Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Cihad Mü'minin Her An Bütünleştiği Bir Ameldir

H Çevrimdışı

hasna

Üye
İslam-TR Üyesi
Maddî ve manevî cihad, İslâmî hayatın en büyük müeyyidi ve müeyyidesidir. Müminlerin hayatında cihad ruhu söndüğü zaman, yavaş yavaş iman ve İslâm aşkı da söner. Etraflarını çepeçevre fitne kıvılcımları, hatta fitne alevleri sarar; fitneler de hep fitne doğurur ve neticede evleri, sokakları, çarşı ve pazarları hep birer mel’anet yuvası haline gelir de, artık onlar bu korkunç hadiseler karşısında bile en ufak bir reaksiyon gösterme gayreti taşımazlar.

Ayrıca, kalplerden cihad arzu ve iştiyakının silinmesi nis­be­tin­de vahyin bereketi, ilahî maksadı anlama aşk ve şevki de kaybolur gider. Çünkü, kalpler artık ilham-ı ilahî’nin indiği yerler olmaktan çıkmış, dolayısıyla kişiler de ilahî esrardan nasipsiz hale gelmişlerdir. Böylelerinin geceleri de karanlıktır, gündüzleri de. Zira Allah, sadece cihad vazifesini omuzlayıp, yüce adını azametine uygun olarak yükseltme işini deruhte edenlerin kalplerine tecelli buyurur ve onların içinde yaşadıkları cemiyeti harabeye çevirmez. Evet, ferdin, ailenin ve topyekün bir cemaatin ma’mure olması, Allah’ın yüce adının ufkumuzda şehbal açması istikametinde gösterilecek gayretlere bağlıdır. Müminler bu mevzuda bir gayret ortaya koyabiliyor ve köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Hakk’ı anlatı­yor­lar­sa, Allah o toplumu her bakımdan ihya edecek demektir. Eğer bir cemaat de bu ruh ve bu aşkdan mahrum ise, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün cemiyetleri mutlaka başlarına yıkıla­cak ve kendileri de bu yıkıntının altında kalacaklardır. Tarih, nice azizlerin zelil; payidarların da payimal oluşlarına şahidlik etmek­­tedir. Bir zaman krallara taç giydirenler, zaman gelmiş el ayak öpecek duruma düşmüşlerdir. Biz bugün onların arkalarından


كَمْ تَرَكُوا مِنْ جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ * وَزُرُوعٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ * وَنَعْمَةٍ كَانُوا فِيهَا فَاكِهِينَ *


“Onlar arkada nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel konaklar, zevk ve sefasını sürdükleri nice nimetler bırakmışlardır” (Duhan, 44/25-27) ayetini okuyoruz. Bir gün gelir, bizim için de (Allah korusun) aynı şeyi söylerler. Emevi’nin Abbasi’nin, Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın ruhlarına Fatiha çekildi. İslâm âleminin Anadolu sînesindeki son karakolu olan Türkün de “ruhuna Fatiha” dedirtmek ve bir mezar haline gelmek istemiyorsak, mezarlara has keyfiyetten uzaklaşarak insana yakışır bir canlılık içinde olmak mecburiyetindeyiz. Bizler Allah’ın dinini büyük gördüğümüz ölçüde büyüyecek, Allah’ın yüce adının kalplerimizdeki büyüklüğü nisbe­tin­de Allah nazarında kıymetleneceğiz. Aksi durumda, onu hafife aldığımız, anlatma vazifesini ihmal ettiğimiz ve bu mevzuda misyonu­muzu eda etmediğimiz nisbette de nazar-ı İlâhi’de küçülecek ve yıkılıp gideceğiz.

Aziz olmayı arzu ediyorsanız mutlaka Hz. Allah’a kalplerinizde en mûtena yeri ayırın ve O’nu hayatınıza gaye yapın, O’nun hedeflenmediği hayatı düşlerinizden bile söküp atın. “Rabbimi sevemeyeceğim, O’nu anlatamayacağım, O’nun emirlerini hayata hayat yapamayacağım bir dünya benim için kabirden daha karanlık olduğundan, öyle bir dünyada yaşamaktansa, ahiretin koridoru olan kabre girmeyi tercih ederim. Rabbimin, kalbimi yıkayan tecellilerine açık olmayan bir gönül taşımaktansa, ölmek benim için daha iyidir" deyin ve bu duyguyu, bu düşünceyi bütün milletimizin gönlünde ihya edebilmek için çalışın ve herşeyi ile yıkılmış içtimaî bünyeyi onarıp ayağa kaldırın ki, Allah da sizi sürüm sürüm olmaktan kurtarsın.

Mümin, dünya-ahiret muvazenesi adına neyi, nasıl tercih etmesi gerektiğini bilen ve dünyanın fâni, zâil umûru karşısında ahiretin ağırlığını vicdanında hisseden insandır. O, her zaman Hz. Allah (c.c)’la dünya arasındaki tercihinde, reyini nereye kullana­ca­ğı­nın şuurundadır. Evet o, kurduğu bu muvazene ile hiçbir zaman bâki ve sermedî şeyleri, fâni şeyler karşılığında feda etmez; etmez ve dünyaya dünya, ukbaya da ukba kadar ehemmiyet verir; böylece, kendinden evvelki bazı dinlerin düştüğü ifrat ve tefritlere düşmez.

Mümin için, dünya işleri karşısında zillet göstermek, ileride zillete maruz kalmanın ilk basamağıdır. Dünyayı gaye edinenler, neticede, ahireti kaybettikten sonra dünyayı da elde edemezler. Ölümden korkan, yaşama zevkini de yitirir. Cephede, düşman karşı­­­­sında paniğe kapılıp, hayat endişesi ve yaşama tutkusuyla çareyi kaçmakta bulan kimseler, hayatı da, yaşamayı da kaybetme­ye mahkûm olurlar. Dünya ve dünyaya ait şeyleri kaybederim endişesiyle kulübeciğine çekilerek, mukaddes cihadı terkedenler, neticede ellerindeki o kulübecikten de olurlar. Dûn-himmet olanlar, bir gün herşeylerini kaybeder ve başaşağı yuvarlanıp giderler. Himmetini âli tutarak, yıldızlarla umranlar kurmayı düşleyenler ise, dün­yayı iki hükümdara az görür, ömür boyu cihan hakimiyeti hülyalarıyla yaşarlar.

Ölümü hayata tercih edenler ölümsüzlüğün sırrını keşfetmiş ve ebedî yaşama yolunu bulmuşlardır. Dünyanın maddî cazibesi ve gü­zelliği karşısında, ben dünyamı koruyacağım diye ona dört elle sa­rılıp, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münkeri terk ve bu mev­zu­da­ki çalışmaları ihmal edenlere gelince, böyleleri kendileriyle beraber bü­tün bir milleti çürümeye terketmiş ve yetişen nesilleri de sahipsiz bı­rakmış sayılırlar.

Bu gailelerin bertaraf edilmesi müminin cihadına bağlıdır. Sokaklar, müminin cihadıyla ışığa erer ve aydınlanır. Dünyayı kana boğan anarşi, ancak müminin cihadıyla aşılabilir. İnsanlığın huzuru, mutluluğu müminin cihadıyla yeryüzüne iner. İşte mümin böy­le ulvî bir gaye ve ideal uğruna hep yollarda olan insandır. Bel­ki gayesine ulaşacak, belki de ulaşamayacaktır ama, her iki halde de, Cenab-ı Hakk’ın rahmeti onu kucaklayacak ve o dâvâ uğrun­da ölmüş kutlularla ve de rahmetin eteklerinden tutun­muş­lar­la beraber haşrolacaktır.

Şu gerçek asla unutulmamalıdır; mühim olan neticeye ulaşmak değil hak yolda bulunmaktır. Zaten, herkesin aynı ölçüde hedefe ulaşması da söz konusu olamaz. Ne ki herkes, hedefe varma duygu ve düşüncesiyle hareket etmelidir. Bu yolla Allah’ın rızasını tahsile ulaşma ise, Cenâb-ı Hakk kime takdir etmişse ancak ona müyesser olur.

Osman Gazi, Söğüt’te, dala tutunup, kelebek olmak devresini bekleyen bir kurtçuk heyecanıyla, içinde yaşattığı ümniye ve idealleriyle yıllarca çırpındı durdu. Ancak onun, senelerce sancısını çektiği o yüksek ideal, Yavuz’la, Kanuni’yle tahakkuk etti. Fakat her iki devre arasında atılan adımlar, esasen elde edilen netice kadar mühimdi ve Allah katında aynı değer ve kıymete sahipti. Hepsinin yaptığı da, mukaddes cihaddı ve bu cihada katılanların hemen hepsi mücahid defterine yazılıyordu. Evet, ata binen, atını tımar eden, sadağa bağlayıp, yayını, okunu sırtlayan, diyar-ı küfre Müslümanlığı duyurmak gayesiyle şedd-i rihâl eden herkes, mücahidler listesine kaydolur. Onlarla, Mercidabık ve Ridaniye Ovası’nda savaş veren hükümdar arasında ve yine onlarla bütün Afrika’yı, sıcak denizi, soğuk denizi hakimiyeti altına alıp, yeryü­zün­de muvazene unsuru olan ve turra basıp, hüküm kesen cihan hükümdarı arasında fark yoktu. Çünkü hepsi de aynı hakikat istikametinde hareket ediyorlardı.

Muhabbet fedailerinin vadettikleri dünya, bütün insanlığa huzur ve sulh getirecek, teminatın kaynağı, esası ve mesnedi olacaktır. Böyle bir dünya kurma yolunda atılan her adım mukaddes ve gösterilen en küçük gayret dahi Hakk katında mübecceldir. Eğer atacak bir adımınız varsa, tek soluğunuzu dahi heba etmeden, bu mevzuda size düşen vazifeyi yapma istika­me­tin­de atın. Allah’a giden yolda meleklerle yarışın ki, Allah da sizi aziz etsin, kendi katına yükseltsin. Yarışı tamamlayamadan ölseniz bile ipi göğüslemiş muamelesi görecek ve gayretinizin en küçüğü dahi heba olmayacaktır.

Bu hakikati Kur’ân bize şöyle anlatıyor:


وَمَنْ يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللهِ يَجِدْ فِي الأَرْضِ مُرَاغَمًا كَثِيرًا وَسَعَةً وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِهِ مُهَاجِرًا إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللهِ وَكَانَ اللهُ غَفُورًا رَحِيماً
“Kim Allah yolunda hicrete çıkarsa, yeryüzünde gidecek çok yer ve rızıkta genişlik bulur. Evinden, Allah’a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah’a düşer. Allah Gafur ve Rahimdir.” (Nisâ, 4/100)

Ayetin nüzul sebebini anlatmak meseleyi izah bakımından faydalı olur kanaatindeyim:

Kalplerin Allah’a ve O’na imâna muhtaç olduğu o günlerde herkes, bu âb-ı hayat ve bu şerbetin menbaı olan Medine’ye doğru akıp akıp geliyordu. Nice geda, Medine’ye, Hz. Muhammed (s.a.v)’e doğru azm-i rah etmiş, buzdan dağlar çözülmeye yüz tutmuş ve bu istikamette çığlar meydana gelmişti. Kalpler bir bir erimiş ve düşmanlar, dost oluvermişti... Cündüp b. Damre de eriyen­lerdendi. “Ben de artık Medine’ye gitmeliyim”, demiş ve bir kama gibi küfrü yararak dışarı çıkmıştı. Uzaktan uzağa Medine’den gelen esintiler yüzüne çarparken, bir hastalık kendisini kıskıvrak yakaladı. Daha ileriye gidemedi. Sonra vefat edeceğini anlayınca, ciddi bir teessür ve tahassür içinde iki elini birden kaldırdı: "Ey Rabbim! Bunlardan birini kendi elin, diğerini de Peygamberinin eli kabul eyle. Ben bu iki elimi yan yana getiriyor ve Hz. Muhammed (s.a.v) Sana ne üzere biat etmişse, ben de Sana aynısıyla biat ediyorum” dedi ve vefat etti. Durumu, gelip Efendimize naklettiler. Sahabe, “Cündüp muhacir olamadı, hicretin sevabını alamadı” diyordu.[1] İşte yukarıda kaydettiğimiz ayet bu vesileyle nazil oldu. Ayet, Cündüb’ün muhacirînden olduğunu müjdeliyordu. Evinden Allah ve Rasulullah aşkıyla çıkan, yol meşakkatine katlanan ve sonra hastalık tarafından kıskıvrak yakalanan, vefat ederken de vasıl olamamanın teessürünü vicdanında taşıyan Cündüp b. Damre, aynen diğer muhacirler gibi hicret sevabını elde etmişti. Doğrunun yolunda olmak da doğruluktur. Doğruya götürücü yollar bizzat kendileri de mukaddestir. Herkes Kâbe’ye varamayabilir, etrafında tavaf edemeyebilir, Hacerü’l-Esved’e yüz süremeyebilir ve Arafat’ta günahlardan arınma imkânını bulamayabilir ama bir insan, bu yola girme ve bu işleri yapma aşkını taşıyorsa ve bunun dertlisiyse, Rahmaniyet ve Rahimiyeti sonsuz olan Allah (c.c), böyle iştiyaklı bir gönlü müştak olduğu şeylerle doyuracak ve onu mahrum bırakmayacaktır.

Allah yolunda yapılan işlerin küçüğü, büyüğü farksızdır. Binaenaleyh, “İyiliği emredip fenalıktan alıkoyma gibi bir iş, bir aksiyonda bulunamam, irşad ve tebliğde anlatılan meseleleri anlatamam, ciddi mâlî yükler altına giremem, bu işin altından kalkamam” gibi mazeret ileri sürenler bilsinler ki, bir kaşıkla da olsa bu örfaneye iştirak eden insan, hiç farkına varmadan belki deryalarla, ummanlarla iştirak etmiş gibi sevap kazanacaktır.

Evet, Hakk’ın rızası istikametinde amelin küçüğüne-büyüğüne bakılmaz. Belki o istikamette zerre, batmanlara racih gelir. Bazen o yolda atılan bir adım, insana öyle yümün ve bereket getirir ki insan onunla ebedî hayatını mamur eder. Onun için halis bir niyetle siz kendinizi Allah yoluna veriniz. Elinizden geleni kullanınız. Allah’ın inayeti mutlaka sizinle beraberdir; bunda şüpheniz olmasın.



--------------------------------------------------------------------------------


[1] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe, 1/359-360; Suyûtî, Dürrü’l-Mensûr, 2/650-654
 
H Çevrimdışı

hasna

Üye
İslam-TR Üyesi
Cihad Her Mü'minin Vazifesidir

Dünya hayatında herkese düşen bir vazife vardır; hiçbir şeyin kararında kalmadığı, servetlerin payimal olup ümranların harabeye döndüğü ve insanlara ötede, ancak buradan gönderdiklerinin fayda vereceği şu dünyada herkes, kendi durumuna göre mutlaka bir şey yapmalı ve gitmeden ötelere bir şeyler göndermelidir. Şu kat’iyen bilinmelidir ki, ölümle herkesin amel defteri kapanacak ve herkes, yaptığıyla kalacak, ancak, dinine, milletine, ırzına namu­su­na ve diğer korunması gereken şeylere zarar gelmesin diye kendini Allah yoluna adayanların ve her şeyleriyle yüce İslâm dâvâsına hizmet edenlerin defterleri asla kapanmayacaktır.
Bir hadis-i şerif bunu ne güzel izah eder: “İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli, bundan müstesnadır: Onun ameli, kıyamet gününe kadar nemalanır, ve kabir fitne­sin­den de emin kılınır.” [1] Çünkü o bir çığır açmıştır ve dola­yısıyla, kendi­sin­den sonra o yolu takip edenlerin hasenatının bir misli ona da yazılacaktır. Hem o, kabrin fitnesinden ve dehşe­tin­den de emin ola­caktır; zira o, gerçekten ölmemiştir ki kabir azabına düçar olsun. Sadece cismaniyeti itibariyle yer değiştirmiş; geride bıraktıklarıyla da hâlâ insanların gönlünde yaşamaktadır.

Hz. Muhammed (s.a.v)’e, Raşid Halifeler’e ve sahabeye “ölü” diyenin kendisi ölmüştür. Onlar öyle bir çığır açmışlardır ki, uğra­dı­ğı­mız yolun her girizgahında onlara ait bir kısım eserler görürüz ve her görüşte yüzümüzü yerlere sürer ve “Payidâr olun. Bu yolu açtınız ve bize rahat ve emniyet içinde yürüme imkânı hazırladınız” deriz. Bu sebeple, onların fazilet, meziyet ve hase­nât­la­rı üst üste yığılmakta ve tâ Arş’a kadar yükselmektedir. Zaten onlar kabir azabından da emindirler. Çünkü kabir azabı ölü ruhlar, ceset insanları ve dini, hayata hayat yapmayanlar; yani hakikat-ı Ahmediye’ye gönül vermeyenler ve Kur’ân’ı rehber edinmeyenler içindir. Bu itibarla da, hayatını bunlarla donatmış, mamur etmiş bir insanın kabir azabı çekmesi düşünülemez.
Yine cihadla alâkalı fahr-i kâinat Efendimiz, şöyle buyururlar:


مَنْ رَابَطَ لَيْلَةً فِى سَبِيلِ الله سُبْحَانَهُ كَانَتْ كَاَلْفِ لَيْلَةٍ صِيَامِهَا وَقِيَامِهَا


“Kişinin kendisini bir gece Allah’a adaması, gündüzünde oruç tutulan, gecesinde de ibadet edilen bin günden daha hayırlıdır.” [2] Bir tarafta bin gün oruç tutacak ve bin geceyi ihya edeceksiniz; beri tarafta ise, memleketi ve milletinizin içine sızmak ve kötülük yap­mak isteyen düşman karşısında silahınız omuzunuzda nöbet bekle­ye­ceksiniz, işte bu, öncekinden daha hayırlı ve Allah katında daha makbuldür.


Bir hadis-i şerifte Ebu Hureyre şu hususu naklediyor: “Rasul-i Ekrem (s.a.v) Mi’rac’a irtika buyururken, (ubudiyetiyle, Allah’a kulluğuyla merdiven merdiven semalara doğru tırmanırken, nâsut âleminden sıyrılıp lâhut âlemiyle hemhâl olurken) çeşitli manzaraları müşahede etmiş, çeşitli vakalara muttali olmuştu. Bu arada şunu da görmüşlerdi: Bir günde toprağa tohum eken ve aynı günde mahsul alan bir kavim getiriliyor. Yalnız mahsul alınır-alınmaz, tohumlar tekrar mahsul veriyor. Bu acip manzara karşısında Allah Rasulü, Cebrail’e: يَا جِبريلُ مَا هَذا “Ey Cibril! Bunlar kim?” diye soruyor. Cebrail (a.s):


هَؤُلاءِ الْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ تُضَاعَفُ لَهُمُ الْحَسَنَةُ بِسَبْعِمَائَةِ ضَعْفٍ وَمَا أَنْفَقُوا مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ، وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ


“Bunlar, kendilerini Allah yoluna adamış mücahidlerdir. Allah onlar için haseneyi yediyüz kere katlar. Ve ne infak etseler eksilmez; Allah, onun yerine başkasını ihsan eder. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır” [3] cevabını vermiştir.

Bu itibarla mümin, Allah yolunda bütün hayatını zevkini, rahatını ve gençliğini feda ederken, bunların heder olmadığı, fenaya gitmediği kanaat ve düşüncesini taşımalı ve öbür âleme giderken, hiçbir şeyin zayi olmadığı bir âleme intikal ettiği şuuruyla gitmelidir. Evet, her şeyi koruyan, muhafaza eden Hz. Allah, onun feda ettiklerini de koruyacaktır. O kadar koruyacaktır ki, eğer cen­net­te secde söz konusu ise, mümin, orada, Allah’ın lütuf ve ihsan­ları karşısında secdeye kapanacak ve başını kaldırmak iste­me­ye­cek. Öyle zannediyorum ki, eğer böyle birşey varsa, bu sec­de­den alınan zevk, diğer cennet nimetlerinden alınan zevkten geri kalmayacaktır.

Bu mevzu ile alâkalı Rasul-i Ekrem (s.a.v)’in bir teyidini de şu şekilde görüyoruz:


مَنْ جَهَّزَ غَازِياً فِي سَبِيلِ الله فَقَدْ غَزَا وَمَنْ خَلَفَ غَازِياً في سَبِيلِ اللهِ بِخَيْرٍ فَقَدْ غَزَا


“Gaziyi techiz eden, aynen gazaya gitmiş gibidir. Gazinin ehline bakıp gözeten de gaza yapmış gibidir.” [4] Bir insanın kendisi bizzat ve fiilen mücahedeye katılamıyor, fakat mücahedede bulu­na­na omuz veriyor.. kurduğu müesseseleriyle mücahidleri kucak­lı­yor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen mücahedede bulun­muş gibidir. Bedir’de kılıç çalanlarla onlara destek verenler; Uhud’da savaşanlarla, onları techiz edenler, Tebük’e çıkanlarla, çıka­mayıp servetiyle o yola koyulanlar; Huzur-u Rabbü’l-Alemin’e beraber yürüyecek ve beraber haşr u neşr olacaklardır. Zira Rasul-i Ekrem’in “Seferber olunuz!” emrine onlar da icabet etmiş ve her ne kadar birtakım geçerli maniler sebebiyle fiilen harbe iştirak edememişlerse de, harp için seferber olmaktan geri kalmamışlardır.

Evet, fiilen Tebük’e gidenler, ahirette kadınları, yaşlıları ve çocukları da yanlarında göreceklerdir. Çocuklar, bıçak veya kamalarını, harpte kullanılsın diye getirip, Rasul-i Ekrem’in önüne atmış, gelinler kulağından küpeyi çıkarıp Allah Rasulü’ne vermiş.. bir başkası kolundan bileziğini sıyırıp cömertlik yarışına iştirak etmiş... yaşlılar, koltuk değnekleriyle sürünerek gelmiş, ellerindeki avuçlarındaki şeyleri oraya dökmüş ve “Benim de bir katkım bulunsun” demiş...[5] Evet, işte bütün bunlar, bizzat sefere iştirak etmiş gibi muamele göreceklerdir. Bunu da Rasûl-i Ekrem, bir başka hadislerinde ifade buyuruyorlar.


إنَّ بِاْلمَدِينَةِ لَرِجَالاً مَا سِرْتُمْ مَسِيراً وَلاَ قَطَعْتُمْ وَادِياً اِلاَّ كَانُوا مَعَكُمْ حَبَسَهُمُ الْمَرَضُ


“Medine’de kalan öyle insanlar vardır ki, geçtiğiniz her vadi, yürüdüğünüz her mesafede sizinle beraberdirler. Hastalık onları Medine’de hapsetmiştir.” Bir diğer rivayette ise, “Mükafatta sizin ortağınızdırlar.” [6] Demek ki, acizlik, fakirlik, yaşlılık ve kadın olma gibi mazeretler, onların ayaklarına bağ olup, kendilerini fiilen sefere çıkmaktan alıkoymuşsa; cihad sevabından mahrum kalma­ya­­cakları gibi, mükafatından da mahrum bırakılmayacaklardır ve Cenab-ı Hakk, niyetleri sebebiyle onları aynen gazaya çıkanlar gibi kabul buyuracaktır. Allah Rasulü’nün müjde yüklü bu ifadesinden anladığımız budur...

Bu inancımızı da hakkımızda bir dua ve niyaz kabul ediyoruz. Bilhassa günümüzde, cihadın bütün bütün terke uğraması söz konusu olduğundan, cüz’î-küllî bu işe iştirak edenlerin mutlaka cihad sevabından hisselerini alıp payidâr olacaklarına yakinimiz var: Ve kanaatimiz o ki, inşaallah Cenab-ı Hakk bizi bu yakîni­miz­de yalancı çıkarmayacaktır.



--------------------------------------------------------------------------------


[1] Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2; Ebû Dâvûd, Cihâd, 16; Müsned, 6/20
[2] İbn Mâce, Cihâd, 7
[3] İbn Kesîr, Tefsîr, 5/31
[4] Buhârî, Cihâd, 38; Tirmizî, Fedailü’l-Cihâd, 6; Nesâî, Cihâd, 44
[5] Vâkidi, Mağâzî, 3/991-992; Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1/421-422
[6] Buhârî, Mağazî, 81; Müslim, İmâret, 159
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt