Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

CAHİLİYE TOPLUMU VE İMAN

M Çevrimdışı

mub@rek_22

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
CAHİLİYE TOPLUMU VE İMAN

Allah Kuran'da temelde iki farklı insan topluluğundan bahsetmektedir. Bu insan topluluklarından birincisi cahiliye toplumudur. Cahiliye toplumu, her ne kadar içinde farklı bölünmelere sahip olsa da, genel olarak hayatını Kuran ahlakına göre şekillendirmeyen, Allah'a iman etmeyen ve kendi oluşturdukları inançlara göre yaşayan insanları temsil eder. Diğeri ise, iman eden, tüm hayatlarını Allah'ın emir ve tavsiyelerine göre şekillendiren, Allah'tan korkup sakınan, Kuran ahlakını yaşayan mümin kimselerdir.

Kuran ayetlerine baktığımızda, Allah'ın değişmez bir kanunu olarak, cahiliye toplumlarının tarihin her döneminde sayıca daha çok, iman edenlerin ise daha az bir topluluğu oluşturduğunu görürüz.

Allah'ın Kuran'da bildirdiği üzere, tarih boyunca cahiliye toplumlarında inkar edenlerin bazı önde gelenleri Allah'ın elçilerine ve iman edenlere karşı birleşmişve onları kendi dinlerine döndürebilmek için mücadele etmişlerdir.

İnkar edenler, Allah'ın seçtiği elçileri aracılığıyla kendilerine ulaşan, onlara neden var olduklarını, nereye döneceklerini ve nasıl yaşamaları gerektiğini bildiren hak dinden yüz çevirmişlerdir. Allah'ın göndermişolduğu bu İlahi yol göstericilere uyan ve diğer insanları da bu ahlakı yaşamaya davet eden müminlere karşı ise, kimi zaman düşmanca bir tutum içerisine girmişlerdir.

Çünkü müminlerin insanları davet ettikleri Kuran ahlakı, cahiliye toplumu içerisindeki kimi insanların menfaatlerini dayandırdıkları çarpık düzene karşı büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenle bu kurulu düzenden menfaat sağlayan cahiliye toplumları ve özellikle de bunların bazı önde gelenleri, peygamberlere uyulmasını ve Kuran ahlakının insanlar arasında yaygınlaşmasını istememişlerdir.

Bu kimselerin bu konudaki tavırlarının nedenlerini görebilmek için cahiliye toplumlarının düzenlerini yakından inceleyelim.


Cahiliyenin Düzeni

Kuran'da, tarihin çeşitli dönemlerinde Allah'ın Resullerine ve müminlere karşı mücadele vermişolan cahiliye toplumlarından söz edilmiştir. Bunlar farklı coğrafyalarda, farklı devirlerde yaşayan toplumlar olarak, elbette birbirlerinden bazı yönlerde ayrılmaktadırlar. Ancak yine de temelde birçok ortak noktaları vardır ve cahiliye karakterini oluşturan özellikler de bu ortak noktalardır.

Kuran'da, tarih boyunca yaşamışolan tüm cahiliye toplumlarında, insanlar arasında dinden uzak bir ahlak anlayışını yaygınlaştırmaya çalışan 'önde gelen" bazı kişiler olduğu bildirilmiştir. Toplumun tüm ahlaki değerlerini, inançlarını ve temel konulardaki tüm düşüncelerini, maddi manevi pek çok açıdan güç sahibi olan bu kişiler belirlerler. Kendi kavmine "Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan da başkasına yöneltmiyorum" (Mümin Suresi, 29) diyen Firavun, bunun açık bir örneğidir. Allah, başka ayetlerde de din ahlakına karşı mücadele eden "kavmin önde gelenleri"nin, toplumun düşüncesini kontrol altında tutmak için çeşitli telkinlerde bulunduklarını haber verir:

Nuh: "Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine ziyandan başka bir şeyi artırmayan kimselere uydular. Ve büyük büyük hileli-düzenler kurdular. Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, ne Ye'uk'u ve ne de Nesr'i. Böylece onlar, çoğu kimseyi şaşırtıp-saptırdılar. Sen de o zalimlere sapıklıktan başkasını artırma." (Nuh Suresi, 21-24)

Onlardan önde gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl istenen budur" diye çekip gitti. "Biz bunu, diğer dinde işitmedik, bu, içi boşbir uydurmadan başkası değildir." "Zikir (Kur'an), içimizden ona mı indirildi?" Hayır, onlar Benim zikrimden bir kuşku içindedirler. Hayır, onlar henüz Benim azabımı tatmamışlardır. (Sad Suresi, 6-8)

Tarihin çeşitli dönemlerinde yaşamışolan elçilerin de karşı karşıya kaldıkları bu tarz din karşıtı kişiler, yalnızca topluma "inkarcı bir düşünce" telkin etmekle kalmamış, aynı zamanda bu düşünceyi kabul etmeyenlere karşı baskı ve zor kullanmışlardır. Özellikle de müminler tarafından tebliğ edilen din ahlakının yaşanmasını engellemek için bu yola başvurmuşlardır. Hz. Musa'ya iman eden büyücülere "... Ben size izin vermeden önce O'na iman ettiniz, öyle mi?.." (Araf Suresi, 123) diyen ve onları işkence ile tehdit eden Firavun, bu durumu ortaya koyan örneklerden biridir.

Ayetlerde de gördüğümüz gibi, inkarcıların cahiliye düzenlerini ayakta tutmak için benimsedikleri temel birtakım değer yargıları vardır. Bunların başında ekonomik menfaatler gelir. Kuran'da yer alan kıssalara baktığımızda, iman edenlere karşı mücadele eden bu kişilerin genellikle büyük bir maddi güce sahip oldukları görülür. Firavun, bu konuda da açık bir örnektir. Ancak dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, bu tarz kişilerin, maddi zenginliklerini genellikle meşru yollardan değil, insanların eşyasını değerden düşürüp eksilterek (Hud Suresi, 85) ve eksik ölçüp tartarak (Mutaffıfin Suresi, 1), yani hile ve sahtekarlık yoluyla kazanmışolmalarıdır. Fakat bu durum, onların toplum içerisindeki itibarlarını sarsmaz. Aksine cahiliye toplumunun daha alt kesimleri, "... Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı, gerçekten o büyük bir pay sahibidir..." (Kasas Suresi, 79) diyenler gibi, onların durumuna gıpta ile bakarlar. Söz konusu cahiliye düzeni, insanlar arasında yoğun bir makam hırsının gelişmesine neden olur. Alt kadrolar, zirveye yakınlaşabilmek, zirvedekilerin gözüne girebilmek için birbirleriyle yarışırlar. Hz. Musa'ya karşı mücadeleye girişirken Firavun'a "Eğer biz galip olursak, herhalde bize bir karşılık var, değil mi?" diye soran büyücüler bu durumun bir örneğidir. Firavun'un cevabı da aynı şekilde bu durumu ispatlar niteliktedir: "Evet" dedi, (o zaman) siz en yakın(larım) kılınanlardan olacaksınız." (Araf Suresi, 114)

Cahiliye toplumlarının bir başka özelliği de, kendilerine atalarından miras kalan birtakım geleneklere sıkı sıkıya bağlı olmalarıdır. Bir uygulamanın ya da bir düşüncenin kendilerine atalarından miras kalmışolmasının, onu kutsallaştırdığını ve mutlak bir doğru haline getirdiğini düşünürler. Allah'ın Kuran ayetlerinde bildirdiği gibi, özellikle de din konusunda tamamen atalarına bağlıdırlar. Babalarından, dedelerinden ve çok daha eski "büyük"lerinden din adı altında ne öğrendilerse, bu yanlışinançlarını aynen korurlar. Bu insanların birçoğu geleneklerinin dışındaki hiçbir uygulamayı kabullenmezler. Allah, bu durumu Kuran'da şöyle haber verir:

Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamışidiyseler? (Bakara Suresi, 170)

Açıkça görüldüğü gibi, tarihte örneklerini gördüğümüz, peygamberlere karşı mücadele vermişolan cahiliye toplumlarının temeli son derece çarpık bir inanç sistemi üzerine kurulmuştur. Bu inanç sistemini benimseyen insanlar Allah'ın dininden yüz çevirmişve kendi tutku ve isteklerine göre yaşamaya başlamışlardır.

Peki bu toplumlar, Allah'tan gelen bir yol gösterici ile karşılaştıklarında nasıl bir durum ortaya çıkmıştır? Kendilerine, yollarının yanlışolduğunu bildiren, onları Allah'ın doğru yoluna çağıran bir Resulle ya da bir mümin topluluğuyla karşılaştıklarında ne gibi tepkiler vermişlerdir?


Önde Gelenlerin Tepkisi

Kendilerine bir tebliğ ulaştığında cahiliye toplumundaki insanlar ya tevbe edip iman eder ve din ahlakına uyar ya da inkarlarına devam ederler. Zengin ya da fakir, güçlü ya da güçsüz, cahiliye toplumunun her ferdi imanı seçebilir ya da inkarda diretebilir. Bunun bilgisi ancak Allah'a aittir.

Cahiliye toplumundaki insanlar arasında ekonomik güce sahip olmayan kişiler, kendilerine tebliğ edilen hak dini kabul etmeseler de, müminlere karşı ciddi bir tepki göstermeyebilirler. Ancak maddi gücü olan ve toplum üzerinde etkisi bulunan bazı önde gelenler açısından durum daha farklıdır. Çünkü onlar, başta da belirttiğimiz gibi, kurulu olan cahiliye düzeninden büyük menfaat sağlamaktadırlar ve bu çarpık yapıyı düzeltmeye yönelik her türlü girişime şiddetle cephe alırlar.

Peki hak din neden onların menfaatlerini bu kadar zedeler?

Bunun farklı nedenleri vardır. Bunların başlıcalarından biri, peygamberlerin şahıslarıyla ilgilidir. Peygamberler, insanları din ahlakını yaşamaya davet ederken, aynı zamanda Allah'ın bir emri olarak kendilerine itaat edilmesini de isterler. Allah Kuran'da Resullerin, "Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin." diyerek insanlara Allah'ın bu tebliğini ulaştırdıklarını haber verir. (Al-i İmran Suresi, 50; Şuara Suresi, 108, 126, 144, 163, 179; Zuhruf Suresi, 63; Nuh Suresi, 3) Resuller, insanların kendilerine uymalarını istemektedirler, çünkü Allah, elçilerini insanlara önderlik etmeleri için göndermiştir. Allah'ın Hz. İbrahim'e bildirdiği "... Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım" (Bakara Suresi, 124) hükmü, tüm peygamberler için geçerlidir.

Bu durum, peygamberlerle aynı dönemde yaşayan cahiliye toplumlarının önde gelenleri için büyük bir tehdit oluşturmuştur. Peygamberlerin insanlar arasında yerleşik kılmaya çalıştıkları dürüstlük, adalet, güzel ahlak gibi kavramlar, bu kimselerin haksız yollardan elde ettikleri menfaatlerini zedeleyecektir. Dahası, Allah'ın dininin temsilinin bir başkasına verildiğini görmek, bu kimselerin kıskançlığa kapılmalarına da neden olmuştur. Allah Kuran'da onların bu kıskançlıklarını "Zikir (Kuran), içimizden ona mı indirildi?.." (Sad Suresi, 8) ya da "... Bu Kuran, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf Suresi, 31) gibi sözlerle ifade ettiklerini bildirmektedir. Ellerinde tuttukları ve onlara büyük çıkarlar sağlayan iktidarlarını ölçü alarak, insanların, Allah'ın elçisi olduğu için bir başkasının yoluna uymalarını kabullenememişlerdir.

İktidar hırsları, aslında vicdanen doğru yolda olduklarını bildikleri halde, onları peygamberlere karşı mücadele etmeye itmiştir. Peygamberlere karşı mücadele ederken en çok kullandıkları yöntem ise, peygamberlerin kendilerine itaat edilmesini Allah'ın rızası için değil, kendi menfaatleri için istedikleri iftirası olmuştur. Firavun'un önde gelen çevresinin, Hz. Musa ve Hz. Harun'a karşı söyledikleri "... Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz..." (Yunus Suresi, 78) sözü, bu iftiranın örneklerindendir. Hz. Salih'e karşı öne sürülen "... O çok yalan söyleyen, kendini beğenmişbir şımarıktır." (Kamer Suresi, 25) iftirasının temelinde de aynı mantık yer almaktadır. İnkarda önde gidenler, Hz. Nuh'a da benzer saldırılarda bulunmuşlardır:

Bunun üzerine, kavminden inkara sapmışönde gelenler dediler ki: "Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemişolsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmişatalarımızdan da bunu işitmişdeğiliz. O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin." (Müminun Suresi, 24-25)

Cahiliye toplumunun önde gelenlerinin peygamberlere ve onlarla birlikte iman edenlere tepki göstermelerinin bir diğer nedeni, onların kurulu olan cahiliye düzeninin işleyişini bozacakları korkusudur. Onlar tarih boyunca, Allah'ın dinini insanlara anlatan peygamberlerin, kurulu düzeni ayakta tutan "dünya görüşünü", yani inkarcı felsefeyi ortadan kaldıracaklarından ve böylece düzeni kaçınılmaz bir çöküşe sürükleyeceklerinden korkmuşlardır. Peygamberlerin tebliğ ettiği din ahlakı ile, kendilerine menfaat sağlayan çarpık sistemin ve ahlak anlayışının geçerliliğinin yavaşyavaşürütüldüğünü görmüşve bundan büyük bir endişe duymuşlardır. Ayrıca müminler, cahiliye toplumunda yaşanan her türlü suçu, ahlaksızlığı ve azgınlığı ortaya çıkarıp kınamakta ve bunların yerine insanları dürüstlüğe, adalete davet etmektedirler. Bu durumun bir örneği, Kuran'da Hz. Şuayb ile kavmi arasında geçen bir konuşmada da görülmektedir:

Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir 'bolluk ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum."
"Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp-eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın."
"Eğer müminseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim."
Dediler ki: "Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın." (Hud Suresi, 84-87)

Hz. Şuayb, inkarcı kavmini "atalarının taptığı şeyleri bırakmaya" ve onları "malları konusunda diledikleri gibi davranmaktan vazgeçirmeye" çalışmaktadır. Yani, cahiliye toplumunda kurulu olan yanlışahlak anlayışına muhalefet etmekte, dolayısıyla kavmin önde gelenlerinin menfaatlerine de engel olmaktadır. Bu, tüm peygamberlerin ortak özelliğidir. Nitekim bu nedenle, inkarcılar tarafından "muptil olanlar" (iptal edenler, bozanlar, ortadan kaldıranlar) olarak tanımlanmışlardır. Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:

Andolsun, Biz bu Kuran'da insanlar için her örneği gösterdik. Şüphesiz, sen onlara bir ayetle geldiğin zaman, o inkar edenler, mutlaka: "Siz ancak muptil olanlardan başkası değilsiniz" derler. İşte Allah, bilmeyenlerin kalblerini böyle mühürler. (Rum Suresi, 58-59)

Bunun yanı sıra, peygamberler ve salih müminler, toplumda hakim olan çarpık ahlak anlayışını değiştirmek için hiçbir girişimde bulunmasalar bile, sadece varlıklarıyla dahi önde gelenlerin tepkilerini çekerler. Kendilerinin o toplumun çarpık dünya görüşünü terk etmişve Allah'ın emrettiği güzel ahlakı en güzel şekilde yaşıyor olmaları dahi, insanlar için dikkat çekici bir örnek ve önemli bir tebliğ vesilesi olmuştur. Onların cahiliyenin çarpık ahlakını reddetmeleri ve yepyeni bir ahlak anlayışı üzerinde yaşamaya başlamaları, zaman içerisinde cahiliye toplumundaki diğer pek çok insanın da din ahlakına yönelmelerini sağlayacaktır. İşte kavmin önde gelenlerinin, Allah'ın dinini tebliğ eden peygamberleri, elde ettikleri haksız menfaatlerine yönelik bir tehdit olarak görmelerinin nedeni budur. Hz. Lut'un, yaygın bir biçimde sapkın cinsel eğilimleri olan toplumun ahlaksızlığından uzak durduğu için gördüğü tepki, bunun dikkat çekici bir örneğidir. Allah Kuran'da bu olayı şöyle anlatır:

Hani Lut da kavmine şöyle demişti: "Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz." Kavminin cevabı: "Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!" demekten başka olmadı. (Araf Suresi, 80-82)

Kısacası Resuller her dönemde gönderildikleri toplumlar için tam anlamıyla birer "muptil", yani "iptal edici" olmuşlardır. Allah'ın yeryüzündeki halifeleri olarak, yepyeni bir anlayışla ortaya çıkmışve insanlara batıl cahiliye inançlarının geçersizliğini, mantıksızlığını anlatmışlardır. Söz konusu toplumun refahtan şımarmışolan önde gelenleri ise, buna karşı direnmekte ısrar etmişlerdir. Hz. Musa ve Hz. Harun'a karşı "... Bunlar... örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi) yok etmek istemektedirler." (Taha Suresi, 63) diyerek mücadele eden ve "... Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum." (Mümin Suresi, 26) diyen Firavun ve kavminin önde gelenleri gibi, kendi çarpık düzenlerini korumaya çalışmışlardır.

Allah Kuran'da inkarcıların, peygamberlere karşı başlattıkları mücadelenin, iman edenlerin hicreti, insanların hak dine girmeleri ya da -Allah'tan gelen bir karşılık olarak- inkar edenlerin helak edilmeleriyle sonuçlandığını bildirmiştir.


"Biz İstemesek de mi?.."

Kuran'da cahiliye toplumlarının peygamberlere ve salih müminlere karşı giriştikleri mücadeleler anlatılırken, kavmin önde gelenlerinin attıkları iftiralara, düzenledikleri saldırılara ve tuzaklara dikkat çekilmiştir. Yaşadığı toplumu Allah'a iman etmeye davet eden her peygamber, bu toplumun önde gelenleri tarafından önce tehdit edilmişsonra da dozu gittikçe artan saldırılarla karşılaşmıştır.

Allah Kuran'da, inkar edenlerin bu sözlü ve fiili saldırılarının örneklerini vermiştir. Bunların başında peygamberlere yönelik suçlamalarda bulunulması, delilik, büyücülük, çıkarcılık gibi asılsız iftiralarla karalanmaya çalışılması gelir.

Örneğin dönemin inkarcıları Hz. Nuh'a delilik iftirasında bulunmuşlardır. Allah Kuran'ın, "... Kulumuz (Nuh)u yalanladılar ve: 'Delidir' dediler. O baskı altına alınıp engellenmişti." (Kamer Suresi, 9) ayetiyle bu gerçeği bizlere haber verir. Aynı asılsız suçlama Hz. Musa'ya da yapılmıştır. Firavun, "... (Bu,) ya bir büyücü veya bir delidir..." (Zariyat Suresi, 39) sözleriyle Hz. Musa'ya iftira atmaya çalışmıştır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'e de, dönemin inkarcıları "... Ey kendisine kitap indirilen, gerçekten sen cinlenmiş(bir deli)sin..." (Hicr Suresi, 6) şeklinde çirkin saldırılarda bulunmuşlardır. Allah, inkar edenlerin tarih boyunca kendilerine gönderilen her elçiye karşı bu tür suçlamalarda bulunduklarını haber vermektedir:

İşte böyle; onlardan öncekiler de bir elçi gelmeyiversin, mutlaka: "Büyücü ve cinlenmiş" demişlerdir. Onlar bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, azgın ve taşkın bir kavimdirler. (Zariyat Suresi, 52-53)

İnkarcı toplumlar, Allah'ın insanlara uyarıcı ve korkutucu olarak gönderdiği peygamberleri, aynı zamanda akli yetersizlik ya da yalancılıkla da suçlanmışlardır. Kendi toplumunu "... Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Hala korkup-sakınmayacak mısınız?" (Araf Suresi, 65) sözleriyle uyaran Hz. Hud'a, kavminin önde gelenleri şöyle demişlerdir:

"... Gerçekte biz seni 'aklî bir yetersizlik' içinde görüyoruz ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz." (Araf Suresi, 66)

Aynı yöntem, peygamberlere iman eden salih müminlere karşı da kullanılmıştır. Allah Kuran'da, kendilerine "... İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin..." denildiğinde, "... Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?.." diyen kimseleri haber verir. (Bakara Suresi, 13) Oysa, ayetin devamında Rabbimizin bildirdiği gibi "... gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler".

Allah ileri gelen inkarcıların, Hz. Nuh'a karşı da şunları söylediklerini bildirir:

... Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi yalancılar sanıyoruz... (Hud Suresi, 27)

Tüm bu iftiraların arkasında iki temel neden vardır. Birincisi, ileri gelen inkarcıların müminlerin izledikleri yolu gerçekten de anlayamamalarıdır. Dünya hayatına hırsla bağlanmışolan bu kimseler, müminlerin maddi menfaatlerini hiçe sayarak tüm hayatlarını Allah'ın razı olacağı şekilde geçirme konusundaki kararlılıklarını kavrayamamaktadırlar. İnkar edenlerin iman edenlere yönelik, "... Bunları dinleri aldattı..." (Enfal Suresi, 49) şeklindeki sözlerinin ardında da bu kavrayışeksikliği yer almaktadır. Onları en çok şaşırtan şey, daha önceden tanıdıkları ve aklı başında olduklarını bildikleri kimselerin Allah'a iman etmeleri ve diğer insanları da Kuran ahlakını yaşamaya davet etmeleridir. Kavminin Hz. Salih'e söylediği sözler, bu durumu ortaya koyan örneklerden biridir:

Dediler ki: "Ey Salih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." (Hud Suresi, 62)

İnkar edenlerin müminlere yönelttikleri iftiraların ikinci nedeni ise stratejiktir. İleri gelenler, kendileri için bir tehdit haline gelmeye başlayan elçileri ve mümin topluluğunu yıldırmak ve yollarından döndürmek için iftiralara başvurmuşlardır.

Ancak inkar edenlerin bu yöndeki çabaları hiçbir zaman için sonuç vermemiştir. Allah, bizlere tüm Resullerin ve yanlarındaki salih müminlerin her türlü iftiraya, alaya ve incitici söze karşı hiçbir yılgınlığa kapılmadan imanlarında kararlılık gösterdiklerini bildirmiştir.

Salih müminlerin iftiralardan etkilenmediklerini gören kavmin önde gelen inkarcıları, bu durumda da fiili saldırılara, baskılara ve tehditlere başlarlar. Firavun Hz. Musa'ya "... Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım." (Şuara Suresi, 29) tehdidinde bulunmuştur. Allah Hz. Şuayb'a yapılan ölüm tehdidini ise Kuran'da şöyle haber verir:

"Ey Şuayb" dediler. "Senin söylediklerinin çoğunu biz 'kavrayıp anlamıyoruz'. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin." (Hud Suresi, 91)

Hz. İbrahim'in inkarcı kavmi ise, "... Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu (İbrahim'i) yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun" (Enbiya Suresi, 68) diyerek, onu ateşe atıp öldürmek istemiştir. Hz. Salih'in kavmindeki inkarcılar ise, kendilerine gönderilen elçilerini öldürmek için şöyle bir tuzak kurmuşlardır:

Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: "Gece mutlaka ona (Salih'e) ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yok oluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim." (Neml Suresi, 48-49)

Allah'ın elçilerine kurulan tuzakların ve yapılan tehditlerin içinde özellikle bir tanesi oldukça yaygındır: Resulleri ve iman edenleri yurtlarından sürme tehdidi. Hemen her kavmin önde gelenleri, "kurdukları cahiliye düzenini bozan" kimseler olarak değerlendirdikleri müminlerden kurtulmanın yolunun, onları yurtlarından uzaklaştırmak olduğunu düşünmüşlerdir:

İnkar edenler, Resullerine dediler ki: "Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize geri döneceksiniz." Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki: "Şüphesiz Biz, zulmedenleri helak edeceğiz. "Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalıktır)." (İbrahim Suresi, 13-14)

Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır: İlk başta, inkar edenlerin söz konusu sürgün, tehdit ya da isteklerinin, müminlerin yaptığı hicretin de başlangıcı olduğu düşünülebilir. Oysa Rabbimizin Kuran'da haber verdiği kıssalara baktığımızda, inkar edenlerin sürgün tehditlerinin müminler için bir "hicret nedeni" olmadığını görürüz. Aksine, hemen her mümin toplumu, inkar edenlerin bu sürgün etme tehditlerine aldırmamışve Allah'ın hak dinini tebliğ etmeye devam etmişlerdir. Hz. Şuayb'ın kavmi ile olan arasında geçen bir konuşma, bu durumun önemli bir örneğini oluşturur:

Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: "Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz." (Şuayb:) "Biz istemesek de mi?" dedi, "Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah'a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak işdeğildir. Rabbimiz, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Biz Allah'a tevekkül ettik. 'Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında 'Sen hak ile hüküm ver,' Sen 'hüküm verenlerin' en hayırlısısın." (Araf Suresi, 88-89)

"Biz istemesek de mi?"... Bu söz, Hz. Şuayb'ın inkarcılara karşı ne denli güçlü, kararlı ve dirayetli bir tavır sergilediğini ortaya koymaktadır.

Müminlerin, içinde yaşadıkları kavmi terk etmelerinin nedeni ise, kendilerine gözdağı vermeye çalışan inkarcıların tehditleri değildir. Çünkü iman edenler, Allah dilemedikçe inkar edenlerin kendilerine hiçbir şekilde zarar veremeyeceklerinin bilincindedirler.

Peki ama o halde, Allah'ın Resulleri ve müminler neye göre hicret etmişlerdir?


"Allah'ın Arzı GenişDeğil miydi?"

Allah Kuran'da peygamberlerin hicretlerinin oldukça uzun ve zorlu bir mücadeleden sonra gerçekleştiğini haber vermiştir. Müminler hicret etmeden önce, yaşadıkları toplumu doğru yola iletebilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmış, karşılaştıkları tüm tehdit ve baskılara karşı sabretmişlerdir. Çünkü Rabbimiz her peygamberi içinde yaşadığı topluluğu uyarıp korkutmak için görevlendirmiştir. Bu nedenle elçiler, Allah'ın bu konuda açık bir hükmü olmadığı sürece bu görevi bırakıp gitmemişlerdir. İnkarcıların onları yurtlarından sürmek için gösterdikleri çabalara ise büyük bir sabır ve tevekkülle göğüs germişlerdir.

Dolayısıyla hicretin nedeni, inkarcıların iman edenlere uyguladıkları baskılar değil, Allah'ın bu konuda peygamberlere vermişolduğu hükümdür. İnkarcıların tüm baskıların rağmen, hicret ancak Allah'ın dilediği anda gerçekleşmiştir.

Peki Allah'ın hicret hükmünü vermesi nasıl olmuştur?

Allah peygamberlerine hicret hükmünü melekler aracılığıyla vahyederek bildirmiştir. Hz. Lut'a giden ve ona Rabbimizin "... Ey Lut, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında ailenle birlikte yürü..." (Hud Suresi, 81) hükmünü haber veren melekler bunun bir örneğidir. Aynı şekilde, Peygamberimiz (sav)'in ve sahabelerin hicretleri de, konuyla ilgili ayetlerin indirilmesinden sonra gerçekleşmiştir.

Allah'tan bir vahiy gelmediği durumda ise, elçilerin ve salih müminlerin hicret hükmünü gerçekleştirmeleri, Kuran'daki ilgili ayetlerin yaşanmasıyla söz konusu olmuştur. Rabbimiz Kuran'da bu durumu bizlere şu şekilde haber vermektedir:

Melekler kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: "Nerede idiniz?" Onlar: "Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz'aflar) idik." derler. (Melekler de:) "Hicret etmeniz için Allah'ın arzı genişdeğil miydi?" derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o? Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan müstaz'aflar olup hiçbir çareye güç yetiremeyenler ve bir yol (çıkış) bulamayanlar başka. Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. (Nisa Suresi, 97-99)

Kuran'daki bu ayetlerden anlaşıldığı üzere, bir insanın hicret etmesi için gerekli olan şart, Allah'a ibadetlerinin uygulanmasının somut bir biçimde engellenmesi ile oluşmaktadır. Kuşkusuz tarih boyunca inkar edenlerin birçoğu bu hükümlerin uygulanmasını engellemek istemişlerdir. Ancak Allah Kuran'da, peygamberin ve salih müminlerin onlara, "... bütün yapabileceğinizi yapın; şüphesiz, ben de yapacağım..." (Hud Suresi, 93) şeklinde cevap verdiklerini ve Allah'ın rızasını kazanmak için tüm güçleriyle mücadele ettiklerini bildirmiştir. Ancak bu mücadeleye hiçbir imkan yoksa ve müminler "yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz'aflar)" konumuna getirilmişlerse, o zaman, dini ibadetlerini uygulamaları ve Kuran ahlakını tebliğ etmeleri için bir başka yere hicret etmeleri gerekmiştir.

Bu tür bir hicretin, yani inkarcıların iman edenlerin ibadetlerini yerine getirmelerini imkansız hale getirmeleri üzerine gerçekleşen bir yer değiştirmenin örneğini Rabbimiz Kehf Suresi'nde bizlere bildirir. Ashab-ı Kehf, yani "mağara ehli" olarak anılan gençler, dinlerini koruyabilmek için bir mağaraya sığınmışlardır:

O gençler, mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: "Rabbimiz, katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl)"... Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmişgençlerdi ve Biz de onların hidayetlerini artırmıştık. Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; İlah olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?"

(İçlerinden biri demişti ki:)"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın"... Dediler ki: "... şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluşbulamazsınız." (Kehf Suresi, 10-20)

Ayetlerde bahsi geçen mümin gençler, dikkat edilirse, gerçekte cahiliye toplumundan iki ayrı hicret yaşamışlardır: İlk hicret, "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; İlah olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız." diyerek ve kavimlerinin içine düştüğü sapıklığı görerek yaşadıkları manevi hicrettir. Cahiliye toplumunda yaşanan ahlak anlayışını reddetmişler ve o toplumun dininden tamamen kopmuşlardır. Bu manevi hicretin ardından da fiziksel hicret gelmişve gençler, içinde yaşadıkları toplumu tam anlamıyla terk ederek mağaraya sığınmışlardır. Hicretin yolu, diğer mümin topluluklarında da bundan daha farklı olmamıştır. Her zaman için önce manevi bir ayrılış, sonra da fiziksel bir uzaklaşma yaşanmıştır.

Burada önemli bir noktaya daha dikkat etmek gerekir: Yukarıda yer alan ayetlerde belirtilen şartlarda gerçekleşen bir hicretle, inkar edenlerin "sizleri süreceğiz" tehdidi üzerine gerçekleşen bir göç arasında çok önemli bir fark vardır. İnkar edenler, müminlere "sizleri süreceğiz" tehdidinde bulunurken, onları sadece bulundukları yerden uzaklaştırmayı ister ve böylece de onlardan kurtulacaklarını düşünürler. Ancak Rabbimizin Kuran'da haber verdiği hicret örneklerine baktığımızda, inkar edenlerin hicret eden müminleri engellemeye ya da onları takip edip yakalamaya çalıştıklarını görürüz. Bu nedenle tarih boyunca iman edenlerin hicretleri hep gizlice gerçekleşmiştir. Yani inkar edenler müminlerin kendi yurtlarından uzaklaşmasıyla da yetinmemekte, gittikleri yerde de müminlerin kendi inkarcı düzenleri için bir tehlike oluşturabileceklerinden korkmaktadırlar. Çünkü müminler gittikleri yerde de yine insanları din ahlakına davet edecek, bu ahlakın insanlar arasında yerleşik kılınmasını sağlamaya çalışacaklardır.

Resulullah'ın hicreti bu durumun en somut örneklerinden biri olmuştur.
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt