F
Çevrimdışı
Yakup Aslan
Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (1)
Arkadaşlarımızın buzları kırıp, dere suyundan abdest aldığı ve şükür namazları kıldığı, daha sonra Komela peşmergelerine ‘pastar’ diye sarıldığı; rehberin, ‘bunlar Kasımlo’nun müritleri, bundan dolayı böyle davaranıyorlar’ diyerek onları kurtardığı zorlu ve tehlikeli yoldan biz de geçerek Tahran’a ulaştığımız zaman, ismini daha sonra öğrendiğim Bahattin Yıldız arkadaşın da aralarında bulunduğu bir grubun yanına gitmeden önce, bol misafiri olan bir eve götürüldük. Yapılan hizmet ve gösterilen yakınlıkla birlikte “işte ensar anlayışı bu!” dediğimiz bir eve misafir olduğumuzdan dolayı mutluyduk. Daha önce Türkiye’de hayal ederek geldiğimiz ümitlerimizin gerçekleşeceği yer bu evdi.
İlginç bir şey vardı. Veya bizim ilk kez rastladığımız bir şey. Genelde herkes kendi yemeğini dolduruyor, sonra da tabağını yıkıyordu. Beyaz sarıklı iriyarı molla da aynı şeyi yaptı. Gerçek eşitliğin, tevazzunun, sadeliğin hayata yansıması bu olsa gerek. Daha sonra tepsi içerisinde büyük bardaklarda bize çay ikram etti ve ardından herkes kendi bardağını yıkayıp kaldırdı. Biraz sonrasında bizim anlamadığımız sohbet başladı. Bereket mollanın yanından ayrılmayan iriyarı bir genç Türkçe biliyormuş. Bize tercümanlık yapmaya başladı. Daha önce İstanbul’da okumuş bir öğrenciydi. Kısaca tanıştık. Halhatırdan sonra, geldiğimiz ülkenin siyasi ve sosyal durumları soruldu. ‘Darbe oldu!’ dememiz bile yetiyordu. Onlar darbeden önce Kenan Evren’in ABD’den para aldığını ve onların desteğiyle bu işi yapacaklarına dair İran’da basının ifşa edici açıklamalar yapıldığını bize anlattılar.
Darbe oldu! Aslında bizim için büyük duyguların, düşüncelerin ve belli bir süreliğine bizi şekillendiren yaşam tarzının bütün şifreleri bu kelimenin içerisinde gizliydi. Milli görüş çizgisinde ülkenin siyaseti üzerinde söz sahibi olmaya çalışmamız ve bu uğurda bedel ödememiz bir gecede noktalanmıştı. Oysa biz, meydanlarda milyonları toplayabilmekle veya kısa bir zaman içerisinde inkılap yapmakla avunuyorduk. Daha önce bir yemek ziyareti için aylarca peşimizden koşanlar, bizi sokaklarda gördüklerinde yollarını değiştirdiler, sakallarını kestiler, evlerindeki Kur’an meallerini korkudan sobalarda yaktılar ve Milli Görüşle başlayan dev inkılapçı hareket bir anda bir damla su gibi kızgın toprakta kayboldu, buharlaştı gitti. Biz yalnız başımıza kaldık. ALLAH’tan başka hiçbir sahibimiz yoktu. Vurulan bizdik. Cezaevlerinde yatan biz. Kavgalara, kurşunlara göğüs geren bizdik. Her birimiz birer kahraman edasıyla geziniyorduk, meydanlarda. Darbe bütün bu değerleri yok etti. İşte bu gece bu evde bulunuşumuzun asıl sebebinin bu olduğunu söylemek isterdim, ama Müslümanları küçük düşürmek olmazdı.
Bir iki battaniye ile bir yerlere kıvrıldığımız zaman sabah namazı vaktinin nasıl geldiğini bile anlayamamıştık. Namaza kalkanlar sessiz bir şekilde abdestlerini alıyor ve kimseyi rahatsız etmeden yeniden uyuyorlardı. Birbirimizi uyandırmak için kıyamet kopardığımız bir gelenekten gelenler olarak buna şaşırmıştık. Pratik bir şekilde düşündüğümüz zaman, namazın bir sorumluluk işi olduğunu ve doğrusunun da bu olduğunu fark ettik.
Ertesi gün, bizi bir grup arkadaşın yanına götürdüler. Yüksekçe bir yerin üzerine kurulmuş çevresi büyük bir bağla çevrili bir villada toplanmış birkaç arkadaşımız daha vardı. İçeride ve dışarıda birkaç havuzu olan, sinema salonu ve büyük toplantıların yapıldığı kapalı alanların yanında Avrupai bir şekilde donatılmış bir mekandı. Mülk sahibi tagut kaçınca, orası müsadere edilmiş. Daha sonraları isminin Bahattin olduğunu öğrendiğim Abdulhamitle tanışıyordum. Değişik şehirlerden değişik insanlar. Nerdeyse tamamımız, darbe öncesi Milli Görüşe karşı tavır almış ve her fırsatta ‘bu işin artık parti yoluyla olmayacağını, partinin aslında rejimin bir oyunu olduğunu ve hatta giderek amerikancı bir çizgiye kayan Erbakan’ın darbeciler tarafından ülkeye getirildiğini ve bir inkılabının ancak ulemanın önderliğinde gerçekleşebileceğini’ savunmuş insanlardık. İnkılaptan önce başlayan bu düşünce, inkılapla birlikte daha fazla olgunlaşmış ve kırmızı çizgiler keskinleşmişti. İnkılabın nasıl gerçekleştiği konusunda kesin bir bilgileri olamayan dostlarımıza da bir devrimin ancak velayeti fakih liderliğinde gerçekleşmesi gerektiği gerçeğini anlatmaya çalışırken, aslında onların gelenek olarak zaten böyle bir düşünceye hazır olduklarını; imam, imamet ve onlara vekillik yapan alimlerin aslında dini otoritenin en üst makamı olduklarını daha sonraları net bir şekilde öğrenmeye başlamıştık. Başlamıştık başlamasına da geçmişe dair her düşünce ve kalıntılarımıza da saldırmayı nerdeyse inanç haline getirmiştik. Artık ne geçmişimiz ve ne de geleceğimiz sözkonusuydu.
Uluslararası toplantılarda, insanların bize hangi gurup ve hizipten olduğumuzu sürekli bir şekilde sorduklarında ve kendilerine bağımsız düşündüğümüzü söylediğimizde, muhatap alınmadığımızı ve çoğunlukla dünyada MSP ve Erbakan’ın tanınıyor olduğunu söyleyenlere karşı onun aslında bir Amerikancı olduğunu ve başlangıçtan beri bu siyasetler doğrultusunda Ziya’ul Hak ve benzeri Amerikancıları desteklediklerini, ülke içerisindeki siyasetinin de buna hizmet etmeye yönelik olduğunu söylememizin hiçbir anlam ifade etmediğini söylememizin işe yaramadığını gördüğümüzde komplekse kapıldığımızı fark edince, açık bir şekilde bocalama sürecine girdik. Ne yapabilirdik? Ya yeni bir örgüt, cemaat, birliktelik oluşturmalıydık veya geriye dönüş/ru’cu gerçekleştirmeliydik. Birincisinde, derleme insanlarla bunun olmayacağını zamanla öğrendik. Değişik gelenek, düşünce, çevre ve sosyal yapıdan gelen insanları, bir arada tutmak kolay olmayacaktı. Böyle bir boşluğa, insanların tepkisine bütün arkadaşların fazlaca dayanamayacakları ortadaydı. İhvan hareketi yüksek tirajlı dergisinin birçok sayısında Erbakan’a yer vermiş ve onun dünya Müslümanlarının gerçek halifesi olduğunu, halifeliğin en son Türkiye’de son bulmasıyla birlikte bu hakkın onlarda olduğunu savunuyordu. Tağuti rejimlerle ayrışma projesinin neticesinde hicret etmiş olan bizler için bu durum, dayanılmaz derecede sıkıntı vericiydi. Öyle de oldu. Bazılarımız geçmiş düşünceleri tekzip edercesine, soranlara isteksiz bir şekilde bile olsa ‘biz hizbi Selemet üyesiyiz ve liderimiz Profesör Erbakan’dır’ demeye başladık.
Bu çıkış, bizi parçaladı. Arkadaşlarımızdan bazıları bu doğrultuda Türkiye’deki eski arkadaşlarla diyalog kurmaya başladılar. Bahattin, bu düşünceye muhalif olarak bizimle birlikte hareket etti ve geçmişte birlikte olduğu arkadaşlardan kopmaya başladı. Düşüncelerde ayrıldığımız gibi, evlerimizi de ayırdık. Türkiye ile yapılan görüşmeler neticesinde Milli Görüş temsilcilerinin Mehdi Haşimi ile görüşmeye gelmeleri de hız kazandı. Bizim denetimizde gerçekleşen her görüşmede, gelen misafirler üzerinde etkili olmaya ve onları daha önceki milli olan görüşlerinden koparmaya çalışıyorduk. Cemallettin Kaplan, bunların aralarından sadece biriydi. Ancak, Milli Görüşten koptuktan sonra bir cemaatin liderliğini yapmanın o kadar kolay olmadığını, onun çıkışlarıyla ve altyapısız cemaatleşmesiyle daha iyi anlamış olduk.
Milli Görüş temsilcilerinin görüşmelere gelişinin sıklaşması bize sıkıntı vermeye başlayınca, o ortamdan uzaklaşmak istedik. Bahattin ile birlikte, birkaç arkadaş Necefabad kasabasında kalmak üzere gittik ve uzun bir süre orada kaldık da. Her Cuma günü gittiğimiz İsfahan şehrinde tarihin kalıntılarını gezmeye ve geceleri de dağlarda dolaşmaya başladık. Bu durum bizi tatmin etmedi, yeni arayışlara başladık. Bu sürece girdiğimiz zaman, Bahattin biraz bu sıkıntılardan uzaklaşmak maksadıyla bana ‘yarından itibaren şu tepede bir tünel açma çalışması yapalım, biz mücadele adamıyız. Yarın Türkiye’ye döndüğümüz zaman en küçük bahaneyle bizi içeri atacaklar, içeride teslimiyet bize yakışmaz. En azından tünel kazmayı öğrenirsek bize lazım olabilir!’ diyince, hayal etme gücünün genişliği beni şaşırmıştı. Buna rağmen onun isteği doğrultusunda ve hayret içerisindeki bakışlar muhasarasında, birkaç gün tünel kazmakla meşgul olduk. Bu da fayda vermedi. Yaşadıklarımız ve gördüklerimizle İran artık bize dar gelmeye başlamıştı. Esasen, muhacirler olarak ensarları aramaya başlamıştık.
Tahran’da bizi İran ortamından ve gündeminden uzaklaştıracak çareler ararken, Afganlı cemaatler aklımıza geldi. O zamanlar Rabbani, Amerika yanlısı ve karşı grupların uydurduğu belgelerle ajan olarak yaftalanmış, mahkeme tutuklama kararı almış ve gizli bir şekilde İran’dan kaçmak zorunda kalmıştı. Hikmetyar tek seçenek olarak karşımızda duruyordu. Görüşmelerden sonra bizi Pakistan’a götürme sözü verdiler ve biz orada kalan arkadaşlarla vedalaştıktan sonra Afgan kıyafeti ve elimize sıkıştırılan belgelerle Zahedan’a kadar gittik ve oradan da Peşaver şehrine.
İnsanların hayvan gibi istiflendiği, otobüsün damının bile insan dolu olduğu araçlarla sınırdan Peşaver’e kadar yaşadıklarımızı özetini arkadaşlarla birbirimize bakarak anlamaya ve anlatmaya çalışıyorduk. Rıkşalarla tanıştığımız Peşaver’de bize ait olan bir misafir evi vardı ve Afganistan yolculuğu için, Hizbi İslami’nin kapılarını aşındırmaya devam ediyorduk. Büyük ümitlerimiz, beklentilerimiz ve kocaman hedeflerimiz vardı. Bütün bunları gerçekleştirmek için, kalabalık bir arkadaş grubuyla projeler üretiyorduk.
Yoksulluğun, sefaletin ve Afgan göçmenlerinin şehrin varoşlarında toplandığı kampların korkunç hayat şartlarına aldırış etmeden, biran önce Ruslara karşı savaşıp, şehit olma arzusu taşıyan arkadaşların sakinleşmesi ve hayatta şahitler olarak yaşamanın zorluğuna inanması için Bahattin kardeşle adeta ikna odaları kurmuştuk. Kimi arkadaşların ailelerine vasiyetler yazarak şehit olmaya gideceklerini yazmaları ve pazardan Rus öldürmek için kama almaları, bize gülünç gelse bile kardeşlerimizin duygularını anormal çizgiden normale kavuşturmak için yoğun çaba gösteriyorduk. En sonunda beklediğimiz cevap geldi ve hafta içerisinde yola çıkabileceğimiz söylendi. Sabırsız bir bekleyiş, sinirlerimizi tahrip etmeye yetiyordu. Her birimizin üzerinde Afgan giyimi, başımızda takkeler ve boynumuzda petularımızla, sakalımızla kimsenin bizim yabancı olduğumuzu anlaması neredeyse imkansızdı.
Burada da farklı bir kültür, inanç şekli ve bakış açısıyla tanışıyorduk. Nerdeyse açık bir şekilde susuz tuvaletlerde istinca yapılması, kadınların çarşafların kenarını açarak açık alanlarda ihtiyaçlarını gidermesi, her banyodan sonra saçlarına bolca yağ sürmeleri, kanalizasyon veya kuyu sisteminin olmadığı bu ülkede sokakların pis su birikintileriyle dolu olması, camilerde takkesiz namaz kılanlara iyi gözle bakmaması, kapalı gibi görünen bu toplumda düğünlerde dansöz oynatılması, esrarın serbest bir şekilde bakkallarda satılması bizim yabancı olduğumuz bir kültürdü. Mevdudi’nin çizgisinde gelişen Cemaati İslami veya sadece tebliğ etmeyi görev telaki edenlerin varlığı hissedilemeyecek derecede azdı. Buna rağmen onları bulduk ve düşüncelerini öğrenmek istedik. Ortaya çıkan manzara bizim düşüncelerimizi hezimete uğratıyordu. İnkılapçı çizgimizi Mevdudi ve benzerlerinden almış müslümanlar olarak, onların Amerika’ya, Z. Hakka ve benzerlerine bakış açılarıyla örtüşmüyordu.
Özellikle Bahattin, onların amerikancı tutumlarına tahammül edemiyor ve her fırsatta onların duruşlarının yanlışlığına işaret ediyordu. İran’a nazaran daha özgür bir ortama kavuşmuştuk, dolayısıyla herkesimle görüşme onları dinleme veya düşüncelerimizi onlara anlatma imkanı bulmuştuk. Rabbani ile yaptığımız görüşme bizi tamamen şaşkına uğratmıştı. Onunla konuştuktan ve onu tanıdıktan sonra ABD ajanı olmadığını ve belli bir seviyede İslami kültür ve hassasiyete sahip olduğunu görmüştük. Hizip olarak, bize Hikmetyar’ın çevresinden daha samimi ve yakın gelmişlerdi. Özellikle Türkmen Kerimi’nin anlattıklarının da doğru olmadığını orada gördük. Esasen, Cemaati İslami’den ayrıldıktan sonra, Hizbi İslami’de önemli bir konum kazanmak için geçmişiyle ilgili bir sürü rivayet uydurduklarını daha önce de tahmin etmiştik.
Rabbani’yi tanımamızda Tuncer kardeşin büyük bir etkisi olmuştu. Durum böyle olunca, içinde bulunduğumuz grubu kuşkulandırmadan gizli gizli ziyaretler düzenliyorduk. Kısa bir zamanda Afganistan’ın gerçeğini kavramış, karalama, iftira ve çoğu zaman ciddi zararlar veren çatışmaların arka planını yaşayarak öğrendik. Orda olduğumuz dönemde, Erdem Beyazit ve ekibi geldi; günlerce Bahattin ile birlikte onları hiziplere götürüp dolaştırdık ve Afganistan gerçeğini bütün açıklığıyla anlamalarını, görmelerini ve yakından hissetmelerini sağladık. Bununla da yetinmedik, Türkiye müslümanlarının gerçeği öğrenmesi için olayı olduğu gibi objektif bir şekilde anlatmaları için adeta yalvardık. Onlar ne yaptılar, döndükten sonra “Afganistan Destanı” diye özel bir sayı çıkararak, adeta Afganistan kahramanları gibi kendi isimlerini destanlaştırdılar. Ortada olan gerçeğe rağmen, yalan üzerinde şekillenen hayaller karşısında, birbirimize acı acı bakmakla yetindik.
Sonradan duyduğumuz kadarıyla “Afganistan gerçeğini yazıp, aforoz edilmeyi mi kabullenelim!” şeklinde bir savunma yapmışlardı. Onlardan önce bir konuşmasında, Afganistan gerçeğine yumuşak bir dokunuşta bulunanların nasıl eleştirildiklerini de bilmiyor değildik, ama buna rağmen cesaret göstermelerini ve gerçeğin üzerindeki örtüyü atmalarını arzulamıştık. Bu cesareti gösteremedikleri gibi cesur yürek de olamadılar. Onların bütün yürek acısını da biz omuzladık…
(Devam edecek.)
Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (1)
Arkadaşlarımızın buzları kırıp, dere suyundan abdest aldığı ve şükür namazları kıldığı, daha sonra Komela peşmergelerine ‘pastar’ diye sarıldığı; rehberin, ‘bunlar Kasımlo’nun müritleri, bundan dolayı böyle davaranıyorlar’ diyerek onları kurtardığı zorlu ve tehlikeli yoldan biz de geçerek Tahran’a ulaştığımız zaman, ismini daha sonra öğrendiğim Bahattin Yıldız arkadaşın da aralarında bulunduğu bir grubun yanına gitmeden önce, bol misafiri olan bir eve götürüldük. Yapılan hizmet ve gösterilen yakınlıkla birlikte “işte ensar anlayışı bu!” dediğimiz bir eve misafir olduğumuzdan dolayı mutluyduk. Daha önce Türkiye’de hayal ederek geldiğimiz ümitlerimizin gerçekleşeceği yer bu evdi.
İlginç bir şey vardı. Veya bizim ilk kez rastladığımız bir şey. Genelde herkes kendi yemeğini dolduruyor, sonra da tabağını yıkıyordu. Beyaz sarıklı iriyarı molla da aynı şeyi yaptı. Gerçek eşitliğin, tevazzunun, sadeliğin hayata yansıması bu olsa gerek. Daha sonra tepsi içerisinde büyük bardaklarda bize çay ikram etti ve ardından herkes kendi bardağını yıkayıp kaldırdı. Biraz sonrasında bizim anlamadığımız sohbet başladı. Bereket mollanın yanından ayrılmayan iriyarı bir genç Türkçe biliyormuş. Bize tercümanlık yapmaya başladı. Daha önce İstanbul’da okumuş bir öğrenciydi. Kısaca tanıştık. Halhatırdan sonra, geldiğimiz ülkenin siyasi ve sosyal durumları soruldu. ‘Darbe oldu!’ dememiz bile yetiyordu. Onlar darbeden önce Kenan Evren’in ABD’den para aldığını ve onların desteğiyle bu işi yapacaklarına dair İran’da basının ifşa edici açıklamalar yapıldığını bize anlattılar.
Darbe oldu! Aslında bizim için büyük duyguların, düşüncelerin ve belli bir süreliğine bizi şekillendiren yaşam tarzının bütün şifreleri bu kelimenin içerisinde gizliydi. Milli görüş çizgisinde ülkenin siyaseti üzerinde söz sahibi olmaya çalışmamız ve bu uğurda bedel ödememiz bir gecede noktalanmıştı. Oysa biz, meydanlarda milyonları toplayabilmekle veya kısa bir zaman içerisinde inkılap yapmakla avunuyorduk. Daha önce bir yemek ziyareti için aylarca peşimizden koşanlar, bizi sokaklarda gördüklerinde yollarını değiştirdiler, sakallarını kestiler, evlerindeki Kur’an meallerini korkudan sobalarda yaktılar ve Milli Görüşle başlayan dev inkılapçı hareket bir anda bir damla su gibi kızgın toprakta kayboldu, buharlaştı gitti. Biz yalnız başımıza kaldık. ALLAH’tan başka hiçbir sahibimiz yoktu. Vurulan bizdik. Cezaevlerinde yatan biz. Kavgalara, kurşunlara göğüs geren bizdik. Her birimiz birer kahraman edasıyla geziniyorduk, meydanlarda. Darbe bütün bu değerleri yok etti. İşte bu gece bu evde bulunuşumuzun asıl sebebinin bu olduğunu söylemek isterdim, ama Müslümanları küçük düşürmek olmazdı.
Bir iki battaniye ile bir yerlere kıvrıldığımız zaman sabah namazı vaktinin nasıl geldiğini bile anlayamamıştık. Namaza kalkanlar sessiz bir şekilde abdestlerini alıyor ve kimseyi rahatsız etmeden yeniden uyuyorlardı. Birbirimizi uyandırmak için kıyamet kopardığımız bir gelenekten gelenler olarak buna şaşırmıştık. Pratik bir şekilde düşündüğümüz zaman, namazın bir sorumluluk işi olduğunu ve doğrusunun da bu olduğunu fark ettik.
Ertesi gün, bizi bir grup arkadaşın yanına götürdüler. Yüksekçe bir yerin üzerine kurulmuş çevresi büyük bir bağla çevrili bir villada toplanmış birkaç arkadaşımız daha vardı. İçeride ve dışarıda birkaç havuzu olan, sinema salonu ve büyük toplantıların yapıldığı kapalı alanların yanında Avrupai bir şekilde donatılmış bir mekandı. Mülk sahibi tagut kaçınca, orası müsadere edilmiş. Daha sonraları isminin Bahattin olduğunu öğrendiğim Abdulhamitle tanışıyordum. Değişik şehirlerden değişik insanlar. Nerdeyse tamamımız, darbe öncesi Milli Görüşe karşı tavır almış ve her fırsatta ‘bu işin artık parti yoluyla olmayacağını, partinin aslında rejimin bir oyunu olduğunu ve hatta giderek amerikancı bir çizgiye kayan Erbakan’ın darbeciler tarafından ülkeye getirildiğini ve bir inkılabının ancak ulemanın önderliğinde gerçekleşebileceğini’ savunmuş insanlardık. İnkılaptan önce başlayan bu düşünce, inkılapla birlikte daha fazla olgunlaşmış ve kırmızı çizgiler keskinleşmişti. İnkılabın nasıl gerçekleştiği konusunda kesin bir bilgileri olamayan dostlarımıza da bir devrimin ancak velayeti fakih liderliğinde gerçekleşmesi gerektiği gerçeğini anlatmaya çalışırken, aslında onların gelenek olarak zaten böyle bir düşünceye hazır olduklarını; imam, imamet ve onlara vekillik yapan alimlerin aslında dini otoritenin en üst makamı olduklarını daha sonraları net bir şekilde öğrenmeye başlamıştık. Başlamıştık başlamasına da geçmişe dair her düşünce ve kalıntılarımıza da saldırmayı nerdeyse inanç haline getirmiştik. Artık ne geçmişimiz ve ne de geleceğimiz sözkonusuydu.
Uluslararası toplantılarda, insanların bize hangi gurup ve hizipten olduğumuzu sürekli bir şekilde sorduklarında ve kendilerine bağımsız düşündüğümüzü söylediğimizde, muhatap alınmadığımızı ve çoğunlukla dünyada MSP ve Erbakan’ın tanınıyor olduğunu söyleyenlere karşı onun aslında bir Amerikancı olduğunu ve başlangıçtan beri bu siyasetler doğrultusunda Ziya’ul Hak ve benzeri Amerikancıları desteklediklerini, ülke içerisindeki siyasetinin de buna hizmet etmeye yönelik olduğunu söylememizin hiçbir anlam ifade etmediğini söylememizin işe yaramadığını gördüğümüzde komplekse kapıldığımızı fark edince, açık bir şekilde bocalama sürecine girdik. Ne yapabilirdik? Ya yeni bir örgüt, cemaat, birliktelik oluşturmalıydık veya geriye dönüş/ru’cu gerçekleştirmeliydik. Birincisinde, derleme insanlarla bunun olmayacağını zamanla öğrendik. Değişik gelenek, düşünce, çevre ve sosyal yapıdan gelen insanları, bir arada tutmak kolay olmayacaktı. Böyle bir boşluğa, insanların tepkisine bütün arkadaşların fazlaca dayanamayacakları ortadaydı. İhvan hareketi yüksek tirajlı dergisinin birçok sayısında Erbakan’a yer vermiş ve onun dünya Müslümanlarının gerçek halifesi olduğunu, halifeliğin en son Türkiye’de son bulmasıyla birlikte bu hakkın onlarda olduğunu savunuyordu. Tağuti rejimlerle ayrışma projesinin neticesinde hicret etmiş olan bizler için bu durum, dayanılmaz derecede sıkıntı vericiydi. Öyle de oldu. Bazılarımız geçmiş düşünceleri tekzip edercesine, soranlara isteksiz bir şekilde bile olsa ‘biz hizbi Selemet üyesiyiz ve liderimiz Profesör Erbakan’dır’ demeye başladık.
Bu çıkış, bizi parçaladı. Arkadaşlarımızdan bazıları bu doğrultuda Türkiye’deki eski arkadaşlarla diyalog kurmaya başladılar. Bahattin, bu düşünceye muhalif olarak bizimle birlikte hareket etti ve geçmişte birlikte olduğu arkadaşlardan kopmaya başladı. Düşüncelerde ayrıldığımız gibi, evlerimizi de ayırdık. Türkiye ile yapılan görüşmeler neticesinde Milli Görüş temsilcilerinin Mehdi Haşimi ile görüşmeye gelmeleri de hız kazandı. Bizim denetimizde gerçekleşen her görüşmede, gelen misafirler üzerinde etkili olmaya ve onları daha önceki milli olan görüşlerinden koparmaya çalışıyorduk. Cemallettin Kaplan, bunların aralarından sadece biriydi. Ancak, Milli Görüşten koptuktan sonra bir cemaatin liderliğini yapmanın o kadar kolay olmadığını, onun çıkışlarıyla ve altyapısız cemaatleşmesiyle daha iyi anlamış olduk.
Milli Görüş temsilcilerinin görüşmelere gelişinin sıklaşması bize sıkıntı vermeye başlayınca, o ortamdan uzaklaşmak istedik. Bahattin ile birlikte, birkaç arkadaş Necefabad kasabasında kalmak üzere gittik ve uzun bir süre orada kaldık da. Her Cuma günü gittiğimiz İsfahan şehrinde tarihin kalıntılarını gezmeye ve geceleri de dağlarda dolaşmaya başladık. Bu durum bizi tatmin etmedi, yeni arayışlara başladık. Bu sürece girdiğimiz zaman, Bahattin biraz bu sıkıntılardan uzaklaşmak maksadıyla bana ‘yarından itibaren şu tepede bir tünel açma çalışması yapalım, biz mücadele adamıyız. Yarın Türkiye’ye döndüğümüz zaman en küçük bahaneyle bizi içeri atacaklar, içeride teslimiyet bize yakışmaz. En azından tünel kazmayı öğrenirsek bize lazım olabilir!’ diyince, hayal etme gücünün genişliği beni şaşırmıştı. Buna rağmen onun isteği doğrultusunda ve hayret içerisindeki bakışlar muhasarasında, birkaç gün tünel kazmakla meşgul olduk. Bu da fayda vermedi. Yaşadıklarımız ve gördüklerimizle İran artık bize dar gelmeye başlamıştı. Esasen, muhacirler olarak ensarları aramaya başlamıştık.
Tahran’da bizi İran ortamından ve gündeminden uzaklaştıracak çareler ararken, Afganlı cemaatler aklımıza geldi. O zamanlar Rabbani, Amerika yanlısı ve karşı grupların uydurduğu belgelerle ajan olarak yaftalanmış, mahkeme tutuklama kararı almış ve gizli bir şekilde İran’dan kaçmak zorunda kalmıştı. Hikmetyar tek seçenek olarak karşımızda duruyordu. Görüşmelerden sonra bizi Pakistan’a götürme sözü verdiler ve biz orada kalan arkadaşlarla vedalaştıktan sonra Afgan kıyafeti ve elimize sıkıştırılan belgelerle Zahedan’a kadar gittik ve oradan da Peşaver şehrine.
İnsanların hayvan gibi istiflendiği, otobüsün damının bile insan dolu olduğu araçlarla sınırdan Peşaver’e kadar yaşadıklarımızı özetini arkadaşlarla birbirimize bakarak anlamaya ve anlatmaya çalışıyorduk. Rıkşalarla tanıştığımız Peşaver’de bize ait olan bir misafir evi vardı ve Afganistan yolculuğu için, Hizbi İslami’nin kapılarını aşındırmaya devam ediyorduk. Büyük ümitlerimiz, beklentilerimiz ve kocaman hedeflerimiz vardı. Bütün bunları gerçekleştirmek için, kalabalık bir arkadaş grubuyla projeler üretiyorduk.
Yoksulluğun, sefaletin ve Afgan göçmenlerinin şehrin varoşlarında toplandığı kampların korkunç hayat şartlarına aldırış etmeden, biran önce Ruslara karşı savaşıp, şehit olma arzusu taşıyan arkadaşların sakinleşmesi ve hayatta şahitler olarak yaşamanın zorluğuna inanması için Bahattin kardeşle adeta ikna odaları kurmuştuk. Kimi arkadaşların ailelerine vasiyetler yazarak şehit olmaya gideceklerini yazmaları ve pazardan Rus öldürmek için kama almaları, bize gülünç gelse bile kardeşlerimizin duygularını anormal çizgiden normale kavuşturmak için yoğun çaba gösteriyorduk. En sonunda beklediğimiz cevap geldi ve hafta içerisinde yola çıkabileceğimiz söylendi. Sabırsız bir bekleyiş, sinirlerimizi tahrip etmeye yetiyordu. Her birimizin üzerinde Afgan giyimi, başımızda takkeler ve boynumuzda petularımızla, sakalımızla kimsenin bizim yabancı olduğumuzu anlaması neredeyse imkansızdı.
Burada da farklı bir kültür, inanç şekli ve bakış açısıyla tanışıyorduk. Nerdeyse açık bir şekilde susuz tuvaletlerde istinca yapılması, kadınların çarşafların kenarını açarak açık alanlarda ihtiyaçlarını gidermesi, her banyodan sonra saçlarına bolca yağ sürmeleri, kanalizasyon veya kuyu sisteminin olmadığı bu ülkede sokakların pis su birikintileriyle dolu olması, camilerde takkesiz namaz kılanlara iyi gözle bakmaması, kapalı gibi görünen bu toplumda düğünlerde dansöz oynatılması, esrarın serbest bir şekilde bakkallarda satılması bizim yabancı olduğumuz bir kültürdü. Mevdudi’nin çizgisinde gelişen Cemaati İslami veya sadece tebliğ etmeyi görev telaki edenlerin varlığı hissedilemeyecek derecede azdı. Buna rağmen onları bulduk ve düşüncelerini öğrenmek istedik. Ortaya çıkan manzara bizim düşüncelerimizi hezimete uğratıyordu. İnkılapçı çizgimizi Mevdudi ve benzerlerinden almış müslümanlar olarak, onların Amerika’ya, Z. Hakka ve benzerlerine bakış açılarıyla örtüşmüyordu.
Özellikle Bahattin, onların amerikancı tutumlarına tahammül edemiyor ve her fırsatta onların duruşlarının yanlışlığına işaret ediyordu. İran’a nazaran daha özgür bir ortama kavuşmuştuk, dolayısıyla herkesimle görüşme onları dinleme veya düşüncelerimizi onlara anlatma imkanı bulmuştuk. Rabbani ile yaptığımız görüşme bizi tamamen şaşkına uğratmıştı. Onunla konuştuktan ve onu tanıdıktan sonra ABD ajanı olmadığını ve belli bir seviyede İslami kültür ve hassasiyete sahip olduğunu görmüştük. Hizip olarak, bize Hikmetyar’ın çevresinden daha samimi ve yakın gelmişlerdi. Özellikle Türkmen Kerimi’nin anlattıklarının da doğru olmadığını orada gördük. Esasen, Cemaati İslami’den ayrıldıktan sonra, Hizbi İslami’de önemli bir konum kazanmak için geçmişiyle ilgili bir sürü rivayet uydurduklarını daha önce de tahmin etmiştik.
Rabbani’yi tanımamızda Tuncer kardeşin büyük bir etkisi olmuştu. Durum böyle olunca, içinde bulunduğumuz grubu kuşkulandırmadan gizli gizli ziyaretler düzenliyorduk. Kısa bir zamanda Afganistan’ın gerçeğini kavramış, karalama, iftira ve çoğu zaman ciddi zararlar veren çatışmaların arka planını yaşayarak öğrendik. Orda olduğumuz dönemde, Erdem Beyazit ve ekibi geldi; günlerce Bahattin ile birlikte onları hiziplere götürüp dolaştırdık ve Afganistan gerçeğini bütün açıklığıyla anlamalarını, görmelerini ve yakından hissetmelerini sağladık. Bununla da yetinmedik, Türkiye müslümanlarının gerçeği öğrenmesi için olayı olduğu gibi objektif bir şekilde anlatmaları için adeta yalvardık. Onlar ne yaptılar, döndükten sonra “Afganistan Destanı” diye özel bir sayı çıkararak, adeta Afganistan kahramanları gibi kendi isimlerini destanlaştırdılar. Ortada olan gerçeğe rağmen, yalan üzerinde şekillenen hayaller karşısında, birbirimize acı acı bakmakla yetindik.
Sonradan duyduğumuz kadarıyla “Afganistan gerçeğini yazıp, aforoz edilmeyi mi kabullenelim!” şeklinde bir savunma yapmışlardı. Onlardan önce bir konuşmasında, Afganistan gerçeğine yumuşak bir dokunuşta bulunanların nasıl eleştirildiklerini de bilmiyor değildik, ama buna rağmen cesaret göstermelerini ve gerçeğin üzerindeki örtüyü atmalarını arzulamıştık. Bu cesareti gösteremedikleri gibi cesur yürek de olamadılar. Onların bütün yürek acısını da biz omuzladık…
(Devam edecek.)