malı için Selef mezhebi görünümünde gizlenmişlerdir. Selef mezhebi tevhid mezhebi olup tecsim ve teşbih mezhebi değildir''. (Mulhatü’l-İ’tikâd) Hanbeli Alim İbnu'l Cevzi'nin benzer münasabetle dediği gibi;Bu salih Selef Alim (Ahmed b. Hanbel) 'in mezhebinde olmayan şeyi, mezhebine sokmayın! Mezhebine öyle çirkin ,ayıp şeyleri giydirdiniz ki herhangi bir Hanbeli ,kim olursa olsun (sizin yüzünüzden) Mücessimedir denilmektedir. Bununla beraber ,kendileri güya bir şeyi Allah'a benzetmekten veya benzetmeyi Allah'a izafe etmekten kaçınıyorlar.Bir kısım cahillerde onların bu inançlarına uymuşlardır.(Def-u Şübbetü't-Teşbih)
İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin bu konudaki görüşleri
1-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el-Fıkhu'l Ebsat'ta Allah-u Teala nerededir? sorusuna ''Yaratılmadan önce mekan yoktu,halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiçbiri yokken , ''nerede'' mefhumu mevcut değilken Allah vardı. O her şeyin yaratıcısıdır '' cevabının verilmesini ister. (İmam-ı Azamın 5 eseri,Fıkhu'l Ebsat terc.Mustafa Öz Marmara Üniversitesi İlahiyyat Fakültesi Vakfı yayınları-İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Eserleri Fıkh-ı Ebsat sh.102 ,ter.şerh Doç.Dr.Abdülvehap Öztürk-Şamil yay.)
2-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el -Vasiyye'de şöyle demiştir:"Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir."(İmam Ebû Hanîfe, el-Vasıyye 73.Abdulgani el-Meydani Şerhu'l-Akideti't-Tahaviyye,74.el-Beyadi,el-Usülü'l Münife,52)
3-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el-Fıkhu'l-Ebsat'ta şöyle diyor:"Rabbimin gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum diyen kimse kâfir olur. Aynı şekilde, "Allahü teâlâ Arş'ın üzerindedir, Arş'ın gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum" diyenin durumu da böyledir." (İmam-ı Azamın 5 eseri Şamil yayınları sh.94)
Bazı Şüphecilerin İmam Ebû Hanîfe'nin, bu (üçüncü) sözüne sarılarak Allah Teala'nın –haşa– gökte olduğunu söylediğini ileri sürmeleri doğru değildir. Zira burada İmam, Allah Teala'nın gökte veya yerde olduğunu söylemekle O'na bir mekân isnad edilmiş olacağını vurgulamaktadır. Buradaki tekfirin anlamı budur,şöyleki;
1-Molla Aliyyül Kârî İmam-ı a'zam Ebu Hanife'nin bu sözü hakkında şu açıklamayı yazmaktadır:-"İmam İzz bin Abdusselâm, Hillu'r-Rumûz adlı kitabında İmam Âzam'ın şu sözünü kaydediyor: Kim Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum derse, kâfir olur. Çünkü bu söz, Allah'ın bir mekânı olduğu düşüncesini akla getirir. Allah'ın mekânı olduğunu düşünen kimse ise Allah'ı yaratıklara benzeten kişidir. Şüphe yok ki İbn Abdusselâm alimlerin büyüklerinden biri olup sika (güvenilir) bir âlimdir."- (bkz. Fıkh-ı Ekber Şerhi, "Miraç ve Allah'a Mekân İsnadı" kısmı)
2-el-Bayâdî rahimehullah İşârâtu’l-Merâm’ında bunu şöyle îzâh eder:-"Bunun sebebi, kâilin bu söz ile Hâlık-ı Zülcelâl (celle celâluhû)’ya cihet ve hudud tâyin etmesidir; zîra ciheti ve hudûdu olan her şey bizzarûre mahlukdur. Binâenaleyh bu söz, Allah (celle celâluhû)’ya kusûr atfetmekdir. İlâhî cismâniyyete ve cihete inanan o kimsedir ki, hevâss ile idrâk edilemeyen her şeyin varlığını münkîrdir. Onlar, fevkettabî‘a olan ulûhiyyet cevherini reddederler. Bu da onları kat‘î sûretde îmânsızlığa götürür." (el-Kevserî, Makâlât, s.368-369; nakleden: Yusuf Hanîf)
3-Yusuf-i Nebhanî de bunu şöyle îzâh eder:"Bir kimse, "Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum" derse, kâfir olur. Zira bu söz, Allahü teâlâ için bir mekân var da o kimse bunda şüphede imiş vehmini verir." (Şevahidü'l-Hakk, s.218)
4-İmam Allame Muhaddis Ebul Mehâsin el-Kavukci “El-İtimad Fi'l İtikad” adlı kitabında şöyle diyor: “Allâh, yönlerden ve cisim olmaktan münezzehtir. O’nun hakkında; sağı, solu, arkası, önü vardır, Arş’ın üstünde, altında, sağında, solunda bulunmaktadır, Âlemin içinde veya dışındadır demek caiz değildir. O’nun yerini O’ndan başka kimse bilemez de denmez. Ve her kim “Bilmiyorum Allâh gökte midir, yerde midir? der ise küfre düşer. Çünkü bu iki yerden birini Allâh’a mekân olarak nispet etmiş olur.”
5-Şarih Ebu'l Leys Semerkandi bunun illetini şöyle göstermiştir;-''Çünkü o,bu sözü ile Allah'u teala'nın bir mekanı olacağını söylemek istemiş ve bu yüzden müşrik olmuştur.Çünkü Allah'u teala var iken mekan yoktu.Allah var iken;ne mekan,ne halk ne de başka bir şey vardı.O,her şeyin Halikıdır.Binaenaleyh mekan ancak sonradan olan şeyler için düşünülür.Bu hususta imam Tahavi şöyle demiştir;''Kim nefy'den (Allah'ı yok saymaktan) ve teşbihten (Allah'ı mahluka benzetmekten) sakınmassa,ayağı kayar ve Allah'ı gereği şekilde noksanlıklardan tenzih etmemiş olur.'' Zira Rabbimiz celle ve ala vahdaniyet sıfatları ile mevsuf,ferdaniyyet sıfatları ile nitelidir.Mahluktan hiçbiri bu manada tasavvur edilemez.O'nun hududu,sınırı, rükünleri,azaları ve aletleri yoktur.Diğer varlıklarda olduğu gibi altı ciheti yoktur(sağ,sol,ön,arka,alt üst).'' -(Zahit el-Kevseri'nin neşrinden İmam-ı Azamın 5 eseri Şamil yayınları sh.94)
Allah'ü teâlâya cihet ve mekân isnad eden Haşviyye taifesi, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'nin sözlerini saptırmaları boşadır. İmam-ı Azamın Fıkhu'l Ebsat'taki şu sözünün şerhlerini vermemize rağmen ,şüphecilerin batıl akidelerine delil olacak bir şey bulunması imkansızdır.Bu sözün ardından Ebu Hanife ''Allah'a dua ederken yukarıdan yönelinir, aşağıdan değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur'' dedikten sonra cariye hadisini vermesi,bunu (s.94) ''şanı nerededir?'' manasında aldığının delilidir.Âlem bir küre şeklindedir. Bize nisbetle "üst" olan cihet, yeryüzünün diğer tarafında oturan kimselere nisbetle "alt'dır. Bunun aksi bir cihetle (yönle) kayıtlı ve sınırlı olsaydı, bu cihet, kimi insanlara göre üst olsa bile, diğerlerine göre alt olurdu. Alimlerin ve akıllı kimselerin ittifakı ile sabittir ki, ma'bûd'un eşyanın "alt" yönünde olduğunuda söylemek caiz değildir.Bu sözden maksat ise yüce Allah'ın tazim edilmesi, aşağıda ve alt*ta oluştan tenzih edilmesidir. Buna karşılık yücelik ve azametle nitelendirilmesidir. Yoksa mekân, cihet ve sınırlarla nitelendirmek değildir. Çünkü bunlar cisimlere dair sıfatlardır.
Yine Fıkhu'l Ebsat'taki şu sözlerinin devamında Allah nerede? sorusuna verdiği cevabı yukarıda zikretmiştik.'' Nerede mefhumu, mekan ve bütün mahluklar yok iken Allah vardı,yani O şimdi de mahlukatı yaratmadan önceki gibidir.'' manasında cevap verdikten sonra bu sözleri başka yere çekmek mümkin değildir. Şüphecilerin iddiaları örümcek ağından daha sağlam olsaydı,Ebu Hanife bu soruya Semada /Gökte yada cihet itibariyle yukarıda cevabını neden vermedi? Hasbinallahu nimel vekil... (Ancak şüpheciler bu cevabı kendi eserinden bulamayınca,aşağıda vereceğimiz uydurulmuş bir isnada yapışacaklardır.) ''Neden dua esnasında eller yukarı kaldırılır?'' başlığında ulemadan zikredeceğimiz üzere, Allah'a dua ederken ellerin yukarıya kaldırılaması dua'nın kıblesi,rahmetin inme yeri ver rızık deposu olduğundandır. Yer,ayaklarımızın altı ise Allah'ın yüceliğini ifade etmediği için rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur. Ayrıca İmam-ı Azam el-Vasiyye adlı eserinde buyuruyor ki:"Cennet ehlinin Allahü teâlâya keyfiyet, teşbih ve cihet olmadan mülaki olmaları haktır." derken ciheti inkarı açıktır.Ahirette keyfiyet ,teşbih ve cihetten Allah'u tealayı münezzeh tutan Ebu Hanife, nasıl oldurda şimdi O'na cihet idda edecek? Şu şüpheciler, acaba Ebu Hanife'nin Fıkhu'l Ekber'inde ''Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değildir ''sözünü bilmezler mi acep?
Buna rağmen Firavun'un şüphesini doğru bulan şüpheciler -"Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır''- diyecek kadar nasıl ileri gidebilmektedirler? Maalesef inançları bunu gerektirmektedir. İşte Buhari şarihi İbni Hacer Fethu'l Bari'de -''Allah’ın yakınlığı mesafe yakınlığı mânâsında değildir''-''Kulun Allah’a yakınlaşmasının mânâsı değerinin Allah katında yükselmesidir.'' der. Umudumuz şudur ki, taassup,hizipçilik ve inatçılıktan biraz sıyrılabilenler,bağnaz olmayan sözde selefi kişiler bu gerçeği açıkça göreceklerdir. Hâsılı O (Ebu Hanife), Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve Selef gibi bir yanda Te’vîl-i Tafsîlî yapmamakla Tefvîd’e giderken /lafzın ma’nâsının ilmini Allah’a bırakıyordu. Öte yanda da Te’vîl-i İcmâlî ile tenzîh yapıyor; yani Allah’ı, O’nu, yaratılmışların sıfatlarından kendine yakışmayacak sıfatlardan uzak tutmuş oluyordu.Usülcülerin ifadesiyle ''İsbat bila teşbih ü temsil,Tenzih bila ta'til ü inkar''. Zâten Selef’in de yolu buydu.
Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî rahimehullah diyor ki:"Bir kimse, Allah kullarını muhakeme için oturur, kalkar derse, O’na yukarıda olmak veya aşağıda bulunmak gibi şeyler izafe ederse kâfir olur.” (Camiu’l-Mütun tercümesi,s.118)
Allâme İbni Hacer el-Heytemî rahimehullah diyor ki;"(Göklerde oturana inandım) dese câiz olmaz, çün*kü bu ifadede Allah'a mekân isbatı vardır. Allahü Teâlâ göklerin de ilâhıdır, yerlerin de ilâhıdır. Bunun için Allah'a cihet isbat çoğunluğa göre küfürdür. Küfrü ifade eden bir kavram ise iman alâ*meti olamaz..“Gökte olana” demek, saltanatı göklerde hüküm süre*ne demek olur ki, halef ve selef âlimleri tarafından tevil edilen Kur'an-ı Kerim'in lafzına uygun düşer. Ancak Hanâbile'den sapık bir fır*ka buna muhalefet etmiştir. Halef, “Biz bu tevili tayin eder ve za*hiri ona sarf etmeyiz”, derler. Selef ise, “Biz icmâlen tevil eder fakat belirli bir şeyi tayin etmeyi içyüzünü Allah'a havale ederiz.” derler. Muteahhirînin bir kısmı da bu görüştedir. Diğer bir kısmı ise zahire ve Arap lügatinin kaidelerine uygun ve yakın olanı tayin ve tercih ederler. Böyle bir imkân bulunmadığı vakit tevil eder ve asıl mura*dı Allah'a havale ederler. Âyet ve hadîsler üzerinde araştırmalar ya*pan kimse bunların tevile şehâdet ettiklerini görür. Çünkü bunlan tevilsiz oldukları gibi kabul etmek tenakuza yol açar. Bu kuşkuyu kaldırmak için tevil kaidelerine uyarak tevil etmek vacip olur. Me*selâ:“(Allah) sonra Arş üzerine istiva etti.”''Biz ona şah damarından daha yakınız.”“Nerede olursanız olun. O sizinle beraberdir.”âyetleri ile Resûl-i Ekrem'in:“Eğer konağın ipini sarkıtsanız Allah üzerine düşerdi.” Hadisinden birini tevil zorunluluğu vardır. Çünkü hiç kimse bunların zahir an*lamlarında olduğunu iddia edemez. Bir yandan, “Allah Arş üzerin*dedir.”, “bir yandan, “O, size şah damarınızdan yakındır.”, öteyandan, “Nerde olursanız olun, O sizinle beraberdir.” âyetleri ile “îpi sarkıtsanız Allah'a değecek.” hadîsi tevilsiz kabul edilemezler. Bazı âyet ve hadîslerde tevil zorunluluğu olduğuna göre, bu gibi müteşâbihâtın hepsinde tevil vacip olur. Mâlik, Cafer ve benzerleri gibi selefin hepsi bu tevili kabul etmişlerdir.Hulâsa; bu meselede Ehl-i Hakkın görüşü, benim anlattığım gibi, Allahu Teâlâ'ya noksanlık getiren ve hatta ne noksanlık ve ne de ke*mal getirmeyen bütün sıfatlardan O'nu tenzih edip her yönden ke*mal sıfatları ile tavsiftir. O'nu, zâtında sıfatında, esma ve ef'âlinde mutlak ve en üstün kemal sıfatları ile tavsif etmek lâzımdır. İşte Al*lah hakkında ve birinci şehâdet, budur.(Ez-zevâcir An İktiraf'il-Kebâir, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1997; s.73)
Muhammed Hâdimî rahimehullah diyor ki:-“Allahü teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür....Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O'nu vasıfladığı zaman] yani Allah'ın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” -(Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)
Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifadeler var:"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. ... "Allahü Teâlâ, insaf için oturuyor." diyen kimse, kâfir olur. Allahü Teâlâ'yı, "yukarıda", "aşağıda" diye vasıflandıran kimse, kâfir olur. ...Bir kimse: "Benim, gökte ilâhım; yerde filanım var." dese; kâfir olur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir. ..." (Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)
Molla Aliyyü'l Kârî rahimehullah diyor ki:-"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır....-( Fıkh-ı Ekber Şerhi)
Molla Aliyyü'l Kârî rahimehullah aynı eserde diyor ki:-''Sözün kısası, varlığı kendinden olan, varlığı başkasından olana benzemez. Varlığı başkasından olan da varlığı kendinden olana ben*zemez. Öyle ise Allah Teâlâ, sınırlı değildir, sayılmış değildir, şekillenmiş değildir, parça değildir, bir mekânda yerleşmiş değildir, mü*rekkep değildir, sonlu değildir. Maiyet,mâhiyet,keyfiyet,renk,tad,koku, hararet, soğukluk, yaşlık, kuruluk ve benzeri beşeri vasıflar*la vasıflanmaz. Allah bir mekânda değildir.Yukarıda değildir, aşa*ğıda değildir,başka cihetlerde değildir.Allah Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir''-(Fıkh-ı Ekber Şerhi)
ŞÜPHECİ; Aliyyu'l Kari'nin bu sözleri Allah'ın varlığını kabul etmemekdir,bu yokluğu tariftir.
CEVAP;Peygamberimizin (sav) '' Allah vardı,O'ndan önce başka bir şey yoktu...'' .hadisi şerifi .(Buhari, Megazi, 67,74,Bed'ul-Halk 1,Tevhid 22;Tirmizi, Menakıb,3946) gereği İmam-ı Azam Ebu Hanife Fıkhu'l Ebsat'ta Allah-u Teala nerededir? sorusuna ''Yaratılmadan önce mekan yoktu,halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiçbiri yokken , ''nerede'' mefhumu mevcut değilken Allah vardı.O her şeyin yaratıcısıdır '' cevabının verilmesini ister. ( Fıkh-ı Ebsat sh.102 -Şamil yay.)Bu demektir ki ezelde (başlangıçsızlıkta) Allâh'tan başka hiç bir şey yoktu. ;Allah vardı, mahlukattan başka bir şey yoktu,zaman , mekan ve cihet mahluktur.Ne zaman, ne de mekân ne insan ne de melek ne hayvan ne de cin ne gök ne de yeryüzü.. İmam Suyuti ve İbni Hacer ve diğer muhaddislerin dediği gibi;-Allah hareket, intikal, hulul, mahlukatın içine girmek gibi şeylerden münezzeh-(Fethu'l- Bari 7/156) ise artık Allah'u teala hakkında bir değişiklik düşünmek doğru değildir. Allâh mekân yokken vardı, O şimdi de olduğu gibidir. Buradan hareketle mahlukatı yaratmadan önce var olan Allah(c.c), nasıl ki ciheti yaratmadan önce yukarıda ve altta değildi,alemi yaratmadan önce içerisinde olmadığı gibi dışındada değildi,bitişik değilken ayrıda değildi.Bu durumda hepimiz Allah'ın mahlukatı yaratmadan önce var olduğunu söylerken ,nasıl olurda şimdi bu sözlerle Allah'ı (c.c) anlatan ehl-i sünnet alimlerine ''Bu sözler Allah'ın varlığını kabul etmemekdir,bu yokluğu tariftir'' denilmektedir. Madem ki mekân yaratılmazdan evvel Cenâb-ı Hak mekâna muhtaç değildi, mekânsız olarak var idi. Mekân yaratıldıktan sonra da ona ihtiyacı yoktur.Her hangi bir cismi anlatsak, şüphecilerin sözleri doğru olabilirdi. .İşte o zaman o cismin yokluğunu tarif etmiş oluruz., bu birbirine zıd şeylerden birini kabul etme niteliğine sahip olan varlığın bu birbirine zıd şeylerin dışında kalması imkansızdır.Ama gördümüz gibi Allah (c.c) birbirine zıt bu şeylerden mahlukatı yaratmadan önce münezzeh olduğunu Peygamberimizin (sav) ve Ebu Hanife (r.a) 'den nakillerle gördük.Rasûlullâh sallallâhu âleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Ya Allâh sen zahirsin senin üstünde bir şey yok ve sen bâtınsın senin altında bir şey yoktur" Beyhakî demiştir ki, dostlarımız bu Hadisi delîl göstererek: "Üstünde ve altında bir şey bulunmayan mekansız olarak vardır" demişlerdir.Sonra şu şüpheci kimse, "Sen, Allah'ı, yok olan bir şeye benzetiyorsun. Çünkü yok olan, bir mekânda değildir" diyor, halbuki, O'nu bir mekâna muhtaç kıldığı için kendisinin O'nu madûm (yok olan) bir varlık haline getirdiğini bilmiyor. Çünkü, muhtaç olduğu şeyin bulunmamasına nazaran, her muhtaç da yoktur. Denilirse ki;Böyle bir varlık anlaşılmamaktadır.Deriz ki;Anlaşılmamaktan kastın,hayel edemediğin, tasavvur edemediğin,her hangi bir kuruntaya ifade edemediğini söylüyorsan isabet ettin .Çünkü o varlık ,kuruntuya ,tasavvura ve hayale sığmadığı gibi rengi ve ölçüsü olmayanın hayali tasavvur edilemez.«O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur!» (Şüra, 42/12).(Gazzali'den feyzle)
İmam Ebu Hanife'ye isnad edilen gerçek dışı söylemler
ŞÜPHECİ ; Bir kadının Ebu Hanife'ye geldiği ve ''Dinini terk ettiğin halde insanlara çeşitli meseleleri öğretmeye kalkışan sen misin? Kendisine ibadet edilen ilahın nerede?'' dediği .Ebu Hanife'nin de susup 7 gün sonra ''Şüphesiz Allah yerde değil ,semadadır'' demiştir.
CEVAP; Ebu Hanife'nin kendi eserinde bu soruya verdiği cevabı görmüştük.Lakin bu iddiaları dillerine pelesenk yapan Selefiyye ekol mensuplarının tassubu bilinmektedir.Bu yüzden kendi meşreblerinden,saygı duydukları Albani'nin Zehebi'in Uluvv'un tahkikinde söylediklerine bakalım:''Derim ki (Albani) ; Hem bu nasıl sahih olabilir ki bunu rivayet eden uydurmakla itham edilmiş bulunan Nuh el-Cami 'dir. Hatta bazıları ; O doğrunun dışında her şeyi toplamıştır demiştir.''
İmam Malik'in veciz bir sözü üzerine şüphe uyandırılması
İmam Beyhaki'nin sahih bir isnat ile : “İmam Malik’e bir adam “Allâh, Arş’a nasıl istiva etmiştir?” diye sormuştur. İmam Malik de adama “Allâh’ın istivası malumdur, yani sabittir (Kur'an'da geçtiği ve bir benzetme içermediği malumdur). Keyfiyet ise imkânsızdır ve ona iman edilmesi farzdır. Bunun hakkında "Nasıl" diye soru sormak bid’at’tır” diye cevap vermiştir..Mezhep müntesiplerinden bid'at pisliğini reddetmesi ,Medine Alimi İmam Malik'in mezhebinin özelliklerindendir.Malikiler arasında i'tizal ve Teşbih bid'atini görmemekteyiz.Zannımızca İmam Malik'in sıfatlarla ilgili haberlerin rivayetini yasaklamış olması ,bunu sağlamlaştırmıştır.'' (Kevseri-Mezheplerin doğuşuna bir bakış- sh;44 ) buna rağmen iki farklı yorumlama biçimiyle karşı kaşıyayız;.
Birinci yorum: İstivâ Allah Teâlâ hakkında Kur’ân’da kullanılan Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında sıfatı olarak kullandığı bir kelimedir. Bu mânâda malumdur. Allah Teâlâ arşa istivâ etmiş midir? Etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’da bunu haber veriyor. Peki nasıl istivâ etmiştir? İşte onu bilemeyiz. Keyfiyeti meçhul çünkü. Sadece Kur’ân’da haber verildiği için biliyoruz ki istivâ diye bir şey vardır. Ama nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu Ehl-i Sünnet kelâm alimlerinin anlama biçimidir.
İkinci yorum ; İbn-i Teymiye’nin ve takipçilerinin anlama biçimi var. Onlara göre istivâ malumdur demek “istivânın ne anlama geldiğini biliyoruz o mânâda istivâ malumdur” demektir. Yerleşmek, istikrar etmek, mekan tutmak, kurulmak bu anlamda istivâ malumdur. Ama nasıl yerleşti, nasıl kuruldu nasıl mekan tuttu,bilemeyiz. Bu anlamda keyfiyet meçhuldür. Hatta günümüzde bir takım Selefi ekolden görünenler işi dahada öteye taşımıştırlar şüphecilerde itikat birliği olmadığından dolayıdır ki İmam Malik'in sözü şuralara kadar çekilmiştir; Abdulaziz b. Faysal er-Racihi adlı şüphecinin çıkardığı bir kitapta ;İstiva'nın ''culus'' anlamına geldiği ile ilgili rivayetler yapar.Bununlada yetinmez -''bu doğru bir sözdür,bunda toz bile yoktur,istivanın anlamlarındandır, Arşın üzerine yükseldi ve oturdu. Lakin oturur ama celaline ve kamaline yaraşır şekilde oturur, nasıl oturduğunu düşünmeyiz,tevil etmeyiz,tatil etmeyiz, benzetmeyiz bu İmam Malik'in ''İstiva malum''sözünün manasıdır ''- der.(Salih ibn Fevzan bu kitap için takriz bile yazmıştır.Elbani istva'ya istikrar etti yerleşti demek caiz değil derken - el-Uluvv li'l Aliyyi'l -Azim Ümmül Kurra sh.26,İbni Useymin ise yükseklik ve istikrar(Yerleşme ,karar bulma).demektedir,Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı sh.97 sonrada dildeki anlamı malumdur demelerini hatırla !Buna rağmen bir anlamda birleşememeleri,sonrada birbirlerini teşbih ile suçlamaları arızalı bir bakışı yansıtır.)
Şimdi burda iki farklı anlama biçimiyle karşı karşıyayız. Allah Teâlâ dileseydi arş'a istivâsını bize daha net ifadelerle haber verebilirdi. Ebûbekir bin Arabi diyor ki: İstivâ kelimesinin Arap dilinde on küsur tane anlamı vardır. Bunlardan hangisi?el-Avâsım mine’l-Kavâsım’da anlatıyor : Bazı Hanbeliler bir yolculuk esnasında yolunu kesmişler. Israrla sormuşlar: “Allah nasıl istivâ etti?” diye. Demiş ki: “İstivanın oturmak, mekan tutmak, yerleşmek anlamlarına geldiğini söylememi istiyorsunuz. Ama istivâ kelimesinin on küsur tane anlamı vardır. Niye bunların içerisinde diğerleri değil de bunlar ?,Yahut bu onbeş anlamdan hangisinin ''zahir anlam'' olduğunu iddia ediyorsunuz? ”
İkinci yorumun sahipleri "Arş'ı istiva, keyfiyetsiz bir şekilde Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kişinin, buna iman etmesi ve bunun (nasıl olduğunun) bilgisini Allah'a havale etmesi gerekir." dedikten sonra sözü bu noktada bırakmış ve tevile sapmamış olsalardı,hem kendileriyle çelişmemiş hemde itiraza muhatap olmaktan kurtulurlardı. Önce sıfatlar konusundaki nassları, zahir ifadelerini esas alarak anlamak ve tevile sapmamak gerektiğini söylemekte, ancak daha sonra yine bizzat kendileri, "istiva" kelimesinin "oturmak, yerleşmek" anlamında kullanıldığı rivayetleri ileri sürerek, daha önce de gördüğümüz gibi fiilen tevil yapmış olmaktadır.
Birinci yorumun doğruluğu ;“İmam Malik’e bir adam “Allâh, Arş’a nasıl istiva etmiştir?” diye sormuştur. İmam Malik de adama “Allâh’ın istivası malumdur, yani sabittir (Kur'an'da geçtiği ve bir benzetme içermediği malumdur). Keyfiyet ise imkânsızdır ve ona iman edilmesi farzdır. Bunun hakkında "Nasıl" diye soru sormak bid’at’tır” diye cevap vermiştir. İmam Ebu Süleyman El-Hattabi şöyle buyurdu: ”Bize ve her Müslüman’ın bilmesi gereken şey Rabbimiz surat ve hey’etten münezzehtir. Çünkü surat keyfiyeti gerektirir. Keyfiyet ise, Allâh ve sıfatları hakkında imkânsızdır. (İmam Beyhaki el-Esma’ ves Sifat)
Molla Aliyyu’l-Kârî ,İmam Mâlik’in bu sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir: “Bunu büyük İmamımız Ebû Hanîfe de tercih etmiştir.” (Mirkâtü’l-Mefâtih 8/251) Fıkh-ı Ekberi şerh ederken ise açıkça ;-''Ebû Hanîfe Müteşâbih sıfatlara inanır ve tevilinden sakınırdı. Allah Teâlâ'yı bu sıfatların zahirî manasından da tenzih eder, dolayısıyla Selef âlimlerinin görüşünde olduğu gibi bu husustaki bilgiyi Allah Teâlâ'ya havale eder.'' burdan anlamaktayız ki Molla Aliyyu’l-Kârî de İmam Malik'in bu sözünde zahiri manasının herhangi birisini tercih etmediği görüşünü desteklemektedir.Müteşabih konusunda selefin tavrını özetleyen Hanbeli alim İbn-i Kudâme derki,-''.Haberi sıfatların manalarının tevil ya da tefsir edilmesinden sükût edilmesi” gereği ve ma'nâlârının yalnızca Allah teala tarafından bilinilebileceği hakîkati, Kitâb’ın, Sünnet’in ve Selef’in ittifakıyla sabittir.[Tahrimu’n-Nazars. 47,48,49,50]Bu konuda tevile girişmek Allah’ın zatı hakkında bilgisizce söz söylemek olacaktır. Luğavi açıdan bu lafızların manalarının bilinmesinden o manaların Allah’ın muradı olduğu neticesine varılamaz. Çünkü luğat açısından başka manalara gelmesi de söz konusu olduğu gibi, Allah’ın muradının o mana olduğunun iddiasının onayı da gerekir. Bu onay peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefatıyla imkan haricine çıkmıştır. Diğer taraftan Allah kendisi hakkında bilmediğimiz halde konuşmamızı haram kılmıştır. Bu sebeple bu lafızların manalarına girilmemeli, Allah’ın muradı üzerine iman edilmelidir. [Age. s.51]Peygamberimiz bu ayetlerin manalarının bilinmesinin vacib olduğunu söylememiştir. Kendisi de açıklamamıştır [Age. s.50)''- İbn-i Kudâme’nin naklettiğimiz şu sözlerinden, Eş'ariyye ve Mâtürîdiyye’nin sonradan gelen kimi âlimlerinin muhkem ayetler ve şu sıfatların lugat manaları ışığında, kesin hükme varmadan, bir takım yakın te'vîllerinin dahî Kitâb’a, Sünnet’e, hâsılı Selef’in yoluna ters olduğuna inandığımız anlaşılmamalıdır. Maksadımız, müellifin bu husûstaki sözlerini naklederek Selef iddiasında olanların aslında kötü birer te'vîlci olduklarını ortaya koymaktır. Yoksa, Mâtürîdiyye mensûbları olarak bizler de, her ne kadar tenzîh/icmâli te'vîl (bunların ne olmadığını söylemek) ile berâber, ne olduklarının bilgisinin Allah’a (c.c)havâle edilmesini kabûl ediyor ve zorakilikler taşımayan yakın te'vîlleri yapanları hakkın dışına taşmakla suçlamıyoruz. Çünkü onlar lugat ma'nâsından hareketle muhkem âyetlerin ışığında böyle bir te'vîl yapmakla murâd-ı ilâhînin ta'yînini kesin iddia etmemekte, işin hakîkatini Allah’a (c.c)havâle etmektedirler. Kesin bir ta'yîn cihetine gitmiş olsalardı, İbn-i Kudâme’nin sözünü ettiği mahzurlar doğmuş olabilirdi. Ancak böyle bir şey olmadığına göre onları bu noktada suçlamak ma'nâsız olur.(İbn Kudame, Tahrimu’n-Nazar:Çev:Muhammed Önder.Bkz.Gureba derg.2.sayi) İmam Nevevi'nin Şerhus Sahih-i Müslim’deki sözleri konuyu daha anlaşılır kılacaktır.-'' Selefin ekserisinin müteşabihlerin te’villerinin bilinemeyeceği fikrinde oldukları nakledilir. Onların bundan maksatları şu idi: Müteşabihlerin kesin mânâlarını bilmek, onlardan ˜murad-ı ilâhi budur’ demek doğru değildir. Yoksa onlar âlimlerin o âyetleri te’vil etmeye teşebbüs etmeleri doğru değildir, o âyetlerden hiçbir şey anlamamız mümkün değildir” demek istememişlerdir.-'' der.
Birinci yorumun doğruluğu ;İmam Şehrestânî 'de el-Milel ve'n-Nihal' de diyor ki;;-''Seleften bir topluluk da söz konusu sıfatların ''zahirî tefsirine'' meylederek teşbihe düşmüşlerdir.Selef içinde hem tevile bulaşmayan hem de teşbih hatasına düşmekten sakınanlar da olmuştur. Mâlik b. Enes bunlardan biridir ve şöyle demiştir: "İstiva malûm , nasıl olduğu ise meçhuldür. Ona olduğu gibi inanmak vacip, hakkında soru sormak ise bidattir." Ahmed b. Hanbel, Süfyân es-Sevrî, Dâvud b. Ali el-İsfahânî ve onları izleyenler de bu görüştedir.Abdullah b. Saîd el-Küllâbî, Ebu'l-Abbâs el-Kalânisî ve el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin devrine gelindiğinde bunlar Seleften bir topluluk olarak Kelâm ilmine dalmış ve Selefî akideleri kelâmı deliller ve usûlî burhanlarla desteklemeye çalışmışlardır. Bunlardan bazıları kitaplar telîf etmiş, bazıları da tedrisât faaliyetinde bulunmuştur. Örneğin Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile hocası arasında salâh-aslah meselesinde bir münazara yaşanmış ve aralarındaki görüş ayrılığı açığa çıkmıştır. el-Eş'arî bu son gruba meyletmiş ve onların görüşlerini kelâm yöntemleriyle desteklemeye çalışmıştır. Onun tarafından ortaya konulan bu çabalar Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinin temellerini oluşturmuştur.''-(el-Milel ve'n-Nihal)
Birinci yorumun doğruluğu ;Hanbeli Alim İbnu'l Cevzi derki; -''Eğer sizler hadisi şerifleri (ve ayetleri) kabul edip manalarından konuşmayıp suküt ediyoruz demiş olsaydınız ,hiç kimse size itirazda bulunamaz ,inkar edemezdi.Fakat böyle hadisleri zahirine hamletmeniz çirkindir.Bu salih Selef Alim (Ahmed b. Hanbel) 'in mezhebinde olmayan şeyi,mezhebine sokmayın! Mezhebine öyle çirkin ,ayıp şeyleri giydirdiniz ki herhangi bir Hanbeli ,kim olursa olsun (sizin yüzünüzden) Mücessimedir denilmektedir.. Kim,Allah teala Arş'a mukaddes zatı ile istiva etmiştir derse ,O'nun duyularla idrak edilebileceğinş söylemiş olur...Bununla beraber ,kendileri güya bir şeyi Allah'a benzetmekten veya benzetmeyi Allah'a izafe etmekten kaçınıyorlar.Bir kısım cahillerde onların bu inançlarına uymuşlardır. Sonra sizler,-Peygamberin hadisleri zahirlerine göre hamd edilir- dediniz.Mesela;bir hadisi şerifte geçen (kadem) kelimesinin zahiri manası ayaktır.Bu mana ,Allahu teala hakkında muhaldir.Bu durumunuz ,Hristiyanların durumu gibidir.Çünkü İsa (as)'ya ruhullah denilince Hıristiyanlar Allah-u teala için ,bir sıfatı da ruhtur.Yani ruhu vardır.O sıfatı Meryeme dahil olmuştur...Bu hadisler,müteşabih hadis kısmından olup manaları bilenemez dediniz.Vay acaba Allah'tan başkasının manasını bilmediği kelimenin manası nasıl zahir olur?... Kendiliklerinden Allah'a sıfat isnad ettiler,Halbuki hak celle va ala'nın sıfatlarını isbatı,zatının isbatı gibi ancak kat'i delille olur.Onlar hadislere hissin ,aklın muktezası üzere mana verip demişlerdir ki; Allah'ın gökten nuzulu hadisinin manası ,Allah bizatihi iner.Bir yerden yere naklonur.Sonrada Allah iner ama bizim düşümdüğümüz gibi değildir dediler .Böylece hadisi şerifi işiten kimseyi şaşırtıp hisse ve akla zulmetmekle müteşabih hadisleri zahiri manalarına hamletmişlerdir... Bu görüşlerin İmam Ahmed'e isnad edilmemesi için onların reddi lazım geldiği kanaatindeyim..Sukut edip de reddetmezsem ,dediklerine benim de itikad etmiş olduğumu söyleyecekler..Gerçekten İmam Ahmed'in mezhebi o hurafelerden tenzih edip ,ondan rivayet olan yalan nakilleri ve akli hezeyanları hiç kimsenin sözünü taklid etmeden asılsızdır diye ispatladım''- (İbnul Cevzi Def-u Şübbetü't-Teşbih'den naklen Bkz. Ebu Hamid bin Merzuk,Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi,sh.43)
Birinci yorumun doğruluğu; İmam Nevevi rahimuhullah diyorki; Bil ki,ilim ehlinin ,sıfatlarla ilgili ayet ve hadisler konusunda iki görüş vardır.
Birincisi Selefin büyük bir çoğunluğunun veya tamamının görüşüdür.Onlar,bu sıfatların manası hakkında konuşmazlar.Aksine şöyle derler ;Bize gereken ,bunlara inanmak ve iman etmektir.Bu sıfatların ,Allah teala'nın celal ve azametine layık manası vardır.Bununla birlikte bizler kesin bir şekilde inanırız ki,Allah teala'nın benzeri hiç bir şey yoktur..O tecessüm (cisim özellikleri taşımaktan),(bir mekandan diğerine) intikalden ,bir yönde bulunmaktan ,mekan işgal etmekten ve mahlukatın diğer sıfatlarından münezehtir.Bu,Kelamcılar'dan bir gurubunda mezhebidir.Kelamcılar'ın muhakkiklerinden bir cemaatta da bu görüşü seçmiştir.En sağlıklı görüşde budur.
İkinci görüş ise Kelamcıların büyük çoğunluğuna aittir.Buna göre bu türlü ayet ve hadisler ,yerine göre ve layıkı veçhi ile tevil edilir.Bunların tevili ancak Arap dilini,usul ve fürua ait kaideleri hakkıyla bilen ehil ve ilimde temrin sahibi kimselere caizdir...(en-Nevevi,''el-Minhac'',III,19)
ŞÜPHECİ;İmam Malik'in ''İstiva bir bilinmez değildir'' sözü;Yani dilde anlamı bilinmez değildir.Çünkü anlamı yükseklik ve istikrardır.(Yerleşme,karar kılma) demekdir.
CEVAP;Herkes bilmelidir ki, “istivayı” inkâr eden kâfir olur. Çünkü bu husus Kur’an’da sabittir.Nasıllığı ise bilinemez .Halbuki şüphecilerin ''Allah'ın arşı üzerine istikrar (yerleşme) olduğunun nispet edilmesi hakkında hiçbir delil bulunmamaktadır..Buna itikat etmek caiz değildir.İstiva keyfiyetsizdir.Ehli sünnetin görüş gayet nettir;
İbni Rüşd, Şerh el-Utbiyye'de diyor ki:"İmam Malik rahimehullahü teâlânın duruşu şudur: (Arş, Allahü teâlâ'nın istikrar yeri değildir.)" (bkz. Fethul Bârî, 1959 baskısı, 7:124, 3592).
İmam-ı Azam Ebu Hanife el-Vasıyye'de şöyle der-"Allahü teâlâ, kendisi için ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme) söz konusu olmaksızın Arş'ı istiva etmiştir. O, Arş'ı da, Arş'tan başkasını (diğer yarattıklarını) da korumaktadır. Eğer (Allahü teâlâ Arş'a ve bir yerde yerleşmeye) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olmazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ın yaratılmasından önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan (bir yere yerleşmek ve orayı mekân tutmaktan) münezzehtir" -(Bkz. el-Vasıyye, 73. Çev: E.Sifil Bkz.İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2004; c.1, s.74-81Çağdaş Dünyada İslami Duruş, 168 vd)
İbni Hacer Askalani'de Fethu'l Bari'nin çeşitli yerlerinde diyor ki;-''Arş’a istivâ, Allah’ın arşa istikrar etmesi mânâsında değildir.--Allah zâtıyla arştadır, itikâdı yanlıştır.--Mânânın Allah’ın ilmine havale edilmesi evla olan metoddur.--İstivâ müteşâbihtir, mânâsı Allah’a tafvid edilir.--Allah’ın semâda oluşu sözünün zâhiri murad değildir. Zira Allah bir mekana girmek ve hülûl etmekten münezzeh olduğundan bu sözden zâhiri (ilk akla gelen mânâsı) kasdedilmemiştir, deriz''-
Hüccetü'l-İslam İmam-ı Gazzalî rahimehullahü teâlâ İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm'da buyuruyor ki:-''Bu konuda hak, doğru olan Allahü teâlânın ve Resûlünün sallallahü aleyhi ve sellemin buyurduklarıdır. Allahü teâlâ Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rahmân Arş üzerine istivâ etdi) buyurmuş ve doğru söylemişdir.Kat’î olarak bilinmelidir ki, istivâ, cisme mahsûs olan oturma ve karâr kılma değildir. istivâ kelimesi ile Allahü teâlânn murâdının ne olduğunu bilmeyiz ve bilmekle de mükellef değiliz. Allahü teâlâ, En’âm sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullarının fevkinde yegâne kudret ve tasarruf sâhibidir) buyurmuşdur. Bu da doğrudur. Burada mekân olarak fevkiyyet, üstde olmak muhâldir. Çünki, O mekândan önce vardı, şimdi de dahâ önce olduğu gibi vardır. Fevk ile ne murâd etdiğini biz bilmeyiz. Ey suâl soran, bu ma’nâyı bilmek senin de bizim de üzerimize lâzım değildir.''-
“İstiva” kelimesinin diğer manalarından bazıları şöyledir:
1-Düz olmak ve kuvvetlenmek.
Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:
فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ
(El-Fetih /29).
Anlamı: “Gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış.” (Ebu Hayyen-tefsiri, Beyzavi- tefsiri, İmam Nesefi- tefsiri ve İmam Kurtubi- tefsiri )
2-Olgunlaşmak.
Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:
وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ وَاسْتَوَى
(el-Kasas /14)
Anlamı: ” Musa yiğitlik çağına erip olgunlaşınca.” (İmam Tabari, İbni Kesir, el-Ferra’, Muhtarus Sihah, Lisanul Arap)
3-Pişmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.”
4-Kastetmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir” ve İbni Manzur Lisanul Arap.”
5-Eşit olmak: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.
6-Yükselmek: İbni Manzur “Lisanul Arap.”
7-Kast etmek: El, Feyyümi- el-Mısbah el-Münir, İbni Manzur Lisanul Arap” ve “Muhtar es-Sıhah”
8-Kahretmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.
9-Temellük, yani mülkiyetine almak. Hafız Zebidi “ Tac el-Arus”
10-Murada ermek: Hafız Zebidi “ Tac el-Arus”,İbni Manzur Lisanul Arap” ve “Muhtar es-Sıhah”
11-Bitirmek ve son vermek:İbn Hazm ‘’ed-Durre’’ sh.233
12-İstilâ:
A-Ehli Seleften olan İbnil Mübarek “Garibul Kur’an”,
B-İmam Ez-Zaccac ”Meanil Kur’an”,
C-Hanefi olan İmam Maturidi “Te’vilat Ehli Sünne”
E-Müfessir Maverdi “En-Nuket vel Uyun”
F-İmam Suyuti ”El-Kenzul Medfun”
Burada “İsteva”, “İstila etti” manasında da kullanılabilir. Yukarıda beş zâtın isim ve kitaplarını yazdık. Kontrol etmenizi tavsiye ediyorum. Hocalarınıza sorar adı geçen zatların kim olduğunu öğrenebilirsiniz. Daha fazla istiyorsanız şu anda bizde birçok zatın kitabı var ve hepsi “İstiva” sözcüğünü, “istila” veya “hükmetme” anlamlarıyla açıklamışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1-Ehli Seleften olan İbnil Mübarek “Garibul Kur’an” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” demiştir.
2-Hanefi İmam Cassas “Ehkamul Kur’an” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
3-Şafii İmam el-Cuveyni “el-İrşad” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani hükmetti” dedi.
4-İmam Ragib el-İsfahani “el-Mufradet” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.Arap dili uzmanı Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir. Arapça olan bu kelime "alâ " takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında kullanılır.(İslam Ansiklopedisi Arş mad.)
5-Hanefi İmam Nesefi “Tebsiratul Edilleh” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
6-İmam Fahrur Razi “Tefsir”inde bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
7-Hanbelî İmam Seyfuddin el-Emidi “Ebkerul Efkar” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
8-İmam Suyuti’nin hocalarından imam Muhammed el-Kâfici “Et-Teysir” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
9-İmam Kastalani “İrşadus Seri Şerh Sahih Buhari” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
10-İmam Beyzavi’nin “Tefsir”inde bu ayet hakkında ”isteva, yani İstila etti” demiştir.
11-İmam İz b.Abdusselam el-İman,s.233-247 “isteva, yani İstila etti” dedi.
Umarım ki, aklıselim sahibi olan her kimse yukarıda geçen zatların görüşlerini okursa bizim yazdıklarımıza inanır. Yine de bu kadar delili yeterli görmüyorsanız daha fazlasını da yazabiliriz. Peki hangi ayette ve hangi sahih haberde Allah'ın ''zatıyla'' istiva ettiği,''oturduğu'' ya da hasımları gibi '' her yerde'' olduğu söyleniyor? Zahiri anlamlarından böyle bir şey çıkarıp acaba kendi çıkarlarına uygun olanı tevil ederken ,diğerini tevil etmeden hudusa delalet eden zahiri lafızları almaları hangi aklı evvilin işi?Bu hatalarıyla beraber Allah'u tealayı hadislere (sonradan var olanlara)benzetmekten tenzih edenleri Cehmiyelikle,Muattıla olmakla lakaplandırıyorlar,sorarız onlara şu risaleyedeki ismi geçen imamlardan hangisi muattıla?ya da hangisi zatıyla heryerdedir diyor? İnsanlara akılları hibe edeni (Allah c.c) layık olmayan şeylerden tenzih ederiz.
"O'dur ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız O sizinle beraberdir..." (57/el-Hadîd, 4)
Zira bu ayette Allah Teala'nın Arş'ı istivası ile "maiyyet" (kullarla birliktelik) bir arada zikredilmiştir. Neden şüpheciler tarafindan buradaki "maiyyet"i, "ilmi ile kulların yanında olmak, onların her yaptığını görmek, işitmek, bilmek..." diye tevil etmek doğru ve gereklidir de, "istiva"yı "hükümranlığı altına almak" vb. bir şekilde tevil etmek yanlıştır? Şüphecilerin peşinden gidenlerin bu soruları iyice düşünmeleri gerekir.İşte bunda ibret alacak herkese bir ibret vardır.
Oysa "De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır" (6/el-En'âm, 12) ve "Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir" (19/Meryem, 93) ayetleri, mekânın ve barındırdığı her şeyin; "Gecede ve gündüzde barınan her şey O'nundur" (6/el-En'âm, 13) ayeti de zamanın barındırdığı her şeyin Allah Teala'nın mülkü olduğunu açık biçimde ifade etmektedir.
İmam Razi “Tefsir”inde şöyle buyuruyor: “Müşebbihe, Allâh’ın Arş'ın üzerine oturmuş olduğunu söyleyip, bu ayeti delil getirmişlerdir. Bu, hem aklen, hem naklen birkaç bakımdan bâtıl ve yanlıştır:
1)Hak Teâlâ, Arş ve mekân yok iken de vardı. O, mahlûkatı yarattığında bir mekânda olmaya ihtiyaç duymamıştı. Aksine O, mekândan münezzehtir ve hep böyle olmakla (ezeli ve ebedi olarak) muttasıf olmuştur. Ancak, batıl bir iddiada ve zanda bulunan kimse, Arş'ın hep Allah'la birlikte olduğunu zannetmiştir.
2)Arş üzerinde oturanın bir cüzünün (parçasının), Arş'ın sol tarafında olan parçasının aksine, Arş’ın sağ tarafında olmuş olması gerekir. O zaman oturan kimse bizzat, te'lif ve terkib edilmiş (parçalardan meydana getirilmiş) bir varlık olur. Böyle olan her varlık ise, bir te'lif ve terkib edene muhtaç olur. Bu ise, Allah hakkında imkânsızdır.
3)Arş üzerinde oturan, bir yerden bir yere hareket edip geçmeye ya muktedirdir ya da onun için böyle bir şey mümkün değildir. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, o zaman, o hareket ve sükûnun mahalli haline gelmiş olur ve zorunlu olarak, muhdes (Sonradan var olan) bir varlık olur. Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, o zaman, o bağlanmış bir varlık gibi olur, hatta kötürüm birisi gibidir. Hatta bundan da kötüdür. Çünkü kötürüm olan bir kimse, başını ve göz bebeklerini hareket ettirmek istediğinde, bu onun için mümkündür. Fakat bu, müşebbihe’nin ma'bûdu için mümkün değildir.
4)Müşebbihe'nin ma'bûdu, ya her mekânda vardır, ya da bir mekândadır. Eğer o her mekânda ise, o zaman onlar o ma'bûdun, pislik ve necaset mekânlarında da bulunduğunu kabul etmeleri gerekir ki, hiçbir akıllı bunu söylemez. Eğer o, bütün mekânlarda değil de bir mekânda bulunuyorsa, o zaman, o kendisini bu mekâna yerleştirmiş olan bir varlığa muhtaç olmuş olur ve böylece de muhtaç bir varlık olur. Bu ise Allah hakkında imkânsızdır.
5)Allâh'ın, "O (Allah'ın) benzeri gibisi yok"(eş-Şûrâ / 11) ayeti, O'nun için hiçbir yönden benzerlik ve eşitliğin olmadığı manasını ifade eder. Binaenaleyh eğer Allah-u Teâlâ oturuyor olsaydı, oturma bakımından ona benzeyen başkasının da olması gerekirdi. Diğer hususlar da böyledir. O zaman da, ayetin manası kaybolurdu.
6)Allâh-u Teâlâ, وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ buyurmuştur "O gün Rabbinin Arş’ını, üstlerinde bulunan sekiz melek taşıyacaktır" (el-Hakkah /17). Melekler Arş’ı taşıdıklarında, Arş’da ma'budların oturduğu mekân olunca, bu durumda, meleklerin, müşebihenin ma'budunu da taşımış olmaları gerekir. Bu da imkânsızdır.
7)Şayet bir mekânda karar kılan bir varlığın ilah olması caiz (mümkün) olsaydı, güneş ve ayın da birer ilah olmadığı nasıl bilinebilecekti? Çünkü bizim güneş ve ayın ilah olmadıklarını ortaya koyarken izlediğimiz (akli) yol, onların hareket ve sükûn ile muttasıf oldukları, böyle olan varlığın ise muhdes olup, bir ilah olmadıkları şeklindeki metodudur. Siz bu yolu iptal edince, güneşin ve ayın hanlığını tenkid kapısı, sizin için kapanmış olur.
8)Ümmet-i Muhammed, Allâh’ın "De ki, "O, Allah birdir" (el-İhlâs 1.) ayetinin müteşâbih ayetlerden değil de muhkem ayetlerden olduğu hususunda icmâ etmiştir. Binaenaleyh eğer Allâh, bir mekânda olsaydı, o zaman O'nun sağ tarafındaki izleyen şeylere bitişik tarafı, sol tarafındaki şeylere bitişik tarafından başka olurdu. O zaman da o, mürekkeb (parçalardan meydana gelmiş) ve kısımlara bölünebilecek bir varlık olmuş olurdu ve gerçekte "Tek" olmamış olurdu. O zaman da, "De ki: "O, Allah tektir" (el-İhlâs/1.) ayeti, yanlış olmuş olurdu. (Hâşâ)
9)Ayette geçen “isteva” bunu istikrar manasına hamletmek imkânsızdır. "İstila" manasına hamletmek gerekir.
10)Bu, mutlaka te'vile yönelmek gerektiği hususunda kesin bir delildir. Bu da şudur: Aklın delaleti, buna, İstikrar manasını vermenin imkânsızlığını gösterip; "istiva" lafzının zahiri de "istikrar" manasına delâlet edince; bizim ya iki delilden her biri ile amel etmemiz yahut ikisini birden terk etmemiz, ya da nakli olanı, akli olana tercih etmemiz yahut da aklı tercih edip, nakli te'vil etmemiz gerekir. Birincisi batıldır. Aksi halde o zaman, bir şeyin hem mekândan münezzeh olması, hem de mekânda bulunması gerekir. Bu ise imkânsızdır. İkincisi de imkânsızdır. Çünkü bu, iki zıddı birlikte yok saymayı gerektirir ki, bu da yanlıştır. Üçüncüsü de batıldır. Çünkü akıl, naklin esasıdır. Zira yaratıcının varlığı, ilmi, kudreti ve peygamber gönderişi akli delillerle sabit olmadıkça, nakille de sabit olmaz. Dolayısıyla aklı tenkit etmek, hem aklın, onunla birlikte hem naklin tenkidini gerektirir. Binaenaleyh geriye ancak, aklın doğru olduğuna kesin olarak hükmetmemiz, naklin de tevili ile meşgul olmamız kalır. Bu, maksadı elde etme hususunda kâfi bir delildir. Bu sabit olunca diyoruz ki: Âlimlerden bazıları buradaki "istiva”dan muradın "İstilâ" manası olduğunu söylemişlerdir. Nitekim şair de şöyle demiştir:"Bişr, kılıç kullanmadan ve kan da akıtmadan, Irak'ı istiva (istilâ) etmiştir.'' (Kur'an ayetleri tefsirinde cahiliye şiirinin önemini bu işe yabancı olmayanlar iyi bilirler.)
İşte sana Selef’in tercümanı ve müfessirlerin imamı Ebû Ca'fer İbnü Cerîr Et-Taberî'nin "Arşın üzerinde istivâ etmek" hakkındaki görüşü:
Arş’ın üzerinde istivâ etmek meselesinde Selefî olduğunu iddia eden ama haddizatnda Halef’in geri zekalları olan kimseler, bir de cihet ve mekan hususunda Allah Teâlâ'ya cihet ve mekan ta’yîn eden görüşlere tutunurlar. Ben zannetmem ki insaflı bir kimse Ebû Ca'fer İbnü Cerîr et-Taberî radyallâhu anhü hazretlerinin Selefî olduğunu münakaşa mevzuu etsinler.İbnü Cerîr, bu Bakara suresinde geçmekte olan ”Sonra Semâ’ya istivâ etti…” ayetinin tefsirinde ِşöyle dedi:
- "İstivâ" Arab kelâmında bir çok manaya gelir.(Onlardan ilk üçünü saydiktan sonra ) (Dördüncüsü): İstivâ kelimesinin manalarından bir tanesi de ;عُلُوٌّ=/"Uluvv" ve ;اِرْتِفَاعٌ=/"İrtifa'”/”yüksekte olmak, yücelmek ve yükselmek” demektir. Bir insanın ;إِسْتَوَي فُلَانٌ عَلَي سَرِيرِهِ= /”falancı divanının üzerine çıktı” denilir.Bu ayeti celîleye bu manaların hangisi daha çok yakışıyor?. Yani bunların en evlâsı, ;ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ= ayeti celilesindeki İstivâ ;عَلَي عَلَيْهِنَّ واَرْتَفَعَ=/”üzerine çktı ve yükseldi, kudretiyle onları tedbir etti; yani “onlar yedi kat sema olarak yarattı” demektir. Arab kelamnda,; ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ= ayeti celîlesindeki istivâ'nın "Uluvv” ve “irtifa'" olduğunun anlaşılacağını inkar eden kimselere şaşılır, "Allah Teâla semanın üzerine yükseldi” demek, “önceden altndaydı da sonra üstüne yükseldi” manasna gelebileceği endişesiyle böyle bir yanılmadan kaçınmak için, buradaki istivâ'nn İrtifa'/yükselme manasında olduğundan kaçınan kimselere şaşılır. Bu kimse şu mahzurdan kaçar ama onu bilinmeyen ve hoş olmayan bir şekilde te’vîll eder. Sonra da bu kaçtığı şeye/mahzûra kendisi tutulur. Ona, sen, "istevâ" akbele/ikbâl etti demektir. Allah Teâla, daha önce "İdbâr" mı etmişti?. Yani, önceden semaya arkasını mı dönmüştü de şimdi önünü döndü, ona yöneldi; bunu mu iddia ediyorsun? denilir.Eğer iddia ederse ki, “bu İkbâl, fiili bir İkbâl değildir.Fakat bu tedbiriyle yöneldi manasında bir ikbaldir” derse, ona şöyle denilir: Aynı şekilde de ki, “O’nun yükselmesi mülk ve sultan yükselmesidir. Bir yerden bir yere intikal ve bir yerden ayrılma yükselmesi değildir,manevi bir yükselmedir.” O bu hususta ne şey söylerse, onun gibi bir şeyle ilzam edilir…”-[Tefsîr-i Taberî:1/428 (Mektebetü ibni Teymiyye -Kâhire) ] Görüyorsun ki, İbnü Cerîr "Arşın üzerine istivâ"yı orada oturmak ve yerleşmek manasında tefsir etmedi; aksine onun “mülkiyet ve sultanlık”/”hükümrânlık manasında bir yükselmek,” “mâlik olmak hükümranlık altına almak manasında bir yükselmek” demek olduğunu anlattı. Allah teâla hakkındaki ;علو=/"uluvv" ve "yüksekte olma"yı Kur'ân'da nerede zikredildiyse, hep aynı şekilde (ma’nevî bir yükseklik olarak) tefsir etmiştir.
Evet, İbnü Cerîr et-Taberî’nin de ifâde ettiği gibi “istivâ” kelimesinin birçok ma’nâları vardır. Ona, kat’î nasslar istikâmetinde -Selefîliği munâkaşa kaldırmayacak İbnü Cerîr’in de dediği gibi- “maddî” değil de “ma’nevî /üstünde olmak” ma’nâsı vermek yerine “maddî” olarak “yer tuttu”, “yerleşti” ve “oturdu” manasını yamalamak bâtıl bir te’vîlden başka bir şey değildir.(Guraba dergisi) Bâtıl Te’vîl’i, ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Selef ve ne de Halef câiz görmemiş ve yapmamışlardır. Hakk Te’vîl’e gelince… Evet, Selef’in bir kısmı ve Halef’in çoğu Bâtıl olmayan Te’vîl’i câiz görmüşler ve yapmışlardır...
İmamü'l Haremeyn Ebu’l-Meâlî Cüveyni rahimehullah haberi sıfatların te’vili için (Halef gibi) ileri sürdüğü temel gerekçe, bu sıfatların (zahiri anlamları) hudûs alâmetleri taşımalarıdır. Bu gerekçeyi Lumau’l-Edille adlı eserinde şöyle özetler: “Allah Teâlâ, sonradan olmaya/hudûsa ve eksiklik alametine delalet eden her şeyden münezzehtir… Bu sebeple Rabb, yönler ile nitelenmekten, bir şeyin karşısında, hizasında bulunmaktan yücedir. Bölgeler O’nu kuşatamaz, kenarlar O’nu saramaz, sınır ve miktarı kabulden uzak/yücedir. Bunun delili şudur: İçini doldurduğu bir yön niteliği taşıyan her şey mütehayyiz/yer kaplayandır. Her mütehayyiz, cevherlerle bir arada bulunma ve onlardan ayrılmaya kâbildir. Birleşme ve ayrılmayı kabul eden her şey, onlardan ayrılamaz. Ve onlardan ayrılamayan her şey, cevherler gibi sonradan olma/hâdistir.”(Lumau’l-Edille, s.107-108)Nitekim o, te’vil için geniş bir alan bulunması durumunda âyetlerin hudûs anlamı içerecek şekilde değerlendirilmesinin anlamsız, hatta bu tavrın akılsızca bir iş olduğunu belirtir.(el-İrşâd, s.150) Âyetleri hudûsa delâlet edecek şekilde anlamanın izin verilebilecek bir husus olmadığını belirten Cüveynî böyle yapanlar için “Biz onlardan değiliz, onlar da bizden değil” der(eş-Şâmil, I, 316)Hatta, apaçık bir küfre en yakın olanların bunlar olduğunu söyler.(eş-Şâmil I, 321) Bu sözü, Allah için “intikal/yer değiştirme”yi kabul edenler için söyler ki, genel ilke açısından bu, hudûsa delalet eden bütün ifadeler için de geçerlidir.Cüveynî, bu durumlarda te’vilden kaçınmanın doğurabileceği bazı kötü sonuçları da şöyle zikreder: “İtikadda meydana gelebilecek bir takım mahzurlardan sakınmak amacıyla te’vilden uzak durmak, kafa karışıklığına, zihin bulanıklığına yol açar, halkı yanlışlara sevkeder, bir takım şüphelerin usûlü’d-din’e girmesine yol açar ve Kur’an’dan bir kısım âyetlerin asılsız zanlara maruz kalmasına sebep olur.”(el-İrşâd, s. 60)Ebu’l-Meâlî’nin haberi sıfatların te’vilinde kullandığı yöntemlere de maddeler halinde kısaca değinmek istiyoruz:
1.Te’vilde en çok kullanılan yöntem Arap dilinin imkânlarından yararlanmaktır. Eğer Arap dili haberi sıfat olarak görülen tabirlere hudûsa delalet etmeyen farklı anlamlar yükleme imkânı tanıyorsa, bunlar kullanılır. Bunun için de Arapça-daki yaygın kullanımlara ve şiirlere müracaat edilir. Örneğin, “Rahman arşa istivâ etti” (20:5) âyetindeki “istivâ” tabiri, zâhirî olan ve hudûsa delâlet eden “oturma” anlamına değil, Arap şiirinde örnekleri bulunan (istila)“hükmetme, galip olma, üstün olma” anlamlarına hamledilir.(Lumau’l-Edille, s.108; eş-Şâmil, I, 317) Zira bu âyetin zâhirî anlamı, Allah’ın bir mekanda bulunması, bir mahal ile temas etmesi manalarını içermektedir ki, bunun kabul edilmesi ne akıl ne de tevhid prensipleri çerçevesinde mümkündür.
2.Bazı durumlarda te’vil, tek bir kelimenin değil, metnin tamamının sahip olduğu anlam çeşitliliğinden birinin tercih edilmesi ile gerçekleştirilir. Örneğin, “Allah, Âdem’i kendi/onun suretinde yarattı”(Bkz. Buharî, Sahih, Kitâbu’l-İsti’zân, Beyrut 1987, V, 2299, (hadis no: 5873) ; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1999, XII, 275, (hadis no: 7323)hadisinde, “kendi/onun” diye tercüme ettiğimiz “hû” zamirinin, Allah yerine, Hz. Âdem’e veya hadîsin sebeb-i vürûdunda yer alan köleye döndürülmesi, Arap dili açısından mümkündür. Böylece bu imkânlardan herhangi birinin kabul edilmesi, Allah Teâlâ’ya sûret nisbet edilmesine engel olmaktadır.(el-İrşâd, s. 152-153; eş-Şâmil, I, 323)Aksi takdirde Müşebbihe fırkasının benimsediği gibi, Allah’ın, insan yüzüne benzer bir yüzünün olduğunun kabulü gerekir.
3.Arap dilinde yaygın bir kullanım alanına sahip bulunan hazf uygulaması, bazı âyetlerin zâhiri şekilde yorumlanması için uygun zemin hazırlamaktadır. Örneğin “Rabbin geldi…” (89:22) âyetinde kastedilen Rabbin emri, kazası ve hükmünün gelmesidir. Zira Allah’ın gelme, yer değiştirme vs. vasıflardan münezzeh olduğu aklen bilindiği gibi, bu kullanımın hem Kur’an’da hem Arap edebiyatında örnekleri çoktur. Mesela “Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların cezası…” (5:33) âyetinde kastedilenin bizzat Allah olmayıp O’nun dostları olduğu apaçıktır.(el-İrşâd, s. 149-150; eş-Şâmil, I, 313. Diğer bir örnek için bkz. eş-Şâmil, I,311)
4.Bazı yerlerde, haberi sıfatları içeren âyetlerin bağlamları, onların zâhirî olarak anlaşılmasına engel olmaktadır. Örneğin, “Allah göklerin ve yerin nurudur…” (24:35) âyetinin son kısmında yer alan “Allah insanlara işte böyle temsiller getirir” ifadesi, “nur” kavramının anlaşılmasında zâhirî anlama müracaat edilemeyeceğini göstermektedir.(el-İrşâd, s.148) Bu imkân, bağlamın yanı sıra Kur’an’ın tamamı için de geçerlidir. Mesela, Allah Teâlâ hem yukarıda zikrettiğimiz âyette hem de Şûrâ sure-sinde (42:52) nur kelimesi ile birlikte hidâyet kavramına değinmektedir ki, bu da nur kelimesinden ne anlaşılması gerektiğine bir karine teşkil eder.(eş-Şâmil, I,311) Cüveynî bununla Kur’an’ın kavramsal bütünlüğüne dikkat çekerek, parçacı yaklaşımın doğurabileceği sorunlara işaret etmektedir.
5.Haberî sıfatları zâhiri anlamlarında kabul eden Haşviyye gibi fırkaların, bazı âyetlerde mecburen te’vile gitmeleri, bu yöntemin diğer âyetlerde de kullanılabileceğine dair karşı delil oluşturmaktadır. Cüveynî, “…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (57:4) ve “…Herhangi üç kişinin yaptığı gizli konuşma yok-tur ki, O (Allah) dördüncüleri olmasın. Beş kişinin yaptığı gizli konuşma yoktur ki, O altıncıları olmasın…” (58:7), âyetlerini hiçbir akıl sahibinin zâhiri olarak Allah’ın bir mekanda bulunması şeklinde anlayamayacağını hatırlattıktan sonra, bu âyetleri “gizlilikleri kuşatma” şeklinde anlamaları durumunda Haşviyye’nin te’vile cevaz vermiş olacaklarını söyler.(el-İrşâd, s.150) Cüveynî burada, bazı âyetlerin zahirî anlaşılmasının aklî imkansızlıktan önce, taşıdığı tecrübî imkansızlığı göstermiş olmaktadır.Burada hemen belirtmeliyiz ki, Cüveynî’nin te’vil konusundaki muhatapları, bahsi geçen ibareleri zâhirlerine yapışarak, hakiki anlamda kabul eden Haşviyye ve Kerrâmiye gibi itikâdî fırkalardır.Yoksa İmamü’l-Harameyn, bu ibareleri te’vil etmemekle birlikte, keyfiyetinin bilinemeyeceğini söyleyen ve bunların hudûs alâmetleri olarak kabul edilmesine cevaz vermeyen anlayışa itiraz etmediğini ifade etmektedir.(eş-Şâmil, I, 315-316) Bu bakımdan bunların dikkat etmeleri gereken husus, bu ibarelerin zâhirî anlamlarından uzak durmaktır.(eş-Şâmil, I, 288)Diğer taraftan, Cüveynî’nin, kaleme aldığı son eser olan el-Akîdetü’n-Nizâmiyye’de haberî sıfatları te’vil etmekten (Selef gibi) uzak durma tavrını tercih ettiğini biliyoruz. Öncelikle belirtmek gerekir ki bu risalede Cüveynî, te’vile başvuranları da “ehl-i hak” içinde gördüğünü ifade etmektedir. Bu yolu tutanların, âyetlerin zâhirlerine inanmaktan kaçındıklarını ve dil uzmanlarının ortaya koydukları açıklamalar mucibince hareket ettiklerini belirtir.(el-Akîdetü’n-Nizâmiyye, İFAV, s.32)Biz bu risalede te’vili yasaklayacak veya onu iptal edecek bir gerekçe ile karşılaşmıyoruz.(Kelam araştırmaları 7:1Ocak 2009 Eş'ariliğe yaptığı katkılar bakımından Ebu'l Meali el-Cüveyni Dr.Murat Memiş s.108-109-110-111)
Ehl-i sünnetin iki itikâd imâmından birincisi İmam Eş'arî rahimehullah, Arş ve îstiva'yı beyan etme sadedinde Ehl-i sünnetin orta yolunu tutmuştur. İbni Asakir bu mevzuda diyor ki: “Yine Neccariye şu gö*rüşü benimsemiştir: «Allah'u Teâlâ cihet ve hululsüz olarak her yerde vardır.» Haşevilerden Mucessimeler ise şöyle diyorlar : «Allah'u Teâlâ Arşda yerleşmiştir. Arş O'nun yeridir, O, Arşın üzerinde oturuyor.» İmam'ı Eş'arî ise; her iki görüşün arasında orta bir yol tutarak bu mevzuda şöyle diyor: «Allah, Ezelde vardı. Fakat onun asla mekânı yok*tu. Arş'ı ve Kürsü'yü yarattı, bir mekâna muhtaç olmadı. O, yani Allah, mekânı yarattıkdan sonra, mekânı yaratmazdan önceki hali gibi idi.».” (İbni Asakir: Teybin-u Kizbil-Mufteri s.150 ve yine bak: El-Eş'arî: Mekalât'ül-İsla-miyyin s.320) İmam Eş'ari Allah'ın bir mekanı olamayacağını söylemekle tanınan insanların en meşhurudur.O'ndan Ehl-i Sünnet inancını alan Eş'ari mezhebinde olan talebeleri ve alimleri ve onlardan alanlardan alan ve günümüze kadar gelen herkesin kuşaktan kuşağa naklettiği akide işte budur.
Ve ikincisi İmam Mâturidî rahimehullah , Eş'arî'nin bu görüşünü benimsiyor ve Kitab'üt-Tevhîd ismindeki eserinde şu satırları okuyoruz: «Sonra müslümanlar mekân hakkında ihtilâf ettiler. Müslümanlardan bazıları Allah'u Teâlâ Arş'ın üzerinde yerleşmiştir, diye vasfetmişlerdir. Onların katın*da Arş, meleklere yüklenmiş ve etrafı Meleklerle kuşatılmış bir tahtdan ibarettir. Bu iddialarım şu âyetlerin zahirleri ile ispat etme dâvasındadırlar: «...O gün Rabbi'nin Arş'ını, üstlerinde sekiz melek taşır...» «Bir de Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'ın etra*fını kuşatmışlardır.», «Arş'ı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler Rablerini hamd ile tesbîh ederler...»Allah'u Teâlâ'nm Arş üzerinde karar kıldı diye iddiada bulunanlar «O Rahman, (Kudret ve hâkimiyeti ile) Arş'ı istilâ etti.» âyet-i celîleyi delil olarak ileri sürüyorlar. Ve Allah daha önce Arş/ta bulunmazken, sonradan orada karar kıldı diyorlar. Bu sözlerine de «... Sonra Arş'ı istilâ etti.»âyeti celîleyi delil gösteriyorlar. Müslümanlardan bir kısmı da «Allah'u Teâlâ her yerde bulunur, her yer onun mekânıdır» diyorlar ve delil olarak da Allah'u Teâlâ'nın: «... Herhangi bir üç sırdaşın, bir fısıl*tısı oluyor mu, mutlak O (Allah) dördüncüleridir» âyeti kerîmesini öne sürüyorlar...Şeyh Ebû Mansur Mâturîdî şöyle diyor: «Bütün bunların hepsi, eşyanın Allah'a ve Allah'ın eşyaya izafe edilmesi O'nu, ancak yü*celik vasfı ile. vasıflandırmayı ve O'na ta'zimi intaç eder. Bu konuda asıl olan şudur ki, Gerçek*ten Allah-u Teâlâ, mekân yokken de vardı. Bütün mekânların yok edi*lip kaldırılması caizdir ve Allah ise olduğu gibi bakîdir. O daha Ön*ce olduğu gibi, şimdi de varlığı aynıdır. Allah'u Teâlâ değişmek, zeval bulmak, bulunduğu halden başka bir hale geçmek, aynı halinden yoklu*ğa dönüşmekten beridir. O, bu gibi hallerden yücedir.Çünkü bu tür hal*ler, hadis olmanın alâmet ve işaretidir.»Bu konu hakkında bizce (Mâturîdîlerce) esas alman husus şöyle ifa*de edilmektedir: Gerçekten Allah'u Teâlâ «...O'nun misli gibi (O'nun benzeri) hiç bir şey yoktur.» buyuruyor. Allah bu beyanı ile kendi zatı*na mahlûkatının benzediğini nefyediyor. Biz açık ve seçik olarak ifade etmiştik ki Allah'u Teâlâ fiilinde ve sıfatında herhangi bir şeye benze*mekten berî ve münezzehtir . "Rahman'ın Arş'a istivâsını'' Kur'ân'da vârid olduğu gibi mânâ vermek vaciptir ve aklen de böyle olduğu sabit*tir. Sonra onu (istivayı) bir şeyle te'vil ederken kesinlik ifade etmeyiz.Çünkü zikrettiğimiz te'villerden herhangi birine ihtimali olduğu kadar (henüz bize ulaşmamış, teşbih şâibesi taşımayan başka bir manaya gelme) ihtimalide olabi*lir... Biz, Allahu Teâlâ o tabirle neyi murad ettiyse ona inanırız ve yine böylece, Vahy ile sabit olan ru'yetullah vb. diğer meselelerde de inancımız böyledir. Bu hususlarda teşbihi nefyederek, hiç bir yorum yapmadan murâd-ı ilâhi her ne ise ona iman gereklidir. (Mâturîdî:Kitab'ut Tevhîd,Sh.67,68, 74)
Şu şüphecilere taaccüp etmemek elde değil!.Nasılda utanmadan İmam Maturidi ile İmam Ebu Hanife'nin itikadı aynı değil (!) fitnesini yaymaya çalışıyorlar.Neden itikatta Ebu Hanife'nin mezhebinde değilde Maturidisin? Neden itkatta iki farklı mezhebiniz var? derler .Bak şu şapşala,bilmezmiki İmanda, itikatta tek mezhep vardır.O'da Ehl-i sünnet ve'l cemaattir (Fırka-i Naciye).İmam-ı Matüridi ve İmam-ı Eşari hazretleri ayrı bir mezhep kurmamışlar,Kelami tartışmaların popiler olduğu ve zararda zirve yaptığı dönemde,İmam Maturudi bu tartışmaların merkezine uzak bir coğrafyadan,İmam Eş'ari ise tam içlerinden dini savunmak ve bid'ata engel olmak için,Ehli sünnet itikadını Eshab-ı kiramın, Tabiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve sistemleştirmişlerdir ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafi hazretlerinin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi ise İmam-ı A’zam hazretlerinin talebe zincirindedir.Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda itikatta doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.İmam Eş'ari ve İmam Maturudi'ye tabi olmamız,Sahabe, tabiinin ve dört imamın akidesini yansıttığı içindir.Dört imamın mezhebine bağlı olupta onların akidesini almamak naklettiklerimizde görülüceği üzere bizlere has değildir.Bu da yukarıda naklettiğimize göre selefin mezhebine gizlenen Haşviyye'den Mücessime ve Müşebbihe'nin tavrıdr.(Bkz.İz b. Abdusselâm, “Mulhatü’l-İ’tikâd” -Daha şaşırtıcısı İbni Teymiyye'de bunu itiraf eder ''Haşeviyyeler iki kısma ayırılır Bir kısmı haşv,teşbih,ve tecsimden kaçınmaz.Diğer bir kısmı ise Selefin mezhebi arkasına gizlenmişlerdir.'' Mecmüu'l Feteva 4/144 ) Ey okuyucu ! Şüphecilerin ''Selef'in ve Dört mezhep imamın itikadını'' yansıtan eserlerine dikkat et .İçindeki çelişkileri iyice belle,hem onların bu imamlara fıkhi konularda bile taklid etmekten nasıl hicap duyduklarını hatırla ,nasıl olurda onları akaidde takip edecekler diye düşün?
Tarih,Eş'ari ile Maturudiye alimlerine kaydettiği mücadelenin zaferi gibi,herhangi bir Mücessime, Kaderiyye veya Dehriyye (maddecilik) veya ehl-i kitaba mensup olan (Hristiyan ve Yahudi) taifesine öyle bir zafer kaydetmemiştir.Her hangi bir muhakkik alime mudakkik bir fakihe rastlarsan,illa kendisi ya Eş'ari veya Maturidir.Şüpheciler ise kitaplarında ''Eş'ariyye ve Maturudiler Allahın isim ve sıfatlarının tamamını ve bir kısmını inkar eden Muattıladandır'' derler.Mefahim adlı eserden iktibasla cevap verelim,''Eş’ârî mezhebinin akaiddeki mevkii hakkındaki cehaletlerinden dolayı onları Allah’ın sıfatları ile alakalı görüşlerinden dolayı dinden çıkmış sapkın fırkalardan biri olarak görenler vardır.Eş’ârî mezhebi hakkında var olan bu cehalet, Ehli Sünnet’in birliği ve beraberliğine zarar verici boyutlara ulaşmıştır.Anlamakta güçlük çekiyorum, nasıl oluyor da bazıları, hakiki iman ehli olan ehl-i sünnet ile bazı sapkın grupları birbirine bu kadar yaklaştırabiliyor, Mutezile ve Cehmiye gibi fırkaların ileri sürdükleri görüşler ile Ehli Sünnet’in dediklerini birbiriyle aynı kabul edebiliyorlar.أَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمِينَ كَالْمُجْرِمِينَ مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ“Müslümanları mücrimler gibi mi kabul ediyorsunuz. Size ne oluyor; nasıl hüküm veriyorsunuz.” (35–6)Eş’ârî’ler, ilimleri ile dünyayı bir uçtan bir uca doldurmuş olan Müslümanların hidayet imamlarıdır. İnsanlar onların ilim fazilet ve dindarlıklarına şahittirler. Onlar Mutezile’nin sapkınlıkları karşısında durmuş, Ehlisünnet’in en faziletli üstadlarıdırlar''.(Mefahiım)Değerli Alim el-Maliki'nin bu sözlerinden sonra sorduğu sorunun bir değişiğini biz soralım İmam Eş'ari mezhebinden İbnu'l Cevzi,İmam Nevevi,İbni Hacer Askalani, İmam Suyuti,Kurtubi, Bakillani, Fahru’r-Razi, İbni Hacer Heytemi, Şehrestani,İmam Subki,Îmam'ul-Harameyn Cüveyni,Hüccet'ül İslam İmam Gazzali,Ebu Bekr İbni Arabi,İmam Rabbani vd. ile Maturudi mezhebinden olan Peygamberimizin müjdesine(sahihtir) nail olmuş Fatih Sultan Mehmet başta ,İmam Kastallani, Sadru'l-İslam Pezdevî, Sâbûnî, Ömer en-Nesefî ,Ebû’l-Mu’în en-Nesefî,Molla Aliyyul Kari,İbnu’l-Humâm,Zebidi,İbni Abidin,Kevseri vd. büyük âlim ve eşsiz üstadlar, eğer Ehli sünnet değillerse, söyler misiniz o zaman kim Ehli sünnet ? Oysa ''Malikilerin tamamı ,Şafiilerin dörtte üçü,Hanifilerin üçte biri,Hanbelilerin bir kısmı,Bakıllani döneminden bu yana Eşari mezhebindendir. Hanifilerin üçte ikisi, Maverünnehir diyarında , Türk illerinde ,Afganistan,Hindistan,Çin ve Uzakdoğuda Mutezileye kayanlar hariç, Maturudi mezhebindendir... Eşariyye ,Mutezile ile Haşviyye arasında orta yolu tutmuştur.Ne Mutezile'nin yaptığı gibi nakilden, ne de Haşviyye'nin yaptığı gibi akıldan uzaklaşmıştır...Eş'ari'yle Maturidi dünyanın her tarafında Ehl-i Sünnetin imamlarıdırlar.''(Muhammed Zâhid Kevseri-Mezheplerin doğuşuna bir bakış- sh;44-46 -47)
Neden dua esnasında eller yukarı kaldırılır?
ŞÜPHECİ; Dua anında ellerin yukarıya doğru kaldırılması Allah'u teala'nın yüksekte,yukarı cihette olmasının delilidir....
CEVAP; Molla Aliyyu'Kari Fıkhul Ekber şerhinde derki;-''Bu düşünce ise reddedilmiştir. Çünkü gökyüzü duanın kıblesidir. Elleri göğe doğru kaldırmanın manası çeşitli nimetlere sebep olan rahmetin inme yeri olmasına binaendir. Eğer durum onun dediği gibi olsaydı, duada yüzümüzü gö*ğe doğru yöneltmek gerekecekti... ..Nitekim Allah Teâlâ'nın şu kavli de buna işaret etmektedir:“Kulum benden sana sorduğu zaman (de ki), ben ona yakınım. Dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul ederim.” (2/186.)“Ne tarafa yönelirseniz Allah'ın yüzü o taraftadır.” (2/115) Şeyh Ebû Man en-Nesefî, bu konuda diyor ki; araştırıcı âlim*ler; dua halinde elleri göğe doğru kaldırmanın halis bir kulluk oldu*ğunu kararlaştırmışlardır. Şârih Allâme Sığnakî demiştir ki; bu söz rafızî, Yahudi, Kerrâmiye ve bütün Mücessime taifesinin Allah Te*âlâ'nın Arş üzerinde bulunduğu noktasında dayandığı ve yapıştığı düşünceye cevaptır.Bir kavle göre namaz kılarken Kabe bedenlerin kıblesi olduğu gibi dua anında Arş da kalblerin kıblesi olmuştur. Daha önce de geçtiği üzere bu düşüncenin kabul edilmesine imkan yoktur. Zira kul dua anında da kıbleye yönelmek, elleri göğe doğru kaldırmak ve yüzünü göğe doğru kaldırmamakla emredilmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi gerçekten yöneliş ancak kalbten göklerin yara*tıcısına karşı olur. Evet, duada ellerin göğe doğru kaldırılmasının sebebi gökler, rızık deposu olduğu içindir. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda söyle buyuruyor:“Sizin rızkınız göklerdedir.”(51/22.)Bununla beraber insan, maksadının hâsıl olacağı yöne yönelme*ğe meyletme alışkanlığına sahiptir. Meselâ; devlet başkanı gibi. Or*dusuna ve halkına rızık vaad ettiği zaman, devlet başkanının orada olmadığını kesinlikle bilmemelerine rağmen bütün insanlar onun hazinesine doğru yönelirler.''-(Fkhu'l Ekber Şerhi)
Yukarıda İmam Nevevi'den naklettiklerimizi hatırlayın! -''Ve Allâh-u Te’âlâ’ya dua etmek isteyen kişi göğe yönelir, tıpkı namaz kılacak olan kişinin Kâbe’ye yöneldiği gibi. Bu ,Allâh-u Te’âlâ’nn gökle sınırlı olduğu manasına gelmez Kâbe cihetinin O’nu sınırlamadığı gibi. Fakat gök dua edenlerin kıblesi olduğundandır''-....(Müslim şerhinde)
Hadis ve Şâfi'î fıkıh alimi Imam- Şa'rânî rahimehullah "Dua ederken yukarıya bakmamak" başlığı altında diyor ki:-"Allahü teâlânın belli bir sınır olmadığı gibi, yönleri de yoktur...Buhari ve diğerleri merfuan şu hadisi anlatırlar: (Bazı kimselere ne oluyor ki, namaz kılarken gözlerini yukarıya dikiyorlar? Bu davranışlarına ya son verirler ya da gözlerinin yok olacağını bilmelidirler.)" -(El-Uhudü'l-Kübrâ, Bedir Yayınevi, s.810-811 ve s.843)
Şeyhülislâm Ebussuud Efendi rahimehullahü teâlâ'nın fetvalarında şöyle yazılıdır:
-''876. Mes’ele: Hak celle ve 'ala hazretleri, mekândan münezzeh olucak, göklerde deyu i'tikâd etmek mi gerektir, ve nice i'tikâd etmek gerektir?
Elcevap: "Cemîl emkineden [mekânlardan] münezzeh olup, gökler yerler hükmünde ve ilminde ve kudretinde" deyu i'tikâd etmek lâzımdır. Du'âda eli yukarı kaldırmak, cihet-i fevk [üst yön] du'âya kıble kılındığı içindir.''-
Alleme İmam Kevseri rahimehullah şöyle der;-''Lâkin elleri semaya kaldırmalarında Allah’ın zatının semada karar kıldığıyla, alakası olmayan bir şeydir. Bu sadece duanın kıblesi ve nurların, yağmurların ve bereketlerin indiği yer olmasındandır: “Semadadır rızkınız”.Başın yönü zaman zaman değişen şeylerdendir. Nitekim bunu medreselerdeki küçük talebeler bilirler. Nâzımın ma’bûd’u sürekli bir yerden bir yere intikal halinde midir?... Yer yüzünün diğer yerlerindeki dua edenlerin hali ne olacaktır? Bu, her tarafı kaplayan (koyu) bir cahilliktir.''-
Fakîh Ebu Mansur Mâtürîdî rahimehullah diyor ki : ''Ellerin göğe doğru kaldırılma*sına gelince bu, ibadet hâlinde vukubulur. Cenab-ı Allah kullarını istediği şeyle ibadet ettirir ve istediği yere de onları yöneltir.''Allah, gök yüzün*de de bulunduğu için göğe ellerin kaldırılması ve ellerin o cihete kaldırıl*ması vukubuluyor'' diye zanneden kimse namazda ve namaza benzeyen hususlarda Allah'a yönelerek yere başını koyan kimsenin bu hali ile ye*rin altına yöneldiğini iddiada bulunan kimsenin zannettiği gibidir. Ve namazda şark'a veya garp'a veyahut Hacc'a çıktığı için Mekke'ye yönelindiği vakitte Allah'ın bu cihetlerle bulunduğunu iddia eden kimsenin zannettiği gibi..Bu gibi hususlardan Allah yüce ve beridir.''(İmam Matüridi,Kitab'ut Tevhîd, Hicret Yayınları)
İbni Kurtubi rahimehullah diyor ki;'' Dua esnasında ellerin semaya kaldırılması*nın sebebi ise, vahyin semadan gelmesi, yağmurun oradan inmesi ve kudsiyetin (temizlik ve arınmışlığın) yeri olması, tertemiz meleklerin orada bu*lunması, kulların amellerinin oraya yükseltilmesi, Allah'ın arş'ının ve cenne*tinin semanın üstünde bulunmasıdır ve bu Allah-u Teala'nın Kabe'yi dua ve namaz için kıble yapmasına benzer. Çünkü yüce Allah, onlara ihtiyacı bulun*madığı halde mekânları yaratmış olandır. O, mekânı ve zamanı yaratmadan, mekân ve zaman var olmadan önce ezelde de vardı ve şu anda da ezelde ol*duğu hal üzeredir.''(İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/513-515)
Molla Aliyyu'Kari yukarıdaki sözlerinden önce şu önemli hususlarada değinir;''Daha önce geçtiği üzere Ebû Hanîfe Müteşâbih sıfatlara inanır ve tevilinden sakınırdı. ALLAH Teâlâ'yı bu sıfatların zahirî manasından da tenzih eder, dolayısıyla Selef âlimlerinin görüşünde olduğu gibi bu husustaki bilgiyi ALLAH Teâlâ'ya havale eder. Halef âlimlerinin çoğunluğunun görüşü de budur. Selefin Mezhebi daha sağlam, daha doğru ve daha kuvvetlidir. Şarih(İbni Ebi'l-İzz)'in sarf ettiği şu söz de ne tuhaftır. “Mekâneh” kelimesi mekanın müennesidir. Bu şekilde şârih ikisinin de mana bakımından bir olduğunu kasdediyor, manevî menzile ile hissî mertebe arasında bir ayırım yapmıyor(...) Îmam'ul-Haramayn'den ALLAH'ın yücelik ve yükseklik sıfatının nefyi hususunda şöyle de*diği sabit olmuştur: ALLAH Teâlâ var iken Arş yoktu. ALLAH Teâlâ ha*len olduğu gibidir. ALLAH Teâlâ'nın mekan yönünden yüksekliğini nakzeden hususlardan biri de, ALLAH Teâlâ yer cihetinde olmadığı hal*de secde esnasında kulun alnını yere koymasıdır. Kul başını secde için yere koyup, en yüksek olan ALLAH'ı noksanlıklardan berî kılanın, derken bu tenzihin mekân cihetinden olmadığını ittifakla ifade et*miş oluyor. Bişr el-Merîsi'nin secdede: “Â'lâ ve esfel olan ALLAH'ı tesbih ederim.” söylemesi ise zındıklıktır, küfürdür. ALLAH'ın isimle*ri hakkında ilhaddır. '' (Fkhu'l Ekber Şerhi)
Bişr el Merisi Mürciedendir.Şüpheciler Ebu Hanife'den sonra Ebu Yusuf'un da kendiliriyle aynı akidede olduğunu göstermek için Ebû Yûsuf’un, Bişr el-Merîsî’yi Yüce Allah’ın Arşın üzerinde oluşunu inkâr etmesi üzerine tevbe etmeye davet ediş olayı meşhurdur.(Akidetu’t-Tahaviyye şerhi sh.298) diyerek yukarida AIiyyul-Kârî'den gelen cevaptan anlaşılacağı üzere garip bir şekilde olayı sunmuştular.Bu olayın aslı şu şekildedir; Bişr b. Velîd el-Kindî, Kadı Ebû Yûsuf’un yanına gelerek ona: Sen bana kelâmla uğraşmayı yasaklıyorsun. Halbuki Bişr el-Merîsî ve Alî el-Ahvel kelam ile uğraşıyorlar ,dedi. Ebû Yûsuf: Onlar ne söylüyor , diye sorunca, Bişr b. el-Velîd: Onlar: Allah her yerdedir, diyorlar dedi.Bu sefer Ebû Yûsuf: Onları yanıma getir, dedi. Onları getirmek üzere gidenler bulundukları yere vardıklarında Bişr kalkıp gitmiş idi. Bundan dolayı Alî el-Ahvel ile bir başka yaşlı birisini getirdiler.Ebû Yûsuf yaşlı olana bakarak dedi ki: Eğer sende bir parça edep görmemiş olsaydım, senin canını yakardım. Bundan dolayı verdiği emir üzerine hapse atıldı, el-Ahvel’e ise sopa vuruldu, etrafta dolaştırılarak teşhir edildi.(Bkz.Hafız Zehebi el-Uluvv li'l Aliyyi'l -Azim,Ümmül Kurra sh.181 /Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı sh.50) İbni Ebi'l-İzz'in getirdiği gibi günümüzde bir çok Selefiyye mensubu bu olayı dillerine pelesenk yapmış ,''Ebu Yusuf 'ta Allah'ın arşın üzerinde olduğuna inanıyor'' izlenimi vererek aktarıyorlar .Oysa görüldüğü gibi bu olayda kendilerine hiç bir delil değil ,şüphe bile yoktur.İmam Yusuf 'ta üstadı Ebu Hanife gibi Allah'ı mekandan,cihetten münezzeh tutardı. Bişr el-Merisi Allah(c.c) her yerdedir diyor,tabiiki Ebu yusuf gerekli itirazı yapacaktır.Selefiyye ekolündekilerin iddia ettiği gibi Ebu Yusuf 'un Bişr'i ''Allah’ın (c.c)Arşın üzerinde oluşunu inkâr etmesi'' nden dolayı cezalandırması söz konusu değildir..Şayet ''Allah zatıyla Arştadır'' deseydi İmam Yusuf Allahu alem aynı müeyyideyi uygulardı.Bişr'in “Â'lâ ve esfel olan ALLAH'ı tesbih ederim.” sözünden de anlaşılacağı üzere o ''Arş'ın üstü dahil olmak üzere Allah her yerdedir '' diyordu.Ebu Yusuf ise ne Bişr gibi haşa!''Allah(c.c) arş dahil her yerde'' deyip mahlukatıyla iç içe olduğunu söyler ,ne de İbn-i Ebi'l İzz'in dediği gibi haşa!''Allah(c.c) (zatıyla) Arşın Mahlukatın üzerindedir'' deyip,bir yön ve mekan tayin eder .Ebu Yusuf'un da içinde bulunduğu Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bu sözlerden beridir.Nitekim İmam Tahavi bunu aşağıda açıkça ifade edicektir.Burada unutulmaması gereken bir şey daha varki şüphecilerin saygı duyduğu bir isim İbni Teymiye'nin dediği gibi;Selefin yerdiği kelam şeriat din ve akla aykırı batıl kelamdır.(Mecmuu'l Feteva 13/147,MecmuulFeteva 12/212)
Şüphecilerin heva-i nefislerine kaynak gördükleri Ayet
ŞÜPHECİ;“ Yoksa siz, gökte olann sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz. O zaman yer birden sallanmaya başlar.“
أَمْ أَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء أَن يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِباً فَسَتَعْلَمُونَ كَيْفَ نَذِيرِ “ Yoksa siz, gökte olann üzerinize taş yağdıran bir rüzgâr gönder-meyeceğinden emin mi oldunuz? O zaman tehdidim sanılmış göreceksiniz. “(Mülk: 16 – 17).Şüphesiz ki insanlar yere batracak olan Allah’u Azze ve Celle’dir... Birilerinin zannettiği gibi burada bahsi edilen melekler değildir… Bu Ayeti celilelerde gökte olanın kendisinin olduğunu anlatılıyor Rabbimiz… Ebetteki Melekler de göktedirler, ama Allah’u Teâlâ’nın burada haber verdiği şey; kendisinin meleklerinde üstünde olduğudur…
CEVAP Bu ayet kesinlikle “Allâh” lafzı diye geçmiyor. Niçin Allâh ile tefsir ediyorsun ki? Burada ayeti zahirine göre aldın ki, Allâh’ın göklerde olduğunu söylemen daha açık olsun diye. Hâlbuki müfessirlerin bir kısmı “Gökte olanın” yani “meleklerin” olduğunu, bazılarının da “ Mülkü ve kudreti göklerdedir” ve bazılarının da “Şanı yüksek veya Şanı en yüksek olan yerdedir”, yani göklerde olduğunu söylemişlerdir.” Hiçbir Ehlisünnet Vel Cemaat âlimi, Allâh’ın zatıyla göklerde olduğunu söylememiştir. Müfessirlerin bazılarının bu konudaki görüşleri şöyledir:
1- أَأَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء
“Meleklerdir” demektir. İmam Beyzavi (Tefsiri Beyzavi)
2-أَأَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء
“Kudreti ve Sultanı” demektir. (Celaleyn Tefsiri)
أأمِنتُم مَنْ في السماءِ3- “Melekler” demektir. İmam Maverdi (Tefsiri Maverdi)
4-من في السماء
Anlamı: ”Bu mecazdır. Allâh’ın bir yönde bulunmaması akli delillerle sabittir. Bunun mecaz anlamı şöyledir: “O’nun Mülkü göklerdedir. O’nun Mülkü her şeydedir ama sema meleklerin yeri olduğu için sema zikredilmiştir.” Müfessir Ebu Heyyâ Endelusi (El-Bahrul Muhit Tefsiri)
ءامِنتم مَّن فِى السماء5- Bil ki Müşebbihe, bu ayeti delil getirerek, Allah'ın bir yeri olduğunu söylemiştir. Buna şu şekilde cevap veririz: "Bu ayetin, Müslümanların ittifakıyla, zahirî manasına alınması caiz değildir. Çünkü Hakk'ın gökte olması, göğün Allah'ı, her yanından kuşatmış olmasını gerektirir. Dolayısıyla da Allah, -hâşâ- gökten küçük olmuş olur. Hâlbuki Arş gök'ten çok daha çok büyüktür. Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın Arş'a nispetle çok küçük olması gerekir. Hâlbuki bu, bütün Müslümanların ittifakıyla imkânsızdır. Bir de Allâh,
قُل لّمَن مَّا فِى السموات والأرض قُل لِلَّهِ
"’Gökteki ve yerdeki şeyler kimindir?’ de. De ki: Allâh'ındır" (En’am, 12) buyurmuştur. Buna göre eğer Allâh-u Teâlâ, gökte olmuş olsaydı, kendi kendinin maliki olmuş olurdu ki, bu imkânsızdır. Böylece bu ayetin, zahirî manasına göre anlaşılmaması gerektiğini anlıyoruz. Bunun tevili ve tefsiri sadedinde şu izahlar yapılabilir:
1)Ayetin takdiri, "Göktekinden, yani Allâh'ın azabından emin mi oldunuz?" şeklinde niçin olmasın? Çünkü âdet, hep belaları, inkârcı ve isyankârlara gökten indirme şeklinde cereyan etmiştir. Dolayısıyla gök, Allâh'ın rahmet ve nimetinin iniş yeri olduğu gibi, azabının da iniş yeridir.
2) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Araplar bir tanrının varlığını kabul ediyorlardı, fakat bu tanrının, tıpkı Müşebbihe'nin inandığı gibi, gökte olduğuna inanıyorlardı.
Buna göre Hak Teâlâ sanki onlara, "Gökte olduğuna inandığınız ve dilediği şeyi yapabileceğini kabul ettiğiniz o Zâtın, sizi yere batırmasından emin mi oldunuz?" demiştir."
3)Ayetin takdiri, "Gökteki olandan, yani Allâh'ın saltanatından, mülkünden ve kudretinden emin mi oldunuz?" şeklindedir. Fakat ayette "gök" sözünün yer alışı, Allah'ın saltanatını ululamak ve O'nun kudretini yüceltmek içindir. Bu tıpkı,
وَهُوَ الله فِى السموات وَفِى الأرض"O, yerde de, gökte de gerçek ilâhtır" (En'am, 3) ayeti gibidir. Çünkü tek bir şeyin aynı anda iki ayrı yerde olması mümkün değildir. Binaenaleyh Allâh'ın yerde ve gökte oluşundan maksat, O'nun emrinin, kudretinin ve iradesinin göklerde de, yerde de geçerli olduğunu anlatmaktır. (Veya semalarda ve yerde hakkıyla ibadet edilen Allâh’tır) İşte bu ayette de böyledir...
4) "Gökteki" ifadesi ile "azapla görevli meleğin" kastedilmiş olması niçin caiz olmasın. Bu melek de Cebrail'dir. Buna göre mana, "Cebrail'in, Allah'ın emri ve müsaadesi ile sizi yere batırmasından emin mi oldunuz?" şeklinde olur. İmam Razi (Tefsiri Kebir)
أأمِنتُم مَنْ في السماءِ6- “Melekler” demektir. İmam Kurtubi (Tefsiri Kurtubi)
أأمِنتُم مَنْ في السماءِ7- “Melekler” demektir. Hafz Iraki (el-Emâli)
Bu alimlerin kitaplarna da bakabilirsiniz:
1-İmam Kurtubi–el-Cami Li Ahkamil Kur’an
2-İmam Beyzavi–Haiyetu şehâb
3-Hafız Suyuti ve Allame Mahelli-Tefsir el-Celâleyn
4-İmam Muhammed es-SebzevSari- el-Vedid Fi Tefsiril Kur’an-il Mecid
5-Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri
6-Elmall Hamdi Yazr Tefsiri
7-İsmail Hakki Bursavi-Ruhul Beyân
8-Diyanetin Kur'an yolu Tefsiri
Arapça’da övmek için de ''gِökte'' denir:
1-İmam Suyuti–Ukud ez-Zeberced Ala Müsnedil İmam Ahmed
2-İmam Zebiydi–Tac el-Arus
3-Allame İbni Manzur–Lisanu Arap
4-İmam es-Semin el- Hanbelî- Umdetul Huffaz
Şüphecilerin bazıları ''Biz Allah'u teala'nın yukarıda olmasından Allah'la beraber başka bir varlığın bulunmadığı alemin üstünü/fevkini kastederiz''diyerek Allah'u teala'yı mekandan,cihetten yani mahlukatın içine girmekten tenzih etmeye çalışırlar,ardından yedinci kat semadan aşağıya diğer semaları (hulul,hudud ve intikal gibi mahzurlu şeyleri) geçmeden zatıyla dünya semasına nasıl gelinir? diye düşünmeden tenakuza düşüp şu hadisi delil getirirler.
Şüphecilerin heva-i nefislerine kaynak gördükleri Hadis
ŞÜPHECİ;Rasulullâh ِşöyle buyurmuştur; Rabbimiz her gecenin son üçte birlik bölümü kaldığı zaman dünya göğüne iner ve ِşöyle der: Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? istediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen onu bağışlayaym? İşte bu onun zatıyla yukarıda olduğunun delilidir?
CEVAP;Nüzul: Allâh hakkında “dünya semasına iner” ifadesiyle, Allâh’ın bir yerde bulunduğu veya yükseklerde olduğu anlaşılır ki, Allâh’n mekânı olduğu inancı vurgulanmaktadır. Böyle bir inanç Allâh-u Teâlâ'yı yarattıklarına muhtaç olduğunu, yaratmış olduğu melekler, insanlar, cinler gibi varlıklara benzetmek olur. Çünkü meleklerin mekânı göklerdir, cinlerin ve insanlarıın mekânı yerlerdir. Bu varlıklar Allâh’ın yaratmış olduğu mekânlar arasında, Allâh’ın dilediği kadar hareket etmektedirler. Allâh-u Teala, yarattıklarına benzemez.Nüzulun, bizzat Allâh’ın, zatıyla yukarıdan aşağıya indiği anlamına geldiği kabul edilemez. Çünkü Allâh cisim değildir, mekân ve yönden münezzehtir. Ayrca bizzat, Allâh’ın zatıyla dünyanın semasına indiğini kabul etmek akla da ters gelir. Söz konusu olan nüzul hadisi, meleklerin inmeleri manasında veya Allâh’ın rahmetinin inmesi manasında anlaşılmalıdır.Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzul, hâşâ Allâh’ın bizzat kendisi dünyanın semasına indiği anlamına geldiği kabul edilecek olursa o zaman hâşâ “Allâh’ın inmekten başka bir şey yapmadığıً” inancını ortaya çıkarır. Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzulün, gecenin son üçte bir bölümünden itibaren sabaha kadar olduğu geçmektedir. Gece ve gündüz vaktinin dünyanın her ülkesinde bir olmadığı herkes tarafndan malumdur.
Bu hadis ise dünyann her bölgesi için geçerlidir. Yeryüzünün bir tarafı gündüz iken diğer taraf da gece olur. Bu itibarla gece ve gündüzler nispidir. Dünyanın bir ucunda gündüz ise diğer ucunda da gecedir. Yani 24 saat bazında (tüm vakitlerde) yeryüzünün gece ve gündüz hali olmadığını bilmek lazım. Durum böyle olunca Allâh, fiili olarak Arş'ı üzerindedir diyenlere ne demeli..!? Çünkü bu gruba göre Allâh, gecenin bir bölümünde dünyanın gökyüzüne iner. Yukarıda izah edildiği gibi, gecenin o vaktine tevafuk etmeyen hiç bir yeryüzü yoktur. Gecenin tayin edilen o vakti her an ve her zaman yeryüzünün bir tarafına isabet eder. Dolayısıyla hem Arş'ı üzerinde hem de yerin gökyüzünde bulunmak, iki zıttın bir arada bulunması demektir. Bu safsatalığada akli selim sahibi kimseler asla kabul etmezler.
Diğer taraftan bu çarpık inancı çürüten bir başka delilimiz ise, Arş’n göklerden çok daha büyük olduğunu belirten, sıhhatinde şek ve şüphe olmayan kuvvetli hadis-i şeriflerin olmasıdır. Peygamber efendimiz bu büyüklük orantılarını anlatırken gökler, kürsü'nün yanında çölde bir halka gibi, Kürsü de Arş’ın yanında aynı şekildedir (yani çölde bir halka kadardır). Her gِöğün bir altındaki göğe karşı olan büyüklüğü de sabittir. Göklerin, birinci gökten yedinci göğe kadar müthiş orantılarla büyük olduklarına göre yukarıdan aşağıya inecek bir kimse büyüklükten küçüklüğe, şekilden şekle ve hacimden hacme, durmadan bir halden diğer hale değişip duran bir cisim değil midir?Akıllarına şu soru da mı gelmemiştir;Gökler ve yer Kürsi'nin içinde ancak çöldeki bir yüzük kadar yer kaplıyorsa haşa göğe nasıl sığmıştır?Burada bir mekandan diğerine hulul da söz konusu olmaktadır.Allah'ın nuzülü bu dediklerimizi gerektirmez diyerek şüpheciler itiraz edebilir.Cehmiyeden biriside ''Allah'ın maiyeti ile ilgi ayetler hululu gerektirmez mahlukatın bereberliğine benzemez,bilmediğimiz şekilde zatıyla bizimle beraberdir,teşbih, tatil, temsil ve tevil yapmadan zatıyla her yerde ve yِöndedir'' der ise ne diyecekler? Artk şüphecilerin Allah Azze ve Celle'yi şu söylediklerine rağmen insanlara benzetmekten tenzih etmesine gelince,onu Haşviyye'de yapmıştır…
Hanbeli Alim İbnu'l Cevzi derki; Onlar demişlerdir ki; Allah'ın gökten nuzulu hadisinin manası ,Allah bizatihi iner. Bir yerden yere naklonur.Sonrada Allah iner ama bizim
düşümdüğümüz gibi değildir dediler .Böylece hadisi şerifi işiten kimseyi şaşırtıp hisse ve akla zulmetmekle müteşabih hadisleri zahiri manalarına hamletmişlerdir... Bu görüşlerin İmam Ahmed'e isnad edilmemesi için onların reddi lazm geldiği kanaatindeyim..Sukut edip de reddetmezsem ,dediklerine benim de itikad etmiş olduğumu söyleyecekler..(İbnul Cevzi Def-u Şübbetü't-Tebih'den naklen Bkz. Ebu Hamid bin Merzuk,Bera'atü'l-E'ariyyin, Bedir Yayınevi,sh.43)
Hadis hafızı El-Irâkî, hadis-i şeriflerin hangi şekilde en doğru bir biçimde tefsir edileceği hususunda şöyle demiştir: “Hadisin en güzel açıklanması yine hadisledir.” Bu nüzul hadisinde geçen nüzul’den, meleklerin indiği bir başka hadisten anlaşılır. Allâh’ın emriyle bir melek iner. Bundan anlaşılıyor ki, bu konuda değişik ama sahih açıklamalar var ve bu açıklamaların hiç birinde Allâh, bizzat kendisi iner diye kabul olunmamıştır.
İmam Ahmed b. Hanbel Müsned’inde, İmam Kurtubi Tefsirinde, Hafz İbni Hacer Askalani “Fethul Bari” adlı kitabında ve Hafz İbnul Cevzi, “Zad el-Mesir” adlı tefsirinde şöyle dediler: “İmam Nesâ’i Ebu Hureyre’den naklettiğine göre Peygamber efendimiz şöyle mealen buyurdu: “Gecenin üçte biri geçtiğinde Allâh, birine (bir meleğe) şöyle nida etmesini emreder:.........”. Öyle ki, bir başka hadis-i şerifte de “Yunzilu Rabbuna ...” diye geçmektedir, yani “Rabbimiz indirir..” diye geçmektedir. Veyahut ( İmam El-İz b. Adusselem,İmam Dehlân'a göre) rahmeti iner manasındadır.
İmam- Kurtubî, "nüzul hadisini" şu şekilde açıklıyor-:"Bu buyruğun te'vili hakkında farklı göِrüşler vardır. Buna dair yapılan açıklamaların en uygunu Nesâî'nin Kitabında müfesser olarak gelen şu rivayettir: Ebu Hureyre ile Ebu Said'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayete göre şöyle demişlerdir: Rasûlullah (aleyhisselam) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah gecenin ilk yarısı geçinceye kadar mühlet verir. Sonra bir münâdiye emrederek ِşöyle der: Dua eden var mı? Duası kabul olunacak. Mağfiret isteyen var mı? Ona mağfiret olunacak. İstekte bulunan var mı? istediği ona verilecek." Ebu Muhammed Abdulhak bunun sahih olduğunu ifade etmiştir. İşte bu hadisteki ifadeler bir önceki hadisteki müşkilliği kaldırmakta ve her türlü ihtimali açıklamaktadır. Birinci hadisteki ifadeler muzafın hazfedilmesi kabilindendir. Yani Rabbimizin meleği iner ve der ki... anlamındadır. Yine buradaki "iner" kelimesi "indirilir" şeklinde de rivayet edilmiştir ki, bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa açklık getirmektedir. Başarımız Allah'tandır."- (Al-i imran 17 tefsirinde)
Allâme Muhaddis Yûsûf el-Bennûrî, Tirmizî’deki bu Nüzûl Hadîsinin şerhinde şöyle diyor: (Allah’a nisbet edilen) ‘inmek,’ ‘gelmek, ‘istivâ,’ ‘yed’/‘el’, ‘vech’ /‘yüz’, ’yemîn’/’sağ el’ ve başkaları hakkında Selef’in çoğundan ve dört imâmdan nakledilen, bunlar, Allah Teâlâ’yı (yarattklarına) benzetmekten tenzîh ederek/pâk tutarak, (Mevlâya nisbet edilen şu fiilerin ve isimlerin) nasıl olduğunu düşünmeden ve söylemeden, (bunları) inkâr ve te’vîl etmeden nasıl geldilerse, icmâl yolu üzere îmân etmektir. Nitekim Bedr(uddîn el-‘Aynî) ve Şihâb (İbnü Hacer el-Askalânî) böyle dediler.
Hâfz İbni Hacer el-Askalânî rahimehullah, Fethu'l-Bari eserinin Kitabü't-Teheccüd bahsinde diyor ki:"Allah'a cihet isnad eden kimse, bu hadis-i şerifle [hadis-i nüzul ile] istidlal ederek ‘'cihetten maksad yukarı cihettir'’ demiştir. Ama cumhûr- ulemâya [alimlerin büyük çoğunluğuna] göre, bu görüşü kabul etmek, Allahü teâlâya tehayyüz [mekânda yerlemiş olma] mânâsına gelir ki, Allahü teâlâ bu vasıftan uzaktır." (bkz. Ehl-i Sünnetin Müdafası, Bedir Yay., ist., 1994; s. 465; Şevahidü'l-Hakk, Fazilet Neriyat, s.222)
Buhari şarihi İbn Hacer el-Askalânî mezkûr hadîsin şerhinde der ki: "Nüzul" kelimesinin manası üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür;
(Bir):Bazıları kelimenin zahirî ve hakiki (teşbih çağrıştracak) manasını kabul etmişlerdir; bun*lar müşebbihedir.
(İki): Bazıları, bu mevzuda varid olan hadislerin sıhhatini inkâr etmişlerdir; bun*lar havaric ve muteziledir.İşin garib tarafı, buna benzer Kur'ân âyetlerini de tevil etmi*şlerdir. Fakat bu, gerçeği bildikleri halde srf inatçılıktan başka bir şey değildir. Yahutta cehalet*leri yüzünden bu hadîsleri inkar etmişlerdir.
(Üç):Bazları da Allah Ta'âlâyı, keyfiyet ve teşbihten tenzih ederek, hadîsin manasını icmâl yolu üzere/tafsîlâta girmeden kabul etmişlerdir. Bunlar da sahabe ve tâbiûndan olan ekseri seleftir. el-Beyhakî ve diğerlerinin naklettiğine göre Dört imâm, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî ve Ahmed İbnü Hanbel, iki Süfyân (Süfyân- Sevrî ve Süfyân ibnü ‘Uyeyne), iki Hammâd (Hammâd ibnü Süleymân (veya Zeyd) ve Hammâd ibnü Seleme), Evzâî, Leys ve diğer bir çok imam, bu görüşe sahiptir... (İşte Selef'in görüşü)
(Dört): Kimileri lâyık olacak ve Arab dilinde kullanılan bir şekilde te’vîl etmişlerdir...(bak: Fethü'1-Bârî, III, 20-25).(Bu da Halef'in görüşü)
Buhari şarihi Bedruddîn el-Aynî Umde(tü’l-Kârî)’de (3/623) ِşöyle demiştir: -''Şübhe yok ki, nüzûl /inmek (zahiri anlamı) cismin üstten alta intikâlidir ve Allah bundan münezzehdir. Nüzûl hakkında gelen rivâyetler Müteşâbihât’tandırlar. Onlar(ın anlaşılması) husûsunda âlimler iki kısımdırlar:
Birincisi, Müfevvıda/(ne demek olduğunu Allah’a) bırakanlar. Onlara îmân eder, te’vîllerini Allah’a bırakırlar. Bununla beraber Allah’ı noksân sıfatlardan kesin olarak tenzîh ederler.
Hattâbî şöyle dedi: Bu hadîs Sıfât hadislerindendir. Selef’in bunun/bu hadîsin hakkındaki Mezhebi /gittikleri yol, ona îmân etmek, onu zâhirleri üzere icrâ etmek ve keyfiyeti/nasıl oluşu ondan nefyetmektir. Hiçbir şey O’nun gibi değildir. Ve O, hakkıyla işiten ve hakkıyla görendir.
İkincisi de Müevvile(te’vîl edenler)’dir. Onlar yerler(in)e göre lâyık oldukları şekilde te’vîl ederler. Bu sebeble onlar “Allah’ın iner” (hadîsin)in manasının “Allah’ın emri iner,” yahut “melekleri (iner)”, veya bunun istiâre olduğunu ve ma’nâsının duâ edenlere bolca lütûfta bulunmak ve duâlarını kabûl etmek v.b. demek olduğunu söyemekle te’vîl ettiler.
Kad Beydâvî şöyle demiştir: Kat’î olan aklî delîllerle O’nun cisim olmak ve bir mekânda bulunmaktan münezzeh olduğu sübût bulunca, O’na, “bir yerden daha aşağı bir yere intikal” ma’nâsında olan “nüzûl” imkânsz olur. O halde (Nüzûl ile) murâd edilen rahmetinin nûrudur.''-
Umdetü’l-Kârî'de el-Aynî özetle şöyle diyor: Nuzûl, intikaal, i'lâm, kavi,ikbâl, teveccüh ve bir hükmün çıkması ma'nâlarına kullanılır. Bu ma'nâların hep*si lügatçılar arasında bilinen şeylerdir. Madem ki nüzulün böyle müşterek manâsı vardır; Allah'ın kendisiyle tavsîfi caiz olan bir ma'nâya hamledilmesi en doğru bir harekettir. Burada Allah'ın rahmetle dileklerini vermekle, mağfiret*ler etmek suretiyle teheccüd kılanlara ikbâl ve teveccüh buyurmasıdır denilebilir.Bu (aslında) bir te'vîl değil, fakat lâfızı, medlulü olan müşterek ma'nâlarıdan birisine ham*letmektir kî, İmâm Mâlik gibi bâzı selefin te'vîlleri de hep bu yolda bir te'vîldir (Umde III, 618-623).
İmam Zürkânî, Ebû Bekir İbnu’l-Arabî’den, O’nun (İmam Mâlik’in), ;ينْزِلُ رَبُّناَ=/‘Yenzilü Rabbuna’/‘Rabbimiz iner’ hadîsi hakkında şöyle dediğini nakletti: Nüzûl/iniş Allah Teâlâ’nın Zatına değil, fiillerine döner.. Hatta bu, O’nun emri ve nehyini indirecek olan meleğinin inişinden ibarettir. Şu halde nüzûl/iniş hissîdir/fizîkîdir ve de kendisiyle emrin gönderildiği meleğin sıfatıdır. Veyâhud da ma’nevîdir; yani '‘önce yapmayıp da sonra yaptı'’ ma’nâsında, bunu, ‘nüzûl’, yani ‘bir mertebeden bir mertebeye inmek’' diye isimlendirmiştir. Bu sahîh bir Arabça ifade tarzıdır.(Zürkânî, Şerhu’z-Zürkânî ale’l-Muvatta:2/35)
Şeyhimiz Muhammed Zâhid el- Kevserî'de şöyle demiştir:-"Rivayetlerde zikredilen, Yüce Allah'ın gece dünya semasına inmesi, yukardan aşağıya doğru bir iniş olarak düşünülmemelidir. Bunu böyle düşünmek cehaletin ifadesidir. Dolayısı ile buradaki "nüzul", ya mecazî bir anlatımla Allahü teâlânın, bahse konu hadisin kimi varyantlarında zikredilen nidayı yapan bir melek göndermesi, ya da bu gece yapılan dua ve istiğfarları kabul etmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu kelimenin bu şekilde kullanılması, Arap dili açısından da sahih bir kullanımdır."- (Makâlât, 62-63-Allâme Kevserî, Beyhakî’nin“el-Esmâ ve’s-Sıfât” isimli kitâbına yazdığı Ta’lîkât(450)’ında da şöyle dedi:- “ــÜstelik gecenin yarısı ve üçte birisi de güneşin doğduğu ve battığı yerlerin değişik olmasıyla değildir. Nitekim bunu, araştıracak olanlar zarûreten bileceklerdir. Sâbit olmuştur ki bu, her ufuk sâhibine (duânın) kabûlünün kapısının açılmasıdır. Bunu/inişi bir yerden bir yere intikal olarak kabûl eden kimse aklî bürhân’a ve şer’î delîl’e ve de hissin zarûretine muhâlif davranmıştır.''-
İbni Hazm rahimehullah'da Nuzül etmek ve gelmek fiilierinin bir yerden bir yere nakil ve hereket anlamında anlaşılmayacağını,zira O'nun bir yerden bir yere inkikal ve hareketten münezzeh olduğunu söyler.(İbni Hazm sd-Durre sh.233 İbni Hazm kelami görşüleri tez.Murat Serdar)
İmâm Ebu Bekîr İbnül-Arabî nüzûl hadisi hakkında şöyle diyordu: "O rahmet inişidir; yoksa bir yerden bir yere nakil inişi değildir." diyerek Halefin Te’vîl-i Tafsîlî yolunu,İbni Hibban ise nüzül hadisi hakkında;''Allah'ın sıfatları keyfiyetsizdir,keyfiyet verilemez.İnsanların sıfatları ile kıyaslanamaz.Allah diş,dudak dil gibi alet (uzuv) ile konuşmaz.İnsanlar ancak uzuv arac ile konuşur.Allah ise uzuva ihtiyaç duymaksızın ,aletsiz konuşur.Basar (görme) ve sem (işitme) böyledir.Allah beyaz siyah olan ,etrafı kapaklar ve kirpikler ile çevrili bir gözle görmez.Dilediği gibi ,bir alete (uzuva) ihtiyaç olmadan görür.İşte Allah'ın gece dünya semasına nüzülüde böyledir.O bir alete ve vasıtaya ihtiyaç duymadan iner.Allah'ın inişini insanların inişine kıyaslamamak gerekir.Allah dilediği gibi iner ve inişi insanlara benzemez.İnsanlar aletle ve hareketle ve yer değiştirmek suretiyle inerler.Allah ise aletsiz,hareketsiz,bir yerden bir yere intikal etmeksizin dilediği gibi nüzül eder ''(Emir el-Farisi 2/195-196) diyerek Selefin Te’vîl-i icmâlî ile tenzîh yapan yolunu seçererek anlatır.İki görüşte Allah'u teala'yı zahiri manadan tenzih ederler.Belki de Ebu Bekîr İbnü’l-Arabî ve İbni Hibban radyallahu anhuma’ya bu inişi açklayan hadis ulaşmamış veyahut ulaşmıştır da, o anda akıllarına gelmemiştir. Veyahut kendine itimad edilmeyecek bir yolla ulaşmıştır da ona itimad etmeden bu şekilde söylemişlerdir.Yoksa, Nesâî Sünen’inde ki sahih rivayetle artık ortaya çıkmıştır ki, Nüzûl’un Allah Teâlâ’ya isnâdı, yani “Allah indi” demek, mecâzî bir isnaddır; “Allah'ın münadisi indi” manasındadır.Öyleyse, Mecâz isnaddadır. Müsned veyahutta müsnedün ileyh’de değildir. İkisi de hakikattır ama isnad mecazdadır. Bu Kur'ân Azîz'de garib bir şey değildir."(Hüseyin Avni Kansızoğlu .Darusselam)
Raviyetü'l Asr İmam Kevserî, “Tekmile-tü’r-Redd Alâ Nûniyyeti İbni’l-Kayyim(13,1321)”de şöyle demiştir: -Meselâ nüzûl hadîslerini teşbîh /benzetme ve nakil manalarından uzaklaştırmak Ehl-i Hakk’ın/Ehl-i Sünnet’in Selef ve Halef’i arasında ittifak yeridir. Onlar/nüzûl hadîsle-rini tarafda mecâza veya isnâd-i Mecâzî’ye yorulması sahîh bir Arabça kullanmasıdır ve tenzîh’e uyan bir kullanmadır. Kimisine göre birinci/tarafta mecâz, kimilerine göre de ikinci /isnâdda mecâz ağır gelmektedir.Fakat katında “inzâl” /indirmek” rivâyeti sahîh veya Sünenü’n-Nesâî’deki Ebû Hureyre hadîsinin sahîh olduğuna muttali olan kimse diğer rivâyetlerde isnâd-ı Mecâzî murâd edildiğine kesin karar verir. Böylece nüzûl hadîsi onun nazarında Müteşâbihâttan çıkıp muhkem’e dâhil olur.Çünki onu bu Nesâî hadîsine çevirir.''
Şüpheciler özellikle Ehl-i Hadisin ''Teşbihsiz sıfatları kabulünü'' kendilerine çokça delil getirirler.Bu da şüphecilerin yüzünden Ehl-i Hadisin bir takım suçlamalara maruz kalmasına sebebiyet vermektedir. Halbuki İbni Hibban , yed ve kadem sıfatından bahsederken önemli bir konuya dikkat çeker;''Hadis sanatına tam olarak kavramamış kişiler, hadisçilerin bu tür rivayetleri naklettikleri için müşebbiheden olduklarına hükmetmişlerdir.Hiç bir hadisçinin aklına teşbih yapmak gelmemiştir.Bundan Allah'a sığınırım.Bu tür lafızlar temsili lafızlardır.İnsanların daha iyi anlamalarını sağlamak için,keyfiyet kasdedilmeksizin bu tür temsili lafızlar kullanılmıştır.Allah (c.c) hem zatı hemde sıfatlarıyla mahlukata benzemekten uzaktır.(Emir el-Farisi 2/73-74-1/286 İbni Hibban ve Hadis ilmindeki yeri Yüksel Çelik sh.45)Şu hüsnü zanna rağmen azda olsa maalesef kimi aşağıda değineceğimiz eserlerde açıkça Allah'a mekan ,cihet, hareket ve uzuv isnad eden kişilerden rivayetler mevcuttur.Dolayısıyla istiva ve nüzul Allah'ın yu*karıda olduğu anlamına gelmez. Selef yöntemini benimseyerek teşbihi reddet*mekle birlikte bu tür nasların yerine göre bazen te'vil edilmeden murad ne ise olduğu gibi be*nimsenmesi, bazen de sıfatın aslını orta*dan kaldırmayan bir te'vile bavurulması bu konuda tercih edilmesi gereken en geçerli yoldur.
Miraç şüphesine cevap ve diğer imamların görüşleri
Molla Aliyyul-Kari rahimehullah Fıkh-ı Ekber şerhinde diyor ki:-''Şüphe yok ki, İsra makamı, Musa aleyhisselâm'ın mikatından daha üstündür. Nerde kaldı ki Yunus b. Mettâ'nın makamından üs*tün olmasın. Ancak bizim sözümüz, her halde ve her makamda ikisinin yani Hz. Peygamber ve Hz. Yûnus'un Allah Teâlâ'ya yakın*lıklarının eşit olduğudur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:“Nerede bulunursanız Allah sizinle beraberdir.” (57/4)“Biz kula şahdamarından daha yakınız.” (50/16)“Allah, kullarının üstünde galibtir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir.” (6/61)anlaşıldığına göre Allah Teâlâ'nın kulları üzerine yük*selmesi, mekân bakımından yükseklik değil, mertebe ve makam bakımından yüksekliktir. Yani şânı yüce olmak demektir. Ehl-i Sünnet vel-Cemaat âlimleri ile Mutezile, Havariç vesair İslâm taifelerince de durum bu şekilde tesbit edilmiştir. Diğer bidat taifeleri de aynı görüştedir. Ancak, Allah Teâlâ’ya cihet ispat eden Hanbelilerle Mücessime'den bir taife bu görüşte değildir. Allah Teâlâ onların isnad et*tiklerinden uzaktır''- (Aliyyu'Kari Fkhul Ekber Şerhi)
Zamânının tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi Muhammed Zâhid bin Hasen el-Kevserî rahimehullah şöyle yazmıştır-''Cumhur-u ulema, isra ve miraç hadisesinin aynı gecede, hem ruh hem de bedenen ve uyku halinde değil uyanıkken yaşanan bir hadise olduğu görüşündedir. Bu konudaki haberler(de) sahihtir.''- (Muhammed Zâhid el-Kevserî Makâlât, 516. 21-2.)-''Buradaki "urûc" (yükselme), Allah Teala (cc)'ya mekânsal olarak yaklaşma ifade etmez. Çünkü O'na yaklaşmak mesafe katetmekle olmaz. Zira Yüce Allah (cc)"Secde et ve yaklaş" (el-Alak, 19) ve Hz. Peygamber (sav), "Kulun Allah'a en yakın olduğu an, secde anıdır" buyurmuşlardır. ''-(Muhammed Zâhid el-Kevserî 27 Makalât,512.)
Büyük Maliki fıkıh ve hadis alimi Kâdî Ebu'l-Fadl İyaz rahimehullah, Peygamberimizin (aleyhisselam) İsra gecesi Allahü teâlâya yaklaşmasını anlatırken diyor ki:-"Dünüv ve kurb kelimelerinin Allah'a izafeti, hiç bir zaman mekân izafeti veya mesafe yaklaşması değildir. Çünkü Allahü teâlâ, Ca'ferü's-Sadık'ın dediği gibi, mekân ve mesafe gibi mefhumlardan münezzeh ve müberradır. Onun için, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbine yaklaşması demek, O'nun yüksek menzilinin izharı, rütbesinin büyüklüğünün belirtilmesi demektir. O bu sayede Esrar-ı İlahiyeyi müşahede etmiştir. Kudretinin yüceliğini, marifet nurlarını ayne'l-yakin görmüş ve kalbi nurla parıl parıl parlamıştır. Çünkü, bu kendisine Allah'ın bir ikramı, lutfü ve ihsanıdır ki, dünya kurulduğundan bu yana hiçbir kula hatta Peygambere müyesser olmamıştır. "Rabbimiz dünya semasına nazil olur" sözü de böylece te'vil edilir. Yani, O'nun fadlı, ihsanı ve hüsnü kabulü dünyaya nazil olur, demektir." -(Şifa-i Şerif, Bedir Yayınevi, s.203-204.)
Hâfız Celâleddîn Süyûtî rahmetullahi teâlâ aleyh diyor ki:"Allahü teâlâ hareket ve intikâlden [yer değiştirmekden] münezzehdir." (Şerh üs-Sudur ["Kabir Alemi" ismiyle tercüme edilmiştir], Kahraman Yayınları,s.392; Ayrıca bkz. Mevlânâ Muhammed Fadlurresul, Tashih'ül Mesail, Berekât Yay., İst, 1976, s.143)
Yine Hâfız Celâleddîn Süyûtî diyor ki:-"Fevk [üst] kelimesi de müteşâbih kelimelerdendir. (O kullarının fevkınde yegâne kudret ve tasarruf sâhibidir) (En'am, 18), (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) (Nahl, 50) meâlindeki âyet-i kerîmelerindeki fevkaniyet, bir cihet [yön] ifade etmeksizin yükseklik ma'nâsındadır. (...biz onların üstünde kâhir kimseleriz) (Araf, 127) meâlindeki âyetdeki Firavn'ın sözüyle, mekân yüksekliği kasdetmediği açıkça ortadadır."- (el-İtkan, Madve Yayınları, c.2, s.20)"[(Rahmân Arş üzerine istivâ etdi) meâlindeki] Tâhâ/5, [ve meâlleri muteber tefsirlerden okunabilecek] Kasas/88, Rahmân/27, Tâhâ/39, Fetih/10, Zümer/67 gibi âyetler Allahü teâlânın sıfatıyla ilgili müteşâbih âyetlerden bazılarıdır. Selef uleması ve ehli hadis dahil, Ehli sünnetin cumhuru bu âyetlere iman eder, murad edilen ma'nâları Allah'a bırakır, bunların zahiri ma'nâlarından Allah'ı tenzih ederek tefsirinden kaçınır."(el-İtkan,Madve Yayınları,c.2, s.15)
İmam-ı Kastalâni rahimehullah Mirac'ı anlatırken diyor ki:-"Cenâb-ı Hakkın huzuru, ilim, irade ve kudretiyledir. Başkalarının huzuru gibi değildir. Zâtına özel mekân yoktur, O mekândan münezzehdir.... Allahü teâlâ mekândan münezzeh iken o Hazreti göklere çıkarması sırf kendisini ululamakla bazı acayip (görülmemiş) mülk ve melekutunu gezdirip göstermek içindir."- (Mevahibu Ledunniye, Hisar Yayınevi, İst., c.2, s. 22)
Ebû Mensûr-i Mâtürîdî rahimehullah diyor ki:"Allahü teâlâya mekân isnad etmek şirktir." (bkz. Dr. G. F. Haddad, The Refutation of Him Who Attributes Direction to Allah, Aqsa Publications, Birmingham, UK, 2008; s.16)
Molla Aliyyülkârî Mirkat-ul-Mefatih'de (1892 baskısı, 2:137 = 1994 baskısı, 3:300) der ki:-"Seleften bir cemaatın tamamı ve ayrıca daha sonra gelen âlimler de dediler ki: Allahü teâlânın belli bir fizikî yönde olduğuna inanan kâfirdir. Bunu açıkça ifade eden el-Irakî, Ebu Hanife'nin, Malik'in, Şafiî'nin, Eşarî'nin ve [İbni] Bakıllanî'nin ortak görüşünün bu olduğunu söylemiştir."Aliyyül Kârî bu fetvayı Fıkh-ı Ekber Şerhi'nde (1984 İlmiyye baskısı, s. 57) ve Şerhi Aynul İlim'de (1989 baskısı, 1:34) tekrar etmiştir. (bkz. Dr. G. F. Haddad, a.g.e. s. 253.)
İmam Subki rahimehullah diyorki;“Aralarından itizal ve tecsim düşüncesine sapanlar hariç, Allah’a hamd olsun ki bu dört mezhebe tabii olanların itikatları aynı hak üzeredir, selef ve halef ulamasının hüsnü kabul ile karşıladıkları Ebu Cafer et-Tahavî’nin akidesini benimserler.” (Tacuddin Abdulvehhap Subki Muidü'n-Niam)
Hanefî fıkıh alimlerinden, İmam Ebû Cafer et-Tahâvî rahimehullahın yazdığı ve mezhebin üç büyük imamının (Ebu Hanife,Ebu Yusuf ve Muhammed) itikadî çizgisini yansıtan "Akîde"de şöyle denmektedir -''Allahü teâlâ, varlığı için birtakım sınır ve son noktalar bulunmasından, erkân, aza ve edevattan yüce ve beridir. Mahlukatı ihata eden altı yön(ön-arka-üst-alt-sağ-sol) O'nu ihata edemez."-(Akîdetü't-Tahâviyye)
Bu eserin şerhinde Abdülganî el-Guneymî el-Meydânî'nin izahı şöyledir:"Allahü teâlâyı altı yön ihata edemez. Zira Allahü teâlâ o altı yönü yaratmadan önce de var idi ve O, önceden nasıl idiyse şimdi de öyledir. Diğer varlıklar ise böyle değildir…" (el-Meydânî, Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviyye, 75; bkz. Dr. E. Sifil, Milli Gazete,7 Ocak 2006)
Hasan Kâfî el-Akhisârî de şu izahı yapar:"Çünkü altı yön muhdestir [sonradan meydana gelmiştir] ve altı yön tarafından ihata edilmiş olmak, muhdes alemin özelliklerindendir. Allahü teâlâ ise kadîmdir. O var iken ne mekân, ne zaman, ne üst, ne alt, ne de başka birşey vardı! Altı yönün sair mahlukatı ihata etmesi gibi herhangi bir şey O'nu içine alamaz, ihata edemez. Bilakis ilmi, kudreti, kahrı ve saltanatı ile O her şeyi ihata eder; gökte ve yerde O'nun ilminden zerre miktarı bir şey bile gizli kalmaz.." (Hasan Kâfî el-Akhisârî el-Bosnevî, Nûru'l-Yakîn fî Usûli'd-Dîn, 157; bkz. Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 7 Ocak 2006)
İskilibli Âtıf Efendi rahimehullah Mir’atü’l-İslam risalesinde şöyle diyor:-“Mekândan, sağ, sol, arka, ön, alt, üst gibi cihetten ve yerlerde, göklerde bulunmaktan münezzehdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak her yerde hâzır ve nâzırdır demek, ilm-i ilahisi her şeyi ihata edicidir, demektir. Yoksa zat ve vücudu her yerde hâzır ve nâzırdır, demek değildir. Çünkü buna itikad küfürdür. Cenâb-ı Hakkın mekândan münezzeh olduğunu isbat için deriz ki: Mekân, duracak mahal demektir. Bu dünyanın maddesi ve kendisi yaratıldıktan sonra mekân da vücuda gelmiştir. Halbuki dünyanın kendisi ve maddesi [ve yıldızlar ve gökler] ve mekân yokken Cenâb-ı Hak mekânsız olarak vardı. Madem ki mekân yaratılmazdan evvel Cenâb-ı Hak mekâna muhtaç değildi, mekânsız olarak var idi. Mekân yaratıldıktan sonra da ona ihtiyacı yoktur. Binaenaleyh, mekândan münezzehdir.”- (bkz.Çile Yayınevi'nin "Frenk Mukallitliği ve İslam" kitabı, s.154)
İmam eş-Şâfi'î rahimehullahü teâlâ el-Fıkhu'l-Ekber isimli eserde şöyle der: "Eğer "Allahü teâlâ, "Rahman Arş'a istiva etmiştir" buyurmuştur" denirse şöyle cevap verilir:-"Bu (türlü) ayetler bunlara ve benzerlerine, ilimde derinleşmek arzusunda olmayan kimseleri cevap vermede şaşkınlığa sürükleyen müteşabihattandır. Yani bu kimseler bu türlü ayetleri olduğu gibi kabul edip, araştırma yapmamalı ve bunlar üzerinde konuşmamalıdır. Çünkü kişi ilimde rüsuh (derin kavrayış) sahibi olmadığı zaman şüpheye ve vartaya düşmemekten emin olamaz. Onun, Allahü teâlâ'nın sıfatları hakkında, zikrettiğimiz gibi inanması gerekir. Allahü teâlâyı hiçbir mekân ihata edemez. O'nun üzerinden zaman geçmez. O, hudut ve son noktalara sahip olmaktan münezzehtir; mekân ve yönlerden müstağnidir. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (42/eş-Şûrâ, 11)''- (İmam eş-Şâfi'î, el-Fıkhu'l-Ekber, 17. Not: "Fuad Sezgin hoca Târîhu't-Turâs'da (I, 491) Ezher kütüphanesinde bu eserin hicrî 292 yılında istinsah edilmiş bir nüshasının bulunduğunu belirtir." -Dr. E. Sifil, Milli Gazete - 8 Ocak 2006)
İmamlığı üzerine icma olan Iz b. Abdusselâm rahimehullah tenzihi sıfatlar listesinde derki;-“Allah araz ve cisim değildir. Herhangi bir şekle bürünmüş ve sınırlandırılmış bir cevher olmadığı gibi, herhangi bir yön ve mekanla da sınırlı değildir. Hiçbirşey O’na benzemez, hiçbir şey de O’na benzetilemez”-.(İz b.Abdusselâm, Mülhatü’l-Itikâd, s.17.)
İmâm Ahmed b. Hanbel rahimehullahü teâlâ'ya gelince el-Hallâl, onun şöyle dediğini nakletmiştir: "Allah Teala Arş'a, kendisi için bir sınır söz konusu olmaksızın, sıfatsız (keyfiyetsiz) olarak, vasfedilmeyecek bir tarzda, dilediği gibi ve dilediği şekilde istiva etmiştir."[Bunu el-Kevserî, el-Hallâl'ın es-Sünne'sinden nakletmiştir. Bkz. İbnu'l-Cevzî'nin Def'u Şübehi't-Teşbîh'i, 28 -1 nolu dpnt).
Özellikle İmam Ahmed rahimehullah'n mezhebine müntesip olduklarn iddia eden bazı aşırı kimselerin, teşbih ve tecsim ifade eden itikatlarını ona nisbet etmeleri, o büyük imama iftiradan başka birey değildir.İmam Ahmed rahimehullah'ın itikadî görüşleri ve bilhasse müteşabih ayet ve hadisler konusundaki kanaati, İbnu'l Cevzî'nin "Def'u Şübehi't-Teşbîh"inde ve Takiyyuddîn el-Hısnî-'nin "Def'u Şübehi Men şebbehe ve Temerred ve Nesebe Zâlike ile's-Seyyid el-İmâm Ahmed" isimli eserlerinde bütün netliği ile ortaya konmuştur.
İmâm Beyhakî, Menâkıbu Ahmed İbni Hanbel’de, Hâkim’den, O, Amr b. Semmâk’dan, O, Hanbel’den rivayet etmiştir ki; Ahmed İbnü Hanbel ;وَجَاءَ رَبُّكَ= "Rabbın geldi" (Fecr:22) ayetini "Rabbının sevâbı geldi" şeklinde te’vîll etmiştir.Sonra Beyhakî ِşöyle demiştir:Bu üzerinde toz bulunmayan, sağlam bir isnaddır.[İbnü Kesîr, el-Bidâye:10/327]
İmâm Beyhakî, Menâkıbu Ahmed’de senediyle beraber şöyle rivâyet etmiştir:-'' Hanbel İbnu İshak anlatıyor: Amcamı -Ebu Abdillah Ahmed İbnu Hanbel’i kasdediyor- şöyle derken işittim: Emiru’l-Mü'minîn'in sarayında münâzara edildiği zaman bana karşı hüccet ileri sürüldü ve dediler ki, Kıyamet Günü’nde Bakara ve Tebâreke sûreleri gelecek. Onlara dedim ki; ‘Kıyamet Günü’nde Bakara ve Tebâreke sûrelerinin gelmesi’ demek, sadece ‘sevâbın gelmesi’dir. Çünki Allah Teâla buyurduki ;وَجَاءَ رَبُّكَ=/‘Rabbın geldi’ buyurdu. Burada sadece ve sadece ‘Rabbinin kudreti geldi, Kur’ân ve benzeri şeyler, vaazlar ve nasîhatler geldi’', demektir.''-
İmâm Beyhakî şöyle dedi: -''Bunda delil vardır ki, Ahmed İbnu Hanbel, Kitâb’da/Kur’ân’da gelen ‘Allâh’n gelmesi’ ve Sünnet’le gelen ‘nüzûl’/‘Allah'n inmesi’ ile murad edilenin intikal/‘bir yerden bir yere gitmek’, yani cisimlerin zâtlarnn intikâli gibi bir mekândan bir mekâna intikâl olmadığına inanmaktadr; O, Allah celle celâlühû’nun âyetlerinin yani kudretinin alâmetlerinin zuhûru ma’nâsından ibârettir. Zira onlar (Bid’at ehli), ‘Kur'ân Allah’ın kelâmı olsaydı, Allah’ın zâtî sfatlarından bir sıfat olsaydı, gelmek onun içün düşünülemezdi’ diyorlar. Ahmed ibnu Hanbel de onlara ِşöyle dedi: ‘Okunmasının sevâbı gelecektirki, o gün bunu açıklamak isteyecektir. işte bu sebeble, onu ‘ortaya çıkarma’sını, ‘gelmek’ kelimesiyle ifâde etti.''- (Nakil Bitti.)
Sadece şu rivayetler İmâm Ahmed ibnu Hanbel hazretlerinin sıfat âyetleri ve sıfat hadîslerini bir mekânda yer tutmak olarak anlamadığının delîlidir.
İmam Beyhaki derki,''Siz nerede olursanız olun o sizinle beraberdir '' mealindeki ayetin açıklaması ise ''Allah ilmi ile sizinle beraberdir '' ''Allah zatı ile beraberdir anlamında değil''. (''El-itikad ala Es-Selef-Ehlüs-Sünneti ve'l-Cemeaa'' sh.55 Yaynevi ;Dar el-kutub el-ilmiyyeh 2.)
İmam-ı Kuşeyrî rahimehullah diyor ki:"Ebû Bekr-i Şiblî rahime-hullahü teâlâ dedi ki: "Tek olan Allahü teâlâ[nın] (El-Vâhid) harflerden (el-hurûf) ve sınırlardan (el-hudûd) evvel [var olduğu] bilinir." Şiblî'nin bu sözü kadîm olan Allahü teâlânın zatı için bir sınır ve cihet, kelâmı için harf ve ses bulunmadığını sarih olarak ifade etmektedir." (Kuşeyrî Risalesi, Dergah Yayınları, İst., 1978; s.66)
Tefsîr ilminin büyük üstâdı Kâdî Beydâvî (vefatı m. 1286) rahimehullah diyor ki:"Edille-i akliyye ile kat'î surette sabittir ki, Cenâb-ı Hak cismiyyet ve tehayyüzden [bir mekânda yerleşmiş olmaktan] münezzehdir." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, 7. Baskı, DİB Yayınları, Ankara, 1982; 4. cilt, s. 115).
Kâdî Beydâvî, Bakara/210 tefsirinde diyor ki:"(Allah'ın gelmesi)nden murad, emrinin gelmesi veya azâbının gelmesidir."
Kâdî Beydâvî, Bakara/255 tefsirinde de diyor ki:"Allahü teâlâ bir mekânda bulunmakdan ve âleme hulûl etmekden münezzehdir."
Büyük tefsîr âlimi İmam-ı Razî (vefatı m. 1209) rahimehullah Bakara suresi tefsirinde diyor ki:"Allah'ın yüceliği, mekân ve cihet bakımından yücelik değildir... Allahü teâlâ, yüceliğinin mekân itibariyle olmasından son derece münezzeh ve berîdir." (Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/422-423)
İmâm Buharî, Sahîh'inde, ;كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ=/‘O’nun vechi dışında her bir şey helak olacaktır âyetinin tefsîrinde ;وَجْهَهُ= kelimesini ;إِلَّامُلْكَهُ=/illâ mülkehû/mülkü müstesnâ diye tefsîr etmiştir ve şöِyle demiştir: Ve yine denilir ki, ‘Kendisiyle sadece Allah'ın vechi, yani mülkü/mülkiyet ve iktidârı murâd edilen müstesnâ’.[Buhârî, Sahîh (6/17)
İmâm Buhârî burada vech kelimesini kesin bir şekilde mülk ma’nâsına taşımakla yine sıfat ayetlerinde mecâza dayanan bir te’vîl yapmıştır.İmâm Buhârî ;مَا مِنْ دَابَّةٍ إِلَّا هُوَ آَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا=/‘hiçbir canlı yoktur ki, ancak O, onu nasyesinden/perçeminden tutmuş olmasın’[Hûd:56] âyetinin tefsîrinde ;فِي مُلْكِهِ=/‘onu mülkünde ve sultanında tutmuştur’, demiştir. (Buhârî, Sahîh (5/2)
İbni Hacer Fethu'l Bari'de derki;''İmam Buhârî gülmenin ‘rahmet’ mânâsında olduğunu söylemiştir. ‘Rızasıdır’ şeklinde mânâlandırılması daha doğru olsa gerektir''
İmam- Kurtubî rahimehullah tefsirinin çeiştli yerlerinde diyor ki:-"Bu konuda uyulması gereken kural ise, yüce Allah'n hareketten, intikalden ve mekân işgal etmekten tenzih edilmesinden ibarettir." (En'am 3 tefsirinde) "Hadis-i şerifte geçen: "Allah onlara ... suretinde gelir" ifadesindeki anlamı, Allah onlara imtihan olmak üzere bir suret gösterir, demektir. Bu ve buna benzer Kur´ân-ı Kerîm´de vesair haberlerde gelen ifadelerin intikal, hareket ve zeval gibi anlamlara çekilmesi caiz değildir.Çünkü bu gibi şeyler yer kaplayan ve cisimlerin niteliklerindendir. Yüce ve büyük olan Allah, bundan münezzehtir. Cisimlere benzemekten oldukça yüce, celal ve ikram sahibidir." (Bakara 210 tefsirinde) "Yüce Allah'ın: "Kullarının üstünde kahir olandır O" buyruğundaki kahır, galebe demektir. Kahir de galip gelen demektir. Kişi, kahredilen ve zelil kılınan haline düşürülecek olursa, denilir. Şair de der ki: 'Husayn kavminin önder olmasını temenni etti. Ama Husayn, akşam zelil kılınmış ve kahredilmiş etti.'' Kahredildi, yenik düşürüldü, mağlûb edildi anlamındadır.''Kullarının üstünde'' buyruğunun anlam ise, onlara kahir olmak ve galip gelmek suretiyle onlardan üstün olmak anlamındaki bir üstünlüktür. Yani onlar, onun müsahhar kılması, emir ve hükmü altndadırlar. Yoksa buradaki üstünlük mekânî anlamdaki bir üstünlük değildir. Nitekim: Sultan raiyesinin üstündedir derken, mevki ve rütbesi itibari ile üstündür anlaşılır." (En'am 18 tefsirinde)-
Raviyetü'l Asr Alleme Kevserî:-'' Kur'an'daki ilâhî kelam şudur: ’O’dur kullar üstünde kâhir olan’.(İşte şüphecilerin delil getirdiği bir başka ayette budur.Bakınız Alleme Kevseri nasıl cevap veriyor Allah, Kıptîler hakkında, ''Şübhesiz biz (Kıptîler), onlar (İsrâil oğulları) üzerinde kâhirleriz'' buyurmaktadır. Bir cismin, başka bir cisim üzerine binmesi mümkin olmasına rağmen, (bu âyetten), Kıptîlerin Benî isrâîl’in omuzları üzerine bindiğini anlamak, haya perdesini yırtmak olan şeylerdendir. Ya bu, cisimden ve cisimle alakalı olan şeylerden münezzeh olan Hak Teâla hakkında nasıl düşünebilir?. Allah’ın “mekan üstünlüğü” ile kulların üstünde olduğuna itibar etmek, ayetle alakası olmayan bir ilhattır, haktan dönmektir. Allah’ın zâtının göklerden birinden ve her bir mekandan üstün olduğuna itibar etmek de aynı derecede sapıklıktır. Kurân’da bunu zayıf bir zanla gösteren ayet nerede?… İstivâ ile, Mücessime’nin şeyhi Mukatl b.Süleymân’a uyarak “istikrar”/yerleşmek murad ediyor idiyse, ayet bu hususta susmuş bir şey dememiştir.''-(“Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim min Nûniyyeti ibni’l-Kayyim”)
İmam Nesefi rahimehullah akidesinde diyor kiAllah) Araz, cisim, cevher değildir.şekillendirilmiş, sınırlandırılmış, adetlenmiş, kısımlara ayrılmış, cüzlere bölünmüş, terkib edilmiş (birletirilmiş) ve sonu olan değildir. (Sınırlar ile kuşatılmış değildir.)Nasllki ile, nicelik ile vasıflanmaz. (Aslı ve hakikati bilinmez) Bir mekanda yerleşmez, üzerine zaman akıcı olmaz, (zaman ve mekan sınır altna girmemiştir.) Hiçbir şey ona benzemez. ilminden ve kudretinden hiçbir şey çıkamaz. (Her şeyi ilmi ve kudretiyle kuşatmıştır)
İmam-ı Birgivî rahimehullah diyor ki:-"Bir kimse (Allahü Teâlâ gökte benim şahidimdir) dese kâfir olur.Zira [Allahü teâlâya mekân isnad etmiş olur] Allahü Teâlâ mekândan berîdir."- (Birgivi Vasiyetnamesi, Bedir Yay., s.52)
Kâdîzâde Ahmed efendi rahimehullah, İmam- Birgivî’nin kitabının şerhinde şöyle diyor:“Gökte ve yerde değildir, mekândan münezzehdir. ..Mekân ve zaman O’nun şanına muhaldir. ..Sağda, solda,önde, arkada, üstte ve altta değildir....Allahü teâlâ cisim ve cismanî olmakdan münezzehdir. Bir tarafda [cihette] olmaktan da münezzehdir. ..İbni Teymiyye ve yolundakiler, Allahü teâlâ üst taraftadır dediler.” (Birgivî Vasiyetnâmesi Şerhi, Bedir Yayınevi, s.24; ayn zamanda bkz. Birgivî Vasiyetnâmesi, Bedir yaynevi, s. 14).
Allâme İbni Hacer el-Heytemî rahimehullah diyor ki:-"(Göklerde oturana inandım) dese câiz olmaz, çün*kü bu ifadede Allah'a mekân isbatı vardır. Allahü Teâlâ göklerin de ilâhıdır, yerlerin de ilâhıdır. Bunun için Allah'a cihet isbat çoğunluğa göre küfürdür. Küfrü ifade eden bir kavram ise iman alâ*meti olamaz."- (Ez-zevâcir An İktiraf'il-Kebâir, Kayhan Yaynlar, İstanbul, 1997; s. 73)
Yine İbni Hacer el-Heytemî rahimehullah diyor ki:-''Yahudinin birisi hazret-i Ali'ye (radıyallahü anh): "Allahmızın varlığı ne zamandandır?" deyince, Hazret-i Ali'in rengi değişip dedi ki: "Hiç bir mekân ve varlık yokken, o keyfiyetsiz olarak vardı. Zaman bakımndan hiç bir evveli ve sonu yoktur. Ondan başka her şeyin sonu gelir." -(Es-Savâiku'l-Muhrika, Bedir Yayınevi, s.297)
Hanefi âlimlerden İmam Murteza ez-Zebidi “İthaf es-Sâdeti'l Muttekîn” adlı kitabında diyor ki: “Allâh-u Teâlâ, bir halden bir hale değişmekten veyahut bir yerden bir yere geçmekten münezzehtir. Bu âlemin içinde veya dışında bulunmaktan da münezzehtir. Bir şeyle yapışık veya bir şeyden ayrık olmaktan da münezzehtir.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı rahimehullah diyor ki,’’Ne göklerde ne yerlerde ne sağu sol ne ön ardda, Cihetlerden münezzehtir ki olmaz hiç mekânullah.’’
Muhaddis İbni Hibban rahimehullah diyor ki ''Allahu teala herhangi bir hadle snrlandırılmaktan münezzehtir''. (İbni Hibban Sikat 1/1) Sırf bu sebebten müşebbihe taraftarlarınca İbni Hibban'ın Sicistan'dan sürülüp çıkarılması olayı meşhurdur.(Tabakatu'-Şafi'iyye II,141)
Bediüzzaman Said Nursi rahimehullah diyor ki;;..Ve Kainatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şahadetiyle hiçbir şey,hiçbir hal,daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya...ve hiçbir mekanda olmadığı halde,herbir yerde ve herbir mekanda kudretiyle,ilmiyle hazır ola... ve her şey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde,O ise her şeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u zülcelalin elbette hiçbir cihetle misli,naziri,şeriki,veziri,zıddı,niddi olmaz ve olması muhaldir.(Lem'alar-342)
Müceddid-i Elfi Sani İmam Rabbâni rahimehullahü teâlâ Ehl-i sünnet itikadını şöyle izah ediyor:-"Noksân sııfatlar, Onda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin, cisimlerin, arazların, ya'nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır. Allahü teâlâ, zamanlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafda değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. Bir şey bilmiyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunlarn hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi?...Allahü teâlâ, madde değidir, cisim değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi') ya'nî geniş deriz. Fakat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Ya'nî herşeyi çevirmişdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karîb)dir. Yakındır ve bizimledir. Fekat, bizim anladığımz gibi değil! Onun vâsi', muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbireyle ittihâd etmez, birlemez. Hiçbirey de Onunla birlemez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O da, bireye hulûl etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yokdur. Kadın, çocuklar yokdur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğunu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, nümûnesi, olamaz. şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardr. Bildirdiği sıfatlar da vardır. Fakat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. insanlar Onu anlayamaz."- (Mektubat, 2.cilt, 67.mektup)
Gavsül Azam Abdülkadir Geylani rahimehullah diyor ki;''Hamd o Allah’a ki, nicelik ve niteliği O nitelemiş ve kendisi nicelik ve nitelikten pak ve münezzeh kalmıştır. Zaman ve mekanı O yaratıp meydana getirmiş ve kendisi zaman ve mekan kaydından pak kalıp izzet ve şerefle saltanat kurmuştur, (îl-miyle, kudretiyle, rahmet ve inayetiyle) her şeyde mevcud olmuş ve fakat zarfiyetten münezzeh ve mukaddes kalmıştır. Her şeyin yanında hazır olmuş ve fakat bir şeyin yanında mekan tutmaktan çok yüce kalmıştır.''( Füyüzat-ı Rabbaniye)
Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi'nde şöyle yazılı:"Cumhûr-ı ulemâ, Zât- Bâri için cihet kabulünü çirkin gِörmüşlerdir." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve şerhi, 7. Bask, DB Yaynlar, Ankara, 1982; 4. cilt, s. 114).Alimlerin kahir ekseriyeti Allahü teâlânn bir mekânda veya cihette bulunmaktan münezzeh olduğunu bildirmişlerdir.
Ayetlerin zahirini almakla meşhur İbni Hazm- Zâhirî bile bu icmayı yazmaktadır:"Allahü teâlâ asla mekânlı veya zamanlı değildir. Cumhûr- ulemânn ve bizim de duruşumuz budur ve buna aykırı bir gِörüş câiz değildir, çünkü bundan başkası yanlıştır." (el-Fısal fi'l-Milel, 2:125; bkz. Dr. G. F. Haddad, a.g.e., s. 17)
İmam Müfessir Fahruddin Er-Razi, Tefsirinde şöyle diyor: “Allâh-u Teâlâ’nın mekân, yön ve barınmaktan münezzeh olduğuna icmâ edilmiştir.” (Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları )
Âbdul-Kâhir el-Bağdâdî El-farku beynel-fırak 'da derki;''Onlar (âlimler) O’nu (Allâh’ı) mekân kuşatmadığına ve O’na zaman cereyân etmediğine dâir icmâ etmişlerdir''. Onlar(Ehl-i Sünnet), âfetler, sıkıntılar, acılar ve lezzetlerin O'ndan uzaklığı ve O'nda hareket ve hareketsizliğin bulunmadığı hususunda birleşmişlerdir. Bu, O'na hareketi caiz gören görüşleri ve Onun mekânının, O'nun hareketinden doğduğu şeklindeki iddialarından dolayı Râfıza'dan Hâşimiyye'nin inanışı*na aykırıdır Onlar (Ehl-i Sünnet), Âlemin Yapıcısı'nın sonlu ve sınırlı olmaktan uzak olduğunu söylediler (Mezhepler Arasındaki Farklar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları)
Akaid konusu gerçekten son derece önemli ve hassastır. Uhrevî selametini düşünen bir kimsenin bu meselede ifrat-tefrit dengesizliğine düşmeden, sorumlu olduğu kadarıyla bilgi sahibi olmaya çalması, ilminin yetmediği, kapasitesini aşan hususlara girmemesi ve özellikle de bu sahada şahsî kanaatleriyle fikir beyan etmekten uzak durması gerekir.İmam Ebû Hanîfe, "Doğu tarafından bize iki bid'at geldi:Cehm'in (Cehm b. Safvân) ta'tili ve Mukâtil'in (Mukâtil b. Süleyman) teşbihi"[İbn Hacer, Tehzîbu't-Tehzîb, X, 251.] derken şu noktaya dikkatimizi çekmiştir:Allah Teala'nın sıfatlarını inkâr ifrat, mahlukatın sıfatlarına benzetmek ise tefrittir.Başta Sahabe olmak üzere "Ehl-i Sünnet-i hassa" dediğimiz Selef ulemasının tavrı, müteşabih ayet ve hadislere varit oldukları gibi iman ve anlamlarını Allah Teala'ya havale etmek şeklindedir ve aslolan budur. "Ehl-i Sünnet-i amme" dediğimiz müteahhirun ise, yakin seviyesindeki azalma ve muhtelif cereyanlar sebebiyle imanî meselelerde şüphelerin artması gibi sebepler dolayısıyla bu türlü ayet ve hadisleri muhkem nasslar doğrultusunda ve sahih Arap dilinin ölçüleri içinde tevil etmiştir .Meselenin temeline tenzih ayetlerinin yerletirilmesi ve diğerr ayet ve hadislerin bu doğrultuda anlaşılması en sağlam yoldur.
Bu ifadeler açıkça göstermektedir ki, -Ümmet-i Muhammed'in imamları, gerek müteşabihat alanına giren hususlarda olsun, gerekse diğer itikadî konularda olsun, tümüyle aynı çizgidedirler. Bilmeyerek, (iyi niyet düşüncesiyle) batıl inançların peşinde gidenler, bilerek küfrün yayılmasına sebep olanlara yardm edebilmektedirler.Bu grup iyi bilsin ki,özellikle şu hakikatleri duyduktan ve gözle gördükten sonra Hakkın ve doğrunun yannda yer almamak ise çok daha büyük bir felakettir. Müteşabihatın Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) tarafından, sonraki asırlarda görüldüğü şekliyle münakaşa ve cidal konusu yapıldığı bilmiyoruz.Onlar nasslarda nasıl gelmişse öyle iman eder, ötesini soruşturmazdı.O'nu, zâtında sıfatında, esma ve ef'âlinde mutlak ve en üstün kemal sıfatlar ile tavsif ederler.İşte Al*lah hakkında ve birinci şehâdet, budur. Dolayısıyla bu meselenin ـÜmmet-i Muhammed'in gündemine gelmesi Tabiun, ağırlıklı olarak da Teb-i Tabiin dönemine ve sonrasına tesadüf eder.Tabiun döneminde islam coğrafyasının sınırlarının bir hayli genişlemesi ve yabancı kültürlerle ile yoğun ve hızlı temas sürecinin başlamasıyla birlikte ,islam inancına yabancı olan bir takım unsurların bünyede yer etmeye başlamıştır.Evet, Haşviyyye/ Mücessime ve Müşebbihe'nin bir selefi vardı,lakin bu ümmetten değildir.Bilhassa eski Roma ve Yunan inancı ile Ortadoğu kültüründe bulunan teşbihi tanrı anlayışının ,Yahudulikte olduğu kadar Hristiyanlıkta da büyük etkileri gözlenmektedir.Bazı İalami fırkalarda doğal olarak bunlardan etkilenmiş ve bu etkileşim sonucu geliştirmiş oldukları teşbihi anlıyışlarını,nasslarda yer alan haberi sıfatlar ile destekleme yoluna gitmişlerdir.
Soru;"Eğer teşbih belası İslam dünyasına yabancı bir coğrafyadan girmiş ise bir takm Hadis imamının eserlerinde gِördüğümüz rivayetler nedir?"
Cevap;
1. Bu bela islam dünyasna girdikten ve maalesef ayağı yer tuttuktan sonra derlenen kimi eserlerde "mana ile rivayet" olgusu hayli baskn olarak karşımıza çıkmaktadır.
Belagatin zirvesinde bulunan Efendimiz (s.a.v)'den -özellikle böyle hassas bir konuda– sadır olan her kelimenin özenle muhafaza edilerek herhangi bir değişikliğe uğratılmadan aynen nakledildiğini söylemek hayli zordur. Bu, konuyla ilgili rivayetler içinde senedi sahih olanlar için genel olarak böyledir.
2. İlgili rivayetlerin belli bir yekûnu Hadis Usulü kriterleri doğrultusunda sahih değildir.(Bazı kimseler, Ehl-i Sünnet'in kılıçlarından korktukları için kendi habis akidelerini ihtiva eden sözleri Ehl-i sünnet ulemasına nisbet etmiş ve onların arkasına da gizlenmişlerdir....")
3. Seneden ve metnen sahih olanlaırn da delaleti kat'î değildir.Bir kaç Hadis imamının bu tarz rivayetleri eserlerinde zikretmiş ve medlullerini "itikat edilmesi gereken hususlar" olarak görmüş olması, meselenin öyle kabul edilmesini gerektirmez. Bir ilim dalında otorite olan bir alimin, ayn seviyeyi başka ilim dallarında ayn başarıyı tutturamamasında şaşılacak bir durum yoktur.Nitekim nice Kelam alimi biliyoruz ki, eserlerinde yer verdiği rivayetler hayli tartışmalıdır.Hayatını Kelamî meselelerde derinleşmeye adamamış bir alim için elbette böyle bir sonuç şaşırtıcı değil.İbni Kuteybe'nin itiraf ettiği gibi ''İlmin bir dalında ilerleyen bir kimsenin diğer dallarda ayağının kayması kınanamaz''.. Aynı şey birçok Fıkıh alimi için de geçerlidir. Dolayısıyla bir çok Hadis aliminin, Akaid/Kelam sahasına yeteri kadar sarf-ı mesai etmedikleri için, eserlerinde yer verdikleri rivayetlerin mana ile nakledilip edilmediğini,mana ile nakledilmişse ne türlü arzalara sebebiyet verdiği konusunda Akaid/Kelam alimlerinde gördüğümüz hassasiyet ve titizliği gösterememiş olmasını normal karşılamak gerekir.
Nitekim İbn Huzeyme'nin, konuyla ilgili eserler listesinin başında yer alan Kitâbu't-Tevhîd'i hakkında öğrencisi Ebû Sehl es-Su'lûkî, "Hocamız ihtisas sahası olmayan bir konuya girdi" demiştir.[el-Beyhakî, el-Esmâ ve's-Sfât,18.] Kevserî İbnü Huzeyme’nin büyük bir Fıkıh ve Hadîs âlimi olduğunu itirâf eder lâkin, onun İlm-i Kelâm iyi bilmediğini itirâf ettiğini muhaddislerin imâmlarndan İmam Beyhakî’nin isnâdıyla yaptığı rivâyete dayanarak söyler. (El-Esmâ ve’s-Sfât: 340/267-8)) Cerh-Tadil sahasının otaritelerinden İbni Ebi Hatim İbni Huzeyme'nin ,Kelam ilmini alakadar eden hususlarda sarf-ı kelam ettiğini duyunca şöyle tepki vermiştir;''Kelam ilminden (İbni Huzeyme) Ebu Bekr'e ne? Ona da bize de yaraşan, tahsil etmediğimiz sahalarda konuşmamaktır.''(El-Esmâ ve’s-Sfât:269)Yine dilimize çevrilmiş bu tür rivayetler yapan Zehebi'nin 25 yanda İbni Teymiyye'nin etkisinde kalarak yazdığı ve daha sonra içerisinde güvenilmez ve şaz görüşlerin bulunduğunu ve kendisinin bundan beri olduğunu sِylediği el-Uluvv adlı eseri mevcuttur.(Lübnanl Dr.C.Fuad'n makalesinde Kitab kopyalayarak çoğalltan hadisçi İbni Nasruddin Dımaşki'den ,Murat Yazıcı) Talabesi Tâcuddîn es-Sübkî de hocas ez-Zehebî hakknda benzer bir tesbitte bulunmuştur:"Gerçek şu ki hocamz lafzların delaletleri konusunda yeterli birikime sahip değildi."Yine bu eserin tahkikini yapan Elbani, Peygamberimizin (güya) Arş'n üzerinde oturacağını söyleyen rivayetleri Zehebi'nin eserinde zikrederken ''Muhalefet etmekle etmemek arasında tereddüt gösterdiğini '' itiraf etmektedir.(Bkz.Zehebi el-Uluvv li'l Aliyyi'l-Azim Ümmül Kurra sh.260)
Yine Osma Said Darimi ve Abdullah b Ahmed 'in şüpheciler tarafından basılan eserlerinde acayip görüşler mevcuttur. Eyne Allah hadisine sarılarak Allah'u teala'nın yukarıda olmadığına inananın mümin olamayacağını (er-reddu ala’l cehmiyye 271) Allah'u tela'nın haşa sınırı olduğunu itiraf etmeyen kimselerin kafir olacağı (Nakzu'd Darimi,23-4)),Ölülerin hareket edemeyeceğini elHayyyul Kayyum olan Allah'u teala'nn dilediği zaman hareket edeceğini dilediği zaman kalkıp oturacağını (age sh.20) dilerse sivrisineğin sırtına yerleşeceğini ve sineğin onu tayacağını (age 85)İbni Teymiyye ve İbni Kayyım'ın Allah'u teala hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye etmeleri bir tarafa günümüzdeki bir takm şüphecilerinde bu kitabı'' Selef-i Salihin akidesi ''adlı (Guraba yayınları) kitabın ''Selef-i Salihin akidesi ile ilgili telifler'' bölümün de 2.srada Abdullah b. Ahmed Kitabu's Sünne 'si 38.srada Osman bin Said ed-Darimi 'nin er-Reddu ale’l-Cehmiyye'sini zikretmeleri calibi dikkattir.İstivanın oturmak anlamında olduğunu (Kitabu's-Sünne 11)Güya Katadenin ''Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini beklerler'' ayeti hakkında ''Allah onlara ,buluttan gölgeler içinde gelir.Meleklerde onlara ölüm anında gelir'' demiş.(age,1987) Güya Allahu teala 'nn dağlara ''Muhakkak ki ben sizden biri üzerine iniceğim ''demiş.Dağlar kibirlenince Turi Sina tevazu göstermesine binaen Allahu teala ona şöyle vahyederek ''Tevazun ve benim takdirime rızan sebebiyle senin üzerine inicem'' demiş(age.168)Yüce Allah buluttan gölgeler içerisinde Arştan Kürsi,ye inecek.. (age.177)gibi rivayetler,
Ehl-i Kitap'dan Hristiyanların inancına göre çarmıh hadisesinin (!) akabinde ''oğlunu'' göğe çekerek sağına oturtan (Matta XXI,1,41-4 Markos,XIII,36,XV,62,XVI,19) Yahudilerin yakıştırmasıyla yaratma işini bitirdikten sonra istirahata çekilen (Tekvin ,II,2) yere inerek insanlarla konuşan ve konuşmasını bitirdikten sonra yukarı çıkan (Tekvin XXXV,13) bulutlar içinde Tur-i Sina'ya inen bir ilah (Çıkış XIX,16-20) tarzındaki pasajlar örneklerini verdiğimiz rivayetlere pek de aykrı değildir.
Onlar hadis nakli ile iktifa edip bıraksalardı,gerek kendileri ve gerekse ـÜmmeti Muhammed için en sağlam olan yola girmiş olacaklardı.Kendilerinide gayri makbul ,gayri makul şeyleri birer itikat umdesi olarak ileri sürmezlerdi .
Maliki mezhebi'ne mensup hadis hafzı Ebu Bekir b. el-Arabi müteşabihat alanına giren ayet ve hadisleri zahiri anlamları çerçevesinde anlayan Müşebbihe/Mücessime hakkında şöyle der;''Yolculuğum esnasında bunlar ile epey uğraştım.Ben arzu etmediğim halde üzerime çok geldiler .Bu grubun Mısır Şam ve Bağdat'taki temsilcilerinde en çok gördüğüm şey,''Allah Teala ,nefsini,sıfatlarını ve mahlukatını bizden daha iyi bilir.O bize öğretendir.O bize kendi durumunu haber verdiği zaman biz ona ,haber verdiği gibi iman eder ve inanırız '' demeleridir.Bunlar ''Onlar illede buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve Meleklerin gelmesini beklerler''(2/10) Rabbinin emri geldiği ve meleklerin saf saf dizildiği zaman (89/22)Allah da onların binalarını temellerinden söktü(16/26) gibi ayetleri ve ''Rabbimiz her gece en yakn göğe iner'' hadisini işittikleri zaman ,''Allah Teala hareket eder,(bir mekandan başka bir mekana ) intikal eder,bir yerden baka bir yere gider,gelir'' dediler .''Rahman Arş'ı istiva etti'' ayetini işittikleri zaman ,''Allahu teala Arş'ın üzerine oturmuştur,Arş'a bitişiktir ve Arş'tan dört parmak daha büyüktür.Zira O'nun Arş'tan küçük olması doğru değildir.Çünkü Allah'u teala el-Azim'dir ve O'nun misli olmaz.''O'nun benzeri hiçbir şey yoktur'' .Dolayısıyla Allah teala ,Arş'tan dört parmak büyüktür,derler(...) Bilmeniz gerekirki bu taife'nin söz konusu haberlerin zahirini muhafaza etmeleri (dış anlamlarına bağlamaları) konusunda ''Onlar bir saray bina ettiler'' veya ''bir şehri yıktılar '' denenemez.Onlar Kâbe'yi yıkmışlardır.(....) ”(el-Avasm mine'l-Kavasm 210 vd. )
Günümüzdeki bir takm şüpheciler Allah'u teala'nın Arş'a bitişik olmasınını kabul etmezler,lakin Kürsi'nin ayaklarını koyduğu yer olduğunu söylemektende geri kalmazlar..
4-Kimi rivayetlerde İmam Malik'in ve Ebu Hanife'nin yukarıdaki sözlerinde olduğu gibi alimlerin ,tafvid üzere,temsil,teşbih,tecsim gerektirmeyecek şekilde keyfiyetsiz kabullerini, şüphecilerin kendi batıl akidelerine yorumlayarak delil getirme şeklindedir.Kendi eserleri ve talebelerinden nakledilenlere bakılınca bunların tamamiyle tenzih akidesiyle bağdaşan sözler olduğu hemen anlaşılır.
Kısaca değinilmesi gereken önemli bir diğer hususta şudur: Konu anlaşılsın diye ''zahiri almamak '' ifadesi sıkça kullanıldığını yukarıda görmüştük.Lakin kimi geçmiş ulemamızdan ''zahiri manasını almak'' tarzında gelen ifadelerde mevcuttur.Bu lafzi ayrılıkta ''zahirini almak '' ifadesinden kasıt şüphecilerin iddia ettiği ilk akla gelen,hudus alameti taşıyan zahiri manalar anlamında değildir.Bu ayrımın yaplması önemlidir.Şafii mezhebi'ne mensup Hafız Ebu Bekr el-Hatip Bağdadi 'nin sözleri bu konuyu daha anlaşılır kılacaktır;-“Sıfata dair söyleneceklere gelince(…) Sahîh sünnetler arasında bu kabilden nakledilmiş rivayetleri ele alacak olursak, selefin izlediği yol bunlar sabit kabul etmek ve zahirleri üzerine almaktır. Ayrıca keyfiyet ve teşbihi haklarında kabul etmemektir (...)bir sınırlandrma ve bir keyfiyetlendirme anlamında bir kabul değildir. Buna göre biz el, işitmek,görmek dediğimiz vakit, bu (muradı ilahiye karışmayz) sadece Yüce Allah’ın kendi zatı hakkında sabit olduklarını belirttiği sıfatların varlığını kabul etmekten ibarettir. Bizler el, kudret anlamındadır, işitmek ve görmenin anlamı da ilimdir, demeyiz. Aynı şekilde bunların organ olduklarını ve onlarla ilgili fiili işlemenin araçları olduklarını da söylemeyiz. Bunlar organ ve fiili işlemenin araçları olan ellere, kulaklara, gözlere benzetmeyiz ve şöyle deriz: Bunları kabul etmenin vacib olduğu, bu sıfatların varlığı ile ilgili nassın bulunmasından dolayıdır. Bunların yaratılmışların sıfatlarına benzemediğini kabul etmek de Yüce Allah’ın: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şurâ, 42/11) buyruğu ile “Hiç kimse O’na denk değildir” (İhlâs, 112/4) buyruklarının bir gereğidir.-''...
Hatip el-Bağdadi'nin ''zahiri'' anlamdan kasd edilen görüldüğü üzere tenzih akidesiyle bağdaşan ,manasının Allah'u teala'nın bilebileceği Kuran'da varid olduğu üzere bir zahiri yaklaşımdır. Selef'in izlediği yolu Te’vîl-i Tafsîlî yapmamakla Tefvîd’e giderken /lafzın ma’nâsının lügavi manalarının tayinine girmediklerini,öte yanda da Te’vîl-i İcmâlî ile tenzîh yaptıklarını; yani Allah’ı, O’nu, yaratılmışların sıfatlarından kendine yakışmayacak sıfatlardan uzak tuttuklarını anlatıyor. Öyleyse z-h-r fiilinin gizlilik ve bilinmezlik olan fiillerin duyular ile anlaşılması anlamına gelebilecek ve hudus anlamı taşıyacak , İbni Arabi ,İbni Hacer,İbnu'l Cevzi gibi hadisçiler başta diğer Ehli-Sünnet ulemanın yukarıda itiraz ettiği manada değildir.
Elmalılı Hamdi Yazır rahimehullah aynı manada diyor ki;Selef âlimleri demişlerdir ki, "Kur'ân'da Allah'a yed isnat edilmiş olduğu ve "Zatına benzer hiçbir şey yoktur" (Şûrâ, 42/11) gereğince yedullah'ın bizim bildiğimiz özel cisim olamayacağı da akıl ve nakil gereğince bilindiği için, biz 'Allah'ın yedi (Kur'an da geçtiği üzere) vardır diye iman eder ve hakikatini Allah'ın ilmine bırakırız, yorumuna kalkışmayız...". Yani bunu müteşabihlerden tanımışlar ve "O (Kur'ân)ın tevilini ancak Allah bilir" (Âli İmrân, 3/7) demişlerdir...'' ve ardından Elmalılı,Halef'in neden tevile başvurduğunu söyler ; ''Fakat sonradan bazı Mücessime mezhebinde olanlar ortaya çıktığı için, Kelam âlimleri bunların muhkem âyetlere göre her birini makamına uygun bir mânâ ile yorum ve izahını caiz görmüşlerdir.''(Maide 64 tefsirinde)
Bilakis Müşebbihe/Mücessime'nin zahiri manalarını almaları ise, bu anlatımdan farklı iki şekilde olmaktadır. Birincisi;Allah'u teala'nın insanlar gibi gözü,eli,nuzulu vb. vardır derler.İkincisi ise;Allah'u teala'nın mahluklara benzemeyen iki tane uzuv manasında görme fiilini gerçekletirdiği gözü, Adem (as) 'e dokunarak bizzat yarattığı ama bizim elimize benzemeyen iki eli, ve parmakları, cihet manasına gelecek ve mesafesel uzaklık ve mekan tayin edecek şekilde yukarıda olmak ,ve bir yerden bir yere intikal etmek manasında kendine has nüzülü ,ve yine bizim bilemeceğimiz bir sınırı vardır,şeklindedir.Bu problemli inancın nerelere kadar götürüldüğüne yukarıda temas etmiştik.Bu risaleyede değinemediğimiz diğer bir hususta Kur'an da her ne kadar şüphecilerin anladığı manada olmasada yed (el) tekil,tesniyye(iki) ve çoğul (3 ve daha fazlası) kipler ile ,ayn (göz ) ise sadece tekil ve çoğul kipler ile geçtği halde tesniye kipini esas alarak (iki tane) ayn ve yed'i Allah'u teala'ya nispet etmede karar kılmalarıdır.
Elbette bu konuda naklediceklerimiz bu kadarla sınırlı değildir.Sadece elimizdeki terceme eserlerden ufak bir kısımdır.İşaret edilen kaynaklarda ayrıntılarına bakabilirler.Ehl-i Hadis'ten,Ehl-i Tasavvuf'tan ve müfessirlerin Selef ve Halef ulemasından naklettiklerimiz ile anlaşıldıki; Ehli-Sünnet ne sapmış Cehmiyye gibi ''Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir''(Hadid 4) '' Biz ona şah damarından daha yakınız''(kaf 16) ve benzeri ayetleri delil getirip ''Allah zatıyla heryerdedir'' demişlerdir. Ne de sapmış Mücessime/Müşebbihe gibi ''Rahman arş'a istiva etmiştir'' ve benzeri ayetleri delil getirerek Allah'ın (c.c) zatıyla bir mekanda ve cihette olduğunu söylemişlerdir. Ehli-Sünnet , Peygamberlerin ve Sahabelerin akaidinde olduğu gibi bu konuda da (vasat) orta yolu tutmuş, Kur'an-ı bütüncül olarak almış ve ''Allah (c.c) Yönsüz ve Mekansız olarak vardır'' demişlerdir.Son söz olarak bizde selef 'ten İmam Tahâvî rahimehullah gibi ''Cemaati hak ve doğru buluruz. Parçalanmayı eğrilik ve azan görürüz. Sünnet ve cemaate tabi oluruz. Dağılmak, ihtilaf ve parçalanmaktan çekiniriz. Adalet ve emanet ehlini severiz. Zulüm ve hıyanet ehline bu'uz ederiz. Müslümanların cemaatına muhalefet etmeyiz''. (Akidetü’t-Tahaviyye)Çünkü müslüman cemaate muhalefet etmek haktan sapıştır,dalalettir ve bidattır.
Şu kendilerini Selefiyye diye adlandıran şüphecilerin delil (!) diye sundukları aktaramadığımız ayetler ,uydurma yahut zayıf veya manası tahrif edilmiş hasen ve sahih hadisler, imamlara iftirâ, “icmâ” iddiaları ile ispât edilmeye çalışılan haşa “Allah’ın mekanı”, “yukarıda olması” gibi Firavun itikadı nevinden i’tikadlar, siyasi güçle Müslümanlara kabullendirilmeye çalışılmakta ve petrol gelirleri sayesinde bir çok ülkede maalesef hızlıca yayılmaktadırlar. Türkiye ise Osmanlı'dan aldığı Selefi-Salihin akidesini koruyarak,Vehhabilere prim vermeyen ehl-i sünnetin muhkem kalesi durumundadır.Asırlar önce de şüphecilere cevaplar hakkıyla verilmiş ve sindirilmişlerdir.Lakin seleflerinin izinden kimi değişikliklerle her asırda kendilerini yenilemektedirler .Şu selef namına selefi karalayan şüpheci muarrızlarına karşı Ehl-i Sünnet itikadını müdafa edenlerde, methotlarını yenilemek ve geliştirmek suretiyle hazır olmalıdırlar ki bu fitneler etrafa kök salıp nesilleri helak etmesin... Böyle bir zamanda çok dikkatli ve gayretli çalışmalarla oynanan oyununun üzerindeki sis perdesini def etmek lazımdır.İmâm Kevserî âbidevî eserleriyle (“Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim min Nûniyyeti ibni’l-Kayyim”) buna en ileri seviyede muvaffak olmuştur.İmam Kevseri'nin bir çok yerde dile getirdiği ''Selef'in mezhebi, maksadın tayin edilmeksizin tefvid /ilmini Allah'a havele etmekdir '' sözüne hucum edenlere Ehl-i Sünnet ulemasının yukarıdaki tasnifleri yeterlidir. Mesele, onun yazdıklarını eli yüzü düzgün bir şekilde Türkçe'ye kazandırmaktan ibarettir. Bu arada itidâl ve istikâmeti de elden bırakmamak elzemdir. Yok etmeniz gerekenleri, yok edeyim derken saklamak zorunda olduklarınızı da kollamak ve kaybetmemeye mecbursunuz. Karşılıklı tarafların mevzuu ile alakalı olarak birbirlerine yazmış olduğu eserleri, erbab olanların bulup bir mudakkik ve muhakkik gözüyle sabırla okuması, avam için anlaşılır bir halde yeniden yazıp izah etmeleri gerekir.İlm-i Kelâm müderrislerinin Allah’ın sfatları, sıfat ayetleri ve sıfat hadisleri bahsini yeniden geniş mulâhazalarla ortaya koymaları icap etmektedir.Sözü edilen şu munzırr akideler Türkçeye tamamıyla çevrilmiştir.(Çoğu zaman bedava dağıtılmaya başlanmıştır.) Uyuşuk uyuşuk durmanın bir manası yoktur. Vesselâm….
......................................................................................................................................................................................................................................................
Bu kitapçıkta geçen nakiller ve ifadeler kaynakları gösterilmiş yazarların kitaplarından, dergilerde ve internet sitelerinde yayınlanmış makalelerinden iktibasla ,amacına uygun bir takım küçük kısaltma ve tasarruflarla konu bütünlüğünün korunması adına birleştirilerek derlenmiştir.Tilmiz İbn-i Mevlüd el-Hanefi el-Eyyubi