Allah’ın Kulları Üzerine Hakkı
TEVHİD ve KISIMLARI
Hamd, Alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Salâtü Selâm, enbiyâların sonuncusu Resulullah’ın, Ehlinin, Sahabesinin ve de kıyamete kadar, onları dost edinenlerin üzerine olsun.
İlimlerin en hayırlı ve üstün olanı Tevhid ilmi olduğu gibi; bu ilmin berraklığını gideren şüphe ve bid’atları temizlemek için Hak Ehlinin verdiği mücadele de cihatların en üstünüdür. Gafletin hüküm sürdüğü dönemlerde berrak İslâm akidesinden uzak bir takım ilim ve fikir adamlarının
yönetimleri ele almalarıyla ümmet çöküşe sürüklenmiştir. .
Batılın süsüne dalan, onun inanç sisteminin öncülüğünü yapan bu insanlara karşı gerçekleri savunmak İslam Ehlinin, özellikle de Ehli Sünnet ve’l Cemaat’in “Emri bi’l ma’ruf Nehy’i ani’lmünker” (iyiliği emretmek, kötülükten nehyetme) kılıcını kuşanmasını bir zorunluluk haline getirmiştir.
Kitap ve Sünneti bilen her Muvahhid bilir ki, ümmetin eski gücüne, izzetine ve de üstünlüğüne kavuşmasının tek yolu; bu kaynakları bulandıran batıl inançları, hurafe ve bidatları yok etmekten geçer. O halde İslam akidesinde yeri olmayan bu yanlış inançları beyan etmek Müslümanlar için bir görevdir.
İşte bu noktayı esas alarak dini yalnız Allah’a has kılmak ve İslamı kaynaklarıyla bilmenin ehemmiyetinin şuuru içinde Allah’tan kabul etmesini niyaz ederek elinizdeki bu risaleyi sizlerin istifadesine sunmuş bulunuyoruz. Şüphesiz tevfik Allah’tandır.
«Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım» (Zariyat, 56)
Yalnızca Allah’a kulluk etmek, ibadete sadece O’nu layık görmek. İşte bu, Nû’h Aleyhisselıam’dan, Nebîmiz Muhammed (S.A.V.)’
e kadar gelen tüm enbiyâların Tevhid anlayışıdır.
Tevhid, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesinin en önemli noktası olduğundan, eksiksiz olarak bilinmesi gerekir. Böylece ifade ettiği anlam kısımlarını da kuşatır, lafız ve mâna bir bütün teşkil eder. Bu da şu iki kurala uygun olmalıdır;
(1) Tevhid’in nazari kavramlarını delilleriyle, Allah’ın Kitabı ve
Rasûlü (S.A.V.)’in sünnetinden ve de sahih aklî hareketle idrak edilmesi.
(2) Bunun Allah kullarının amellerinde, belirgin bir şekilde ortaya çıkması için hayata uygulanması.
Tevhid, nazari kavramları bakımından; İsim ve Sıfat, Uluhiyet ve de Rububiyet Tevhidi olmak üzere üç kısma ayrılır.
RUBUBİYET TEVHİDİ
Allah’ın “Rabb” ismi celîline nisbettir. Rububiyet kelimesi lügat itibariyle, terbiye edici, yardımcı, mâlik, islah eden
, efendi, vali gibi anlamlara gelmektedir. Terim itibariyle de, Allah’ın insanları yarattığına, onlara rızık verdiğine, diriltip öldürdüğüne, Allah’ın kazâ, kaderine ve de zatında vahdâniyetine, birliğine iman etmektir.
Bunun delillerinden bazıları ise şu ayetlerde görüldüğü gibidir:
«Hamd Alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur»
«Yaratma ve emir O’nun değil midir?»
«Yeryüzünde olan her şeyi sizin için yarattı»
«Şüphesiz ki Allah rızkı verendir. Kuvvet sahibidir, Metîn’dir»
İkram sahibi olan Allah’ın Rububiyetinde şüphe edecek cahillere şunu söyleyebiliriz; îzan sahibi bir insan tesirsiz hiçbir şeyin, hiçbir fiilin kendiliğinden oluşumunu ve de
bir yaratıcı olmadan mahlukatın varlığını da kabul etmez. Bir iğne gördüğümüzde nasıl onu bir vücuda getiren olduğunu bir sanatkârın onu yaptığını anlıyorsak, bu muazzam ve akıllara durgunluk veren kainatın kendiliğinden olduğunu asla düşünemeyiz. Bir yaratıcı olmadan böyle bir düzenin olması mümkün değildir. Ayrıca böylesi bir evreni yaratan, onu terbiye edenVarlığın elbette kusursuz, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olması gerektir. Şayet O da mahluk olsaydı yaratıcısına ihtiyaç duyardı ki bu acziyettir, âciz olanın da böylesi bir kainatı yarattığı iddiası kesinlikle tasdik edilesi bir gerçek değildir. Tüm noksanlıklardan uzak olan Allah, şüphesiz yüceler yücesidir.
«Allah’ın Rububiyetinin delilleri saymakla bitmez, Onlar, yaratan olmaksızın mı yaratıldılar yoksa
yaratanlar kendileri midir?» (Tur,35)
Mekke müşrikleri bu tevhidi kabul etmişlerdi. Yahudiler, Hıristiyanlar ve benzeri diğer kavimler de aynı tevhidi ikrar ediyorlardı. Bu tevhidi eskiden Dehriler ile çağımızda Ateistlerden başka hiç kimse inkar etmemiştir. Bu Kur’ân’da, «Onlara (müşriklere) “gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorarsan kesinlikle, “Allah” derler» (Lokman, 25) şeklinde yer alır.
è
Müşrikler, Allah’ın Rabb oluşunu kabul ediyorlar ancak ibadette, medet ummada, sevgide, itaatte tapındıkları ilahlarını, Allah katında onların birer şefaatçileri olduklarını iddia ederek ortak koşuyor, böylece onları Allah’a denk tutuyorlardı. Her şeyin yaratıcısı olarak Allah’a inanmalarına rağmen müşrik olma sıfatları kendilerinden kalkmıyordu!
«Onlar, Allah’
ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar, “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. De ki: “Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz?” Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir» (Yunus,18)
Tevhid’in bu kısmı insanı İslam’a dahil etmediği gibi kanını, malını ma’sum kılıp onu cehennem azabından da kurtarmaz. O ki insan, Tevhide bir bütün olarak sarılsın!..
ULUHİYET TEVHİDİ
Uluhiyet, “ilah” kökünden türemiş bir kelimedir. Kendisine itaat edilen Ma’bud anlamındadır. “İlah” kelimesi Allah hakkında kullanılabilir, «Allah, O’ndan başka ilah olmayan, Hayy (diri), Kayyûm’dur (yarattıklarını her an gözetendir)» (A’li imran, 2)
Terim anlamıyla Uluhiyet; namaz, oruç, zekat, hac ve kurbanda, duâda, adakta, korkuda, ümit ve sevgide, ibadet ve itaatte sadece Allah’ı birlemek, bu ibadetleri yalnız O’nun için yapmaktır. Bunu yapan mü’minler, sadece Allah’a itaat etmek ve O’nun rızasını kazanmak için yaparlar.
Bu tevhidin gerçekleşmesinde gerekli iki unsur vardır,
(1) İbadetleri kullardan herhangi birine değil, yalnız Allah’a has kılmalı, Allah’a mahsus olan isim ve sıfatları kullara izafet etmemelidir. Mü’min yalnız Allah’a ibadet eder.
Allah’tan başkası için asla namaz kılmaz, secde etmez, yalvarıp yakarmaz. Allah’tan başkasıyla yemin etmez, adakta bulunmaz ve Allah’tan başkasına tevekkül etmez.
(2) İbadetin, Allah’ın emirlerine itaate sevketmesi, yasaklarından alıkoyması ve Nebi’si (S.A.V.)’in Sünneti’ne uygun olması gerekir. Tevhid-i Uluhiyetin zorunlu kıldığı en önemli unsur, insanın tam anlamıyla Kitap ve Sünnete teslim olmasıdır. İşte Kelime-i Tevhid’in; anlamı budur.
Allah’a ibadet; itaat ve emirlerine boyun eğmekle olur. Bu da Lâ ilâhe ill’allah kelimesinin gerçekleşmesidir. Allah Rasûlü’ne uymak, O’nun emir ve yasaklarına itaat etmek, Muhammed (S.A.V.)’in Allah’ın Rasûlü olduğunu gerçekten kabul etmiş olmaktır. Bu iki temel husus Müslümanın ancak kendisiyle kurtuluşa ereceği bir esastır. Müslümana vacip olan, hükümde Allah
ve Rasülü’nden başkasına baş vurmamak ve başkasının hükmüne razı olmamaktır.
«Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol!»
(Hud,112) Allah azze ve celle, Rasulüne istikamet üzere olmasını emretmiştir. Bu da ancak Kitap ve Sünnet doğrultusunda amel etmekle mümkündür. Kur’an ve Sünnetin dışındaki yollar sapıklığa götüren yollardır. Sonunda da cehennem ateşi vardır. (Allah korusun)
“Tevhid-i Ulûhiııet”i destekleyen hususlar
F
İhlas: Kulun tüm sözlerinde zahir ve batın amellerinde tek dileğinin Allah’ın rızası olup başkasına önem vermemesi, makam mevkii hırsı olmadan ve insanların övgüsünü göze almadan kulluk etmesidir. Şirk, ihlasa aykırıdır. Kalpte riyânın olması için, ihlassız olmak yeter. Riyâ, amelde Allah’tan başkasının beğenisini kazanma isteğidir ki, bu da küçük şirkdir!
FTevekkül:
Kökü, “vekâlet”tir. Her şeyde vekile itimat edip güvenme anlamına gelir. Allah’a tevekkülün gerçek anlamda tahakkuk ede bilmesi için, önce Allah’tan başkasının; tağutun tümden inkar edilmesi ve Allah’ın emrettiği vesilelere yapışılması gerekir Bundan dolayı, tevekkül için; sebepleri inkar ederek amel etmek” denilir. (Sebepleri devre dışı bırakmamak ancak onlara da değil Allah’a güvenmek).
FMuhabbet:
Allah sevgisi, uluhiyet tevhidinin gerektirdiği en önemli hususlardan olup onun özel bir makamıdır. Sahibine müjdeler olsun!
FHavf ve recâ:
Korku ve Ümit, tevhidin temel esaslarındandır. Müslümana farz olan, başkasından değil yalnız Allah’tan korkmasıdır.
Korkunun yeri kalptir ancak izleri insanın davranışlarında ortaya çıkar, Mü’min korku içerisinde olduğu sürece hayırdadır. Korkusu gidince sapıtır ve şaşkınlığa düşer. Allah’tan başkasından korkmak, rezilliklerin en alçağıdır. İnsanın fitneye düşmesi, ihlasına halel gelmesi gibi hallerde bu korku düşer.
F
Sabır: Sürekli türlü belalara maruz olması hasebiyle sabır, önemli esaslardan sayılır. Sabrın; öfkede, itaatte, günahtan kaçınmada ve de Allah’ın takdirinde olmak üzere bazı türleri vardır.
Müslümanın sabrından dolayı kendisine hayırlı bir karşılık, bir çıkış yolunun olduğuna inanması, başına gelen belaları hafif görmesi gerekir. Zira bazı musibetler diğerlerinden daha ağırdırlar.
F
Şükür ve Hamd: İmanın, yarısı şükür, yarısı da sabırdır şeklinde bir tanım vardır. Şüphesiz kul, her zaman Rabbini hamdetmelidir. Şükür de Allah nimetlerinin kulun dilinde, eserinin ikrarıdır. Hamd hem nimet, hem de musibet için; şükürse yalnız nimete yapılır.
F
Allah için öfkelenmek ve O’nun için kıskanmak: Müslüman nasıl Rabbi rızası için severse öfkelenmesini de O’nun rızası için kılar. O’nun hudutları çiğnendiği zaman kesinlikle hiddetlenir. Kıskanma hakkında ise, Rasûlullah (S.A.V.)“Allah kıskanır, Mü’min de kıskanır. Allah’ın kıskanması, haram kıldığı şeyleri kulun yapmasıdır” buyurmuştur (Buhari, Müslim) .
Kulun Rabbi için kıskanması şunları gerektirir;
*
Söz ve fiillerini Rabbinden başkası için yapmaması,
*Allah’a, sâ’yu tâat’ten hâlî (tâatsiz) geçen zamanları kıskanması. Çünkü Müslüman için vakit çok kıymetlidir her ânı değerlendirilmelidir,
*Allah’ın yasaklarına düştüğü veya O’nun hakkını edâ etmede ihmalkâr davrandığı zamanlara müte’essif olur, üzülür ve pişmanlık duyar.
FDuâ:
Duâyı tamamıyla Allah’a mahsus kılmalıdır. Duâ, kulun dünya ve ahiret işlerinde Rabbinden kendisine yardımcı olmasını dilemesidir. Duânın çok önemi ve anlamı vardır: Allah’a muhtaç olduğunu açığa vurmak, güç kuvvet ve tasarruftan acziyetini ikrar ederek nefsini soyutlayıp bu yüceliği Allah’a vermektir. Duâ kulluğun ve insan olarak zayıflığımızın alâmetidir. Duâda Allah’a övgü ve O’nu, ziyade Kerem sahibi görme vardır.
F
İstiğâse: Yardım, kurtuluş ve belaların giderilmesini dilemektir. Bu ise Allah’a mahsus olduğundan O’ndan başkası için olmaması gerekir.
İstiğase biri haram diğeri meşru olmak üzere iki kısımdır,
*Meşrû (Mubah) İstiğâse: Kulların güçlerinin yettiği, suda boğulmak üzere olan kimsenin yardım istemesi gibi bir durumda onlardan yardım istemektir. Bunun meşruluğunda ise şüphe yoktur.
*Haram İstiğâse: Kulun gücünün üstünde olan bir şeyi, ondan dilemektir. Bu, hiç bir kula izafetinin câiz olmadığı, yalnız Allah mahsus bir haktır. Ölülerden yardım dilemek bu ölüler kim olurlarsa olsunlar, (hem konu, hem de içerik olarak) haramdır.
F
Şefaât: Şefaat, mağfiret talep eden kişinin, şefaatçinin duası ile ihtiyacını Allah’a arz etmesidir.
Yine bu da ikiye ayrılır,
*Şer’an sahih olan şefaat: Allah’ın izniyle gerçekleşecek şefaâttir. O’nun izni olmadan asla gerçekleşmez.
*Şirk olan şefaat: Kim olursa olsun, ölülerden şefaat dilemek, medet ummak buna örnektir. Çünkü ölülerden şefaat bekleyenler, ölülerin bir şeye güçlerinin yeteceğine inanan kimselerdir ki bu kesinlikle caiz değildir. Onlardan şefaat dileyenler adak ve kurban gibi amellerle onlara yakınlaşmayı hedeflerler. (Allah korusun)
FTevessül:
Allah’tan, bir vesile edinerek şefaât istemek; dinî veya dünyevî ihtiyacının giderilmesini talep ve niyaz etmektir. Kul, edindiği vesileyle Allah’a yakın olmayı umar, O’ndan ihtiyacını gidermesini ister.
Kur’ân ve Sünnette sabit olan sahih tevessül: kulun yalnız Allah’ın rızasını gözeterek yaptığı salih ameller, hayatta olan salih bir kuldan kendisi için duâda bulunmasını talep etmesi gibi vesileler edinmek suretiyledir. Öte yandan; [“...falan’ın hürmetine”, “...filan’ın himmetiyle” gibi] kim olursa olsun şahısların zatlarıyla, makamlarla, mevkilerle vesile edinmek şeklindeki tevessül
ise, ne Allah’ın Kitabı’nda ne de Rasûlü’nün Sünneti’nde yeri olmayan birer bidattırlar ki, bunlardan sakınmak farzdır.
FYemin:
Kendisine yemin edilenin yüceltilmesidir. Tâzim (yüceltme) ise bir tür ibadettir. İbadet de ancak Allah’a yapılır. Allah’tan başkası adına yemin etmek şirktir, kendisine yemin edilen şeyi Allah’a eş tutmaktır. Bu da tevhid akidesine zarar verir. Allah Rasulü (S.A.V.) “Kim Allah’tan gayrısıyla yeminde bulunursa, şirk koşmuş (Allah’a eş tutmuş)tur” buyurmuşlardır (Sahihtir, Ebu Davud).
FBesmele:
Her söz ve işe Allah’ın adı ile başlamaktır. Allah’tan başkasının adıyla başlamak caiz olmadığı gibi, “Allah ve halk adına” demek gibi O’nun adıyla beraber başkalarının da adını anmak caiz değildir.
FNezir (Adak):
Müslümanın aslında kendisine vacip olmayan bir ameli, Allah rızası için yapmayı kendisine vacip kılmasıdır. Nezrin Allah’tan başkası için yapılması da; bir ibadet olduğu için câiz değildir. Daha önce geçtiği gibi Allah’tan başkasına hiçbir zaman ibadet edilmez:
èUluhiyet tevhidi, Allah azze ve celle’nin
tebliği için Peygamberler gönderdiği, Kitaplar indirdiği, uğruna Cennet ve Cehennemi yarattığı, yine bunun için cihadın meşru kılınıp muvahhidlerle müşrikler arasında savaşlar verilen tevhidin en üstün mertebesidir. Bu tevhid akidesine sahip olmadan ölenler; müşrik olarak hayatlarını noktalayarak ebedi Cehennemi seçmek suretiyle hüsrana uğrayacak, dünya hayatları boşa gidecek kimselerdir! (Allah korusun!)
Özetle:
Müslümanın, izzeti; ibadet ve sevgisini başkasına değil yalnız Allah’a mahsus kılarak araması, Allah korkusunu tüm korkulara tercih etmesi, mutlak surette itaata layık Allah’tan başka kimseyi tanımaması ve sözünde, duâsında, nezrinde, yemininde kısaca tüm ibadetlerinde hiç bir şeyi O’na eş koşmadan, hakimiyeti yalnızAllah’a vererek dosdoğru bir kul olmak Uluhiyet tevhidinin kapsadığı hususlar arasında yer alır! (Allah bizleri buna muvaffak kılsın)
İSİM VE SIFAT TEVHİDİ
Allah’ın İsim ve sıfatlarını konu eden
tevhidin , bu kısmının özü, Allah azze ve celle’nin Kur’ân ve Sünnette bildirilen isim ve sıfatlarının tümünü olduğu gibi ispat ve ikrar etmektir.
Bu konuda Selef’i Salihin’in, sahabe ve tâbiin’in dayandığı esas; Allah
azze ve celle’nin Kur’ân’da bildirdiği ve Rasûlullah (S.A.V.)’in sünnetinde yer alan sahih delillerden öğrendiğimiz, tüm isim ve sıfatları: iptal (tâ’til), kullarınkine benzetme (teşbih), kullarınkiyle bir görme (tecsim), değiştirme (te’vil)yapmaksızın bildirildiği gibi ikrar etmek şeklindedir.
«O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O Semî (işiten) ve Basîr (gören)’dir» (Şurâ,11
)
«Benzeri hiçbir şey yoktur» ayeti, Allah’ın sıfatlarının mislinden söz etmek isteyen ve O’na bir keyfiyyet biçmek isteyen (Müşebbihe, Mücessime vs. gibi)’lere bir reddiyedir. “O Semî (çok işiten) ve Basîr (gören)’dir» ayetin bu kısmı ise, Allah’ın sıfatlarını iptal, tevil ve tahrif eden
(Muattile, Cehmiye, Mutezile vs. gibi)’lere bir cevaptır. Selef-i Salihîn (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) şeriatın naslarıyla sabit olanı ayrıntılarıyla kabul eder ve kabul etmediğini de genel olarak ayrıntılarına girmeden reddederdiler.
Onlar, Allah hakkında duymak ve görmeyi ispat ederlerken, kullara benzetmeyi de (teşbih) O’nun mukaddes kemaline aykırı olduğu için toptan reddettiler. Görülüyor ki, Selefin yolu iki batıl (te’vil ve tâ’til) arasındaki tek hak yoldur. Bunlardan biri Allah’ın sıfatlarını kullarınkine benzetiyor (teşbih, tecsim), diğeri de bu sıfatları yok kabul ederek iptal (ta’til, te’vil )’e kaçıyor.
«Allah’ı gereği ve lâyıkı vechiyle takdir etmediler...» (Zümer, 67)
Sıfaları kullarınkine benzeten (Müşebbihe, Mücessime vb.): puta; sıfatları iptal eden (Muattile, Cehmiye vb.) de yokluğa/adem’e kulluk etmektedirler. İsim ve sıfatları Kur’ân ve Sünnet’te yer aldığı şekliyle kabul eden (Ehli Sünnet Ve’l-cemaat) ise, gökler
in ve yerin ilahı olan Allah’a kulluk etmektedir.
İsim ve sıfat tevhidi şu esaslar üzerine bina edilir,
*Allah azze ve celle’nin isim ve sıfatları, naslar (Kur’ân’ı Kerimden ayetler, Sünnetten sahih hadisi şerifler)’le belirtilmiştir.
*Allah’ın isim ve sıfatlarında teşbihten kaçınmalı, bunlara olduğu gibi inanıp kullarınkine benzetmeyi kesin olarak inkar etmeliyiz.
*Allah’ın sıfatlarının keyfiyetini (nasıllığını) araştırmaktan kesinlikle sakınmalıyız.
«O, kulların yapmakta oldukları ve önceden yaptıklarını bilir. (O’na hiçbir şey gizli kalmaz) O’nun dilemesi hariç, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler» (Bakara, 255).
Allah’ın isim ve sıfatlarının anlamı, sözlük anlamıyla hepimizce bilinen bir gerçektir. Ancak gerçeği Allah
azze ve celle kendi katında bir ilim olarak saklı tutmuştur. Allah bize isim ve sıfatlarını bildirmiş, fakat bunun keyfiyetini (nasıllığını) haber vermemiştir.
İmam Mâlik Radıyallahu anhu zamanındaki ve de kendinden önceki tüm ilim ehli gibi «Rahman Arş’a istivâ etti»
(Tâhâ, 5) ayetinden sorulduğunda: “İstivâ bilinir (malum); nasıllığı bizce bilinmez (keyfiyeti meçhul); buna iman etmek vacip; hakkında soru sormak ta, bidattır” yanıtını vererek bu konudaki Ehl’i Sünnet Ve’l-cemaat akidesini bizlere bildirmiştir. Tevfik Allah’tandır.
Sahabe ve Tâbün’in metodunun özünde te’vilden kaçınmak vardır. Çünkü te’vil bir sıfatı iptal edip yerine başka bir sıfatı kabul etmektir, bir tahriftir.
Kitap ve Sünnette bildirilen isim ve sıfatları Cehmiyye ve Mu’tezile iptal ve te’vile gitmişlerdir; “Yed”i “nimet”, “istivâ”yı “istita” (Güç kullanıp hükmü dışında olmayan bir şeyi sonradan hükmüne geçirmek için kullanılır) şeklinde tahrif yaparak Ebu Hanife, İmam Şâfî, İmam Mâlik, İmam Ahmed’in de (Radıyallahu Anhum) içlerinde bulunduğu Se
lefi Salihin’in yolunu terk etmişlerdir.
Onlar bu ve benzeri dalâlet ehli felsefecilerin te’villerinden uzak durmuşlardır. Biz de Sahabe ve tâbîinin itikad ettikleri gibi itikad ederiz. Çünkü onlar, nübüvvet çağına bizden daha yakın olmaları nedeniyle, diğerlerinden daha çok bilgili ve anlayışlıdırlar. Nehir, kaynağına yaklaştıkça daha duru ve berrak akar!
Onların; teşbih, tâ’til, tecsim ve te’vil’i reddetmesinin nedeni Rasulullah (S.A.V.)’den öyle öğrenmeleridir!
è
İşte bunun için, İmam Ebu Hanife, İmam Şâfî, İmam Mâlik, İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesâi, Ebu Davud, Sevrî, Süfyan İbn Uyeyne ve İbni Huzeyme vb. gibi ümmetin ulemâsı bu akideyi korumaya ömürlerini verdiler ve İslâmı, O’nun akide yapısını günümüze kadar aynı saflıkta ulaştırdılar. Dini cahillerin elinde bir oyuncak olmaktan kurtardılar (Allah hepsinden razı olsun).
“Sallallahu alâ Muhammedin ve alâ âlihi ve Sahbihi ecmâîn”
VE’L-HAMDÜ LİLAHİ RABBİ’L ALEMİN