Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Anayasa Degisikligi.. 12 Eylül Referandumu...

I Çevrimdışı

I.C.C.B

Üye
İslam-TR Üyesi
Anayasa değişikliği... 12 Eylül Referandumu...



12 Eylül’de oylanacak anayasa değişikliğine „Evet” demenin Müslümanlara fayda sağlayacağına inanmak şöyle dursun, %99’u Kur’an ve Sünnet’ten, %1’i de Demokrasi’den oluşan bir anayasaya dahi „Evet” demek insanı küfre götürür!


Bir Müslüman, muhtevası küfür ve şirkle dolu olan, hakimiyyet hakkını Allah’tan gaspedip insanlara veren, ’’Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir‘‘ diyen bir anayasaya nasıl ‘‘Evet‘‘ diyebilir?


Anayasa değişikliğinin getireceği bir takım özgürlükler(!), aslında sistemin bekâsı ve Müslümanların da bu kanunlarla idare edilmeye razı olmalarını sağlayarak topyekün bir milleti müşrikleştirmek için tezgahlanmış büyük bir oyundur.


Onun için Müslümanlar tağuti anayasaları ve sistemleri kökünden red etmelidir.

Hatta Müslümanlar, hakimiyyetin yalnızca Allah’ın oluncaya kadar tağuti sistemlere karşı savaşmalıdır.


Rabb’imiz bütün Müslümanlara Tevhid şuuru ihsan eylesin! Amin.



Bu girişten sonra mevzumuzla alakalı merhum Emîr’ul-Mü’minîn ve Halîfet’ul-Müslimîn Cemaleddin Hocaoğlu (Kaplan)’ın „İslam Anayasası” adlı kitabından birkaç alıntı nakledeceğiz:


„ Şu da bir hakikattır ki, Allah, kendisine iman edenlerin, kendi hüküm ve kanunlarından başkasıyla hükmetmelerine veya Allah’ın indirdiği kanunlardan başkasına boyun eğip, rıza göstermesine asla müsaade etmez. Hatta Allah’ın hükmünün dışındaki bütün hüküm ve kanunlara küfredilmesini, red ve inkâr edilmesini emreder. Kendi hüküm ve kanunlarından başka hüküm ve kanunlara uyulmasını ve rıza gösterilmesini haktan çok uzak bir sapıklık ve şeytanın yoluna tabi olmak şeklinde niteler.” (İslam Anayasası, sayfa 18)



KANUN KOYMAK DEMEK, ALLAH’A KARŞI SAVAŞ AÇMAK DEMEKTİR!


Allah’tan başka kanun koymaya kalkanlar, Kur’an tâbiriyle Allah ve Resulü’ne karşı kanun koyma, hudut çizme yarışına çıkmışlar Allah ve Resulü’ne karşı savaş ilan etmişlerdir.

İşte ayet-i kerime:

„Onlar ki; Allah ve Resulü’ne karşı hudut çizmeye (kanun koymaya kalkışırlar), kendilerinden öncekiler çarpılıp (çırpıldıkları) gibi bunlarda çarpılır (çırpılırlar). Halbuki biz, (kanunlara dair) açık açık ayetler indirmişizdir. (Bütün bunlara rağmen kanun koyanlar kâfir olmuşlardır.) İşte böyle kâfirler için alçaltıcı (rezil ve rüsvay edici) bir azab vardır.”(Mücadele, 5)

„Yuhâddûne” müfaale babından gelen bir fiildir. Müfaale babı; mücadele, müsaraa, müsabaka kelimeleri gibi yarışmayı, birbirine karşı çıkmayı, birbirini ileri geçmeyi, birbirini yenmeyi ve neticede birbirinden üstün olduğunu ifade eden bir babdır.

Ayetteki „Yuhâddûne” kelimesini bu ölçüye vuracak olursak, mana şu olur: Onlar, kanun koymada, hudut çizmede Allah ve Resulü’yle yarışa, yarışmaya çıkarlar ve derler ki, Allah ile O’nun Resulü’nün kanunları varsa, hudutları varsa bizim de kanunlarımız vardır, hudutlarımız vardır. Ve biz, kendi kanunlarımızı uygularız, hatta uygulamaktayız.



Şimdi şeriat’ı kaldırıp devlet yönetimine insan yapısı kanunları koyanlara bu açıdan bakıldığı zaman görülecektir ki, kendilerini veya kendi gibi insanları Allah’ın seviyesine, hatta daha üstün bir seviyeye çıkararak Allah’a karşı çıkmış, kendilerinin ilâh olduğunu Firavun’lar gibi Rabb olduklarını, put olduklarını ilan ederler.

Buna göre bunlar kâfir olmuş olmuyorlar mı?!.

Buyurun, cevabını siz verin! Nitekim Beyzavi’de bu kelimeyi: „Kanun koyarlar veya insanların koydukları kanunları Allah ve Resulü’nün indirdiği ve beyan ettiği kanunlardan üstün görürler,” şeklinde tefsir etmiştir.

Bu açıklamaya göre ayeti tekrar gözden geçirelim:

„Amma o kimseler ki, kanun koymada, hudut çizmede Allah ve Resulü’yle yarışmaya girerler ve: „Sizin kanunlarınız varsa bizim de kanunlarımız vardır, bizler de kanun yaparız hem de daha iyisini!..” diyenler var ya, kendilerinden önce aynı iddiada bulunan Firavunlar’ı çarptırdığımız, tepelediğimiz ve yerlere serdiğimiz gibi, bunları da çarparız ve yerlere sereriz.


Çünkü, bunların kanun yapmaya ne hakları vardır ne de güçleri yeter ve ne de buna ihtiyaç vardır. Halbuki biz, her hususta açık açık ayetler indirdik, hüküm ve kanunları gönderdik. Bütün bunlara rağmen şeriat’ı kaldırma küstahlığında bulunanlar ve kanun koyma yetkisini kendilerinde görenler dinden çıkmış ve kâfir olmuşlardır.

İşte Allah ile yarışma cüret ve küstahlığında bulunan bu kâfirlere alçaltıcı, rezil ve kepaze edici bir azap vardır...”


Ya bunları sevenler?

Allah’ın şeriat kanunlarını devlet yönetiminden kaldırıp da kanun koyma cüret ve küstahlığında bulunanları sevenler ve onların arkasından gidenler hakkında da Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur:

„Ey Habibim! Sen; Allah’a ve ahirete iman edenlerden hiç bir kimse bulamazsın ki, bunlar; babaları veya oğulları veya kardeşleri veya soy sopları olsalar dahi, Allah ve Resulü’ne karşı (kanun koyma) hudut çizme yarışına çıkma (cüretini) gösterenleri sevsinler (sevmezler, sevemezler...).” (Mücadele, 22)

Ayeti biraz daha açıklayalım: Allah ve Resulü’ne karşı savaş açanları, yani Allah’ın gönderdiği şeriat kanunlarını devlet yönetiminden kaldırıp da kendi kafalarına göre kanun koyanları, anayasa yapanları sevenler de, onları oylarıyla, kalemleriyle ve paralarıyla destekleyenler de onlar gibi dinlerini, imanlarını kaybedip kâfir olurlar. Hem dünyada hem de ahirette onların yanında ve safında yer alırlar.


Çünkü:

Şeriat kanunlarını kaldıranlar, Allah ve Peygamber düşmanlarıdır. Allah’a ve ahirete iman edenler arasında Allah ve Peygamber düşmanlarını sevenler bulunmaz ve bulunamaz. Uzak veya yakın akrabaları olsalar da, yine sevemezler. Bütün bunlara rağmen sevenler çıkarsa, onlar da kâfir olurlar.

Çünkü küfre rıza göstermek de aynı şekilde küfürdür, kâfirliktir. Keza, küfre rıza göstermek, küfrü sevmek kâfirlik olunca bunların ötesinde Allah düşmanlarını malıyla, kalemiyle, oylarıyla destekleyenler kâfir olmazlar da ne olurlar? Kim buna „Hayır” diyebilir, hangi hoca bunların avukatlığını yapabilir, bunları müdafa edebilir?


Demek ki, burada üç kişi kâfir oluyor:

1- Allah ve Resulü’ne karşı kanun koyma yarışına çıkanlar,

2- Bunları sevenler; hele malıyla, oyuyla onları destekleyenler,

3- „Hayır bunlar kâfir olmaz!..” diyen ve bunların avukatlığını yapan hocalar.

Önemine binaen Sure-i Yusuf’daki 39-40. ayet-i kerimelerin ışığında ve „Kur’an’ın gölgesinde” tefsirden yararlanarak mevzuya daha da açıklık getirmeyi faydalı görmekteyiz:

„Ey mahbus arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma tanrılar mı daha iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı?..” (Yusuf, 39)

İnsan fıtratını en hassas yerinden yakalayıp şiddetle sarsan bir sualdır bu!.. İnsanoğlu fıtratı itibarıyle, kendisinin bir tek ilâhı olduğunu bilir. Şu halde, birçok rabbler edinmek neyin nesidir? Rabb’lığa layık bulunan zata ibadet edilir, O’nun emirlerine ve gönderdiği şeriat’a hürmetle uyulur. Ki bu da herşeyden üstün olan tek Allah’tır!..

Kâinatın sadece bir tek hükümdarı ve herşeyden üstün birtek ilâhı bulunduğu kesinlikle bilindiğine göre, kâinattan bir cüz olan insanların da hükümdarı ve tek Rabb’i elbette O ilâh’tır. İnsanoğlu Allah’ın bir ve herşeyden üstün olduğunu yakînen bildikten sonra, bir an için de olsa, başkasını Rabb edinerek ona boyun eğip emrine tabi olması caiz değildir. Rabb’ın, bu kâinatı idare eden ve onun tek sahibi bulunan bir ilâh olması gerekir. Kâinatın idaresinden aciz olan bir nesne veya şahsın insanlar üzerinde hükümran olması elbette düşünülemez!..

Allah’a ortak koşulup kendisine Rabb’lık izafe edilen yaratıklar, beşer oldukları için cahilce heva ve heveslerini tatmine çalışırlar. Rububiyyet izafe edilen bu sahte ilâhlar, gözle görülebilecek mesafenin hemen arkasındakini görmekten dahi acizdirler.



İnsanların, ilâhlaştırılmış bu yaratıklara boyun eğip teslim olması yerine bir ve herşeyden üstün olan Allah’a teslim olup ibadet etmeleri şüphesiz ki, daha iyidir. Beşeriyet, müteaddit ilâhlar vucuda getirmek, bu ilâhlar etrafında gruplara ayrılarak mücadelelere girişmek suretiyle talihsizliğin en büyüğüne düçar olmuştur.


Yeryüzünün bu uydurma ilâhları; Allahu Teala’ya ait olan hakimiyyet ve rububiyyet vasıflarını kendi kendilerine mal ederler. Bazen de halk; korku telkin veya propagandalar karşısında onlara bu vasıfları vermek bedbahtlığına düşer. Bu uydurma ilâhlar bir an dahi ihtiraslarından, heva ve heveslerinden ayrılmazlar. En mühim istekleri, devamlı saltanat sürmek ve arzularını yerine getirmektir. Saltanatlarını tehdit eden ve onun devamını tehlikeye düşürecek olan her kuvveti ortadan kaldırarak saltanatlarını kuvvetlendirmeye devam ettirmek için çeşitli şarlatanlıklarla bütün imkânlarını seferber ederler.

Her şeyden üstün ve bir olan Allah, bütün âlemlerden müstağnidir. O, insanlardan -gönderdiği nizam dairesinde- takva, iyilik, amel ve ilerlemeden başka bir şey istemez. Bütün bunları da kendileri için ibadet olarak kabul eder. Kullarının üzerine farz kıldığı şeyleri dahi, onların kalp ve duygularına istikamet vermek için farz kılmıştır. Bu farzları yerine getirmek suretiyle hem dünya hem ahiret hayatlarını mamur ederler.


Yoksa Allah kullarının ibadetlerine katiyyen muhtaç değildir! „Ey insanlar! Sizler Allah’a muhtaç olanlarsınız. Allah ise, herşeyden, herkesten müstağni ve övülmeye layık olan yegane ilâhtır!” (Fatır, 15) Bir ve herşeyden üstün olan Allah’a kulluk etmekle ilâhlaştırılan şahıslara kulluk etmek arasındaki farkı bir düşününüz!..

Daha sonra Hz. Yusuf, cahiliyetin akide ve yıkıcı inançlarını tenkid etmekle bir adım daha atıyor:

„Allah’ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı putlardan başka hiç bir şey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir.” (Yusuf, 40)

Bu uydurma ilâhlar -ister beşer olsun, ister ruhlardan, şeytanlardan veya meleklerden, yahut da Allah’ın emrine musahhar olan kâinat kuvvetlerinden bir kuvvet olsun- Rububiyyet vasfından tamamen uzaktırlar.


Rububiyyet, sadece bir ve her şeyden üstün olan Allah’a aittir. Bütün varlığı yaratan ve yarattıklarından üstün olan ancak O’dur. Fakat, çeşitli renk ve şekillerdeki cahiliyetin mensubu insanlar, bir takım şahıs veya yaratıklara isimler takarak onlara bazı sıfat ve özellikler izafe etmektedirler.


Bu özelliklerin başında ise saltanat ve hakimiyyet gelmektedir. Halbuki Allah onlara ne hakimiyyet bahşetmiş ne de her hangi bir selahiyet indirmiştir.

Hz. Yusuf, burada son ve en tesirli darbesini indiriyor; Hakimiyyetin, saltanatın, itaat edilmenin diğer bir tabirle ibadete liyakatın kime ait olması gerektiğini beyan ediyor:

„Hüküm vermek ancak Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil. O’na tapmanızı emretmiştir. Bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler!” (Yusuf, 40)

Hüküm vermek ancak ve ancak Allah’a aittir.


Uluhiyyetin sadece O’na ait olması sebebiyle hüküm vermek ve hükümran olmak sadece O’nun hakkıdır. Hakimiyyet uluhiyyetin icaplarındandır. Hakimiyyette hak iddia eden kimse, uluhiyyetin ilk şartında Allah ile mücadeleye girişmiş olur. Bu kimse, ister bir millet, isterse bütün dünyanın meydana getirdiği âlemşumul bir insan kitlesi olsun...

Uluhiyyetin ilk şartı olan hakimiyyet üzerinde Allah’la mücadeleye giren ve kendine hakimiyyet izafe etmeye çalışan kimse küfre girmiş apaçık bir kâfirdir. Bu kimsenin küfrü, dinin kat’î hükümler cümlesinden olarak, sadece biraz önce mealini verdiğimiz ayetin hükmü dahi kâfi gelir. Böyle bir hak iddia etmenin çeşitli şekilleri vardır. Bu şekillerden herhangi birini kullanmak dinden çıkmak için kâfidir.


Bir kimsenin Allah’a ait uluhiyyet vasfının ilk şartı olan hakimiyyeti, kendine izafe etmesi ve böylece Allah’la mücadeleye girerek kâfir olması için muhakkak halka, „Sizin benden başka ilâhınız yoktur!” demesi veya Firavun’un yaptığı gibi „Sizin en yüce Rabb’iniz benim!” gibi şeyler söylemesi şart değildir. O kimsenin Allah’ın şeriat’ını hükümsüz hale getirmesi ve başka bir kaynağın kanunlarını tatbikata koyması, yahut Allah’tan başka herhangi bir kimseye hakimiyyet hakkı tanıyarak onun söz sahibi olduğunu kabul etmesi...

Evet, sadece bu kadarı dahi kâfir olması için yeterli sebeptir. Hakimiyyet hakkı tanıyıp söz sahibi olduğunu kabul ettiği kimse bir millet veya bütün beşeriyet dahi olsa yine hüküm değişmez. İslam nizamında İslam milleti kendi hükümdarını seçmek hakkına sahibtir. Fakat bunun kendi hakimiyyetleri manasına gelmesi düşünülemez. Hakimiyyet gerçek manasıyla Allah’a aittir!

Millete ve seçilen hükümdara düşen görev, Allah’ın hakimiyyet ve şeriat’ını tatbik sahasına koyarak hizmet etmektir. Aralarında Müslümanların da bulunduğu birtakım araştırmacılar hakimiyyetle hakimiyyete hizmet etmeyi birbirine karıştırmaktadırlar. Hakimiyyet sadece Allah’a aittir! Bütün insanlar bir araya gelseler yine bu vasıftan kendilerine bir hak tanınamaz. Onların vazifesi Allah’ın hüküm ve şeriat‘ını tatbik etmektir. Allah tarafından gönderilmeyen şeyler ise ne hüküm ne de şer’iyyet ifade eder. Hüküm ve meşruiyet ancak Allah’ın indirdiği şeylerdedir...

Hz. Yusuf, hakimiyyetin sadece Allah’a ait olduğunu söylerken, bunun gerektirdiği önemli bir hususu da açıklıyor:

„Kendisinden başkasına değil, O’na tapmanızı emretmiştir!” (Yusuf, 40)

Bu cümleyi, Kur’an dilini bilen bir Arab’ın anladığı gibi anlayabilmek için sadece Allah’a karşı yapılması gereken ibadet kelimesindeki manayı iyi bilmek lazımdır.

İbadet kelimesinin lügattaki manası: İtaat etmek, boyun eğmek, kendisinin küçük olduğunu kabul etmek karşılığındadır.

İslam’ın ilk devrelerinde bu kelime sadece lügat manasında kullanılmakta idi. O zamanlar bu kelimenin İslam hükümlerini eda etmek anlamına gelen ıstılah manası henüz mevcut değildi. Zaten bahis konusu olan ayet-i kerime nazil olduğu sıralarda henüz Müslümanların yapmakla mükellef kılındığı hükümler gelmemiş olduğundan bu kelimenin ıstılah manası da bahis konusu olamazdı. Bilahere ıstılah manası, lügat manasını ihtiva eder şeklinde vucut bulmuştur.


Kelimede kastedilen mana: Yalnız bir ve tek olan Allah’a tapmak, sadece O’nun huzurunda boyun eğmek ve yalnız O’nun emirlerine tabii olmaktır. Bu emirler ister ibadetle ilgili olsun, ister ahlakla, isterse şer’î kanunlarla... Bütün bu mevzularda sadece Allah’a tabi olmak demek; Allah’ın yarattığına (mahluka) karşı yapılmayıp sadece kendisine karşı yapılmasını emrettiği „İbadet”in yerine getirilmesi demektir.

İbadet kelimesinin manasını bu şekilde kavradıktan sonra; Hz. Yusuf’un niçin Allah’a ibadet etmeyi, Allah’ın hakimiyyetine bağladığını anlamış oluruz. Hakimiyyet Allah’tan başkasına tanındığı taktirde Allah’a ibadet etmiş, yani sadece O’nun huzurunda boyun büküp, O’nun emirlerine uymuş sayılmaz. Allah’ın bu hakimiyyeti ister insanlar ve mevcudat üzerindeki kesin icraatta, ister sadece insanların irade-i cüziyyeleriyle bağlantılı olan şer’î icraatta olsun hüküm değişmez.

Bir kere daha tekrarlamış olalım ki, hakimiyyeti kendisine izafe eden kimse bu hareketinden dolayı Allah’ın dininden çıkmış olur. Bu hüküm dinin kat‘î emirlerindendir. Zira bu kimse artık sadece Allah’a kul olmaktan uzaklaşmış ve O’na şirk koşmuştur. Ayrıca, hakimiyyet vasfına sahip olduğunu iddia eden kimsenin, bu iddiasını kabul edenler de aynı şekilde küfre girmiş, yani kâfir olmuş olurlar.


Bu kimseler, Allah’a ait olan hakimiyyeti başkasına tanımak, onun emirlerine tabi olmak ve bu hareketleri kalben de benimsemek suretiyle Allah’ın dininden çıkmış olmaktadırlar. Bunlarla hakimiyyetini iddia edenlerin küfür ve şirkleri Allah’ın terazisinde aynı ağırlıktadır.

Hz. Yusuf, hakimiyyet sadece Allah’a ait olmasının ve yalnız O’na ibadet etmenin dosdoğru din olduğunu da beyan ediyor: „Bu, dosdoğru dindir!..” (Yusuf, 40)

Bu cümlede bir sınırlama vardır. Yani: Hakimiyyeti ve tapmayı sadece Allah’a tanıyan bu din tek dindir. Bundan başka gerçek bir din yoktur, demektir.

„Fakat insanların çoğu bilmezler...” (Yusuf, 40)

Dini bilmemeleri, bu dosdoğru dine tabi olmalarını engeller. Bir kimsenin bilmediği bir şeyi kabullenip ona iman etmesi düşünülemez.


Dinin aslını ve mahiyetini bilmeyen bir topluluğun o dine bağlı olduğunu düşünmek ne akla ne de gerçeğe uygun düşer! Bu husustaki bilgisizlikleri, İslam diniyle müşerref olabilmeleri için özür sayılamaz. Dini bilmemeleri, işin başından itibaren dinle müşerref olmalarına engel teşkil eder. Bir şeye inanmak, o şeyi tanıyıp bilmenin bir cüz’üdür. Aklın da pratiğin de mantığı budur. Hatta bu gerçek, mantığın da ötesinde son derece bedihî ve açıktır.

Hz. Yusuf bu veciz, aydınlatıcı ve berrak cümlelerle şirkin, putperestliğin ve cahiliyetin temelini çatır çatır sarstığı gibi, İslam dininin ve ondaki inanç sisteminin esaslarını ortaya koymuş olmaktadır.

Kulun kula tapması şeklinde yeryüzünde tezahür eden bir putperestlik vardır. Kendi kendini tanrılaştıran bir kimse, tanrılık iddialarını sağlama bağlamak için uluhiyyetin en özel vasfı olan Rabb olmaya sahip çıkarlar.


Yani, kendisinin emirlerine, prensiplerine, fikirlerine ve koyduğu kanunlara halkın tapma derecesinde itaat etmesini isterler. Daha doğrusu, kendilerinin tapılmaya layık bir zat olduklarını kabul eder ve halkın tapmasını isterler. Bu isteklerini sözleriyle açıkca beyan etmemiş olabilirler. Onların fiilen bu isteklerini tatbikata koymuş olmaları dilleriyle ikrar etmelerinden daha kuvvetli bir delildir.

Bu tür putperestlikler, ancak içlerine gerçek dini ve berrak inancı yerleştirememiş olan toplumların kalblerindeki boşluktan istifade ederek meydana gelir. Hakimiyyetin sadece Allah’a ait olduğuna kalben inanıp fiiliyatta da bu inançtan ayrılmayan toplumlarda böyle bir şey bahis konusu olamaz. Çünkü, hakimiyyetin yalnız Allah’a ait olduğunu müdrik bulunan toplum, sadece O’na kul olunacağını, hükümrana boyun eğmenin tapma sayılacağını, hatta tapmayı gerektiren şeyin hakimiyyet olduğunu bilir.” (İslam Anayasası, sayfa 36-47)



„ İslamî olmayan anayasaları tavsiye ve tercih edenlerin vay haline!..


İslam dinini ve onun insan için geldiğini, aynı zamanda bir dünya nizamı ve evrensel bir kanun olduğunu, insan ruhuna ve tabiatına tıpatıp uyan Allah ahkâmı olduğunu ve nihayet Allah’ın ahkâm ve nizamına uymanın bir iman meselesi olup bütün Müslümanlara farz olduğunu, uymayanların ise fasık, zalim ve kâfir olacağını geçen satır ve sayfalarda bütün açıklığı ile gördünüz.

Şimdi bir Müslüman düşünebilir misiniz ki, bütün bu gerçekleri, bu ayet ve hadis’leri reddetsin, Allah kanunlarını kaldırsın da insan yapısı anayasalar, kanunlar getirsin, onları tavsiye etsin, tercih etsin ve ona oy versin!.. İşte bunu bir Müslüman, Allah ve Resulü’ne iman eden bir Müslüman ne yapabilir, ne getirebilir, ne de oy verebilir... Dini de, imanı da, nikâhı da buna manidir. Bir Müslüman, Müslüman olarak bu cinayeti ve bu vebali işleyemez ve böyle bir duruma düşemez!..


Düşerse ne olur?'



Bir Müslüman böyle bir duruma düşerse, küfür ve kâfir anayasalarına oy verirse, hem millete hem de kendisine karşı zulmetmiş, cinayet işlemiş olur; dini de gider, imanı da gider, nikâhı da gider; fasık, zalim ve kâfir olur.


Dinini de devletini de, dünya ve ahiretini de yıkmış olur. Ve aynı zamanda o oy verdiği laik düzenin anayasası yürürlükte kaldığı müddetçe memlekette ne kadar haram işlenirse (içki içilir, kumar oynanır, zina yapılır, kadınların başı açık olursa...), ne kadar dinî vecibeler (namaz ve cuma namazları terk edilir, oruçlar yenirse...), işte bütün bu günahların toplamı laik düzenin anayasasına oy verenlerin de günah defterlerine yazılır...


Bütün bunlar bir tebliğdir:



İşte Müslüman olarak bizler bu tebliği yapıyor ve dünya müvacehesinde Müslüman milletlere ve devletlerine ilan ediyoruz: İslam’dan sapmayın, kâfir olmayın!.. İslam anayasasından başkasını tanımayın, oy vermeyin!..

Ve başta hocalar, vaiz ve müftüler olmak üzere, her Müslüman bu tebliği yapacaktır. Yoksa melun olur; Allah’ın lâneti, meleklerin lâneti ve bütün lânetçilerin lâneti üzerine olur. İşte ayetler:

„İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve doğru yolu, insanlara biz Kitap’ta beyan ettikten sonra, gizleyenler (var ya) şüphesiz Allah onlara lânet eder ve bütün lânet edenler de onlara lânet ederler.”(Bakara, 159 -aynı Sure‘nin 160, 161, 174, 175 ve 176. ayetlerin mealine de bakmalı.)

Cenâb-ı Hak cümlemize şuur, basiret ve feraset ihsan buyursun da Hakkı Hak bilip, Hakka tabi olan, bâtılı bâtıl bilip, bâtıldan ictinab eden kullarından eylesin! (Amin!)” (İslam Anayasası, sayfa 74-76)
 
Üst Ana Sayfa Alt