Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale Cumaya 5 Kala...klasik Tc. Imamı..

İmam_Leknevi Çevrimdışı

İmam_Leknevi

Üye
İslam-TR Üyesi
Cumaya 5 Kala



İlkbahar mevsiminin pırıl pırıl güneşli bir cum'a günüydü. Devletten resmi müsaadesi olan vaizin, görevli olduğu camide konuşması vardı. Camiye gitmek üzere yavaş yavaş yola koyuldu.


Diyanet teşkilatından bu haftaki vaaz konusu gönderilmediği için Allah'a şükretti. Geçen haftaki bir cümlelik resmi tebliğ, kendisini bin dert içine düşürmüştü. Cum'a vaazıyla ilgili olarak gönderilen bu tebliğe göre "Laikliğin dinsizlik olmadığı" anlatılacaktı.


Fakat bunun nasıl anlatılacağı, daha açık bir ifadeyle bu işin nasıl becerileceği hiç belirtilmemişti!.



Oysa bu dinin peygamberi, aynı zamanda devlet başkanıydı. Bu dinin asli kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'de, devlet yönetimiyle ilgili birçok hükümler vardı.


Böyle bir durumda peygamberi ve Kur'an-ı Kerim'i devletten nasıl ayıracak, cemaatin gözüne baka baka "Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) bir devletin hangi hükümlerle idare edildiğine hiç karışmaz!. Bu konuda halkın kaderini, politikacılara ve yöneticilere bırakmıştır!." ifadesini nasıl söyleyecekti?



Hem sormazlar mıydı kendisine "Peki hocaefendi! Allah devlet başkanlarını madem muhayyer veya başı boş bırakmıştı da, Firavunu neden helak etti?" diye!.


Ne diyecekti o zaman?



"Allah(c.c) bir devlet başkanı olan Firavun'u, insanları ezdiği, insanlara zulmettiği için değil, aralarındaki şahsi bir meseleden dolayı helak etti!." mi diyecekti?


Oysa geçmiş peygamberlerin hepsi,



zalim devlet yöneticilerini Allah'a kulluğa davet etmişler ve toplumların idaresiyle ilgili hak hükümleri tebliğ etmişlerdi. Zulme rıza göstermeyen Allah(c.c), bütün insanları adalete davet etmiş ve bu adil hükümlerin ne olduğunu da Kur'an-ı Kerim'de beyan etmişti. Şimdi bütün bunları göz ve akılardı ederek İslam'ın laik bir din olduğu nasıl anlatılacaktı?


Vaazdan önceki iki-üç gün hep bunu düşünmüş, fakat hiçbir çıkar yol bulamamıştı!.


Bu konuda Babanın ve bazı politikacıların söylediklerini tekrarlamaktan başka çaresi yoktu. Çünkü bu meseleyi en güzel onlar kıvırıyor, en saçma yorumu, en büyük bir ciddiyetle onlar söylüyorlardı. Nitekim geçen haftaki cuma hutbesine bu düşüncelerle çıkmış, laikliğin dinsizlik olmadığını adeta bir politikacı gibi anlatmıştı. Fakat "Benim işçim, benim köylüm.." diyen Babanın üslubundan etkilenerek, vaazında "Benim cemaatim, benim müslümanım,"benim kullarım.." elemesi, cemaatteki birkaç kişinin nedense sinirlenmesine sebeb olmuştu!.


"Her neyse" dedi kendi kendine!. Hutbede bütün anlattıkları için tekrar tekrar Allah'a tevbe etti. Zaten buna benzer bütün vaazlardan sonra tevbe etmeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Bu haftaki vaazla ilgili resmi tebliğin gelmediğini düşününce, içinin yeniden rahatladığını hissetti.


Ama ne konuşacaktı?



Bu haftaki vaaz konusu ne olmalıydı?


Oraya varınca bir konu bulur konuşurdu!.. "Yok.. Yok.." dedi kendi kendine, konuşacağı konuyu yolda tasarlamalıydı.


Gençlik Kitabevinin önünden geçiyordu.. İçeride oturan ve birbiriyle konuşan iki genci görünce yüzünü buruşturdu


Ne inatçıydı şu gençler!.


Bir şey okumasınlar, bir şey öğrenmesinler, hemen ellerine kitabı alıyorlar, kapı kapı geziyorlardı. Kendisine de gelmişler, "Hocam bak kitapta ne yazıyor" demişlerdi.


Fesuphanallah.!


Sanki o bilmiyordu, sanki o okumamıştı kitapları!.


Ne olacak, hepsi ukalalık yapıyordu!. Hayatı tanımamışlardı, geçim derdini nereden bileceklerdi ki!. Onlar kendisine kitabı uzattıkları zaman, o da gençlere cebindeki borç listesini uzatacak ve onlara "Siz de bunu okuyun" diyecekti.


Ama, çocukla, çocuk olunmazdı ki!.


En iyisi sabretmekti ve kendisi de büyük bir olgunluk göstererek sabretmişti. Zaten kendisi gibi saygın bir vaize bu yakışırdı.


Adımlarını sıklaştırdı.



Biran önce oradan uzaklaşmalıydı. Ne olur ne olmaz, belki kitaplarda bir şeyler daha bulmuşlardır diye düşündü. Geçen hafta kitabevinin önünden geçerken on altı, on yedi yaşlarındaki çocuğun sözlerine canı çok sıkılmıştı. Çocuk kendisine bir tüccarmış gibi bakarak "İyi işler, bol kazançlar" demişti.


Oysa camiye gidiyordu, dükkan açmaya değil!.


Bu sözün o kadar tesirinde kalmıştı ki, cami cemaatını arkasına alıp, tekbir için ellerini kaldırırken, sanki dükkanın kepenklerini kaldırıyordu.



"Her neyse" dedi.


Bu gençleri görünce aklına hep kelime-i tevhid geliyordu. Bu günkü vaazda kelime-i tevhid üzerinde durayım, cemaate bu kelimenin önemini anlatayım diye bir düşünce geçti içinden!.


Cami, merkezi bir yerde bulunuyordu. Diğer vakitlerde birkaç kişiden fazla cemaat yoktu ama cum'a namazında tıklım tıklım dolardı. Hatta şimdiden gelip oturanlar bile vardı.


Evet, kelime-i tevhidi anlatmalıydı!.


Zaten gençler de kendisini bu yüzden tenkid ediyorlar, "Allah'a kul olmak için camiye gelen insanlara, kulluğun en önemli iki meselesi olan tevhid ve şirki neden anlatmıyorsun, bu gerçekleri neden gizliyorsun?" diyorlardı.


Bu ifadedeki "Gizlemek" kelimesi onuruna dokunuyordu. Oysa cemaatten hiçbir şeyi gizlemiyordu. Tevhid ve şirk meselesini de gizlememişti. Sadece bu gerçekleri anlatmamıştı, o kadar!



Anlatmamak ayrı şey, gizlemek ayrı şeydi.


Mesela para dolu cüzdanını kaybetse ve bu cüzdanının yerini bilen bir adam, ona cüzdanın yerini söylemese, cüzdanı gizlemiş mi olacaktı?


Durdu!. bu örnek hoşuna gitmemişti..


Tamam dedi kendi kendine, bugün kelime-i tevhidi anlatmalıydı.


Ama nasıl ve nereden başlayacaktı?


Konuşmak kolaydı fakat konuşmanın sonunda gelebilecek sorumluluk ve yükümlülükleri de bir gözden geçirmeliydi. Kaç kişinin bu yüzden başı derde girmişti. Allah'ı razı etmek isterlerken, devlet büyüklerini kızdırmışlardı.


Hiç böyle yapılır mıydı?


Burası başıboş bir ülke değildi ki! Birçok namussuz başa geçmişti. İçinden söylediği "Namussuz" kelimesini acaba duyan oldu mu endişesiyle etrafına bakındı. Yakınında pek kimse yoktu fakat yine de dikkatli olmalıyım diyerek kendisini tekrar ikaz etti.



Kelime-i tevhid,


"La ilahe illallah",


"Allah'tan başka İlah yoktur, ancak Allah vardır."


Neydi bu cümle?


Neler anlatıyordu?


Neyi tasdik ettiriyor, neleri inkar ettiriyordu?


Bir duygu ve düşünceyi anlatan kelimeler topluluğuna cümle deniyordu. Peki kelime-i tevhidi ifade eden bu cümle, günümüzde hiçbir şey düşündürmüyor, hiç bir şey anlatmıyor muydu?


Oysa ki bu cümle,


Resulü Ekrem(s.a.v.) döneminde tahtları, sarayları, köşkleri sarsıntıya uğratmış, yerle yeksan etmişti. Şimdi ise


"Elhamdülillah müslümanız" diyen insanları bile etkilemiyordu. Çünkü bu cümleye değişik anlamlar yüklenmiş, cümlenin gerçek anlamı ve etkisi kaybolmuştu. Kelime-i tevhide yabancı olan bu batıl anlamları çıkarmak ve kelime-i tevhidin gerçek anlamını açıklamak ise hiç kolay değildi.


Camideki cemaatın durumunu tekrar gözden geçirdi. Kelime-i tevhidi açıklarsa, cemaatten İtiraz edenler olacaktı. Çünkü kelime-i tevhidin gereği olarak, insanlara ilahlık taslayan bütün politikacıların, insanlara ilahlık taslayan bütün İdeolojilerin, bütün sistemlerin, bütün devletlerin reddedilmesi gerekecekti.


Tevhid, sadece ve sadece Allah'a kulluk etmekti.


Hakim olarak, hüküm koyucu olarak sadece Allah'ı kabul etmekti. Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan kişiler, hüküm koyan merciler varsa, Allah'ın hukukuna tecavüz ederek insanlara ilahlık taslayan bu kişilerin, bu mercilerin reddedilmesi gerekirdi.


Cemaati düşündü!. Hayli saf olan bu cemaat kendisinden örnek ister "Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyan bu namussuzlar kimdir?" diye soru da sorarlardı. Olsun, sordukları zaman parmağıyla Ankara'yı göstererek "İşte oradakiler!." derdi.


Hemen durdu..


"Çüüş" dedi kendi kendine!. Farkında olmadan neler, ne tehlikeli düşünceler geçiriyordu içinden! Tıpkı genç müslümanlar gibi düşünmeye başlamıştı. Zaten o geçim derdini bilmeyen gençlere göre bu gerçeklerin anlatılması lazımdı. Nitekim bu konuda kendisine Örnek olarak falan caminin imamı Ahmed hocayı gösteriyorlardı. Söylediklerine göre bu hoca, cemaate tevhid ve şirkle ilgili bütün gerçekleri anlatıyormuş. Hatta şikayet üzerine soruşturmaya gelen savcı bile, hocanın anlattıklarını dinledikten sonra müslüman olmuş.


Peki ama,


kendisine gönderilecek olan savcının da müslüman olacağı ne malum!. Adam ya azılı kafirin biriyse, o zaman ne olacak?


Evet, bütün bunları dikkate almalıydı. Uzun yıllardır tevhid ve şirkten habersiz olan cemaat, bu gerçeklerle karşılaştıkları zaman şüphesiz şaşıracaklardı. Camide "Ey Allah'ım", camiden çıkınca "Ey parti liderim, ey devletim" diyen bu vatandaşların çoğu itiraz edecekti anlatılan gerçeklere. "Saptırmış bu vaiz, diğer imamlar, diğer müftüler bunu bilmiyor mu?" diyeceklerdi.


Ne diyecekti o zaman?


"Bu gerçekleri anlatmayan namussuzlar, dilsiz şeytanlardır" dese, bütün şeytanlar başına üşüşürdü!.


Ayrıca bu gerçekler, cemaati de dağıtırdı. Haftada bir kere cuma namazına gelerek cennetlik olduklarını zanneden bunca insan, cennetin böyle ucuz olmadığını anlayınca camiye de gelmezlerdi. Hiç değilse haftada bir kere dolan bu camiler boş kalır ve millet, namazı, abdesti unuturdu. Hatta beş vakit camiye gelen hacılar ve emekliler de gelmez olurlardı camiye. Milleti camide cemaatleştirmeye çalışanlar da kızarlar ve belki de kendisini, yahudiye hizmet etmekle suçlarlardı.



Sıkıntı ile iç geçirdi!.


Oysa ne güzel namazı, abdesti anlatıyordu. Uzun uzadıya taharetlenmekten bahsediyordu!.


Hiçbir mahzuru olmayan bu konuları rahat rahat anlatabiliyordu. Ama iş tevhid ve şirkin anlatılmasına gelince, durum farklıydı. Çünkü kelime-i tevhidi ifade eden bu cümlenin altında çok manalar vardı. Bunlar anlatılmaya başlandığı zaman şirk ve müşrik kavramları da kendiliğinden gündeme gelecek ve işler o vakit daha da karışacaktı. Bilerek veya bilmeyerek Allah'tan başkasına kulluk edenler, tağuta isteyerek itaat edenler ateş püskürecekler-di. Bazıları "Yahu bu adam bize resmen müşrik diyor" diyecekler, bazıları da "Yok yahu resmen değil, bu âdâm gayri resmi olarak konuşuyor, bu adam İrticacı" diyerek yaygarayı basacaklardı.


Bir çoğu da "Bu adam gerçekten sapıtmış. Bize nasıl müşrik der? Kıldığımız namazı, tuttuğumuz orucu, gittiğimiz haccı görmüyor mu? Bizden daha ne İstiyor? Gidip namaz kılmayanlarla, Allah'ı inkar eden ateistlerle uğraşsa ya!. Biz tağuta kulluk yapıyormuşuk!. İftiraya bak.. Biz daha tağut kelimesinin ne olduğunu bilmiyoruz, değil ki ona kulluk yapalım.." diyeceklerdi. Kalbi yine sıkışmıştı!.


Geçirdiği iki kalp krizini hatırladı. O zaman ölmemişti ama bir gün mutlaka ölecekti. Anlattıklarından ve anlatmayıp sakladıklarından, yani saklamak değil de, saklamayıp anlatmadıklarından hesap verecekti. Kalbi daha fazla sıkıştı!.


"Hakkımda ne derlerse desinler, anlatacağım" dedi, Anlatması lazımdı. Çünkü bir insan sadece namaz kılmakla, sadece oruç tutmakla müslüman olmazdı, olamazdı. İslam'ın ilk şartı, kelime-i tevhid idi. Kelime-i tevhidin manasını ve gereğini bilmeden, bu gerçeği tasdik etmeden bir insanın müslüman olması mümkün değildi. O halde anlatmalıydı, anlatmalıydı bu gerçekleri.


Evet,


anlatacaktı! İster sapık desinler, ister bağırsınlar, isterlerse camiye hiç gelmesinler, anlatılması gereken gerçeği anlatacak, hiç olmazsa üç-beş insanın kurtulmasına vesile olacaktı.


Ammaa ya hükümete şikayet ederlerse?


Gerçi şikayet etmelerine de gerek yoktu. Çünkü caminin hopörlörü dışarıya da uzanıyordu.


"Ooo oooff" diyerek sakalsız yanağını kaşıdı.


Ne yapmalıydı?


Konuşması mutlaka faydalı olacaktı.. Cuma namazına gelen gençleri düşündü. Temiz bir yaprak gibi olan bu gençlere, bu samimi gençlere mutlaka anlatılmalıydı. Kim-bilir belki cemaatten de bu konuları merak edenler vardı.


Ama sormuyorlardı ki!.



Bankadan alınan faizle ne yapılacağını, köprü ve baraj senetlerinin gelirini soruyorlar, kelime-i tevhidin gerçek manasını sormuyorlardı!.


Muamelattan sormuyorlardı!.


Allah'ın dostuna dost, düşmanına düşman olmanın ne anlama geldiğini sormuyorlardı!.


Allah'ın dostunun ve düşmanının kim olduğunu sormuyorlardı!.


Allah'ın hükmüne rağmen hüküm koyanların kim olduğunu sormuyorlardı!.


Gayri ihtiyari içinden yükselen


"İyi ki sormuyorlar" ifadesinin, Rahmani mi yoksa nefsani mi olduğunu pek anlayamadı.


Camiye epey yaklaşmıştı.


Ticarethanesinin kapısını kapatarak cuma namazına gelmeye hazırlanan tüccar Arif bey kendisini görmüş, hürmetle selamlamıştı. "Namussuz herif" dedi içinden. Yaptığı işin kılıflı tefecilik olduğunu söylese, kendisine bu hürmeti göstermezdi. Vitrindeki mobilyayı görünce, evini hatırladı. Evindeki yatak odası takımını, avizeleri ve diğer eşyaları düşündükçe keyiflendiğini hissetti. Evinde pek eksik yoktu. Karısı aklına gelince "Allah beni onsuz bırakmasın!" diye halisane bir duada bulundu. Becerikli karısının yaptığı çörekleri, börekleri hatırlayınca sanki yeniden acıkmıştı.


Bugün de kalbura basma yapacaktı!.


Televizyon geldi aklına, cuma olduğuna göre ikinci kanalda sinema vardı. Kalbura basmayı filmi seyrederken yerdi.


Camiye varınca tüccar Arif beyin hediye ettiği saatine baktı.


Cumaya beş vardı!.



Şimdiye kadar birçok kez, cuma namazına gelirken kelime-i tevhidi anlatmayı düşünmüş fakat cumaya beş kala bu düşündüklerinden vazgeçmişti!.


Vakit, yine cumaya beş vardı ve ne konuşacağını yine pek bilmiyordu. Kelime-i tevhidi, hapiste olan müslümanları, tüccar Arif beyi, yeni misafir odası takımını, avizelerini, halılarını, karısını, kalbura basmayı ve televizyondaki filmi tekrar düşündü.


Karar vermişti.



Daha erkendi!. Kelime-i tevhidin anlatılması için zaman ve zemin müsait değildi. Bu düşünce sanki içini rahatlatmıştı. Zaman ve zemin müsait olsa elbette, elbette anlatırdı.


Hiç kimseden korkmadan kürsüye çıkar, tevhid ve şirkin ne olduğunu açık açık herkese anlatırdı. Çünkü biliyordu, biliyordu bütün bu gerçekleri. Sahi ya,


o bu gerçekleri camilerde değil, kitaplarda Öğrenmişti. 0 halde bu meseleleri bilmek isteyenler de kitaplardan Öğrenebilirdi. Bu meseleler, böyle bir zamanda camilerde anlatılamazdı ki!


Hatta geçenlerde müftü efendi kendisine vaazda ne anlatacağını sormuş,


o da şakadan, şaka olsun diye,



Vallahi şaka olsun diye, "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir.." mealindeki Maide suresi 44. ayet-i kerimeyi cemaate açıklayacağını söylemişti!


Aman Ya Rabbi.


Sen misin bunu diyen? Müftü öyle kızmış, öyle bağırmıştı ki, o zamandan bu yana değil bu ayet-i kerimeyi, Maide suresinden hiçbir ayet-i kerimeyi okumaya cesaret edememişti.



Müftü olacaktı sözde,


şaka söylediğini nedense anlamamıştı!. Oysa bu gibi ayet-i kerimelerin açıkça anlatılmayacağını, geçim sorumluluğu taşıyan her din görevlisi bilirdi!.


Zaman ve zemin müsait olsa, tabi ki bu durum değişebilirdi. Fakat şimdi müsait değildi. Bu gibi gerçekler, cemaat içinde fitne çıkarırdı!.


Cumaya beş kala yine fikrini değiştirmiş ve bu gibi tehlikeli konuları şimdilik anlatmayayım düşüncesiyle camiye girmişti!.


Caminin bahçesinden geçerken, bahçedeki yeni yeni tomurcuklanan ağaçlar dikkatini çekti. Evet, ağaçlardan ve ağaç dikmenin faziletinden bahsedebilirdi. Konuşma konusunu bulduğu için sevindi. Sık sık anlattığı bu konu için hazırlanmasına da gerek yoktu.


Büyük bir huzurla camiye girdi. Cemaatten birisinin hürmetle tuttuğu cübbesini giyerek, kürsüye oturdu. Bu kürsü oldum olası çok hoşuna gidiyordu. Cemaate göz gezdirdi ve kendisinden emin bir sesle konuşmaya başladı.


Müezzin vakit ezanını okurken, cemaat birbirini dürtüklüyor, uyuyanlar birer birer uyandırılıyordu..
 
İmam_Leknevi Çevrimdışı

İmam_Leknevi

Üye
İslam-TR Üyesi
Esselamu Aleykum Ve Rahmetullah


Uğrunda nice alimlerin canını verdiği bu değerli mirasın sahibi rasulullah (s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“ALLAH ilmi kullarından bir anda çekip almaz.Ancak alimlerin canlarını alarak ilmi çekip alır.Ta ki hiçbir alim kalmaz.İnsanlar cahil liderler edinirler.(Böylece) Hem sapıtırlar,Hem de (insanları) saptırırlar."


(Muttefekun Aleyh)


Evet içinde yaşadığımız şu asrın Alim(!) diyeceğimiz nede çok önderleri var ki,insanlık ilim deryasında yüzmekte (!) adeta cehalet kavramı bataklıklara gömülmektedir(!).Rububiyyet,Uluhiyet ve risalet Alim(!)lerimizin irşad ve davetleriyle zihinlere ne kadar da güzel oturtulmuş ki,insanlık zulümden emin.huzurlu ve saadet içerisinde yaşayıp gitmekte(!).Sizde şahidmisiniz?


Şahidmisiniz! ALLAH’tan korkmayan cahillerin insanlığı dalalete sevkettiğine,Şahidmisiniz! sadece ismini taşıdıkları islam’ın manasını bile bilmediklerine,Şahidmisiniz! kafirin zulmünü insanlara bu dini hakkıyla anlatan Alimlerin durdurabileceğine ve bunu da sizden başkasının yapamayacağına şahidmisiniz.O halde Kardeşler, bu uğurda öncü olan Ashab-ı Suffe gibi-ecrini ALLAH’tan bekleyerek-Bazen aç kalmakla,Ahmed ibn. Hanbel gibi bazen işkence görmekle,İbn Teymiyye gibi bazen ALLAH yolunda cihad etmekle ve yeri geldiğinde Seyyid Kutub gibi Şehadeti tercih etmekle Peygamber efendimiz(s.a.v)’in mirasına azı dişlerimizle yapışalım.Öncelikle Ebu Hureyre (r.a) gibi Rasulullah’ın (s.a.v) mirasının faziletini anlamamız gerekir ki,Niceleri dünya meşgalesiyle uğraşırken biz ilim okuyalım,yılmayalım ve bu yoldan bıkmayalım.ALLAH bu uğurda bizleri Müslümanlara önderlik eden,Salih,ihlaslı ve muttaki Alimlerden kılsın.(Amin).
 
Üst Ana Sayfa Alt