E
Çevrimdışı
Cihaddan Geri Durup Oturmak Akideyi Zedeler
Üstad Seyyid Kutup bu âyetin izahında şöyle demektedir; "Cihaddan geri kalmak inançta bir boşluktur, dinde bir zaafiyettir. Kalbine iman yerleşen, bu din ile yoğrulan bir insan, önünde Allah'ın yasaklarının çiğnendiğini, kutsal şeylerin ayaklar altında alındığını, masum kanların akıtıldığını, ırz ve namuslara saldırıldığını, tağutların şehvani arzuları karşısında haramların irtikab edildiğini gördükten sonra sakin bir kalple oturup kalması, bunları değiştirme azminde olmayışı ve bunlara karşı çıkma azmini taşımayışı akıl almaz bir şeydir."
Üstad Ebu Macid (Allah'tan onu ve bizleri en güzel mükâfatla mükâfatlandırmasını niyaz ediyoruz) şöyle diyordu; "Bir bardak (aşmadıkça dolmuş sayılmaz. Bir kalp de çevresinde bulunan insanlara taşmadıkça bu dinle dolmuş olmaz."
Evet yüce Mevla; "Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etme konusunda senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir" buyurmaktadır. Çünkü cihad takvayı açığa çıkaran bir alamettir. Bu nedenle İslâm ümmetinin herhangi bir şehrinde veya başkentinde fıkıh âlimlerinin çözemediği bir sorun olduğu zaman fıkıh âlimleri şöyle diyorlardı: "Siz bu meselenin fetvasını sınırda nöbet bekleyenlere gönderin, çünkü onlar Allah'a daha yakın ve bu soruya cevap vermeye daha müsaittirler." Böylece bu meselenin fetvasını sınırda nöbet bekleyenlere gönderiyorlardı.
Çünkü bunlar, fıkhın oturup ilim tahsil edenler tarafından değil, savaşa katılanlar tarafından daha iyi idrak edileceği görüşündeydiler. İşte aşağıdaki ayet-i kerimede geçen "dinde fakih olma" özelliğinin de oturup ilim tahsil edenler tarafından değil, savaşa katılanlar tarafından gerçekleştirileceği görüşünde olan âlimler, bu şekilde düşünmüşler ve âyete şu şekilde mana vermişlerdir: "Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez. Her topluluktan bir cemaat dini iyi öğrensinler ve kavimlerine döndüklerinde onları uyarsınlar diye savaşa katılsa ya? Umulur ki böylece yanlış hareketlerden sakınırlar." (Tevbe, 122) Görüldüğü gibi bu âlimler ayet-i kerimenin cihad edenlerin ilim erbabı olacaklarını, oturup köşelerde kitaplarla meşgul olanların fakih olamayacaklarını beyan ettiğini söylemişlerdir. Bu hususta Seyyid Kutup (Allah ona rahmet eylesin) devamlı şunu tekrar etmektedir:
"Şüphesiz ki fıkıh oturanlardan alınmaz. Şüphesiz ki Allah'ın dini, heyecanı olmayan, yerinde oturup kalan bir fakihten alınmaz."
Bir defasında Seyyid Kutup'a hapishanede bir mesele zikrederler ve "falan âlim bu konuda şöyle diyor," derler. Bunun üzerine Seyyid Kutup; "biz oturanlardan fıkıh almayız," cevabını verir. Ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:
"Eğer bunlar, cihada çıkmak isteselerdi onun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların savaşa çıkmalarını hoş görmedi deyerlerinde durdurdu. Onlara: "Geride kalıp oturanlarla beraber siz de oturun" denildi." (Tevbe, 46) Âyet-i kerimede "Eğer bunlar, cihada çıkmak isteselerdi mutlaka onun için hazırlık yaparlardı" buyuruluyor. Çünkü cihada çıkmanın belirti ve alametleri vardır, o da hazırlık yapma, eğitim görme vb. hallerdir.
Şimdi kardeşim Allah hakkı için söyle bana: "Ben Allah yolunda cihad etmek istiyorum" diyorsun.
Bununla birlikte her yıl yatak odasının mobilyasını, salonun mobilyasını, arabanı değiştiriyorsun. Lüks tüketim eşyalarını günden güne artırıyorsun. Şimdi sorarım sana, gerçekten sen Allah yolunda cihad etmede samimi misin, doğru mu söylüyorsun? Yoksa ne yapıyorsun? Her yıl salonun mobilyasını değiştiriyorsun. Allah senin gibi mahkûmların yardımcısı olsun!
Bakıyorsun ki ayda 100 dinar Ürdün parası maaş alan bir memur evlenmeden önce yatak odasını, salonu, mutfak eşyalarını düzenlemeye kalkıyor. Peki, kardeşim bu alacağın eşyalarını nereye koyacaksın? Senin maaşının tümü bu eşyaları koyabileceğin bir evi kiralamaya bile yetmez. Bununla da kalmıyor. Aldıktan sonra bunları değiştirme, her yıl arabanın modelini değiştirme, eskisini çok ucuza satıp, yenisini 500 SL Mercedes gibi veya Mitsubishi gibi bir başkasını almaya kalkışıyorsun. Bir Mitsubishi yaklaşık 350 bin rupi yapıyor. Vakıa bu bir cinayet, bu nasıl olabilir?
Bununla birlikte de zavallım Allah yolunda cihad etmek istiyormuş (!) Cihad etsen hazırlığını yaparsın. Çünkü Rabbin "şayet onlar cihada çıkmak isteselerdi onun için mutlaka hazırlığım yaparlardı" buyuruyor. Sen bu kadar borcu yaptıktan sonra sana gelip: "haydi kardeşim cihada gidelim" denildiğinde cevabın şu olur: "Vallahi kardeşim borçluyum, borçlu" Peki, kardeşim borcunu az yap. Seni bunları yapmaya zorlayan mı var? Yüce Mevla'nın da buyurduğu gibi;
"Yoksa onlar büyük bir gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifin, 4–5)
Böyle insanların çoğunu cihaddan borç alıkoyar. Çokları da münkere karşı çıkma hususunda ağzından tek kelime çıkaramaz. "Kitubu'l-İman" in yazarı Dr. Muhammed Nuaym ile Ürdün Üniversitesi'nde birlikte idik. Bu kardeşimiz cihad konusunda da birçok kitap telif etti. Üniversite, kitap yazan hocaların yazdıkları her kitaba oranla aylıklarını artırıyordu. Üniversite hocalarının maaşları ile diğer memurların maaşları arasında korkunç fark vardı. Ben, Muhammed Nuaym kardeşe şöyle diyordum;
- "Vallahi ben maaşlarımızın artmasını istemiyorum. Çünkü maaşlarımızın artması onlara karşı konuşmanızdaki çekingenliğimizi, korkumuzu artırıyor. Bizim maaşlarımızda, diğer devlet memurlarının maaşları gibi olsa, üniversite hocalarının hiçbirisi; Görevimden atılırım, maaşımdan olurum, korkusu hissetmeksizin konuşabilecek!"
Evet, 500 dinar, 600 dinar maaş alarak rahat bir hayat yaşayan bir kimse... Vazifeden çıkarılması halinde bu şekilde rahat bir yaşamın nasıl mümkün olacağı korkusunu hisseder. Gerçekten Müslümanların hayatları ile müslüman olmayanların hayatları arasında büyük fark vardır.
Sasani Devleti tarihinde üçüncü Yezdicerd yenilgiye uğradığında aşırı derecede ağlamaya başlar. Etrafındaki yaverleri kendisine;
— “Neden bu kadar ağlıyorsun?" diye sorarlar. O da;
— “Bin aşçıdan ve bin şahin besleyicisinden başka aşçım ve şahin besleyicim kalmadı, artık ben sadece bin aşçı ile nasıl yaşayabilirim?" der. Yezdicerd'i yenilgiye uğratan ise Selman'dı. Selman, Yezdicerd’in yerine geçmişti. Selman'ın günlük harcaması bir dirhem infakı da bir dirhemdi. Kendi el emeği ile geçiniyordu. Geceleri kamıştan sepet ve kaplar örüyor, gündüz onu satarak üç dirhem kazanıyordu. Bir dirhemle kamış satın alıyor, bir dirhemi günlük ihtiyacı için kullanıyor, bir dirhemi de sadaka olarak infak ediyordu... Görüldüğü gibi bir kâfir ile bir müslüman arasındaki yaşama şekli oldukça farklıdır.
Bizler Filistin'de eğitim kampında bulunuyorduk. Eğitim kampına dışardan hiçbir yiyecek ve içecek sokulamıyordu. Ne olursa olsun kamptaki yemekten yenilmek zorundaydı. (İnşallah biz de bu sistemi burada tatbik edeceğiz. Dışardan yemek getirilmesi yasaklanacak, herkes aynı yemeği yiyecek). Bir torba ekmek alınır, güneşte kurutulduktan sonra bir ay boyunca onu yerdik. Birbirimize ekmekleri kırmak için odun kullanmasını tavsiye ederdik. Bazen silahın dipçiği ile ekmekleri kırardık. Et, meyve göremezdik. Eğitim kampındaki dört ay boyunca ekmekten başka hiçbir şey bulamazdık.
Bir defa dışında ekmekle de doyarak yediğimizi hatırlamıyorum. Kavut unundan yapılmış yarım ekmek veriyorlardı. Yufka şeklinde yapılan ekmekler o kadar inceydi ki üflediğinde uçup gidecek halde idi. Sabahleyin yarım, öğlen yarım ve akşam yarım ekmek veriyorlardı. Sabahleyin yarım ekmeğin yanında on tane zeytin veriyorlardı. Mutfak sorumlusu bir yerde oturuyordu, biz önünden geçtiğimizde elini zeytin tenekesine daldırır, on tane sayar, her birimize verirdi. Çay diye bir şey yoktu.
Sudan'lı Bakan Muhammed Salih Ömer (Allah rahmet eylesin) kampta bizimle beraber eğitim görüyordu. Bilindiği gibi Sudanlılar kesinlikle yeşil zeytinden hoşlanmazlar ve çaysız da yaşayamazlar. Muhammed Salih zeytin almadığı için kamp sorumlusundan kendisine onun yerine çay verilmesini istedi. Kamp sorumlusu bunun isteğini reddetti ve "çay yasaktır, biz sizin şehvetlerinizi kesmek istiyoruz," dedi.
Bir defasında bizi daha sonra tevbe edip müslüman olan meşhur komünist yazar Muhammed Celal Keşk ziyaret etti. Bir kardeş nöbet sırasını teslim almaya gidiyordu. Nöbetçilere devamlı kumanyaları gönderiliyordu. Kumanyasını nöbet yerinde yiyordu. Kumanyada ekmekleri kırıp üzerine mercimek çorbası döküyorlardı. Artık bizim her tarafımız mercimek olmuştu.
Amman'dan gelen bir kardeşimiz de bize bir sandık elma getirmişti. Ondan herkese birer tane dağıttılar. Herkese bir elma, bir tabak da pirinç çorbası düştü. Nöbetçiye bir elma, bir tabak da pirinç çorbası verilince meşhur yazar Muhammed Celal Keşk şunu söyledi; "Herhalde ben hayal görüyorum. Mümkün mü bir elma olsun, hiç olur mu? Vallahi İslâm âlemi sizin gibi yaşayacak olsalar biz dünyayı sarsarız ve bize boyun eğdiririz."Hiç açlığından ölen bir kimse var mıdır? Hiçbir kimse açlıktan dolayı ölmemektedir. Günde bir insan yiyeceği ne kadardır? Üç rupi, (Pakistan para birimi) buna üç rupi de katık ekleyin toplam altı rupi eder.
Afgan mücahid liderlerinden Abdurrasul Seyyaf ve mücahidler her insan için günlük yedi rupi hesap ediyorlardı. Kardeşimiz Ebu Seyyaf Abdülmecid gibi mücahidlere günlük yedi rupi tahsis etmişti. O, eski hesapları esas alarak bu şekilde yaşıyordu. Bilmiyordu ki mücahidlerin masrafları oniki rupiye ulaşmıştı. Fakat o Afganlıların eski hayat programım kendisine tatbik ediyordu. Günde yedi rupi harcıyordu. Şimdi düşünelim bizden birimiz günlük masraf olarak yedi rupi ile yaşasa, üzerinde de yüz ile yüzelli rupi değerinde böyle bir elbisesi bulunsa (ki bu elbise en az dört sene dayanır. Eskime bilmez. Sen eskirsin o eskimez) aylık masrafımız ne kadar olur? 7 X 30 = 210 rupi eder. 100 rupi de ilave masraf kabul edilirse yaklaşık 300 küsur rupi eder. (Yani yaklaşık olarak 1.200.000 Türk lirası eder) Biz böyle bir hayat sistemi uygulasak yeryüzünde hangi güç bizim irade ve kararlılığımıza karşı koyabilir?
Bu hususta İmam Şafii şu şiirini söylemiştir:
"Ben, eğer yaşarsam yiyecek bulamamaktan dolayı yok olmam.
Eğer ölürsem de kabir bulamamaktan dolayı yok olmam.
Azmim sultanların azmidir. İzzetinefsim, zilleti küfür sayan hür nefistir."
Ey kardeşlerim! Bizi zillete düşüren nedir? Şehvet ve lüks düşkünlüğü değil midir? Bizi Allah yolunda mücadeleden ve cihaddan engelleyen şehvetler, rahatlıklar ve konfordur.
Bakarsın bir genç henüz daha üniversitenin dördüncü sınıfındadır, mezun olduğunda vazifesini düşünmekle, vazifede ne kadar maaş alacağını hesaplamakta ve nasıl yüksek derecelere ulaşabileceğini düşünmektedir. Atasözünde denildiği gibi; havaya saraylar yapar. (Boş hayallere kapılır). Maaşım altıbin riyal olacak, beşbin riyal olacak, yedibin riyal olacak diye düşünür durur. Peki, bunun maaşı bin rupi olduğunda bu insan yaşayabilir mi? Elbette ki yaşayamaz. Cihaddan geri kalır.
"Eğer onlar (cihada) çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu ve onlara; oturun oturanlarla beraber, denildi." (Tevbe, 46) İnanır mısınız yeni bir elbise almaktan veya yeni bir şey almaktan hiç hoşlanmıyorum.
Bir gün eve döndüğümde kadife yüzlü yeni sünger minderler gördüm. Görür görmez adeta şuurumu kaybettim ve
— “Allah’a yemin ederim ki kadınların dini zayıftır. Bunları hemen evden çıkartın. Nereden geldi bunlar?" dedim. Evdekiler;
— “Hediyedir" dediler. Ben;
— “Bunların evimizde kalması mümkün değildir" dedim ve eşime öyle şeyler söyledim ki fenalık geçirdi. Vallahi bayıldı ve düştü. Şuurunu kaybetti. Tuhaf tuhaf şeyler söylemeye başladı. Aklını kaybetmesinden korktum. Bu yeni kadife yüzlü süngerleri gördüğümde eve girmedim ve bunlar nereden diye sordum. Eşim;
— "Senin umurunda mı sanki? Senin gece gündüz misafirlerin var. Ben minderlerin yüzlerini yıkıyorum, değiştiriyorum ve her gün bunu tekrarlıyorum. Çünkü Pakistan minderleri altı ay sonra pamuk topluyor ve kullanılamaz oluyor. Artık yorgun düştüm. Bir çift altın bileziğim vardı, onları bozdurdum ve rahat etmek için bunu yaptım" dedi.
Ben de ona dedim ki;
— “İyi ama mücahitler acından ölüyor" Eşim de;
— “Mücahitleri de düşündüm, üçte birini mücahitlere ayırdım, kalanıyla da sünger minderleri satın aldım" dedi. Ben de;
— “Böyle olsa dahi bunların burada kalması mümkün değil" dedim. Fakat inanır mısınız o günden beri eve girip o minderleri her gördüğümde beni sıkıntı basıyor, rahatsız oluyordum. Nihayet kadını bir daha bayıltmayacak bir şekilde onları def ettik gittiler.
Rabbim hepimizin kusurunu affeylesin. Ayet-i kerimede; "Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu..." buyrulmaktadır. Allahuekber! Evet, Yüce Allah'ın seni görmek istediği bir yerde görmemeyi istememesinden daha kötü bir şey olabilir mi? Evet, Allah'ın senin için cihadı çirkin görüp te seni cihaddan alıkoymasından daha büyük felaket olabilir mi?
Hayır, bundan daha büyük hiçbir bela yoktur! "Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu ve; Oturun, oturanlarla beraber, denildi.""Savaşa katılmayanlarla birlikte oturup kalmaya razı oldular" buyrulmaktadır (Tevbe, 87). Âlemlerin Rabbi olan yüce Allah bu ifadesi ile cihada katılmayanları ayıplamakta, sanki onlara nükteli sözler söylemektedir. Sanki "ayıp değil mi size de küçük çocuklar ve kadınlarla beraber oturup kalıyorsunuz" demektedir. Bu ayetin sonunda Allah'ın bu gibi insanların kalplerini mühürlediği ve artık bunların Kur'an'ın naslarını anlayamadıkları beyan edilmektedir. Oturanlar kimlerdir? Savaşa katılmayıp geride oturup kalanlar, acizler ve kadınlardır. Evet, bu insanlar kadınlarla beraber kalmaya razı olmuşlardır. Nitekim bu surenin diğer bir ayetinde;
Evet, böyle insanlara Tevbe Suresi’ni başından sonuna kadar oku, sonra da biri ona desin ki; "ben cihada gitmek istiyorum," o kişinin bu mücahide cevabı; "otur, gitme" demek olur.
Subhanallah! İşte büyük felaket bu... Kalp ölmüş, artık kişi vurdumduymaz olmuştur. Öyle ki "Ey Rabbim, sana nice isyan ettim, beni cezalandırmıyorsun" der gibi bir havadadır. Allah Teala ise "Ben seni ne kadar cezalandırıyorum fakat sen hissetmiyorsun, Ben senin kalbini öldürmedim mi" şeklinde onu ikaz etmektedir. Evet bu gibi insanların kalbi ölmüştür. Nasslardan etkilenmezler. Allah rızası için bir mesele hakkında kızarak yüzü değişmez. Çünkü bunun kalbi ölmüştür. Artık yüzüne kan pompalayarak onun yüzü öfkeden kızarmaz. Bilakis Allah rızası için kızmak ayıp sayılmaktadır. Herhangi bir kötülüğü gören insanın karşı çıkması onun için bir eksik görülmektedir. Böyle bir insana şöyle denir: "Bu zavallı çok asabi duygusal, çabuk kızan, fanatik, horozlanan, yaygaracı, fundemantalist vb."
Evet, maalesef bugün Allah için kızan müslüman ayıplanmaktadır. Bugün müslümanlar Allah'ın nizamına karşı gelenleri uyardıkları zaman Baas Partisine mensup olan insanlar, komünistler, laikler vb. inançsızlar bu gibi sözleri geveleyip dururlar. Bu sözler bizim aşağılanma sıfatlarımızmış gibi tekrarlanırlar. Hatta bugün Mısırlı kardeşler birini kınamak istediklerinde ona; "Bu hoş biri, yani aptal" derler. Onlar hoş olmayı aptallığa denk sayarlar. "Sen zavallı, iyi niyetlisin" derler. Peki, ama sen nesin? Sen; art niyetli ve kötü düşünen birisin.
Gerçekten bugün bizler bu sözleri bilinçsiz bir şekilde kınama sıfatı olarak kullanmaktayız. "Bu saf biri, duygusal biri, horozlanan, tez kızan, fanatik biri" diyoruz. Sözün nereye vardığının farkında değiliz. Aslında dine akıl mı yardım eder yoksa gayret ve duygusallık mı yardım eder? Bunu iyi düşünmek gerekir. Bugün biz aklı devreye soksak o bize diyecektir ki; "siz nasıl Ruslara karşı koyacaksınız? Bunlar büyük ordulara sahipler.""cihaddan geri durmayın, eninde sonunda galip gelecek sizlersiniz" der. Nitekim Malik bin Nebi şunları söylemiştir: "Bilal’ın göğe doğru kaldırdığı parmağı "Allah birdir, bir" diyordu. Bu aklın sesi değil, duygunun bir sesi idi. Çünkü akıl ona "Sen efendin Umeyye bin Halefe boyun eğ. Geceleyin git Muhammed'in yanına, yeniden müslüman olduğunu söyle" diyordu." Fakat duygu ve gayretlerimiz bizlere;
Bir kardeş bana şunları söyledi:
"Ey kardeşim! Bu şekilde her şeyi açık açık konuşmamız caiz değildir..." vb. şeyler. "Ben iki yıl falan büroda kaldım ve hiç kimse benim hangi görüşe sahip bulunduğumu bilemedi." Ben bu kardeşe; "Allah sana afiyet versin, iki yıl boyunca kaldın ve bir tek kelime emri bil maruf nehyi anil münker yapmadın mı? Çünkü bir defa dahi konuşsaydın, emri bil maruf yapsaydın, görüşün bilinirdi," dedim. Bu kardeş bu halini maharet zannediyor... Şairin dediği gibi
—Ürkekler, korkaklığı akıllılık sanır. Hâlbuki bu; kötü huyun bir aldatmacasıdır.
Bu kimse seni doğrulamaz, senin haklılığında sana katılması mümkün değildir. Aslında ben bu gibi insanları anlayamıyordum. Çok zorlanıyordum. Ve kendi kendime diyordum ki; "Subhanallah, neden bir kısım insanlar cihad hususunda insanları şüpheye düşürüyorlar?" Sonra Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini inceledim ve gördüm ki şehvani arzularına köle olanlar, lüks eşyalara hayran kalanlar, cihadı sevmezlermiş. Bu hususta yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyanlar ise sizin hak yoldan iyice uzaklaşmanızı isterler." (Nisa, 27)
Aslında insan kendi kusurunu, acizliğini kabullenerek; falan kişi bu hususta benden daha iyidir, demez. Bilakis başkalarının yaptığı iyi şeyleri ayıplar ki kendi kusurunu kapasın. Bu hususta Hz. Osman (ra) şunu buyurmuştur: "Zina eden kadın, her kadının zina etmesini ister." Tekrar âyetin izahına dönelim; "Eğer bunlar cihada çıkmak isteselerdi onun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını hoş görmedi de yerlerinde durdurdu. Onlara "geride kalıp oturanlarla beraber siz de oturun" dedi.
Eğer onlar, sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı ancak bozgunculuk çıkarır, sizi birbirinize düşürmek için aranıza fitne sokarlardı. İçinizde onları dinleyenler de vardır. Allah zalimleri çok iyi bilir." (Tevbe, 46, 47)
Bu kimseler mücahitleri bir arada toplu olarak gördüklerinde oraya geliyor, aralarına bir kelime atıyor ve iki üç kişiyi şüpheye düşürüyor, birbirine sıkıca sarılmış ülfetle bağlanmış bir topluluğu görmek istemiyor. Bu nedenle Müslümanlar arasında fitne-fesat yaymakla görevlendirilen ajanlar bu işleri karşılığında kendilerini vazifelendirenlerden maaş alırlar. Bakarsın ki böyle biri geliyor, cihad meselesini açıyor ve "cihad nerede, Caci de mi? Cacilerin hepsi münafık. Hepsi perişan, sigara içiyorlar, tembeki kullanıyorlar." Caci'de bulunan Müslüman kardeşlerine yardım etmek için cihada çıkan Müslümanlara gelir; "tamam mesele bitti, orası düşmanın eline geçti, arap kardeşlerimiz geri çekildi, insanlar mağlup oldular" derler.
Değerli kardeşim İbrahim, böyle değil mi? Vallahi bir zaman bana Bağman'da bulunan Arap kardeşlerimizden bir mektup geldi. Mektupta Arapların kesilerek öldürüldüğü, Şeyh Abdullah Azzam'ın da esir düştüğü yazılıydı. (Keşke Abdullah şehid edilse).
Mühim olan, bu gibi insanların vazifesi fesat çıkarmak ve fitneyi yaymaktır. Onlar iyiliği ve hayrı sevmezler. Allah Tealâ’nın da buyurduğu gibi Müslümanlarla birlikte savaşa çıkmış olsalardı ancak Müslümanların aralarında fitne ye fesadı yaymayı artıracaklardı. Allah Tealâ bu gibi insanlara ayet-i kerimede "Medine'yi titretenler" manasına gelen; "mürcifin" sıfatını, "engelleyenler" manasına gelen; "muavvıkin" sıfatını, "savaştan geri koyanlar" anlamına gelen; "musebbitin" sıfatını ve "sahipsiz bırakanlar" anlamına gelen "muhzilin" sıfatını zikretmiştir.
Evet, Kur'an ve Sünnette bunların sıfatları işte budur. Dört mezhep imamının ittifakı ile bu gibi insanların ordunun içinde bırakılmaları caiz değildir. Ordu komutanının insanları sahipsiz bırakan, engelleyen, savaşa katılmamalarını sağlayan ve bozgunculuk çıkararak ortalığı velveleye veren insanları ordu içinde bırakması caiz değildir. İnsanları sahipsiz bırakanlar şu gibi bahaneler ileri sürerler. "Şimdi çok sıcak veya çok soğuk, parmaklar dökülüyor, ayaklar donuyor, düşman ordusu çok büyük" ve benzeri şeyler.
Fitne fesatla ortalığı velveleye verenler ise; "Müslümanlar mağlup oldu, Müslümanlar yok oldu, cihad eden Müslümanlar bid'atçı, bunlar sigara içiyorlar, tem beki kullanıyorlar, insanlardan himmet bekliyorlar, çeşitli yaratıklara sığınıyorlar" ve benzeri sözler söylerler.
Riyad'da güvenilir bir kardeşim bana şunu anlatıyor: Sabah namazından sonra ve henüz daha istiğfarı tamamlamazdan önce birisi; "ey insanlar, ey kardeşlerim! Sizleri Afgan Mücahidlerine yardım etmemeniz, onlara zekâtınızı vermemeniz hususunda uyarıyorum. Onlar müşriktirler. Lûtilik yaparlar," dedi. Allah'a yemin ederim ki bu sözleri mescidde henüz daha insanlar tesbihatını tamamlamazdan önce söyledi. Bununla hakkı ve hayrı tebliğ etmek istiyor! Bu yaptığının karşılığında aziz ve celil olan yüce Allah'tan ecir ve sevap alacağını zannediyordu. Görüldüğü gibi bu kişi insanları cihaddan alıkoyuyor, Mücahidlere yardım edilmesine engel oluyor. Yine bir zaman Hac için Cidde'ye gittiğimde beni ziyarete gelenler, savaşın durumunu, mücahidlerin zaferlerini sormak yerine; "kardeşim Mücahidlerin içerisine düştüğü birçok şirkler bulunmakta imiş, bu doğru mudur?" diye sordular. La ilahe illallah! İnsanları müjdelemeleri gerekirken insanları ürkütmekteler...
Şairin dediği gibi;
Mademki hediye edeceğin ne bir atın
Ne de herhangi bir malın var.
O halde davranışınla insanları mutlu edemiyorsan, Konuşmanla et!
Bu nedenle birçok insanlar Afgan cihadına yardımda bulunmaktan vazgeçtiler. Şeyh Temim: "Ey falan, senden malının zekâtını istiyoruz. Sen Afgan cihadını seversin," diyor. O kimse ise; "bana güvenilir kimseler tarafından Afganlılar arasında şirkin yaygın olduğu bildirildi" cevabını veriyor. Burada (Afganistan'da) hangi şirk söz konusudur? Duralım ve fıkhi açıdan inceleyelim. Afgan Mücahidleri arasında yaygın olan şey nedir? Yatırları aracı edinmek midir? Ben hiçbir kimseyi kabirleri aracı edinerek duada ve yardım taleplerinde bulunduğunu görmedim.
Şeyh Celalleddin Hakkani'nin de dediği gibi; Vallahi yaşım kırk yediye ulaştı ve hiçbir Afganlıyı yatırlardan medet umarken, onlardan yardım isterken görmedim. Peki, bunları şirke düşüren ne? Muskalar mı? Yoksa sigara içmek mi veya tembeki mi? Yahut belli şeyleri koklamak mı? Sigara ve tembeki kişiyi İslâm'dan çıkartmaz ve hiçbir kimse; bunlar kişiyi İslâm'dan çıkaran şeylerdir de diyemez. Kardeşim bunlar haram mı? Afganlılar haramı mı işliyorlar? Fakat benden şu fıkhi fetvayı al; Afganistan'da haşiş içerek cihad eden kimse Beytu'l-Haram civarında oturup da cihad etmeyen kimseden daha üstündür. Çünkü bu Afganlı haşiş içerek kendi nefsine zarar vermekte ve bir haram işlemektedir.
Beytullah civarında oturan sen ise, İslâm ümmetinin tamamına zarar veren cihaddan geri durma haramını işliyorsun. Bu fetvayı benden nakledebilirsiniz; Afganistan'da savaşan ve haşiş kullanan bir kimse Peşaver'de veya Kabe'de ibadet eden âbid bir kimseden daha faziletlidir. Çünkü her ikisi de haram irtikâp etmektedir. Birinin işlediği haram kendisine zarar vermekte, diğerinin işlediği haram ise bütün ümmete zarar vermektedir. Elbette ki bir kişiye zarar vermekle bütün ümmete zarar vermek bir değildir. Şimdi bu fetvayı dinledikten sonra bana; "bu adam fanatik veya duygusal" sözlerini sarf etme. Bu fetvayı al, her yere tebliğ et.
Bu hususta İbn Teymiyye (Allah ona Rahmet eylesin) şöyle demektedir; "İmandan sonra, dini ve dünyayı fesad eden saldırgan düşmana karşı koymaktan daha üstün olan bir farz yoktur."
Önce; "La İlahe İllallah Muhammedur Rasulullah" demek ve ona inanmak, sonra ise saldırgan düşmana karşı durmak gelir. Şimdi sen gelip de; "bunlar haşiş içiyor" dersen ve bunların cihadlarını hafife alırsan ne yaptığının farkında mısın? Sen biliyor musun ki Yermuk savaşına ve Kadisiye savaşına katılan sahabeler arasında da içki içenler olmuştur. Mesela Ebu Mihcen Kadisiye savaşında içki içtiği için ordu komutanı Saad bin Ebi Vakkas tarafından cezası verilinceye kadar hapsedilmiştir. Ebu Mihcen haleti ruhiyesini ortaya koyarak şu şiiri söylemiştir:
At Ve mızraklar göz önünde iken Elim kolum bağlı olarak oturmam Üzüntü olarak bana kâfidir.
Ey aziz kardeşlerim! Halkın cihadı ile İslâm davetçilerinin cihadı farklıdır. İslâm daveti her türlü şaibeden arı ve saf olur. İslâm davetçileri arasında içki içen, sigara içen ve kumar oynayan bir kimse bulunması mümkün değildir. Afgan cihadı ise bir halk savaşıdır. Bu tür halk savaşlarının içinde takvalı olmayan fasıklar, istemediği halde savaşa katılan münafıklar, hatta imanı zayıf olduğu için daha sonra dinden çıkanlar bile bulunmaktadır. Mesela; zamanının en büyük iki imparatorluğundan biri olan Pers İmparatorluğunu çökerten Yermuk ve Kadisiye savaşlarında halkın çeşitli sınıflarından insanlar bulunmuştur. Savaştan sonra peygamberlik iddia eden ve dolayısı ile dinden çıkan Tuleyhe el-Esedi Kadisiye savaşında bulunmuştur. Hz. Ebu Bekir mürtetler müslüman olduktan sonra bunları çeşitli savaşlara göndermiş, Kisra ve Kayser'e karşı savaşmalarını istemiştir. Hz. Ömer de bunun pratiğini yaptırmıştır. Durum böyle iken siz nereden fıkıh öğreniyorsunuz? Sizin fıkıhçılığınız nerede?
İbn Teymiyye (Allah rahmet eylesin) Fetava adlı kitabının 28. cildinin 506. sahifesinde şunları zikretmektedir:
"Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin esas aldığı temel kaidelerden biri de şudur: Takva sahibi olsun, günahkâr olsun, her emirle birlikte cihad etmek gerekmektedir. Yine başka bir yolla cihad etmek mümkün olmaz da yalnız çok günahkâr bir ordu ile birlikte cihad etmek gerekirse, böyle bir ordu ile cihad etmek farzdır. Çünkü bizler iki şeyden birini seçmekle karşı karşıya bulunuruz. Ya kâfirlere karşı mağlup olup küfre boyun eğmek veya günahkârlarla beraber olup İslâm'ı zafere eriştirmek. Elbette ki ikinci şık seçilme mecburiyetindedir. Diğer yandan günahkâr Müslümanlarla beraber olup kâfirlere karşı savaşmaktan çekinen insanlara gelince (ki uydurma bir takvaya sahipmişler gibi görünen Hariciye fırkası bu yolu tutmaktadır) bunlar dini bilmeyen cahillerdir. Bu davranışları onların cehaletini gösterir."
Kardeşler! Meselenin derinliklerini ve gerçek boyutlarını idrak etmemiz gerekir. Aksi takdirde yalpa vururuz, tökezleriz.
Şeyh Abdullah Azzam
Üstad Seyyid Kutup bu âyetin izahında şöyle demektedir; "Cihaddan geri kalmak inançta bir boşluktur, dinde bir zaafiyettir. Kalbine iman yerleşen, bu din ile yoğrulan bir insan, önünde Allah'ın yasaklarının çiğnendiğini, kutsal şeylerin ayaklar altında alındığını, masum kanların akıtıldığını, ırz ve namuslara saldırıldığını, tağutların şehvani arzuları karşısında haramların irtikab edildiğini gördükten sonra sakin bir kalple oturup kalması, bunları değiştirme azminde olmayışı ve bunlara karşı çıkma azmini taşımayışı akıl almaz bir şeydir."
Üstad Ebu Macid (Allah'tan onu ve bizleri en güzel mükâfatla mükâfatlandırmasını niyaz ediyoruz) şöyle diyordu; "Bir bardak (aşmadıkça dolmuş sayılmaz. Bir kalp de çevresinde bulunan insanlara taşmadıkça bu dinle dolmuş olmaz."
Evet yüce Mevla; "Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etme konusunda senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir" buyurmaktadır. Çünkü cihad takvayı açığa çıkaran bir alamettir. Bu nedenle İslâm ümmetinin herhangi bir şehrinde veya başkentinde fıkıh âlimlerinin çözemediği bir sorun olduğu zaman fıkıh âlimleri şöyle diyorlardı: "Siz bu meselenin fetvasını sınırda nöbet bekleyenlere gönderin, çünkü onlar Allah'a daha yakın ve bu soruya cevap vermeye daha müsaittirler." Böylece bu meselenin fetvasını sınırda nöbet bekleyenlere gönderiyorlardı.
Çünkü bunlar, fıkhın oturup ilim tahsil edenler tarafından değil, savaşa katılanlar tarafından daha iyi idrak edileceği görüşündeydiler. İşte aşağıdaki ayet-i kerimede geçen "dinde fakih olma" özelliğinin de oturup ilim tahsil edenler tarafından değil, savaşa katılanlar tarafından gerçekleştirileceği görüşünde olan âlimler, bu şekilde düşünmüşler ve âyete şu şekilde mana vermişlerdir: "Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez. Her topluluktan bir cemaat dini iyi öğrensinler ve kavimlerine döndüklerinde onları uyarsınlar diye savaşa katılsa ya? Umulur ki böylece yanlış hareketlerden sakınırlar." (Tevbe, 122) Görüldüğü gibi bu âlimler ayet-i kerimenin cihad edenlerin ilim erbabı olacaklarını, oturup köşelerde kitaplarla meşgul olanların fakih olamayacaklarını beyan ettiğini söylemişlerdir. Bu hususta Seyyid Kutup (Allah ona rahmet eylesin) devamlı şunu tekrar etmektedir:
"Şüphesiz ki fıkıh oturanlardan alınmaz. Şüphesiz ki Allah'ın dini, heyecanı olmayan, yerinde oturup kalan bir fakihten alınmaz."
Bir defasında Seyyid Kutup'a hapishanede bir mesele zikrederler ve "falan âlim bu konuda şöyle diyor," derler. Bunun üzerine Seyyid Kutup; "biz oturanlardan fıkıh almayız," cevabını verir. Ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:
"Eğer bunlar, cihada çıkmak isteselerdi onun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların savaşa çıkmalarını hoş görmedi deyerlerinde durdurdu. Onlara: "Geride kalıp oturanlarla beraber siz de oturun" denildi." (Tevbe, 46) Âyet-i kerimede "Eğer bunlar, cihada çıkmak isteselerdi mutlaka onun için hazırlık yaparlardı" buyuruluyor. Çünkü cihada çıkmanın belirti ve alametleri vardır, o da hazırlık yapma, eğitim görme vb. hallerdir.
Şimdi kardeşim Allah hakkı için söyle bana: "Ben Allah yolunda cihad etmek istiyorum" diyorsun.
Bununla birlikte her yıl yatak odasının mobilyasını, salonun mobilyasını, arabanı değiştiriyorsun. Lüks tüketim eşyalarını günden güne artırıyorsun. Şimdi sorarım sana, gerçekten sen Allah yolunda cihad etmede samimi misin, doğru mu söylüyorsun? Yoksa ne yapıyorsun? Her yıl salonun mobilyasını değiştiriyorsun. Allah senin gibi mahkûmların yardımcısı olsun!
Bakıyorsun ki ayda 100 dinar Ürdün parası maaş alan bir memur evlenmeden önce yatak odasını, salonu, mutfak eşyalarını düzenlemeye kalkıyor. Peki, kardeşim bu alacağın eşyalarını nereye koyacaksın? Senin maaşının tümü bu eşyaları koyabileceğin bir evi kiralamaya bile yetmez. Bununla da kalmıyor. Aldıktan sonra bunları değiştirme, her yıl arabanın modelini değiştirme, eskisini çok ucuza satıp, yenisini 500 SL Mercedes gibi veya Mitsubishi gibi bir başkasını almaya kalkışıyorsun. Bir Mitsubishi yaklaşık 350 bin rupi yapıyor. Vakıa bu bir cinayet, bu nasıl olabilir?
Bununla birlikte de zavallım Allah yolunda cihad etmek istiyormuş (!) Cihad etsen hazırlığını yaparsın. Çünkü Rabbin "şayet onlar cihada çıkmak isteselerdi onun için mutlaka hazırlığım yaparlardı" buyuruyor. Sen bu kadar borcu yaptıktan sonra sana gelip: "haydi kardeşim cihada gidelim" denildiğinde cevabın şu olur: "Vallahi kardeşim borçluyum, borçlu" Peki, kardeşim borcunu az yap. Seni bunları yapmaya zorlayan mı var? Yüce Mevla'nın da buyurduğu gibi;
"Yoksa onlar büyük bir gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifin, 4–5)
Böyle insanların çoğunu cihaddan borç alıkoyar. Çokları da münkere karşı çıkma hususunda ağzından tek kelime çıkaramaz. "Kitubu'l-İman" in yazarı Dr. Muhammed Nuaym ile Ürdün Üniversitesi'nde birlikte idik. Bu kardeşimiz cihad konusunda da birçok kitap telif etti. Üniversite, kitap yazan hocaların yazdıkları her kitaba oranla aylıklarını artırıyordu. Üniversite hocalarının maaşları ile diğer memurların maaşları arasında korkunç fark vardı. Ben, Muhammed Nuaym kardeşe şöyle diyordum;
- "Vallahi ben maaşlarımızın artmasını istemiyorum. Çünkü maaşlarımızın artması onlara karşı konuşmanızdaki çekingenliğimizi, korkumuzu artırıyor. Bizim maaşlarımızda, diğer devlet memurlarının maaşları gibi olsa, üniversite hocalarının hiçbirisi; Görevimden atılırım, maaşımdan olurum, korkusu hissetmeksizin konuşabilecek!"
Evet, 500 dinar, 600 dinar maaş alarak rahat bir hayat yaşayan bir kimse... Vazifeden çıkarılması halinde bu şekilde rahat bir yaşamın nasıl mümkün olacağı korkusunu hisseder. Gerçekten Müslümanların hayatları ile müslüman olmayanların hayatları arasında büyük fark vardır.
Sasani Devleti tarihinde üçüncü Yezdicerd yenilgiye uğradığında aşırı derecede ağlamaya başlar. Etrafındaki yaverleri kendisine;
— “Neden bu kadar ağlıyorsun?" diye sorarlar. O da;
— “Bin aşçıdan ve bin şahin besleyicisinden başka aşçım ve şahin besleyicim kalmadı, artık ben sadece bin aşçı ile nasıl yaşayabilirim?" der. Yezdicerd'i yenilgiye uğratan ise Selman'dı. Selman, Yezdicerd’in yerine geçmişti. Selman'ın günlük harcaması bir dirhem infakı da bir dirhemdi. Kendi el emeği ile geçiniyordu. Geceleri kamıştan sepet ve kaplar örüyor, gündüz onu satarak üç dirhem kazanıyordu. Bir dirhemle kamış satın alıyor, bir dirhemi günlük ihtiyacı için kullanıyor, bir dirhemi de sadaka olarak infak ediyordu... Görüldüğü gibi bir kâfir ile bir müslüman arasındaki yaşama şekli oldukça farklıdır.
Bizler Filistin'de eğitim kampında bulunuyorduk. Eğitim kampına dışardan hiçbir yiyecek ve içecek sokulamıyordu. Ne olursa olsun kamptaki yemekten yenilmek zorundaydı. (İnşallah biz de bu sistemi burada tatbik edeceğiz. Dışardan yemek getirilmesi yasaklanacak, herkes aynı yemeği yiyecek). Bir torba ekmek alınır, güneşte kurutulduktan sonra bir ay boyunca onu yerdik. Birbirimize ekmekleri kırmak için odun kullanmasını tavsiye ederdik. Bazen silahın dipçiği ile ekmekleri kırardık. Et, meyve göremezdik. Eğitim kampındaki dört ay boyunca ekmekten başka hiçbir şey bulamazdık.
Bir defa dışında ekmekle de doyarak yediğimizi hatırlamıyorum. Kavut unundan yapılmış yarım ekmek veriyorlardı. Yufka şeklinde yapılan ekmekler o kadar inceydi ki üflediğinde uçup gidecek halde idi. Sabahleyin yarım, öğlen yarım ve akşam yarım ekmek veriyorlardı. Sabahleyin yarım ekmeğin yanında on tane zeytin veriyorlardı. Mutfak sorumlusu bir yerde oturuyordu, biz önünden geçtiğimizde elini zeytin tenekesine daldırır, on tane sayar, her birimize verirdi. Çay diye bir şey yoktu.
Sudan'lı Bakan Muhammed Salih Ömer (Allah rahmet eylesin) kampta bizimle beraber eğitim görüyordu. Bilindiği gibi Sudanlılar kesinlikle yeşil zeytinden hoşlanmazlar ve çaysız da yaşayamazlar. Muhammed Salih zeytin almadığı için kamp sorumlusundan kendisine onun yerine çay verilmesini istedi. Kamp sorumlusu bunun isteğini reddetti ve "çay yasaktır, biz sizin şehvetlerinizi kesmek istiyoruz," dedi.
Bir defasında bizi daha sonra tevbe edip müslüman olan meşhur komünist yazar Muhammed Celal Keşk ziyaret etti. Bir kardeş nöbet sırasını teslim almaya gidiyordu. Nöbetçilere devamlı kumanyaları gönderiliyordu. Kumanyasını nöbet yerinde yiyordu. Kumanyada ekmekleri kırıp üzerine mercimek çorbası döküyorlardı. Artık bizim her tarafımız mercimek olmuştu.
Amman'dan gelen bir kardeşimiz de bize bir sandık elma getirmişti. Ondan herkese birer tane dağıttılar. Herkese bir elma, bir tabak da pirinç çorbası düştü. Nöbetçiye bir elma, bir tabak da pirinç çorbası verilince meşhur yazar Muhammed Celal Keşk şunu söyledi; "Herhalde ben hayal görüyorum. Mümkün mü bir elma olsun, hiç olur mu? Vallahi İslâm âlemi sizin gibi yaşayacak olsalar biz dünyayı sarsarız ve bize boyun eğdiririz."Hiç açlığından ölen bir kimse var mıdır? Hiçbir kimse açlıktan dolayı ölmemektedir. Günde bir insan yiyeceği ne kadardır? Üç rupi, (Pakistan para birimi) buna üç rupi de katık ekleyin toplam altı rupi eder.
Afgan mücahid liderlerinden Abdurrasul Seyyaf ve mücahidler her insan için günlük yedi rupi hesap ediyorlardı. Kardeşimiz Ebu Seyyaf Abdülmecid gibi mücahidlere günlük yedi rupi tahsis etmişti. O, eski hesapları esas alarak bu şekilde yaşıyordu. Bilmiyordu ki mücahidlerin masrafları oniki rupiye ulaşmıştı. Fakat o Afganlıların eski hayat programım kendisine tatbik ediyordu. Günde yedi rupi harcıyordu. Şimdi düşünelim bizden birimiz günlük masraf olarak yedi rupi ile yaşasa, üzerinde de yüz ile yüzelli rupi değerinde böyle bir elbisesi bulunsa (ki bu elbise en az dört sene dayanır. Eskime bilmez. Sen eskirsin o eskimez) aylık masrafımız ne kadar olur? 7 X 30 = 210 rupi eder. 100 rupi de ilave masraf kabul edilirse yaklaşık 300 küsur rupi eder. (Yani yaklaşık olarak 1.200.000 Türk lirası eder) Biz böyle bir hayat sistemi uygulasak yeryüzünde hangi güç bizim irade ve kararlılığımıza karşı koyabilir?
Bu hususta İmam Şafii şu şiirini söylemiştir:
"Ben, eğer yaşarsam yiyecek bulamamaktan dolayı yok olmam.
Eğer ölürsem de kabir bulamamaktan dolayı yok olmam.
Azmim sultanların azmidir. İzzetinefsim, zilleti küfür sayan hür nefistir."
Ey kardeşlerim! Bizi zillete düşüren nedir? Şehvet ve lüks düşkünlüğü değil midir? Bizi Allah yolunda mücadeleden ve cihaddan engelleyen şehvetler, rahatlıklar ve konfordur.
Bakarsın bir genç henüz daha üniversitenin dördüncü sınıfındadır, mezun olduğunda vazifesini düşünmekle, vazifede ne kadar maaş alacağını hesaplamakta ve nasıl yüksek derecelere ulaşabileceğini düşünmektedir. Atasözünde denildiği gibi; havaya saraylar yapar. (Boş hayallere kapılır). Maaşım altıbin riyal olacak, beşbin riyal olacak, yedibin riyal olacak diye düşünür durur. Peki, bunun maaşı bin rupi olduğunda bu insan yaşayabilir mi? Elbette ki yaşayamaz. Cihaddan geri kalır.
"Eğer onlar (cihada) çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu ve onlara; oturun oturanlarla beraber, denildi." (Tevbe, 46) İnanır mısınız yeni bir elbise almaktan veya yeni bir şey almaktan hiç hoşlanmıyorum.
Bir gün eve döndüğümde kadife yüzlü yeni sünger minderler gördüm. Görür görmez adeta şuurumu kaybettim ve
— “Allah’a yemin ederim ki kadınların dini zayıftır. Bunları hemen evden çıkartın. Nereden geldi bunlar?" dedim. Evdekiler;
— “Hediyedir" dediler. Ben;
— “Bunların evimizde kalması mümkün değildir" dedim ve eşime öyle şeyler söyledim ki fenalık geçirdi. Vallahi bayıldı ve düştü. Şuurunu kaybetti. Tuhaf tuhaf şeyler söylemeye başladı. Aklını kaybetmesinden korktum. Bu yeni kadife yüzlü süngerleri gördüğümde eve girmedim ve bunlar nereden diye sordum. Eşim;
— "Senin umurunda mı sanki? Senin gece gündüz misafirlerin var. Ben minderlerin yüzlerini yıkıyorum, değiştiriyorum ve her gün bunu tekrarlıyorum. Çünkü Pakistan minderleri altı ay sonra pamuk topluyor ve kullanılamaz oluyor. Artık yorgun düştüm. Bir çift altın bileziğim vardı, onları bozdurdum ve rahat etmek için bunu yaptım" dedi.
Ben de ona dedim ki;
— “İyi ama mücahitler acından ölüyor" Eşim de;
— “Mücahitleri de düşündüm, üçte birini mücahitlere ayırdım, kalanıyla da sünger minderleri satın aldım" dedi. Ben de;
— “Böyle olsa dahi bunların burada kalması mümkün değil" dedim. Fakat inanır mısınız o günden beri eve girip o minderleri her gördüğümde beni sıkıntı basıyor, rahatsız oluyordum. Nihayet kadını bir daha bayıltmayacak bir şekilde onları def ettik gittiler.
Rabbim hepimizin kusurunu affeylesin. Ayet-i kerimede; "Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu..." buyrulmaktadır. Allahuekber! Evet, Yüce Allah'ın seni görmek istediği bir yerde görmemeyi istememesinden daha kötü bir şey olabilir mi? Evet, Allah'ın senin için cihadı çirkin görüp te seni cihaddan alıkoymasından daha büyük felaket olabilir mi?
Hayır, bundan daha büyük hiçbir bela yoktur! "Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu ve; Oturun, oturanlarla beraber, denildi.""Savaşa katılmayanlarla birlikte oturup kalmaya razı oldular" buyrulmaktadır (Tevbe, 87). Âlemlerin Rabbi olan yüce Allah bu ifadesi ile cihada katılmayanları ayıplamakta, sanki onlara nükteli sözler söylemektedir. Sanki "ayıp değil mi size de küçük çocuklar ve kadınlarla beraber oturup kalıyorsunuz" demektedir. Bu ayetin sonunda Allah'ın bu gibi insanların kalplerini mühürlediği ve artık bunların Kur'an'ın naslarını anlayamadıkları beyan edilmektedir. Oturanlar kimlerdir? Savaşa katılmayıp geride oturup kalanlar, acizler ve kadınlardır. Evet, bu insanlar kadınlarla beraber kalmaya razı olmuşlardır. Nitekim bu surenin diğer bir ayetinde;
Evet, böyle insanlara Tevbe Suresi’ni başından sonuna kadar oku, sonra da biri ona desin ki; "ben cihada gitmek istiyorum," o kişinin bu mücahide cevabı; "otur, gitme" demek olur.
Subhanallah! İşte büyük felaket bu... Kalp ölmüş, artık kişi vurdumduymaz olmuştur. Öyle ki "Ey Rabbim, sana nice isyan ettim, beni cezalandırmıyorsun" der gibi bir havadadır. Allah Teala ise "Ben seni ne kadar cezalandırıyorum fakat sen hissetmiyorsun, Ben senin kalbini öldürmedim mi" şeklinde onu ikaz etmektedir. Evet bu gibi insanların kalbi ölmüştür. Nasslardan etkilenmezler. Allah rızası için bir mesele hakkında kızarak yüzü değişmez. Çünkü bunun kalbi ölmüştür. Artık yüzüne kan pompalayarak onun yüzü öfkeden kızarmaz. Bilakis Allah rızası için kızmak ayıp sayılmaktadır. Herhangi bir kötülüğü gören insanın karşı çıkması onun için bir eksik görülmektedir. Böyle bir insana şöyle denir: "Bu zavallı çok asabi duygusal, çabuk kızan, fanatik, horozlanan, yaygaracı, fundemantalist vb."
Evet, maalesef bugün Allah için kızan müslüman ayıplanmaktadır. Bugün müslümanlar Allah'ın nizamına karşı gelenleri uyardıkları zaman Baas Partisine mensup olan insanlar, komünistler, laikler vb. inançsızlar bu gibi sözleri geveleyip dururlar. Bu sözler bizim aşağılanma sıfatlarımızmış gibi tekrarlanırlar. Hatta bugün Mısırlı kardeşler birini kınamak istediklerinde ona; "Bu hoş biri, yani aptal" derler. Onlar hoş olmayı aptallığa denk sayarlar. "Sen zavallı, iyi niyetlisin" derler. Peki, ama sen nesin? Sen; art niyetli ve kötü düşünen birisin.
Gerçekten bugün bizler bu sözleri bilinçsiz bir şekilde kınama sıfatı olarak kullanmaktayız. "Bu saf biri, duygusal biri, horozlanan, tez kızan, fanatik biri" diyoruz. Sözün nereye vardığının farkında değiliz. Aslında dine akıl mı yardım eder yoksa gayret ve duygusallık mı yardım eder? Bunu iyi düşünmek gerekir. Bugün biz aklı devreye soksak o bize diyecektir ki; "siz nasıl Ruslara karşı koyacaksınız? Bunlar büyük ordulara sahipler.""cihaddan geri durmayın, eninde sonunda galip gelecek sizlersiniz" der. Nitekim Malik bin Nebi şunları söylemiştir: "Bilal’ın göğe doğru kaldırdığı parmağı "Allah birdir, bir" diyordu. Bu aklın sesi değil, duygunun bir sesi idi. Çünkü akıl ona "Sen efendin Umeyye bin Halefe boyun eğ. Geceleyin git Muhammed'in yanına, yeniden müslüman olduğunu söyle" diyordu." Fakat duygu ve gayretlerimiz bizlere;
Bir kardeş bana şunları söyledi:
"Ey kardeşim! Bu şekilde her şeyi açık açık konuşmamız caiz değildir..." vb. şeyler. "Ben iki yıl falan büroda kaldım ve hiç kimse benim hangi görüşe sahip bulunduğumu bilemedi." Ben bu kardeşe; "Allah sana afiyet versin, iki yıl boyunca kaldın ve bir tek kelime emri bil maruf nehyi anil münker yapmadın mı? Çünkü bir defa dahi konuşsaydın, emri bil maruf yapsaydın, görüşün bilinirdi," dedim. Bu kardeş bu halini maharet zannediyor... Şairin dediği gibi
—Ürkekler, korkaklığı akıllılık sanır. Hâlbuki bu; kötü huyun bir aldatmacasıdır.
Bu kimse seni doğrulamaz, senin haklılığında sana katılması mümkün değildir. Aslında ben bu gibi insanları anlayamıyordum. Çok zorlanıyordum. Ve kendi kendime diyordum ki; "Subhanallah, neden bir kısım insanlar cihad hususunda insanları şüpheye düşürüyorlar?" Sonra Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini inceledim ve gördüm ki şehvani arzularına köle olanlar, lüks eşyalara hayran kalanlar, cihadı sevmezlermiş. Bu hususta yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyanlar ise sizin hak yoldan iyice uzaklaşmanızı isterler." (Nisa, 27)
Aslında insan kendi kusurunu, acizliğini kabullenerek; falan kişi bu hususta benden daha iyidir, demez. Bilakis başkalarının yaptığı iyi şeyleri ayıplar ki kendi kusurunu kapasın. Bu hususta Hz. Osman (ra) şunu buyurmuştur: "Zina eden kadın, her kadının zina etmesini ister." Tekrar âyetin izahına dönelim; "Eğer bunlar cihada çıkmak isteselerdi onun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını hoş görmedi de yerlerinde durdurdu. Onlara "geride kalıp oturanlarla beraber siz de oturun" dedi.
Eğer onlar, sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı ancak bozgunculuk çıkarır, sizi birbirinize düşürmek için aranıza fitne sokarlardı. İçinizde onları dinleyenler de vardır. Allah zalimleri çok iyi bilir." (Tevbe, 46, 47)
Bu kimseler mücahitleri bir arada toplu olarak gördüklerinde oraya geliyor, aralarına bir kelime atıyor ve iki üç kişiyi şüpheye düşürüyor, birbirine sıkıca sarılmış ülfetle bağlanmış bir topluluğu görmek istemiyor. Bu nedenle Müslümanlar arasında fitne-fesat yaymakla görevlendirilen ajanlar bu işleri karşılığında kendilerini vazifelendirenlerden maaş alırlar. Bakarsın ki böyle biri geliyor, cihad meselesini açıyor ve "cihad nerede, Caci de mi? Cacilerin hepsi münafık. Hepsi perişan, sigara içiyorlar, tembeki kullanıyorlar." Caci'de bulunan Müslüman kardeşlerine yardım etmek için cihada çıkan Müslümanlara gelir; "tamam mesele bitti, orası düşmanın eline geçti, arap kardeşlerimiz geri çekildi, insanlar mağlup oldular" derler.
Değerli kardeşim İbrahim, böyle değil mi? Vallahi bir zaman bana Bağman'da bulunan Arap kardeşlerimizden bir mektup geldi. Mektupta Arapların kesilerek öldürüldüğü, Şeyh Abdullah Azzam'ın da esir düştüğü yazılıydı. (Keşke Abdullah şehid edilse).
Mühim olan, bu gibi insanların vazifesi fesat çıkarmak ve fitneyi yaymaktır. Onlar iyiliği ve hayrı sevmezler. Allah Tealâ’nın da buyurduğu gibi Müslümanlarla birlikte savaşa çıkmış olsalardı ancak Müslümanların aralarında fitne ye fesadı yaymayı artıracaklardı. Allah Tealâ bu gibi insanlara ayet-i kerimede "Medine'yi titretenler" manasına gelen; "mürcifin" sıfatını, "engelleyenler" manasına gelen; "muavvıkin" sıfatını, "savaştan geri koyanlar" anlamına gelen; "musebbitin" sıfatını ve "sahipsiz bırakanlar" anlamına gelen "muhzilin" sıfatını zikretmiştir.
Evet, Kur'an ve Sünnette bunların sıfatları işte budur. Dört mezhep imamının ittifakı ile bu gibi insanların ordunun içinde bırakılmaları caiz değildir. Ordu komutanının insanları sahipsiz bırakan, engelleyen, savaşa katılmamalarını sağlayan ve bozgunculuk çıkararak ortalığı velveleye veren insanları ordu içinde bırakması caiz değildir. İnsanları sahipsiz bırakanlar şu gibi bahaneler ileri sürerler. "Şimdi çok sıcak veya çok soğuk, parmaklar dökülüyor, ayaklar donuyor, düşman ordusu çok büyük" ve benzeri şeyler.
Fitne fesatla ortalığı velveleye verenler ise; "Müslümanlar mağlup oldu, Müslümanlar yok oldu, cihad eden Müslümanlar bid'atçı, bunlar sigara içiyorlar, tem beki kullanıyorlar, insanlardan himmet bekliyorlar, çeşitli yaratıklara sığınıyorlar" ve benzeri sözler söylerler.
Riyad'da güvenilir bir kardeşim bana şunu anlatıyor: Sabah namazından sonra ve henüz daha istiğfarı tamamlamazdan önce birisi; "ey insanlar, ey kardeşlerim! Sizleri Afgan Mücahidlerine yardım etmemeniz, onlara zekâtınızı vermemeniz hususunda uyarıyorum. Onlar müşriktirler. Lûtilik yaparlar," dedi. Allah'a yemin ederim ki bu sözleri mescidde henüz daha insanlar tesbihatını tamamlamazdan önce söyledi. Bununla hakkı ve hayrı tebliğ etmek istiyor! Bu yaptığının karşılığında aziz ve celil olan yüce Allah'tan ecir ve sevap alacağını zannediyordu. Görüldüğü gibi bu kişi insanları cihaddan alıkoyuyor, Mücahidlere yardım edilmesine engel oluyor. Yine bir zaman Hac için Cidde'ye gittiğimde beni ziyarete gelenler, savaşın durumunu, mücahidlerin zaferlerini sormak yerine; "kardeşim Mücahidlerin içerisine düştüğü birçok şirkler bulunmakta imiş, bu doğru mudur?" diye sordular. La ilahe illallah! İnsanları müjdelemeleri gerekirken insanları ürkütmekteler...
Şairin dediği gibi;
Mademki hediye edeceğin ne bir atın
Ne de herhangi bir malın var.
O halde davranışınla insanları mutlu edemiyorsan, Konuşmanla et!
Bu nedenle birçok insanlar Afgan cihadına yardımda bulunmaktan vazgeçtiler. Şeyh Temim: "Ey falan, senden malının zekâtını istiyoruz. Sen Afgan cihadını seversin," diyor. O kimse ise; "bana güvenilir kimseler tarafından Afganlılar arasında şirkin yaygın olduğu bildirildi" cevabını veriyor. Burada (Afganistan'da) hangi şirk söz konusudur? Duralım ve fıkhi açıdan inceleyelim. Afgan Mücahidleri arasında yaygın olan şey nedir? Yatırları aracı edinmek midir? Ben hiçbir kimseyi kabirleri aracı edinerek duada ve yardım taleplerinde bulunduğunu görmedim.
Şeyh Celalleddin Hakkani'nin de dediği gibi; Vallahi yaşım kırk yediye ulaştı ve hiçbir Afganlıyı yatırlardan medet umarken, onlardan yardım isterken görmedim. Peki, bunları şirke düşüren ne? Muskalar mı? Yoksa sigara içmek mi veya tembeki mi? Yahut belli şeyleri koklamak mı? Sigara ve tembeki kişiyi İslâm'dan çıkartmaz ve hiçbir kimse; bunlar kişiyi İslâm'dan çıkaran şeylerdir de diyemez. Kardeşim bunlar haram mı? Afganlılar haramı mı işliyorlar? Fakat benden şu fıkhi fetvayı al; Afganistan'da haşiş içerek cihad eden kimse Beytu'l-Haram civarında oturup da cihad etmeyen kimseden daha üstündür. Çünkü bu Afganlı haşiş içerek kendi nefsine zarar vermekte ve bir haram işlemektedir.
Beytullah civarında oturan sen ise, İslâm ümmetinin tamamına zarar veren cihaddan geri durma haramını işliyorsun. Bu fetvayı benden nakledebilirsiniz; Afganistan'da savaşan ve haşiş kullanan bir kimse Peşaver'de veya Kabe'de ibadet eden âbid bir kimseden daha faziletlidir. Çünkü her ikisi de haram irtikâp etmektedir. Birinin işlediği haram kendisine zarar vermekte, diğerinin işlediği haram ise bütün ümmete zarar vermektedir. Elbette ki bir kişiye zarar vermekle bütün ümmete zarar vermek bir değildir. Şimdi bu fetvayı dinledikten sonra bana; "bu adam fanatik veya duygusal" sözlerini sarf etme. Bu fetvayı al, her yere tebliğ et.
Bu hususta İbn Teymiyye (Allah ona Rahmet eylesin) şöyle demektedir; "İmandan sonra, dini ve dünyayı fesad eden saldırgan düşmana karşı koymaktan daha üstün olan bir farz yoktur."
Önce; "La İlahe İllallah Muhammedur Rasulullah" demek ve ona inanmak, sonra ise saldırgan düşmana karşı durmak gelir. Şimdi sen gelip de; "bunlar haşiş içiyor" dersen ve bunların cihadlarını hafife alırsan ne yaptığının farkında mısın? Sen biliyor musun ki Yermuk savaşına ve Kadisiye savaşına katılan sahabeler arasında da içki içenler olmuştur. Mesela Ebu Mihcen Kadisiye savaşında içki içtiği için ordu komutanı Saad bin Ebi Vakkas tarafından cezası verilinceye kadar hapsedilmiştir. Ebu Mihcen haleti ruhiyesini ortaya koyarak şu şiiri söylemiştir:
At Ve mızraklar göz önünde iken Elim kolum bağlı olarak oturmam Üzüntü olarak bana kâfidir.
Ey aziz kardeşlerim! Halkın cihadı ile İslâm davetçilerinin cihadı farklıdır. İslâm daveti her türlü şaibeden arı ve saf olur. İslâm davetçileri arasında içki içen, sigara içen ve kumar oynayan bir kimse bulunması mümkün değildir. Afgan cihadı ise bir halk savaşıdır. Bu tür halk savaşlarının içinde takvalı olmayan fasıklar, istemediği halde savaşa katılan münafıklar, hatta imanı zayıf olduğu için daha sonra dinden çıkanlar bile bulunmaktadır. Mesela; zamanının en büyük iki imparatorluğundan biri olan Pers İmparatorluğunu çökerten Yermuk ve Kadisiye savaşlarında halkın çeşitli sınıflarından insanlar bulunmuştur. Savaştan sonra peygamberlik iddia eden ve dolayısı ile dinden çıkan Tuleyhe el-Esedi Kadisiye savaşında bulunmuştur. Hz. Ebu Bekir mürtetler müslüman olduktan sonra bunları çeşitli savaşlara göndermiş, Kisra ve Kayser'e karşı savaşmalarını istemiştir. Hz. Ömer de bunun pratiğini yaptırmıştır. Durum böyle iken siz nereden fıkıh öğreniyorsunuz? Sizin fıkıhçılığınız nerede?
İbn Teymiyye (Allah rahmet eylesin) Fetava adlı kitabının 28. cildinin 506. sahifesinde şunları zikretmektedir:
"Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin esas aldığı temel kaidelerden biri de şudur: Takva sahibi olsun, günahkâr olsun, her emirle birlikte cihad etmek gerekmektedir. Yine başka bir yolla cihad etmek mümkün olmaz da yalnız çok günahkâr bir ordu ile birlikte cihad etmek gerekirse, böyle bir ordu ile cihad etmek farzdır. Çünkü bizler iki şeyden birini seçmekle karşı karşıya bulunuruz. Ya kâfirlere karşı mağlup olup küfre boyun eğmek veya günahkârlarla beraber olup İslâm'ı zafere eriştirmek. Elbette ki ikinci şık seçilme mecburiyetindedir. Diğer yandan günahkâr Müslümanlarla beraber olup kâfirlere karşı savaşmaktan çekinen insanlara gelince (ki uydurma bir takvaya sahipmişler gibi görünen Hariciye fırkası bu yolu tutmaktadır) bunlar dini bilmeyen cahillerdir. Bu davranışları onların cehaletini gösterir."
Kardeşler! Meselenin derinliklerini ve gerçek boyutlarını idrak etmemiz gerekir. Aksi takdirde yalpa vururuz, tökezleriz.
Şeyh Abdullah Azzam