Cuma ve bayram aynı güne gelirse:
Cuma ve bayram aynı güne gelirse bayram namazını kılan kimselerd en cuma namazı düşer:
Zeyd b. Erkam'dan: Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem bayram namazını kıl(dır)dı. Sonra cumayı kılmak hususunda ruhsat vererek şöyle buyurdu: "Kim cumayı kılmak isterse kılsın."
Cuma namazına katılmak isteyenle rin ve bayram namazını kılmamış olanların katılabilmeleri için imamın cuma namazını kıldırması müstehabtır: Ebû Hureyre'den şöyle drivâyete göre Peygamber sallallah u aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Bugün iki bayram bir aradadır. Bayram namazını kılanlardan (cumayı kılmak) istemeyen e cumaya gerek bırakmamıştır, fakat biz cuma kılacağız."
CUMA NAMAZI ETRAFINDA Kİ ŞÜPHELER
Devlet başkanı veya devleti temsil eden vâlî bulunmadığı zaman, Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı konusuyla ilgili olarak oluşturulan şüphede, "Şayet Afrika vâlîsi ölse, insanlar da herhangi bir kişinin arkasında toplansal ar ve o da kendileri ne Cuma namazını kıldırsa, onların bu namazı sahih ve muteberdi r. Zira Osman muhasara edildiği zaman, insanlar Ali'nin arkasında toplanır o da onlara Cumayı kıldırırdı.
Müslümanlara yakışan, zayıf delillere dayanan bir kısım görüşlere taassup derecesin de sarılmak yerine daha kuvvetli delillere dayanana uymak ve Cuma namazı gibi son derece mühim bir ibâdeti terk etmemekti r. Hanefîlerin de itiraf ettikleri gibi, Allah Teâlâ bu namazı kayıt ve şarta bağlamaksızm mutlak olarak emretmiştir. Öyleyse aslına uygun olarak kayıt ve şarta bağlanmaksızın mutlak olarak edâ edilmesi gerekir. Kaldı ki Hanefî ulemâsına göre devlet başkanı meselesi, Cuma namazının "olmazsa olmazı" gibi gözükmüyor. Belki Cuma namazını kıldırmak herkesten önce devlet başkanına âit bir vazife sayılıyor ki doğru olanı da budur.
Hicret yolculuğu esnasında başını getirene yüz devenin va'dedildiği ve henüz hayatından bile emin olmadığı bir ortamda Ranuna vadisinde Salim b. Avfoğulları mahallesi nde Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Cuma namazı kıldırmıştır. O esnada ortada hangi islam devletini n ve otoritesi nin varlığından söz edilebili r? Keza hicretten önce henüz bir dâr'ul-harp olan Medine'de Müslümanlar Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in emir ve müsaadeleriyle Cuma namazı kılıyordu. Hiç bir kimse Medine'de o dönemde islâmî bir otoritede n, hatta ıstılahı mânâda bir cemaatin varlığından bile söz edemez. Zira hicretten önce Medine'de dini -siyasi anlamda kimsenin liderliği söz konusu değildi. Akabe bey'atmdan sonra nakib temsilci seçilen insanların liderliği tamamen kabile bağlarına ve etnik yapıya dayalı bir liderlikt i. Bu sebeple o gün Medine'de bir değil, birden fazla lider bulunuyor ve her biri sadece kendi kabileler inin temsilcis i sayılıyordu. Mus'ab b. Umeyr ise, onların lideri değil, sadece namazlard a imam olan ve Kur'an öğreten bir muallim konumunda ydı. Sonra Medinedek i bu insanlar dini-siyasi manada bir cemaat oldukları için kılmış olsalardı Mekkede Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in kılması daha evla olurdu. Zira Cemaatin asıl lideri kendisiyd i. Halbuki kılmamıştır. Neden? Çünkü kılma imkanı yoktu da ondan. O halde Medinede insanların Cuma kılmaları cemaat oldukları için değil,ortamları müsait olduğu içindir. Şayet iddia edildiği gibi, gayr-i islâmî sistemler in otoritesi altında Cuma kılmak o sistemler i meşru hale getirmek veya onunla entegre olmak veyahut da Tâğût'u velî edinmek anlamına gelseydi, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in İslâm devletini n kurulduğu güne kadar Cuma kılınmasına müsaade etmemesi gerekirdi . Şayet Resûlüllah bu içtihadında hata etmiş olsaydı, Allah Teala'nin Resulünü uyarması, onun da Müslümanları bundan vaz geçirmesi icab ederdi. Halbuki böyle bir şey olmamıştır.
O halde Yer yüzünün her tarafında kafirleri n hakim olduğu bir ortamda Allah'ın Resulü Cuma kılarak ve kılınmasını emrederek tavır koyarken Cuma namazım terkedere k tavır koymak bu insanların aklına nereden geliyor? Siyâsî tavırla Cuma kılıyorum denilse, insan bunu. anlamakda fazla zorlanmay a bilir Zira Cuma namazı neredeyse İslamın ve Müslümanların gövde göstermesi ve varlığını kabul ettirmesi gibi bir şeydir.
Allah'ın kayıtsız şartsız farz kıldığı ve Peygamber'in yakaladığı ilk fısatta kıldığı bir ameli "siyâsî tavırla kılmıyoruz" cümlesini anlamak oldukça zordur. Zira kafirleri n, Müslümanların boy gösterisi yapmasından rahatsız olmaları tabiî bir şey olmakla birlikte bunun tersinin yapılmasından rahatsız olmaları pek makul olmasa gerekir. Şu halde tarih boyunca bütün islâm âlimlerinin, islâmın en büyük şiarı ve gövde gösterisi saydığı bir ibadeti eda etmenin o sistemle entegre olmak, bu ibadeti ter-ketmeyi ise, tavır koymak şeklinde değerlendirmek abesle iştigal etmektir. Zira bütün ibadetler i terketsen iz kafirleri n kılı bile kıpırdamaz. Üstelik kına bile yakarlar
Netice itibariyl e hiç bir ibadet bu arada da Cuma namazı ne siyâsî tavırla ne de başka bir maksatla terkedile mez. Dinde siyâsî tavırla ibadetler in terkedilm esi diye bir ibadet mevcut değildir. Bu kapının aralanması dinin bütün emirlerin in iptaline sebeb olacak çok tehlikeli bir davranış şeklidir. Bu düşünceyi destekler mahiyette ne bir ayet, ne bir hadis, ne bir sahabi sözü bulmak mümkün değildir. Bu konuda delil olarak önümüze koyabilec ekleri yegane delil " Hüseyin ve kerbela Faciası " adlı eser ve benzerler i tarafından yanlış tercümelerle aktarılan Kufeliler in Hüseyine yazdıkları mektuptan ibarettir . Doğrusu bile dinde delil olamayaca k bir mektbun yanlış çevirisini delil saymak ve buna dayanarak siyâsî tavırla Cuma kılmamak da sadece asrımızdaki "Neo-Mutezili" düşüncenin temsilcil eri sayılan bu insanlara ait bir ilim Örneği olsa gerektir.
İyi niyetleri nden asla şüphe etmediğimiz bazı Müslümanlar, tıpkı " et-Tekfir ve'1-Hicre" cemaatı gibi hareket ederek bugünkü mescitler in mecid-i dırar hükmünde olduğunu dolayısıyla buralarda hiç bir namazın kılınamayacağını iddia etmektedi rler. Gerek daha önceki asırlarda, gerekse asrımızda, müslüman halkın samimi duygularl a inşa ettikleri mescitler in gerçekte mescid-i dırar hükmüne girip giremeyec eğini sağlıklı bir şekilde tesbit edebilmem iz için önce "Mescid-i Dırar" kavramının tarihi arka planını ve Kur'an-ı Kerim'in, bu ismi hangi tür mescitler için kullandığını kaynaklar ışığında görmemiz gerekmekt edir.
Medine'de Hazreç kabilesin in İleri gelen isimlerin den biri olan Ebû Âmir, câhiliyye döneminde Hrıstıyanlık dînine girmiş ve İlim tahsil ederek rahip olmuştu. Ancak Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemın Medine'ye hicreti İle riyaseti elinden gitmiş oldu. Bu münasebetle rahip Ebû Âmir, İslâmı sadece inkar etmekle kalmayıp aynı zamanda Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem ve onun davetinin amansız bir düşmanı kesildi. Başlangıçta Kureyş'in gücünün Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem ve davetini ezip geçeceği ümidi ile Peygamber'i fazla önemsemedi. Fakat Kureyş'in Bedir'de tam bir hezimete uğradığını görünce, artık daha fazla bu hareketi görmezlikten gelemeyec eğini anladı. Bunun üzerine de îslâmî harakete karşı amansız bir fitne kampanyası başlattı. Bunun için Medine'den ayrılarak İslama karşı tahrik ve teşviklerde bulunmak üzere çeşitli kabileler i ziyarete gitti. Uhud savaşının meydana gelmesine sebep olan kişilerden birisi olan bu şahıs, daha sonra Hendek savaşında Medine'yi işgal etmeye gelen orduların teşkilatlandırılmasında da önemli bir rol oynamıştı. Ayrıca Hu-neyn harbine kadar meydana gelen bütün savaşlarda İslama karşı müşriklere destek sağlamada aktif olarak faaliyett e bulundu. Nihayet Huneyn savaşında Hevazin kabilesin in hezimete uğradığını görünce Arabistan yarımadasında İslâmın hamlesini durduraca k bir güç kalmadığını anlayarak Arabistan'ı terketti ve Medine'de ortaya çıkan tehlike hususunda Roma Kayser'ini uyarmak üzere Romaya (Şam'a) gitti.
Ebû Amir, Arabistan'a saldırması konusunda Kayser'i iknaya giderken Medine'de bulunan münafıklara haber göndererek rahatça örgütlenebilmeleri, Müslümanlar aleyhine planlar hazırlayabîlmeleri ve emin bir buluşma yeri olarak işlev görmesi için bir mescit inşa etmelerin i istedi. Güya bu mescit sayesinde din maskesi altında yürütecekleri şeytanca faaliyetl eri kimse farketmey ecekti. Ayrıca burası, Ebû Âmir'in adamlarının yolcu ve dilenci suretinde hiç bir şüphe uyandırmadan kalabilec ekleri bir karargah olarak da hizmet görecekti.
Bu fitne ve fesat odağı münafıklar görünürde temiz niyetleri nden kaynaklan an ama aslında Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'e ve onun dâvasına suikast planları yapmak için bir hücre evi ve bir münafık yatağı olmak üzere Kubâ mescidi civannda yeni bir mescit inşa ettiler. Fakat biri Kubâ mescidi, diğeri Mescid-i Nebevî olmak üzere hâlihazırda Medine'de iki tane mescit bulunduğundan şehirde üçüncü bir mescide ihtiyaç olmadığını onlar da biliyorla rdı. Dolayısıyla üçüncü bir mescide ihtiyaç olduğuna Peygamber'i ikna etmeleri gerekiyor du. Bu maksatla bir takım nedenler uydurdukt an sonra Peygamber'e gelerek: "Bu bölgenin halkı için -bilhassa yaşlı, hasta ve sakat olanlarımız için - kış mevsimi ve yağmurlu havalarda bu iki mescitten birisine günde beş kez gidip gelmek çok zor olduğundan bir başka mescide ihtiyacımız vardı. Bundan dolayı Kubâ Mescidi ve Mescid-i Nebevî'den uzak bir mahallede oturan ve namazları cemaatle kılmak isteyen bu kimselere yeni bir mescit bina ettik. Yeni mescidimi ze gelmenizi ve açılış merasimi olarak ilk cemaatle namazı sizin kıldırmanızı rica ediyoruz" dediler ve maksatlarını gizlemeye çalıştılar. Resûlüllah, " Şu an Tebük'e yapılacak sefer hazırlıklarıyla meşgulüm, inşaallah seferden döndüğümüzde kılarız" diyerek teklifler ine icabeti bir süre erteledi.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Tebük'e sefere çıkınca onlar da hâince serî faaliyetl erine başladılar. Bu yeni mescitte teşkilatlanmaya ve İslama karşı komplolar düzenlemeye devam ettiler. Bu münafıklar ordusu hararetle Müslümanların yenildiği ve Romalıların onları bütünüyle imha ettiği haberini bekliyorl ardı. Böyle bir haberi alır almaz Abdullah b. Übey'i kendileri ne kral yapacakla rdı. Fakat Tebük'te olanlar, bütün ümitlerini boşa çıkardı. Nihayet Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Tebük seferi dönüşü Zi-Evan denilen mevkiye gelip orada konakladığı sırada huzuruna gelerek yine kendisind en mescitler ine gelmesini ve orada namaz kıldırmasını istediler . İbnu Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyan, 6/469-473
Bunun üzerine Allah Teâlâ onların niyetini ve yaptıkları mescidin gayesini Resulüne haber vererek şöyle buyurdu: "Kubâ mescidine ve mü'minlere zarar vermek, küfrü kuvvetlen dirmek, mü'minleri tefrikaya düşürmek, evvelce Allah ve Peygamber ine harp ilân eden (adam)ı beklemek maksadıyla bir mescit inşa edenler;'Biz iyilikten başka bir şey istemedik diye yemin edecekler . Oysa Allah o münafiklann yalan söylediklerine şahittir. Orada asla namaza durma, tâ ilk günden takva üzere kurulan mescit elbette içinde namaza durmana daha uygundur. Tevbe, 107-108
İşte bu ayette geçen kavramına binaen bu mescide "mescid-i dırar" tâbir edilmesi islâmî bir gelenek olmuştur. Dikkat edilecek olursa, Allah Teâlâ bu mescitte namazın niçin yasaklandığını zihinlere yerleştirmek ve burayı, "mescid-i dırar" hükmüne sokan sebeplere işaret etmek üzere dört ayrı noktaya dikkatler i çekmektedir. Âyetin nüzul ortamını oluşturan bu sebepler âyetteki sırasıyla şunlardır:
1- Kubâ mescidine ve Mü'minlere zarar vermek için bina edilmiş olması,
2- İçerisinde Peygamber'i ve onun Allah katından getirdiği şeyleri inkar etmek ve küfrü kuvvetlen dirmek için yapılmış olması,
3- Mü'minlerin cemaatini tefrikaya düşürüp parçalamak amacıyla inşa edilmesi.
Nitekim münafıklar kendi aralarında müzakerede bulunarak şöyle demişlerdi: "Biz bir mescit yapalım ve Muhammed yanımıza gelip bu mescitte bizimle namaz kılacak olursa, biz de onunla namaz kılarız. Böylece onunla, Mescid-i Nebevî'de namaz kılanların arasım açmış oluruz. Bu da onların birlikler inin parçalanmasına ve aralarındaki ülfetin yok olmasına sebep olur."
4- Peygamber'e ve onun dâvetine düşman olan Rahip Ebû Amir'in Roma Kayser'inden getireceği orduyla birlikte dönüşünü beklemek için yine onun isteği üzerine bina edilmiş olması.
Zira bu şahıs, Kayser'in yanına giderken münafıklardan ibaret taraftarl arına; " gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve silah hazırlayın ve benim için bir mescit inşa edin. Zira ben Kayser'e gidiyorum . Onun yanından bir ordu getirip Muhammed'i ve ashabını Medine'den çıkaracağım, diye haber göndermişti. Bu haber üzerine onlar da söz konusu mescidi bina ederek Rahip Ebû Amir'in ordusuyla birlikte gelişini beklemeye başlamışlardı.
İşte Allah Teâlâ, Âyet-i Kerime'de Mescidin yapılışındaki bu maksatları da beyan ederek Nebîsine orada namaz kılmasını ebediyyen yasakladı. Münafıkların gayesini ve mescitler inin mâhiyetini haber veren yukardaki âyetler nâzü olunca da Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem derhal Mâlik b. Dühşum, Ma'n İbnu Adiyy, Amir b. Seken ve Vahşi'yi çağırdı ve, " gidiniz, şu ahâlisi zâlim olan mescidi yıkıp yakınız," buyurdu, onlar da gidip emrolundu kları gibi orayı yerle bir ettiler.
"Mescid-i Dırâr"m mâhiyeti, tarihi arka palanı ve içerisinde namaz kılınmasının neden yasaklandığı ile ilgili bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bir mescidin "mescid-i dırar" hükmüne girebilme si için daha ilk kuruluşunda Müslümanlara zarar vermek, küfrü kuvvetlen dirmek, Peygamber i ve getirdiği şeyleri inkar etmek, mü'minler arasına tefrika sokup onları parçalamak ve içerisinde İslam düşmanlarıyla birlikte İslam aleyhine faaliyetl er yürütmek vb. amaçlarla bina edilmiş olması ve hâlihazırda bu nevi faaliyetl erin içerisinde yürütülüyor olması gerekir. Zira münafıkların yaptıkları mescidin, Mescid-i Dırar ilan edilip yıktırılmış olması sırf bu vasıflarından ötürüdür.
Ehlince malum olduğu üzere bir şeyin diğeriyle kıyaslanması ve hüküm bakımından aralarında ayniyet ilişkisinin kurulabil mesi için asıl ile onun fer'i arasında ortak illet ve münasebet bağının bulunması gerekir. Bu illet ve münasebet de ya bizzat sâri tarafından sarahaten veya îmâ yoluyla beyan edilir yahut da icma veya içtihad yoluyla bilinir. Buradaki illet yukarıda dört madde halinde sıraladığımız gibi bizzat şârî tarafından açıkça beyan edilmiştir. Dolayısıyla bu konuda içtihad yoluyla başkaca bir illet ve münasebet bağı aranıp ona göre de hüküm çıkarılamaz. Zira nassm bulunduğu yerde içtihada kalkışmak akıl kârı değildir.
Şu halde geçmişte ve günümüzde yapılan mescitler in hiçbiri bu amaçlarla inşa edilmediğine ve hâlen de bu tür faaliyetl ere hizmet etmediğine göre aklı selim sahibi hiç bir müslümanın, münferit bir hadise üzerine inen mücerret bir ayeti ele alarak nüzul ortamını dahi dikkate almadan bu ayeti umuma teşmil etmesi ve müslüman halk tarafından yaptırılan mescitler i İslam düşmanı münafıkların yaptıkları mescitler e benzetere k mescid-i dırar diye nitelemes i asla doğru değildir. Bu sadece hislerle hareket etmekten ibaret basit bir yaklaşım tarzıdır. Zira sırf peygamber'e tuzak kurmak ve İslam davasına zarar vermek için teşkilatlanmak ve rahatça örgütlenebilmek amacıyla kurulan bir mescitle Müslümanların Allah için yaptıkları mescitler arasında hiç bir illet ve münasebet bağı söz konusu değildir. Dolayısıyla da münafıkların yaptırdığı Dırar Mescidi ile kıyaslanarak mescid-i dırar diye adlandırılamazlar. Bu mescitler i mescid-i dırar saymak için dînî ilimlerde n habersiz ve son derece cahil olmak gerekir. Nitekim Mısırda "et-Tekfir ve'1-Hicre" cemaatı da benzeri iddialarl a ortaya çıkmasına rağmen hiç bir islam alimi onların bu düşüncesini tasvip etmemiştir.
Şayet halkı müslüman olan ülkelerde sırf müslüman halk tarafından kendi çabaları ile yaptırılan bu mescitler i mescid-i dırar sayacak olursak, onları yaptıranları da münafık, kafir veya islam düşmanı saymamız gerekir. Bundan Allah'a sığınırız.! Biz kimsenin iç dünyasını ve niyetinin ne olduğunu bilemeyiz . Kalblerde olanı ve insanların niyetini ancak hakkıyla Allah bilir. Biz ancak zahire bakarız. Bir kimsenin açıkça küfrüne delalet eden bir karîne yoksa ve müslüman olduğunu söyleyip namaz kılıyor ve müslümanca davranışlarda bulunuyor sa, bize göre o insan müslümandır. Asıl niyet ve durumu Allah'a aittir. Keza mescit inşa eden ya da ettiren insanlar İçin de durum böyledir. Şayet bu İnsanlar, açıkça küfürlerini gerektire n veya islam düşmanı sayılmalarını icabettir en davranışlar içerisinde değillerse, amelleri noksan bile olsa, biz bu İnsanların görünürde Allah'ın rızasını kazanmak isteğiyle yaptırdıkları mescitler i katiy-yen mescid-i dırar sayarak içerisinde namaz kılınmasına engel olamayız.
Müslümanların çabalarıyla bina edilen mescitler de namaz kılmanın caiz olmaması şöyle dursun, Yahudi ve Hrıstiyanların kendi inanışlarına göre ibadet için yaptırdığı kilise ve havralar'ın resim ve heykelden arındırılmış temiz yerlerind e kılınan namaz dahi geçerli ve caizdir. Zira kilise ve havralar, Yahudi ve Hrıstiyanların kendi itikatlarına göre içerisinde ibadet yapılmak üzere bina edilmişlerdir.
Buhari, İbnu Abbas'ın,içerisinde heykeller bulunmadığı zaman havrada namaz kıldığını rivayet etmektedi r.
Hudeybiye'de yapılan bu anlaşma maddeleri ne binaen Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Hicretin yedinci yılında beraberin de yüzü atlı olmak üzere iki bin müslüman olduğu halde Mekke'ye gelerek umretü'1-kaza niyetiyle Kabe'yi tavaf etmiş ve cemaatle beraber burada öğle namazı kılmıştır. Halbuki Kabe o sırada Mekke müşriklerinin hakimiyet i altında bulunuyor ve içerisinde tam Üç yüz altmış tane put yeralıyordu.
İşte Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in bu hareketi her zaman ve zeminde bizim İçin benzer konularda delil teşkil edecek en önemli bîr hareketti r. Şayet müşriklerin ve gayri müslimlerin vesayet veya hakimiyye ti altında bulunan mescitler, mescid-i dırar sayılıp buralarda ibadet yapılması caiz olmasaydı, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in tamamen müşriklerin hakimiyet i altında bulunan ve içerisinde üç yüz altmış putu barındıran bu mescitte müşrik bir toplulukt an izin isteyerek namaz kılmaması ve orayı tavaf etmemesi gerekirdi . Bu, hadise, düşünenler için bütün tartışmaları kökünden kesecek kadar açık ve nettir. Binaenale yh bu konuda daha fazla İzaha gerek yok sanırız.
Cuma namazı çerçevesinde tetkik edilmesi gereken hususlard an biri de Cuma gününün şer'î bakımdan tatil sayılıp sayılmadığı meselesid ir.
Şunu hemen belirteli m ki sosyal hayatın en tabiî ihtiyaçlarından biri de çeşitli meşguliyetlerle yorulan insan bünyesinin, ruhen ve bedenen dinlendir ilmesidir . Zira yaşamak ve üretebilmek için çalışmak ne kadar tabiî ise, çalışmak ve üretebilmek için dinlenmek de o kadar tabiî ve gereklidi r. Özellikle insanların âmir, memur, işçi, işveren şeklinde sosyal ve ekonomik yönden kesin çizgilerle birbirind en ayrı olarak bütün bir haftayı emir komuta düzeninde muayyen bir işte çalışarak geçirmek zorunda olduğu, bunun sonucunda stres ve yorgunluk tan bitap düşeceği düşünülecek olursa, bu konumda bulunan insanların ruhen ve bedenen dinlenmek, evlerine ve husûsî işlerine zaman ayırmak için haftanın belirli gün ya da günlerini tatil yaparak geçirmeleri kadar tabi? bir haklarının olamayacağı kendiliğinden ortaya çıkar.
Ancak bu tatil ve dinlenme günlerinin seçimi, sırf bu maksada dayanan rastgele bir seçim olmayıp tam aksine bu günlerin seçimiyle birinci derecede dînî inanış ve âdetlerin rol aldığını görüyoruz. Zira ilâhî kökenli dinlere mensup olan milletler den, Yahûdî ve Hrıstıyanlar bu günleri tayin ederlerke n haftanın her hangi bir gününü seçmek yerine kendi dînî inanç ve gelenekle rine göre kutsal sayılan ve husûsî ibadet günleri olan Cumartesi ve Pazar gününü seçmişlerdir.
Bilindiği gibi, Yahudiler ce Cumartesi, Hristiyan larca da Pazar günü hem mukaddes bir gün, hem de husûsî olarak ibadet günü kabul edilmekte dir. Hafta boyu her türlü ahlaksızlık ve hayasızlığı mubah sayan, Allah'ın Tevrat ve İncil'de kendileri ne meşru kıldığı ibadetler i terkedip yasakladığı haramları fütursuzca icra eden bu milletler, özel ibadet günü kabul ettikleri bu iki günde kendi batıl inanışlarına göre dînî merasim ve âyinleri yerine getirmekl e meşgul olurlar. İşte bu mîlletlerin bu iki günü tatil ve dinlenme günü olarak seçmeleri bir rastlantı sonucu olmayıp hassaten kendi inanışlarına göre bu günlere mahsus olan dini ibadet ve merasimle rinin yerine getirilme si için yaptıkları bilinçli bir tercihin sonucudur .
Ne gariptir ki Yahûdî ve Hrıstiyanlar kendi batıl dinlerine mahsus dini merasim ve törenlerinin aksatılmadan yerine getirilme si için bu derece hassasiye t gösterirlerken Müslümanlar devlet ve millet olarak aynı hassasiye ti kendi hak dinlerine ait Özel gün ve ibadetler için gösterememişlerdir. Aksine onlar da Yahudi ve Hrıstiyanların birçok adet ve gelenekle ri yanında Cumartesi ve Pazar gününü tatil ve dinlenme günü olarak seçtiren ideolojil erine alet edilmişlerdir.
Malum olduğu üzere îslâmın ilk günlerinde hayatın sade ve basit olması münasebetiyle ilk Müslümanların haftanın muayyen bir gününde tatil yapmaya ihtiyaçları yoktu. Bu sebeple Sahabe, Tâbiun ve daha sonraki nesilleri n hayatında haftanın her hangi bir gününü veya özellikle Cuma gününü tatil olarak seçtiklerine dâir hiç bir kayda rastlamıyoruz. Zira yukarda işaret edildiği gibi bu husus, sosyal hayatın tabiî yapısından kaynaklan an bir ihtiyaçtır. Bu münasebetle İslam bu hususu hayatın tabiî akışı içerisinde insanlığın insiyatif ine terkedere k her hangi bir kayıt getirmemiş ve bu sahayı mubah olarak bırakmıştır.
Şu halde Yahûdî ve Hrıstiyan milletler in kendi tatil günlerini İslam ülkelerine kabul ettirmiş olmalarından Müslümanların rahatsızlık duymaları son derece yerinde olmakla birlikte, Cuma gününün İslam dinince tatil ilan edilmiş olduğu anlayışına kapılmaları hiç bir zaman gerçeği yansıtmaz. Müslüman halkın bu meyandaki söylemleri sadece tepkisel bir anlayışın ürünü olup Kur'an Ve sünnette bu anlayışı teyid eden her hangi bir işarete rastlamak mümkün değildir. Hatta Kur'an Cuma günü tatil yapılmasını değil, tam tersine Cuma namazını edadan sonra mesâi yapılmasını tavsiye eder. Nitekim Yüce Allah bu hususa işaratle şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman, hemen Allah'ı zikre gidin, alış-verişi (işi-gücü) bırakın. Eğer bilirseni z, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yer yüzüne dağılın ve Alah'ın lütfundan (nasibiniz i) arayın.
Âyeti kerimeden açıkça anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ, Cuma namazını edadan sonra mü'minlere yeryüzüne dağılıp hem dinleri, hem de dünyaları hususunda Allah'ın lütfundan nasip aramalarını, yâni o günü tatil yapmalarını değil, tam tersine mesâi yapmalarını emretmekt edir. Ancak buradaki emir, vücup ifade etmeyip ibâhe(mübahlik manası) içindir. Bu sebeple Cuma günü işi gücü bir kenara bırakıp mescidde veya evde çeşitli İbadetlerle meşgul olmak mubah olduğu gibi. Cuma namazını eda ettikten sonra her türlü ihtiyaçları temin etmek üzere ticaret ve tasarruf için yer yüzüne dağılmak ve Allah'ın lütfundan rızık talep etmek de mubahtır.
İbnu Abbas âyetin tefsiriyl e ilgili olarak şöyle demiştir: "Cuma günü namaza nida edilirken alım satımla meşgul olmak caiz değildir. Binaenale yh namazı edâ ettiğin zaman alışveriş yap. İbnu Mürdeveyh, bu haberi İbnu Abbas'tan başka bir yolla merfû (yani Peygarnbe r'in sözü) olarak da rivayet etmiştir. Tâbiûn ulemasından Dahhak da bu âyetin tefsiri sadedinde şöyle der:" Bu ifade Allah tarafından bir ruhsattır. Kişi namazı kıldığı vakit dilerse dışarı çıkar, dilerse mescidde oturur Rivayete göre Irak b. Malik, Cuma namazını kıldığı zaman mescidin kapısında durur ve şöyle derdi. "Allahım! davetine icabet ettim. Farzını kıldım. Emrettiğin şekilde dağıldım. O halde beni lütfundan nzıklandır. Çünkü sen nztk verenleri n en hayırlısısın.
Bu rivayetle rden de anlaşılacağı üzere gerek Sahabe ve-Tâbiûn âlimleri, gerekse daha sonra gelen âlimler Cuma gününün Müslümanlar için şer'an tatil günü sayıldığı şeklinde her hangi bir kanaate sahip olmamışlardır. Aksine onlar âyetin muhtevasına uygun olarak Cuma namazını edadan sonra yer yüzüne dağılıp o gün mesâi yapılması gerektiği görüşüne sahip olmuşlardır.
Cuma namazının kılınamayacağı düşüncesine sahip olan bir kısım Müslümanlar, bu düşüncelerini müdâfaa etmek için daha önce ele aldığımız şartlar meyânında bir de imamların yaptıkları göreve mukabil ücret almalarını gerekçe göstererek şöyle demektedi rler: "Tâat (İbadet) karşılığında ücret alınması caiz olmadığı gibi, tâat karşılığında ücret alanların arkasında namaz kılınması da caiz değildir. Câmilerde görev yapan imam ve müezzinler bu görevlerine karşılık maaş aldıklarına göre onların arkasında namaz ve Cuma namazı kılmak caiz değildir.! Zira onlar bu halleriyl e imam değil, düzenin namaz kıldırma memurudur lar."
Bu iddianın ne derece isabetli olup olmadığını tesbit edebilmem iz için imamet müessesesinin ne zaman ortaya çıktığını ve imam ve müezzinlere ne zamandan itibaren maaş tahsis edilmeye başlandığını iyi tesbit etmemiz gerekir. Bilindiği üzere imamet müessesesi daha İslâmiyetin zuhûruyla birlikte ortaya çıkmış köklü bir müessesedir. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem islâmın ilk dönemlerinden itibaren Mekke hâricinde müslüman olan her kabileye Kur'an öğretmesi İçin bir Kur'an muallimi ve bir İmam tayin ederdi. Meselâ, Mekke devrinde Mus'ab b. Umeyr'i, Medine'ye; Amr b. Seleme'yi kendi kabilesin e imam olarak tayin ettiği tarihen sabittir. Keza Medine döneminde de bu tayinleri n devam ettiğini görüyoruz. Meselâ, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in, hicretin üçüncü yılında Adal ve Kârre'ye, dördüncü yılında Bi'ri Mâune'ye, dokuzuncu yılında da Necran, Yemen ve Hadramût'a gönderdiği Kâri ve imamlar buna örnek teşkil eder. Ancak Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in görevlendirmiş olduğu bu Sahâbîlere bu görevlerine karşılık olarak her hangi bir ücret tahsis edip etmediğini bilemiyor uz. Fakat bilinen bir şey varsa, o da imamet müessesesinin bizzat Peygamber zamanında onun eliyle tesis edilmiş olduğudur.
Peygamber devrinde olduğu gibi Râşit Halîfeler döneminde de imamet müessesesinin devam ettiğini, ancak bu defa camilere tayin edilen imam ve müezzinlere azımsanamayacak ölçüde düzenli maaşlar ödendiğini görüyoruz. Hatta Râşit Halîfeler döneminde sadece imam ve müezzin tayin edilip onlara maaş ödenmekle kalınmıyor, aynı zamanda fakihler, muhaddisl er ve Kur'an öğreticileri gibi dînî konularda halkı irşâd eden muallim ve müderrislere de düzenli maaşlar ödeniyordu.
Ömer her şehre bir imam, bir müezzin tayin ediyor ve bunlara hazineden tahsisat (aylik) bağlıyordu. İbn'ül-Cevzî ise, "Sîret'ül-Ömereyn" adlı eserinde: " Ömer ve Osman, imamlara, müezzinlere maaş veriyorla rdı, demektedi r . Görüldüğü gibi imam ve müezinlerin taat karşılığında ücret almaları ilk defa günümüzde ortaya çıkan bir uygulama olmayıp kökleri bizzat Ömer ve Osman devirleri ne kadar uzanan bir uygulamadır.
Ömer ve Osman tarafından camilere imam ve müezzin tayin edilip bunlara hazîneden düzenli olarak maaş ödenirken sahabeden buna itiraz eden hiç bir kimseye rastlayamıyoruz.
O halde taat karşılığında ücret alan imamların arkasında namaz ve Cuma namazı kılınmaz diyenleri n bu görüşlerine katılmak mümkün değildir.
İmamet meselesiy le ilgili olarak açıklığa kavuşturulması gereken konularda n biri de âlim ve faziletli bir kimse varken ondan daha az bilgili ve daha az faziletli birisinin namaz kıldırmasının caiz olup olamayacağı meselesid ir. Zira Cuma namazının kılınmasına sıcak bakmayan Müslümanların ortaya attıkları şüphelerden biri de budur. Bunlar Cuma namazını niçin kılmadıklarını izah ederken şöyle demektedi rler: "Daha âlim ve faziletli kimseler varken başkalarının öne geçip namaz ve Cuma namazı kıldırması caiz değildir. Halbuki günümüzde camilerde görev yapan imamlar, kendileri nden daha âlim ve faziletli kimseler bulunsa bile vazifeler i gereği yine kendileri öne geçip namaz kıldırıyorlar ve yerlerini, namazı kıldırmaya kendileri nden daha layık olan bu insanlara bırakmaları gerektiği halde bırakmıyorlar. Dolayısıyla onların arkasında namaz da Cuma namazı da kılınmaz."
Malum olduğu üzere imamet için gerekli olan şartlar; müslüman olmak, buluğ çağına girmiş bulunmak, akıllı olmak, erkek olmak, Kur'an okuyabilm ek ve imamete engel teşkil edecek özürlerden salim bulunmaktır. Bu şartları taşıyan herhangi bir müslümanın vakit namazlarında olduğu gibi cemaatle kılınması icabeden Cuma ve Bayram namazlarında da başkalarına imam olmasında dinen hiç bir sakınca bulunmadığı hususunda İmamlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak bununla beraber bir cemaat içerisinde imamete en layık olanı, Allah'ın Kitabını en iyi belleyip okuyanı ve sünneti en iyi bilenidir . Zira Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem bu hususta şöyle buyurmuşlardır: "Bir toplum içinde, Allah'ın Kitabını en iyi belleyip okuyanı onlara imam olsun. Kur'ân'ı okuma hususunda müsâvî iseler, sünneti en iyi bilenleri imam olsun. Sünnet hususunda da müsâvî iseler, ilk Önce hicret edenleri imam olsun. Şayet hicret yönünden de müsâvî iseler, o zaman en yaşlı olanları imam olsun! Bir kimseye, kendi izniyle olmadıkça evinde ve hükümranlık sahasına giren yerlerde imam olunmaz ve döşeğine oturulmaz .
İmamete kimlerin evlâ olduğu konusunda hadiste belirtile n sıraya aykırı görüş beyan eden hiç bir ilim sahibi yoktur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken iki önemli nokta vardır. Birincisi, bu hadis, bu sıralamaya uyulmadığı takdirde mutlak surette namazın geçersiz olacağına delil teşkil etmez. Aksine sadece sünnet olun silsileyi gösterir. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem gerek sahabenin bir çoğu ilim, amel ve fazilet bakımından kendileri nden çok daha aşağı olan kimseleri n arkasında namaz kılmışlardır. Eğer bu hadiste ifade edilen sıralamaya mutlak surette uymak farz olsaydı, diğer bir ifadeyle bu sıralamaya uyulmadığı zaman cemaate katılmamak meşru sayılacak olsaydı, gerek Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in, gerekse sahâbîlerinin, kendileri nden aşağıda bulunan kimseleri n arkasında namaz kılarak bu hadise aykırı hareket etmemeler i icab ederdi. O halde bu bir şart değil, sadece sünnet ve efdal olan sıralamayı beyandan ibarettir . İkincisi ise; bir kimseye evinde ve hükümranlık sahasına giren yerlerde başkasının imamlık yapmasının caiz olmayacağıdır. Buna göre her hangi bir camide görevli bulunan imam, görevli olması hasebiyle orada imamete başkalarından daha ziyade layık olmuş olurlar. Dolayısıyla cemaat içerisinde Kur'ânı kendisind en daha iyi okuyan ve daha faziletli olan kimseler bulunsa bile, ona iktida etmeleri gerekir. Bir mescitte görevli bulunan ve kendisine imam olmasını teklif eden azadlı bir köleye Abdullah İbnu Ömer, "Mescidind e namaz kıldırmaya sen daha layıksın" cevabını vermiştir.
Sehl İbnu Sa'd es-Saidî'den rivayete göre şöyle demiştir: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem bir kere aralarını ıslah için Amr b. Avf oğulları yurduna gitmişti. Namaz vakti gelince müezzin Ebû Bekr'e gelerek; 'insanlara namazı kıldırır mısın, namazı ikamet edeyim mi?' diye sordu. O da: 'Evet,' dedi. Ebû Bekr namaza başladı. Resûlüllah, insanlar namazda iken geldi. Safları yara yara birinci saffa vardı. Onu gören cemaat el çırptılar. Ebû Bekr, namazı kılarken başını hiç çevirmezdi. Cemaat el çırpmayı çoğaltınca başını çevirdi ve Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemı gördü.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem yerinde dur, diye kendisine işaret etti. Ebû Bekr ellerini kaldırıp, Resûlüllâh'ın kendisine olan bu emrinden dolayı Allah'a hamd ve sena etti. Sonra Ebû Bekr, safa dümdüz girinceye kadar geri geri gitti. Resûlüllah İleriye geçip namaz kıldırdı.
Namazdan çıkınca 'Ya Ebâ Bekr! sana emr ettiğim vakit yerinde kalmaktan seni men eden ne idi?' diye sordu. Ebû Bekr de: 'Ebû Kuhâfe'nin oğlu için Resûlüllâh'ın önünde durup namaz kıldırmak layık olmaz,' dedi.
Muğire b. Şu'be'den rivayete göre şöyle demiştir: "Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Tebük gazvesi sırasında hacet için bir çukura doğru gitmişti. Ben onunla beraber geldim. Cemaatı, Abdurrahm an b. Avfı imam yapmışlar, kendileri ne sabah namazını kıldırırken bulduk. Resûlüllâh iki rekatın birine yetişti ve cemaatla birlikte son rekatı kıldı. Abdurrahm an b. Avf selam verince Resûlüllâh namazını tamamlama k üzere kalktı. Bu Müslümanları telaşa düşürdü ve hep birden tesbih yapmaya başladılar. Peygamber namazını bitirince onlara döndü ve namazı vaktinde kılmış olmalarından dolayı onları taltif ederek 'iyi ettiniz' yahut 'isabet ettiniz' buyurdu.
Görüldüğü gibi Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem sahabiler inden Ebû Bekir ve Abdurrahm an İbnu Avf in arkasında namaz kılmıştır. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in ashabına karşı her hususta fazileti ve üstünlüğü ise, tartışılmaz bir şeydir. Şayet ilim ve amel bakımından daha faziletli efdal bir kimse varken ondan daha az bilgili ve daha az faziletli mefdul olan birisinin namaz kıldırması şer'an caiz olmasaydı, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem bu iki ashabının arkasında namaz kılar mıydı? Peygamber varken başkalarının namaz kıldırması caiz oluyorsa, âlim ve faziletli biri varken başkasının imameti haydi haydi caiz olur. Acaba hangi ilim sahibinin, arkasında namaz kıldığı imama üstünlüğü Peygamber i'n ashabına ya da Abdurrahm an İbnu Avf a olan üstünlüğü mesabesin de olabilir?!
Abdullah İbnu Ömer'den rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: "Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim, aralarında Ebû Bekr, Ömer, Ebû Seleme, Zeyd b. Harise ve Amr b. Rebia olduğu halde Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in ashabından ilk muhacirle rle Ensar'a Küba mescinde imamhk yapardı.
Abdurrezz ak'ın rivayetin e göre Abdullah İbnu Ömer Medine civarındaki arazisini n yakınında bulunan mescitte imamlık yapan bir kölenin arkasında namaz kılardı. Mescidin imamı olan bu zat, Abdullah İbnu Ömer'e öne geçip namazı kıldırmasını teklif ettiği zaman, Abdullah İbnu Ömer; "Mescidind e namaz kıldırmaya sen benden daha layıksın," der ve o zat da namazı kıldırırdı.
İyi niyetli olduklarından şüphe etmediğimiz kadar yeterince dîni bilmedikl erinden de şüphe etmediğimiz kimi ümmî ya da yarı aydın müslümanlar sadece demokrati k sistemler den görev almaları sebebiyle cami imamlarının "tâğût'u/kâfirleri velî edinmiş olduklarını iddia edebilmek tedirler. Aslında sadece ümmî ya da -dînî sahada mütehassıs olmamakla birlikte isiâmî konularda n haberdar olmaları sebebiyle- yarı aydın tâbir edilen müslümanlar değil, ilim ehli olarak bilinen bazı zevatın dahi bu iddia seline kapıldıklarını görebiliyoruz. Mesela, İslam devletind en başka yerlerde Cuma namazının kılınamayacağı fikrini ilk kez gündeme getiren ve hâlen bu fikrin ateşli savunucul arından biri olan S. Yüksel gibi isimler bunlardan dır. Onunla birlikte bu düşünceyi savunanla r: "Cami imamları, diyanet işleri başkanı; diyanet İşleri başkanı, başbakan; başbakan da laik-demok-ratik düzenin cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Bu itibarla diyanette n görev alan her imam, dolayısıyla gayr-i İsiâmî bir sistemden görev aldığından Tâğût'u/kâfirleri velî edinmiş sayılır!. Bu münasebetle onların arkasında ne Cuma namazı, ne de başka her hangi bir namazın kılınması caiz değildir." diyorlar. Hatta bu düşüncenin asıl mimarı olan S. Yüksel, imam olsun, olmasın, mevcut sitemden görev alarak devlet memuru veya işçi statüsüne giren bütün insanların kafir olduğunu, yeniden İslama dönebilmeleri için sahip oldukları iş veya meslekler ini bırakmaları gerektiğini bile söyleyebilmektedir.
Onlar memuriyet e başlarken devlet memurlarına yaptırılan yemini imzalayan herkesin kafir olduğunu ve müslüman olabilmes i için ilk önce istifa etmesinin şart olduğunu, müslümanim diyenleri n gerçekten müslüman olabilmel eri için hiç bir kamu kurum ve kuruluşunda çalışamayacaklarını, çalışıyorlarsa ayrılmaları gerektiğini ifade ederler.
Cuma namazı konusunda bu zatın fikirleri ne sahip çıkan Müslümanların hemen hepsi açıkça söylemeseler bile, işçi veya devlet memuru sıfatıyla her hangi bir kamu kurum ve kuruluşunda çalışan Müslümanlara, aynı zamanda imamlara karşı bundan farklı bir nazarla baktıklarını sanmıyorum. Kanaatimc e bu müslümanların Cuma namazını kılmama fikirleri nin arkasında yatan asıl neden budur. İleri sürülen diğer gerekçeler toplumdan gelecek tepkiler hesaba katılarak bu düşünceyi kamufle etmek için hazırlanmış bir kılıftan ibarettir .
Bu itibarla bu düşüncenin ne kadar isabetli olup olmadığının ortaya konulması diğerlerine nisbetle daha elzem olmaktadır. Zira Cuma namazı etrafındaki bütün şüpheler halledils e bile, bu nokta vuzuha kavuşturulmadığı müddetçe bu insanların Cuma namazını kılması ve camiye girmesi mümkün değildir. O halde bu düşünceyi savunanla rla karşısında olanlar arasındaki fikrî uçurumun aşılabilmesi için hassaten bu meselenin sağlıklı bir şekilde tahlil edilmesi gerekir. Ancak konunun tam manâsıyla vuzuha kavuşturulabilmesi için önce mevzû-i bahs olan kavramların nerede ve nasıl kullanıldıklarını görmeye çalışalım.
Tâğût: Sözlükte azmak, sapmak ve isyan etmek mânâlarına gelen 'tuğyan' mastarınden türemiş mübalâğa vezninde bir isim olup "tuğyankâr, azgın, sapık, sapıklık önderi, azman, azıtkan, ve bâtıl ma'but karşılığında kullanılır. Şeytan veya put ile de ifade olunan tâğût, hakka, hakikate ve îmana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizâmı ve hududa tecâvüz eden her şeyi ifade eder.
Muhammed İbnu Cerîr et-Taberî, tâğût'u tarif ederken şu ifadeleri kaydeder: " Allah'a karşı isyankâr olup kendisine itaat edenlerin ya tarafından zorlanması veya itaat edenlerin isteyerek itaat etmeleri suretiyle Allah'ı bırakarak kendisine itaat olunan her şey tâğut'tur. Kendisine itaat olunan bu mabut, ister insan olsun, ister şeytan; ister vesen, ister sanem, isterse bunlardan başka herhangi bîr şey olsun farketmez .
İbnu Cerîr, Nîsa Sûresi 51. Âyette geçen 'cipt ve tâğût' kavramlarını izah ederken orada da şu tarifi yapar:" Cibt ve tâğût; Allah'ı bırakarak kendisine ibadet yahut itaat etmek veyahut boyun eğilmek suretiyle ta'zim olunan her türlü varlığa verilen iki isimdir. Bu ta'zim olunan şey, ister put olsun, ister insan, isterse şeytan olsun mâhiyetini değiştirmez.
İbnu Kayyım; "Kulların, Allah'ın kendileri için koyduğu hududu aşarak itaat ettiği her şey tâğuttur, derken Kâdî Beydâvî ile es-Sâvî daha genel bir tarifle, "Allah'ı bırakarak kendisine itaat edilen ve Allah'a ibadetten meneden her şey tâğuttur demektedi rler.
Bu tariflerd en açıkça anlaşılıyor ki insanların, Allah'ın yarattıkları için koyduğu hudutları aşarak emir ve yasaklarına itaat ettikleri her şey kendileri ne nisbetle birer tâğut hüviyetini almaktadır. Bunun bir tek insan veya insanlard an bir zümre olması, şeytan olması, nefis olması; kadın, koltuk, kasa, kese, makam, mevki, şan, şöhret, saltanat, düşünce, ideoloji, gelenek, töre ve adet gibi soyut veya somut bir şey olması mâhiyetini değiştirmez. Burada asıl olan Allah'ın emir ve yasaklarına rağmen kendisine itaat edilip uyuluyor olmasıdır.
Bu şekilde geniş kapsamlı bir kavram olan tâğut, Allah'a kulluk için yaratılan insanoğlunun önünde duran en korkunç bir engel olarak görünmektedir. Bu sebepledi r ki Âdem'den Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve selleme gelinceye kadar tevhid mücâdelesi veren bütün tevhid imamlar insanları ilk önce tâğuta kulluktan kaçınmaya ve Allah'a kullum etmeye davet etmişlerdir. Nitekim bu husus Kur'ân'da şöyle ifade olunur: "Andolsun ki biz her ümmete -Allah'a ibadet edin ve tâğuta kulluktan sakının diye-tebliğât yapması için bir Peygamber gönderdik. Onlardan kimine bu tebliğe uyduğu için Allah hidâyet ihsan etti. Kimine de yüz çevirip yalanladığı için sapıklık hak oldu.” Nahl, 36
Ayetten açıkça anlaşılacağı üzere tevhid mücâdelesinde Resulleri n takip ettiği rabbani yol, insanları yalnız Allah'a kulluğa ve tağutları inkara çağırma yoludur. Zira tevhid akidesini n özü, ibadet ve itaati yalnız Allah'a tahsis etmek ve Allah'tan başkasına karşı yapılması caiz olmayan mutlak itaat, sınırsız sevgi ve ta'zim gibi ulûhiyyet özelliklerini sadece Allah'a tahsis etmek ve tâğutları tanımamaktır. Hatta Kur'ân-ı Kerîm, tâğutu reddetmey i Allah'a imandan Önce zikreder ve şöyle buyurur: "Her kim tâğutu reddeder ve peşinden Allah'a iman ederse, muhakkak kopması mümkün olmayan sapa sağlam bir kulpa yapışmış olur.
İslâmın ruhu ve temel inancına göre yaratmak, emretmek, yarattıkları için kanun koymak, ancak Allah'a mahsustur . Bu alana müdahele etmek, O'nunla ilahlık yarışma girmek demektir. Böyle bir harekete İslam literatüründe küfür, sahibine de kafir denir. Allah Teâlâ insanları böyle bir harekette n menettiği gibi, buna tevessül edenleri velî edinmekte n de şiddetle menetmiş ve "Mü'minler mü'minleri bırakıp da kafirleri velî edinmesin ler. Her kim bunu yaparsa Allah'tan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan gelebilec ek bir zarardan korunmanız başka yâni zararlarından korunmak için bunu yapabilir siniz. Bununla birlikte Allah sizi kendisini nin emirlerin e karşı gelmekden sakındırır. Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek onun gazabına uğramayın. Çünkü Dönüş onadır. buyurmuştur. Bu ve benzeri âyetler gayet açık ve net bir üslupla, Allah'a hakkıyla iman etmiş olmak için kâfirleri velî edinmekte n kaçınmanın şart olduğunu ifade etmektedi r. Velayet mastarından türeyen velî kelimesi, sözlükte "yardımcı,dost, sahip vb." manalara gelir. Terim olarak ise, "birinin işini üzerine alıp o işi idare eden kimse" ye tekabül eder. Meşhur Arap dil bilginler inden Rağıb el-Isfahânî'nin, "bir başkasının işini üzerine alan herkes onun velîsidir" tarifi bunun isbatıdır.
Âyet-i Kerime'nin nüzul ortamı dikkate alındığı zaman kavramın dost ve yardımcı anlamında sözlük manasıyla kullanıldığında hiç bir şüphe kalmaz. Zira bu âyet, bir rivayete göre Yahudiler le yakın bir dostluk içinde bulunan bazı Müslümanlar hakkında, diğer bir rivayete göre ise Yahûdîler'den müteşekkil bazı müttefikleri bulunan ve Hendek savaşı sırasında Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'den onların yardımı konusunda izin isteyen Ubâde b. Sâmit hakkında nazil olarak onları bu dostlukta n ve yardımlarını istemekte n menetmiştir. Ancak bir âyetin sebebinin husûsî olması hükmünün umûmî olmasına engel teşkil etmez Bu itibarla âyetin, kâfirlere, müşriklere ve tâğûtî güçlere karşı muhabbet ve dostluk gösterilmesine müsâade etmediği gibi Müslümanların, gerek dînî gerekse dünyevî işlerinin yürütülmesini kâfirlere havale etmelerin e de asla müsâade etmediğini söylemek yanlış olmaz.
Ömer, Yemen'de kâtip olarak istihdam etttiği zimmî İslam devleti tebeasından olup haraç ödemekle yükümlü bulunan gayr-i müslim sebebiyle Ebû Mûsâ el-Eş'âri'yi nehyetmiş ve onu kâtiplikten azletmesi ni emretmiştir. Diğer bir kısım âlimler ise, bu âyeti delil getirerek Müslümanların herhangi bir işini kâfirlere tevdî etmelerin in caiz olamayacağını ifade etmişlerdir.
Ancak bu husus, aksine imkanları olduğu halde isteyerek ve tercih ederek onlara tevdî etmeleri ve kalben onlara bağlılık hissetmel eri haliyle sınırlıdır. Müslümanların zayıf, kafirleri n kuvvetli olmaları sebebiyle şerlerinden ve zararlarından korkmak ve aksine güç yetiremem ek gibi zarurî haller ise, bundan müstesnadır. Zira İslamda hiç bir kimseye gücünün yettiğinden başkası teklif edilmemiştir. Aksine Müslümanlar zayıf, gayr-i müslimler kuvvetli oldukları zaman Müslümanların kalben sevgi ve muhabbet göstermeksizin zahiren dost gibi gözükmelerine dahi şer'an müsâade edilmiştir. Bu itibarla böyle bir durumda işlerini kafirleri n üstlenmiş olmaları, Müslümanların da onlara kerhen dostluk izharında bulunmak zorunda kalmaları halinde aynı âyetin ifadesiyl e kâfiri velî edinme söz konusu olmaz. Zİra Kur'an bu hususu istisna ederek, "onlardan korkmanız hâli müstesnadır." yâni, " onlardan korkmanız hâlinde kalb ile itikad etmeden işkence ve kötülüklerini defetmek için takiyye ve müdârâ yaparak lisanlarınızla onlara sevgi izhar etmenizde bir sakınca yoktur, buyuruyor . Şunu hemen ifade edelim ki iman edenler bütün hayat telakkile rini Kur'an'dan alacakları gibi sevgi ve muhabbet, buğz ve nefret ölçülerini de Kur'an'dan almak zorundadırlar. Allah'ın dîni, tevhid dîni olduğuna göre Mü'minin muhabbet ve dostluğu yalnız bu dâirenin içerisinde cereyan eder. Ancak bu, hiç bir zaman mü'minlerin kâfirlere karşı hüsnü muamele, adalet ve ihsan ile hareket etmeyecek leri anlamına gelmez. Kâfirleri velî edinmemek başka, onlara karşı hüsnü muamele, adalet ve ihsan ile hareket etmek daha başka bir şeydir. Zira ciddiyet, merhamet, mürüvvet, vakar, ahde vefa, hukuka riâyet, hüsnü muamele, adalet ve ihsan ile hareket mü'minlerin şiarı olmalıdır. Bununla beraber mü'min her şeyden önce inancında samîmî, ibadetind e ihlaslı olmalıdır. Dînini kendine dert edinmeli, inancına düşman olanlara karşı tarafsız ve lakayd kalmamalı, kafirleri n hükmüne asla rıza göstermemelidir. Nefsini Allah'tan başkasına teslim etmemeli, kâfir ve İslam düşmanlarına asla sır vermemeli dir. İşte "mü'minler müminleri bırakarak kafirleri velî edinmesin ler" hitabını bu çerçevede ele almak gerekir. Yoksa bundan maksat, onlarla her türlü ilişkiyi kesip düşmanca muamelede bulunmak değildir.
O halde iman edilmesi gereken esaslara inanan, inkar edilmesi gerekenle ri inkar eden gayr-i müslimlerle münâsebetini ve tâğûtî düzenlere karşı tavrını bu çerçeveye yerleştiren bir kimse zarurî olan durumlard a sadece demokrati k sistemler den görev almak veya görev talep etmekle tâğûtu velî edinmiş sayılır mı? Diğer bir soru şekliyle dâvanın bekası ve dâvetçilerin selâmeti için demokrasi nin imkanlarından yararlanm ak caiz midir?
Bu sorulara verilecek en güzel cevap 13 yıllık Mekke hayatı boyunca Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in câhilî güçler karşısında takip ettiği islâmî hareket metodudur . Bir dâva varlığını sürdürebilmesi ve mensuplarının can güvenliğini sağlayabilmesi için mümkün olan en az zararı göğüsleyerek mevcut imkan ve fırsatları değerlendirmek mecburiye tindedir. Hareketin mahiyeti ve çapı ne olursa olsun, bu husus hepsi için kaçınılmaz bir şeydir. Aksi halde ne dâvanın ne de dâvetçilerin varlığını sürdürmesi mümkün olamaz. İşte Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'in Mekke devrindek i hayatı bunun en bariz örneğidir.
Bilindiği gibi câhiliyye devrinin müşrik toplumund a teminat ve himaye gibi zayıfların korunmasına matuf bir takım kânunların çok büyük bir yeri vardı. Bu kânunlar çerçevesinde zayıf olan bir kişi kuvvetli olan bir kişinin teminatı altına girerse, tam olarak onun himayesin den yararlana bilirdi. Teminat veren kişi, teminat alanı bütün saldırılardan korur, ona düşünce ve hareket hürriyeti verirdi. Böylece düşmanlar, o kişiye hiç bir şekilde zarar veremezle rdi. Eğer zarar verecek olurlarsa, iki grup arasında savaş çıkardı. Onun için teminat ve himaye vermek basit bir hadise değildi. Herşeyden önce teminat ve himaye veren kimsenin kavmi arasında saygın, kuvvetli ve himaye edebilece k bir seviyede olması, teminat ve himaye verirken bütün ihtimalle ri hesaba katması icâbederdi. İşte câhiliyye toplumund a böylesine ciddî ve riskli bir müessese olan bu teminat ve himaye kânununun ilki Ebû Tâlib'in Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'e olan himaye ve teminatıdır.
Ebû Tâlib hiç bir zaman atalarının dînini terketmey en bir müşrik idi. Buna rağmen Peygamber onun himaye ve teminatı altına girerek câhiliyye toplumunu n mevcut kânunlarından istifade etmekte hiç bir beis görmemiştir. Bu himaye o kadar açık ve netti ki Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin muhatapla rı olan müşrik Araplar İslam dîniyle ilgili, hiç bir şikâyetlerini Resûlüllâh'ın şahsına yö-neltmeyip doğrudan doğruya amcasını muhatap alıyorlardı. Akrabalık bağlarıyla takviye edilen bu himaye Ebû Tâlib'in vefatına kadar bu minval üzere devam etmiştir. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin câhîliyye kânunlarından ibaret olan bu himaye ve teminatı kabullenm esi sadece Ebû Tâlib'in himayesiy le sınırlı değildir. Bilakis Ebû Tâlib'in vefatından sonra tâ Medîne'ye hicretine kadar bütün bir Mekke devri boyunca Peygamber'in hayâtı kâfirlerin ve müşriklerin himâyesi altında geçmiştir. Zira o, amcası Ebû Tâlib'in vefatını müteakiben kısa bir süre de olsa, Ebû Leheb gibi azılı bir islam düşmanının koruması altına girmiş, onun himayesin i çekmesiyle birlikte kendisini koruyacak bir güç aramak üzere Mekke dışına çıkmak mecburiye tinde kalmış, bu münasebetle Taife gitmişse de aradığını bulamayar ak tekrar Mekke'ye, amansız düşmanlarının arasına dönmek zorunda kalmıştı.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Tâiften döndükten sonra Mekke'ye girmek üzere Nahle vadisine geldiğinde Mekke liderleri nden himaye istemeye karar verdi. Sonra Ahnes b. Şerik'e haber göndererek onun himâyesi altına girmek istedi. Ahnes ise, "Ben sizin müttefikinizin! Müttefik olan bir kimse müttefikini himaye altına alamaz" diyerek Peygamber'in bu teklifini reddetti. Bunun üzerine Süheyl b. Amr'a haber gönderdi. O da: "Amr oğulları, Ka'b oğullarını himaye altına alamaz," cevabını vererek Resûlüllah'ın bu isteğini geri çevirdi. Nihayet Mut'im b. Adiyy'e haber göndererek onun himayesin e girmek istedi, o da Resûlüllâh'ın teklifini kabul etti. Çocuklarını ve kabilesin i toplayara k hepsinin silahlarını kuşanıp Ka'be'nin rükünlerinde bulunmala rını istedi ve onlara Muhammed'i himaye altına aldığını söyledi. Peygamber, Zeyd b. Harise ile beraber Mekke'ye girerek Mescid-i Harama ulaştı. Mut'im b. Adiyy, bineği üzerinde ayağa kalkarak, " Ey Kureyş ahâlisi! Muhammed'i himayem altına aldım. Kimse ona karşı bir harekette bulunmasın." dedi. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Ka'be'de iki rekat namaz kıldıktan sonra oradan ayrılarak Mut'im b. Adiyy ve çocuklarının silahlı koruması altında evine girdi.
Görüldüğü gibi Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem, kendisini Mekke'den çıkaran Mekke liderleri nden himaye ve teminat istemekte ve neticede Mekke'de kâfir kılıçların himâyesi altında dolaşmaktadır. Zira Mut'im b. Adiyy'in akidesi, Ebû Cehil, Ebû Leheb ve diğer müşriklerinkinden farklı değildi. İşte Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin bu davranışı îslâmî davetin ve dâva adamlarının yararına olan bütün işlerde İslâm dâvetçileri için bir dayanak teşkil eder. Buna göre kendileri nin can güvenliğini sağlayacak, mensuplarını himaye edip hürriyetlerini temin edecek câhili kânun ve âdetlerden yararlanm ak islam dâvetçileri için meşru bir haktır.
Şüphesiz müşriklerin himaye ve teminatından istifade eden sadece Resûlüllâh'ın kendisi değil, aynı zamanda Ashabının tamamı Mekke devri boyunca kâfirlerin ve tâğûtî güçlerin otoritesi altında yaşıyor ve herbiri ibadet ve tebliğ hürriyetini himayesin e sığındığı müşrikler vasıtasıyla elde ediyorlar dı. Mesela Ebû Bekir gibi büyük bir sahâbînin de İbnu'd-Duğunne'nin himâyesi altına girmeyi kabul ettiğini görüyoruz. Buhârî nin Âişe'den rivayetin e göre o şöyle demiştir: " Kendimi bildim bileli annemle babamın bu dîni, kendileri ne din edindikle rini gördüm. Günün iki vaktinde, sabahları ve akşamları Resûlüllah'ın bize uğramadığı gün yoktu. Müslümanlar Kureyş müşrikleri tarafından ezâ ve işkencelere uğrayınca Resûlüllah Habeşistan'a hicrete izin vermiş, Ebû Bekir de Habeşistan topraklarına hicret etmek üzere Mekke'den çıkmıştı. Ebû Bekir Yemen istikâmetinde ve deniz sahilini takiben Mekkeye beş günlük mesafede bulunan Berkü'l-Gırnâd denilen köye gelince İbnu'd-Duğunne ile karşılaştı. İbnu'd- Duğunne Kârre kabilesin in efendisid ir. Ebû Bekir'e: "Nereye gitmek istiyorsu n?" diye sordu. Ebû Bekir de: "Kavmim beni çıkardı. Şöyle tenhâ bir yere çekilmek ve orada rabbime ibadet etmek istiyorum ."deyince, İbnu'd-Duğunne: "Ey Ebû Bekir! senin gibi bir zat ne yurdundan çıkar, ne de başkaları tarafından çıkarılır. Bir hakikatti r ki sen herkeste bulunmaya n mallarını ihsan edersin. Akrabam ziyaret eder, reşid olmayan aile efradının yükünü çekersin. Misafiri ağırlarsın, hayırlı işlere yardım edersin.. . Şimdi sen benim himayem altındasın. Haydi dön ve kendi memleketi nde rabbine ibadet et!" demiştir. Bunun üzerine Ebû Bekir geri dönmüş, îbnü'd-Duğunne de kendisiyl e beraber gelmiştir. Mekke'ye gelince İbnu'd-Duğunne o akşam Kureyş eşrafını dolaşarak onlara: "Ey Kureyşliler Ebû Bekir gibi muhterem bir zat şüphesiz ki ne memleketi nden çıkar, ne de çıkarılmaya mecbur edilir. Siz, en değerli mallarını ihsan eden, akrabasını ziyaret eden, akrabasının yükünü çeken, misafirle rini ağırlayan ve bütün hayırlı işlere yardım eden bir adamı memleketi nden çıkarmak mı istersini z?" diyerek Ebû Bekir'i himâyesi altına aldı. Kureyş de İbnu'd-Duğunne'nin onu himaye altına almasını ve onun hakkında söylediklerini reddetmed iler. İbnu'd-Düğunne'ye, "Ebû Bekr'e söyle, hiç bir şeye karışmasın, evinde Rabbine ibadet etsin, evinde namaz kılsın, ne dilerse okusun. Fakat okuduğunu açık olarak okuyup bize ezâ vermesin. Çünkü biz kadınlarımızı ve çocuklarımızı sapıtmasından korkarız." dediler. İbnu'd-Düğunne Kureyş'in bu sözlerini Ebû Bekr'e söyledi. Ebû Bekr de bu kurallara göre evinde rabbine ibadet etmek, namazını açıkça kılmamak, evinin dışında Kur'an okumamak üzere ikamet etti.
Bu rivayette n açıkça anlaşılacağı üzere Ebû Bekir gibi İslâmı herkesten daha ziyade müdrik olan bir kimse, rabbine ibadetini n şekline dahi müdâhale eden bir emûn ve himayeyi kabul etmektedi r. Şüphesiz bütün bu olup bitenlerd e Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemin gözleri önünde oluyor ve onun tasvîbinden geçiyordu. Bu sırada vahiy de nazil olmaya devam ediyordu. Şayet ibadet ve tebliğ hürriyetini elde etmek için müşriklerden ve kâfirlerden müsâade, başka bir tâbirle vazife talep etmek ya da bu vazifeye tâyin olunmak kâfirleri ve tâğûtu velî edinmek anlamına gelseydi, hiç şüphe yok ki Peygamber buna müdâhele eder, hattâ bu hususta vahiy nazil olurdu. Halbuki öyle olmamıştır. Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem bu himayeye tıpkı kendisi için rızâ gösterdiği gibi, mağara arkadaşı Ebû Bekir için de razı olmuştur. Bunu nehyeden herhangi bir hüküm de gelmemiştir: Üstelik İslâmın Mekke devrinde sadece ibadet hürriyetini elde etmek için himaye arayan ve müşrik toplumun bu kânunlarından yararlana nlar yalnızca o ikisi ile sınırlı kalmamıştır. Aksine hemen hemen ashabın hepsi şu veya bu şekilde câhiliyye toplumund a geçerli olan bu kânunların boşluklarından yararlana bilmişlerdir. Nitekim kalabalık sayıda bir Sahâbî topluluğunu bizzat Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Habeşistan Hükümdarı Necâşî'nin himayesin e göndermiştir. Halbuki o sırada Necâşî henüz bir Hrıstiyan idi. Şayet bu toplumlar da geçerli olan kânunlardan ve o gün için geçerli olan câhiliyye âdetlerinden dâvanın ve dâvetçinin selâmeti için faydalanm ak, onları velî edinmek olsaydı, Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem kendisine ve arkadaşı Ebû Bekir'e ibadet ve tebliğ hürriyeti sağlayan müşriklerin himayesin i kabul eder miydi? Ashabını iki ayrı kafile hâlinde Hrıstiyan bir ülkenin hükümdarının himayesin e gönderir miydi? Allah Teâlâ bu yürütmeyi durduran hükmünü inzal etmez miydi? Demek ki islâmî davetin ve dâvetçilerin maslahatına uygun olan bu nevî hareketle rle kâfirleri velî edinmek birbirind en ayrı şeylerdir.
Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem hayâtı boyunca insanları "Lâ ilahe illallah" demeye çağırmış ve ne söylediğini bilerek bu kelimeyi Söyleyenlerin muhakkak müslüman olacaklarını ifade etmiştir. Bilhassa Mekke devrinde müslüman olan insanlara ikinci bir şart olarak bulundukl arı yerleri ve çalıştıkları işleri bırakmasını teklif etmemiş, gerek Yahûdî ve Hrıstiyanların, gerekse müşriklerin işlerinde çalışan insanlara işlerini terketmed ikleri takdirde kâfirlerin ve tâğûtların velayetin i reddetmiş olamayaca klarını söylememiş; kâfir olan ailelerin i terketmel erini emretmemiştir. Tersine hicrete kadar herkes bulunduğu yerde sahip olduğu iş ve mesleğine devam etmiştir.
O halde, nasıl olur da Müslümanların demokrati k sistemler den mücerret görev almalarından tâğûtu ve kâfirleri velî edinmiş olacakları gibi bir mânâ çıkarılabilir? Bu, Müslümanları başıboş, işsiz, güçsüz, sözü sohbeti dinlenmey en basit halk yığınları hâline getirme çağrısından başka bir şey değildir. Kâfirlerin ve islam düşmanlarının istediği de budur, zâten. Buna ne Allah, ne Peygamber ve ne de aklı selim sahibi insanlar razı olur. Çağın ihtiyaç ve şartlarına uyup uymadığına bakmadan geçmişi körü körüne taklit etmenin ve gelenekse l fıkıh mirasını ezberleyi p akıl, ilim ve islâmî siyâset süzgecinden geçirmeden, ezberleme nin sakıncalarından biri de budur işte.
Şüphesiz küfrün hâkim, İslâmın mahkum, Müslümanların maznun (sanık) sandalyes ine oturtulduğu, zâlimlerin boy ölçüştüğü, dünya hayâtının müşriklere göre tanzim edildiği, kânun ve nizamların cânîyi taltif, sarhoşu takdir, imansızı tebrik, mücrimi himaye için ihdas edildiği câhiliyye ortamları İslâmın idam sehpasıdır. Böyle bir ortamda îslamdan, islamca yaşamaktan ve hakkı razı etmekten söz edilemez.
Kur'an Yusufun kıssasını naklederk en şöyle der: " Yusuf Krala:' beni ülkenin hazînelerine memur et. Çünkü ben onları iyi korur, yönetmesini iyi bilirim,'dedi"Ayet-i Kerîmenin siyak ve sibakı dikkatle tetkik edildiği zaman görüleceği üzere Yusufun görev talebettiği kral gelenekse l Mısır Firavunla rından biridir ve Mücâhid'den gelen rivayete göre Yusuf vazifesin in başına geçer geçmez kendisine tebliğe başlamış ve neticede kral Yusuf vasıtasıyla müslüman olmuştur. Kadı Beydavi.E nvaru't-Tenzİl ve Esraru't-Te'vil, 3/424
Nitekim Kurtûbî bu âyeti tefsir ederken: "Bir kısım âlimler şöyle demiştir, 'Bu âyette fazilet sahibi bir kimsenin, fâcir bir kimse ve kafir bir devlet başkanının hesabına çalışmasının mubah olduğuna delîl vardır. Ancak fazilet sahibi kimsenin, uhdesine verilen görevin kendisine karşı çıkılmayacak bir iş hususunda verildiğini ve onunla dilediği kadar ıslahat yapacağını bilmesi şarttır. Ama işi, fâcirin irâdesi, arzuları ve kötü emelleri doğrultusunda olursa, o zaman bu caiz değildir, Bir kısmı ise,' Bu husus sadece Yusuf'a mahsustur . Bugün ise caiz değildir.' demişlerdir. Fakat zikrettiğimiz şarta riâyet edildiği zaman evlâ olan görüş, birinci grubun görüşüdür." demektedi r.
Bütün bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere kâfirleri velî edinmek kavramını, onlardan mücerret görev almak şeklinde anlamak İslâmı ve islâmî hareket metodunu yeterince bilmemekt en kaynaklan an yanlış bir anlayıştır. Yukarda da değinildiği gibi kâfirleri velî edinme hükmü, onlardan görev alırken bunu meşru sayarak ve sırf dünyalık temin etmek gibi gayelerle almak, dinlerine ve idareleri ne razı olmak, onlarla birlikte sevinmek, onlarla birlikte üzülmek, gıyaben onları desteklem ek, ve her hususta onların yanında olmak, kısacası onlara mensubiye t duygusu hissetmek gibi hususlarl a gerçekleşecek bir şeydir. Nitekim müfessirler, "Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri velî edinmesin ler" âyetini izah ederken özellikle bu hususa dikkat çekmektedirler. Mesela, İbnu Cerir et-Taberi, bu Ayetin manasını şu şekilde açıklar: "Ey müminler! dinleri hususunda kendileri ne sevgi besleyece k, mü'minleri terkedip Müslümanlar aleyhine onlarla yardımlaşacak ve Müslümanların gizli ve mahrem sırlarını kendileri ne ifşa edecek şekilde kafirleri dost ve arka edinmeyin iz. Zira kim böyle yaparsa, Allah ile ilişkisi kesilmiş olur. Yani kim böyle yaparsa, dininden dönüp küfre girmek suretiyle Allah kendisind en, kendisi de Allah'tan beri olur. Ancak onların idareleri altında bulunup da nefisleri niz hakkında onlardan korkarsanız, kalblerin izle düşman olarak, içerisinde bulundukl arı küfürlerinde kendileri ni desteklem eden ve herhangi bir Müslümana karşı fiili olarak onlara yardım etmeksizi n dillerini zle dostluk ve velayet izahında bulunmanız hali müstesnadır.
Netice itibariyl e bütün imamları ya da kamu personeli ni tezkiye etmek mümkün olamayacağı gibi, sırf demokrati k sistemler den görev almaktan başka bir hareketi olmayan bütün memurları tağutu veli edinme hükmüne dahil etmek de mümkün değildir. Biz zahire bakarız. Kim ve görevi ne olursa olsun, bir kimse davasını açıkça haykırıyor ve tağutu inkar ediyorsa, sırf vazife alması sebebiyle hiç kimsenin onu tağutu veli edinmekle itham etmesi caiz değildir. Aksi halde hüküm kendisine döner. Ama tavrını kafirden ve tağutlardan yana koyanlar varsa, onlar bu açıklamalarımızın dışındadır.
Cuma Namazını Edadan Sonra Zuhr-i Âhir Adıyla Kılman Namazın Dindeki Yeri ve Hükmü
Kur'an ve sünnet Cuma namazını kayıtsız şartsız mutlak olarak farz kılınış ve edasını bir kısım şartlara bağlamamıştır. Ayrıca müçtehitlerin yaşadıkları asra gelinceye kadar Sahabe ve Tabiun nesli arasında bu namazın ikamesi için her hangi bir kayıt ve şarttan söz edildiğine rastlayamıyoruz. Ancak hicri ikinci asırdan itibaren bazı müçtehidler ellerine geçen deliller ölçeğinde Cuma namazının sahih ve muteber olabilmes i için bir kısım şartlar ileri sürmeye başlamışlar ve bu şartların mevcut olması halinde kılınan Cuma namazının sahih, eksik olması halinde sahih olmayacağını ve müslümanlarm artık onun yerine öğle namazını kılmaları gerektiğini ifade etmişlerdir.
İşte bir kısım müslümanlar, gerek müçtehit imamlar tarafından ileri sürülen bu şartların eksik olduğu gerekçesiyle, gerekse buraya kadar açıklamaya çalıştığımız daha başka gerekçelerle Cuma namazını hiç kılmayarak pramidin tepesinde yer alırken bir kısım Müslümanlar da Cuma namazını eda ettikten sonra "zühr-i ahir" niyetiyle dört reket daha namaz kılarak tabanında yer almaktadırlar. Diğer bir ifadeyle birinci grup bu hususta ifrata, ikinci grup da tefrite düşmektedir.
Şunu hemen ifade edelim ki Kur'an ve sünnette zühr-i ahir adıyla bir namazdan söz edilmediği gibi Sahabe, Tabiun ve Tebeü't-Tabiin devirleri nde de.böyle bir namazı bilen ya da kılan hiç bir kimse yoktu. Keza müçtehid imamlar da böyle bir namazın kılınmasını emir ya da tavsiye etmiş değildirler. Onlardan her biri yukarıda temas edildiği gibi ellerine geçen deliller muvacehes inde Cuma namazının farz olabilmes i için belli şartlar ileri sürmüş ve bu şartların bir kısımı veya tamamı ortadan kalktığı zaman bütün halkın Cuma namazını terkedere k günün öğle namazını kılacaklarını ifade etmişlerdir. Fakat hiç birisi bu şartların bulunmama sı veya eksik olması halinde hem Cuma namazını, hem de "kılınan Cuma namazı sahih olmamışsa " endişesiyle ihtiyaten "zuhr-i ahir" kılınmasını istememişlerdir.
Cuma Namazını Terketmen in Günahı
Buraya kadar geçen bölümlerde Cuma namazının Allah ve Resulü tarafından kayıtsız şartsız farz kılındığını ve yine kayıtsız şartsız her. türlü vasatta kılınabileceğini Kur'an ve sünnete dayalı olarak ortaya koymuş bulunuyor uz. Bu başlık altında ise, her hangi bir yoruma tabi tutmadan Cuma namazını terkeden kimseler hakkında Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem'den rivayet edilen hadislerd en bazılarını zikredeceğiz.
1- İbnu Ömer, İbnu Abbas ve Ebû Hüreyre'dan rivayet edildiğine göre onlar Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellemı minberini n basamakla rı üzerinde şöyle söylerken işitmişlerdir: "Bazı kimseler ya Cuma namazını terketmek ten kesin olarak vazgeçerler yahut da Allah onların kalplerin i mühürler de artık gafillerd en olurlar. Abdurrazz ak, El-Musannef, 3/166; İbnu Ebi Şeybe, El-Musannef, 2/61; Nevevi, Şerhu Sahih-i müslîm, 6/401-402; Nesei, Sünen-i Nesei, 3/88 Beyhaki, Sünen'u-Kübra, 3/171
2- İbnu Mes'ud (r.a)'dan rivayete göre Allah Rasûlü sallallah u aleyhi ve sellem Cuma namazını kılmayan kimseler hakkında şöyle buyurmuştur: "İçimden öyle geliyor ki bir adama emredeyim de insanlara namaz kıldırsın. Sonra da gidip Cuma namazına gelmeyen kimseleri n evlerini üzerlerine