Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Cuma Namazı

rucane Çevrimdışı

rucane

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
TÜRKÇE ANLATIM
Cuma, müslümanlarca bir bayram günüdür. Bu mübarek günde müslümanlar mabetlerde toplanırlar. Okunacak hutbeleri dinleyerek faydalanırlar. Hep birlikte cuma namazını kılarlar. Sonra ya başka ibadetlerle uğraşır veya ziyaretlerde bulunur yahut günlük işleri ile uğraşmaya koyulurlar.
Bir hadis-i şerifde buyuruluyor:
"Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, cuma günüdür. Adem aleyhisselam O gün Cennet'e konulmuş, O gün Cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet de o gün kopacaktır."

Bütün bu olaylar, nice hayırları ve; hikmetleri toplamaktadır.

Peygamber Efendimiz (sallAllahu aleyhi ve sellem) hicretleri zamanında Medine'ye yakın bulunan "Salim İbni Avf" yurdunda "Ranuna" denilen vadi içerisinde "Beni Salim Mescidinde" ilk cuma hutbesini okumuş ve ilk cuma namazını kıldırmıştır.

Cuma namazının vakti tam öğle namazının vaktidir. Cuma namazı için minarelerde ezan okunur. Camilere gidince önce aynen öğle namazının sünneti gibi, dört rekat cumanın ilk sünneti kılınır. Ondan sonra cami içinde bir ezan daha okunur. Minberde cemaata karşı bir hutbe okunur. Bu hutbeden sonra ikamet alınarak cumanın iki rekat farzı cemaatle aşikare okuyuşla kılınır. Bir farzdan sonra yine öğlenin ilk dört rekat sünneti gibi, cumanın son dört rekat sünneti kılınır. Bundan sonra da "Zuhrü ahir" diye dört rekat namaz kılınır. Bu son öğle namazı, öğlenin dört rek'at farzı gibi kılınmakla beraber sünnetlerde olduğu gibi dört rek'atın hepsinde fatihadan sonra sûre okunması daha iyidir. Arkasından da "Vaktin sünneti" niyeti ile aynen sabah namazının sünneti gibi iki rekat namaz daha kılınır.
----------------------_______________________---------------------------------------------------------------_____________
Cuma şartlarını kendilerinde toplayan kimseler için iki rekat cuma namazı "Farz-ı ayın"dır. Cuma namazının diğer namazlardan başka olarak kendisine özgü on iki şartı daha vardır. Bunların altısı vücubunun (farz olmasının), diğer altısı da edasının şartlarıdır

Cuma Salat İNGİLİZCE ANLATIM
Friday, is a religious festival for the Muslims. In this holy day, the Muslims gather at the mosques.They listen to the khutbas. Then, they either do their usual works or pay visits.
In a hadith, Hz. Muhammad orders, “ The most propitious day the sun rises on is Friday. Adam (r.a) was put on the Heaven at that day, was taken out of it at that day. The doomsday will be Friday”
All these events bear in itself many goods and wisdom.
Hz. Muhammed (s.a.v) at the time of his migration, read his first khutba and had the first Friday Salad performed by the Muslıms at “Ranuna valley” in “Salim İbni Avf” territories near Medine.
The time for Cuma Salat is the time for noon salat. Ezan is read at the minarets of the mosques. As the same for noon salat, 4 rakat salat is performed as the sunnah of the Friday Salat. Then, an interior ezan is read in the mosque. A khutba is read on the pulpit. After the khutba, the fardh of the Friday pray is performed by reading the fatiha and the verses aloud. After fardh salat,like the first sunnahh salat which is 4 rakats, the last sunnah of the salat is performed. Then, the salat called “zuhr-u ahir” which is 4 rakats is performed. This last noon salat is performed like a normal noon salat, but reading verses after fatiha at each rakat is better. Then, as the sunnah of the time, like the sunnah of morning pray, 2 rakats are performed.
2 rakats of Friday pray is a religious duty for the people that bear the necessary conditions. Friday pray has 12 conditions other than normal salats, 6 of them are related with the conditions for the pray to be performed, and 6 of them are related to the performance of the pray.
 
I Çevrimdışı

islami bilgiler

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Arûbe Gününe Cuma İsminin Verilişi

Bütün kaynaklar, İslamdan önce Câhiliyye devri arapları arasında Cuma gününün, Yevmü'l-Arûbe (Rahmet Günü) diye isimlendi rildiği hususunda birleşmesine rağmen, bugüne Cuma isminin, ilk kez ne zaman, hangi nedenle ve kim tarafından verildiği konusunda farklı görüşler nakletmek tedirler.
Bir görüşe göre Arûbe gününe Cuma ismini ilk defa veren Mekke lideri Ka'b b. Lüey olmuştur. Zira Ka'b, Arûbe gününde kavmini bir araya toplar, onlara öğüt verir, Harem-i Şerîfi ta'zîm etmelerin i emreder ve buradan bir Nebî gönderileceğini haber verirdi. Binâenaleyh insanlar kendisinin etrafında toplandıkları için bugüne Cuma ismini verenleri n ilki o olmuştur. Bu görüşü ez-Zübeyr, "Kitâbü'n-Neseb" adlı eserinde Ebû Seleme b. Abdurrahm an b. Avf tan maktu bir haber olarak rivayet etmiştir. Rivayete göre Ebû Seleme demiş ki; "Emmâ ba'dü" diyerek söze başlayanların ilki Ka'b b. Lüey'dir. O, Cuma gününe Cuma ismini verenleri n de ilki olmuştur. Halbuki o güne Arûbe günü denilirdi . Bu görüşü el-Ferrâ ve daha başkaları kesin bir dille ifâde etmişlerdir. Keza Kureyşi "Dâru'n-Nedve"de etrafında toplayıp onlara va'zu nasihatta bulunan ve bu güne Cuma adını verenin bizatihi Kusay b. Kilâb olduğu da iddia edilmiştir. Bu görüşü de es-Sa'Ieb Emâlî adlı eserinde ileri sürmüştür. Tâbiûn ve daha sonraki nesilden bir kişinin hiçbir belgeye dayanmada n İslam öncesi devirle ilgili olarak ortaya attığı bu görüşler tarihî bir rivayet olmaktan öte hiç bir kıymeti hâiz değildir. Dolayısıyla olayı bu çerçevede düşünmek mümkün olamaz.
Nitekim bir kısım âlimler bu iddiayı reddedere k Arûbe gününe Cuma isminin verilişinin Câhiliyye devrinde olmayıp islâmiyyet devrine âit olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Onlara göre Arûbe gününe Cuma İsmi verilmesi nin nedeni insanların bugünde namaz için biraraya toplanmal arıdır. Bu görüşü savunanla rın başında İmam Nevevî, Râgıb el-Isfahânî, ibnu Hazm ve daha başkaları gelir. İbnu Hazm bu hususta şöyle der: "Cuma ismi îslâmî bir isim olup, islamdan evvel câhiliyye devrinde bu isim kullanılmıyordu. Câhiliyye döneminde Araplar bu güne sadece "Yevmü'l-Arûbe" diyorlardı. îslâmiyyet devrinde o gün insanlar namaz için bir araya toplandıklarından bu güne Cuma ismi verilmiştir."
Bir görüşe göre de bu güne Cuma ismini verenler, bizatihi Medîneli müslümanlardir. Nitekim Abdürrezzâk b. Hemâm es-San'ânî ve daha başkalarının sahih bir senedle İbnu Sîrin'den rivayet ettikleri şu haber, bu görüşü teyit etmektedi r. İbnu Sîrin demiş ki; "Medine halkı Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Medine'ye hicret ederek gelmezden ve Cuma âyeti nazil olmazdan önce Cuma namazı kılıyorlardı. Bugüne Cuma ismini verenler de, işte bu Medîne'li ensardır. Ensar dediler ki; 'Yahudiler in her yedi günde bir toplanıp ibâdet ettikleri husûsî bir günleri vardır. Hırıstiyanların da öyle. Haydi bizde kendimize, toplanıp Allah'ı zikretmek, namaz kılmak ve Allah'a şükretmek için bir gün tahsis edelim.' Sonra şöyle dediler: 'Cumartesi günü Yahudiler in, pazar günü Hırıstiyanlarındır. Öyleyse siz bunu Arûbe günü yapın'. Onlar Cuma gününe, 'Yevmü'l-Arûbe1 diyorlardı. Nihayet Ensar Es'ad b. Zürâre'nin etrafında toplandılar. O da, o gün onlara iki rekat namaz kıldırdı ve kendileri ne vazı nasihatta bulundu.
Onun başında toplandıkları bu günün ismini Cuma koydular îbnu Sirin'den gelen bu mürsel haberi sahih bir senedle mevkuf olarak İbnu Ebî Hatim de tahriç etmiştir.
Bu görüş esas kabul edildiği takdirde, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in hicret esnasında Küba'dan ayrıldıktan sonra Ranûna denilen yerde ilk Cuma namazını kılmaları ve daha sonra vahyin bu mâhiyete uygun olarak gelmesi, Medîneli Müslümanların hem bu haftalık ibadetler ini, hem de bu ibâdet için Cuma gününü seçmedeki içtihadlarını tasvip etmiş olması anlamına gelir.
İbnu Hacer: "Bu haber, her ne kadar mürsel olsa da onun, Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvûd ve İbnu Mâce'nin tahriç ettiği; İbnu Huzeyme ve birçoklarının sahih saydığı güzel bir isnadla rivayet olunan şahidi vardır. İbnu Şîrînin mürseli, bu sahâbîlerin Cuma gününü içtihatla seçtiklerine delâlet ediyor. Fakat bu durum, o günü Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in vahiy yoluyla bilmesine ve onlara bildirmiş olmasına engel teşkil etmez. diyerek, İbnu Sîrînin yukarıdaki haberine son derece mâkul bir bakış açısı getirmekt e ve haklı olarak bu görüşü fazla isabetli görmemektedir. Nasıl isabetli olsun ki, ensarın kendi kafalarına göre daha önce farz olan öğle namazını terkedip onu iki rekat Cuma namazıyla değiştirmelerine şeriat müsaade eder mi?
Bir kısım Ulemâ ise, bugüne Cuma isminin verilmesi nin insanların o günü toplantı ve ibâdet günü olarak seçmeleri nedeniyle olmayıp mahlûkâtın yaratılışı bugünde kemâle erdiği için, Şârî tarafından bu şekilde isimlendi rildiği görüşüne sahip olmuştur. Bu görüşü Ebû Huzeyfe en-Neccârî, "el- Mübtedâ" adlı eserinde zayıf bir senedle İbnu Abbas'dan nakletmiştir. İbnu Kesîr de bu görüşü müdâfaa ederek: "Eski dilde Cuma gününe "Yevmü'l-Arûbe" denirdi. Bizden önceki ümmetlerin bugünde ibâdetle emrolunup da daha sonra o günü unutarak zâyî ettikleri sabittir. Yahudiler hiç bir yaratılışın vuku bulmadığı Cumartesi gününü, Hıristiyanlar kendisind e yaratılışın başladığı pazar gününü seçtiler. Allah Teâlâ bu ümmet için, kendisind e yaratılışın kemâle erdiği Cuma gününü seçti, demektedi r.
Bir başka görüşe göre de, bugüne Cuma denilmesi nin nedeni Adem'in hilkatini n o günde tamamlanmış olmasıdır. Selmân-ı Fârisî den gelen şu hadis bu görüşü teyid etmektedi r. Selmân şöyle demiştir: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve selem, Ey Selmân! Cuma gününün ne olduğunu bilirmisi n? diye sordular. Ben: Allah ve Resulü bilir, dedim. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve selem: Cuma gününe ancak, Allah, Adem'in hilkatini o günde cemettiği için Cuma adı verilmiştir, buyurdula r. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/311
Bu hadisi, Ahmed b. Hanbel, İbnu Huzeyme ve daha başkaları rivayet etmiştir. Bu hadisin İbnu Abbas ve Ebû Hureyre den rivayet edilen şâhidleri de bulunmakt adır. Onu da İbnu Ebî Hâtim kuvvetli bir senedle mevkuf olarak rivayet etmiştir. İbnu Abbas demiş ki: "Bu güne Cuma isminin verilmesi, Allah Teâlâ'nın, Adem'in bütün azasını bu günde halkedip bir araya getirdiği içindir." Ebû Hureyre den rivayet olunduğuna göre de Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'e Cuma gününe bu ismin niçin verildiği sorulmuş, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem de: "Çünkü babanız Adem'in hamuruna bugün şekil verildi. Kıyamet bugün kopacak, diriliş bugün vuku bulacak, büyük yakalanış bugünde olacaktır." buyurmuştur. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/311
Bu haberleri n işaret ettiği görüş bu husustaki görüşlerin en sahîhidir. Dolayısıyla İbnu Sîrîn'in bildirdiği şekilde Medîne'li müslümanların Cuma gününe mahsûsen kıldıkları Cuma namazı ve bugüne Cuma ismini vermeleri kendi içtihatlarıyla değil, bizzat Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in beyân ve işaretiyle olmuştur. İbnu Sîrîn'in, bu güne Cuma ismini verenler Medîneli müslumanlardır, şeklindeki haberi sahih olmakla beraber, onların bu isimlendi rmeleri sâdece malûmu îlamdan ibarettir . Yâni onlar, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'den öğrendiklerini îlan etmişlerdir. Nitekim Dârâkutnî'nin Muğîre b. Abdurrahm an'dan rivayetin e göre İbnu Abbas'ın şu ifâdeleri bunu teyit etmektedi r: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem hicret etmeden önce Cuma namazına izin verdi. Fakat kendisi Mekke'de iken Cuma kılmaya muktedir değildi. Bu sebeple Mus'ab b. Umeyr'e mektup yazarak: 'Yahudiler in Zebur'u aşikâre okudukları güne bakın!... Siz de kadınlarınızı ve çocuklarınızı toplayın. Cuma günü zeval vaktinde gün yarıdan meyledinc e iki rekat namazla Allah'a yaklaşın.'Buyurdu" Dârâkutni den naklen ibnü Hacer, Et-Telhis, Darulfikr, Tarihsiz. 4/517
Görüldüğü gibi, bu hadisde Cuma günü açıkça zikredilm iştir. Bu da gösteriyor ki, bu güne Cuma isminin verilmesi sahabenin kendi içtihadı ya da başkalarının isimlendi rmesiyle değil, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin tâlimiyle olmuştur. Zâten vahiy nazil olup dururken ve Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem aralarında iken sahabenin kendilikl erinden böyle bir işe teşebbüs etmeyecek leri açık bir şeydir: Bizden önceki ümmetler de bugün de ibâdetle memur olup onu zâyî ettikleri nden Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem vahyi ilâhî ile bugünü biliyordu . Dolayısıyla onu ashabına bildirdi ve kendisi Mekke'de olduğu halde Medîne'li müslümanlara, durumları buna müsait olduğu için o günde Cuma kılmalarını emretti. Onlar da bunu îlan ettiler.
Nitekim Müslim bu hususu Abdurrezz ak tarikiyle Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem den şöyle rivayet etmiştir. "Bizler en son gelenleri z, ama kıyamet gününde herkesi geçenler de biz olacağız. Şu kadar var ki, onlara bizden önce, bize ise onlardan sonra kitap verildi. İşte bugün onlara farz kılınıp da, hakkında ihtilâfa düştükleri gündür. Allah bizi bugüne hidâyet buyurdu. Binâenaleyh bu hususta onlar bize tâbidir. Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim,6/392
Bu hadisten de anlaşılıyor ki, Cuma gününü ta'zîm etmek bize emredildiği gibi, Yahûdî ve Hristiyan lara da emredilmiştir. Müslim Sarihleri nden Übbî (ö.827) nin beyânına göre Mûsâ (a. s),Yahudilere ibâdet günü olarak Cuma gününü tâyîn etmiş ve onun son derece faziletli bir gün olduğunu kendileri ne haber vermiştir. Fakat Yahûdîler: "Cumartesi günü daha faziletli dir." diye itirazda bulunmuşlar, bunun üzerine Allah Teâlâ da Musa'ya, onları tercih ettikleri günle başbaşa bırak diye vahyetmiştir. İbnu Ebî Hatim, Süddî'den bu mânâda bir de hadis nakletmiştir.
Kastallânî bu hususta şunları kaydetmek tedir: "Zahire bakılırsa, Musa Cuma gününü Yahudiler e ibâdet günü tâyîn etmiştir. Çünkü hadîsin siyakı (söz dizimi) o günü bıraktıkları için Yahudiler in zemmedild iğine delâlet ediyor. Binâenaleyh o günü onlara tâyîn etmiş olması îcab eder. Zira tâyîn etmeyerek ibâdet gününü seçmeyi onların, içtihadına bırakmış olsaydı, Yahudiler e muayyen olmayan bir günü ta'zîm etmeleri lâzım gelirdi, fçtihadları ile onlar da bu günün Cumartesi yahut pazar olduğunu tâyîn edince, o günde ibâdet etmeleri günah olmamak lâzım gelirdi. Çünkü müçtehîdin içtihadı sayesinde ulaştığı netîce ile amel etmesi gerekir. Nitekim hadiste "işte onlara farz kılınan gün budur! Onlar bu gün hakkında ihtilâfa düştüler." buyurulmuş olması buna şahittir. Bundan anlaşılıyor ki Cuma gününü topluca ta'zîm ve bu güne mahsusen kılınan namaz bize emredildiği gibi bizden öncekilere de emredilmiştir.
Netice itibariyl e Arûbe Günü'nün Cuma günü'ne tebdîl edilmesi, ne insanlar bu günde etrafında toplandıkları için Kab b. Lüey veya Kusay b. Kilab'ın isimlendi rmelerine ve ne de bugünde namaz için bir araya gelmeleri sebebiyle Medîneli Ensârın içtihadına dayalıdır. Bilâkis bu isimledir me Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in vahiyle bildirmes iyle sâbit olmuş, Medîneliler de Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemden öğrenerek bu ismi îlan etmişlerdir. Zira Cuma namazının farz kılınması, Medîneliler toplanıp bu namazı kıldıkları için değil, aksine onlar bu namaz kendileri ne emredildiği için bu emir gereği toplanmışlardır. Medîneli Ensarın aralarında geçen "Yahudiler in her yedi günde bir toplanıp ibâdet ettikleri husûsî bir günleri vardır.
Türkiyede hadisleri inkar etmekle şöhret olan bazı şahıslar, bu rivayetle r arasından sâdece bir tanesini seçerek tek yönlü bir rivayette n veya "cum'a" kelimesin in mücerred ma'nâsından veyahut da kendi hevalarından hareket ederek; Cuma sûresi için "Toplantı sûresi" Cuma namazı için de "Toplantı namazı" hatta "Toplantı günü namazı yakıştırmasını yapmaktadırlar. Böyle bir yakıştırma hem yanlış, hem de İslamı teşri'in ruhuna tamamen aykırıdır. Cuma namazı toplantı namazı veya toplantı günü namazı değil, bilâkis Cuma günü, bu güne mahsûsen farz olan namaz sebebiyle insanların kendisind e toplanmak mecburiye tinde oldukları bir gündür. Dikkat edilirse bu ikisi arasındaki fark gayet açıktır. Zira birincide hikmet, namaza vesîle olan toplantı veya toplantı gününe, diğerinde ise, toplantıya veya toplantı gününe vâsıta olan namaza atfedilme ktedir. Başka bir tâbirle birinde insanlar toplandıkları için namaz emrediliy or, diğerinde ise namaz emredildiği için insanlar toplanıyorlar. Akıl ve şerîat böyle bir namazın, insanlar toplandığı için farz kılındığını değil, namaz farz kılındığı ve bu namaza çağrıldıkları için insanların toplandığını söylüyor. Çünkü Cuma namazı, Öğle namazından müstakil olarak ilk defa o andan itibaren farz kılınan bir namaz olmayıp aksine daha önce mevcut olan öğle namazının, hutbe sebebiyle kısaltılmış şeklinden ibarettir . Nitekim Aişe ile Ömer'in : " Cuma namazı hutbe sebebiyle kısaltılmış(öğle namazı)dır." şeklindeki mevkuf haberi, Saîd b. Müseyyeb, Mekhûl, Tâvüs, Hasan Basrî ve daha başka selef âlimlerinin "Cuma namazı dört rekat idi, hutbe sebebiyle kısaltıldı. Abdürrezzak, Musannef, 3/171- 3/230; İbnu Ebi Şeybe, Musannef, 2/31, tarzındaki maktu haberleri bu hususu teyid etmektedi r.
Bu namaz, insanların bir araya gelerek kendi arzularına göre Cuma namazı kılmalarından veya o günde toplanmış olmalarından ötürü meşru kılınmış bir namaz değildir. Aksine hutbe sebebiyle üzerinde ta'dilat yapılarak kısaltılmış bir öğle namazıdır. Her iki namazın vakitleri nin aynı olması bunun en açık delilidir . Kur'an sûrelerin isimlendi rilmesind eki teamüle riâyet edilerek sûre'ye de kendisind e bu namazdan bahsedild iği için "Cuma sûresi" ismi verilmiştir.
Bu durumda nasıl olur da, daha sahîh yollarla gelen nebevi hadisleri inkar ederken, tek yönlü bir nakilden hareketle ya da mücerred bir mantıkla sûreye, toplantı sûresi, namaza da "toplantı günü namazı" diyebilir ler? Bir kimse müslüman olduğu halde dînîyle ilgili meseleler i öğrenme ve onları anlama noktasında zihnini müsteşriklere ve müsteşriklerin talebeler ine endeksler se, diyebilir tabii. Nitekim onlar da yaptıkları Kur'an tercemele rinde Bakara sûresi yerine "İnek sûresi", Nahl sûresi yerine "Arı sûresi", Cuma sûresi yerine de "toplantı günü sûresi", demeyi tercih ediyorlar . İslâmı, müsteşrik'lerin sofrasında beslenmiş, onların kucağında büyüyüp ellerinde terbiye olmuş ve taşıdıkları ilimleri onlardan almış, batının İslama açılan penceresi konumunda ki profesörlerden öğrenen ve mensubu oldukları dînin kaynaklarına onların gözlüklerinden bakan bu yarı aydın tiplerin de aynı geleneğe uyarak Cuma sûresi yerine "toplantı sûresi", Cuma namazı yerine de "toplantı günü namazı " demelerin e şaşmamak lazımdır.! Nitekim sünneti ya da sünnetin hazînesi olan hadisleri ağızlarında çiğneyip çiğneyip tükürerek Kur'andaki islâmı savunmala rına rağmen, inkar ettikleri hadislerd en doğan bir kısım mezhebi içtihadlarla amel edip savundukl arı Kur'ân'ın, kayıtsız şartsız emrettiği bu namazı, İslâm devleti tarafından tertip olunan ve kedisinde devletin temsil edildiği bir toplantı sayarak terk etmeleri bu endeksli zihinleri nin bir ürünü değil midir.?
Halbuki târih boyunca islam âlimleri Kur'ânî kavramları ve Kur'an sûrelerine âit isimleri oldukları gibi muhafaza ederek tercümeden sakınmayı şiar edinmişlerdir. Bugüne kadar buna bir ihtiyaç da olmamıştır. Önemli olan dînî ıstılahların muhtevala rı ve verdikler i mesajların doğru olarak anlaşılmasıdır. Bu ise, tercüme edilmeden de anlaşılıyor sanırız. Buna mukabil islamî sahada çalışma yapan müsteşrikler ısrarla bu kavramları terceme etme eğilimine sahip olmuşlardır!. Bu da İslâmı ve İslamî kavramları yozlaştırma çabalarının bir parçası olsa gerektir. Nitekim bu yozlaşma "Cuma Namazı" kavramındaki tabiî'likle "Toplantı Günü Namazı" yakıştırmasının sun'î'liği arasındaki farkda kendisini açıkça ortaya koyuyor!

Cuma Sûresi ve Cuma Âyetinin Nüzulü

Cuma sûresinin dokuzuncu âyetini teşkil eden "Ey iman edenler! Cuma günü namaza nida edildiği (ezan okunduğu) zaman hemen Allah'ı anmaya gidin . Alış verişi bırakın. Eğer bilirseni z bu sizin için daha hayırlıdır. Cuma, 9 mealindek i âyet, yukarıda işaret edildiği gibi Cuma namazı ile ilgili hükümleri beyân ettiğinden ötürü Cuma âyeti diye meşhur olmuştur. Bu âyetin içerisinde yer aldığı sûre'ye de âyette geçen Cuma lafzından dolayı Cuma sûresi ismi verilmiştir. İbnu Yesâr hâriç bütün âlimlere göre sûrenin tamâmı Medîne'de nazil olmuştur. İbnu Yesâr, sûrenin Mekke'de nazil olduğunu iddia etmişse de, Buhârî ve daha başka muhaddisl erin rivayetle rinde sabit olduğu gibi, sahih olan görüş Medîne'de nâzi! olduğu görüşüdür.
Sûrenin ilk sekiz âyeti hicretin 7. yılında muhtemele n Hayber fethi esnasında yahut ondan bir müddet sonra nazil olmuştur. Buhârî, Müslim, Tirmîzî, Neseî ve İbnu Cerîr'in Ebû Hureyre'den rivayetle rine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: "Cuma Sûresi nazil olduğu zaman biz Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in yanında oturuyord uk. Sûre inince Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem onu okudu. Nihayet: "ve onlara katılmamış olanlar" kavline gelince bir adam kendisine "Bize katılmayanlar kimlerdir, Ya Resûîallah dedi Tirmîzî, Sünen-i Tirmîzî, 5/385-6.
Buhârî'nin rivayetin de ise Ebû Hureyre "Ben: 'Bize katılmayanlar kimlerdir? Yâ Resûlüllah dedim' diyerek suâli soranın kendisi olduğunu belirtiyo r.
Ebû Hureyre, Hudeybiye Müsâlâhasından sonra ve Hayber'in fethinden önce müslüman olmuştur. Hayber ise İbnu Hişâm'a göre Hicrî 7. senenin Muharrem, İbnu Sa'd'a göre cemâziyelevvel ayında fetholunm uştur. Böylece sûrenin ilk sekiz âyetinin hicretin 7. yılında nazil olduğu kesinlik kazanmış oluyor.
Bu sekiz âyeti tâkibeden son üç âyet ise, hicretten kısa bir süre sonra nâzil olmuştur. Zira Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Medine'ye gelişinin beşinci günü Cuma namazı kılmış ve Cuma namazı için hutbe okunurken vukû'a gelen bir olay üzerine bu âyetler nazil olmuştur. Câbir b. Abdullah'dan rivayete göre bu olay şu şekilde cereyan etmiştir. Câbîr der ki: "Bir Cuma günü Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem ayakta hutbe îrâd ederken Medine'ye bir kervan geliverdi . Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'ın ashabı, hemen ona doğru sökün ettiler. Netîcede yanında on iki kişiden başka kimse kalmadı. Kalanlar içerisinde Ebû Bekir ile Ömer de vardı. Bunun üzerine Cuma süresindeki şu âyetler nazil oldu : "Ey îman edenler ! Cuma günü namaz için nida edildiği zaman hemen Allah'ı zikre gidin. Alış verişi bırakın. Bilirseni z bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz bittikten sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazlından rızık arayın. Allâh'ı çok zikredin ki, kurtuluşa eresiniz. Onlar bir ticâret ve eğlence gördükleri vakit seni ayakta bırakarak ona koşuştular. De ki, Allah katında olan, eğlenceden de ticâretten de hayırlıdır. Allah rızık verenleri n hayırlısıdır.” Cuma 9-11
Buharı, Müslim ve daha başka muhaddisl erin muhtelif sahâbîlerden rivayet ettikleri bu haber, söz konusu âyetlerin Medine'de nazil olduğunun açık delîlidir.
Bu rivayetle r yukarda geçen Ebû Hureyre hadisiyle birlikte mütâlâa edildiğinde, Cuma sûresinin tamamının Medine'de nazil olduğunda hiç bir şüphe kalmamış olur. Zira bunların aksini gösteren sahih bir haber muvcut değildir.
Bu hususu bu şekilde beyân ettikten sonra, sırası gelmişken Cuma âyetinin içerdiği hüküm ve kavramlar dan da kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Zira Cuma âyeti sadece Cuma namazını farz kılmakla kalmayıp aynı zamanda nida, zikrullah, sa'y ve bey' gibi taşıdığı bir kısım kavramlar la namazla alâkalı veya namazın dışında kalan bazı hususlara da temas etmektedi r.
Cuma namazında hazır bulunmak, şu beş kişi dışında bütün müslüman lara farz-ı ayndır: Köle, kadın, çocuk, hasta ya da yolcu. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmakt adır: "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıda bulunulduğu vakit, Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın, eğer bilirseni z bu sizin İçin daha hayırlıdır." (el-Cumâ, 62/9)
Târik b. Şihab'dan rivayete göre Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Cuma namazını cemaat ile birlikte kılmak, şu dört kişi müstesna her müslümana vacibtir: Köle, kadın, çocuk yahut hasta."
İbn Ömer'den rivayete göre de Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem: "Yolcunun cuma namazı yükümlülüğü yoktur." buyurmuştur.

Cuma Âyetindeki Nida 'dan Kasıt Nedir ?

Nida kelimesi sözlükte; çağırmak, da'vet etmek, seslenmek, ses vermek ve daha başka ma'nâlara gelir. Istılahta ise ma'lum lafızlarla okunan ezan kastedili r. Tabiî burada bizi ilgilendi ren bu kelime ve kavramın etimoloji k yapısı ya da lügat ma'nâsı değil, bu kavramın ifade ettiği çağrının tatbikatına ilişkin keyfiyett ir. Zira Türkiye gibi îslam dünyasının bir çok beldeleri nde, gelenekse l olarak uygulana geldiği şekliyle, Cuma günleri, Cuma namazı için biri minareler de, diğeri hatip minbere çıkıp oturduğu zaman onun huzurunda olmak üzere iki ayrı ezan okunmakta dır. Islâmı, Kur'ân ve sünnete uygun olarak yaşamaktan daha ziyade, Kur'ân ve sünnete uyup uymadığına bakmadan gelenekse l kültür mîrasına bağlı kalarak yaşamaya çalışan avam halk da bunun, Kur'ân ve sünnetin kesin talimatı olduğunu zannetmek tedir.
Sahîh ve güvenilir kaynakların beyânına göre, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem ile, ilk iki halîfe zamanında Cuma günü namaz vaktini îlâm ve ona davet için bir tek ezan okunuyord u. Bu ezan ise, imam minbere çıkıp oturduğu zaman, mescidin kapısında okunurdu. Abdürrezzâk, Musannef, 3/205; Ebû Dâvûd,Sünen-i Ebu bâvûd, 1/285
Nihayet Osman halîfe olunca, ikinci ezanı ilâve etmiştir.
Buhârî ve daha başkalarının kendisind en rivayetle rine göre, Sâib b. Yezîd şöyle demiştir: "Cuma günü okunan ezanın ilki, Peygamber ile Ebû Bekir ve Ömer zamanlarında, imam minbere çıkıp oturduğu zaman okunurdu. Nihayet Osman halîfe olup Medîne'de insanlar çoğaldığı zaman, zevrâ üzerinde okunan üçüncü nidayı ilâve etti. Ibnü Hacer, A.g.e. 2/457 ; Ebû Dâvûd, Süneni Ebu Dâvûd, 1/285; Neseî, Sünen, 1/207; Ahmed, Müsned, 3/450; Ibnu Mace, Sünen, 1/180; Beyhaki, Sünenü'l-Kübra, 3/129
Ebû Davud'un rivayetin e göre ise, Sâib şunları söylemiştir: "Cuma günü okunan ezan, Resûlüllah, Ebû Bekr ve Ömer zamanlarında, onlar minbere çıkıp oturdukla rı zaman mescidin kapısında okunuyord u. Hadiste üçüncü ezan denilmesi, kamet de ezan sayıldığı içindir.
Keza Abdürrazzâk b. Hemmâm'ın Mekhul ve Ata b. Ebî Rabâh'tan mürsel olarak naklettiği haberler de bu iki rivayeti teyit etmektedi r. Abdürrezzâk, Musannef, 3/205-206
Bu haberler açıkça gösteriyor ki, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in sünetinde, Cuma namazına davet amacıyla bir tek ezan okunuyord u. Bu ezan, hatip minbere çıkıp oturduğu zaman, mescidin kapısı önünde okunurdu. O halde Allah Teâlâ'nın, Cuma âyetinde kastettiği ve işitildiği andan itibaren Allah'ı anmaya koşulması ve alış-verişin terkedilm esi farz olan ezan, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem ile ilk iki halîfe zamanlarında okunan bu ezandır.
Ebû Bekir İbnu'l-Arabî, 'Ahkâmü'l-Kur'ân' ında bu hususa işaret ederek şöyle der: "Peygamber zamanında, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem minbere çıkıp oturduğu zaman bir kişi ezan okurdu. Ebû Bekir, Ömer ve Kûfe'de Ali de böyle yapardı. Osman ise, zevrâ'da okunan ezanı ilâve etti. Ebû Bekir İbnu'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, 4/1803
Abdurrezzâk'ın Amr b. Dînâr'dan rivayetin e göre şöyle demiştir: Ben Ibnü'z-Zübeyr'i Cuma kıldırırken gördüm. O minber üzerine çıkıp oturuncay a kadar ezan okunmuyor du. O'nun zamanında bir tek ezan okunurdu. Abdürrezzâk, El-Musannef, 3/205
Zührî'den rivayete göre Sâib b. Yezîd şöyle demiştir: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in sadece bir tek müezzini vardı. Bu müezzin Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem minbere çıktığı zaman Mescidin kapısı önünde ezan okur, indiği zaman da ikâmet ederdi. Ebû Bekir ve Ömer zamanında da öyle idi. Osman halîfe olup insanlar çoğalınca Medîne çarşısında zevrâ denilen bir evin üzerinde okunan üçüncü ezanı ilâve etti. İbnu Mâce, Sünen,l/359
Şüphesiz Osman'ın bu ezanı ilâve etmedeki amacı, kendisi minbere çıkmadan önce çarşı ahâlîsine vaktin girdiğini haber vermekti. Bu da önemli olayları îlân etme hususunda Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin ezan okutma sünnetine uygun bir amel sayılır. Ayrıca Osman döneminde, mesciddek i uygulama peygamber ve ilk iki halîfenin zamanlarında olduğu şekliyle aynen devam etmiştir. Biri mescidin hâricinde, diğeri hatibin huzurunda aynca iki ezan okunduğu rivayet edilmemiştir. Sadece Osman minbere çıkıp oturunca mescidin kapısında ezan okunmuştur. İkinci bir ihtimal olarak Sahabenin büyük çoğunluğu, Osman'a belki de bu sebeble karşı çıkmamışlardır.



Cuma Ayetinde Geçen alış-veriş Kavramı.

Allah Teâlâ " Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah'ı zikre gidin. Alış- verişi bırakın" buyurarak Cuma ezanı okunduğu andan itibaren alış-veriş yapılmasını yasaklamıştır. Buna göre Cuma ezanıyla birlikte hertürlü alış-verişi bırakıp namaza gidilmesi farz; ezanın okunmaya başlamasından itibaren yapılan her türlü alış-veriş haram hükmüne dahil olur. Ancak âyette sadece alış-veriş kavramının zikredilm esinden diğer muamelele rin mubah olduğu mânâsı çıkarılamaz. Çünkü bu ifâde sadece alış-verişi değil, tüm meşguliyetleri bırakarak namaz için harekete geçmeyi emreder. Burada alış veriş kelimesin in zikredilm e nedeni, civardaki yerleşim bölgelerinden Medine'ye gelen insanlar, yanlarında satmak için mal getirdikl erinden ve herkes ihtiyaçlarını karşılayabilmek için alış-verişle meşgul olduklarından Cuma günü ticâretin yoğun olması dolayısıyladır. Bu sebeple âyetteki yasaklama sâdece alış-veriş ile sınırlı olmayıp namaza gitmeye engel olan tüm meşguliyetleri içine alır.
Allah Teâlâ'nın âyette alış verişi açıkça zikretmiş olması sebebiyle Cuma ezanından sonra her türlü alış-verişin haram olduğu hususunda görüş birliğine varan fakihler, bu yasağın ne zamandan itibaren başlayacağı ve başka akidleri içine alıp almayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir.
İbnu Abbas, Hasan-ı Basrî,Atâ ve Ibnü Şihâp ez-Zührî gibi, Selef âlimlerinden bazıları bu yasağın ezanla birlikte başlayacağını söylerken bazıları da güneş zevale girdikten itibaren her türlü alış-veriş yasaklanmış olur, demektedi rler.
İbnu Abbas'tan rivayete göre o:" Cuma namazı için nida edildiği zaman alış-veriş akidleri haram olur" demiştir. Bundan, onun ticâret kapsamına giren her türlü alış-verişin haram olduğu görüşüne sahip olduğu anlaşılıyor. İbnu Abbâs'ın talebeler inden Atâ b. Ebî Rabah ise "Ezanla birlikte bütün hareketle rin devamı haram olur," demiştir. Atâ'nın bu sözünü Abd İbnu Humeyd tefsirind e mevsûlen şu şekilde rivayet etmiştir: "Cuma günü ezan okunduğu vakit her türlü oyun, eğlence, alış-veriş ve her türlü hareketle rin devamı, uyku, kişinin ehline yaklaşması ve kitap yazması haram olur." Hafız İbnu Hacer âlimlerin büyük çoğunluğunun da bu görüşte olduğunu ifâde etmektedi r. Abdürrezzak, Musannef, 3/177; İbnu Ebî Şeybe, Musannef, 2/36
Buna göre "alış-verişi bırakın" tarzındaki nehyin, Cumaya gitmeye manî olacak her nevî ticarî, iktisadî, hukukî akit ve faaliyetl ere şâmil olduğu açıkça anlaşılmış olur.
Dahhâk ise, alış-veriş yasağının Cuma ezanı ile değil güneşin zevale girmesiyl e başladığı kanaatine sahip olmuştur. Cüveybir'den rivayete göre Dahhâk şöyle demiştir: "Güneş batıya doğru meylettiği zaman alış-veriş yapılması haram olur. Dahhâk'tan gelen diğer bir rivayette de, onun,"Alış verişi bırakın âyetini tefsir ederken şöyle dediği haber veriliyor: "Hutbe esnasında namaz İçin nida edildiği zaman alış veriş haram olur." Bu durumda ondan iki farklı kanaat gelmiş oluyor.
İbnu Hazm, Muhallâ adlı eserinde bu konudaki görüşünü şu şekilde ifâde eder: "Zeval vaktinde alış-veriş meydâna gelmişse, kat'î olarak feshedili r. Vaktin çıkmış olması onu sahih hâle getirmez. Alış verişi yapan taraflar ister Müslüman olsun, ister biri Müslüman diğeri kâfir, yâhud isterse her ikisi de kâfir olsun farketmez . İbnu Hazm âyette geçen "alış-veriş" lafzının zahirî mânâsından hareket ederek alış-verişin dışında kalan muamelele rin haram olmayacağını belirtir ve "Bu esnada yapılan nikâh icâre, selem akdi ve alış-veriş sayılmayan şeylerin hiç biri haram olmaz. İmam Mâlik, kendisind e Müslüman bulunan alış-veriş, nikâh, icâre ve selem akdi'nin haram olduğu görüşünü benimsemiş, hibe, borç ve sadaka verilmesi ni de mubah saymıştır. İmam Ebû Hanîfe ile Şâfıî ise zeval vaktinde alış-veriş, nikâh, icâre ve selem akidlerin in tamâmının caiz olduğu görüşündedirler." der.
Bu durumda bizim kanaatimi ze göre en tutarlı görüş imam Şafiî'nin görüşüdür. Zira bu âyette sözü edilen ezan, daha önce izah edildiği gibi, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem zamanında mevcut olan ezandır. Dolayısıyla "Namaza nida edildiği zaman alış-verişi bırakın" emrinin muhatabı bu ezandır. Ayrıca bu ezanla birlikte namaza gitmekten alıkoyan her şeyin haram olması gerekir. Zira burada alış-verişin haram kılınmasının illeti, bizatihi onun alış-veriş olması değil, namaza gitmekten alıkoymasıdır. Yoksa bizatihi alış-verişin kendisi mubah ve meşrudur. Alış-verişin haram kılınmasındaki illet, namaza gitmeye engel teşkil etmesi olunca, aynı illete sahip olan şeylerin de haram olması icab eder. Bundan da namaz saatinde yapılacak bütün muamelele rin haram olacağı sonucu ortaya çıkar.

Cuma Gününün Fazileti ve Bugündeki İcabet Saati

Cuma günü taşıdığı meziyetle r ve hususiyet ler itibariyl e haftanın en hayırlı ve en faziletli günüdür. Bu Husus bizzat Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin ifadeleri yle sabittir.
Ebû Hureyre den rivayete göre Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Üzerine güneş doğan en hayırlı gün Cuma günüdür. Zira babanız Adem Cuma gününde yaratıldı. O gün cennete konuldu ve o günde cennetten çıkarıldı. Kıyamet de ancak Cuma günü kopacaktır. Sahîh-i Muslim, 6/390
Cuma gününün diğer günlere karşı faziletin in bir diğer nedeni de duaların kabul edildiği icabet saatinin, bu günde gizlenmiş olmasıdır.
"Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, Cuma günüdür. Zira Adem o günde yaratıldı, o günde çenetten çıkarıldı. Tevbesi o günde kabul edildi. Ve o gün vefat etti. Kıyamet de ancak o günde kopacaktır. Yeryüzünde insan ve cinlerin dışında bütün canlılar, Cuma günü fecirden güneş doğuncaya kadar kıyametin kopacağı korkusuyl a onun gürültüsünü bekler dururlar. Cuma gününde öyle bir saat var ki, namaz kılan bir müslüman o saatte Allah'tan ne dilerse Allah onu kendisine mutlaka verir. İmam Mâlik, Muvattâ, H. No: 16 Nesei, Sünen, 3/114; Tirmizi, Sünen, 2/362; Ebu Davud,Sünen,l/274
Yine Ebû Hüreyre den rivayete göre Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem: "Güneş Cuma gününden daha faziletli bir gün üzerine doğmamıştır. Cuma gününde öyle bir saat var ki, bir müslüman Allah'tan hayırlı bir şey isteyerek bu saat'e denk gelirse mutlaka dileği kabul edilir. Herhangi bir kötülükten de Allah'a sığınırsa Allah, mutlaka onu bu kötülükten korur" buyurmuş ve bu saatin kısa bir an olduğunu anlatmak için eliyle işaret etmiştir. Abdürrezzak, Musannef, 3/260; İbnu Ebî Şeybe, Musannef, 2/57; İbnu Hacer, Fethu'i-Bârî bi şerhi Sâhîh-i Buhârî, 2/482. Sünnet kitaplarında bu konuda birbirini teyît eder mâhiyette pekçok sahih hadis nekledilm iştir.
İbnu Ebî Şeybe'nin Aişe'den rivayetin e göre O, "Duâlar'ın kabul edileceği umulan saat, müezzin Cuma ezanını okuduğu zamandır, demiştir. İbnu Abbas'dan nakledild iğine göre, O da : "Cuma günündeki bu saat, Cuma ezanından başlar, namaz bitinceye kadar devam eder." demiştir. Keza Saîd b. Mansur ile İbnu Münzîr'in rivayetle rine göre Şa'bî de "Bu saat alışverişin haram olduğu saat'ten başlayarak helâl kılındığı saate kadar devam eder demiştir. Bu görüşler netice itibariyl e birbiriyl e aynı parelelde dir. Zira Cuma günü alış-verişin haram olduğu an, Cuma ezanından başlar namazın edâ edildiği âna kadar devam eder. O gün okunan ezan ise daha önce de temas edildiği gibi, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem minbere çıkıp oturduğu zaman okunurdu. O halde Cuma günü duaların kabul edileceği icabet saati hususunda en doğru ve akla en yatkın görüş kanaatimi ze göre bu hadis ve haberleri n delâlet ettiği görüş olsa gerektir.

Müslüman Olmak:

Müslüman olmayan kimseler hiçbir ibâdetle sorumlu olmadıkları gibi, Cuma namazını kılmakla da yükümlü değillerdir. Bunlar ibâdetten önce, iman edilmesi gereken esaslara iman etmekle mükelleftirler. Zira İslama göre teklifin birinci basamağı imandır. Temelinde sahih ve sağlam bir itikat olmadıkça yapılan hiçbir amel sahih değildir. Nitekim Yüce Allah, "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allahı anmaya gidin" âyeti kerîmesiyle sadece mü'minlere hitâb etmektedi r. Aynı şekilde Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem "Cuma namazı cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allahın bir hakkı olup farzdır" buyurarak bu hususa dikkat çekmişlerdir.

Erkek Olmak :

Her ne kadar Cuma âyetindeki hitap umûmî ise de, kadınlara Cuma namazı farz değildir. Zira âyetin bu umûmî hükmü Târik b. Şihâb'dan rivayet edilen :"Cuma namazı cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allah'ın bir hakkı olup farzdır. Ancak bundan, başkasının mülkiyeti altında bulunan köle, kadın, çocuk ve hastalar müstesna İbnu Ebî Şeybe, 2/18; Ebu Davûd, A.g.e, 1/280 ; Dârakutnî, Sünen, 2/3 ; Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/283; Hâkim, Müstedrek, 1/425 hadisiyle tahsis edilmiştir.
Ancak üzerlerine Cuma namazı farz olmamasına rağmen, kadınların bu namaza iştirak etmeleri şer'an men edilmemiştir. Şayet mescide gelerek imamla birlikte bu namazı edâ ederlerse, caiz olup üzerlerinden öğle namazının farzı sakıt olur. Zira kendileri ne Cuma namazının farz olmaması, onu edâ etmelerin in haram olması ma'nâsına gelmez. Bir şeyin farz olmaması ayrı bir şey, haram olması ayrı bir şeydir. Burada sadece teklif kaldırılmıştır. Daha doğrusu kadınlar bu teklifin dışında tutulmuşlardır. Fakat isteyerek katılmalarına her hangi bir yasak getirilme miştir.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in mescidind e kadınların erkek saflarının gerisinde durarak Peygamber in arkasında Cuma namazı kıldıklarını ifâde eden birçok sahîh ve meşhur haber sabittir." Kadınlar Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem ile beraber Cuma namazı kılarlardı. Kendileri ne 'sadece koku sürünmemiş olmadıkça akmayınız', denilirdi"

Hür Olmak:

Târik b. Şihâb hadisine binâen mülk edinilmiş kölelere ve hürriyeti elinde bulunmaya n kimselere Cuma namazı farz değildir. Mülk edinilmiş köleye Cuma namazının farz olmamasının sebebi, birinci derecede efendisin in hizmeti ile sorumlu bulunmasıdır. Zira Cuma namazına gidip sonuna kadar imamı beklemesi emredilec ek olursa, buna imkan bulamayab ilir. Bundan dolayı da kendisine herhangi bir zarar dokunabil ir. Bilhassa köleliğin yürürlükte olduğu dönemlerde müslüman olan bir kölenin, müslüman olmayan bir kimsenin mülkiyeti altında bulunduğu düşünülecek olursa, buradaki espriyi daha iyi kavramak mümkün olur. Bu sebeble Cumhûr-u ülemâ'ya göre, köleye Cuma namazı farz değildir. Ancak kadınlar için geçerli olan husus köleler için de aynen geçerli olup, imkan bulup Cuma namazına katılmaları halinde cemaatle beraber bu namazı kılmaları caiz ve sahihdir. Bu durumda kendileri nden öğle namazının farziyeti kalkmış olur.
İslam hukukunda hem bazı ibadetler in sıhhatine temel teşkil eden ve hem de Cuma namazının sahih olabilmes i için şart koşulan hürriyet, kavramın birinci ve hakîki anlamıyla kölelik" teriminin karşıtı olan hürriyettir. Yani fukahanın aradığı özellik, mükellefin, hürriyetin bu ma'nasından yoksun edilip köle olarak kullanılıyor olmamasıdır. Çünkü Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in Cuma âyetinin umûmî hükmünden istisna ettiği köle, her türlü hürriyet hakkı elinden alınan ve başkaları tarafından mülk edinilen köledir. Nitekim Târik b. Şihab tarafından rivayet edilen hadisde "Mülk edinilmiş köle" ma'nâsına gelen ifadesiyl e bu husus hiçbir şüpheye mahal olmayacak tarzda açıkça beyan edilmiştir.
Cuma namazını niçin kılmıyorsunuz? sorusuna; biz "hür müyüz"? şeklinde karşılık veren ve kendileri nin köle durumunda olduğunu zanneden bâzı Müslümanların, islam hukukunda ki köleliğin ne anlama geldiğini bildikler ini sanmıyoruz. Zira, eğer bilmiş olsalardı, dînî, siyâsî ve fikrî konularda bâzı hakların kısıtlı olmasına bakarak bu sekide düşünmeleri mümkün olmazdı.

Sıhhatli Olmak:

Cuma namazı ile mükellef olmak için sıhhatli olmak şarttır. Dolayısıyla Cuma namazına gidemeyec ek kadar hasta olanlar veya Cuma namazına gitmesi halinde hastalıklarının artmasından endişe edilen kimselere Cuma namazı farz değildir. Böyleleri Cuma namazı yerine güçlerinin yettiği şekilde Öğle namazını kılmakla yükümlüdür. Zira "Allah, kimseye gücünün üstünde birşey teklif etmez âyeti mucibince bir kimse gücünün yetmeyeceği şeylerle sorumlu tutulmazl ar. Bu sebeple Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem hastaları Cuma âyetinin umûmî hükmünden istisna etmiştir.


Âkil Ve Baliğ Olmak:

İlâhî emir ve yasaklarl a mükellef olabilmek için akıl ve buluğ şarttır. Akıllı olmayanla rla erginlik çağına girmemiş olan kimseler hiç bir ibâdetle yükümlü olamadıklarından Cuma namazı ile de yükümlü değildirler. Bu sebeple deliler ve çocuklara Cuma namazı farz değildir. Bunun delili de Târik b. Şihab hadisi yanında: "Cuma namazı her bâlig olana farzdır" hadisidir . Teklifte ehliyetin akıl ve buluğ olduğu hususunda ihtilaf söz konusu değildir.

Mukim Olmak:

Mükellefe Cuma namazının farz olabilmes i için bir yerde ikamet halinde olması şarttır. Bu münasebetle yolculuk halinde bulunan kimseye Cuma namazı farz değildir. Cabir b. Abdullah'ın Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'den rivayet ettiği şu hadisdir: "Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseye Cuma gününde Cuma namazı farzdır. Ancak hasta, yolcu, kadın, çocuk ve köle bundan müstesnadır.


Vakit Şartı

Beş vakit namazda olduğu gibi, edâ edilen Cuma namazının sahih olabilmes i için de vaktinin girmiş olması şarttır. Zira Allah Teâlâ "Şüphesiz namaz mü'minîer üzerine vakitle belirlenm iş olarak farz kılındı" Nisa, 103 buyurmuştur. Âyetteki salat (namaz) lafzı umûmî bir lafız olduğu için diğer namazlara olduğu gibi Cuma namazına da şâmildir.
Cuma namazının vakti öğle namazının vaktidir. Buna sünnetten pekçok delilleri vardır. Bu delillerd en bazıları şunlardır:
1- Enes b. Mâlik'ten rivayete göre o: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Cuma namazını güneş batıya meylettiği zaman kıldınrdı." demiştir. Ebu dâvud, Sünen-iEbi Davud, l/284;Tirmîzî, Sünen-i Tirmizi, 2/377
2- Câbir b. Abdullah'a Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin Cuma namazını ne zaman kıldığı sorulmuş, o da, şöyle cevap vermiştir: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Cuma namazını kıldırdıktan sonra gidip sakalık yapan develerim izi serbest bırakırdık." Bunun vaktinin ne zaman olduğunu soranlara da; "zeval vakti idi" cevabını vermiştir.
3- İyas b. Seleme b. Ekvâ'dan, onun da babasından rivayetin e göre şöyle demiştir:. "Güneşin zevalinde Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem ile beraber Cuma namazı kılardık. Sonra dönünce güneşin gölgesinin yerini araştırırdık." Hadisin "Ebu Dâvud'daki şekliyle "duvarların gölgelenilecek bir gölgesi olmazdı" demiştir. Darimi, Sünen-i Darımı
4- İbnu Abbas'tan rivayete göre şöyle demiştir: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Mekke'den Medîne'ye hicret ederek gelmeden önce Müslümanların Cuma namazı kılmalarına izin verdi. Zira kendisi Mekke'de Cuma kılma imkanına sahip değildi. Bu sebeble Musab b. Umeyr'e bir mektup yazarak şöyle buyurdu: Yahudiler in Zebur'u aşikâre okudukları güne bakın.! Siz de Cuma günü zeval vaktinde gün yandan meyledinc e iki rekat namaz kılmak suretiyle Allah'a yaklaşın. Abdurrezzâk, Musannef . Dolayısıyla öğlenin vakti ne ise, Cumanın vakti de o olacağından ayrıca vakit aramak yersizdir .

Cemaat Şartı

Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in: "Cuma namazı cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allah'ın bir hakkı olup farzdır. Ancak bundan; başkasının, mülkiyeti altında bulunan köle, kadın, çocuk ve hastalar müstesna" Ebu Davûd, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/3 ; Beyhâkî, Sü-nen'ül- Kübrâ, 3/283; Hâkim, Müstedrek, 1/425, Cuma namazının sahih olabilmes i için cemaatin şart olduğudur.
Diğer namazlara benzetmek suretiyle cemaatin hasıl olmasında iki kişinin yeterli olması hasebi ilede cumadada iki kişi oldumu cemaat hasıl olur.
İbrahim en-Nehâî, Hasan b. Salih ve Dâvud ez-Zâhirî; "İmamla beraber bir kişi bulunduğu zaman bir hutbe ve iki rekat namazla Cumayı eda ederler" demişlerdir. Hasan b. Hayy, Ebû Süleyman ve İbnu Hazm'ın görüşü de budur. Nevevî, İbnu'1-Münzîr'in Mekhul'den naklettiği sözün ma'nası da budur, demektedi r.
Sonuç olarak cemaat şart olmakla beraber iki kişiden yukarı muayyen bir sayıyı şart koşanların hiçbir delilleri yoktur. Doğru olanı, nasları zahirleri üzere bırakıp kayıtsız şartsız onlarla amel etmektir. Zira mesele ne kadar irdelenir se o kadar güçlük doğar. Allah'ın dîni ise kolaylıktan ibarettir .

Cumaya teşvik:
Ebû Hureyre radıyallahu anh'Öan Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Kim guslettik ten sonra cumaya gelir, kendisi için takdir olunan kadarıyla namaz kılar, sonra (imam) hutbesini bitirince ye kadar dinler, sonra imam ile birlikte namaz kılarsa, kendisi ile diğer cuma arasındaki günahları üç gün fazlası İla birlikte bağışlanır."
Yine Ebû Hureyre'den rivayete göre Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Beş vakit namaz, cumadan cumaya ve ramazanda n ramazana (yapılan özel ibadetler) büyük günahlardan kaçınılması halinde, aradaki sürelerde işlenen küçük günahlara keffarett ir."

Cumayı önemsememekten sakındırmak:
İbn Ömer ve Ebû Hureyre'den rivayete göre onlar Rasûlullah sallallah u aleyhi ve sellem l minberi üzerinde şunları söylerken dinlemişlerdir: "Birtakım kimseler ya cumaları terketmek ten vazgeçerler yahutta Allah onların kalblerin i mühürleye-cek, sonra da gafillerd en olacaklar ."
Abdullah (b. Mesud)'dan rivayete göre Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem cuma namazına gelmeyen birtakım kimseler İçin şöyle demiştir: "İçimden şunu geçirdim: Bir adama cemaate namaz kıldırmasını emredeyim . Sonra da cuma namazına katılmayan birtakım erkekler üzerine evlerini ateşe vereyim."
Ebû'l-Ca'd ed-Damrî'den rivayete göre Rasûlullah sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Her kim önemsemeyerek üç cumayı terkedece k olursa, Allah onun kalbine mühür basar."
Usâme b. Zeyd'den Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Her kim mazeretsi z olarak üç cumayı terkedece k olursa, münafıklardan yazılır."
 
I Çevrimdışı

islami bilgiler

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Cuma namazının vakti:
Cuma namazının vakti öğle namazının vaktidir, ondan önce de caizdir.
Enes b. Malik radıyallahu anh'öan rivayete göre Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem cuma namazını güneş (batıya doğru) meyledinc e kılardı.
Câbir b. Abdullah'tan rivayete göre ona: Rasûlullah sallallah u aleyhi ve selem cuma namazını ne zaman kılardı, diye sorulması üzerine şu cevabı vermiştir: "O namazını kılar, sonra bizler güneşin zevale eriştiği vakit develerim ize gider onları dinlendir irdik."

Hutbe:
Hutbe vacib/farzdır. Çünkü Rasûlullah sallallah u aleyhi ve sellem onu ısrarla devam ettirmiş ve kesinlikl e hutbeyi terketmem iştir. Ayrıca o: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz siz de öylece namaz kılın." buyurmuştur.
Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem'ın hutbe verirken izlediği yol:
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem şöyle derdi: "Şüphesiz ki kişinin uzunca namaz kıldırması ve hutbesini n kısa olması onun fıkhının İnce bilgisini n bir neticesid ir. Binaenale yh namazı uzunca kıldırın, hutbeyi kısa kesin. Şüphesiz birtakım açıklamalar, konuşmalar büyü gibi etkileyic idir,"
Câbir b. Semura'dan dedi ki: "Ben Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem it birlikte namazları kılardım. Onun namazı da orta yollu idi, hutbesi de orta yollu idi."
Câbir b. Abduilah'dan dedi ki: "Rasûlullah sallallah u aleyhi ve sellem hutbe verdi mi gözleri kızarır, sesi yükselir, öfkesi şiddetlenirdi. Sanki o sabaha kalmaz, akşama kalmaz düşman üzerinize gelir diyen bir ordu uyarıcısı gibi idi."

Hutbetu'l-Hâce:

إِنَّ الْحَمْدَ لِلَّهِ ، نَحْمَدُهُ ، وَنَسْتَعِينُهُ ، وَنَسْتَغْفِرُهُ ، وَنَعُوذُ بِاللَّهِ مِنْ شُرُورِ أَنْفُسِنَا ، وَمِنْ سَيِّئَاتِ أَعْمَالِنَا ، مَنْ يَهْدِهِ اللَّهُ فَلاَ مُضِلَّ لَهُ ، وَمَنْ يُضْلِلْ فَلاَ هَادِيَ لَهُ ، وَأَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلا تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ. يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالا كَثِيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي تَتَسَاءَلُونَ بِهِ وَالأَرْحَامَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلا سَدِيدًا . يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا. أَمَّا بَعْدُ فَإِنَّ خَيْرَ الْحَدِيثِ كِتَابُ اللَّهِ وَخَيْرُ الْهُدَى هُدَى مُحَمَّدٍ وَشَرُّ الأُمُورِ مُحْدَثَاتُهَا وَكُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ، وَكُلَّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ


Hamd, ancak Allah içindir. O'na hamdeder, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefisleri mizin şerrinden, amellerim izin kötülüğünden O'na sığınırız. Allah kimi hidayete erdirirse onu saptıracak yoktur, kimi de saptırırsa onu hidayete erdirecek yoktur.

Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet ederim. O, tektir ve ortağı yoktur. Ve şahadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasülü'dür.

“Ey iman edenler! Allah'tan sakınılması gerektiği şekilde sakının ve ancak müslüman olarak ölün.” (Al-i îmran:102)

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizd en sakının. Adını kullanara k birbirini zden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsiz likten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisa: l)

“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab: 70-71)

Bundan sonra:

“Muhakkak ki, sözlerin en doğrusu Allah'ın Kelam'ı, yolların en hayırlısı Allah Rasulü sallallah u aleyhi ve sellem'in yoludur. işlerin en kötüsü ise sonradan uydurulan lardır. Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bid'at, her bid'at sapıklık ve her sapıklık da ateştedir.” *

'Hutbetü'1-Hace' ismiyle meşhur olan bu duayı, cuma hutbeleri nde vesair konuşmalarında okuyan Rasululla h, bizzat sahabeler e öğretmiştir. Müslim (867), Nesei (1387)
"Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin ve onun ashabının hutbeleri üzerinde dikkatle düşünen herkes görür ki, bu hutbeler doğru yolu ve tevhidi açıkladıklar, Yüce Rabbimizi n sıfatlarını, imanın genel esaslarını beyan ederler. Yüce Allah'a daveti ve o yüce Rabbi kullarına sevdiren nimetleri ile onun azab ve intikamından korkutan günleri söz konusu ederler. Allah'a sevdirece k şekilde onu zikredip, ona şükretmeyi emrederle r, buna bağlı olarak Allah'ın azametind en, sıfatlarından, isimlerin den, onu kullarına sevdirece k şeyleri söz konusu ederler. Ona sevdirece k şekilde ona itaati, şükrü ve onu zikretmey i emrettikl erini görür. Böylelikle bu hutbeleri dinleyenl er onu sever ve onun tarafından sevilmiş olarak ayrılıyorlardı. Rasûlullah sallallah u aleyhi ve sellem Kur'an ile ve Kaf suresini okuyarak çokça hutbe verirdi. el-Haris b. en-Numan'ın kızı Um Hişam dedi ki: "Ben Kaf suresini ancak Rasûlullah sallallah u aleyhi ve senemin ağzından ezberlemişimdir. Çünkü o bu sûreyi minber üzerinde hutbe olarak irad ederdi."

Hutbeyi dinlemeni n vacip ve hutbe sırasında konuşmanın haram oluşu:
Ebû Hureyre'den, Rasûlullah sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Cuma gününde imam hutbe okurken arkadaşına, dinle diyecek olursan batıl ve boş bir İş yapmış olursun."

Hutbe Okumak

Kılınan Cuma namazının sahîh ve muteber olabilmes i için namazdan önce, mescitte hazır olan cemaate hitaben vaaz ve nasihat maksadıyla kendisine hutbe adı verilebil ecek muayyen bir konuşmanın yapılması şarttır. Bu konuşma rastgele seçilmiş bir konuşma olmayıp Allah'a hamd, Resulüne salât, mü'minlere duâ, nasihat ve Kur'ân'dan en az bir âyeti içeren belirli bir konuşmadır. Dolayısıyla bu şart yerine getirilme diği yâni, hutbe îrâd edilmediği takdirde kılınan Cuma namazı sahîh ve muteber değildir.
Kur'ân ve sünnette nakledile n haberlerd e hutbenin farz olduğunu gösteren hem sarîh hem de karîneli olarak bir çok delîl mevcuttur . Bu delillerd en bazıları şunlardır:
Allah Teâlâ "Ey İman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah'ı zikre gidin. Alış verişi bırakın." buyurmuştur. Allah Teâlânın mü'min kullarına, kendisine gitmekle emrettiği zikrullah, imamın hutbe maksadıyla minber üzerinde yaptığı konuşmadır. Allahu Teâlâ'nın ona gitmeyi emretmesi ise hutbenin vacip olduğuna delâlet eder.
Bu âyet-i kerîmede, hutbenin vacip olduğuna delâlet eden diğer bir karine de hutbe için okunan ezanla birlikte alım satımın haram kılınmış olmasıdır. Şayet hutbe vâcip olmasaydı, onun için alım-satım haram kılınmazdı. Zira alım-satım ticâret İslâm'a göre mubah olan bir şeydir. Müstehab olan bir amel ise, mubah olan bir ameli haram kılmaz. Mubah olan bir amelin haram kılınması için ya bir harama sebebiyet vermesi, ya da bir farzın işlenmesine manî olması gerekir. Ayet-i kerîme'de hutbe sebebiyle mubah olan alış-verişin terkedilm esinin emredilme si onun farz olduğuna açık bir delildir.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in ayakta hutbe îrâd ettiği bir sırada Medîne'ye gelen kervana doğru sökün eden Sahâbîleri zemmedere k Allâhu Teâlâ'nın: "Bir ticâret veya eğlence gördükleri vakit seni ayakta bıraktılar. buyurmasıdır. Bu ifâde hutbeyi dinlemeye rek mescitten ayrılan sahabenin bu davranışını açıkça zemmetmek tedir. Terkedeni n şer'ân zemmedild iği şey ise, farzdır. Cuma âyetlerinin iniş sebepleri ni ve bu iki âyet arasındaki münasebeti dikkate aldığımızda birinci âyetteki çağrının, namazı da kapsayan umûmî bir çağrı olmakla beraber öncelikle hutbe için yapıldığında hiç bir şüphe kalmaz.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in kıldığı bütün Cuma namazlarında hutbe okumuş olması ve: "Beni nasıl namaz kılarken gördünüzse, siz de öylece kılınız. buyurmasıdır. Şayet Cuma hutbesi iddia edildiği gibi, müstehap olsaydı, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem bunu tâlim etmek için bir kez olsun, hutbesiz olarak Cuma kıldırırdı.

Cuma namazına yetişmek:
Cuma namazı cemaat ile birlikte iki rekat olarak kılınır. Cuma namazı kendişine farz olmayan ya da mazereti bulunan kimselerd en cumaya katılmayanlar öğle namazını dört rekat olarak kılarlar. İmam ile birlikte tek bir rekat yetişen cuma namazına yetişmiş olur. Ebû Hureyre'den rivayete göre Peygamber saiiniini uı aleyhi ve seiiem şöyle buyurdu: "Her kim cuma namazının bir rekatine yetişirse namazı yetişmiş demektir."

Cumadan önce ve sonra kılınan namazlar:
Ebû Hureyre'den; Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu; "Kim cuma günü gusleder, sonra cumaya gelip kendisi için takdir olunduğu kadarıyla namaz kılar, sonra (imam) hutbesini bitirince ye kadar onu dinler, sonra onunla birlikte namaz kılarsa kendisi ile diğer cuma arasındaki (günahları) üç gün fazlası ile birlikte ona bağışlanır."
Cumadan önce gelen kişi, belli bir sayı sözkonusu olmaksızın imam, hutbeye çıkana kadar dilediği kadar namaz kılar. Bugün cuma namazının ilk sünneti diye bilinen namazın ise hiçbir aslî bir dayanağı yoktur. Çünkü bilindiği üzere "Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem Bilal ezanı bitirince hutbeye başlardı. Kimse de kalkıp kesinlikl e iki rekat namaz kılmazdı. Sadece bir defa ezan okunurdu. Peki, sözü edilen sünneti ne zaman kılıyorlardı?"
Cuma namazından sonra ise dilerse dört ya da iki rekat namaz kılabilir.
Ebû Hureyre'den: Rasûlullah sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse cuma namazını kıldı mı ondan sonra dört rekat daha kılsın."
İbn Ömer'den rivayete göre Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem cuma namazından sonra, (mescidden) ayrılıncaya kadar namaz kılmazdı. Daha sonra evinde iki rekat namaz kılardı.
Cuma gününün âdabı:
Cuma namazında hazır bulunmak isteyen herkesin şu hadislerd e belirtile nler ile amel etmesi müstehabtır:
Selman el-Farisî'den, dedi ki: Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Bir kimse cuma günü gusleder ve gücü yettiği kadarıyla temizleni r, sonra yağından sürünür yahutta evindeki kokudan sürünür sonra da (cumaya gitmek Üzere) çıkar. İki kişinin arasını ayırmaz, sonra da kendisi için takdir olunan kadarıyla namaz kılar, sonra imam hutbe verince dinlerse, mutlaka ona kendisi ile diğer cuma arasındaki (küçük günah)lar bağışlanır."
Ebû Said'den dedi ki: "Kim cuma günü gusleder, en güzel elbiseler inden (birisini) giyinir, varsa bir koku sürünür, sonra cumaya gelip insanların boyunları üzerinden ilerlemey ip, Allah'ın onun için takdir ettiği kadarıyla namaz kılar, sonra İmamı (hutbeye) çıktığında namazını bitirince ye kadar dikkatle dinlerse, bu cuma ile ondan önceki cuma arasındakilere keffaret olur."
Ebû Hureyre'den dedi ki: Rasûlullah sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Cuma günü geldi mi mescidin kapılarından herbirisi üzerinde insanları önce gelişlerine uygun olarak yazan melekler bulunur. İmam (minbere) oturdu mu sahi-felerini dürerler ve onlar da gelip zikri (hutbeyi) dinlerler . İlk vaktinde namaza gelenin misali bir deve kurban eden kimsenin durumuna benzer. Daha sonra bir inek kurban edenin durumuna, daha sonra gelen koç kurban edenin durumuna, daha sonra gelen bir tavuk tasadduk edenin durumuna, sonra gelen de bir yumurta tasadduk edenin durumuna benzer."

Cuma Kılınacak Yer

Hür, âkil, baliğ ve her mevsim ikâmet halinde olan insanların meskun olduğu bütün yerleşim birimleri nde Cuma namazı kılınabilir. Cuma kılınacak yerin şehir veya köy olması arasında her hangi bir fark yoktur.
Ka'b b. Mâlikten rivayete göre şöyle demiştir: "Babam gözlerini kaybettik ten sonra onu gideceği yere ben götürüp getiriyor dum. Cuma namazına götürdüğümde ne zaman Cuma ezanını işitse Ebû Ümâme Esad b. Zürâre için rahmet dilerdi. Babama; 'babacağım her zaman Cuma ezanını işittiğinde Esad b. Zürâreye rahmet okuyorsun . Bunun sebebi nedir?' dedim. Babam, 'yavrucuğum! Çünkü Esad b. Zürâre "Nakîu'lhadamât" denilen Medine'nin bir kara taşlığında, Beyâda oğullarının köyünde, Hezmü'n-Nebît denilen semt'te, Hz. Peygamber Medine'ye gelmeden önce bize ilk Cuma namazını kıldıran kişidir,' cevabını verdi. Sahîh-i Buhârî, Sünen-i Ebu Dâvud, 1/280; Dârakutni, Sünen. 2/8; İbnu Mâce, Sünen, 1/345
Beyhâkî bu haberin hasen-sahîh olduğunu belirtirk en, İbnu Hibban ve Hâkim onun Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu söylemişlerdir.
Buhârî ve Ebû Davud'un İbnu Abbas'dan rivayetle rine göre o, şöyle demiştir: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in Medînedeki mescîdinde kılınan Cumadan sonra Medîne hâricinde kılınan ilk Cuma namazı, Bahreyn köylerinden bir köy olan Cuvâsâ'da kılanan Cuma namazıdır. Sahîh-i Buhârî, 2/441; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebu Dâvud, 1/280; Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/176
Hadisin râvîsi Osman İbnu Ebu Şeybe, Cuvâsâ, Abdul-kays'ın köylerinden bir köydür demiştir. Buhârî sarihleri nden Kastallânî bu haberle ilgili olarak şunları kaydetmek tedir: "Abdulkays, İslama ilk giren Bahreyn kabileler inden biridir. Cuvâsâ da, Bahreyn köylerinden bir köydür. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem zamanında vahiy nazil olup dururken, hiç kimsenin kendi re'yi ile bir dînî emri tesbit veya ref edemeyeceği bilindiğine göre, bu hadis, köylerde Cuma kılanacağına kuvvetli bir delil teşkil eder.
İmam Beyhâkî'nin el-Ma'rife adlı eserinde İbnu ishak ve Mûsâ b. Ukbe'den rivayet ettiğine göre: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Medîne'ye hicreti esnasında Benî Amr b. Avf yurdundan hayvanına binip hareket ettiği zaman, Salim oğulları yurduna uğradığında - ki burası Medîne ile Küba arasında bir köydür- oracıkta Cuma namazının vakti erişti. Bunun üzerine Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Salim oğulları arasında Cuma namazını kıldırdı ve bu onun Medîne'ye geldiği zaman kıldırdığı ilk Cuma namazı oldu..
Bu haberi İbnu Sa'd, Tabâkât'ında, Vahidî tarikiyle muttasıl senedlerl e rivayet etmiştir. Bu olay bütün İslâm tarihçilerinin ve siyer âlimlerinin ittifakla naklettik leri tevatür derecesin e ulaşan meşhur bir haberdir.
Şayet Cuma namazı şehirlere mahsus olup köylerde kılınması caiz olmasaydı, yahut Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem, bazılarının iddia ettikleri gibi, 'Toplayıcı şehirden başkasında Cuma namazı ve teşrik tekbîri yoktur" diyecek olsaydı, bu şekilde hem kendisi köyde Cuma namazı kıldırır hem de hicretten önce köyde Cuma kılınmasına müsaade eder miydi? Eğer bu olaydan sonra yasaklamış olabilir denecek olursa, - ki böyle bir delil söz konusu delildir.- o zaman Bahreyn'e bağlı Cuvâsâ köyünde kılınan Cuma namazı ile Mekke ve Medîne arasındaki suların başında Cuma kılan ahâlî'yi menetmeme sine ne denilecek?


Hür, âkil, baliğ, yaz-kış göç etmeyen ve binaları toplu halde bulunan mukîm insanların meskun olduğu bütün yerleşim birimleri nde Cuma namazı kılınabilir. Buraların köy ve ya şehir olması arasında fark yoktur.
İbnu Abbas'tan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in Medînedeki mescîdinde kılınan Cumadan sonra Medîne hâricinde kılınan ilk Cuma namazı, Bahreyn köylerinden bir köy olan Cuvâsâ'da kılanan Cuma namazıdır."
Ka'b b. Mâlik'ten rivayete göre Esad b. Zürâre Medine'ye iki mil mesafede bulunan Benî Beyâda köyünde, Hezmün nebît denilen semtte Cuma namazı kıldırmış ve buna devam etmiştir. Ne Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem ve ne de Sahabeden buna karşı çıkan kimse olmamıştır.
Beyhâkî, Vahidî, İbnu Sa'd ve daha pek çok kimseleri n rivayet ettikleri gibi, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Mekke'den Medîne'ye hicret ettiği esnada Küba ile Medîne arasında bir köy olan Salim oğulları yurdunda Cuma namazı kıldırmıştır. Burası şehir merkezi olmayıp küçük bir köydür. Şayet Cuma namazı şehirlere mahsus olsaydı Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in burada kılmaması, başka yerlerde kılanlara engel olması ve bunu açıklaması gerekirdi . Halbuki böyle bir şey sahih olarak gelmemiştir.
Ömer kendisine Cuma namazını nerede kılacaklarını soran Ebû Hüreyre ve beraberin dekilere "Her nerede olursanız olun, Cuma namazını kılın." diye yazmıştır. "Her nerede olursanız olun", ifadesi köyleri de şehirleri de içine alan umûmî bir ifadedir. Şayet köylerde Cuma caiz olmasaydı Ömer bu hususu ayırarak cevap verirdi.
Sahih olarak gelen haberlerd e Ömer ve Osman zamanlarında bu ikisinin emirleriy le Mısır sahilleri nde oturan köylüler Cuma namazlarını kılıyorlardı.
Abdürrezzâk'ın sahih bir senetle rivayet ettiğine göre Abdulah b. Ömer Mekke ile Medine arasındaki suların kenarında oturan köylülerin Cuma kıldıklarını görürdü de onları bundan dolayı ayıplamazdi. Şayet bu caiz olmasaydı Ömer ile Osman bunu emretmez, keza Abdullah b. Ömer de buna manî olurdu.

Bir Beldede Birden Fazla Yerde Cuma Namazı


Cuma namazı, tıpkı bayram namazında olduğu gibi sadece, kendisi için hutbe ve cemaat meşru kılınmış bir namazdır. Bu sebeple Bayram namazında olduğu gibi, ihtiyaç duyulan her yerde kılınması caiz olur. Zira Ali'nin, insanların zayıf ve güçsüz olanlarına namaz kıldırması için Ebû Mes'ûd el-Ensârî'yi yerine halef tayin ederek bayram günü sahradaki musallaya çıktığı sabittir. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in Medine'de iki ayrı yerde Cuma kıldırmamış olmasına gelince; bunun sebebi, ashabın böyle bir şeye ihtiyaç duymamasıdır. Zira onlar, her ne kadar evleri uzak olsa bile, Allah'tan tebliğ eden mübelliğ ve şer'î hükümleri meşru kılan bir şârî olduğu için Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in hutbesini dinlemeyi ve onun kıldırdığı Cumada hazır bulunmayı tercih ediyorlar dı. Fakat sonradan başka şehirlerde buna ihtiyaç duyulunca çeşitli yerlerde Cuma kılınmaya başladı, ama buna karşı çıkan kimse olmadı.

Cuma Namazını Devlet Başkam Veya Naibinin Kıldırması Meselesi

Cuma namazının sahih ve muteber olabilmes i için, bu namazın devlet başkanı veya naibi tarafından kıldırılmasının şart olduğu görüşü sadece hanefîler tarafından ileri sürülmüştür. Diğer mezheb imamları Cuma âyetinin devlet başkanının şart olduğuna değil, şart olmadığına delil teşkil ettiği görüşünden hareket ederek bu konuda devlet başkanını şart saymamışlardır. Binaenale yh yalnızca hanefîler tarafından ileri sürülen bu görüş hem başka âlimlerin desteğine mazhar olamayışı, hem de dayandığı deliller itibariyl e fıkıh usûlü açısından son derece garip ve netameli bir konudur. Bu yüzdendir ki, îslam hukuk ekollerin in teşekkül etmeye başladığı dönemden günümüze kadar uzun bir tarih boyunca bu mesele, diğer hukuk (Fıkıh) ekolleri ile Hanefîler arasında ciddi tartışmalara konu olduğu gibi, delilleri nin ne olduğuna ve fıkıh usûlünün kurallarına bakmadan bağlı bulunduğu mezhebin görüşüne Kur'anın mutlak nassiymış gibi sarılan avam tabakası arasında da çeşitli spekülasyonlara malzeme olmuş ve îslamın yeniden bir dünya devleti oluşuna kadar da böyle olmaya devam edeceğe benzer.
Nitekim asrımızda Cuma namazını kılmayan çevrelerin hareket noktaları da, her ne kadar bazıları gizlemeye çalışsa bile, aslında hanefîlerin bu görüşleri etrafında odaklaşmaktadır. Öyle ki, başlangıçta hanefîlerin mezkur görüşlerinden yola çıkan çevreler, zamanla hanefîlerin bu husustaki ifadeleri ni onların maksatlarını aşacak biçimde yorumlaya rak meseleyi tamamen aslından kaydırmış ve sonunda Cuma namazının bir devlet ve siyâset namazı olduğunu iddia etmeye başlamışlardır. Hatta bir kısmı meseleyi büsbütün çığırından çıkararak, Cuma namazının, normal bir namaz, hatta normal bir ibadet olmaktan daha ziyade devletin tertip ettiği ve kendisind e devletin temsil edildiği resmî bir toplantı namazı olduğunu iddia etme komikliğine kadar vardırarak günümüzde bu vasıfları taşımadığı gerekçesiyle böylesine mühim bir ibadeti terketme noktasında diğerleriyle birleşmişlerdir.
Cuma namazının aslında iddia edildiği gibi başlı başına bir devlet ve siyâset namazı olmadığını, aksine hutbe sebebiyle kısaltılmış nakıs bir öğle namazı olduğunu her ne kadar başından beri çeşitli münasebetlerle belgeleri yle ortaya koymuş olsak da, hanefîlerin ileri sürdükleri devlet başkanı şartının mâhiyeti ve onların bununla ne demek istedikle ri eskilerin deyimiyle "efradını câmî ağyarını manî" olacak biçimde ortaya konulmadığı müddetçe, delilleri nin ne olduğuna ve fıkıh usûlünün kurallarına bakmadan bağlı bulunduğu mezhebin görüşüne gökten indirilmiş mutlak bir nasmış gibi sarılma eğiliminde olan insanların bu hususta mutmain olacaklarını ve Cuma namazının İslam devletind en başka yerlerde de kılınması gerektiğine inanacakl arını beklemiyo ruz. Hatta taassubu din haline getiren insanların bu konunun aydınlatılmasından sonra da taassupla rından vaz geçeceklerini sanmıyoruz. Bizim gayretimi z bir hakikati delilleri yle ortaya koymak ve taassubu olmayan, ama mutaassıplar tarafından yanlış yola sürüklenen insanları bu hakikate çağırmak içindir.



İznü Amm veya İznü'1-İmam Meselesi

Şehir ve devlet başkanı meselesin de olduğu gibi, iznü âmm veya iznü'1-İmam konusu da sadece Hanefîler tarafından gündeme getirilmiş bir meseledir . Gerçi kaynaklar da her ne kadar müstakil bir şart gibi gözükse de aslında bu şart hanefîlerce benimsene n devlet başkanı şartının doğal bir uzantısıdır. Elbette Cuma namazı devlet başkanına endekslen ip geçerliliği için devlet başkanı şart sayılınca tabiî olarak bu arada izni de şart olacaktır. Bü şart devlet başkanı şartının bir yan ürünü olarak gündeme getirildiğinden hanefîler bu şart için herhangi bir delil serdetmey ip doğrudan doğruya devlet başkanıyla ilgili olarak ortaya koydukları delillere dayandırmışlardır. Nitekim hanefî ulemâ sından İmam Serahsî bu şartın delilini izah ederken şöyle der: "Devlet başkanı veya halîfesinin yahud polis müdürünün yahud da kadi'nın izni olmadan bir kişi insanlara Cuma namazını kıldırsa Cuma namazının kılınması için devlet başkanının şart olduğuna dâir beyan ettiğimiz delillere binâen bu namaz geçerli değildir.


Cuma günü yapılması müstehab olan zikirler ve dualar:
1. Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem'e çokça salât ve selâm getirmek: Evs b. Evs'den dedi ki: Rasûlullah sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Şüphesiz günlerinizin en faziletli lerinden bir gün de cuma günüdür. O günde Adem yaratıldı, o günde ruhu kabzedild i, o günde Sûra üflenecek, o günde insanlar baygın düşeceklerdir. Bu sebeple o günde bana çokça salât (ve selâm) getiriniz . Çünkü sizin getirdiğiniz salât (ve selâm) bana arzolunur ." Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Sen toprağın altında çürümüş olacağın halde bizim salâtımız sana nasıl arzolunur? Şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah peygamber lerin cesetleri ni yemeği yere haram kılmıştır.
2. Kehf sûresini okumak: Ebû Said el-Hudrî'den Peygamber sallallah u aleyhi
ve seiiem şöyle buyurdu: "Kim cuma gününde Kehf sûresini okursa iki cuma arası onun için nur ile aydınlanır."
3. Duanın kabul olunacağı ân'a rastlar ümidiyle çokça dua etmek:
Câbir radıyallahu anh'dan rivayete göre Rasûlullah sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Cuma günü oniki saattir. O saatte aziz ve celil olan Allah'tan birşey-
ler isteyen müslüman bir kul bulunursa mutlaka Allah ona istediğini verir. Siz bu
(kabul) saatini ikindi namazından sonraki son saatte arayınız."
 
I Çevrimdışı

islami bilgiler

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Cuma ve bayram aynı güne gelirse:
Cuma ve bayram aynı güne gelirse bayram namazını kılan kimselerd en cuma namazı düşer:
Zeyd b. Erkam'dan: Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem bayram namazını kıl(dır)dı. Sonra cumayı kılmak hususunda ruhsat vererek şöyle buyurdu: "Kim cumayı kılmak isterse kılsın."
Cuma namazına katılmak isteyenle rin ve bayram namazını kılmamış olanların katılabilmeleri için imamın cuma namazını kıldırması müstehabtır: Ebû Hureyre'den şöyle drivâyete göre Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Bugün iki bayram bir aradadır. Bayram namazını kılanlardan (cumayı kılmak) istemeyen e cumaya gerek bırakmamıştır, fakat biz cuma kılacağız."

CUMA NAMAZI ETRAFINDA Kİ ŞÜPHELER

Devlet başkanı veya devleti temsil eden vâlî bulunmadığı zaman, Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı konusuyla ilgili olarak oluşturulan şüphede, "Şayet Afrika vâlîsi ölse, insanlar da herhangi bir kişinin arkasında toplansal ar ve o da kendileri ne Cuma namazını kıldırsa, onların bu namazı sahih ve muteberdi r. Zira Osman muhasara edildiği zaman, insanlar Ali'nin arkasında toplanır o da onlara Cumayı kıldırırdı.

Müslümanlara yakışan, zayıf delillere dayanan bir kısım görüşlere taassup derecesin de sarılmak yerine daha kuvvetli delillere dayanana uymak ve Cuma namazı gibi son derece mühim bir ibâdeti terk etmemekti r. Hanefîlerin de itiraf ettikleri gibi, Allah Teâlâ bu namazı kayıt ve şarta bağlamaksızm mutlak olarak emretmiştir. Öyleyse aslına uygun olarak kayıt ve şarta bağlanmaksızın mutlak olarak edâ edilmesi gerekir. Kaldı ki Hanefî ulemâsına göre devlet başkanı meselesi, Cuma namazının "olmazsa olmazı" gibi gözükmüyor. Belki Cuma namazını kıldırmak herkesten önce devlet başkanına âit bir vazife sayılıyor ki doğru olanı da budur.

Hicret yolculuğu esnasında başını getirene yüz devenin va'dedildiği ve henüz hayatından bile emin olmadığı bir ortamda Ranuna vadisinde Salim b. Avfoğulları mahallesi nde Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Cuma namazı kıldırmıştır. O esnada ortada hangi islam devletini n ve otoritesi nin varlığından söz edilebili r? Keza hicretten önce henüz bir dâr'ul-harp olan Medine'de Müslümanlar Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in emir ve müsaadeleriyle Cuma namazı kılıyordu. Hiç bir kimse Medine'de o dönemde islâmî bir otoritede n, hatta ıstılahı mânâda bir cemaatin varlığından bile söz edemez. Zira hicretten önce Medine'de dini -siyasi anlamda kimsenin liderliği söz konusu değildi. Akabe bey'atmdan sonra nakib temsilci seçilen insanların liderliği tamamen kabile bağlarına ve etnik yapıya dayalı bir liderlikt i. Bu sebeple o gün Medine'de bir değil, birden fazla lider bulunuyor ve her biri sadece kendi kabileler inin temsilcis i sayılıyordu. Mus'ab b. Umeyr ise, onların lideri değil, sadece namazlard a imam olan ve Kur'an öğreten bir muallim konumunda ydı. Sonra Medinedek i bu insanlar dini-siyasi manada bir cemaat oldukları için kılmış olsalardı Mekkede Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in kılması daha evla olurdu. Zira Cemaatin asıl lideri kendisiyd i. Halbuki kılmamıştır. Neden? Çünkü kılma imkanı yoktu da ondan. O halde Medinede insanların Cuma kılmaları cemaat oldukları için değil,ortamları müsait olduğu içindir. Şayet iddia edildiği gibi, gayr-i islâmî sistemler in otoritesi altında Cuma kılmak o sistemler i meşru hale getirmek veya onunla entegre olmak veyahut da Tâğût'u velî edinmek anlamına gelseydi, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in İslâm devletini n kurulduğu güne kadar Cuma kılınmasına müsaade etmemesi gerekirdi . Şayet Resûlüllah bu içtihadında hata etmiş olsaydı, Allah Teala'nin Resulünü uyarması, onun da Müslümanları bundan vaz geçirmesi icab ederdi. Halbuki böyle bir şey olmamıştır.
O halde Yer yüzünün her tarafında kafirleri n hakim olduğu bir ortamda Allah'ın Resulü Cuma kılarak ve kılınmasını emrederek tavır koyarken Cuma namazım terkedere k tavır koymak bu insanların aklına nereden geliyor? Siyâsî tavırla Cuma kılıyorum denilse, insan bunu. anlamakda fazla zorlanmay a bilir Zira Cuma namazı neredeyse İslamın ve Müslümanların gövde göstermesi ve varlığını kabul ettirmesi gibi bir şeydir.
Allah'ın kayıtsız şartsız farz kıldığı ve Peygamber'in yakaladığı ilk fısatta kıldığı bir ameli "siyâsî tavırla kılmıyoruz" cümlesini anlamak oldukça zordur. Zira kafirleri n, Müslümanların boy gösterisi yapmasından rahatsız olmaları tabiî bir şey olmakla birlikte bunun tersinin yapılmasından rahatsız olmaları pek makul olmasa gerekir. Şu halde tarih boyunca bütün islâm âlimlerinin, islâmın en büyük şiarı ve gövde gösterisi saydığı bir ibadeti eda etmenin o sistemle entegre olmak, bu ibadeti ter-ketmeyi ise, tavır koymak şeklinde değerlendirmek abesle iştigal etmektir. Zira bütün ibadetler i terketsen iz kafirleri n kılı bile kıpırdamaz. Üstelik kına bile yakarlar
Netice itibariyl e hiç bir ibadet bu arada da Cuma namazı ne siyâsî tavırla ne de başka bir maksatla terkedile mez. Dinde siyâsî tavırla ibadetler in terkedilm esi diye bir ibadet mevcut değildir. Bu kapının aralanması dinin bütün emirlerin in iptaline sebeb olacak çok tehlikeli bir davranış şeklidir. Bu düşünceyi destekler mahiyette ne bir ayet, ne bir hadis, ne bir sahabi sözü bulmak mümkün değildir. Bu konuda delil olarak önümüze koyabilec ekleri yegane delil " Hüseyin ve kerbela Faciası " adlı eser ve benzerler i tarafından yanlış tercümelerle aktarılan Kufeliler in Hüseyine yazdıkları mektuptan ibarettir . Doğrusu bile dinde delil olamayaca k bir mektbun yanlış çevirisini delil saymak ve buna dayanarak siyâsî tavırla Cuma kılmamak da sadece asrımızdaki "Neo-Mutezili" düşüncenin temsilcil eri sayılan bu insanlara ait bir ilim Örneği olsa gerektir.

İyi niyetleri nden asla şüphe etmediğimiz bazı Müslümanlar, tıpkı " et-Tekfir ve'1-Hicre" cemaatı gibi hareket ederek bugünkü mescitler in mecid-i dırar hükmünde olduğunu dolayısıyla buralarda hiç bir namazın kılınamayacağını iddia etmektedi rler. Gerek daha önceki asırlarda, gerekse asrımızda, müslüman halkın samimi duygularl a inşa ettikleri mescitler in gerçekte mescid-i dırar hükmüne girip giremeyec eğini sağlıklı bir şekilde tesbit edebilmem iz için önce "Mescid-i Dırar" kavramının tarihi arka planını ve Kur'an-ı Kerim'in, bu ismi hangi tür mescitler için kullandığını kaynaklar ışığında görmemiz gerekmekt edir.
Medine'de Hazreç kabilesin in İleri gelen isimlerin den biri olan Ebû Âmir, câhiliyye döneminde Hrıstıyanlık dînine girmiş ve İlim tahsil ederek rahip olmuştu. Ancak Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemın Medine'ye hicreti İle riyaseti elinden gitmiş oldu. Bu münasebetle rahip Ebû Âmir, İslâmı sadece inkar etmekle kalmayıp aynı zamanda Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem ve onun davetinin amansız bir düşmanı kesildi. Başlangıçta Kureyş'in gücünün Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem ve davetini ezip geçeceği ümidi ile Peygamber'i fazla önemsemedi. Fakat Kureyş'in Bedir'de tam bir hezimete uğradığını görünce, artık daha fazla bu hareketi görmezlikten gelemeyec eğini anladı. Bunun üzerine de îslâmî harakete karşı amansız bir fitne kampanyası başlattı. Bunun için Medine'den ayrılarak İslama karşı tahrik ve teşviklerde bulunmak üzere çeşitli kabileler i ziyarete gitti. Uhud savaşının meydana gelmesine sebep olan kişilerden birisi olan bu şahıs, daha sonra Hendek savaşında Medine'yi işgal etmeye gelen orduların teşkilatlandırılmasında da önemli bir rol oynamıştı. Ayrıca Hu-neyn harbine kadar meydana gelen bütün savaşlarda İslama karşı müşriklere destek sağlamada aktif olarak faaliyett e bulundu. Nihayet Huneyn savaşında Hevazin kabilesin in hezimete uğradığını görünce Arabistan yarımadasında İslâmın hamlesini durduraca k bir güç kalmadığını anlayarak Arabistan'ı terketti ve Medine'de ortaya çıkan tehlike hususunda Roma Kayser'ini uyarmak üzere Romaya (Şam'a) gitti.
Ebû Amir, Arabistan'a saldırması konusunda Kayser'i iknaya giderken Medine'de bulunan münafıklara haber göndererek rahatça örgütlenebilmeleri, Müslümanlar aleyhine planlar hazırlayabîlmeleri ve emin bir buluşma yeri olarak işlev görmesi için bir mescit inşa etmelerin i istedi. Güya bu mescit sayesinde din maskesi altında yürütecekleri şeytanca faaliyetl eri kimse farketmey ecekti. Ayrıca burası, Ebû Âmir'in adamlarının yolcu ve dilenci suretinde hiç bir şüphe uyandırmadan kalabilec ekleri bir karargah olarak da hizmet görecekti.
Bu fitne ve fesat odağı münafıklar görünürde temiz niyetleri nden kaynaklan an ama aslında Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'e ve onun dâvasına suikast planları yapmak için bir hücre evi ve bir münafık yatağı olmak üzere Kubâ mescidi civannda yeni bir mescit inşa ettiler. Fakat biri Kubâ mescidi, diğeri Mescid-i Nebevî olmak üzere hâlihazırda Medine'de iki tane mescit bulunduğundan şehirde üçüncü bir mescide ihtiyaç olmadığını onlar da biliyorla rdı. Dolayısıyla üçüncü bir mescide ihtiyaç olduğuna Peygamber'i ikna etmeleri gerekiyor du. Bu maksatla bir takım nedenler uydurdukt an sonra Peygamber'e gelerek: "Bu bölgenin halkı için -bilhassa yaşlı, hasta ve sakat olanlarımız için - kış mevsimi ve yağmurlu havalarda bu iki mescitten birisine günde beş kez gidip gelmek çok zor olduğundan bir başka mescide ihtiyacımız vardı. Bundan dolayı Kubâ Mescidi ve Mescid-i Nebevî'den uzak bir mahallede oturan ve namazları cemaatle kılmak isteyen bu kimselere yeni bir mescit bina ettik. Yeni mescidimi ze gelmenizi ve açılış merasimi olarak ilk cemaatle namazı sizin kıldırmanızı rica ediyoruz" dediler ve maksatlarını gizlemeye çalıştılar. Resûlüllah, " Şu an Tebük'e yapılacak sefer hazırlıklarıyla meşgulüm, inşaallah seferden döndüğümüzde kılarız" diyerek teklifler ine icabeti bir süre erteledi.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Tebük'e sefere çıkınca onlar da hâince serî faaliyetl erine başladılar. Bu yeni mescitte teşkilatlanmaya ve İslama karşı komplolar düzenlemeye devam ettiler. Bu münafıklar ordusu hararetle Müslümanların yenildiği ve Romalıların onları bütünüyle imha ettiği haberini bekliyorl ardı. Böyle bir haberi alır almaz Abdullah b. Übey'i kendileri ne kral yapacakla rdı. Fakat Tebük'te olanlar, bütün ümitlerini boşa çıkardı. Nihayet Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Tebük seferi dönüşü Zi-Evan denilen mevkiye gelip orada konakladığı sırada huzuruna gelerek yine kendisind en mescitler ine gelmesini ve orada namaz kıldırmasını istediler . İbnu Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyan, 6/469-473
Bunun üzerine Allah Teâlâ onların niyetini ve yaptıkları mescidin gayesini Resulüne haber vererek şöyle buyurdu: "Kubâ mescidine ve mü'minlere zarar vermek, küfrü kuvvetlen dirmek, mü'minleri tefrikaya düşürmek, evvelce Allah ve Peygamber ine harp ilân eden (adam)ı beklemek maksadıyla bir mescit inşa edenler;'Biz iyilikten başka bir şey istemedik diye yemin edecekler . Oysa Allah o münafiklann yalan söylediklerine şahittir. Orada asla namaza durma, tâ ilk günden takva üzere kurulan mescit elbette içinde namaza durmana daha uygundur. Tevbe, 107-108
İşte bu ayette geçen kavramına binaen bu mescide "mescid-i dırar" tâbir edilmesi islâmî bir gelenek olmuştur. Dikkat edilecek olursa, Allah Teâlâ bu mescitte namazın niçin yasaklandığını zihinlere yerleştirmek ve burayı, "mescid-i dırar" hükmüne sokan sebeplere işaret etmek üzere dört ayrı noktaya dikkatler i çekmektedir. Âyetin nüzul ortamını oluşturan bu sebepler âyetteki sırasıyla şunlardır:
1- Kubâ mescidine ve Mü'minlere zarar vermek için bina edilmiş olması,
2- İçerisinde Peygamber'i ve onun Allah katından getirdiği şeyleri inkar etmek ve küfrü kuvvetlen dirmek için yapılmış olması,
3- Mü'minlerin cemaatini tefrikaya düşürüp parçalamak amacıyla inşa edilmesi.
Nitekim münafıklar kendi aralarında müzakerede bulunarak şöyle demişlerdi: "Biz bir mescit yapalım ve Muhammed yanımıza gelip bu mescitte bizimle namaz kılacak olursa, biz de onunla namaz kılarız. Böylece onunla, Mescid-i Nebevî'de namaz kılanların arasım açmış oluruz. Bu da onların birlikler inin parçalanmasına ve aralarındaki ülfetin yok olmasına sebep olur."
4- Peygamber'e ve onun dâvetine düşman olan Rahip Ebû Amir'in Roma Kayser'inden getireceği orduyla birlikte dönüşünü beklemek için yine onun isteği üzerine bina edilmiş olması.
Zira bu şahıs, Kayser'in yanına giderken münafıklardan ibaret taraftarl arına; " gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve silah hazırlayın ve benim için bir mescit inşa edin. Zira ben Kayser'e gidiyorum . Onun yanından bir ordu getirip Muhammed'i ve ashabını Medine'den çıkaracağım, diye haber göndermişti. Bu haber üzerine onlar da söz konusu mescidi bina ederek Rahip Ebû Amir'in ordusuyla birlikte gelişini beklemeye başlamışlardı.
İşte Allah Teâlâ, Âyet-i Kerime'de Mescidin yapılışındaki bu maksatları da beyan ederek Nebîsine orada namaz kılmasını ebediyyen yasakladı. Münafıkların gayesini ve mescitler inin mâhiyetini haber veren yukardaki âyetler nâzü olunca da Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem derhal Mâlik b. Dühşum, Ma'n İbnu Adiyy, Amir b. Seken ve Vahşi'yi çağırdı ve, " gidiniz, şu ahâlisi zâlim olan mescidi yıkıp yakınız," buyurdu, onlar da gidip emrolundu kları gibi orayı yerle bir ettiler.
"Mescid-i Dırâr"m mâhiyeti, tarihi arka palanı ve içerisinde namaz kılınmasının neden yasaklandığı ile ilgili bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bir mescidin "mescid-i dırar" hükmüne girebilme si için daha ilk kuruluşunda Müslümanlara zarar vermek, küfrü kuvvetlen dirmek, Peygamber i ve getirdiği şeyleri inkar etmek, mü'minler arasına tefrika sokup onları parçalamak ve içerisinde İslam düşmanlarıyla birlikte İslam aleyhine faaliyetl er yürütmek vb. amaçlarla bina edilmiş olması ve hâlihazırda bu nevi faaliyetl erin içerisinde yürütülüyor olması gerekir. Zira münafıkların yaptıkları mescidin, Mescid-i Dırar ilan edilip yıktırılmış olması sırf bu vasıflarından ötürüdür.
Ehlince malum olduğu üzere bir şeyin diğeriyle kıyaslanması ve hüküm bakımından aralarında ayniyet ilişkisinin kurulabil mesi için asıl ile onun fer'i arasında ortak illet ve münasebet bağının bulunması gerekir. Bu illet ve münasebet de ya bizzat sâri tarafından sarahaten veya îmâ yoluyla beyan edilir yahut da icma veya içtihad yoluyla bilinir. Buradaki illet yukarıda dört madde halinde sıraladığımız gibi bizzat şârî tarafından açıkça beyan edilmiştir. Dolayısıyla bu konuda içtihad yoluyla başkaca bir illet ve münasebet bağı aranıp ona göre de hüküm çıkarılamaz. Zira nassm bulunduğu yerde içtihada kalkışmak akıl kârı değildir.
Şu halde geçmişte ve günümüzde yapılan mescitler in hiçbiri bu amaçlarla inşa edilmediğine ve hâlen de bu tür faaliyetl ere hizmet etmediğine göre aklı selim sahibi hiç bir müslümanın, münferit bir hadise üzerine inen mücerret bir ayeti ele alarak nüzul ortamını dahi dikkate almadan bu ayeti umuma teşmil etmesi ve müslüman halk tarafından yaptırılan mescitler i İslam düşmanı münafıkların yaptıkları mescitler e benzetere k mescid-i dırar diye nitelemes i asla doğru değildir. Bu sadece hislerle hareket etmekten ibaret basit bir yaklaşım tarzıdır. Zira sırf peygamber'e tuzak kurmak ve İslam davasına zarar vermek için teşkilatlanmak ve rahatça örgütlenebilmek amacıyla kurulan bir mescitle Müslümanların Allah için yaptıkları mescitler arasında hiç bir illet ve münasebet bağı söz konusu değildir. Dolayısıyla da münafıkların yaptırdığı Dırar Mescidi ile kıyaslanarak mescid-i dırar diye adlandırılamazlar. Bu mescitler i mescid-i dırar saymak için dînî ilimlerde n habersiz ve son derece cahil olmak gerekir. Nitekim Mısırda "et-Tekfir ve'1-Hicre" cemaatı da benzeri iddialarl a ortaya çıkmasına rağmen hiç bir islam alimi onların bu düşüncesini tasvip etmemiştir.
Şayet halkı müslüman olan ülkelerde sırf müslüman halk tarafından kendi çabaları ile yaptırılan bu mescitler i mescid-i dırar sayacak olursak, onları yaptıranları da münafık, kafir veya islam düşmanı saymamız gerekir. Bundan Allah'a sığınırız.! Biz kimsenin iç dünyasını ve niyetinin ne olduğunu bilemeyiz . Kalblerde olanı ve insanların niyetini ancak hakkıyla Allah bilir. Biz ancak zahire bakarız. Bir kimsenin açıkça küfrüne delalet eden bir karîne yoksa ve müslüman olduğunu söyleyip namaz kılıyor ve müslümanca davranışlarda bulunuyor sa, bize göre o insan müslümandır. Asıl niyet ve durumu Allah'a aittir. Keza mescit inşa eden ya da ettiren insanlar İçin de durum böyledir. Şayet bu İnsanlar, açıkça küfürlerini gerektire n veya islam düşmanı sayılmalarını icabettir en davranışlar içerisinde değillerse, amelleri noksan bile olsa, biz bu İnsanların görünürde Allah'ın rızasını kazanmak isteğiyle yaptırdıkları mescitler i katiy-yen mescid-i dırar sayarak içerisinde namaz kılınmasına engel olamayız.
Müslümanların çabalarıyla bina edilen mescitler de namaz kılmanın caiz olmaması şöyle dursun, Yahudi ve Hrıstiyanların kendi inanışlarına göre ibadet için yaptırdığı kilise ve havralar'ın resim ve heykelden arındırılmış temiz yerlerind e kılınan namaz dahi geçerli ve caizdir. Zira kilise ve havralar, Yahudi ve Hrıstiyanların kendi itikatlarına göre içerisinde ibadet yapılmak üzere bina edilmişlerdir.
Buhari, İbnu Abbas'ın,içerisinde heykeller bulunmadığı zaman havrada namaz kıldığını rivayet etmektedi r.
Hudeybiye'de yapılan bu anlaşma maddeleri ne binaen Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Hicretin yedinci yılında beraberin de yüzü atlı olmak üzere iki bin müslüman olduğu halde Mekke'ye gelerek umretü'1-kaza niyetiyle Kabe'yi tavaf etmiş ve cemaatle beraber burada öğle namazı kılmıştır. Halbuki Kabe o sırada Mekke müşriklerinin hakimiyet i altında bulunuyor ve içerisinde tam Üç yüz altmış tane put yeralıyordu.
İşte Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in bu hareketi her zaman ve zeminde bizim İçin benzer konularda delil teşkil edecek en önemli bîr hareketti r. Şayet müşriklerin ve gayri müslimlerin vesayet veya hakimiyye ti altında bulunan mescitler, mescid-i dırar sayılıp buralarda ibadet yapılması caiz olmasaydı, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in tamamen müşriklerin hakimiyet i altında bulunan ve içerisinde üç yüz altmış putu barındıran bu mescitte müşrik bir toplulukt an izin isteyerek namaz kılmaması ve orayı tavaf etmemesi gerekirdi . Bu, hadise, düşünenler için bütün tartışmaları kökünden kesecek kadar açık ve nettir. Binaenale yh bu konuda daha fazla İzaha gerek yok sanırız.


Cuma namazı çerçevesinde tetkik edilmesi gereken hususlard an biri de Cuma gününün şer'î bakımdan tatil sayılıp sayılmadığı meselesid ir.
Şunu hemen belirteli m ki sosyal hayatın en tabiî ihtiyaçlarından biri de çeşitli meşguliyetlerle yorulan insan bünyesinin, ruhen ve bedenen dinlendir ilmesidir . Zira yaşamak ve üretebilmek için çalışmak ne kadar tabiî ise, çalışmak ve üretebilmek için dinlenmek de o kadar tabiî ve gereklidi r. Özellikle insanların âmir, memur, işçi, işveren şeklinde sosyal ve ekonomik yönden kesin çizgilerle birbirind en ayrı olarak bütün bir haftayı emir komuta düzeninde muayyen bir işte çalışarak geçirmek zorunda olduğu, bunun sonucunda stres ve yorgunluk tan bitap düşeceği düşünülecek olursa, bu konumda bulunan insanların ruhen ve bedenen dinlenmek, evlerine ve husûsî işlerine zaman ayırmak için haftanın belirli gün ya da günlerini tatil yaparak geçirmeleri kadar tabi? bir haklarının olamayacağı kendiliğinden ortaya çıkar.
Ancak bu tatil ve dinlenme günlerinin seçimi, sırf bu maksada dayanan rastgele bir seçim olmayıp tam aksine bu günlerin seçimiyle birinci derecede dînî inanış ve âdetlerin rol aldığını görüyoruz. Zira ilâhî kökenli dinlere mensup olan milletler den, Yahûdî ve Hrıstıyanlar bu günleri tayin ederlerke n haftanın her hangi bir gününü seçmek yerine kendi dînî inanç ve gelenekle rine göre kutsal sayılan ve husûsî ibadet günleri olan Cumartesi ve Pazar gününü seçmişlerdir.
Bilindiği gibi, Yahudiler ce Cumartesi, Hristiyan larca da Pazar günü hem mukaddes bir gün, hem de husûsî olarak ibadet günü kabul edilmekte dir. Hafta boyu her türlü ahlaksızlık ve hayasızlığı mubah sayan, Allah'ın Tevrat ve İncil'de kendileri ne meşru kıldığı ibadetler i terkedip yasakladığı haramları fütursuzca icra eden bu milletler, özel ibadet günü kabul ettikleri bu iki günde kendi batıl inanışlarına göre dînî merasim ve âyinleri yerine getirmekl e meşgul olurlar. İşte bu mîlletlerin bu iki günü tatil ve dinlenme günü olarak seçmeleri bir rastlantı sonucu olmayıp hassaten kendi inanışlarına göre bu günlere mahsus olan dini ibadet ve merasimle rinin yerine getirilme si için yaptıkları bilinçli bir tercihin sonucudur .
Ne gariptir ki Yahûdî ve Hrıstiyanlar kendi batıl dinlerine mahsus dini merasim ve törenlerinin aksatılmadan yerine getirilme si için bu derece hassasiye t gösterirlerken Müslümanlar devlet ve millet olarak aynı hassasiye ti kendi hak dinlerine ait Özel gün ve ibadetler için gösterememişlerdir. Aksine onlar da Yahudi ve Hrıstiyanların birçok adet ve gelenekle ri yanında Cumartesi ve Pazar gününü tatil ve dinlenme günü olarak seçtiren ideolojil erine alet edilmişlerdir.
Malum olduğu üzere îslâmın ilk günlerinde hayatın sade ve basit olması münasebetiyle ilk Müslümanların haftanın muayyen bir gününde tatil yapmaya ihtiyaçları yoktu. Bu sebeple Sahabe, Tâbiun ve daha sonraki nesilleri n hayatında haftanın her hangi bir gününü veya özellikle Cuma gününü tatil olarak seçtiklerine dâir hiç bir kayda rastlamıyoruz. Zira yukarda işaret edildiği gibi bu husus, sosyal hayatın tabiî yapısından kaynaklan an bir ihtiyaçtır. Bu münasebetle İslam bu hususu hayatın tabiî akışı içerisinde insanlığın insiyatif ine terkedere k her hangi bir kayıt getirmemiş ve bu sahayı mubah olarak bırakmıştır.
Şu halde Yahûdî ve Hrıstiyan milletler in kendi tatil günlerini İslam ülkelerine kabul ettirmiş olmalarından Müslümanların rahatsızlık duymaları son derece yerinde olmakla birlikte, Cuma gününün İslam dinince tatil ilan edilmiş olduğu anlayışına kapılmaları hiç bir zaman gerçeği yansıtmaz. Müslüman halkın bu meyandaki söylemleri sadece tepkisel bir anlayışın ürünü olup Kur'an Ve sünnette bu anlayışı teyid eden her hangi bir işarete rastlamak mümkün değildir. Hatta Kur'an Cuma günü tatil yapılmasını değil, tam tersine Cuma namazını edadan sonra mesâi yapılmasını tavsiye eder. Nitekim Yüce Allah bu hususa işaratle şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman, hemen Allah'ı zikre gidin, alış-verişi (işi-gücü) bırakın. Eğer bilirseni z, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yer yüzüne dağılın ve Alah'ın lütfundan (nasibiniz i) arayın.
Âyeti kerimeden açıkça anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ, Cuma namazını edadan sonra mü'minlere yeryüzüne dağılıp hem dinleri, hem de dünyaları hususunda Allah'ın lütfundan nasip aramalarını, yâni o günü tatil yapmalarını değil, tam tersine mesâi yapmalarını emretmekt edir. Ancak buradaki emir, vücup ifade etmeyip ibâhe(mübahlik manası) içindir. Bu sebeple Cuma günü işi gücü bir kenara bırakıp mescidde veya evde çeşitli İbadetlerle meşgul olmak mubah olduğu gibi. Cuma namazını eda ettikten sonra her türlü ihtiyaçları temin etmek üzere ticaret ve tasarruf için yer yüzüne dağılmak ve Allah'ın lütfundan rızık talep etmek de mubahtır.
İbnu Abbas âyetin tefsiriyl e ilgili olarak şöyle demiştir: "Cuma günü namaza nida edilirken alım satımla meşgul olmak caiz değildir. Binaenale yh namazı edâ ettiğin zaman alışveriş yap. İbnu Mürdeveyh, bu haberi İbnu Abbas'tan başka bir yolla merfû (yani Peygarnbe r'in sözü) olarak da rivayet etmiştir. Tâbiûn ulemasından Dahhak da bu âyetin tefsiri sadedinde şöyle der:" Bu ifade Allah tarafından bir ruhsattır. Kişi namazı kıldığı vakit dilerse dışarı çıkar, dilerse mescidde oturur Rivayete göre Irak b. Malik, Cuma namazını kıldığı zaman mescidin kapısında durur ve şöyle derdi. "Allahım! davetine icabet ettim. Farzını kıldım. Emrettiğin şekilde dağıldım. O halde beni lütfundan nzıklandır. Çünkü sen nztk verenleri n en hayırlısısın.
Bu rivayetle rden de anlaşılacağı üzere gerek Sahabe ve-Tâbiûn âlimleri, gerekse daha sonra gelen âlimler Cuma gününün Müslümanlar için şer'an tatil günü sayıldığı şeklinde her hangi bir kanaate sahip olmamışlardır. Aksine onlar âyetin muhtevasına uygun olarak Cuma namazını edadan sonra yer yüzüne dağılıp o gün mesâi yapılması gerektiği görüşüne sahip olmuşlardır.

Cuma namazının kılınamayacağı düşüncesine sahip olan bir kısım Müslümanlar, bu düşüncelerini müdâfaa etmek için daha önce ele aldığımız şartlar meyânında bir de imamların yaptıkları göreve mukabil ücret almalarını gerekçe göstererek şöyle demektedi rler: "Tâat (İbadet) karşılığında ücret alınması caiz olmadığı gibi, tâat karşılığında ücret alanların arkasında namaz kılınması da caiz değildir. Câmilerde görev yapan imam ve müezzinler bu görevlerine karşılık maaş aldıklarına göre onların arkasında namaz ve Cuma namazı kılmak caiz değildir.! Zira onlar bu halleriyl e imam değil, düzenin namaz kıldırma memurudur lar."
Bu iddianın ne derece isabetli olup olmadığını tesbit edebilmem iz için imamet müessesesinin ne zaman ortaya çıktığını ve imam ve müezzinlere ne zamandan itibaren maaş tahsis edilmeye başlandığını iyi tesbit etmemiz gerekir. Bilindiği üzere imamet müessesesi daha İslâmiyetin zuhûruyla birlikte ortaya çıkmış köklü bir müessesedir. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem islâmın ilk dönemlerinden itibaren Mekke hâricinde müslüman olan her kabileye Kur'an öğretmesi İçin bir Kur'an muallimi ve bir İmam tayin ederdi. Meselâ, Mekke devrinde Mus'ab b. Umeyr'i, Medine'ye; Amr b. Seleme'yi kendi kabilesin e imam olarak tayin ettiği tarihen sabittir. Keza Medine döneminde de bu tayinleri n devam ettiğini görüyoruz. Meselâ, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in, hicretin üçüncü yılında Adal ve Kârre'ye, dördüncü yılında Bi'ri Mâune'ye, dokuzuncu yılında da Necran, Yemen ve Hadramût'a gönderdiği Kâri ve imamlar buna örnek teşkil eder. Ancak Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in görevlendirmiş olduğu bu Sahâbîlere bu görevlerine karşılık olarak her hangi bir ücret tahsis edip etmediğini bilemiyor uz. Fakat bilinen bir şey varsa, o da imamet müessesesinin bizzat Peygamber zamanında onun eliyle tesis edilmiş olduğudur.
Peygamber devrinde olduğu gibi Râşit Halîfeler döneminde de imamet müessesesinin devam ettiğini, ancak bu defa camilere tayin edilen imam ve müezzinlere azımsanamayacak ölçüde düzenli maaşlar ödendiğini görüyoruz. Hatta Râşit Halîfeler döneminde sadece imam ve müezzin tayin edilip onlara maaş ödenmekle kalınmıyor, aynı zamanda fakihler, muhaddisl er ve Kur'an öğreticileri gibi dînî konularda halkı irşâd eden muallim ve müderrislere de düzenli maaşlar ödeniyordu.
Ömer her şehre bir imam, bir müezzin tayin ediyor ve bunlara hazineden tahsisat (aylik) bağlıyordu. İbn'ül-Cevzî ise, "Sîret'ül-Ömereyn" adlı eserinde: " Ömer ve Osman, imamlara, müezzinlere maaş veriyorla rdı, demektedi r . Görüldüğü gibi imam ve müezinlerin taat karşılığında ücret almaları ilk defa günümüzde ortaya çıkan bir uygulama olmayıp kökleri bizzat Ömer ve Osman devirleri ne kadar uzanan bir uygulamadır.
Ömer ve Osman tarafından camilere imam ve müezzin tayin edilip bunlara hazîneden düzenli olarak maaş ödenirken sahabeden buna itiraz eden hiç bir kimseye rastlayamıyoruz.
O halde taat karşılığında ücret alan imamların arkasında namaz ve Cuma namazı kılınmaz diyenleri n bu görüşlerine katılmak mümkün değildir.

İmamet meselesiy le ilgili olarak açıklığa kavuşturulması gereken konularda n biri de âlim ve faziletli bir kimse varken ondan daha az bilgili ve daha az faziletli birisinin namaz kıldırmasının caiz olup olamayacağı meselesid ir. Zira Cuma namazının kılınmasına sıcak bakmayan Müslümanların ortaya attıkları şüphelerden biri de budur. Bunlar Cuma namazını niçin kılmadıklarını izah ederken şöyle demektedi rler: "Daha âlim ve faziletli kimseler varken başkalarının öne geçip namaz ve Cuma namazı kıldırması caiz değildir. Halbuki günümüzde camilerde görev yapan imamlar, kendileri nden daha âlim ve faziletli kimseler bulunsa bile vazifeler i gereği yine kendileri öne geçip namaz kıldırıyorlar ve yerlerini, namazı kıldırmaya kendileri nden daha layık olan bu insanlara bırakmaları gerektiği halde bırakmıyorlar. Dolayısıyla onların arkasında namaz da Cuma namazı da kılınmaz."
Malum olduğu üzere imamet için gerekli olan şartlar; müslüman olmak, buluğ çağına girmiş bulunmak, akıllı olmak, erkek olmak, Kur'an okuyabilm ek ve imamete engel teşkil edecek özürlerden salim bulunmaktır. Bu şartları taşıyan herhangi bir müslümanın vakit namazlarında olduğu gibi cemaatle kılınması icabeden Cuma ve Bayram namazlarında da başkalarına imam olmasında dinen hiç bir sakınca bulunmadığı hususunda İmamlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak bununla beraber bir cemaat içerisinde imamete en layık olanı, Allah'ın Kitabını en iyi belleyip okuyanı ve sünneti en iyi bilenidir . Zira Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem bu hususta şöyle buyurmuşlardır: "Bir toplum içinde, Allah'ın Kitabını en iyi belleyip okuyanı onlara imam olsun. Kur'ân'ı okuma hususunda müsâvî iseler, sünneti en iyi bilenleri imam olsun. Sünnet hususunda da müsâvî iseler, ilk Önce hicret edenleri imam olsun. Şayet hicret yönünden de müsâvî iseler, o zaman en yaşlı olanları imam olsun! Bir kimseye, kendi izniyle olmadıkça evinde ve hükümranlık sahasına giren yerlerde imam olunmaz ve döşeğine oturulmaz .
İmamete kimlerin evlâ olduğu konusunda hadiste belirtile n sıraya aykırı görüş beyan eden hiç bir ilim sahibi yoktur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken iki önemli nokta vardır. Birincisi, bu hadis, bu sıralamaya uyulmadığı takdirde mutlak surette namazın geçersiz olacağına delil teşkil etmez. Aksine sadece sünnet olun silsileyi gösterir. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem gerek sahabenin bir çoğu ilim, amel ve fazilet bakımından kendileri nden çok daha aşağı olan kimseleri n arkasında namaz kılmışlardır. Eğer bu hadiste ifade edilen sıralamaya mutlak surette uymak farz olsaydı, diğer bir ifadeyle bu sıralamaya uyulmadığı zaman cemaate katılmamak meşru sayılacak olsaydı, gerek Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in, gerekse sahâbîlerinin, kendileri nden aşağıda bulunan kimseleri n arkasında namaz kılarak bu hadise aykırı hareket etmemeler i icab ederdi. O halde bu bir şart değil, sadece sünnet ve efdal olan sıralamayı beyandan ibarettir . İkincisi ise; bir kimseye evinde ve hükümranlık sahasına giren yerlerde başkasının imamlık yapmasının caiz olmayacağıdır. Buna göre her hangi bir camide görevli bulunan imam, görevli olması hasebiyle orada imamete başkalarından daha ziyade layık olmuş olurlar. Dolayısıyla cemaat içerisinde Kur'ânı kendisind en daha iyi okuyan ve daha faziletli olan kimseler bulunsa bile, ona iktida etmeleri gerekir. Bir mescitte görevli bulunan ve kendisine imam olmasını teklif eden azadlı bir köleye Abdullah İbnu Ömer, "Mescidind e namaz kıldırmaya sen daha layıksın" cevabını vermiştir.
Sehl İbnu Sa'd es-Saidî'den rivayete göre şöyle demiştir: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem bir kere aralarını ıslah için Amr b. Avf oğulları yurduna gitmişti. Namaz vakti gelince müezzin Ebû Bekr'e gelerek; 'insanlara namazı kıldırır mısın, namazı ikamet edeyim mi?' diye sordu. O da: 'Evet,' dedi. Ebû Bekr namaza başladı. Resûlüllah, insanlar namazda iken geldi. Safları yara yara birinci saffa vardı. Onu gören cemaat el çırptılar. Ebû Bekr, namazı kılarken başını hiç çevirmezdi. Cemaat el çırpmayı çoğaltınca başını çevirdi ve Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemı gördü.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem yerinde dur, diye kendisine işaret etti. Ebû Bekr ellerini kaldırıp, Resûlüllâh'ın kendisine olan bu emrinden dolayı Allah'a hamd ve sena etti. Sonra Ebû Bekr, safa dümdüz girinceye kadar geri geri gitti. Resûlüllah İleriye geçip namaz kıldırdı.
Namazdan çıkınca 'Ya Ebâ Bekr! sana emr ettiğim vakit yerinde kalmaktan seni men eden ne idi?' diye sordu. Ebû Bekr de: 'Ebû Kuhâfe'nin oğlu için Resûlüllâh'ın önünde durup namaz kıldırmak layık olmaz,' dedi.
Muğire b. Şu'be'den rivayete göre şöyle demiştir: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Tebük gazvesi sırasında hacet için bir çukura doğru gitmişti. Ben onunla beraber geldim. Cemaatı, Abdurrahm an b. Avfı imam yapmışlar, kendileri ne sabah namazını kıldırırken bulduk. Resûlüllâh iki rekatın birine yetişti ve cemaatla birlikte son rekatı kıldı. Abdurrahm an b. Avf selam verince Resûlüllâh namazını tamamlama k üzere kalktı. Bu Müslümanları telaşa düşürdü ve hep birden tesbih yapmaya başladılar. Peygamber namazını bitirince onlara döndü ve namazı vaktinde kılmış olmalarından dolayı onları taltif ederek 'iyi ettiniz' yahut 'isabet ettiniz' buyurdu.
Görüldüğü gibi Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem sahabiler inden Ebû Bekir ve Abdurrahm an İbnu Avf in arkasında namaz kılmıştır. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in ashabına karşı her hususta fazileti ve üstünlüğü ise, tartışılmaz bir şeydir. Şayet ilim ve amel bakımından daha faziletli efdal bir kimse varken ondan daha az bilgili ve daha az faziletli mefdul olan birisinin namaz kıldırması şer'an caiz olmasaydı, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem bu iki ashabının arkasında namaz kılar mıydı? Peygamber varken başkalarının namaz kıldırması caiz oluyorsa, âlim ve faziletli biri varken başkasının imameti haydi haydi caiz olur. Acaba hangi ilim sahibinin, arkasında namaz kıldığı imama üstünlüğü Peygamber i'n ashabına ya da Abdurrahm an İbnu Avf a olan üstünlüğü mesabesin de olabilir?!
Abdullah İbnu Ömer'den rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim, aralarında Ebû Bekr, Ömer, Ebû Seleme, Zeyd b. Harise ve Amr b. Rebia olduğu halde Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in ashabından ilk muhacirle rle Ensar'a Küba mescinde imamhk yapardı.
Abdurrezz ak'ın rivayetin e göre Abdullah İbnu Ömer Medine civarındaki arazisini n yakınında bulunan mescitte imamlık yapan bir kölenin arkasında namaz kılardı. Mescidin imamı olan bu zat, Abdullah İbnu Ömer'e öne geçip namazı kıldırmasını teklif ettiği zaman, Abdullah İbnu Ömer; "Mescidind e namaz kıldırmaya sen benden daha layıksın," der ve o zat da namazı kıldırırdı.

İyi niyetli olduklarından şüphe etmediğimiz kadar yeterince dîni bilmedikl erinden de şüphe etmediğimiz kimi ümmî ya da yarı aydın müslümanlar sadece demokrati k sistemler den görev almaları sebebiyle cami imamlarının "tâğût'u/kâfirleri velî edinmiş olduklarını iddia edebilmek tedirler. Aslında sadece ümmî ya da -dînî sahada mütehassıs olmamakla birlikte isiâmî konularda n haberdar olmaları sebebiyle- yarı aydın tâbir edilen müslümanlar değil, ilim ehli olarak bilinen bazı zevatın dahi bu iddia seline kapıldıklarını görebiliyoruz. Mesela, İslam devletind en başka yerlerde Cuma namazının kılınamayacağı fikrini ilk kez gündeme getiren ve hâlen bu fikrin ateşli savunucul arından biri olan S. Yüksel gibi isimler bunlardan dır. Onunla birlikte bu düşünceyi savunanla r: "Cami imamları, diyanet işleri başkanı; diyanet İşleri başkanı, başbakan; başbakan da laik-demok-ratik düzenin cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Bu itibarla diyanette n görev alan her imam, dolayısıyla gayr-i İsiâmî bir sistemden görev aldığından Tâğût'u/kâfirleri velî edinmiş sayılır!. Bu münasebetle onların arkasında ne Cuma namazı, ne de başka her hangi bir namazın kılınması caiz değildir." diyorlar. Hatta bu düşüncenin asıl mimarı olan S. Yüksel, imam olsun, olmasın, mevcut sitemden görev alarak devlet memuru veya işçi statüsüne giren bütün insanların kafir olduğunu, yeniden İslama dönebilmeleri için sahip oldukları iş veya meslekler ini bırakmaları gerektiğini bile söyleyebilmektedir.
Onlar memuriyet e başlarken devlet memurlarına yaptırılan yemini imzalayan herkesin kafir olduğunu ve müslüman olabilmes i için ilk önce istifa etmesinin şart olduğunu, müslümanim diyenleri n gerçekten müslüman olabilmel eri için hiç bir kamu kurum ve kuruluşunda çalışamayacaklarını, çalışıyorlarsa ayrılmaları gerektiğini ifade ederler.
Cuma namazı konusunda bu zatın fikirleri ne sahip çıkan Müslümanların hemen hepsi açıkça söylemeseler bile, işçi veya devlet memuru sıfatıyla her hangi bir kamu kurum ve kuruluşunda çalışan Müslümanlara, aynı zamanda imamlara karşı bundan farklı bir nazarla baktıklarını sanmıyorum. Kanaatimc e bu müslümanların Cuma namazını kılmama fikirleri nin arkasında yatan asıl neden budur. İleri sürülen diğer gerekçeler toplumdan gelecek tepkiler hesaba katılarak bu düşünceyi kamufle etmek için hazırlanmış bir kılıftan ibarettir .
Bu itibarla bu düşüncenin ne kadar isabetli olup olmadığının ortaya konulması diğerlerine nisbetle daha elzem olmaktadır. Zira Cuma namazı etrafındaki bütün şüpheler halledils e bile, bu nokta vuzuha kavuşturulmadığı müddetçe bu insanların Cuma namazını kılması ve camiye girmesi mümkün değildir. O halde bu düşünceyi savunanla rla karşısında olanlar arasındaki fikrî uçurumun aşılabilmesi için hassaten bu meselenin sağlıklı bir şekilde tahlil edilmesi gerekir. Ancak konunun tam manâsıyla vuzuha kavuşturulabilmesi için önce mevzû-i bahs olan kavramların nerede ve nasıl kullanıldıklarını görmeye çalışalım.
Tâğût: Sözlükte azmak, sapmak ve isyan etmek mânâlarına gelen 'tuğyan' mastarınden türemiş mübalâğa vezninde bir isim olup "tuğyankâr, azgın, sapık, sapıklık önderi, azman, azıtkan, ve bâtıl ma'but karşılığında kullanılır. Şeytan veya put ile de ifade olunan tâğût, hakka, hakikate ve îmana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizâmı ve hududa tecâvüz eden her şeyi ifade eder.
Muhammed İbnu Cerîr et-Taberî, tâğût'u tarif ederken şu ifadeleri kaydeder: " Allah'a karşı isyankâr olup kendisine itaat edenlerin ya tarafından zorlanması veya itaat edenlerin isteyerek itaat etmeleri suretiyle Allah'ı bırakarak kendisine itaat olunan her şey tâğut'tur. Kendisine itaat olunan bu mabut, ister insan olsun, ister şeytan; ister vesen, ister sanem, isterse bunlardan başka herhangi bîr şey olsun farketmez .
İbnu Cerîr, Nîsa Sûresi 51. Âyette geçen 'cipt ve tâğût' kavramlarını izah ederken orada da şu tarifi yapar:" Cibt ve tâğût; Allah'ı bırakarak kendisine ibadet yahut itaat etmek veyahut boyun eğilmek suretiyle ta'zim olunan her türlü varlığa verilen iki isimdir. Bu ta'zim olunan şey, ister put olsun, ister insan, isterse şeytan olsun mâhiyetini değiştirmez.
İbnu Kayyım; "Kulların, Allah'ın kendileri için koyduğu hududu aşarak itaat ettiği her şey tâğuttur, derken Kâdî Beydâvî ile es-Sâvî daha genel bir tarifle, "Allah'ı bırakarak kendisine itaat edilen ve Allah'a ibadetten meneden her şey tâğuttur demektedi rler.
Bu tariflerd en açıkça anlaşılıyor ki insanların, Allah'ın yarattıkları için koyduğu hudutları aşarak emir ve yasaklarına itaat ettikleri her şey kendileri ne nisbetle birer tâğut hüviyetini almaktadır. Bunun bir tek insan veya insanlard an bir zümre olması, şeytan olması, nefis olması; kadın, koltuk, kasa, kese, makam, mevki, şan, şöhret, saltanat, düşünce, ideoloji, gelenek, töre ve adet gibi soyut veya somut bir şey olması mâhiyetini değiştirmez. Burada asıl olan Allah'ın emir ve yasaklarına rağmen kendisine itaat edilip uyuluyor olmasıdır.
Bu şekilde geniş kapsamlı bir kavram olan tâğut, Allah'a kulluk için yaratılan insanoğlunun önünde duran en korkunç bir engel olarak görünmektedir. Bu sebepledi r ki Âdem'den Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve selleme gelinceye kadar tevhid mücâdelesi veren bütün tevhid imamlar insanları ilk önce tâğuta kulluktan kaçınmaya ve Allah'a kullum etmeye davet etmişlerdir. Nitekim bu husus Kur'ân'da şöyle ifade olunur: "Andolsun ki biz her ümmete -Allah'a ibadet edin ve tâğuta kulluktan sakının diye-tebliğât yapması için bir Peygamber gönderdik. Onlardan kimine bu tebliğe uyduğu için Allah hidâyet ihsan etti. Kimine de yüz çevirip yalanladığı için sapıklık hak oldu.” Nahl, 36
Ayetten açıkça anlaşılacağı üzere tevhid mücâdelesinde Resulleri n takip ettiği rabbani yol, insanları yalnız Allah'a kulluğa ve tağutları inkara çağırma yoludur. Zira tevhid akidesini n özü, ibadet ve itaati yalnız Allah'a tahsis etmek ve Allah'tan başkasına karşı yapılması caiz olmayan mutlak itaat, sınırsız sevgi ve ta'zim gibi ulûhiyyet özelliklerini sadece Allah'a tahsis etmek ve tâğutları tanımamaktır. Hatta Kur'ân-ı Kerîm, tâğutu reddetmey i Allah'a imandan Önce zikreder ve şöyle buyurur: "Her kim tâğutu reddeder ve peşinden Allah'a iman ederse, muhakkak kopması mümkün olmayan sapa sağlam bir kulpa yapışmış olur.
İslâmın ruhu ve temel inancına göre yaratmak, emretmek, yarattıkları için kanun koymak, ancak Allah'a mahsustur . Bu alana müdahele etmek, O'nunla ilahlık yarışma girmek demektir. Böyle bir harekete İslam literatüründe küfür, sahibine de kafir denir. Allah Teâlâ insanları böyle bir harekette n menettiği gibi, buna tevessül edenleri velî edinmekte n de şiddetle menetmiş ve "Mü'minler mü'minleri bırakıp da kafirleri velî edinmesin ler. Her kim bunu yaparsa Allah'tan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan gelebilec ek bir zarardan korunmanız başka yâni zararlarından korunmak için bunu yapabilir siniz. Bununla birlikte Allah sizi kendisini nin emirlerin e karşı gelmekden sakındırır. Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek onun gazabına uğramayın. Çünkü Dönüş onadır. buyurmuştur. Bu ve benzeri âyetler gayet açık ve net bir üslupla, Allah'a hakkıyla iman etmiş olmak için kâfirleri velî edinmekte n kaçınmanın şart olduğunu ifade etmektedi r. Velayet mastarından türeyen velî kelimesi, sözlükte "yardımcı,dost, sahip vb." manalara gelir. Terim olarak ise, "birinin işini üzerine alıp o işi idare eden kimse" ye tekabül eder. Meşhur Arap dil bilginler inden Rağıb el-Isfahânî'nin, "bir başkasının işini üzerine alan herkes onun velîsidir" tarifi bunun isbatıdır.
Âyet-i Kerime'nin nüzul ortamı dikkate alındığı zaman kavramın dost ve yardımcı anlamında sözlük manasıyla kullanıldığında hiç bir şüphe kalmaz. Zira bu âyet, bir rivayete göre Yahudiler le yakın bir dostluk içinde bulunan bazı Müslümanlar hakkında, diğer bir rivayete göre ise Yahûdîler'den müteşekkil bazı müttefikleri bulunan ve Hendek savaşı sırasında Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'den onların yardımı konusunda izin isteyen Ubâde b. Sâmit hakkında nazil olarak onları bu dostlukta n ve yardımlarını istemekte n menetmiştir. Ancak bir âyetin sebebinin husûsî olması hükmünün umûmî olmasına engel teşkil etmez Bu itibarla âyetin, kâfirlere, müşriklere ve tâğûtî güçlere karşı muhabbet ve dostluk gösterilmesine müsâade etmediği gibi Müslümanların, gerek dînî gerekse dünyevî işlerinin yürütülmesini kâfirlere havale etmelerin e de asla müsâade etmediğini söylemek yanlış olmaz.
Ömer, Yemen'de kâtip olarak istihdam etttiği zimmî İslam devleti tebeasından olup haraç ödemekle yükümlü bulunan gayr-i müslim sebebiyle Ebû Mûsâ el-Eş'âri'yi nehyetmiş ve onu kâtiplikten azletmesi ni emretmiştir. Diğer bir kısım âlimler ise, bu âyeti delil getirerek Müslümanların herhangi bir işini kâfirlere tevdî etmelerin in caiz olamayacağını ifade etmişlerdir.
Ancak bu husus, aksine imkanları olduğu halde isteyerek ve tercih ederek onlara tevdî etmeleri ve kalben onlara bağlılık hissetmel eri haliyle sınırlıdır. Müslümanların zayıf, kafirleri n kuvvetli olmaları sebebiyle şerlerinden ve zararlarından korkmak ve aksine güç yetiremem ek gibi zarurî haller ise, bundan müstesnadır. Zira İslamda hiç bir kimseye gücünün yettiğinden başkası teklif edilmemiştir. Aksine Müslümanlar zayıf, gayr-i müslimler kuvvetli oldukları zaman Müslümanların kalben sevgi ve muhabbet göstermeksizin zahiren dost gibi gözükmelerine dahi şer'an müsâade edilmiştir. Bu itibarla böyle bir durumda işlerini kafirleri n üstlenmiş olmaları, Müslümanların da onlara kerhen dostluk izharında bulunmak zorunda kalmaları halinde aynı âyetin ifadesiyl e kâfiri velî edinme söz konusu olmaz. Zİra Kur'an bu hususu istisna ederek, "onlardan korkmanız hâli müstesnadır." yâni, " onlardan korkmanız hâlinde kalb ile itikad etmeden işkence ve kötülüklerini defetmek için takiyye ve müdârâ yaparak lisanlarınızla onlara sevgi izhar etmenizde bir sakınca yoktur, buyuruyor . Şunu hemen ifade edelim ki iman edenler bütün hayat telakkile rini Kur'an'dan alacakları gibi sevgi ve muhabbet, buğz ve nefret ölçülerini de Kur'an'dan almak zorundadırlar. Allah'ın dîni, tevhid dîni olduğuna göre Mü'minin muhabbet ve dostluğu yalnız bu dâirenin içerisinde cereyan eder. Ancak bu, hiç bir zaman mü'minlerin kâfirlere karşı hüsnü muamele, adalet ve ihsan ile hareket etmeyecek leri anlamına gelmez. Kâfirleri velî edinmemek başka, onlara karşı hüsnü muamele, adalet ve ihsan ile hareket etmek daha başka bir şeydir. Zira ciddiyet, merhamet, mürüvvet, vakar, ahde vefa, hukuka riâyet, hüsnü muamele, adalet ve ihsan ile hareket mü'minlerin şiarı olmalıdır. Bununla beraber mü'min her şeyden önce inancında samîmî, ibadetind e ihlaslı olmalıdır. Dînini kendine dert edinmeli, inancına düşman olanlara karşı tarafsız ve lakayd kalmamalı, kafirleri n hükmüne asla rıza göstermemelidir. Nefsini Allah'tan başkasına teslim etmemeli, kâfir ve İslam düşmanlarına asla sır vermemeli dir. İşte "mü'minler müminleri bırakarak kafirleri velî edinmesin ler" hitabını bu çerçevede ele almak gerekir. Yoksa bundan maksat, onlarla her türlü ilişkiyi kesip düşmanca muamelede bulunmak değildir.
O halde iman edilmesi gereken esaslara inanan, inkar edilmesi gerekenle ri inkar eden gayr-i müslimlerle münâsebetini ve tâğûtî düzenlere karşı tavrını bu çerçeveye yerleştiren bir kimse zarurî olan durumlard a sadece demokrati k sistemler den görev almak veya görev talep etmekle tâğûtu velî edinmiş sayılır mı? Diğer bir soru şekliyle dâvanın bekası ve dâvetçilerin selâmeti için demokrasi nin imkanlarından yararlanm ak caiz midir?
Bu sorulara verilecek en güzel cevap 13 yıllık Mekke hayatı boyunca Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in câhilî güçler karşısında takip ettiği islâmî hareket metodudur . Bir dâva varlığını sürdürebilmesi ve mensuplarının can güvenliğini sağlayabilmesi için mümkün olan en az zararı göğüsleyerek mevcut imkan ve fırsatları değerlendirmek mecburiye tindedir. Hareketin mahiyeti ve çapı ne olursa olsun, bu husus hepsi için kaçınılmaz bir şeydir. Aksi halde ne dâvanın ne de dâvetçilerin varlığını sürdürmesi mümkün olamaz. İşte Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in Mekke devrindek i hayatı bunun en bariz örneğidir.
Bilindiği gibi câhiliyye devrinin müşrik toplumund a teminat ve himaye gibi zayıfların korunmasına matuf bir takım kânunların çok büyük bir yeri vardı. Bu kânunlar çerçevesinde zayıf olan bir kişi kuvvetli olan bir kişinin teminatı altına girerse, tam olarak onun himayesin den yararlana bilirdi. Teminat veren kişi, teminat alanı bütün saldırılardan korur, ona düşünce ve hareket hürriyeti verirdi. Böylece düşmanlar, o kişiye hiç bir şekilde zarar veremezle rdi. Eğer zarar verecek olurlarsa, iki grup arasında savaş çıkardı. Onun için teminat ve himaye vermek basit bir hadise değildi. Herşeyden önce teminat ve himaye veren kimsenin kavmi arasında saygın, kuvvetli ve himaye edebilece k bir seviyede olması, teminat ve himaye verirken bütün ihtimalle ri hesaba katması icâbederdi. İşte câhiliyye toplumund a böylesine ciddî ve riskli bir müessese olan bu teminat ve himaye kânununun ilki Ebû Tâlib'in Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'e olan himaye ve teminatıdır.
Ebû Tâlib hiç bir zaman atalarının dînini terketmey en bir müşrik idi. Buna rağmen Peygamber onun himaye ve teminatı altına girerek câhiliyye toplumunu n mevcut kânunlarından istifade etmekte hiç bir beis görmemiştir. Bu himaye o kadar açık ve netti ki Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin muhatapla rı olan müşrik Araplar İslam dîniyle ilgili, hiç bir şikâyetlerini Resûlüllâh'ın şahsına yö-neltmeyip doğrudan doğruya amcasını muhatap alıyorlardı. Akrabalık bağlarıyla takviye edilen bu himaye Ebû Tâlib'in vefatına kadar bu minval üzere devam etmiştir. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin câhîliyye kânunlarından ibaret olan bu himaye ve teminatı kabullenm esi sadece Ebû Tâlib'in himayesiy le sınırlı değildir. Bilakis Ebû Tâlib'in vefatından sonra tâ Medîne'ye hicretine kadar bütün bir Mekke devri boyunca Peygamber'in hayâtı kâfirlerin ve müşriklerin himâyesi altında geçmiştir. Zira o, amcası Ebû Tâlib'in vefatını müteakiben kısa bir süre de olsa, Ebû Leheb gibi azılı bir islam düşmanının koruması altına girmiş, onun himayesin i çekmesiyle birlikte kendisini koruyacak bir güç aramak üzere Mekke dışına çıkmak mecburiye tinde kalmış, bu münasebetle Taife gitmişse de aradığını bulamayar ak tekrar Mekke'ye, amansız düşmanlarının arasına dönmek zorunda kalmıştı.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Tâiften döndükten sonra Mekke'ye girmek üzere Nahle vadisine geldiğinde Mekke liderleri nden himaye istemeye karar verdi. Sonra Ahnes b. Şerik'e haber göndererek onun himâyesi altına girmek istedi. Ahnes ise, "Ben sizin müttefikinizin! Müttefik olan bir kimse müttefikini himaye altına alamaz" diyerek Peygamber'in bu teklifini reddetti. Bunun üzerine Süheyl b. Amr'a haber gönderdi. O da: "Amr oğulları, Ka'b oğullarını himaye altına alamaz," cevabını vererek Resûlüllah'ın bu isteğini geri çevirdi. Nihayet Mut'im b. Adiyy'e haber göndererek onun himayesin e girmek istedi, o da Resûlüllâh'ın teklifini kabul etti. Çocuklarını ve kabilesin i toplayara k hepsinin silahlarını kuşanıp Ka'be'nin rükünlerinde bulunmala rını istedi ve onlara Muhammed'i himaye altına aldığını söyledi. Peygamber, Zeyd b. Harise ile beraber Mekke'ye girerek Mescid-i Harama ulaştı. Mut'im b. Adiyy, bineği üzerinde ayağa kalkarak, " Ey Kureyş ahâlisi! Muhammed'i himayem altına aldım. Kimse ona karşı bir harekette bulunmasın." dedi. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Ka'be'de iki rekat namaz kıldıktan sonra oradan ayrılarak Mut'im b. Adiyy ve çocuklarının silahlı koruması altında evine girdi.
Görüldüğü gibi Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem, kendisini Mekke'den çıkaran Mekke liderleri nden himaye ve teminat istemekte ve neticede Mekke'de kâfir kılıçların himâyesi altında dolaşmaktadır. Zira Mut'im b. Adiyy'in akidesi, Ebû Cehil, Ebû Leheb ve diğer müşriklerinkinden farklı değildi. İşte Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin bu davranışı îslâmî davetin ve dâva adamlarının yararına olan bütün işlerde İslâm dâvetçileri için bir dayanak teşkil eder. Buna göre kendileri nin can güvenliğini sağlayacak, mensuplarını himaye edip hürriyetlerini temin edecek câhili kânun ve âdetlerden yararlanm ak islam dâvetçileri için meşru bir haktır.
Şüphesiz müşriklerin himaye ve teminatından istifade eden sadece Resûlüllâh'ın kendisi değil, aynı zamanda Ashabının tamamı Mekke devri boyunca kâfirlerin ve tâğûtî güçlerin otoritesi altında yaşıyor ve herbiri ibadet ve tebliğ hürriyetini himayesin e sığındığı müşrikler vasıtasıyla elde ediyorlar dı. Mesela Ebû Bekir gibi büyük bir sahâbînin de İbnu'd-Duğunne'nin himâyesi altına girmeyi kabul ettiğini görüyoruz. Buhârî nin Âişe'den rivayetin e göre o şöyle demiştir: " Kendimi bildim bileli annemle babamın bu dîni, kendileri ne din edindikle rini gördüm. Günün iki vaktinde, sabahları ve akşamları Resûlüllah'ın bize uğramadığı gün yoktu. Müslümanlar Kureyş müşrikleri tarafından ezâ ve işkencelere uğrayınca Resûlüllah Habeşistan'a hicrete izin vermiş, Ebû Bekir de Habeşistan topraklarına hicret etmek üzere Mekke'den çıkmıştı. Ebû Bekir Yemen istikâmetinde ve deniz sahilini takiben Mekkeye beş günlük mesafede bulunan Berkü'l-Gırnâd denilen köye gelince İbnu'd-Duğunne ile karşılaştı. İbnu'd- Duğunne Kârre kabilesin in efendisid ir. Ebû Bekir'e: "Nereye gitmek istiyorsu n?" diye sordu. Ebû Bekir de: "Kavmim beni çıkardı. Şöyle tenhâ bir yere çekilmek ve orada rabbime ibadet etmek istiyorum ."deyince, İbnu'd-Duğunne: "Ey Ebû Bekir! senin gibi bir zat ne yurdundan çıkar, ne de başkaları tarafından çıkarılır. Bir hakikatti r ki sen herkeste bulunmaya n mallarını ihsan edersin. Akrabam ziyaret eder, reşid olmayan aile efradının yükünü çekersin. Misafiri ağırlarsın, hayırlı işlere yardım edersin.. . Şimdi sen benim himayem altındasın. Haydi dön ve kendi memleketi nde rabbine ibadet et!" demiştir. Bunun üzerine Ebû Bekir geri dönmüş, îbnü'd-Duğunne de kendisiyl e beraber gelmiştir. Mekke'ye gelince İbnu'd-Duğunne o akşam Kureyş eşrafını dolaşarak onlara: "Ey Kureyşliler Ebû Bekir gibi muhterem bir zat şüphesiz ki ne memleketi nden çıkar, ne de çıkarılmaya mecbur edilir. Siz, en değerli mallarını ihsan eden, akrabasını ziyaret eden, akrabasının yükünü çeken, misafirle rini ağırlayan ve bütün hayırlı işlere yardım eden bir adamı memleketi nden çıkarmak mı istersini z?" diyerek Ebû Bekir'i himâyesi altına aldı. Kureyş de İbnu'd-Duğunne'nin onu himaye altına almasını ve onun hakkında söylediklerini reddetmed iler. İbnu'd-Düğunne'ye, "Ebû Bekr'e söyle, hiç bir şeye karışmasın, evinde Rabbine ibadet etsin, evinde namaz kılsın, ne dilerse okusun. Fakat okuduğunu açık olarak okuyup bize ezâ vermesin. Çünkü biz kadınlarımızı ve çocuklarımızı sapıtmasından korkarız." dediler. İbnu'd-Düğunne Kureyş'in bu sözlerini Ebû Bekr'e söyledi. Ebû Bekr de bu kurallara göre evinde rabbine ibadet etmek, namazını açıkça kılmamak, evinin dışında Kur'an okumamak üzere ikamet etti.
Bu rivayette n açıkça anlaşılacağı üzere Ebû Bekir gibi İslâmı herkesten daha ziyade müdrik olan bir kimse, rabbine ibadetini n şekline dahi müdâhale eden bir emûn ve himayeyi kabul etmektedi r. Şüphesiz bütün bu olup bitenlerd e Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin gözleri önünde oluyor ve onun tasvîbinden geçiyordu. Bu sırada vahiy de nazil olmaya devam ediyordu. Şayet ibadet ve tebliğ hürriyetini elde etmek için müşriklerden ve kâfirlerden müsâade, başka bir tâbirle vazife talep etmek ya da bu vazifeye tâyin olunmak kâfirleri ve tâğûtu velî edinmek anlamına gelseydi, hiç şüphe yok ki Peygamber buna müdâhele eder, hattâ bu hususta vahiy nazil olurdu. Halbuki öyle olmamıştır. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem bu himayeye tıpkı kendisi için rızâ gösterdiği gibi, mağara arkadaşı Ebû Bekir için de razı olmuştur. Bunu nehyeden herhangi bir hüküm de gelmemiştir: Üstelik İslâmın Mekke devrinde sadece ibadet hürriyetini elde etmek için himaye arayan ve müşrik toplumun bu kânunlarından yararlana nlar yalnızca o ikisi ile sınırlı kalmamıştır. Aksine hemen hemen ashabın hepsi şu veya bu şekilde câhiliyye toplumund a geçerli olan bu kânunların boşluklarından yararlana bilmişlerdir. Nitekim kalabalık sayıda bir Sahâbî topluluğunu bizzat Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Habeşistan Hükümdarı Necâşî'nin himayesin e göndermiştir. Halbuki o sırada Necâşî henüz bir Hrıstiyan idi. Şayet bu toplumlar da geçerli olan kânunlardan ve o gün için geçerli olan câhiliyye âdetlerinden dâvanın ve dâvetçinin selâmeti için faydalanm ak, onları velî edinmek olsaydı, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem kendisine ve arkadaşı Ebû Bekir'e ibadet ve tebliğ hürriyeti sağlayan müşriklerin himayesin i kabul eder miydi? Ashabını iki ayrı kafile hâlinde Hrıstiyan bir ülkenin hükümdarının himayesin e gönderir miydi? Allah Teâlâ bu yürütmeyi durduran hükmünü inzal etmez miydi? Demek ki islâmî davetin ve dâvetçilerin maslahatına uygun olan bu nevî hareketle rle kâfirleri velî edinmek birbirind en ayrı şeylerdir.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem hayâtı boyunca insanları "Lâ ilahe illallah" demeye çağırmış ve ne söylediğini bilerek bu kelimeyi Söyleyenlerin muhakkak müslüman olacaklarını ifade etmiştir. Bilhassa Mekke devrinde müslüman olan insanlara ikinci bir şart olarak bulundukl arı yerleri ve çalıştıkları işleri bırakmasını teklif etmemiş, gerek Yahûdî ve Hrıstiyanların, gerekse müşriklerin işlerinde çalışan insanlara işlerini terketmed ikleri takdirde kâfirlerin ve tâğûtların velayetin i reddetmiş olamayaca klarını söylememiş; kâfir olan ailelerin i terketmel erini emretmemiştir. Tersine hicrete kadar herkes bulunduğu yerde sahip olduğu iş ve mesleğine devam etmiştir.
O halde, nasıl olur da Müslümanların demokrati k sistemler den mücerret görev almalarından tâğûtu ve kâfirleri velî edinmiş olacakları gibi bir mânâ çıkarılabilir? Bu, Müslümanları başıboş, işsiz, güçsüz, sözü sohbeti dinlenmey en basit halk yığınları hâline getirme çağrısından başka bir şey değildir. Kâfirlerin ve islam düşmanlarının istediği de budur, zâten. Buna ne Allah, ne Peygamber ve ne de aklı selim sahibi insanlar razı olur. Çağın ihtiyaç ve şartlarına uyup uymadığına bakmadan geçmişi körü körüne taklit etmenin ve gelenekse l fıkıh mirasını ezberleyi p akıl, ilim ve islâmî siyâset süzgecinden geçirmeden, ezberleme nin sakıncalarından biri de budur işte.
Şüphesiz küfrün hâkim, İslâmın mahkum, Müslümanların maznun (sanık) sandalyes ine oturtulduğu, zâlimlerin boy ölçüştüğü, dünya hayâtının müşriklere göre tanzim edildiği, kânun ve nizamların cânîyi taltif, sarhoşu takdir, imansızı tebrik, mücrimi himaye için ihdas edildiği câhiliyye ortamları İslâmın idam sehpasıdır. Böyle bir ortamda îslamdan, islamca yaşamaktan ve hakkı razı etmekten söz edilemez.
Kur'an Yusufun kıssasını naklederk en şöyle der: " Yusuf Krala:' beni ülkenin hazînelerine memur et. Çünkü ben onları iyi korur, yönetmesini iyi bilirim,'dedi"Ayet-i Kerîmenin siyak ve sibakı dikkatle tetkik edildiği zaman görüleceği üzere Yusufun görev talebettiği kral gelenekse l Mısır Firavunla rından biridir ve Mücâhid'den gelen rivayete göre Yusuf vazifesin in başına geçer geçmez kendisine tebliğe başlamış ve neticede kral Yusuf vasıtasıyla müslüman olmuştur. Kadı Beydavi.E nvaru't-Tenzİl ve Esraru't-Te'vil, 3/424
Nitekim Kurtûbî bu âyeti tefsir ederken: "Bir kısım âlimler şöyle demiştir, 'Bu âyette fazilet sahibi bir kimsenin, fâcir bir kimse ve kafir bir devlet başkanının hesabına çalışmasının mubah olduğuna delîl vardır. Ancak fazilet sahibi kimsenin, uhdesine verilen görevin kendisine karşı çıkılmayacak bir iş hususunda verildiğini ve onunla dilediği kadar ıslahat yapacağını bilmesi şarttır. Ama işi, fâcirin irâdesi, arzuları ve kötü emelleri doğrultusunda olursa, o zaman bu caiz değildir, Bir kısmı ise,' Bu husus sadece Yusuf'a mahsustur . Bugün ise caiz değildir.' demişlerdir. Fakat zikrettiğimiz şarta riâyet edildiği zaman evlâ olan görüş, birinci grubun görüşüdür." demektedi r.
Bütün bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere kâfirleri velî edinmek kavramını, onlardan mücerret görev almak şeklinde anlamak İslâmı ve islâmî hareket metodunu yeterince bilmemekt en kaynaklan an yanlış bir anlayıştır. Yukarda da değinildiği gibi kâfirleri velî edinme hükmü, onlardan görev alırken bunu meşru sayarak ve sırf dünyalık temin etmek gibi gayelerle almak, dinlerine ve idareleri ne razı olmak, onlarla birlikte sevinmek, onlarla birlikte üzülmek, gıyaben onları desteklem ek, ve her hususta onların yanında olmak, kısacası onlara mensubiye t duygusu hissetmek gibi hususlarl a gerçekleşecek bir şeydir. Nitekim müfessirler, "Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri velî edinmesin ler" âyetini izah ederken özellikle bu hususa dikkat çekmektedirler. Mesela, İbnu Cerir et-Taberi, bu Ayetin manasını şu şekilde açıklar: "Ey müminler! dinleri hususunda kendileri ne sevgi besleyece k, mü'minleri terkedip Müslümanlar aleyhine onlarla yardımlaşacak ve Müslümanların gizli ve mahrem sırlarını kendileri ne ifşa edecek şekilde kafirleri dost ve arka edinmeyin iz. Zira kim böyle yaparsa, Allah ile ilişkisi kesilmiş olur. Yani kim böyle yaparsa, dininden dönüp küfre girmek suretiyle Allah kendisind en, kendisi de Allah'tan beri olur. Ancak onların idareleri altında bulunup da nefisleri niz hakkında onlardan korkarsanız, kalblerin izle düşman olarak, içerisinde bulundukl arı küfürlerinde kendileri ni desteklem eden ve herhangi bir Müslümana karşı fiili olarak onlara yardım etmeksizi n dillerini zle dostluk ve velayet izahında bulunmanız hali müstesnadır.
Netice itibariyl e bütün imamları ya da kamu personeli ni tezkiye etmek mümkün olamayacağı gibi, sırf demokrati k sistemler den görev almaktan başka bir hareketi olmayan bütün memurları tağutu veli edinme hükmüne dahil etmek de mümkün değildir. Biz zahire bakarız. Kim ve görevi ne olursa olsun, bir kimse davasını açıkça haykırıyor ve tağutu inkar ediyorsa, sırf vazife alması sebebiyle hiç kimsenin onu tağutu veli edinmekle itham etmesi caiz değildir. Aksi halde hüküm kendisine döner. Ama tavrını kafirden ve tağutlardan yana koyanlar varsa, onlar bu açıklamalarımızın dışındadır.

Cuma Namazını Edadan Sonra Zuhr-i Âhir Adıyla Kılman Namazın Dindeki Yeri ve Hükmü

Kur'an ve sünnet Cuma namazını kayıtsız şartsız mutlak olarak farz kılınış ve edasını bir kısım şartlara bağlamamıştır. Ayrıca müçtehitlerin yaşadıkları asra gelinceye kadar Sahabe ve Tabiun nesli arasında bu namazın ikamesi için her hangi bir kayıt ve şarttan söz edildiğine rastlayamıyoruz. Ancak hicri ikinci asırdan itibaren bazı müçtehidler ellerine geçen deliller ölçeğinde Cuma namazının sahih ve muteber olabilmes i için bir kısım şartlar ileri sürmeye başlamışlar ve bu şartların mevcut olması halinde kılınan Cuma namazının sahih, eksik olması halinde sahih olmayacağını ve müslümanlarm artık onun yerine öğle namazını kılmaları gerektiğini ifade etmişlerdir.
İşte bir kısım müslümanlar, gerek müçtehit imamlar tarafından ileri sürülen bu şartların eksik olduğu gerekçesiyle, gerekse buraya kadar açıklamaya çalıştığımız daha başka gerekçelerle Cuma namazını hiç kılmayarak pramidin tepesinde yer alırken bir kısım Müslümanlar da Cuma namazını eda ettikten sonra "zühr-i ahir" niyetiyle dört reket daha namaz kılarak tabanında yer almaktadırlar. Diğer bir ifadeyle birinci grup bu hususta ifrata, ikinci grup da tefrite düşmektedir.
Şunu hemen ifade edelim ki Kur'an ve sünnette zühr-i ahir adıyla bir namazdan söz edilmediği gibi Sahabe, Tabiun ve Tebeü't-Tabiin devirleri nde de.böyle bir namazı bilen ya da kılan hiç bir kimse yoktu. Keza müçtehid imamlar da böyle bir namazın kılınmasını emir ya da tavsiye etmiş değildirler. Onlardan her biri yukarıda temas edildiği gibi ellerine geçen deliller muvacehes inde Cuma namazının farz olabilmes i için belli şartlar ileri sürmüş ve bu şartların bir kısımı veya tamamı ortadan kalktığı zaman bütün halkın Cuma namazını terkedere k günün öğle namazını kılacaklarını ifade etmişlerdir. Fakat hiç birisi bu şartların bulunmama sı veya eksik olması halinde hem Cuma namazını, hem de "kılınan Cuma namazı sahih olmamışsa " endişesiyle ihtiyaten "zuhr-i ahir" kılınmasını istememişlerdir.

Cuma Namazını Terketmen in Günahı

Buraya kadar geçen bölümlerde Cuma namazının Allah ve Resulü tarafından kayıtsız şartsız farz kılındığını ve yine kayıtsız şartsız her. türlü vasatta kılınabileceğini Kur'an ve sünnete dayalı olarak ortaya koymuş bulunuyor uz. Bu başlık altında ise, her hangi bir yoruma tabi tutmadan Cuma namazını terkeden kimseler hakkında Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'den rivayet edilen hadislerd en bazılarını zikredeceğiz.
1- İbnu Ömer, İbnu Abbas ve Ebû Hüreyre'dan rivayet edildiğine göre onlar Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemı minberini n basamakla rı üzerinde şöyle söylerken işitmişlerdir: "Bazı kimseler ya Cuma namazını terketmek ten kesin olarak vazgeçerler yahut da Allah onların kalplerin i mühürler de artık gafillerd en olurlar. Abdurrazz ak, El-Musannef, 3/166; İbnu Ebi Şeybe, El-Musannef, 2/61; Nevevi, Şerhu Sahih-i müslîm, 6/401-402; Nesei, Sünen-i Nesei, 3/88 Beyhaki, Sünen'u-Kübra, 3/171
2- İbnu Mes'ud (r.a)'dan rivayete göre Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Cuma namazını kılmayan kimseler hakkında şöyle buyurmuştur: "İçimden öyle geliyor ki bir adama emredeyim de insanlara namaz kıldırsın. Sonra da gidip Cuma namazına gelmeyen kimseleri n evlerini üzerlerine
 
Üst Ana Sayfa Alt