Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Alimlerin Hatalı İçtihadına Uymanın Hükmü?

eL_Muhacir Çevrimdışı

eL_Muhacir

İlimsiz Mucâhid, kâtil; Cihâdsız âlim, belâm olur
Frm. Yöneticisi
Esselamualeykum ve rahmatullah

Alimlerimiz bir konu hakkında hata yaptığı vakit,yaptığı hatadan dolayı bir ecir alıyormuş.benim öğrenmek istediğim hatalı içtihadta bulunan alimin görüşüne amel etmekte bize vebal var mı ?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Taklid
Taklid” kelimesinin Şer’î ve sözlük tarifi, herhangi bir işte başkasına uyan kimseye mukallid dendiğine delalet etmektedir. Burada, “başkasına uymaya” itibar edilir. Bu nedenle Şer’î hükümleri bilmede insanlar iki gruba ayrılırlar:
1- Muctehid,
2- Mukallid.
Bir üçüncü grup yoktur. Çünkü vakıaya göre kişi ulaştığı Şer’î hükmü ya kendi ictihadı ile öğrenir ya da başkasının ictihadına dayanarak öğrenir. Şer’î hükümleri öğrenme konusu bu iki halin dışına çıkamaz. Buna göre durumu ne olursa olsun muctehid olmayan kimse mukalliddir.
Taklitteki mesele; başkasından bir Şer’î hükmü alan kimsenin muctehid olup olmamasına bakılmaksızın Şer’î hükmü almasıdır. Kendisi ictihad yapmaya ehil olsa bile bir muctehidin tek bir meselede muctehidlerden birini taklid etmesi câizdir. Bu durumda muctehid olan kişi taklid ettiği konuda mukallid sayılır. Bu nedenle mukallid bazen tek bir hükümde muctehid olur bazen de muctehid olmaz. Bir kişi bazen müctehid olur bazen de mukallid olur.

Herhangi bir meselede tamamıyla ictihad ehliyetine haiz olan bir muctehid bir meselede ictihad eder ve ictihadı onu bir hükme götürürse, ictihadı neticesinde ulaştığı hükme muhalif olan muctehidleri taklid etmesi câiz değildir. Zira dört durumun dışında ictihad yaptığı meseledeki zannını terk etmesi câiz değildir.

1. İçtihadında kullandığı delilin zayıf olduğunu, bir başka muctehidin kullandığı delilin kendi delilinden daha kuvvetli olduğunu görürse.
Bu durumda muctehidin ictihad sonucunda ulaştığı hükmü terk edip delili daha kuvvetli olan hükmü alması gerekir. Daha önce ictihad yaparak ulaştığı hüküm üzerinde kalması haramdır. Önceden yaptığı ictihad, muctehidin ictihadında yalnız kalması nedeniyle yeni hükmü almasına engel teşkil etmez. Veya bu hükmün önceden söylenmemiş olması da engel teşkil etmez. Aksi takdirde hatalı hükümde ısrar, takva ile çelişir. Çünkü ileri sürenlerin veya söyleyenlerin çokluğuna değil, delilin kuvvetli olmasına itibar edilir. Zira Tabiin veya Tabii't Tabiin tarafından Sahabenin birçok hatalı ictihadı görülmüştür.
Bir muctehid, kendi delilinin zayıf olduğunu başka muctehidin delilinin ise daha kuvvetli olduğunu görürse bütün delillere ve bu delillerden yaptığı istinbata bakmaksızın başkasının görüşünü tercih eder. Bu durumda ise mukallid sayılır. Çünkü tercih yoluyla başkasının görüşünü almıştır. Böyle bir durumda o, aynı meselede kendisine iki hüküm ulaşan ve Şer’î bir tercih ile iki hükümden birini tercih eden mukallid gibidir. Ancak bir muctehid, kendi delilinin zayıf başka muctehidinin delinin ise kuvvetli olduğunu görür, muhakeme, inceleme ve istinbat sonucunda başka muctehidin ulaştığı görüşe ulaşır ve -birçok defa İmam-ı Şafii'de olduğu gibi- önceki görüşünden dönerek istinbat yoluyla ulaştığı bir başka görüşü benimsemesi durumunda mukallid değil muctehid sayılır.

2. Bir muctehid bir başka muctehidin vakıa ile fikri birbirine bağlamaya daha muktedir olduğunu, olaylara daha vakıf bulunduğunu, delaletleri daha kuvvetli anladığını, nakli delillere daha fazla baktığını vb. durumda olduğunu görürse; belirli bir meseleyi veya meseleleri anlamada, onun doğruya daha yakın olacağını gördüğü için onu kendisine tercih eder.
Böylesi bir durumda olan bir muctehidin, ictihadına kendi ictihadından daha çok güvendiği bir muctehidi taklit etmesi ve kendi ictihadını terk etmesi câizdir.
Şâbi'den sahih olarak rivayet edildiğine göre; Ebu Musa'nın Ali'nin sözünü kendi sözüne, Zeyd'in Ubey b. Kâb'ın sözünü kendi sözüne ve Abdullah b. Mes'ud'un, Ömer'in sözünü kendi sözüne tercih ettiklerini rivayet eder. Yine birçok olayda Ebu Bekir ve Ömer'in Ali'nin ictihadını kendi ictihadlarına tercih ettikleri rivayet edilir. Bütün bunlar, başkasının ictihadına güvene binaen, bir muctehidin başkasının görüşünü tercih ederek kendi görüşünden dönebileceğine delalet etmektedir. Ancak böylesi bir durum muctehid için vacib değil caizdir.
3. Halifenin muctehidin ictihadına muhalif bir Şer’î hükmü benimsemesi.

Bu durumda muctehidin kendi ictihadı ile ulaştığı hükmü terk ederek imamın benimsediği hükmü kabul etmesi gerekir. Çünkü Sahabeler; "İmamın emri ihtilafları ortadan kaldırır",İmamın emri bütün Müslümanlara geçerlidir” sözlerinde icma etmiştir.

4. Müslümanların maslahatı için onları tek bir sözde toplayacak bir görüşün varlığı.
Bu durumda muctehidin kendi görüşünü terk ederek Müslümanları tek bir sözde toplayacak hükmü alması caizdir. Osman Radıyallahu Anha'ya biat olayında olduğu gibi.
Rivayet edildiğine göre; "Abdurrahman b. Avf fert fert, ikişer ikişer, toplu olarak, ayrı ayrı, açık ve gizli insanlara görüşlerini sorduktan sonra herkesi mescidde topladı ve ardından minbere çıktı uzunca bir dua yaptı sonra da Ali'yi çağırdı. Ali'nin elinden tutarak ona şöyle dedi: "Sen, Allah’ın Kitabı ve Rasulünün Sünnetine göre ve Rasulunden sonra onun halifesi olan Ebu Bekir ve Ömer'in görüşlerine göre hükmedeceğine dair benimle biatlaşır mısın?" deyince Ali Radıyallahu Anh; "Allah’ın Kitabı ve Rasulunün Sünneti ve kendi görüşümle ictihad etmek üzere sana biat veriyorum" dedi. Bunun üzerine Ali Radıyallahu Anha'nın elini bıraktı ve Osman Radıyallahu Anha’yıçağırarak ona: "Sen Allah’ın Kitabı ve Resulünün Sünnetine göre ve Resulünden sonra onun halifesi olan Ebu Bekir ve Ömer'in görüşlerine göre hükmedeceğine dair benimle biatlaşır mısın?" diye sorunca Osman Radıyallahu Anha; "Evet" diye cevab verdi. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf başını mescidin tavanına doğru kaldırdı. Elini de Osman'ın eli üzerine koyarak üç defa; "Allah'ım işit ve şahid ol" dedi ve sonra da Osman'a biat etti. Ardından mescid Osman'a biat edenlerle dolup taştı. Ali Radıyallahu Anha’da Osman Radıyallahu Anha’ya biat edebilmek için insanların arasını yarıyordu."
Bu olayda Abdurrahman b. Avf, Ali ve Osman gibi iki muctehidden ister Ebu Bekir ve Ömer'in görüşüne muhalif bir ictihad yapmış olsun, ister yalnızca onlardan birinin görüşüne muhalif olsun, isterse henüz ictihad yapmadığı bir meselede olsun kendi ictihadlarını bırakarak bütün meselelerde Ebu Bekir ve Ömer'in ictihadına uymalarını istedi. Sahabeler ise böyle bir olayı kabul ederek bu hal üzere Osman'a biat ettiler. Hatta kendi ictihadını terk etmekten sakınan Ali Radıyallahu Anhu bile bu şekilde Osman Radıyallahu Anhu'ya biat etti. Ancak böylesi bir davranış muctehid hakkında farz değil câizdir. Ali Radıyallahu Anhu'nun Ebu Bekir Radıyallahu Anha ve Ömer Radıyallahu Anhu'nun ictihadlarına karşı kendi ictihadını terk etmeyi kabul etmemesi ve herhangi bir kimsenin de böyle bir olaya karşı çıkmaması muctehidin yukarıda anlatılan şartlar çerçevesinde kendi görüşünü terk ederek diğer muctehidin görüşünü kabul etmesinin vâcib değil caiz olduğuna delalet etmektedir.
Bunların tamamı bilfiil ictihad eden ve ictihadı ile bir meselede bir hükme ulaşan muctehid içindir. Ancak henüz herhangi bir meselede ictihad etmemiş olan bir muctehidin başka muctehidleri taklid etmesi caizdir. O meselede ictihad da yapmayabilir. Çünkü ictihad farz-ı ayn değil farz-ı kifayedir. Bir meselede Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü bilen bir muctehidin aynı meselede tekrar ictihad yapması vâcib değildir. Aksine aynı meselede muctehidin yeniden ictihad yapması caiz olduğu gibi bir başka müctehidi taklit etmesi de caizdir.
Ömer'in Ebu Bekir'e şöyle dediği rivayet edilir: "Görüşümüz senin görüşüne tabidir." Ömer Radıyallahu Anhu karşılaştığı bir dava hakkında Kitab ve Sünnete göre hükmetmekte, çözüme kavuşturmakta zorlandığı zaman, Ebu Bekir Radıyallahu Anhu’nun böyle bir konuda hükümde bulunup bulunmadığını araştırır. Ebu Bekir Radıyallahu Anha'da bulursa onun görüşü ile hükmederdi. Yine İbni Mesud Radıyallahu Anhum'un Ömer Radıyallahu Anhu'nun görüşüne göre hareket ettiği rivayet edilir. Böylece Sahabenin gözleri önünde cereyan eden birçok olay vuku bulmasına rağmen onlardan herhangi birinin bunu inkâr ettiği görülmedi. Dolayısıyla bu konu hakkında Sahabelerin sükutu icması hâsıl oldu.
Müctehidin taklid etmesi ile ilgili konunun vakıası budur. İster öğrenen tarafından olsun isterse halktan insanlar tarafından olsun muctehidin dışındaki bir kişinin taklit etmesi olayına gelince:
Bu insanlar bir mesele ile karşılaştıkları zaman genel olarak o meselenin hükmünü sormalarından başka çıkar yolları yoktur. Çünkü Allahu Teâla yaratıklarının cehaletle ibadet etmelerini kabul etmez. İbadet ancak ilim ile bilerek olmalıdır.
Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

وَاتَّقُوا اللَّهَ وَيُعَلِّمُكُمْ اللَّهُ "Allah’a karşı takvalı olun. Allah size öğretiyor." (Bakara 282)
Yani her halde size öğreten Allah Subhenehû ve Teala’ya karşı takvalı olun. İlim takvadan önce gelir. Zira akli olarak takvalı olabilmek ilme sahib olmayı gerektirir ki bu da ilmin takvadan önce olması demektir.
Adeta Allahu Teâla'nın; وَاتَّقُوا اللَّهَ Allah’a karşı takvalı olun." (Bakara 282) ayetinin hemen ardından akla, nasıl takvalı olunur sorusu gelmektedir. Bu soruya cevab olarak da; ‘Muhakkak ki Allah Subhenehû ve Teala size öğretiyor ve siz de buna göre sakınacaksınız’ denilmektedir. Dolayısıyla ilmin amelden önce gelmesi kaçınılmaz olur.
Bunun için yerine getirmekle zorunlu olduğu bir ameli yapabilmesi için Müslüman’ın ameli yapmadan önce Allah Subhanehû ve Teala'nın hükmünü öğrenmesi farzdır. Çünkü bilmeden amel etmek mümkün değildir. Hükümleri öğrenmek ve bu hükümlere göre de amel edebilmek için sormak gerekir. Bu durumda olan bir kimse ise mukallid olur. Allahu Teâla ayette şöyle buyurmaktadır:
فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لا تَعْلَمُونَ "Bilmiyorsanız zikir ehline sorun." (Nahl 43)
Bu ayet bütün muhatabları kapsar. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem de başı yarılan adam ile ilgili sahih bir hadiste şöyle buyuruyordu:
أَلا سَأَلُوا إِذْ لَمْ يَعْلَمُوا فَإِنَّمَا شِفَاءُ الْعِيِّ السُّؤَالُ
"Dikkat edin! Bilmediğiniz zaman bilenlere sorun. Cehaletin ilacı ancak sormaktır."
(Ebu Davud, Tahârah, 284)
Sahabe zamanında insanlar muçtehidlerden fetva sorarlar ve Şer’î hükümlerde onları taklid ederlerdi. Kendilerine soru sorulanlar da sorunun cevabını, delilini zikretmeden cevablandırıyorlardı ve kimse de onları bu şekilde cevab vermelerinden dolayı engellemiyordu. Bu duruma Sahabeden herhangi bir kimse tarafından karşı çıkılmamış ve konu üzerinde icma hasıl olmuştur. Daha sonraki asırlarda Tabiin ve Tabii't Tabiin döneminde yaşayan Müslümanların da aynı minval üzere hareket ettiklerini rivayet eden binlerce olay vardır.
Öğrenen kimsenin ve câhil kimsenin Şer’î hükümde başkasını taklid etmesi, yani başkasına sorması câiz olduğu gibi sorarak öğrendiği Şer’î hükmü, doğru bir şekilde öğrendiği kendisinde sabit olunca, bildiği gibi başkasına öğretmesi de câizdir. Çünkü o, bu Şer’î hükmü amel etmek için aldı ve Şer’î hüküm olduğu onda sabitleşti. Ancak hükme ait delilin sıhhatli olduğuna güvenmemesi nedeniyle, kendisine Şer’î hükmü öğreten kimsenin dinine güvenmemesi gibi bir nedenle, bu hükme de güvenmezse amel etmesi için başkasına öğretmesi câiz değildir. Söylemesi durumunda ise hüküm hakkında kendisinde var olan şubheyi de söylemelidir.
Herhangi bir Şer’î hükmü bilen kimsenin bildiği hükmü başkasına öğretmesi elbette ki caizdir. Bir mesele hakkındaki sözünün doğruluğu ve bilgisinin güvenilirliği gerçekleştiği zaman, söz konusu meseleyi bilen herkes bu meselede âlim sayılır.
Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'den ilmi gizlemenin yasak olduğuna dair nass rivayet edilmiştir:

مَنْ كَتَمَ عِلْمًا يَعْلَمُهُ جَاءَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مُلَجَّمًا بِلِجَامٍ مِنْ نَارٍ
"İlmi gizleyen kimseye Allah ateşten bir gömlek giydirilecektir."

(Ahmed b. Hanbel, Bakî Mas. Mukessirîn, 10192)

Bu nass bir meseledeki bilgi veya birçok meseledeki bilgi hakkında geneldir.
Ancak öğrenci kendisine öğretene mukallid sayılmaz. Öğrenci, Şer’î hükmü istinbat eden muctehidin mukallididir. O, bu hükmü bilgi edinmek için öğrenmiştir. Çünkü taklid, âlimi taklid etmekle değil muctehidi taklid etmekle olur. Muctehidin dışındakiler ilim bakımından hangi dereceye ulaşırsa ulaşsınlar fark etmez, âlim olmalarından dolayı onların taklid edilmesi câiz değildir. Onları taklid etmek değil onlardan ilim öğrenmek caizdir.
Mukallid, muctehidler arasındaki ihtilaflarda seçim hakkına sahip değildir. Muctehidler iki söz üzerinde ihtilaf ettikleri zaman bu ihtilaf mukallid için de geçerli olur. Yani Şer’î hüküm mukallid üzerinde görüş olarak aynen geçerlidir. Ancak bazı insanlar bu iki görüşün mukallid açısından tek görüş konumunda olduğunu ve mukallidin bu ikisinden birini seçme hususunda muhayyer olduğunu, maksadına uygun olana, arzusuna göre uyabileceğini zanneder. Oysa durum hiç de böyle değildir. Çünkü mûmin Şer’î hükmü almakla görevlidir. Şer’î hüküm ise Şari'in hitabıdır. O hitab da çok değil tektir. Bu hitab birkaç anlamda anlaşılırsa, hükmü anlayan ve onu taklid eden kimse hakkında bu anlayışların her biri Şer’î hükümdür. Onun dışındakiler, onun hakkında Şer’î hüküm sayılmaz. Bu durumda nasıl olur da iki farklı sözü alır ve iki farklı hükme göre de amel edebilir? Mukallid nezdinde iki farklı muctehidin sözünün çelişmesi, muctehidlerden her birinin bir diğerinin sahib olduğu delilinin zıddı bir delile tabi olması demektir. Dolayısıyla her ikisi de birbirine zıt iki delile sahiptir. Arzuya göre ikisinden birine uymak, doğrudan doğruya arzuya uymak demektir. Arzuya uymak ise yasaktır. Çünkü Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

فَلا تَتَّبِعُوا الْهَوَى "Arzuya uymayınız…" (Nisa 135)
Cahil bir kimseye göre iki muctehid, müctehide göre iki delil gibidir. Birbirine zıt deliller arasında tercih yapmak muctehidin üzerine vacib olduğu gibi, aynı şekilde birbirine zıt hükümler arasında tercih yapmak da mukallidin üzerine vâcibdir. Nefsin arzu ve isteklerinin hakemliği caiz olsaydı böylesi bir durum yönetici için caiz olurdu. Bu ise Sahabenin icmaı ile batıldır. Üstelik Kur'an meselelerinde var olan Kur'an'î disiplin de arzulara, heva ve hevese uymayı ortadan kaldırmaktadır. Allahu Teâla ayette şöyle buyurmaktadır:
فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ
"Bir şey de çekişirseniz onu Allah’a ve Rasulüne götürün."
(Nisa 59)

Burada ise mukallidin karşılaştığı bir meselede iki muctehid anlaşmazlığa düşmüştür. Bu durumda ise meseleyi Allah Subhenehû ve Teala’ya ve Rasulüne götürmek gerekir. Sorunu Allah Subhanehû ve Teala’ya ve Rasulüne döndürmek demek, muctehid nezdinde Allah Subhenehû ve Teala’nın Kitabına ve Rasulunün Sünnetine dönmek anlamına geldiği gibi mukallid nezdinde de Allah ve Rasulunun radı olacağı tercihe dönmek demektir. Allah ve Rasulunün radı olacağı bir şeye dönmek ise hevaya ve şehvete uymaktan çok çok uzaktır. Bu nedenle mukallid kesinlikle Allah ve Rasulunün radı olacağı bir tercihe binaen karşılaştığı iki görüşten birini seçmek mecburiyetindendir. Birbirine zıt olduğundan dolayı mukallidin iki farklı görüşle amel etmesi mümkün değildir. Tercih ve araştırma yapmadan arzusuna göre birbirinden farklı iki hükümden birini veya iki mezhebden birini seçmesi, hem şehvetini ve hevasını tercih etmesi hem de Subhenehû ve Teala’ya ve Rasulüne dönmeye zıd bir davranışta bulunması demektir.
Bir muctehidi diğer bir muctehide, bir hükmü birçok hükme tercih eden mukallidin tercihlerinde dikkat edeceği şeylerin en önemlisi ve en evla olanı iyi bir şekilde bilmek ve anlamaktır. Bir hadiste İbn-i Mesud Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in kendisine şöyle dediğini rivayet eder:
"Allah Subhenehû ve Teala’nın Rasulu bana şöyle dedi:

يا عبد الله بن مسعود قلت: لبيك يا رسول الله وسعديك, قال هل تدري أي الناس أعلم؟ قلت: الله ورسوله أعلم. قال: فإن أعلم الناس أبصرهم بالحق إذا أختلف الناس وإن كان مقصرا في العمل وإن كان يزحف على إسته
"Ey Abdullah b. Mesud!" deyince. ben; ‘lebbeyk (buyurun) Ya Rasulullah’ dedim.
Dedi ki; "Kimin daha bilgili olduğunu biliyor musun?"
Ben "Allah ve Rasulu daha iyi bilir" dedim.
Bunun üzerine; "Amelde bir eksikliği olsa bile insanlar hak konusunda ihtilaf ettikleri zaman hakkı en iyi gören kimsedir."
(Hakim, Mustedrak’inde tahriç etti)

Buna göre; mukallid, ilmi ve adil olması ile tanıdığı kimseyi tercih eder. Çünkü adil olmak fasık olmamak, şahidin şehadetinin kabulünde başlıca bir şarttır. Öğretme esnasında Şer’î hükmü belirtmek, onun Şer’î hüküm olduğuna şehadet etmek demektir. Bu nedenle Şer’î hükmün kabulünde hükmü öğreten kimsenin adil olması elbette ki gereklidir. Şer’î hükmü istinbat eden kimsenin adil sıfatına sahib olması ise öncelikle şarttır. İster muctehid olsun ister öğreten kimse olsun kendisinden Şer’î hüküm alınan kimsenin adil sıfatına sahib olması şarttır. Adil olmak zorunludur.
Tabi ki ilim tercih unsurudur. Şafii'nin daha âlim ve mezhebinin daha doğru olduğuna inanan bir kimse arzu ve isteklerine göre o mezhebin görüşüne muhalif olan bir hükmü alamaz. Yine kim de Caferi Sadık'ın daha iyi bildiğine ve mezhebinin daha doğru olduğuna inanırsa hevasına dayanarak o mezhebe muhalif olanı alamaz. Sadece delil tercihine dayanarak mezhebinin görüşüne muhalif bir tercih durumu ortaya çıktığında mezhebinin görüşüne muhalif görüşü alabilir, hatta almalıdır. Zira tercih kaçınılmazdır. Ancak bu tercihin, heva ve hevese dayanmaması da kaçınılmazdır. Mukallid her meselede mezheblerden en güzel olanı ayıklayabilecek güçte kimse değildir. Bilakis bu tercih, muctehidin elinde bulunan birbirine zıt iki delilden birini tercih etmesi gibidir. Mukallid tercihte karinelerle kendisine ulaşan bilgilerin doğruluğuna itimad eder. Bu, tercihin her hüküm için değil de bütünsel olarak almak şeklinde olduğunda söz konusudur.

Taklitte tercih iki durumda olur:
1. Genel tercih:
Böylesi bir tercih Caferi Sadık, Malik b. Enes gibi muctehidi taklid etmek isteyen kimse ile alakalıdır.
2. Özel tercih:
Taklid edilmek istenilen tek bir Şer’î hükümde olur.
Her iki durumda da iyi bilmek tercih edilir. En iyi bir şekilde bilmek de iki şekilde olur:
a- Malik zamanında Medine'de meydana gelen bir olaya göre; Malik Medine'de Ebu Yusuf'dan daha âlim sayılırdı. Kufe'de ise Caferi Sadık, Ahmed b. Hanbel'den daha âlim kabul edilmiştir. Olay açısından durum budur.
b- Mukallid açısından ise, mukallidin muctehid hakkında elde ettiği bilgilerle alakalıdır.
Şu var ki, “daha iyi bilmek” tek tercih sebebi değildir. Taklidin gerçeği açısından da tek sebeb değildir. Ancak o, taklit etmek isteyen kimse için genel bir sebeptir. Ayrıca genellik açısından taklid edilecek hüküm için bu tercih edilen bir sebebdir. Amma hüküm için gerçek tercih, o hükmün dayandığı delilin kuvvetliliğine göre olur. Fakat taklid eden kimsenin delili bilmediği için daha iyi bilen kimseyi tercih etmesi söz konusu oldu. Üstelik taklid eden kimsenin durumlarına göre tercih etme şekilleri vardır.

Mukallidlerin Durumları ve Tercihleri

Taklid; bağlayıcı bir delile dayanmadan başkasının sözünü almaktır. Bağlayıcı bir delile dayanmadan başkasının sözünü kabule taklid denildiği gibi bağlayıcı bir delile dayanmadan başkasının sözü ile amel etmek de takliddir. Cahil bir kimsenin muctehidin sözünü alması taklid sayılır, bir muctehidin kendisi gibi bir muctehidin görüşünü alması da taklid sayılır.
Bir meselede Rasule başvurmak onu taklid sayılmadığı gibi, Sahabenin icmasına başvurmak da Sahabeyi taklid sayılmaz. Çünkü bizzat delile başvurmak başkasının sözünü almak demek değildir. Aynı şekilde cahilin müftüye bir meselenin hükmünü sorması müftüyü taklid etmek değil müftüye fetva sormak ve öğrenmektir. Mukallid ya fetva için veya öğrenmek için müftüye muracaat eder. Yani, cahil bir kimsenin öğreten bir kimseye bir mesele hakkındaki müracaatı onu öğreten kimsenin mukallidi yapmaz. Çünkü öğreten kişi ya bir Şer’î hükmü ona haber veriyordur ya da öğretiyordur.

Delilini bilerek hükmün alınmasına gelince:
Böylesi bir durumda bakılır. Eğer mukallidin delili bilmesi, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in kabir ziyaretlerine cevaz veren şu;

كُنْتُ نَهَيْتُكُمْ عَنْ زِيَارَةِ الْقُبُورِ فَزُورُوهَا
"Sizi kabir ziyaretlerinden men etmiştim. Artık onu ziyaret edebilirsiniz"
(Nesei, Eşrebeh, 5558; İbni Mace, 1560; Ahmed b. Hanbel, 4092)
hadisini bilmesi gibi soyut bir bilgiye dayanıyorsa, bu durumda olan kimse başkasının sözünü bağlayıcı bir delile dayanmadan aldığı için mukallid sayılır. Delili bilmesi durumu değiştirmez. Kendisi bu delil ile delil getirmediğinden dolayı delili bilen kimse açısından bağlayıcı bir hüccet sayılmaz. Fakat delilin bilinmesi, muhakeme yapıp ardından delilden hüküm çıkarma şeklinde olursa bu ictihad sayılır. Ve bu ictihad aynı zamanda hükmü söyleyenin ictihadına da uygun olabilir. Çünkü delil hakkında muhakeme yapıp o delilden hüküm çıkarma işini ancak muctehid başarabilir. Zira delili muhakeme edebilmek ve hüküm çıkarabilmek için; hakkında araştırma yapılan konu ile ilgili delillerin birbiri ile çelişip çelişmediğini, çelişme var ise bu çelişkiyi giderebilmeyi ve de delilleri derin derin inceleyebilmeyi gerektirir. Buna ancak muctehidin gücü yeter. Bu nedenle mukallid muctehidden farklıdır.

İnsanlar Şer’î hüküm açısından ya mukalliddir ya da muctehiddir. Bir üçüncüsü yoktur. Yani, ister daha önce başkası tarafından istinbat edilmiş olsun isterse ilk defa kendi istinbat ediyor olsun, kişi ya doğrudan doğruya kendisi hüküm istinbat eder ya da başkasının istinbat ettiği bir Şer’î hükmü alır. Buna göre kendinde ictihad ehliyeti olmayan herkes mukalliddir. Şer'an ictihad yapmak için geçerli olan bir kısım ilimleri bilip bilmemesi durumu değiştirmez. Dolayısıyla hem ammi hem de tâbi, mukallid kavramının kapsamına girer. Ancak muttebi/tâbi olan, taklid ettiği muctehidin delilini bilerek hareket eder. Ammi ise delili bilmeden kayıtsız şartsız muctehide uyar.
İster tâbi olan olsun ister ammî olsun, bir kimsenin haber vermesiyle olsa dahi öğrendiği sözün bir ictihad olduğu sabit olursa hangi muctehidin sözü olursa olsun alması caizdir. Bir mesele ile karşılaştığı zaman, konu hakkında müçtehitlerin görüşlerini bilmiyor da yalnızca bir müctehidin görüşünü biliyorsa bu muctehidin istinbat ettiği Şer’î hükmü alması caizdir. Çünkü karşılaşılan herhangi bir meselede istenen şey muctehidlerin görüşlerini incelemek değil Şer’î hükmü almaktır. Böyle bir durumda tercih yapmak gerekmez. Ancak, birçok muctehidin görüşünü öğrenir ve onlardan birini almak isterse tercih yapmaktan başka çıkar yolu yoktur. Bu tercih, hükmün görünür çıkarlarına veya hevasına uygunluğuna göre yapılamaz. Zira, Şeriattan maksat mükellefi hevasının arzu ve isteklerinden çıkarıp Allah Subhenehû ve Tealaya sadık bir kul yapmaktır. Yani tercih, kişiyi Allah ve Rasulune ulaştıracak şekilde olmalıdır.
Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ
"Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Rasulune götürün." (Nisa 59)

Bir meseleyi Allah’a ve Rasulune götürmek demek; ya Allah Subhenehû ve Teala’nın sözüne ve Rasulünün Sünnetine (yani Şer’î delile götürmek) ya da Allah ve Rasulunün emrettikleri şeye götürmek demektir.
Buradan hareketle, mukallidlerin durumlarındaki farklılıklardan dolayı tercihler de farklı olur. Evet, cahil bir kimse açısından genel tercih delilden sonra olandır. En iyi olan, bilmek ve anlamaktır. Mukallidlerin tamamının tercihlerinde evla olan da budur. Ancak, çok iyi bilmesine veya bilmemesine göre insanların yaptıkları farklı tercihler de vardır. Babasına veya âlimlerden birisine güvenerek onun taklid ettiğini taklid eden kimse gibi cahil de, taklit edenlerden anlayışına ve takvasına güvendiği kimselere olan güvenine binaen müçtehitlerden birini taklit eder.
Cahil bir kimse için, heva ve heves yönünden değil, din yönünden tercihin durumu budur. Veya câhil bir kimse, fıkıh, hadis ve benzeri derslere devam etmesi ile Şer’î hükümleri ve delilleri öğrenir ve hükümlerle deliller arasında ayırım yapabilir. Delili bilme ve anlama derecesine binaen taklitte tercih yapar. Delilini bilmediği bir hükümle çeliştiği zaman delilini bildiği hükmü taklid eder. Böyle bir durumda olan kimse için delilini bildiği bir hüküm delilini bilmediği bir hükme göre daha tercihlidir.

Amminin konumuna uyan iki durum budur. Ammi ictihadta muteber ilimlerin bazısını bilmeyen kimsedir. Bu açıklamalara binaen bütün bu haller kendisine uyan bir amminin; anlayışına ve takvasına güvenmesine binaen, bir kimsenin taklit ettiği muctehidi taklid ederken taklid ettiği hükmün delilini gördüğü zaman, bu taklidini bırakıp delilini gördüğü hükmü taklid etmesi gerekir. Çünkü kendinde daha kuvvetli bir tercih hali oluşmuştur. Babası taklid ettiği için Şafii'yi taklid eden bir kimse, taklid ettiği (İmam Şafii) muctehidin istinbat ettiği Şer’î hükmün dışında, istinbat edilmiş bir Şer’î hükmün delilini görür ve de güvenirse bu yeni hükmü alması gerekir. Çünkü daha kuvvetli tercih sebebi vardır ki bu da Şer’î delildir. Ancak güvenmezse, tercih durumu oluşmadığı için taklit ettiği muctehidin istinbat ettiği hükmü terk etmesi gerekmez.
Ammi tercihte karineleri işitmeye itimad eder. O keyfine göre çeşitli mezheblerin görüşünü alamaz. Veya her meselede kendine en kolay gelen bir mezhebin görüşüne göre de hareket edemez. Fakat hükümlere ait bilgisi arttığında tercih yapması gerekir.


Bir Muctehidden Bir Başka Muctehide Geçme

Allahu Teâla bize ne bir muctehide, ne bir imama ne de bir mezhebe uymayı emretmedi. Bize ancak Şer’î hükme uymayı emretti. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in getirdiklerini almakla ve yasakladıklarından da sakınmakla emrolunduk. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا
"Rasul size neyi getirdiyse onu alın sizi neden yasakladıysa onu bırakın." (Haşr 7)

Bu nedenle, Şeriata göre; şahıslara uyulmaz. Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerinden başkasına uymak da Şeriata göre doğru değildir.
Fiili hayatta ise; Müslümanlar, müçtehitlerden birinin istinbat ettiği hükümleri taklit etmekte, onları kendilerine imam olarak almakta, hüküm istinbatında, ictihadlarında tâkib etmiş oldukları metotları da kendilerine mezheb olarak kabul etmektedirler. Böylece Müslümanlar arasında Hanefi, Malikî, Şafii, Hanbeli, Caferi, Zeydi gibi birçok mezhebler ortaya çıkmıştır. Bu mezheblere tabi olan Müslümanlar, eğer bu muctehidlerin istinbat etmiş olduğu Şer’î hükümlere tabi oluyorlarsa bu amelleri Şer’îdir. Çünkü böyle hareket etmekle Şer’î hükümlere tabi olmuş sayılırlar. Eğer ortaya koyduğu istinbat yerine, hükmü istinbat eden müctehidin şahsına tabi oluyorlarsa bu amelleri Şer’î değildir. Çünkü böyle davranmakla Şer’î hükme tabi olmuş sayılmazlar. Çünkü muctehid bile olsa bir şahsın sözü, Allah Subhenehû ve Teala’nın Rasulü Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bize getirdiği emir ve yasaklardan değildir. Bu nedenle bütün mezheblere uymaktan, bu mezheblere uyan kimselerin mezheb imamlarının istinbat ettiği Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerine uyduklarını anlamak gerekir. Eğer mezheblere uymaktan bu şekildeki bir anlayışın dışında bir anlam çıkartılırsa, bu şekilde düşünen insanlar Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerini terk edip Allah Subhenehû ve Teala ’nın kulları olan şahıslara tabi olduklarından dolayı, Allah Subhenehû ve Teala’nın huzurunda sorumludurlar.

Mezheblerin istinbat ettiği hükümlere tâbi olmak açısından durum budur. Ancak bu hükümlerin terki açısından konuya yaklaşıldığında bakılır:
Bir hükmü alır, ancak henüz o hükme göre amel etmeden önce hükmü terk ederse, kendisini Allah Subhenehû ve Teala’nın rızasına ulaştırabileceği düşüncesine binaen tercih yoluyla başka bir hükmü alabilir. Ancak bir muctehidin istinbat ettiği hükme göre amel ederse bu hüküm onun hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü olur ve onu terk edip bir başka hükmü alması caiz değildir. Ancak ikinci hükmü delili ile beraber almasına karşın birinci hükmü delilsiz olarak almışsa veya öğrenme yoluyla ikinci hükmün delilinin birinci hükmün delilinden daha kuvvetli olduğu sabitleşir ve buna da kanaat getirirse birinci hükmü terk etmesi gerekir. Çünkü ikinci hükmün Şer’î delilinin daha kuvvetli olduğuna dair inancı ve onu doğru bulması, ikinci hükmü kendisi hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü haline getirir. Tıpkı bir muctehidin hüküm istinbat ettiği delilden daha kuvvetli delil bulduğunda, delilin kuvvetli olması nedeniyle eski görüşünü terk ederek yeni görüşü alması gibidir. Bu iki durumun dışında mukallidin, taklid etmiş olduğu hükmü terk edip bir başka hükmü alması caiz değildir.
Ancak farklı bir hükümde başka müctehidi taklit etmek mukallid için caizdir. Mukallidin bir meselede her âlime fetva sormasının caiz olduğuna dair Sahabenin icması vardır. Fakat mukallid kendisi için Şafii, Caferi gibi bir mezheb tayin eder ve ben falan mezhebdenim ve bu mezhebin görüşlerine bağlıyım derse bu durumda şu tafsilatlar vardır:

Eğer taklid ettiği mezhebde ameli ile ilgili her meselenin çözümü varsa yani hüküm istinbat edilmişse o mezhebin dışında başka bir mezhebi taklit edemez. Eğer ameli ile ilgili istinbat edilmiş bir hüküm yoksa bir başka mezhebi taklit etmesinde herhangi bir engel yoktur.
Ancak, bir meselede taklit etmekte olduğu hükmü terk edip bir başka hükmü almasının cevazında şu noktanın açıkça bilinmesi gerekir: Mesele bir başka mesele ile bağlantılı olmamalıdır, o mesele ile ilgili hükmü terk etmek bir başka Şer’î hükme zarar vermemelidir. Eğer başka mesele ile bağlantısı varsa, birbiri ile bağlantılı bütün meselelerle ilgili hükümlerin hepsini birden terk etmedikçe, yalnızca bir meselenin hükmünü terk etmesi caiz olmaz. Çünkü onların hepsi tek mesele sayılır. Namaz, abdest ve namazın rukûnleri gibi. Örneğin; Şafii mezhebinde olan bir kimsenin Ebu Hanife'nin “kadına dokunmak abdesti bozmaz” sözünü taklit ederek Şafii mezhebine göre namazı kılması doğru değildir. Yine ‘ne kadar çok olursa olsun namazda ameli kesir/gereğinden fazla amel namazı bozmaz’ sözünü taklit eden kimsenin, ‘Fatihayı okumak namazın rukunlerinden değildir’ sözünü taklid eden kimsenin, ‘ameli kesir namazı bozar’ diyen kimseyi veya ‘Fatiha namazın rukunlerindendir’ diyen kimseyi taklit ederek namaz kılması doğru değildir. Dolayısıyla terki caiz olan bir hüküm, terki ile diğer Şer’î hükümlere dayanan amelleri etkilemeyen hükümdür.

Şer'i Hükmü Öğrenmek

Fetva soran kimse mukallidden farklıdır. Çünkü mukallid Şer’î hükmü alarak onunla amel eden kimsedir. Fetva soran kimse ise, ister muctehid olsun ister muctehid olmasın Şer’î hükmü bilen kimseden hükmü öğrenen kimsedir. Şer’î hükmü sadece bilgi edinmek için öğrenmiş olması veya amel etmek için öğrenmiş olması fark etmez. Bir meselede Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü öğrenmek isteyen herkese fetva soran denir. Bir hükümde muctehid olmayan herkes o hüküm hakkında fetva soran sayılır. Her meselede muctehid olmayan kimse, her meselede fetva soran kimse demektir. Bir takım meselelerde ictihad eden kimse ictihad etmediği diğer meselelerde fetva soran kimsedir.
Fakat soru (fetva) soran kimseye Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü açıklayan kimse de mufti/fetva verendir.

Lugatte أفتي يفتي أفتاء şeklinde kullanılan fetva” kelimesi, “mesele hakkında hüküm kendisine zahir oldu” demektir. Aynı şekilde lügatte استفتي يستفي şeklinde kullanılan استفتاء istifda kelimesi ise; “bir meselede fetva vermesi için bir âlime sordu” demektir.

Sahabenin ve Tabiin'in fetvaları, insanlara açıkladıkları hükümlerdir. Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü öğrenmek farz olduğuna göre, ister muctehid olsun isterse olmasın insanlara Şer’î hükümleri öğretecek kimselerin bulunması da elbette ki lazımdır. İnsanlara hükümleri ister delilleri ile birlikte öğretsinler ister delillerini bildirmeden yalnızca hükümleri öğretsinler fark etmez. Zira başkasına hükümleri öğreten kimsenin müctehid olması şart olmadığı gibi, başkasına hükümleri öğreten Müslüman’ın delilleri açıklaması da şart değildir. Hükme vakıf olduğu zaman, hükmü bilen herkesin bildiği hükmü başkasına öğretmesi caizdir. Öyleyse insanlara hükümler hakkında fetva veren veya hükmü öğreten kimsenin illa muctehid olması şart değildir. Müctehid olmaması da caizdir. Muctehidin dışındaki bir kimse, muctehidin verdiği bir Şer’î hükme vakıf olduğu zaman bu hüküm hakkında insanlara fetva verebilir. Çünkü o, bu durumda hükmü nakleden kimsedir. Tıpkı hadis naklinde olduğu gibi burada âlim olan ile olmayan arasında fark yoktur. Hadis rivayet eden kimsenin âlim olması şart olmadığı gibi, başkasına Şer’î hükmü nakleden kimsenin de âlim olması şart değildir. Âlim olma şartı aranmadığına göre muctehid olma şartı da elbette ki aranmaz. Ancak başkasına bir Şer’î hükmü nakleden kimsenin, naklettiği Şer’î hükmü zabtetme ve açıklama bakımından âlim olma şartı aranır. Çünkü bir hükmü zabtetme, iyice kavrama ve bilme gücüne sahib olmayan kimse hükmü başkasına nakledemez.
Bu nedenle insanlara Şer’î hükmü öğreten veya onunla insanlara fetva veren kimsenin, hükmün delilini de onlara öğretmesi veya onlara nakletmesi şart değildir. Bilakis hükmün delilini nakletmeden yalnızca Şer’î hükmü nakletmekle yetinmesi caizdir. Yani delilini açıklamadan insanlara Şer’î hükmü öğretmesi ve hükme göre fetva vermesi caizdir. Ancak insanlara naklettiği şeyin Şer’î hüküm olduğu ve falan muctehidin istinbatı olduğunu insanlara açıklaması şarttır. Yani belirli bir muctehidin görüşü olduğunu söylemesi şarttır.
Ancak insanlara bir görüş naklederek onlara “bu benim görüşümdür” demesi veya “falan muctehidin şöyle demesi delilinden hareketle bu bir hükümdür” demesi şeklinde yaptığı bir nakil Şer’î hüküm sayılmaz. Çünkü muctehidlerin sözleri Şer’î delil değildir. Onların sözlerinin, bir hükme delil olarak gösterilmesi, onun Şer’î hüküm olmasını ibtal eder. Ancak ileri sürülen hüküm müçtehitlerin istinbatlarına nisbet edilirse delili açıklanmasa dahi o Şer’î hüküm sayılır.
Sahabe zamanında insanlar müçtehitlere soruyorlar ve Şer’î hükümlerde onlara uyuyorlardı. Onların âlimleri ise halkın sorularına delillerini zikretmeden cevab verirler ve delili zikretmeden hükmü belirtmekten men olunmazlardı. Herhangi bir Sahabenin bu tür bir olaya karşı çıkmamasına binaen cahilin, delil zikredilmeden mutlak olarak muctehide uymasının caiz olduğuna dair Sahabenin icması vardır. Bu icma, aynı zamanda delili öğrenmeden veya öğretmeden Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerinin öğrenilebileceğine veya öğretilebileceğine de delildir. Bu hususta cahil de delile tabi olarak hareket eden kimse de aynıdır. Dolayısıyla her iki grubun da başkasından fetva sorması veya delilini bilseler de bilmeseler de doğru bir şekilde bildikleri bir Şer’î hükmü başkasına öğretmeleri caizdir. Çünkü bir meseleyi bilen herkes bu meselenin âlimi sayılır ve başkasına öğretmesi de caizdir. Ancak ammi olan kimse bildiği gibi hükmü nakletmekle yetinir. Tâbi olan ise hem bildiğini öğretir hem de bildiği çerçevede fetva verir. Çünkü tabi olan kimse ictihadda muteber olan bir takım bilgilere sahibdir. Tâbi olan hükümleri kavrar, nasıl öğreteceğini ve nasıl fetva vereceğini idrak eder.
Ancak hükümleri öğrenmek veya hükümlerle ilgili bir fetva sormak, öğreten kimseyi veya fetva vereni taklid değildir. Sadece fetva sorarak ve hükmü öğrenerek hükmü istinbat eden kimseyi taklit etmektir. Fakat öğreten kimsenin şahide kıyasla fâsıklığı görülmemiş adil bir kimse olması şartı vardır. Çünkü şahid, bir olayı haber veren kimsedir. Bir hükmü nakleden kimse ise Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü haber veren kimsedir. Dolayısıyla her ikisinin sözü de bir şeyi haber verdiği için adil olmak şartını taşıması gerekir. Aynı zamanda Allahu Teâla fâsıkın sözünün kabul edilmesini yasaklamış, araştırılmasını emretmiş ve şöyle demiştir:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا
"Ey inananlar! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun iç yüzünü araştırın." (Hucurat 6)

Ayette hem “fâsık” kelimesinin hem de “haber” kelimesinin nekre olarak gelmesi, herhangi bir fâsıkın herhangi bir haber ile geldiği zaman, insanların bu haberi almada durup düşünmeleri, işin açıklanmasını ve gerçeğinin ortaya çıkarılmasını istemelerinin vâcib olduğuna delalet etmektedir. Bu nedenle fâsıkın sözü kabul edilmez. Bu ayetin mefhumu muhalifi ise, adil olan/fâsık olmayan, güvenilir bir kimsenin fetvası, öğretmesi ve benzeri sözleri kabul edilir anlamını ifade eder.

Delilin Kuvveti

Şer’î delil
, delâlet ettiği hükmün bir Şer’î hüküm olduğuna dair hüccettir. Bunun için deliline bakılarak bir hükmün Şer’î hüküm olduğuna itibar edilir. Bu nedenle Şer’î hükümlerin alınmasında temel unsur delildir. Bir olayın hükmü şöyledir şeklinde istidlal yapabilmeye elverişli bir delil geldiği zaman, delilin sıhhatine itibar edilerek bu mesele hakkındaki Şer’î hüküm budur diye hükme itibar edilir.
Ancak bir olay hakkında elverişli iki delilin gelmesi ve bu delillerden her birinin farklı bir hükme delâlet etmesi durumunda, örneğin birisi haram bir hükme diğeri de öbür delilin hilafına mubah bir hükme delâlet ediyorsa, bu durumda bir delilin diğerine tercih edilmesi gerekir. Ki böylece bir delilin diğer delilden kuvvetli olmasına binaen iki hükümden biri alınabilsin.
Buradan hareketle, en kuvvetli delilin alınarak diğer delillere tercih edilebilmesi için, istidlale elverişli deliller arasında hangi delilin daha uygun olduğunu anlamada tercih yönlerini bilmek lazımdır. Bu hususta hem tercihin hem de tercih edilen yani daha kuvvetli olan delille amel etmenin vâcib olduğuna dair Sahabenin Allah onlardan razı olsun icması vardır. Çünkü Sahabeler;
- Çiftlerin tenasul organlarının birleşmesi konusunda Aişe Radıyallahu Anha'nın verdiği:

"İki sünnet yeri birleştiği zaman gusül vacib olur. Ben ve Allah Subhenehû ve Teala’nın Rasulü böyle yaptığımız zaman yıkandık(Tirmizi) haberi, Ebu Hurayra Radıyallahu Anhum'un Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem’den إنما الماء من الماء "Ancak sudan dolayı su gerekir." (Muslim)haberine tercih etmişlerdir. Çünkü Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hanımları Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in özel hayatı ile ilgili konuları erkeklerden daha iyi bilirler.
- Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in cunub olarak sabahladığına dair hanımlarının rivayet ettikleri bir haberi Ebu Hurayra'nin Fadl b. Abbas'tan rivayet ettiği:
أن من أصبح جنبا فلا صوم له "Kim cunub olarak sabahlarsa onun orucu yoktur" (Ahmed) şeklindeki habere tercih etmişlerdir.
- Ali b. Ebu Talib, haberini kuvvetli gördüğü için Ebu Bekir'e yemin ettirmezken başkasına yemin ettirmiştir.
- Ebu Bekir, ninenin mirastaki payı ile ilgili Muğire'nin rivayetini, Muhammed b. Mesleme de rivayet edince kuvvetli buluyordu.
- Ömer Ebu Musa el-Eşari'nin izin konusundaki haberini Ebu Said el-Hudri de rivayetinde muvafakat ettiği zaman kuvvetli buluyordu.
Sahabe, nassları araştırıp nasslardan ümitlerini kestikten sonra kıyasa ve görüşlere yöneliyordu. Sahabelerin durumlarını araştıran, onların ictihadlarında dayandıkları olaylara bakan kimse, onların iki zanni delil ile karşılaştıkları zaman kuvvetli olanı zayıf olana tercih ederek kuvvetli delille amel ettiklerini görecektir.

Yine Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in, Muaz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak gönderirken onun delilleri tertib edişini/sıralayışını ve bazısını bazısına tercih etmesini kabul etmesi de buna delâlet etmektedir.
Ancak iki delil birbiri ile çatıştığı zaman, iki delille de amel etme imkânı olmadığı bir durum dışında delillerden birini diğerine tercih etmek doğru değildir. Her iki delil ile amel etme imkânı delillerden birinin diğerine tercih edilerek birinin tamamen ihmal edilmesinden daha evladır. Çünkü delilde aslolan ihmal değil delille amel etmektir. Zorlama yoluyla iki delil ile amel etmek doğru değildir. Ancak, nassın delâlet ettiği şeye göre iki delil ile amel edilebilir.
Birbirine zıt iki delil ile amel etmeye Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in şu sözü örnektir:

أَلا أُخْبِرُكُمْ بِخَيْرِ الشُّهَدَاءِ الَّذِي يَأْتِي بِشَهَادَتِهِ قَبْلَ أَنْ يُسْأَلَهَا
"Size şahidlerin en hayırlısını haber vereyim mi?. Şahidliğe çağrılmadan önce adamın şahidlik yapmasıdır."
(Muslim, Akdiyyah, 3244; Tirmizi, Şehâdât, 2219; Ebu Davud, Akdiyyah, 3122; Ahmed b. Hanbel, Müs. Şamiyyîn, 16425; Malik, Akdiyyah, 1208)

Oysa Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem bir başka hadisinde ise şöyle diyordu;

ثُمَّ يَفْشُو الْكَذِبُ حَتَّى يَحْلِفَ الرَّجُلُ وَلا يُسْتَحْلَفُ وَيَشْهَدَ الشَّاهِدُ وَلا يُسْتَشْهَدُ
"Sonra yalan yayılacak. Hatta adam; yemine çağrılmadan yemin edecek, şahidliğe çağrılmadan şahidlik yapacak."
(Tirmizi, Fitne, 2091)

Birinci hadiste Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem şahidliğe çağrılmadan önce şahidlik yapanı överken ikinci hadiste ise kınamakta, kötülemektedir. Birinci hadiste şahidliğe çağrılmadan önce şahidlik yapanı methetmesi, onun Şâri tarafından şahidlik yapmakla emrolunduğuna delâlet etmektedir.
İkinci hadis ise kınanan kimsenin Şâri tarafından şahidlik yapmaktan yasaklandığına delâlet etmektedir. Birbirine zıt gibi görünen bu iki hadis bir araya getirildiğinde Allah Subhenehû ve Teala’nın haklarından bir hak söz konusu olduğunda istek olmadan hemen şâhidliğin yerine getirilmesi gerektiğini, kul haklarından bir hak söz konusu olduğunda ise, şâhidin şahidliğine muracaat edilmeden önce şahitlikte bulunmaktan Şeriat Koyucu tarafından yasaklandığına delâlet ettiği görülür.
Elbette ki iki delil ile amel etme imkânını aramaya çalışmak gerekir. Eğer kuvvet ve genellik bakımından eşit seviyede olup da birbiri ile çatışan iki delil ile amel etme imkânı olmazsa duruma bakılır:
Delillerden birinin sonra geldiği öğrenilirse bu durumda sonra gelen önce gelen delili nesh eder. O iki delilin ikisi de zanni veya kat'i olmaları, Kitabdan veya Sünnetten olmaları durumu değiştirmez.
İki delilden hangisinin sonradan söylenmiş olduğu bilinmezse bu durumda her iki delil de zannî olması kaçınılmazdır. Çünkü kat'î deliller arasında çelişki olmaz. Deliller zanni olduğunda ise tercihe başvurmak ve daha kuvvetli olan delil ile amel etmek gerekir. Delilin kuvvetli olması, delillerin tertibine göre ve zanni delillerin her çeşidinde delillendirme derecesi açısından kuvvetli olmasına göre tesbit edilir. Delillerin tertibi açısından;

- Mutevatir Sünnet İcmadan daha kuvvetlidir.
- Tevaturen nakledilen İcma, Haber-i Ahaddan daha kuvvetlidir.
- Haber-i Ahad ise, illeti delâletten veya istinbattan veya kıyastan alınan bir kıyastan daha kuvvetlidir. Fakat illeti açıkça alınmışsa, açıkça illete delâlet eden nass gibi muamele görür ve delilin kuvveti açısından nassın hükmünü alır. Eğer illetin hükmü Kur'an'da geçiyorsa hükmü Kur'an hükmü gibidir. Sünnet ise Sünnetin hükmünü, İcma ise İcmanın hükmünü alır.

Her çeşidinde delillendirmede kabul edilmesi açısından, zanni deliller iki tanedir:
1. Sünnet,
2. Kıyas.

Delilin kuvveti açısından bunların her birinin tercihde belirli itibarı vardır.
Sünnetten bir delil; senet, metin ve delâlet ettiği şey açısından kuvvete sahib olur.

a- Sünnetten bir delilin senet açısından kuvveti; aşağıdaki durumlarla alakalıdır.
1. Ravi ile alakalı olan husus;
- Rivayet ettiği nassı daha iyi bileceğinden dolayı doğrudan rivayet eden râvi dolaylı olarak rivayet eden raviye tercih edilir. Buna göre; Ebu Rafi'in,Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Meymune'yi ihramdan çıktıktan sonra nikâhladığı(Muslim) hakkındaki rivayeti, aynı konudaki ibni Abbas'ın; ihramlı iken nikahladığı(Buhari) rivayetine tercih edilir. Çünkü Ebu Rafi, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ile Meymune arasında elçilik yapan ve O'nun adına Meymune'nin nikâhını kabul eden kimse idi.
- Aynı şekilde ravinin fakih olmasıyla da hadis tercih edilir. Dolayısıyla ravisi fakih olan bir haber, ravisi fakih olmayan bir habere tercih edilir.
- Yine rivayet ettiği hadisi ezberinden rivayet eden ravinin hadisi, yazılarak rivayet eden bir ravinin hadisine tercih edilir. Her iki raviden biri ezberine güveniyor diğeri de yazdığına itimat ediyorsa, hafız olan daha evladır. Çünkü o şubheden çok uzaktır.
- Ravisi meşhur olan bir hadis râvisi meşhur olmayan bir hadise tercih edilir.
2. Rivayetin kendisi ile alakalı olan husus;
- Mutevatir haber, ahad habere tercih edilir.
- Musned haberin ravisi bilindiği, mursel haberin ravisi bilinmediği için, musned haber mursel habere tercih edilir.
3. Rivayet zamanı ile ilgili husus;
Buluğ çağına ermiş bir ravinin rivayeti henüz buluğa ermemiş çocuk râvinin rivayetine tercih edilir.

4. Rivayet keyfiyeti ile ilgili olan husus;
- İttifakla Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e ulaştırılan (merfu olan) haber, merfu olarak Rasule ulaşmasında ihtilaf edilen habere tercih edilir.
- Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in lafzıyla rivayet edilen haber, mana ile rivayet edilen habere tercih edilir.
5. Haberin geldiği zaman ile ilgili husus;
- Tarih belirtilmeden mutlak olarak rivayet edilen bir haber, geçmiş bir tarih ile belirlenen habere tercih edilir. Çünkü mutlak olan haber sonradan gelen habere daha çok benzer.
- Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in son günlerindeki bir haber, ölüm hastalığı esnasında alınan mutlak habere tercih edilir.
b- Metin açısından haberin kuvvetli olması ise; şu hususlarla alakalıdır:
1- İki haberden biri emre diğeri de yasağa işaret ediyorsa; yasak emre tercih edilir.
2- İki haberden biri emredici diğeri mubah kılıcı olması durumunda mubahlığı bildiren haber emredici habere tercih edilir.
Çünkü mubah kılıcı bir haber ile ameli gerektiren hususun en son noktası, fiili tâlebden mubahlığa çevirerek emri tevil etmektir. Ki bu da onun sabit olarak delâlet ettiklerindendir. Bağlayıcı bir emir ile amel, mubah olan bir şeyi tamamen ibtal etmektir. Dolayısıyla iki delil ile amel ettirmek ikisinden birinin ibtalinden daha evladır.
3- İki haberden birisinin emir, diğerinin de haber ifade etmesi durumunda haber emre tercih edilir.
Çünkü delâlet açısından haber, emirden daha kuvvetlidir. Bunun için emrin hilafına haberin neshinden sakınılır. Oysa emrin neshedilmesi câizdir.

4- İki haberden birisi nehiy diğeri haber ifade etmesi durumunda, haberin emre tercih edilmesinde açıklanan sebepten dolayı haber nehye tercih edilir.

5- Haberin lafzı ile alakalı olan husus;
- Lafzı Hakikata delâlet eden bir haber, lafzı mecaza eden bir habere tercih edilir.
- Şer’î hakikatlerı kapsayan bir haber, lugavî veya örfî hakikatı kapsayan bir habere tercih edilir. Çünkü Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem Şer’î açıklamalar için gönderildi.
- Sarahaten, delâleten veya istinbaten bir hükmün illetini içeren bir haber, hükmün illetine yer vermeyen veya ona işaret etmeyen habere tercih edilir. Çünkü illetlendirilmiş bir haber Şer’î açıdan daha kuvvetlidir.
c- Delâlet ettiği mana bakımından haberin kuvvetli olmasına gelince;
1. İki haberden birinin hafifletici bir manayı ifade etmesi diğeri ise zorlaştırıcı bir manayı ifade etmesi durumunda; hafifletmeyi gerektiren haber, zorlaştırmayı gerektiren habere tercih edilir.
Çünkü Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمْ الْيُسْرَ وَلا يُرِيدُ بِكُمْ الْعُسْرَ
"Allah sizin için kolaylık ister zorluk istemez." (Bakara 185)
جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ وما
"Allah dinde size zorluk göstermedi." (Hacc 78)
Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem de şöyle dedi:

إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ
"Din kolaylıktır." (Buhari, İmân, 38)
لا ضرر ولا ضرار في الإسلام
"İslam'da zarar vermek de yoktur zarara uğratılmak da yoktur.”
(Malik ve Ibn Mâce Ubâde b. El-Sâmit’den rivayet ettiler.)

2. İki haberden biri haramı diğeri de mubahı ifade ediyorsa, harama delâlet eden haber, mubaha delâlet eden habere tercih edilir.
Çünkü Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لا يَرِيبُكَ
"Sana şubhe vereni bırak şubhe vermeyeni al."
(Buhari; Tirmizi, Sıfatu’l-Kadâh, 2442; Nesei, Âdâb el-Kadâh, 5302; Ahmed b. Hanbel, Müs. Ehli Beyt, 1630; Daremi, Mukaddimeh, 165)
3. İki haberden birinin tahrimi/haram kılmayı diğerinin ise vucubu/farz kılmayı ifade etmesi durumunda; haram kılmaya delâlet eden haber, farz kılmaya delâlet eden habere tercih edilir. Bu, tercih etmeye dair bir karine olmadığında geçerlidir.
4. İki haberden birinin farz oluş ifade etmesi diğerinin ise mübahlık ifade etmesi durumunda; farz oluşa delâlet eden haber mubaha delâlet eden habere tercih edilir.
Çünkü vâcibin/farzın, terki günahı gerektirirken mubahın terki bir şey gerektirmez. Günahtan uzaklaşmak, hiçbir şey gerektirmeyen bir şeyden uzak kalmaktan evladır. Çünkü farz oluşa delâlet eden haberde kesin bir talep vardır. Mubaha delâlet eden haber ise; ya içerisinde serbest kılma talebi olur, ya da kendisi serbest kılar. Kesin olan diğerine tercihlidir.
Sünnette yapılacak tercih itibarları açısından durum budur.
Kıyas konusunda yapılan tercih itibarları ile ilgili hususa gelince:
Bu tercihler illet deliline göre şöyle olur:
- Vasfın illeti kat'i nassla sabit olan bir kıyas, vasfın illeti kat'i nassla sabit olmayan kıyasa tercih edilir. Çünkü kat'i nass ile sabit olan kıyas, kesin nass ile sabit olmayan kıyasın hilafına illetin dışından başka bir şeye ihtimal vermez.
- İlleti açık olarak sabit olan bir kıyas, illeti delâleten, istinbaten veya kıyasen sabit olan bir kıyasa tercih edilir.
- İlleti delâleten sabit olan bir kıyas, illeti istinbaten ve kıyasen sabit olan kıyasa tercih edilir.
- İlleti istinbaten sabit olan bir kıyas, illeti kıyasen sabit olan bir kıyasa tercih edilir.

Dolayısıyla kıyasın tercihi illete ve illetin deliline göre olur.
Tercihlerle ilgili konuların özeti budur. Bu şekilde insan, daha kuvvetli Şer’î delili öğrenebilir ki Şer’î hükmü buna göre tercih edebilsin. Bu da iki halde mümkün olur:
1. Zannın talebinde bütün gücünü harcayamaması nedeniyle istinbata gücü olmadığı için karşılaştığı iki delilin muhakemesinde tâbi olanın halidir.
2. İki delil birbiri ile çatıştığı zaman muctehidin halidir.
Her iki halde de iki delille karşılaştığı zaman ikisinden birini tercih etmesi gerekir. İkisinden birini tercih ettiği zaman ise delili daha kuvvetli olan hükmü alması ve onunla amel etmesi, delilini zayıf gördüğü hükmü de terk etmesi gerekir. (Takiyyuddin en Nebhani, İslam Şahsiyeti)
 
eL_Muhacir Çevrimdışı

eL_Muhacir

İlimsiz Mucâhid, kâtil; Cihâdsız âlim, belâm olur
Frm. Yöneticisi
cazakALLAHUL hayr akhim
 
Üst Ana Sayfa Alt