Coğrafyanın Kılıçları

Kozsoy Çevrimdışı

Kozsoy

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
TÜRK KILICI
Kayahan Horoz
Silahtar Dilimizde “kılıç” çelikten yapılmış, bir veya her iki kenarı keskin, çoğunlukla sivri uçlu, uzun silahların genel ismidir. Dünya literatüründe ise, Türkler tarafından geliştirilmiş, özgün bir biçime sahip belirli bir kılıç türüne “kılıç” denir. Sözkonusu isimlendirmenin yol açabileceği karışıklıkları önlemek için, ülkemizde uzmanlar bu özel kılıca “Türk kılıcı” diyorlar; diğer dillerde böyle bir gereklilik olmadığından, dünyada bu silah “kılıç” olarak biliniyor.

Arkeolojik bulgularla desteklenen tarih bilgimiz bu özel biçimin Orta Asya kökenli olduğunu, en eski zamanlardan itibaren kendisiyle karşılaşan her kültürü etkileyerek, her yönde yayıldığını ortaya koyuyor. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in konuyla ilgili çalışması, Ordos ve Baykal ötesi Hsiung-nu kültür çevresine ait arkeolojik buluntulardaki özgün bir namlu biçimini işaret ediyor. İlerleyen çağlarda, eski Göktürkler sahasının önemli bir ihraç ürünü olarak anılan “karaçori”, Gazneliler döneminin Farsça kaynaklarında “uzun ve eğri Türk kılıcı” olarak tanımlanıyor.

Türkler tarafından yaygın ve etkin olarak kullanımı VIII. yüzyıla kadar inen tek dışbükey ağızlı namlu biçimi doğuda önce Çin’e (“dao”), sonraki çağlarda da Çin üzerinden Japonya’ya (“katana”) ulaşmış. Göçler ve akınlarla güneyde Hindistan’a (“talwar”), batıda İran (“şimşir”) ve Arap Yarımadası’na (“seyf”) ve nihayet Avrupa’ya (“sabre”) kadar yayılmış ve özellikle bir süvari silahı olarak geniş kabul görmüş. Zamanla Türkler bu biçimi daha da geliştirerek, bugün dünyanın “kılıç” olarak bildiği silaha ulaşmışlar.

Namlunun Bölümleri Türk kılıcının temel ayırdedici özelliği, “ters ağız” diyebileceğimiz ve sırtın uçtan itibaren mahmuza kadar genişleyen yaklaşık üçte birlik kısmının keskin olması; yani, iki ağızlı yalmanıdır. Mahmuz kılıcın en geniş yeridir ve mahmuzdan hemen sonra genişliği biraz azalan namlu, balçağa kadar yaklaşık aynı genişlikte devam eder.

Fatih Sultan Mehmet’in Kılıcı



Bu özel biçimin Türkiye’deki en eski örneği Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir ve 1297-1299 yıllarında hüküm sürmüş Memluk Sultanı Hüsameddin Laçin’e aittir. Dr. Ünsal Yücel, “Islamic Swords and Swordsmiths” (Istanbul: IRCICA, 2001) adlı eserinde bu kılıcı oldukça ileri bir seviyenin örneği olarak yorumluyor ve bu seviye itibariyle artık biçim ile işlev arasında dengeli bir ilintinin sağlanmış olduğunu gözlemliyor.

Memluk Kılıcı:



II. Bayezid’in Kılıcı Yine de, kılıç evrimini sürdürmüş. Namlunun genişliği azalırken, eğriliği artmış. Kullanım tarzının gerektirdiği bilek hareketlerine bağlı olarak, kabza başı “armudi” bir şekil almış. Dışbükey yapıdaki ters ağız zamanla önce düzleşmiş, sonra hafif bir içbükeylik kazanmış. Ters kesme (backcut) hareketinin tahrip gücünü artıran bu değişiklik, bize o dönemin kılıç kullanım tekniği içerisinde ters ağzın etkin bir rolü olduğunu düşündürüyor.



Türk kılıcı, XVI. yüzyılın başında estetik ve performans olarak en yüksek seviyeye ulaşmış. Ateşli silahların gösterdikleri gelişmeye paralel olarak artan kullanımlarının zaman içerisinde kılıcı ikinci plana ittiğini, artık işlevsellikten çok görselliği önem kazanmaya başlayan kılıçların abartılı biçimler ve bezemelerle bir statü sembolüne dönüştüğünü söyleyebiliriz. Safevi etkisiyle XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı topraklarında yayılan şimşir kullanımı, bu tarihten sonra üretilen kılıçların biçimlerini de etkilemiş. Dahası, XVII. yüzyılın başlarından itibaren İngiltere’den önemli miktarda kılıç ithal edilmeye başlanmış. Doğal olarak, bu tarihlerden sonra Türk kılıcında bir gelişme beklemek mümkün değil; aksine, üretim ve kullanımı azalmış, kalitesi ve karakteristik özellikleri erozyona uğramış. Sonuçta “ikincil silah” işlevini de yatağana devreden Türk kılıcı, 1806 yılında ve Nizam-ı Cedid ıslahatları kapsamında ordudan resmen kaldırılmış.



YATAĞAN HAKKINDA
Halidun Semai
Yeniçeri Ünü dünyayı tutmuş, adı yeniçerilerle birlikte anılmış, bir dönem asker olmayan erkeklerin de en gözde aksesuarı olmuş, sıradışı bir silahtır yatağan. Hiçbir zaman birincil savaş silahı olarak kullanılmadığı açıktır; ama Avrupalılar’ı, kuşağa çaprazlama yerleştirilmiş bir çift yatağana “kelle makası” adını takacak kadar etkilemiş olduğu da bir gerçektir.

Bilinen en eski örneği, Kanuni Sultan Süleyman’a ait ve 1526-1527 yıllarında Ahmet Tekelü Usta tarafından yapılmış. Fildişi kabzalı ve altın, gümüş, yakut ve incilerle süslenmiş bu yatağan, bazılarınca silahta işlevsellik ve sanatsallığın ulaştığı en yüksek nokta olarak kabul ediliyor.

Kanuni’nin Yatağanı:



Kökeni hakkında rivayet muhtelif… Makedonyalı İskender’in seferleriyle çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olan “kopis” adlı antik bir silahın, Osmanlı’ya komşu kültürlerin birinde o güne dek varlığını sürdürebilmiş bir türevinden geliştirilmiş olabileceğini iddia edenler olduğu gibi, adından yola çıkarak; Orta Asya’da, Özbekler’in Katağan kabilesi tarafından geliştirildiğini öne sürenler de var. Nitekim, Orta Asya’da yapılan arkeolojik kazılar, içbükey ağızlı kesici aletlerin bu coğrafyada çok eski zamanlardan beri kullanıldığını ortaya koyuyor.



Ordos Bıçağı Batı Anadolu’da halk arasında kabul gören bir inanışa göre ise, herşey 1195 yılında Osman Bey adlı bir gazinin Selçuklu sultanı tarafından Teke yarımadasını fethetmek üzere görevlendirilmesiyle başlamış. Osman Bey öylesine bilgili ve deneyimli bir komutanmış ve bölgeyi o kadar kolaylıkla ele geçirmiş ki, insanlar “yattığı yerden savaş kazanan” bu efsanevi gaziye Yatağan Baba adını takmışlar. Zaferinin ardından sultanın hizmetinden ayrılan Yatağan Baba, fethettiği bölgeye geri dönmüş ve bir dergah kurmuş. Dergahın etrafı kısa zamanda kalabalıklaşıp bir köye dönüşmüş. Bu arada, aslında çok yetenekli bir demirci ustası olan Yatağan Baba, atölyesinde çok özel ve sıradışı bir forma sahip kılıçlar yapmaya başlamış ki, onlar da kendi adıyla anılır olmuş.

Üç Örnek Maalesef, bugün için bu teorilerin hiçbiri diğerlerinden daha sağlam bir temele sahip değil; yatağanın kökeni, üstelik görece yeni bir silah olmasına rağmen, herkes için bir sır. Bundan beş yüzyıl önce ne kılıç ustaları sanatlarını ve deneyimlerini kağıda aktarma ihtiyacı duymuşlar, ne de dönemin vakanüvisleri böyle bir konuyla ilgilenmişler. Toplumsal tarih üzerinde çalışanların askeri tarihi gözardı edemeyecekleri gibi, askeri tarih çalışmalarının da silahların tarihi incelenmeden tamam olamayacağı açıktır; yine de, bugün bile bunun tarihçilerin pek fazla ilgi göstermedikleri bir konu olduğunu kabul etmek gerekir. Seçkin bazı tarihçilerimizin çok az sayıdaki çalışmaları da maalesef gerekli derinliği göstermemektedir.

Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları” (Ankara: TTK, 1988: 1943, c. I, s. 376) isimli eserinde yeniçerilerin kullandıkları silahlar arasında “varsak denilen yatağan bıçağı”nı da sayar, ama üzerinde hiç durmadan geçtiği bu tanımlamasına bir referans da göstermemiş olduğundan, kafamızı iyice karıştırır. Acaba bugün bizim yatağan bıçağı dediğimiz silaha yeniçeriler varsak mı diyorlardı? Yoksa yeniçeriler, yatağan bıçağının varsak denilen bir alt türünü mü kullanıyorlardı? Dahası, acaba bütün bunların Anadolu’da Varsaklar adıyla bilinen yörük kabilesiyle bir bağlantısı var mıydı? Anlaşılan, konu büyük tarihçimizin ilgi alanına uzak kalmış.



Yatağan, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda tüm Osmanlı coğrafyasında “moda olmuş”, özellikle Balkanlar’ın tamamında çok yaygın kullanılmış, hatta bir dönem Sırbistan’ın milli kılıcı haline gelecek kadar rağbet görmüştür. Sonuç olarak, kültürel mirasını devraldığımız bu toprakların özgün bir eseridir ve hakkında araştırma yapmak, yazıp çizmek de öncelikle bizim görevimizdir.
DIMIŞKİ EFSANESİ
Halit Doğan
Salahaddin İpek Eşarbı Kesiyor Savaş alanında hayatta kalmanızın bileğinizin gücü kadar kılıcınızın kalitesine de bağlı olduğu çağlarda, sahip olabileceğiniz en şöhretli kılıçlar Şam’da yapılan ve şehrin Arapça adına atfen “Dımışki” olarak anılan kılıçlardı.



Tabanı son derece ilginç, desenli bir görüntüye sahip olan Dımışki kılıçların kalitesi her yerde bir efsane halini almıştı. O kadar sağlamdı ki, bir vuruşta rakibin kılıcını ikiye bölebilir, kalkanını parçalayabilir, yine de en ufak bir zarar görmezdi. Üstelik o kadar keskindi ki, bir elinizde kılıcı yalım yukarı sabit tutsanız ve diğer elinizle üzerine ipek bir mendil bıraksanız, mendil yere iki parça olarak düşerdi..!

Yüzey Deseni Dımışki kılıçlar bu şöhretlerini büyük ölçüde Haçlı Seferleri’ne borçludur. Ortadoğu’ya yaptıkları seferlerde bu kılıçlarla karşılaşan şövalyelerin ülkelerine döndüklerinde anlattıkları hikayeler zaman içerisinde Dımışki kılıçları Avrupa’da bir efsane haline getirdi1. Üstelik Avrupa’lı ustalar ne kadar uğraşsalar da Dımışki çeliği kopya edemiyorlardı. Ortadoğu’dan binbir güçlükle getirtilen örnekler üzerinde yapılan en titiz incelemeler ve en yoğun çalışmalar dahi hiçbir sonuç vermiyordu. Bu durumun Dımışki efsanesine kattığı gizem, Avrupa’lı ustaları neredeyse bin yıl boyunca peşinden koşturdu.



Şam’daki geçmişi dördüncü yüzyıla kadar uzanan silah üretimi, bölgede çıkan ve silah yapımı için çok uygun olan demir cevheri sayesinde gelişip üne kavuştu. Timur istilası ve ardından şehirdeki büyük ustaların alınarak Semerkand’a götürülmeleri bu endüstriye büyük zarar verdiyse de, Şam çeliğinin Osmanlı İmparatorluğu’nda gördüğü rağbet, yeni ustaların yetişmesini ve Dımışki kılıçların ününe ün katmasını sağladı. Bu rağbet öylesine büyüktü ki, “Dımışki yumurta” denilen ve kılıç yapımında kullanılan 2-2.5 kg. ağırlığındaki çelik külçeleri, birer mücevher gibi, padişahlara hediye olarak sunulurdu.

Kanuni Sultan Süleyman’ın Kılıcı:



Zamanla Dımışki kelimesi bu çeliğin üretildiği merkezi ifade etmenin ötesine geçerek, sözkonusu tekniğin ve bu teknikle üretilmiş çeliğin de ismi haline geldi ve bu arada İstanbul’da da bir “dımışkihane” kuruldu. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Fatih Sultan Mehmet zamanında faaliyete geçen bu dımışkihanenin bugünkü Kabataş ile Tophane arasında, deniz kıyısında yer aldığını anlatır. Başta padişahlar olmak üzere, dönemin ileri gelenlerine çok değerli kılıçlar üreten büyük ustaların çalıştığı bu dımışkihanenin 1640 yılında Gümrük Emiri Ali Ağa tarafından satın alınarak yıktırıldığı düşünülürse, bu tarihten daha önce faaliyetine son verilerek, Sultanahmet’teki kılıçhane binasına taşınılmış olması muhtemeldir.



Çevresini kuşatan efsanelere uygun bir gizemle ortadan kaybolan Dımışki’nin en son örneklerinin 1800’lü yılların başında üretildiği sanılıyor. Günümüzde Batılı bilimadamları konu ile ilgili çalışmalarında bu tekniğin kökenini Hindistan’a dayandırırken, Dımışki çeliğinin aslında Hindistan’da üretilip İran’da dövülerek kılıç yapıldığını, Batılı gezgin ve tüccarların bu kılıçlarla ilk kez devrinin önemli bir ticaret merkezi olan Şam’da karşılaşmış olmalarından dolayı, yanlış bir adlandırmayla Dımışki dediklerini iddia ediyorlar4. Buna karşılık, dokuzuncu yüzyılda Bağdat’ta yaşamış olan büyük düşünür ve bilimadamı Yakup İbn İshak El-Kindi, kılıçları konu alan çalışmasında (Ayasofya yazmaları, no. 4832, fol. 170-172) çeliği “işlem görmüş demir” olarak nitelendirirken, bu işlemin onu daha sağlam ve esnek bir hale getirdiğini, bu arada da “firind” adı verilen desenli görüntünün ortaya çıktığını yazıyor. El-Kindi, döneminin yerli kılıç türlerini sayarken Şam’ın başlıca üretim merkezlerinden biri olduğunu, Dımışki olarak adlandırılan Şam yapımı kılıçların çeliklerinin de Şam’da üretildiğini yazıyor.

ŞEMŞİR; İRAN KILICI
Dr. Manouchehr Moshtagh Khorasani
İran’da kılıç için kullanılan genel terim “şemşir”dir. Bu sözcük iki parçadan oluşur; şem kuyruk veya pençe, şir ise aslan demektir. Dolayısıyla bu silahın ismi aslan kuyruğu ya da aslan pençesi anlamına gelir. Ancak yaygın inancın aksine, şemşir sözcüğünün kullanılması namlu eğriliğine atfen değildir. Bu sözcüğün kökleri, İran’ın eğri namlu ile tanışmasından çok öncelere dayanır. Yeni Farsça’nın erken dönemlerinde kılıca sine veya şemşer denirdi. Maniheist Orta Farsça’da ise kılıcın şafşer olarak adlandırıldığı görülür.



Düz Namlulu Şemşir Tüm bu dönemler boyunca İran’da kılıç namluları düz ve iki ağızlıdır. Dolayısıyla, namlusunun düz veya eğri olmasından ve bu eğriliğin derecesinden bağımsız olarak, orta veya uzun namlulu ve bir balçağa sahip tüm kesici silahlar için şemşir sözcüğü kullanılmıştır.

Pota Çeliği İran’da çelik kılıçların yapımına ne zaman başlandığı tam olarak bilinmemektedir. Timurlu, Safevi ve daha sonraki dönemlerden bilindiği üzere, İran’ın kaliteli kılıçları pota çeliğinden yapılırdı. Pota çeliği, kilden yapılma potalarda, dökme demir, demir ve bir takım karbonlu maddelerden oluşan içeriğin karbonlama veya karbon alma yöntemlerinden birine tabi tutulmasıyla elde edilirdi. Her ne kadar İran’da Horasan, Kazvin, Neiriz ve Arsancan gibi bazı bölgelerde pota çeliği üretimi yapılmışsa da, İran’lı kılıç ustaları dillere destan Farsi kılıçlarının yapımında Hint işi çelik kütüklerini tercih etmişlerdir. Bu durum, Hindistan’dan İran’a çelik kütükleri ithalini, buna karşılık olarak da İran’dan Hindistan ve diğer komşu ülkelere kılıç ihracını doğurmuştur.

İran’lı ustalar kılıç yapımında farklı yöntemler de denemişlerdir. Bu yöntemlerden biri de, farklı demir ve çelik çubukların bir arada ısıtılıp dövülerek katmanlar oluşturmasıyla ortaya çıkan yoğruk örüntülü çelik kılıçlardır. Tıpkı pota çeliğinden yapılanlar gibi, yoğruk örüntülü çelikten yapılan namlular da cilalanmalarının ardından bir takım aşındırıcı kimyasallar kullanılarak dağlanır, bu sayede yüzeydeki desenlerin güzelliği iyice ortaya çıkarılırdı.

İşlemeli Metal Bilezik Kılıç kınları sahtiyan veya kumaş ile kaplanmış ahşaptan yapılırdı ve iki ya da üç metal bileziği olurdu. Zeller ve Rohrer’e göre, ahşap Farsi kınları normal olarak üç parça sahtiyan ile kaplanır ve bu parçaların arasına metal bilezikler yerleştirilirdi. Sahtiyan genellikle erkek eşeklerin sağrı derisinden elde edilir ve kabaca bir dokuya sahip olurdu.



Abbasi kaynaklarında eğri namludan ilk sözeden, Horasan’lı süvarilerin eğri kınlarıyla övündüklerinin belirtildiği, el-Cahiz’in “Menakıb el-Türk” isimli eseridir. Mübarekşah Fahr-i Müdebbir, XII. yüzyılda yazdığı “Adabu’l-Harb ve’ş-Şeca’a” isimli kılavuzda kalaçuri ve şemşir arasındaki farkları anlatırken, kalaçurinin özellikle Türkler tarafından tercih edildiğini, şemşirden daha uzun olduğunu ve namlusunun da eğri olduğunu yazar. Gerçekten de, eğri namlulu bir kılıç at üstünde düz bir kılıçtan çok daha etkili olarak kullanılabilir; bu nedenle, zaman içerisinde eğri namlulu ve tek ağızlı kılıçlar birincil süvari silahı olarak düz namlulu ve iki ağızlı kılıçların yerine geçmiştir. Bu değişim, İran’da özellikle XIII. yüzyıldaki Moğol istilasının ardından belirginlik kazanmıştır. Yine de, bugün birçok araştırmacı eğri namlulu kılıçların Orta Asya kökenli olduğunu ve bundan çok daha eski tarihlerden beri Türk süvarileri aracılığıyla İran’da tanındığını düşünmektedir.



Hindistan’ın pota çeliği üretimine İngilizler’ce yasak konması ve ardından İran pazarını istila eden ucuz Avrupa çeliği, şöhretli İran kılıçlarının üretiminde Kaçar dönemi boyunca bir azalmaya neden olmuştur. Kaçar döneminin sonuna gelindiğinde, İran’lı ustalar artık o birbirinden güzel çelikten desenleri yapamaz olmuşlardır. Bu arada, sözkonusu dönemde girişilen İran ordusunu modernize etme çalışmaları da, Fransız, İngiliz ve Alman modellerinde askeri kılıçlar üretilmesiyle sonuçlanmıştır.

http://www.tarihnotlari.com/cografyanin-kiliclari/ alıntıdır ....
 
Kozsoy Çevrimdışı

Kozsoy

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
Elimizde eskilerin kılıç kulllanma tekniği ile ilgili veri bulunmamakta ... sen tut binlercee yıl kılıç kullan sonra ileriye onunla ilgili bir şey bırakma , benim bildiğim var olan tek şey bursa kılıç kalkan oyunu ... belki osmanlı ya da askeriye arşivlerinde vardır ! ?
 
İ Çevrimdışı

İbn Muhammed

الله اكبر و العزة الله
İslam-TR Üyesi
en iyi kılıç diye katanayi pazarlayanlar, semsir veya yatagani görmez ne hikmetse.
 
Geri
Üst Ana Sayfa Alt