Aleykum selam ;
Sûret, başsız olduğu veya başı kesik olduğu zaman, hiçbir mekrûhluk yoktur. El-Hulâsa'da ve ona tâbi’ olarak Tenvîru’l-Ebsâr, el-Hilye, el-Bahru’r-Râik, Câmiu’r-Rumûz, el-Ğunye, Sağîrî (El-Halebî’s-Sağîr olabilir), eş-Şurunbilâliyye ve ed-Durer üzerine olan AbdulHalîm'de “yüz”de ziyâde edilmiştir. Çünkü ‘yüz’ün yok edilmesi ‘baş’ın kesilmesi gibidir.
Zahîratu’l-Ukbâ’da, ez-Zeyleî üzerine yazılan Şelbî'de, ed-Durer üzeri ne yazılan Hasan Acemî'de, el-İnâye üzerine yazılan Sa’di Efendî' de, el-Kenz üzerine yazılan el-Miskîn'de, hatta çoğu kez ed-Durru’l-Muhtâr'dan alan Ebû's-Suûd el-Ezherî'de yüzün ziyâde edilmesinden söz edilmemiştir.
Yüzün zikredilmesi, hakîkatte ziyâde değildir. Çünki baş, çoğu kere yüz yerine kullanılır. Boynun kesilip ayrılması, ancak başın kesilmesinde kullanılır. O bakımdan yüzü yok etmekten maksad, aynen başı kesmek gibidir. Onun ibâresi, "eğer başı kesikse, onda bir beis yoktur. Şâyet sûretin yüzü yok edilse, o başı kesmek gibidir" şeklindedir.
Diğer uzuvlar, yaşamanın bağlı olduğu şeyler olmaları hususunda benzer olsalar bile, yüz ve baş ma’nâsında değillerdir. Çünkü yüz canlı sûretinde asıldır. İşte Ebû Hurayra (radıyallâhu anhu), sadece bu sebeble yüzü ‘sûret’ diye isimlendirdi. Şubhe yoktur ki, onlar yüz için sûret derlerdi. Sûret yapanlar yüz ile yetiniyorlar. Paralarda sûretlerinin bulunmasını isteyen Hristiyan kralları, çoğu kez yüz ile yetiniyorlar. Şubhe yoktur ki, sûret yapmaktaki maksadların çoğu yüzle hâsıl oluyor. Bir şey de ancak maksadlarıyla hasıl olur.
İmâm Ebû Ca’fer et-Tahâvî, Ebû Hurayra (radıyallâhu anhu)’dan şöyle rivâyet etti: "Sûret baştır; başı olmayan hiçbir sûret, sûret değildir."
(Tahâvî, Ş. Meânî’l-Âsâr (4/287)
El Hidâye’nin ‘timsâlin başı kesik olursa, o, timsâl değildir’ dediği yerdeki sözü ancak bu yana bakmaktadır. İşte İmâm Muhammed'in, el-Câmiu’s-Sağîr’deki ibâresi aşağıdaki gibi dir:
“Muhammed Ya’kûb'dan (Ebû Yûsuf’dan) oda Ebû Hanîfe'den rivâyet etti: ‘Sûretin başı kesikse, o, sûret değildir.’
"İmâm Nesefî, el-Vâfî isimli kitâbında açıkça, ‘sûretin başı kesik değilse, mekrûhluk kalkmaz’ demektedir.
Nesefî’nin ibâresi işte şudur: "Başının üzerinde, tavanda, önünde veya hizasında, başı kesilmemiş bir sûret bulunursa mekrûh olur."
Zâhir olan şudur ki, bu söz ‘göğüse ulaşan veya boyun yarısına kadar olan sûretin, başı kesik değilse, yasaklık hükmünün kalk mayacağı’nı ifâde etmektedir. Allah celle celâluhû en iyisini bilir.
Hâşiye sâhiblerinin kabûllendikleri ve el-Hâdimî’ nin de ed-Durru'l Muhtar üzerine yazdığı hâşiyesinde ona tâbi’ olduğu ed-Durru’l-Muhtâr kavlini düşün. Orada şöyle demişti: ‘Başı kesik olması’ ile murâd edilen, ‘onsuz yaşamanın mümkün olmayacağı yüz gibi uzvu silmek’tir.
İbnu’l-Humâm şöyle dedi: "Ellerini, ayaklarını keserse mekrûhluk kalkmaz. Çünki insan, bazen el ve ayakları kesik olarak da yaşar."
Allâme Tahtâvî, el-Feth'in bu ifâdesinden ta'mîm'i/genellemeyi çıkarmış ve Merâkı’l-Felâh hâşiyesinde şöyle yazmıştır:
"Başı kesik ifâdesi kayıd değildir. Başı kesik olmakla murad edilen bu sûreti her ne şekilde olursa olsun yaşamayacak bir hâle getirmektir."
Bu ma’nâ çıkarmakta, gizli kalmayacak bir söz kaldırır yan vardır. Çünki el-Feth'in sözünden hulâsa olarak anlaşılan, ‘sûretin, hayât olabilecek bir hâlde bulunduğu için mekrûh olduğu’dur. Her bir sûret ki, bu hâldedir, o mekrûhdur. Bundan da, ‘Mekrûh olan her bir şey bu hâlde olur’ mânâsı anlaşılmaz.
Başı kopuk/kesik kelebek şeklindeki yüzüğünüze gelirsek, kullanmamanızı öneririz. Çünkü, yüzükte bulunacak küçüklükteki bir kelebek heykelinin, (yakından incelenmediği taktirde) insanlar tarafından başı olmadığı zaten fark edilemez.
Sûret, başsız olduğu veya başı kesik olduğu zaman, hiçbir mekrûhluk yoktur. El-Hulâsa'da ve ona tâbi’ olarak Tenvîru’l-Ebsâr, el-Hilye, el-Bahru’r-Râik, Câmiu’r-Rumûz, el-Ğunye, Sağîrî (El-Halebî’s-Sağîr olabilir), eş-Şurunbilâliyye ve ed-Durer üzerine olan AbdulHalîm'de “yüz”de ziyâde edilmiştir. Çünkü ‘yüz’ün yok edilmesi ‘baş’ın kesilmesi gibidir.
Zahîratu’l-Ukbâ’da, ez-Zeyleî üzerine yazılan Şelbî'de, ed-Durer üzeri ne yazılan Hasan Acemî'de, el-İnâye üzerine yazılan Sa’di Efendî' de, el-Kenz üzerine yazılan el-Miskîn'de, hatta çoğu kez ed-Durru’l-Muhtâr'dan alan Ebû's-Suûd el-Ezherî'de yüzün ziyâde edilmesinden söz edilmemiştir.
Yüzün zikredilmesi, hakîkatte ziyâde değildir. Çünki baş, çoğu kere yüz yerine kullanılır. Boynun kesilip ayrılması, ancak başın kesilmesinde kullanılır. O bakımdan yüzü yok etmekten maksad, aynen başı kesmek gibidir. Onun ibâresi, "eğer başı kesikse, onda bir beis yoktur. Şâyet sûretin yüzü yok edilse, o başı kesmek gibidir" şeklindedir.
Diğer uzuvlar, yaşamanın bağlı olduğu şeyler olmaları hususunda benzer olsalar bile, yüz ve baş ma’nâsında değillerdir. Çünkü yüz canlı sûretinde asıldır. İşte Ebû Hurayra (radıyallâhu anhu), sadece bu sebeble yüzü ‘sûret’ diye isimlendirdi. Şubhe yoktur ki, onlar yüz için sûret derlerdi. Sûret yapanlar yüz ile yetiniyorlar. Paralarda sûretlerinin bulunmasını isteyen Hristiyan kralları, çoğu kez yüz ile yetiniyorlar. Şubhe yoktur ki, sûret yapmaktaki maksadların çoğu yüzle hâsıl oluyor. Bir şey de ancak maksadlarıyla hasıl olur.
İmâm Ebû Ca’fer et-Tahâvî, Ebû Hurayra (radıyallâhu anhu)’dan şöyle rivâyet etti: "Sûret baştır; başı olmayan hiçbir sûret, sûret değildir."
(Tahâvî, Ş. Meânî’l-Âsâr (4/287)
El Hidâye’nin ‘timsâlin başı kesik olursa, o, timsâl değildir’ dediği yerdeki sözü ancak bu yana bakmaktadır. İşte İmâm Muhammed'in, el-Câmiu’s-Sağîr’deki ibâresi aşağıdaki gibi dir:
“Muhammed Ya’kûb'dan (Ebû Yûsuf’dan) oda Ebû Hanîfe'den rivâyet etti: ‘Sûretin başı kesikse, o, sûret değildir.’
"İmâm Nesefî, el-Vâfî isimli kitâbında açıkça, ‘sûretin başı kesik değilse, mekrûhluk kalkmaz’ demektedir.
Nesefî’nin ibâresi işte şudur: "Başının üzerinde, tavanda, önünde veya hizasında, başı kesilmemiş bir sûret bulunursa mekrûh olur."
Zâhir olan şudur ki, bu söz ‘göğüse ulaşan veya boyun yarısına kadar olan sûretin, başı kesik değilse, yasaklık hükmünün kalk mayacağı’nı ifâde etmektedir. Allah celle celâluhû en iyisini bilir.
Hâşiye sâhiblerinin kabûllendikleri ve el-Hâdimî’ nin de ed-Durru'l Muhtar üzerine yazdığı hâşiyesinde ona tâbi’ olduğu ed-Durru’l-Muhtâr kavlini düşün. Orada şöyle demişti: ‘Başı kesik olması’ ile murâd edilen, ‘onsuz yaşamanın mümkün olmayacağı yüz gibi uzvu silmek’tir.
İbnu’l-Humâm şöyle dedi: "Ellerini, ayaklarını keserse mekrûhluk kalkmaz. Çünki insan, bazen el ve ayakları kesik olarak da yaşar."
Allâme Tahtâvî, el-Feth'in bu ifâdesinden ta'mîm'i/genellemeyi çıkarmış ve Merâkı’l-Felâh hâşiyesinde şöyle yazmıştır:
"Başı kesik ifâdesi kayıd değildir. Başı kesik olmakla murad edilen bu sûreti her ne şekilde olursa olsun yaşamayacak bir hâle getirmektir."
Bu ma’nâ çıkarmakta, gizli kalmayacak bir söz kaldırır yan vardır. Çünki el-Feth'in sözünden hulâsa olarak anlaşılan, ‘sûretin, hayât olabilecek bir hâlde bulunduğu için mekrûh olduğu’dur. Her bir sûret ki, bu hâldedir, o mekrûhdur. Bundan da, ‘Mekrûh olan her bir şey bu hâlde olur’ mânâsı anlaşılmaz.
Başı kopuk/kesik kelebek şeklindeki yüzüğünüze gelirsek, kullanmamanızı öneririz. Çünkü, yüzükte bulunacak küçüklükteki bir kelebek heykelinin, (yakından incelenmediği taktirde) insanlar tarafından başı olmadığı zaten fark edilemez.