Kitap 195 sayfa + 11 sayfa (Bu 11 sayfaa resimler bulunuyor)
Abdülhamid Muhaciri, kitabı Afganistan'ın bağrına birer lale olarak dikilen Bilal Yaldızcı ve Tekiner Tayfur'un aziz hatırasına ithaf etmiş.
Ayrıca kendileri cephedeyken merhum zarif insan Cahit Zarifoğlu'nun da "Yaz Abdülhamid oraları yaz.Sana önemsiz gelebilir fakat, her şeyi yaz!" diyerek cepheye ulaştırdığı mektuplarının teşvik mahiyetinde olduğunu yazmış.
27 Aralık 1979 tarihinde Rus kızıl ordusu Afganistan'ı işgâle başlıyor. Bu işgâlin ilk haftasında Erzurum'daki okullarda bir hareketlilik bulunuyor. Nümayiş yapılacak ve bu nümayişle gençler Afganistan'a kendilerini götürmek için uçak isteyecekler. Ancak bu istek karşılık bulmayacaktır. Şehadete sevdalı, cihad ve ümmetin Doğu'daki uzvu için yürekleri pır pır eden bu üniversite öğrencisi gençlerin dördü bir başka yoldan Afganistan cihadına katılmayı planlarlar. Binbir yol derdini göze alarak yolculuk başlar.
Afganistan'a geçiş, konaklamalar, konaklamalar sırasında yaşananlar, Afgan kültürü ve yaşayışı hakkında ipuçları, yollarda çekilen sıkıntılar ve cepheye varış. Roman tadında yazılmış ama okurken bazen Rabbim benim de kardeşlerimin yanında olmam gerekiyor bugün. Bahaneler üretiyorum. Yol aç bana, ,inşirah ver de şehadet gelsin diyorum.
İşte Muhaciri'nin 1. baskısını 1988 yılında yaptığı Cihad Günlüğü isimli bu kitabın benim elimdeki baskısı 3.
Kitap Özgün Yayıncılık'tan çıkmış.
Buradan kitabın dış özelliklerini inceleyebilirsiniz.
Kitaptan bir pasaj:
Karşıda bir yaylak var. Yirmi kadar ev bayırın yüzüne serpilmiş, bazılarından ince bir duman yükseliyor. Yol önce bir dereye inip tatlı bir yükselişle evlere doğru uzanıyordu. Koşarak dereye indik. Duru ve berrak su, öbek öbek kar kalıntılarının altından süzülüp geliyordu.
Tüfeğimi itina ile yere bıraktım. Su içmek için eğildiğim. "Vay dişlerim, bu ne soğuk su" Önden giden grup evlere varmıştı. Bu gece burada kalıp sabah yola devam kararı verildi.
Yaylacılardan bir kaç kişi geldi. Gruba reislik eden genç Afganlı onlarla bir süre konuştu. Sonra münkaşaya başladılar,öğrendiğimiz şuydu: Parayla dahi olsa süt, yoğurt cinsinden bir şey vermiyorlardı. Gece hava çok soğuk oluyormuş, yakacak isteğimize de red cevabı vermişler. "Yakacağı, biz de aşağıdan topluyoruz. Vakit henüz erken siz de gidip toplayın." diyorlarmış. Çevrede hiç ağaç yoktu. En az yarım saatte gidilebilecek mesafede, çam ağaçları vardı. Gösterdikleri tek gözlü yayla evinden başka hiçbir yardımları dokunamayacağını belirttiler.
Geçireceğimiz geceyi düşünmeye başladım. Toprakta değil yatmak, oturmak dahi sol bacağımdaki ağrıyı arttırıyordu. Ayağa kalkınca da uzunca süre yürüyemiyordum ve problem ağrıların artması değil, beni bir süre hareketsiz bırakmasıydı. Sabah yürüyüşe başlamadan önce, bacağım ısınıncaya kadar durumu nasıl idare edecektim.
Fatih(Bilal Yaldızcı) ve Cihadla beraber abdest almaya gittik. Taşlardan aşağı akarak gelen suya besmele çekip, niyet ederek ellerimizi soktuk. Fatih "Üff bu ne soğuk be!" diye şikayet etti. Ellerimizi zor yıkamıştık. Hohlamaya başladık, ağzımıza burnumuza su verirken, yüzümüzü yıkarken ellerimizi ısıtıyorduk. Cihad: "Şu yukarıda ağaç kökleri var, onları söküp götürelim, yakarız." dedi.
Hemen kayalara tırmandık. Kalın ot, kök, yakılacak cinsten şeyleri koparıp aşağıya atıyorduk. Topladıklarımızı kucaklayıp yaylaya döndük.
Küçük evin damında okunan ezandan sonra namaza durduk.
Toplanan ot ve kökler ufak bir yığın olmuştu. İhtiyar bir kadın da kucağında bir kaç yarma odun getirdi. Aynı kadın daha sonra bir kap da süt getirdi. Akşam namazından sonra ayaz çıktı. Havanın ısısı birden düştü. İnce gömleklerimiz bizi soğuktan koruyamadığı için içeri girdik. Hepimiz içeri girince oturacak yer kalmamıştı. Ateşi yavaş yavaş yakıyorlardı. Dumandan gözlerimiz acı biber sürülmüş gibi yanıyordu. Daha fazla dayanamayıp Cihad'la beraber dışarı çıktık. Duman solumaktansa soğuğa razı olmuştuk. Şaban ayıi gmkyüzünden her tarafa kurşunî renkte bir aydınlık yayıyordu. Derenin çağıltısı gecenin sessizliğinde güzel bir beste gibi akıp gidiyordu. Parkalarımızı yanımıza almadığımız için hayıflanıyorduk. ( s.58-59)