Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Dar’ul-harb Ve Dar’ul- Islam

HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
DAR’UL-HARB VE DAR’UL- İSLAM

1 - Hanefi mezhebine göre dar’ul – harb’in hükmü
2 -Şafi mezhebine göre dar’ul – harb’in hükmü
3 -Maliki mezhebine göre dar’ul – harb’in hükmü
4 -Hanbeli mezhebine göre dar’ul – harb’in hükmü
5 -Şia mezhebine göre dar’ul – harb’in hükmü
6 -Zahiriyye mezhebine göre dar’ul – harb’in hükmü
7 -Zeydiyye mezhebine göre dar’ul – harb’in hükmü
8 -Dar’ul-harb ve Dar'ul İslam kavramlarının neticesi
9 -Dar’ul-harb konusunda sonuç:
10-Dar’ul-harb’te kafir düzene Vergi Vermek
11-Dar'ul-harb'te Rüşvet sorunu
12-Dar'ul-harb'te Kumar ve Faiz meselesi
13-Cihad Hükmü , Şartları ve Nefir
14-Silahlı Cihad ; Büyük mü , Küçük mü?
15-Şehid Abdullah Azzam’a göre “Saldırganı defetme kaidesi”
16-Şehadet eylemine intihar deme zulmü !
17-Siviller Kimlerdir ? Düşman askeri olmak için yeşil giyinmek şart mıdır ?
18-Düşmanın , sivil insanları ve çocuklarının öldürülmesi
19-Müslümanların ve Çocuklarının Ölmesi
20-Türkiye Gibi Dar'ul-Harb olan ülkelerde Cuma Namazı Kılınır mı ?
21-Dar'ul-Harb'te Bayramlar, Törenler ve Müslümanın Tavrı

Orijini
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
1-HANEFİ MEZHEBİNE GÖRE DAR’UL- HARBİN HÜKMÜ

Hanefi mezhebi, Darul harb kavramının tarifinde hükümlerin icrası, otoritenin hakimiyeti, emniyeti ve korkunun dikkate almıştır. Bu konuda İmam Ebu Hanife şöyle diyor: “ Darul harbe dönüşür: Birincisi; Darul harbe bitişik olması.

İkincisi; orada ilk emanları üzre müslümanların ve zımmilerin kalmaması.

Üçüncüsü; orada ahkam-ı şirkin tatbiki (El-Mebsut / İmam Serahsi )

Dikkat edilirse imama göre Darul harb; müslümanların içerisinde korku ve kuşkuyla gün geçirdikleri ve ahkam-ı şirkin icrasına sahne olan her beldenin adıdır. İmam Ebu Hanife ihtilaf-ı dareyn (İki dar) meselesinde darın içerisinde oturanlara emanı nisbet etme esasına itibar etti. İçerisinde mutlak olarak emanın müslümanlara ait olduğu dar, darul islamdır.Müslümanların içerisinde (İslami hayatları hususunda) emin olmadıkları dar da,darul harbdir. (Tavali-ul Envar Şerh-u Durr-ul Muhtar / Es-Sundi)

Gerek İmam Ebu Hanife’nin ve gerekse imam Muhammed ile İmam Ebu Yusuf’un bu görüşleri bazıları tarafından yanlış tevil edilmektedir. Bakınız İslam aleminde fıkıh ilmi üzerindeki inceleme ve araştırmalarıyla tanınmış bazı müellifler şöyle diyorlar: “İmam Ebu Hanife’nin bu görüşüne göre İslam Ülkeleri darul islam sayılırlar. Çünkü bugünkü islam ülkelerinde müslümanlar için emniyet vardır. Bu günkü islam ülkelerinde küfür yasaları her ne kadar açıkça icra olunuyorlarsa da emniyetin varlığından ötürü darul harbtirler diyemeyiz.”

Evvela şunu söyleyelim: Bu görüş ve yorum hakikatsız bir safsatadır.Çünkü bu günkü İslam ülkeleri kendilerinin de ifade ettikleri gibi, ahkam-ı şirkin istilası altındadırlar. İstila altındaki islam ülkelerinin bir çoğunda İslam’i bir devletin kurulması için çalışmak suçtur. Şeriat-ı garranın üzerinde titizlikle durduğu emniyetlerin hiç biriside yoktur.

Yukarıdaki hakikatsiz safsataya saf bir şekilde aldanmamak için evvela şeriatın emrettiği emniyet çeşitlerini ve bu emniyetlerin nasıl ve ne şekilde sağlanacağını öğrenmek lazımdır. Bu konuda İmam Gazali şöyle der : "Şeriatın insanlardan istediği beş şeydir; Din emniyeti, Can emniyeti, akıl emniyeti, nesil emniyeti ve mal emniyetidir. Bu beş şeyin muhafazasını temin eden her şey maslahattır,bunlara zarar veren şeyler ise mefsedettir. Mefsedeti ortadan kaldırmak ise maslahattır.(El Mustasfa / İmam Gazali )

Hiç şüphesiz Şeriat; Din emniyetini, bidatları, hurafeleri ve asılsız şeyleri anlatmayı yasaklamayı ve bu işe teşebbüs edenleri cezalandırmakla (Mesadır-ut Teşri-il İslamî fima nassa fihi / Abdulvahhab Hallaf)

Can emniyetini kısasa kısas düsturuyla (Kitab-ut Tahrir / İbn-i Humam)

Akıl emniyetini sarhoşluk veren şeyleri içenlere hadd uygulamayı emretmekle(El İhkam fi Usul-il Ahkam / Amıdî)

Mal emniyetini hırsızlık, yol kesmeyi, gasb ve faizi yasaklamakla (El Veciz fi usulil fıkh / Abdulkerim Zeydan)

Nesil emniyetini de zina ve iftirayı yasaklamak ve yapanları cezalandırmakla sağlamıştır. (El Muvafakat fi usulişşeriat / İmam Şatıbî )
Şimdi “Bu günkü İslam ülkelerinde müslümanlar için eman şartı vardır” diyenlere soruyoruz:
Bu günkü İslam ülkelerinde bidat,hurafe ve asılsız şeyleri anlatanlar korku içinde midirler yoksa emniyette midirler ?
Haksız yere cana kıyanlara hadd uygulanıyor mu?
Bu darul islam saydıkları ülkelerde akıl emniyetini tahrip eden içki ve benzeri şeylerin fabrikaları açık değil mi ?
Yine bu içki fabrikalarını bekçiler beklemiyorlar mı? İçki satan ve içenlere hadd uygulanıyor mu?Nesil emniyetini yok eden genel evler açık değil mi ?
Bu genelevlerde zina edenleri polis ve bekçi beklemiyorlar mı ?
Mal emniyetini yok eden faiz serbest değil mi?
Bankaları polis ve bekçi beklemiyor mu?
Bütün bu emniyetlerin tahribatlarından sonra kalkıp “Bugünkü İslam ülkeleri, İmam Ebu Hanife’nin eman şartına göre darul harb değil, darul İslam’dırlar” demek doğrudan doğruya İmamı istismar etmektir. Onun görüşlerini çarpıtmaktır. Kim ne derse desin, Bu günkü islam ülkelerinde din, can, mal, nesil ve akıl emniyeti ortadan kalkmış, bunun yerine katil emniyeti, iftiracıların emniyeti, zinakarların emniyeti, faizcilerin emniyeti, bidat ve hurafelerin emniyeti, içki fabrikalarının ve içkinin akıllarını dağıttığı sarhoşların emniyeti iktidar olmuştur.
Artık İslam coğrafyasında gün; faizcilerin, kumarcıların, iftiracıların, zinakarların, bidatçıların ve sarhoşların günüdür. İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed’in darul harb hakkındaki görüşleri şöyledir : “Müslümanların darı, içerisinde ahkam-ı şirkin izhar olunması ile darul harbe dönüşür. Ülkenin bize (müslümanlara) veya onlara (gayri müslimlere) nisbeti kuvvet ve hakimiyet iledir. Ahkam-ı şirkin izhar olunduğu her yerde kuvvet müşriklere ait olduğundan, o yer darul harbtir. İslam hükmünün zahir olunduğu her yerde de kuvvet müslümanlarındır.(El Mebsut / İmam Serahsi )

Gerek İmam Muhammed ve gerekse İmamı Ebu Yusuf’un görüşüne göre ahkam-ı şirkin istilası altında bulunan bu günki İslam ülkeleri(!) birer darul harbtirler. Ebu Hanife’nin şartını tevil ederek bugünkü İslam ülkelerine darul islam diyenler bile imameynin görüşüne göre bugünkü islam ülkelerinin birer darul harb olduğu hususunda şüphe etmemektedirler.(Asar-ul Harbi fi fıkhil İslami / Vehbe Zuhaylî, El Cerimetu vel Ukubatu / M.Ebu Zahrâ )

Çünkü hükümlerin hakimiyeti açısından bakıldığı zaman görülecektir ki; İslam coğrafyası İslam’i hükümlerin değil, şirk hükümlerinin hakimiyeti altındadır. İmameyn’in değerlendirmesinde temel kıstas ahkam-ı şirkin hakimiyeti ve açıkça icrasıdır.Bundan ötürüdür ki; “Darul harb bir darul Kahr ve galebedir” denilmiştir. (Şerh-us Siraciyye / El-Fenarî )

Hanefilerin darul harb kavramının tarifi ile ilgili görüşlerini özetlersek deriz ki; Hanefilere göre dünya iki dardır. Darul harb ve darul islam.
Darul islam darul harbe dönüşebilir. Darul harb; kafirlerin reisinin riyasetinde açıkça ahkam-ı küfrün uygulandığı, müminlerin din ve dünya işlerini yürütme imkanından mahrum kaldıkları, can, mal, nesil, akıl ve din emniyetleri konusunda korku ve kuşku içinde bulundukları, kafirlerin ise emniyet içinde dolaştıkları beldenin adıdır. Yani kuvvet ve hakimiyyet konusunda müslümanların mahkum, kafirlerin ise galib oldukları tüm beldeler darul harbtirler.


Bununla birlikte meşhur Fetavayi Hindiye kitabında aynen şunlar kayıtlıdır

DAR-I HARBİN , DAR-İ İSLAM OLMASININ ŞARTI

Dar-i harb , ancak , tek bir şartla , dar-i İslam olur : O da , içlerinde , İslam’ın hükmünü izhar etmektir.

DAR-İ İSLAM’IN , DAR-İ HARB OLMASININ ŞARTI

Ziyadat isimli kitapta , İmam Muhammed (R.A) , şöyle buyurmuştur:

İmam Ebu Hanife (R.A.) ‘ye göre , dar-i İslam , - şu- üç şartla , dar-i harb olur.

1 ) Kafirlerin hükümlerini , aleni olarak icra etmek , İslam hükmüyle , hükmetmemek .

2 ) Dar-i harble , dar-i İslam arasında , bir İslam yurdunun bulunmaması ; dar-i harbe bitişik olmak.

3 ) Kafirler istila etmeden önce , sabit olan güvenin kalmaması.

Bu meselenin üç yönü vardır :

Ya harbiler yurdumuza galib gelir ; veya , bir topluluk irtidad edip , üstünlük sağlayarak , memleketimizde kafir ahkamını icra eder. Veya , ehl-i zimmet , (Bir İslam devletinin himaye ve uyruğunda olan hırıstiyanlar) ahdini bozup , yaşadıkları yerlere galebe çalarlar.

Bu hallerin üçünde de , önceki üç şartın bulunması gerekir.

İmameyn’e (İmam Muhammed ve İmam Yusuf) göre ise , bu durumda , bir şart yeter ; başkası gerekmez. O da , küfür ahkamını izhar etmektir.(Açıktan yapmaktır) Bu kıyastır.

FETAVAYİ HİNDİYYE

Tercüme : MUSTAFA EFE

Cilt 4 Sayfa 137- 138 – 249 Akçağ yayınları
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
2- ŞAFİ MEZHEBİNE GÖRE DAR’UL- HARBİN HÜKMÜ

Şafii ulemasından El-Buceyremi şöylediyor: “Darul küfürden murad;küffarın sulh ve cizye olmaksızın ve daha önce darul islam olmadan istilaları altında bulunan ülkedir.Bunun dışında kalan yerler ise darul islamdır." (Haşiyetu Minhac / El-Buceyremi )

Şafii ulemasından Abdulkadir-ul Bağdadî şöyle diyor: “İslam davetçilerinin bir zorlama, bir tehlike ve cizye olmaksızın “davet-ul islamı” izhar ettikleri zımmiler kendi baskıları altına alamadıkları her dar,darul islamdır. Ama içerisindeki durumlar bu anlattıklarımızın zıddına iseler o zaman o belde darul küfürdür".(Kitab-u Usuliddin / El-Bağdadi )

Yani içerisinde karşılaştıkları, zımmiler üzerinde islam ahkamlarını uygulanmaktan mahrum oldukları, ehl-i bidatın ehl-i sünneti kendi baskı ve kuvvetleri altına aldıkları her belde darul küfürdür.
Şafii ulemasından Er-Remeliden sual edildi: “Endülüs memleketlerinden Aragonda hıristiyan sultanın zimmeti altında müslümanlar yaşamaktadırlar. Onlardan aldığı arazi haracından başka, hükümdar ne mallara ne de nefislere yönelik bir zulümde bulunmuyor. Namaz kıldıkları camileri var, Ramazanda oruç tutuyorlar, tasaddukta bulunuyor. Hıristiyanların eline esir düşenleri fidye vererek kurtarıyorlar. Açıkça ve gereği gibi islam hukukunu tatbik ediyor ve aynı şekilde şeriat esaslarını izhar ediyorlar. Dini fiillerinde hiçbir müdahaleye maruz değiller. Hutbelerde, bir şahsın adını belirtmeden, İslam sultanlarına dua ederek onları muzaffer ve kafir düşmanlarını helak etmesini Allah’tan diliyorlar. Buna rağmen, küfür diyarında ikametle günah işlemekten korkuyorlar. Böyle bir diyardan hicret etmeleri kendilerine vacib mi, değil mi?”
Bu suale Er-Remeli şöyle cevap verdi “Dinlerini izhara muktedir oldukları için bu müslümanların kendi ülkelerinden hicret etmeleri vacib değildir. Çünkü Allahrasulü de Hz.Osmanı Mekke’de dinini izhara muktedir olduğu için Hudeybiye sulhü sırasında oraya göndermişti. Bu müslümanların hicret etmeleri caiz değildir. Zira orada ikametleriyle başkalarının müslüman olması umulduğu gibi, orası da darul islamdır, hicret ederlerse darul harb olur”(Fetavar-Remeli / Er-Remeli)

Dikkat edilirse Er-Remelinin bu fetvasından anlaşıldığına göre darul harb; açıkça ve gereği gibi İslam hukukunu tatbik eden müslümanların bulunmadığı her beldenin adıdır. Şafii ulemasından İbn-u Hacer-il Heytemi şöyle diyor: “Bir kere bir darın darul islam olduğuna hükmedildikten sonra, artık o dar mutlak olarak darul küfür olmaz” (Tuhfetul Muhtaç / İbnu Haceril Heytemi )

Yani darul islam olan bir belde daha sonraları kafirlerce istila edilse de, müslümanlar oradan gitseler de orası darul islamdır.

Şafii ulemasından İmam Nevevi şöyle diyor:
“Darul harb üç kısımdır:

1-Müslümanların meskun bulundukları yerler,

2-Müslümanların fethedip gayri müslim ahalisinin cizye karşılığında iskan ettikleri yerler,

3-Başlangıçta Müslümanların meskun bulundukları, fakat daha sonra gayri müslimlerin istila ve hakimiyetleri altına geçen yerlerdir.

Ancak ben bazı muteahhirin şunu zikrettiklerini gördüm: Şayet (Bu üçüncü kısımda)zikredilenin içerisinde müslümanlar (Ahkam-ı şeriatle hümetmekten) men olunmuyorlarsa orası darul İslam’dır. Yok müslümanlar (Kafirlerin istila ve hakimiyetleri altına giren yerlerde ahkam-ı şeriatle hükmetmekten) men olunuyorlarsa o zaman o belde darul küfürdür. (Ravdatut talibin / İmam Nevevi )

İmam Nevevi’nin yukarıdaki açıklamasına yine Şafiilerden Es-Subkî şöyle cevap veriyor:
“ (İmam Nevevi’nin başlangıçta müslümanların meskun bulundukları, fakat daha sonra gayri müslimlerin istila ve hakimiyeti altına girip içerisinde müslümanların şeriat ahkamıyla hükmetmekten men olundukları beldenin) darul küfür olduğunu söylemek sahihtir. Ancak bu belde sureten darul küfürdür. Hükmen darul küfür değildir.” (Tuhfetul Muhtaç / İbnu Haceril Heytemi )

Görüldüğü gibi şafii uleması ; bir zamanlar müslümanların meskeni ve toprağı iken, daha sonra kafir mustevlilerin istila edip içerisinde ahkam-ı şirki tatbik ettikleri, şeriatın ahkamıyla hükmetmek isteyen müslümanların şiddetle men olundukları, zindanlara şeriatın tatbikatını istemekten ötürü atılıp işkence gördükleri, tağutların ilke ve inkılaplarına tabi olmaya zorlandıkları beldeler hükmen değil, sureten darul küfürdürler demektedir . Şunu da unutmayalım ki; şafiilere göre darul islam olan beldeler, kafir mustevlilerin istilaları ve zulümleri neticesinde sureten darul harbe dönüşürler.

Bilindiği gibi Mekke’de fetihten önce şirk hükümleri uygulanmakta idi. Mekke’den Medine’ye hicret etmeye gücü yetmeyen mustazaflar Mekke de ikamet ediyorlardı. İçerisinde müslümanların bulundukları fakat inançlarından ötürü işkence gördükleri, tevhid akidesi yerine şirk ahkamlarının kuvvet ve kontrolü altında bulunan Mekke beldesi hakkında İmam Şafii şöyle diyor: “Mekke bir daruşşirkdir” (El-Umm / İmam Şafii)

Dikkat edilirse İmam Şafii de, İslam’ın kuvvet ve idaresi altında bulunmayan, şirk ahkamlarının tatbikatına sahne olan ve şirk kanunlarını kabul etmeyen müminlerin işkence gördükleri tüm beldeler tıpkı Mekke misali gibi birer darul harbtirler demektedir.
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
MALİKİ MEZHEBİNE GÖRE DARULHARBİN HÜKMÜ

Darul harb kavramının tarifinde maliki uleması, Müslümanların islam dininin şeairlerini ikame edip edemediklerini temel kıstas kabul etmişlerdir. Maliki mezhebine göre gerek siyasi ve gerekse hukuki olarak islamın hakimiyeti dışında kalan beldeler darul harbtirler. Bu konuda maliki ulemasından El-Hurraşi şöyle diyor: “Darul harb; harbilerin hakim oldukları yerlerdir.” (Şerh-u Muhtasar-ı Halil / El Hurraşi )

Yani darul harb, müslümanların islami hükümleri tatbik etmeye muktedir olmadıkları beldedir.

Maliki ulemasından Ed-Dusuki şöyle diyor: “Darul islam, içerisinde islami şeairler ikame edildikçe darul harbe dönüşmez”(Haşye-tud Dusuki ala şerhil kebir / Ed-Dusuki )

Ancak içerisinde islami şeairleri ikame etme imkan ve kudreti olmazsa o zaman darul islam, darul harbe dönüşür. Esasen malikilere göre dünyanın neresi olursa olsun dinleri hususunda fitne içine düşmekten herhangi bir korkuları olmaksızın dini şeairlerini ikame etmeye muktedir oldukları her yer darul islamdır. Ancak dinin şeairlerinin ikamesinin kesildiği, müslümanların imanının yok olduğu bir dar da; kendiliğinden darul harb olur. (Asarul harb / Vehbe Zuhayli )

Malikilerce darul islam yalnız küfür ahkamının uygulanması ile darul harb olur. (Rahmetul ummeh fi ihtilafil eimmeh / Ed Dımeşki )

Ancak küfür ahkamının icrasıyla birlikte müslümanlar islami ahkamları icra etmeye muktedir olurlarsa o zaman darul islam darul harb olmaz. Darul islam, içerisinde islamın ikame imkanının bulunmasıyla darul islam olarak devam eder. Darul islam mürtedlerin istila etmesiyle de darul harb olur. Yani maliki mezhebine göre mürtedlerin galip oldukları ve hükümlerini icra ettikleri her yer de birer darul harbtirler. (El Fıkh alal mezahibil erbaa / El Ceziri )

Darul islamdaki zımmiler zimmet akdini bozup islam devletine karşı savaşırlarsa, asli harbilerin muamelesine tabi tutulurlar. Yani onlarla savaşılır.(El Mudevvenetul Kubra / Malik bin Enes)

Şayet bu harbiler darul islamın iktidarını ele geçirip kendi hükümlerini uygularlarsa o zaman darul harb olmuş olur. Kısacası maliki mezhebine göre dünya iki dara ayrılır: darul islam ve darul harb. Darul harb; ahkam-ı şirkin egemen olduğu müslümanların da islam dininin şeairlerini ikame etmekten mahrum oldukları beldenin adıdır.
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
HANBELİ MEZHEBİNE GÖRE DARUL HARBİN TARİFİ

Hanbeli uleması darul harb kavramını tarif ederken hükümlerin hakimiyetine, müstevli kafir ve mürtedlerin fiili otoritesine önem vermişlerdir. Nitekim Hanbeli ulemasından Allame ibnu Muflih şöyle diyor: “Ahkamul müsliminin galip olduğu her dar, darul islamdır. Yine ahkamul küffarın galip olduğu her dar da, darul küfürdür. Bu iki darın dışında dar yoktur.(Kitabu adabu şeriyye / Allame ibnu Muflih )

Görüldüğü gibi dünya üçe değil iki dara ayrılır: Darul islam ve Darul küfür. Bu iki dar da üzerinde uygulanan hükümlere göre şekillenip mahiyet kazanırlar. Hanbeli ulemasından Hicavi şöyle diyor: “Darul harb içerisinde küfür hükmünün galip olduğu yerdir.”(El ikna / Hicavi )

Demek oluyor ki; bir darın darul harb olabilmesi için orada küfri hükümlerin galibiyeti ve otoritesi şarttır. Dünyanın hangi beldesi olursa olsun, ahkam-ı küfrün galibiyeti ve otoritesi altına girdiği andan itibaren darul harbdir. Velev ki böyle bir beldede ahkamı küfrü galip kılıp uygulayan kafir idarecilerden başka kafir bulunmasın. Burada önemli olana nüfusun çokluğu değil, hakimiyettir.
Hanbeli ulemasından İbnu Kudame şöyle diyor: “Bir belde ahalisi mürted olup oradan onların ahkamı icra olunduğu zaman o belde darul harb olur.”(El Muğni / İbnu Kudame )

Evet, mürtedlerin istila ve hakimiyeti neticesinde bir ülke darul harb olur. Yine burada önemli olan kafirlerin istilası ve fiili olarak mürtedlerin uydurdukları kanunların icrasıdır. Başlangıçta müslümanların kuvvet ve kontrolü altında olup içinde islami hükümlerin uygulandığı bir darul islam, sonra mürtedlerce istila edilip islami hakimiyete son verilir ve mahkemelerde mürtedlerin yalancı ve yabancı kanunları uygulanırsa artık o darul islam bir darul harb olmuştur.
Hanbeli’lere göre darul küfür iki kısımdır.
Birincisi; başlangıçta müslümanların beldesidir, fakat daha sonra kafirlerin galip olup hakimiyetini ele geçirdikleri beldedir. İkinci ise; yine başta müslümanların beldesi olup; sonra oradaki bazı müslümanların irtidat olmaları ve bu sıfatla mürtedlik hükümlerinin uygulandıkları beldelerdir.(Eş Şerhu Kebir / İbnu Kudame )

Bunun için diyoruz ki; Hanbeli mezhebine göre darul harb; kafir ve mürtedlerin hükümlerinin açıkça uygulandığı her yerdir. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Hanbeli’lerce darul islam, darul harbe dönüşür. Bu hususta İbnu Kudame şöyle der: “Darul islam içerisinde sadece küfür ahkamının icrasıyla darul harb olur.” (El Muğni / İbnu Kudame )

Tüm bu açıklamalardan sonra darul harbin Hanbeli’lerce tarifini özetleyecek olursak, deriz ki:
Kafirlerin ve mürtedlerin istila ve işgali altında bulunup içerisinde islami ahkamların yerine kafirlerin ve mürtedlerin ahkamlarının uygulandığı ve hakimiyetlerinin şiddet ve hiddetle devam ettiği beldenin şeri lugatte adı darul harbtir.
Hanbeli’lerin alimlerinden Nasiru Sadiyye şöyle diyor: “Darul küfür hususunda darın içerisinde ahkamı küfrün icra ve izhar olunmasına itibar edilmiştir. Ahkamı küfrün icra edildiği yer darul harbtir.”(Fetevayı Sadiyye / Nasiru Sadiyye)

Kısacası Hanbeli’lere göre küfrün galip olup uygulandığı her yer darul harbtir.
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ŞİA MEZHEBİNE GÖRE DARUL HARBİN TARİFİ

Şia mezhebinin darul harb ile ilgili tarifi ve açıklamaları şafiilerin açıklama ve tariflerine yakındır. Şii ulemadan Ebu Cafer Tusi şöyle diyor: “Darul harb; müslümanların içerisinde islami şeairleri izhar etmekten mahrum oldukları bilad-ı müşrikindir.” (El Mebsut fi fıkhil imamiyye / Ebu Cafer Tusi )

Demek oluyor ki darul harb; müslümanların değil müşriklerin darıdır. Şia mezhebine göre darul harbde dini şeairlerini ikame etmekten aciz olanların ikamet etmesi haramdır . (Ravdatul behiyye şerhu ellematu Dımeşkıyye / El Amiliy )

Şiiler de tıpkı şafiiler gibi müstevli kafirlerin otoritesini hiçbir şeye saymamışlardır. Nitekim Ebu Cafet Tusi şöyle der: “İçerisinde ahkamı islam icra olunan ve müslümanların otoritesinin karar kıldığı her yer darul islamdır. Daha sonra kafirlerin istilasıyla darul islam, darul harbe dönüşmez. Velev ki müşrikler orada galib olsunlar". (El Mebsut fi fıkhil imamiyye / Ebu Cafer Tusi)

Evet, şia islam beldelerini müstevli harbilerin elinden kurtarmak için sürekli cihad etmek esastır. Şiilere göre darul islam’ın ortasında darul harb olamaz. Darul harb , darul islama bitişik olmayan yerdir.(Asarul harbi fi fıkhil islami / Vehbe Zuhayli)

Darul harb, tamamıyla harbilerin kuvvet ve kontrolü altında bulunan yerdir. Darul harb’de müminler değil, hakim kafirler hakimdir.
Şia mezhebi, islam’ın hakimiyeti altına girmemiş, müşrikler tarafından ahkam-ı şirkin icra edildiği ve dini şeairlerin ikamesine yol bulunmayan tüm bilad-ı müşriklerdir.
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ZAHİRİYYE MEZHEBİNE GÖRE DAR'UL-HARB'İN HÜKMÜ

Zahiriyye mezhebi de bu diğer mezhebler gibi darul harb kavramının tarifinde hükümlerin hakimiyetini esas almıştır. Nitekim İbnu Hazm Şöyle der: "Dar, Onu ele geçiren, malik olan ve onda hakimiyyete sahib bulunana nisbet edilir".(El Muhalla / İbnu Hazm )

O halde zahiriyye mezhebine göre; harbi kafirlerin ele geçirdikleri malik olup küfri hükümlerini uyguladıkları tüm beldeler darul harbtir. Zahiriyye mezhebi, islamın hakim olmadığı, hükümlerinin fiilen uygulanmadığı tüm beldeleri darul harb saymıştır. Bu hususta İbnu Hazm şöyle der: "Rasulullahın Medine'si dışında kalan her yer Darul harb, düşmanla çatışma ve cihad sahasıydı."(El Muhalla / İbnu Hazm )

Demek oluyor ki darul harb, müslümanların kafirlerle çatıştıkları her yerdir. Zahiriyye mezhebine göre darul harb müslümanların ikamet edecekleri bir yer değildir.Mazeretsiz olarak darul harbte ikamet etmek zahirilere göre küfürdür. (El Muhalla / İbnu Hazm )

Yine Zahirilere göre Darul islam darul harbe dönüşür. Kafirler darul islamı istila edip kendi hükümlerini uyguladıkları andan itibaren darul islam, darul harb olmuştur. (Rahmetul ümmeh fi ihtilafil eimmeh / Ed Dımeşki)

Kısacası zahiriyyeye göre darul harb küfrün ve kafirlerin hakimiyyeti altındaki beldenin adıdır.Darul harb olan yerde küfür hakim, islam ise mahkumdur. Beldenin otoritesi müslümanların elinde değil, kafirlerin elindedir.
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ZEYDİYYE MEZHEBİNE GÖRE DARUL HARBİN TARİFİ

Zeydiye mezhebinin alimlerinden ibnu Yahya El Murtaza şöyle diyor: "Darul İslam; içerisinde şehadeteynin ve namazın zahir olunduğu, küfri bir hasletin velev ki tevil yoluyla da olsa zahir olunmadığı yerdir. Ancak müslümanlar tarafından komşulukla, eman ve zimmet ile olan durum mustesnadır. Darul harb ise; müslümanlar tarafından kafirlerin üzerine herhangi bir zimmet olmaksızın ülke otoritesinin ehl-i küfre ait olduğu dardır".(Uyunul Ezhar / İbnu Yahya El Murtaza )

Görüldüğü gibi darul harb, otoritesinin müslümanlara ait olmadığı tüm beldelerdir. İmam Şevkani'nin de kaydettiği gibi kafirlerin kendi küfürlerini izhar ve icra etmede kuvvet ve kontrol sahibi oldukları her yer darul harbtir.(Es Seylul Cerar / İmam şevkani)

Zeydiye mezhebine göre darul küfür ve ile darul harb birbirinden ayrıdırlar. Darul küfür; içerisinde küfri hasletler zahir oldukları halde dar'ul harb'deki gibi islama karşı savaşılmayan dardır.darul harb ise küfri hasletler zahir olmakla beraber islama karşı da fiilen savaşılan yerdir. (Şerhul ezhar ve talikuhu / İbnu Miftah )

Zeydiyye alimlerinden İbnu Miftah şöyle diyor; "Darın islama izafesi orada islami hükümlerin zahir olunmasına bağlıdır. Bir yerde ahkam-ı islam zahiriliğini kaybetti mi orada ahkamı küfür zuhur eder. Ahkam-ı küfür zahir olduğu zaman da darul islam kalmaz".(Şerhul Ezhar / İbnu Miftah )

Burada İbnu Miftah darul harbin manasını şöyle açıklar: "Darul harb ahkam-ı küfrün galib olduğu ve uygulandığı yerdir."
Zeydiye mezhebince darul islam, darul harbe dönüşebilir. Bu konuda İbnu Miftah şöyle der: "Darul islam, ahkam-ı küfrün zuhur etmesiyle veya kafirlerin mücerred istilasıyla şartsız olarak darul harb olur."(Şerhul Ezhar / İbnu Miftah)

Kısacası Zeydiye'ye göre darul harb; Ahkamı küfrün uygulandığı, kafirlerin otoritesine sahip oldukları ve fiilen islama karşı içinde savaşılan beldenin adıdır.
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
DARULHARB VE DARULİSLAM KAVRAMLARININ NETİCESİ

Gerek darul islam ve gerekse darul harb kavramlarının tarifleri neticesinde şu gerçek ortaya çıkmıştır:
Darul islam ve darul harb kavramlarının tarifinde ulema "Hükümlerin icrası ve otoritenin hakimiyet"ini temel kıstas seçmişlerdir. Şayet bir dar da İslam hükümleri uygulanıyorsa orası darul islam, küfür uygulanıyorsa darul küfür yani darul harbtir.
Dolayısıile islamın hakim olduğu yerde müslümanlar emin olurlar. Serbest bir şekilde Allah’ın tüm emirlerini yerine getirirler. Eğer bir beldede de kafirler hakimse velev ki müslümanlar nüfusu oluştursa ve darul islama bitişik olsa orada müslüman emin değildir ve orası darul harbtir.( Es-Siyasetu'ş-Şeriyye ev Nizamu Devletil İslamiyye(Abdulvahhab Hallaf) ) Şunu da unutmayalım ki: Müstevli kafirler tarafından kafir sisteme başkaldırmamak, tağutlara çatmamak ve onların uydurdukları anayasalara saygılı olmak kaydı ile müşrikler ve kafirlerce tanınan eman, eman değildir. Ve böyle bir eman, fakihler nezdinde hiçbir değer ifade etmemiştir. (Kafirin mümine velayet hakkı yoktur)

İbn Kayyim Cumhur ulemanın görüşünü şöylece ifade eder:
"Darul islam müslümanların hakim olup, islam hukukuyla hükmettikleri yerdir. Darul harb ise; içerisinde islam hukukunun uygulanmadığı dardır. Velev ki darul İslama bitşik olsun." ( Ahkam-u Ehl-i Zımmet (İbn Kayyim)

Yukarıda verilen mezheb alimlerinin görüşlerini dikkatle okuduğumuzda göreceğiz ki bugünkü İslam coğrafyası; Kafirlerin istilası, ahkamı şirkin aleni icrası, harbilerin tam hakimiyeti, müşriki faaliyetlerin emniyette olduğu ve Allahın şeriatıyla hükmetmek isteyen müminlerin korku ve kuşku içinde yaşadıkları beldedir böylece darul harb olmuştur.

BÖYLE BİR DURUMDA İSTİLAYA UĞRAMIŞ MÜSLÜMANLARA DÜŞEN GÖREV; CUHELAYI REDDEDEREK ULEMAYA İTTİBA ETMEKTİR...

Hakikatı söyleyenlere Harici , vahabi diyenler! Şu söylediğiniz her ne kadar dile kolay gelse de dine kolay gelecek laflar değildir. Hesabı da çetindir.
Her ne kadar açıkladıysak yine diyelim ki Allah’ın hükmünü kasden ve çirkin görmeyerek meşru sayarak terk edenler şüphesiz bir küfürdedir. Onları tekfir etmeyenlerin yerleri de Onların yanı olacaktır. Çünkü sukut ikrar demektir. Ben ancak uyarabilirim!
Ey kardeşler Kafiri tekfir ediniz, etmeyen onunla beraberdir, Kafirin yeri cehennemdir, Orası ne kötü bir duraktır. Dikkat ediniz. Felah ancak hidayete tabi olanadır.

KİM ALLAH’IN HÜKMÜYLE HÜKMETMEZSE...

1-Allah’ın hükmünü beşeri bir hükümle değiştirmeden ve bile bile inkar etmeden, isyan ederek bir olay hakkında Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler.
2-Allah’ın hükmünü beşeri bir kanunla değiştirerek hükmedenler İslamın bunlardan her bir tanesi hakkındaki görüşü nedir?
Doğrusu bunlardan birincisi sadece müslüman ve asi bir devlet başkanıdır. Asidir çünkü mevlasına muhalefet etmiştir.

Allah’ın şeriatını başka kanunlarla değiştiren devlet başkanına

İBN KESİRİN GÖRÜŞÜ:

Her kim nebilerin sonuncusu Abdullah ibn Muhammed’e indirilen sapasağlam şeriatı terk eder ve nesh edilmiş başka şeriatlarla muhakeme edilmek isterse kafir olur. Hal böyleyken bu yasaklarla muhakeme edilmeyi kabul eden ve onları şeriatın önüne geçiren kimselerin hükmü nasıl olur? Kim böyle yaparsa icmaen kafir olur. Allah şöyle buyurur: "Yoksa onlar cahiliyye hükmünü mü arzu ediyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hükmeden kim olabilir?" (Maide 51)

Hayır rabbin hakkı için aralarında çıkan anlaşmazlıkta seni hakem tayin edip sonra senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk olmadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamazlar" (Nisa 65)

AHMED ŞAKİRİN GÖRÜŞÜ:

Ahmed Şakir , İmam İbn Kesir’in bu görüşüne yaptığı açıklamada ise şöyle der:
"Bununla beraber Allah’ın şeriatında müslümanların kendi topraklarında putperest-ateist Avrupa kanunlarından iktibas edilen kanunlarla; hatta kendisine batıl görüşlerin, sapık arzuların karıştırıldığı, vaaz edenlerin islam şeriatına uygun olup olmadığına aldırmayarak diledikleri şekilde tbdil ve tağyir ederek hazırladıkları yasayla hükmetmeleri caiz olur mu? Şüphe yok ki bu uydurma kanunlar hakkında İslamın hükmü güneşin berraklığı gibi aşikar olup kendisinde hiçbir gizlilik ve kapalılık bulunmayan apaçık bir küfürdür. Her kim olursa olsun, bu uydurma kanunlarla amel etme veya onlara boyun eğme ve yahutta onları kabul etme hususunda islama mensub olan hiçbir ferdin mazareti olamaz."(Umdetu-ut Tefasir)


MUHAMMED HAMİD EL-FAKİNİN GÖRÜŞÜ:

İmam ibn Kesir'in metnine şerh yazanlardan birisi de El-Fakidir o şöyle der:

"Kim ki mal davaları, namus ve kan davaları hususunda muhakeme olunmak üzere Fransız kanunlarından bir takım kanunlar iktibas ve onları Allah ve rasulünün hükümlerinden ileri tutarsa bu davranışlarda ısrar edip Şeriata dönmediği zaman o kimse kafir ve mürted olur. Bu kişi hangi isimle anılırsa anılsın, namaz, oruç, hacc ve benzeri zahiri amelleri ister işlesin ister işlemesin bu ameller ona hiçbir fayda vermez". ( Fethul mecid şerh-u kitbuttevhid)


YUSUF EL-AZMIN GÖRÜŞÜ:

Bu gün bu vakanın islam dünyasında yaşanan bir gerçek olduğu ve bu topraklarda nice yasakların ve nice zalimlerin yaşadığı düşünülemez mi? Zira islam beldelerinde her devlet başkanı hükmedeceği kanunları bizzat kendisi tayin etmekte ve Kurandan gayrı bir başka hukuku benimsemektedir.(Faluddin aniddevlet)


İMAM NEVEVİ:

Ashabın "O halde onlarla savaşmayalım mı?" sorusuna karşılık Rasulullahın "Kendileri namaz kılıp, sizlere de kıldırdıkları müdetçe hayır!" sözünde, İslam’ın esas kaidelerinden bir şeyi değiştirmedikçe mücerred zulüm ve günahkarlığı sebebiyle imama karşı kıyam etmenin caiz olmayacağı şeklinde yukarıda beyan edilen hükümler mündemiçtir.(Şerh-u Sahih-i Muslim)

İmam Nevevi şöyle devam eder:

Kadı Iyaz'ın beyanına göre: Ulema başlangıçta kafir olan kimseye imamet görevinin verilmeyeceği ve önceden mümin iken sonradan kafir olursa azledilmiş sayılacağına ittifak etmiştir. Ulemanın cumhuruna göre Ulemanın icmaına göre bidatçının hükmüde böyledir.

İmam müslüman iken küfre dönerse bidat çıkarırsa itaat hakkı sakıt olur ve ona karşı kıyam edilip savaşılması yerine adil bir imam tayin edilmesi bütün müslümanlar üzerine farzdır. Bidatçı imam için kıyama kalkmak farz değildir. Ancak bir zorluk yoksa bu müstesnadır.


İBN HACER EL-ASKALANİ ŞÖYLE DER:

Kadı İsmail, ahkam-ul Kuran adlı eserde alimlerin bu husustaki görüşlerini naklettikten sonra şöyle der:
"Bu husustaki ayetlerin zahiri kafirlerin yaptıkları şeylerin benzerini yapanların, ve şeriatın zıddına hüküm icad edenlerin ve bu hükümleri kendileriyle amel edilen bağlayıcı kurallar zannedenler, ister devlet başkanı olsunlar isterse başka birisi, onlara kafirler için gereken tehditlerin aynen gerektiğine işaret etmektedir". (Fethul Bari)


İBN TEYMİYYENİN GÖRÜŞÜ:

Bu hususta sorulan bir soru üzerine: "Elhamdulillah! Hiç kimsenin ne müslümanlar, ne kafirler, ne gençler, ne askerler, ne ordu, ne fukaha ve ne de başka insanlar arasında; Allah’ın kullarından herhangi birileri hakkında Şeriattan başka hükümle hükmetme hakkı yoktur. Kim böyle bir şeye yeltenirse adaletini de dinini de yok etmiş olur onun men edilmesi farzdır.Allah daha iyisini bilir". (Mecmuul Fetava)


İBN KAYYIM EL-CEZVİNİN GÖRÜŞÜ:

Abdulaziz el Kinani Maide 44 ayetinin tefsirinde şöyle der: Bu Allah’ın indirdiği hükümlerin uygulanışı ile ilgilidir.Tevhid ve islamın esasıyla hükmü kabul etmek de buna dahildir. Ayet aynı zamanda bir tehdittir. Hükümlerin tamamıyla, bir bölümü aynı manadadır ikisinin de yapılması ayetin hükmü dahilindedir.(Medaric-us Salikin)


İBN KESİR ŞÖYLE DER:

Allah’ın: "Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de ortak koşanlardan olursunuz" ayetinin manası şudur: Allah’ın size emrettiği kanun ve şeriatından yüz çevirip başka bir yere yönelirseniz. Onu Allah’tan ileri geçirmiş olursunuz. Bu ise :"Onlar Allah’ı bırakıp haham ve rahiblerini rabbler edindiler. Ayetinde beyan edildiği gibi şirktir. Adiyy İbn Hatem hadisini hatırlayınız...


İMAM KURTUBİ ŞÖYLE DER:

Diğer bir kısım ulema ise: "Yönetim hususunda ehil olanla kavga etmeyeceğimize dair aldığı beyat da vardır. Ancak hakkında Allah’tan bir hüccet bulunan aşikar bir küfür görürseniz o başka!" şeklinde rivayet edilen Ubade hadisine binaen devlet başkanının ancak küfrü, yahut namazları kıldırmayı terk etmesi yahut insanları namaza çağırmayı terk etmesi, yahut şeriattan olan herhangi bir şeyi terk etmesi halinden makamından uzaklaştırılır, demiştir...


HAMMAD BİN ALİ BİN ATİK EN NECDİ:

Allah "Yoksa onlar cahiliye idaresini mi arıyorlar..ilh."buyurmaktadır. Ben derim ki: Bu kanunları koyanlar, atalarının adetlerini hakem tayin etme yönünden bedevilerle onlara benzeyenlerin içerisine düştüğü onlardan evvelkilerin uydururarak "rifaka hukuku" adını verdikleri ve Kuran ve sünnetten öne geçirdikleri melun mevzuatların durumudur. Kim böyle yaparsa şüphesiz kafir olup Allah rasulünün hükmüne dönünceye kadar kendisiyle savaşmak farz olur.


ABDULKADİR UDEH ŞÖYLE DER:

Allah’ın kitabıyla hüküm vermekten yüz çevrilmesi sebebiyle vaki olan çağımızdaki küfrün zahiri misallerinden biri de İslam şeriatıyla hükmetmekten kaçınıp onun yerine uydurma beşer kanunlarının tatbik edilmesidir.(Teşriul Cinai)


SALAH DEBUS

"Halifenin azledilmesiyle ilgili hükümlerin izahı" başlıklı yazısında şunları kaydeder: Halifenin iznini gerektiren sebeblerden biri de Küfrü mucib hareketlerde bulunmasıdır".


ALİ CÜREYŞENİN GÖRÜŞÜ:

En büyük zulüm olan şirkin çeşitlerinden ve başında gelenlerden biri de Allah’ın musaade etmediği şeylerin kanun olarak kabul edilmesi ve bunlarla hüküm olunmasıdır. Dinin tamamının terk edilmesiyle bir kısmının terk edilmesi arasında fark yoktur.(Usulu şeriyyetil İslamiyye)


MUHAMMED ALİ ES-SABUNİ'NİN GÖRÜŞÜ:

Kim olursa olsun Allahın şeriatı ile hükmetmeyen kafirdir. Zamahşeri şöyle der: Kim Allahın indirdiği hükümleri küçümser de onlarla hükmetmezse onlar kafirler, zalimler ve fasıklardır. (Keşşaf) Ebu Hayyan da şöyle der:Bu ayetin akışından her ne kadar hitabın Yahudilere olduğu anlaşılsa da, ayet yahudiler ve diğer insanlar hakkında umumidir.(El-Bahr) Kafirler hakkında gelen her ayet asi müminleri de içine alır...


İMAMUL MUFESSİRİN İBN CERİR ET TABERİ ŞÖYLE TEFSİR ETMİŞTİR:

Kim Allah’ın kitabında indirdiği hükümleri terk eder ve terk etmeyi helal sayarsa, kafir olur. Hasen dedi ki:Bu ayetler Yahudiler hakkında nazil olmuştur, Ama müslümanları da kapsamaktadır.


ELMALILI HAMDİ YAZIR İSE ŞÖYLE DER:

Allah’ın ayetlerini az bir bahaya satmayın yani geçici dünya menfaatleri için Allah’ın hükümlerini çiğnemeyin. Zira kim, Allah’ın indirdiği hükümleriyle hükmetmezse, Onun hakimiyetini tanımazsa, Kimler böyle yaparsa, işte onlar, kafirlerin ta kendileridirler.


ŞEHİD SEYYİD KUTUBUN GÖRÜŞÜ:

Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek, şirktir, uluhiyyetin reddi demektir. Bu umumi, kesin ve kati hükümlerde munakaşa, hakikatten kaçmaktan başka bir işe yaramaz. Bu gibi hükümlerde tevile yeltenmek, kelimeleri tahrif etmekten başka bir gayreti ifade etmez. Vazıh ve açık ayetlerin hükmünün sahibini bulmasında tevil ve münakaşaların Allah’ın hükmünü döndürmede tesiri olamaz. (Ömer Abdurrahman / Cihad Mudafaası)
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Dar’ul-harb konusunda sonuç

Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler :

Kafir, Zalim veya Fasık olacaklardır. Bu ayetlerin üç defa tekrarı hem iyi anlaşılması için, değişiklikler ise niyetlere ve itikada göre ahkam değişikliğini vurgulamak için olabilir. Eğer kişi nefsine uyduğunu kabul ediyor ve dini mubinin emirlerini yerine getirmiyorsa, nefsine zulmetmiştir böylelikle Zalimdir. Allah’a isyan etmiştir böylelikle Fasıktır...Küfürden katiyyen söz edilemez ama amellerin terki kişiyi son nefeste zaafa uğratabilir ve böylelikle son nefesinde imanından korkulur.

Şayet kişi hem din-i ilahiye kulak asmıyor hem de yaptığını meşru görüyorsa: Hem zalimdir hem fasıktır hem de kafirdir. Ayetin Yahudiler hakkında inmiş olması bir çıkar yol ve tevile açık bir kapı değildir. Çünkü Tefsir ilimleriyle az çok iştigal edenlerin de bildiği bir kaide mevzu bahistir: "Hitabın has olması, hükmün âm olmasını engellemez." Yani Özel hitablar hükmün genele yayılmasına mani değildir.
Eğer Kurana şu şu kavme bu da bu kavme indirilmişti dersek bizlere hitab edecek ayet bulamayacak ve Cumbaba gibi (S.Demirel) 236 ayetin hükmü kalkmıştır demek durumunda kalacağız... Bu delillerle işin aslı budur dileyen alır dileyen inkar eder ama bilmek gerekir ki kargalar bazen yanlış da güler... Şaz yorumları cumhurdan zannetmek, Cumhura hakaret demektir. En sahih yol ulemanın yoludur ki Allah da bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz der. Ne mutlu duymak istediğini değil, yapması gerekenleri soranlara!

Yine tefsir ilimlerinden olan Esbabı Nuzül ilmine değinilirken ayetin iniş sebebi Yahudiler olsa da bunu zaten hiçbir müfessir inkar etmez. Hüküm geneledir. Şu ayeti bu meselede örnek verebiliriz. Ahzab suresi 1.ayette şöyle denir: "Ey Nebi, Allah’tan kork, kafirlere ve munafıklara boyun eğme". Şimdi bu hitab peygambere diye biz Allahtan korkmaya gerek yok, kafir ve munafıklara da itaat edebiliriz diye tefsir yapabilir miyiz ?... Yine aynı şekilde Nur suresi 23 ila 25. ayetler de Ifk olayı üzerine Hz.Aişe için inmişti. Hani munafıklar Ona zina iftirası atmışlardı... Bu diğer kadınlara iftira atılabileceğine bu tehdidin sadece Hz.Aişe için atılan iftiraya yönelik delildir diyebilir miyiz ? Yine bir başka misal olarak Ebu Talib ölünce Rasulullah şöyle dedi: "Allah beni men etmedikçe sana afv için dua edeceğim ( Buhari ) bunun üzerine inen ayet bu ameliyeyi yasaklıyordu .(Tevbe 113). Şimdi biz kafirler için rahmet okuyabiliriz , o hüküm rasulullaha indi mi diyelim ? Estağfirullah ve netubu ileyh...

Kolaylık elbette dinimizin temelidir ama bu bir noktaya kadardır. Rasul kolaylığı emrederken bunu devamlı vurgulayan zalim alimler nedense "Artık hak bildiklerini kafalarını patlatırcasına açıkla" ayetini görmezden geliyorlar. Evet bir çok kolaylık var ama Allah’ın hududlarını tahrif etmeye kat'a ve kella musaade yok...
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Dar’ul-harb’te kafir düzene Vergi Vermek :

Firavunu ayakta tutan unsurlardan Kar’un’un maddiyatı gibi günümüz firavuni düzenlerinin de maddiyata ihtiyaçları mutlaktır .
Bunu temin etmek için edindikleri yollardan birisi de; vatandaşlarından çeşitli vesilelerle vergi adı altında haraç almaktır. Yol, su, elektrik, araba, ev, arsa, tüketim maddeleri ve iş yeri vergileri gibi. Alınan bu vergiler o devleti kuvvetlendirmek ve ayakta tutmak içindir.

Müslümanlar böyle zulüm olan kanunlara uymamak için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Bu konuda isteyerek veya gereksiz yere itaat, kafirlere destek olmak demektir ki bu da, kafirlere vela kapsamına giren küfür bir ameldir.

Fakat gelecek zulmü engellemek için veya İslam’ın ve müslümanların menfaati söz konusu olduğunda kabul etmedikleri ve hoşnut olmadıkları halde müslümanlar kafirlere maddi konularda buğz ederek taviz verebilirler.

Müslümanlar için bugün en büyük zulüm, İslam otoritesinin yeryüzünden kaldırılmış olmasıdır. Kafirlerin hükmü altında yaşayan müslümanlar, İslam'ı hakim kılmak ve zor durumda kaldıkları zaman kafirlerin zulmünü kaldırmak için istemeyerek vergi verebilirler. Hatta kendileri para verme teklifinde bile bulunabilirler. Bu, o devleti destekleyerek vela gösterme kapsamına girmez. Tağutları ortadan kaldırıncaya kadar, akideden taviz vermemek şartıyla, istemeyerek kafirlere bir takım maddi tavizler vermek küfür değildir.

Rasulullah (s.a.s)'ın Hendek savaşında zor duruma düştüğü zaman, yahudilerin Medine'ye saldırmalarını engellemek için onlara Medine hurmasının yarısını vermek istemesi bu konuyla ilgili önemli bir delildir.

Rasulullah (s.a.s)'ın sahabelerinden Suheyb b. Sinan' da bu şekilde hareket etmişlerdir. O, Mekke'den Medine' ye hicret için yola çıktığında müşrikler, onun mallarıyla birlikte gitmesini engellediler. Bunun üzerine o da bütün mallarını müşriklere verdi. Müşriklere her halukarda maddi destek sağlamak küfür olsaydı elbette Suheyb geri döner ve hicret etmek için uygun bir zaman kollardı. Şayet Suheyb mallarını vermemek için hicret etmeseydi kafirlere hiçbir maddi destekte bulunmamış olurdu. Fakat Suheyb'in hicreti İslam’a ve müslümanlara faydalı olduğu için mallarını feda etmiştir.
Böyle durumlarda kafirlere maddi konularda destek olmak küfür değildir. Şayet küfür olsaydı Rasulullah (s.a.s) Suheyb'i bu davranışından dolayı övmezdi.

Rasulullah (s.a.s) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
"Suheyb kazandı, Suheyb kazandı" (Siyeri İbni Hişam)

Bu da gösteriyor ki İslam'a ve müslümanlara menfaat sağlamak amacıyla kafirlere maddi konularda bazı tavizler verilebilir.

Dar'ul harpte yaşayan müslümanlar için en büyük zulüm, İslam'ın kaldırılmış olması ve bu sebeple İslam'ı ALLAH 'ın istediği şekilde, tam olarak, serbestçe yaşayamamalarıdır. Müslümanların bu amacı gerçekleştirmek yani; ALLAH 'ın üzerlerine yüklediği, İslam'ı hakim kılmak görevini yerine getirebilmeleri için, belli bir maddi ve manevi kuvvete erişmiş olmaları gerekir. Müslümanların maddi açıdan belli bir yapıya ulaşmaları ise sadece kendilerini geçindirecek ufak tefek işler yapmalarıyla mümkün olmaz. Çünkü tağut güçlüdür. Onu yıkacak müslüman cemaatin de elbette belli bir seviyede olması gerekir. Belki kafirlere denk bir güç oluşturamayacaklardır. Fakat belli bir maddi güce erişebilmek için mutlaka büyüyen bir sermayeye ihtiyaçları olacaktır. Bu da ancak, belli bir müddet için ticarethaneler çalıştırmakla çözümlenebilir. Bu ise bir zarurettir. Çünkü İslam'ın hakim kılınması söz konusudur.

Ticarethaneler kurulduğunda da tağutlar elbette belli bir vergi alacaklardır. İşte bu noktada müslümanlar dakik davranarak ince bir kar zarar araştırması (vergi vermemek veya azaltılarak verilmesi ) yapmalıdırlar. Eğer müslümanların menfaati kafirlerin menfaatinden daha fazla ise böyle işleri yapmakta bir sakınca yoktur.

Müslümanların menfaatleri büyük olduğunda vergi vermelerinin onları küfre sokmamasının asıl sebebi; vergi vermenin bizatihi küfür bir amel olmamasındandır. Vergi ancak sebepsiz yere kafire destek olma, yardım etme söz konusu ise küfür bir amel olur. Çünkü bu vela kapsamına girer. Fakat sağlanan menfaat kafirleri yıkmak için kullanılacaksa yani meşru bir sebep varsa, o zaman bu amel küfür değil bilakis, yapılması mutlaka gerekli bir zorunluluk olur.

Zamanımızdaki kafir devletler, ekmek dahil bütün yiyeceklerden ve bütün kullanım maddelerinden kendi menfaatlerine göre belli oranlarda vergi almaktadırlar. Dolayısıyla alışveriş yapan herkes aynı zamanda kafir devlete vergi vererek belli oranda ona destek olmuş olmaktadır. Eğer vergi vermek küfür olsaydı, kafir devletlerin sınırları içersinden hiçbir şey alınmaması ve oralarda da hiçbir şeyin satılmaması gerekirdi.

Bu konu ile ilgili olarak değinilmesi gereken diğer bir başka mesele ise şudur:

Kafir devletlerin halktan topladıkları vergiler şüphesiz yine onlar tarafından konmuş vergi kanunları çerçevesindedir. Kafirlere vergi verenler elbette bu kanunlara riayet etmektedirler. Zaten kafir devlette yaşayan her vatandaş aslında kafir devletin kanunlarına bazı meselelerde istemese de itaat etmektedir. Fakat önemli olan bu kanunların ALLAH'ın emirlerine muhalif olup olmamasıdır. ALLAH'ın kanunlarına muhalif olmayan kanunlara riayet etmek ise kişiyi küfre sokmaz.

Fakat müslümanın, kafir devletten kendisine gelebilecek zararı önlemek veya kendisine yüklenecek daha büyük maddi cezaları engellemek maksadıyla, istemeyerek vergi vermesi kendisini küfre sokmaz.
Müslümanların, kafir devletlere vergi vermemek için bir takım kişilere para vermeleri, İslam'ın caiz görmediği rüşvet hükmüne girmez. Buna, haksızlığı ortadan kaldırmak denir. Bu, hakkı olan ve kendisinden zulmen alınan malı geri almak için, kişinin, bu işi yapmaya gücü yeten birine para vermesi gibidir.
Bir müslüman, ancak aşağıdaki şartlar dahilinde kafir devletlere vergi verirse, küfre girmez.

1 - Yeryüzünde İslam devleti mevcut olmamalı,

2 - Küfür sistemini ortadan kaldırmak için elinden gelen her şeyi, tüm gücü ile yapmalı,

3 - Kafir devletlere vergi verirken bir takım menfaatler elde etme gayesi olmalı.

Fakat bu şartlardan biri eksik olursa, gönül rızasıyla olmasa bile vergi vermek, sebepsiz yere küfrü desteklemek anlamına geldiği için, küfürdür.
Eğer yeryüzünde İslam devleti mevcut ise, kafir bir devlete vergi vererek elde edilen menfaat, kafirlerin menfaatlerine oranla daha az ise ve kafir devlet elde ettiği mallarla müslümanlara daha çok eziyet etme imkanı buluyorsa, o zaman vergi vermek, küfrü desteklemek anlamına gelir. Bu durumda, sadece vergi vermek değil, böyle yerlere yerleşmek ve oralarda yaşamak bile küfür olur. Allahu alem.
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Dar'ul-harb'te Rüşvet meselesi


Dar’ul harb’de din , akıl , nesil ,can ve mal emniyeti yoktur. Müslümanlar Dar’ul harb’te korku içerisindedirler. Çünkü harbiler iktidara sahibtirler. Dolayısıyla dar’ul harbte “rüşvet” , harbiler için geçim kaynağıdır.
İslam uleması tarafından rüşvetin çeşitli tasnifleri yapılmıştır. İbn Abidin şöyle diyor:
“Rüşvet kelimesi veya raşvet şeklinde söylenebilir. Misbah isimli lügat kitabında ; rüşvet şeklinde zabtedilmiş ve rüşvet ; kişinin hakime veya başkasına ; lehinde hüküm vermesi için veya isteğine ulaşabilmek için vermiş olduğu şeydir.”
(Reddu’l Muhtar Ala’d Dürri’l Muhtar (ibn abidin) C:5 ,sayfa:362, İst./1984)


Rüşvet haram ve caiz olmak üzere kısımlara ayrılır :
Kâdî Hân, fetvâlarının el-Kâdâ bahsinde der ki :"Rüşvet dört türlüdür.
Bir çesidi vardır ki, her iki taraf içinde haramdır. Kadıyı (yani hâkimligi) rüşvet ile olsa, bu adam hâkim olamaz. Bu durumda rüşvet, alana da, kadıya da haram olur. Bu bir ;

ikincisi, kendi lehine hüküm vermesi için hâkime rüşvet verse, bu rüşvet de her iki taraf için haramdır. Hüküm ister bi-hakkın verilmiş olsun, ister olmasın, değişmez.

Diğer bir şekli: Malının ya da canının.telef olacağı korkusuyla rüşvet verse, bu rüşvet alana haramdır ama, verenin vermesi haram değildir. Yine malında gözü olana, malının bir kısmını rüşvet olarak verip; kalanını kurtaranın durumu da böyledir.

Bir diğer şekli: Devlet idarecilerinin nezdinde işini takip etmesi için rüşvet verse, veren için vermesi helâldir ama, alan için alması haramdır. Bu durumda verdiği rüşvetin alana da helâl olabilmesi için; veren, alanı, rüşvet vermek istediği miktarla, bir gün geceye kadar ücretle tutar. Çünkü bu nevi icâre sahîhtir. Sonra müste'cir (ücretle tutan) dilerse onu yaptıracağı bu işte, dilerse başka işte çalıştırır.

Bu, devlet idarecisi nezdinde işini takip etmesi için rüşveti önceden verirse böyledir.

Hiç rüşvet adı etmeden işini takip etmesini istese ve işi olduktan sonra rüşvet verse durum ne olur?

Bunda ihtilâf vardır. Alanın alması helâl olmaz diyenler varsa da, sahîh olan, helâl olur diyenlerin görüşüdür. Zira, bu, bir nevi iyilik, mükâfaat ve ihsandır. Aynen imâma ya da müezzine, şart koşmadan bir şey vermek gibidir. Hâkimin rüşvet alması helâl olmadığı gibi, hâkim olmazdan önce kendisine hediye vermek âdeti olmayan yabancıdan hediye alması da câiz değildir. Borç ve iare de hediye gibidir.
Fıkıh kitaplarının vasiyyetler bölümünde fukaha; kişinin canını ve malını zûlümden kurtarmak için, kendi hakkında verdiğin rüşvet olmayacağını, başkasında olan malını çıkarabilmek için sarfettiğinin ise rüşvet olacağını söylerler. elHulâsa adlı kitapta denir ki : Hâkim rüşvet alıp hüküm verse, ya da hüküm verdikten sonra rüşvet istese ve hâkimin oğlu veya onun için şehadeti kabul edilmeyecek birisi alsa, hüküm nâfiz olmaz. Ancak tevbe eder ve aldığını geri verirse, verdiği hüküm sahîh olur.

el-Akdiye'de de şunlar vardır: Hediyeler üç türlüdür:

Verene de alana da helâl olan: Mücerred sevgiden dolayı verilen hediyeler gibi.
Ikincisi, her iki tarafa da haram olan: Yaptığı zulümde, kendisine yardım için verilen hediye gibi.
Üçüncüsü, verene vermesi helâl olan : Zalime, zûlmünü def etrnek için verilen hediye gibi. Bu alana haramdır.

Bu hususta çıkış yolu şöyledir :
Işini gördüreceği adamı iki üç gün gibi bir zaman ücretle tutar. Sonra -eğer yaptıracağı iş, meselâ bir mesaj götürmek gibi, ücret vermenin câiz olduğu bir iş ise- onu bu işte çalıştırır. Ama çalıştıracağı süreyi tayin etmezlerse,bu câiz değil dir.Bütün bunlar şartlı olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine; devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiğini kesinlikle bilse, ulemâmız bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.Her hangi bir ön şart olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiği kesinlikle bilse, ulemâ bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.
Herhangi bir ön şart ve bekleyiş olmaksızın ihtiyacını giderse ve ondan sonra hediye verse, bunu kabul etmekte bir beis yoktur. Bu hususta almanın hoş olmayacağına dair Ibn Mes'ûd'dan rivayet edilen haber, takvânın ileri derecesini bildirir. Bu husus Bezzâziye'de de aynıdır.Hâkim bir tutanak yazsa veya bir taksim işini üzerine alsa ve bunları yaptığı için ecr-i misil istese hâkkıdır . Ama küçük bir kızın nikâhına veli olsa, herhangi bir şey alması helâl değildir. Zira kendisine vacip olan bir şeyi yapmıştır. Vâcip olan bir şeyi yapma karşılığında ücret almak ise câiz değildir. Yok eğer üzerine vacip olmayan bir şeyi yapsa ücret alması câiz olur .

Fetevây-ı Kâdîhân'da el-Bakkâlî'den naklen şöyle bir şey vardır:
Birisi. bir bekâr kızın nikâhını (velisi olarak) akdettiğimde bir dinar alırım. Dul ise yarım dinar alırım dediğinde, kızın başka velisi yoksa. onun bunu alması helâl olmaz. Ama bir başka velîsi varsa biraz önce zikrettiğimiz hükme binaen aldığı helâl olur.Yetimin malını satsa da bir şey alamaz. Eğer alsa ve bey de de mezun olsa, alış verişi nâfiz değildir.

Fethu'l-Kadîr'deki ifadeye göre, rüşvet dört kısımdır.

Alana da verene de haram olanı vardır. Kazâ ve imâret makamlarını elde etmek için verilen rüşvet bu kabildendir. Bu şekilde iş başına gelen kadı olamaz.
Ikincisi, kadının hüküm vermek için rüşvet alması durumudur. Bu da her iki taraf için haramdır. Rüşvet alarak hüküm verdiği hâdisede hükmü nâfiz (geçerli) değildir. Ister bi-hakkın, isterse bâtıl bir hüküm vermiş olsun, değişmez. Eğer haklı bir hüküm vermişse o, zaten ona vâcipti. Binaenaleyh, buna karşılık bir mal alması câiz olamaz. Bâtıl bir hüküm verdiği takdirde ise, durum daha da açıktır. Önceden rüşvet alıp hüküm vermesiyle, önce hüküm verip sonra rüşvet alması arasında da bir fark yoktur.
Üçüncüsü, bir zararı def etmek, ya da bir menfaati celbetmek maksadıyla, devlet dairesinde bir işi halletmek için rüşvet almak halidir. Bu, alana haramdır ama, verene haram değildir.El-Akdiye'de hediye kısımlara ayrılırken bu, hediyenin kısımlarından olarak gösterilmiştir.
Dördüncüsü, malına ve canına karşı korkusu olduğu kimseye, bu korkusundan kurtulmak için verdiği şeydir. Bu, veren için helâldir ama alan için haramdır. Zira müslümandan zararı def etmek vâciptir. Vâcibi yerine getirmek için mal almaksa câiz degîldir.


El Kunye'de mahzurlu olan şeyler babında şöyle denir :

Zalimler, halkın ormanlardan odun yapmasına, kendilerine bir şeyler verilmeksizin müsaade etmiyorlarsa, o şeyi vermek de,almak da haramdır. Zira verilen bu şey rüşvettir. Aynı yerde, âşıkların rüşvet olarak verdiklerinin de mülk edinilemeyeceği yazılıdır. Bu sağlam nakillerle anlaşılmış oldu ki, kadı'ya (hâkime) verilen rüşvet, her iki taraf için de haramdır. İster hükümden önce olsun, ister sonra olsun, ister haklı bir hüküm vermesi istensin, ister bâtıl ile hükmetmesi istensin, hepsi eşittir. Yine anlaşılmış oldu ki, hakime verilen hediye de rüşvet gibidir; dolayısıyla her iki taraf için de haramdır.
Meselâ bir adam, hâkime gelip bir miktar mal vererek, kendi lehine hükmettiği için verse, veren bir haram irtikâp etmiş olur. Binaenaleyh, hâkim bunu kabul etmese ve onu tâzir ile cezalandırmak istese bu, şu fıkhî kaideden dolayı onun hakkıdır: "Belli bir had cezası olmayan bir masiyeti işleyene ta'zir vâcip olur."
El-Bedâye'de kaydedildiğine göre, ta'zirin vâcip olmasının sebebi, şeriatte tayin edilmiş bir haddi bulunmayan bir cinayeti irtikâp etmesidir. Bu cinayet ister Allah'ın hukukuna, isterse kul hukukuna karşı yapılmış olsun. Vücûbunun şartı ise, sadece akıldır. Binaenaleyh, belirli bir had cezası olmayan bir cinayeti irtikâp eden her akıllıya ta'zir uygulama salâhiyeti var mıdır? denirse, Câmi'ul-Fusûleyn ve daha başka yerlerdeki ifadeye dayanarak, evet vardır, deriz. Aleyhine hüküm veren kadı'ya, "Rüşvet aldın!" derse, kadı'nın ona ta'zir uygulama yetkisi vardır. Ta'zir cezasıni teşhir ederek uygulamak da câizdir. Çünkü bu da bir nevi ta'zirdir.
Imâm Eba Hanife'nin, yalancı şahidlik yapan için, "Sokaklarda, toplulukların huzurunda teşhir edilerek ta'zir edilir. Başka cezası yoktur." sözü bunu gösterir. İmâmeyn ise acıtacak şekilde dövülüp hapsedileceğini söylerler.
Fethu'l-Kadîr'de: "Imâm Azam'ın (Tâzir uygulamam) sözü, (Dövmem) manasında olmuş oluyor. Neticede ta'zirinde ittifak vardır. Şu kadar var ki, Imam ta'zir edilenin bu durumunu, sokaklarda teşhir ettirmekle iktifa etmiştir. Bu da bazan gizlice dövülmesinden daha ağır bir ceza olur. İmâmeyn ise, buna dövmeyi de ilâve etmişlerdir:" deniyor: Mesele, el-Inâye de ve başka kitaplarda da böylece izah edilmiştir. Teşhirin bir nevi ta'zir olduğunu ifade etmişlerdir. Binaenaleyh, kadı (hâkim), yalancı şahidi cezalandırmakta başkası için bir maslahat murad etse, bozguncuları men için ona ta'zir uygulama yetkisi vardı;. Çünkü ta'zir, kadı'nın görüşüne bırakılmıştır.

Şöyle bir soru akla gelse: Acaba kadı'nın, ta'zirde yüzü karartma, ya da sakalının bir tarafını traş etme yetkisi var mıdır ? Çünkü bunlar "Müsle" uz'vu keserek cezalandırma) kabilindendir. Bu ise yasaklanan bir şeydir. Evet yapabilir deriz. Zira bunlar müsle cinsinden değildir. Bunun ne olduğuna verilecek cevap, Hz. Ömer'in şu fiiline verilecek cevabın tâ kendisidir:
Ibnu Ebî Şeybe'nin kendi senediyle rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) Şam diyarındaki valilerine, yalancı şahide kırk sopa vurulmasını, yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını, kafasının traş edilmesini ve hapsinin uzun tutulmasını yazmıştır. Abdurrezzak da Musannef’inde: Hz. Ömer (radıyallâhu anh) yalancı şahidin yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını ve kabîleler arasında dolaştırılmasını emretti, diye rivayet eder. Fethül-Kadîr'de bunun "müsle" olup olmadığı görüşü cevaplandırılırken deniliyor ki: "Müsle" ancak uz'uvları, ya da bedendeki uz'uv gibi şeyleri kesmekle olur ve devam eder. Yıkamakla kaybolacak arazî şeyler "müsle" değildir. Ulemadan bazıları da Hz. Ömer'in bu yaptığı bir siyaset idi. Binaenaleyh, hâkim bir maslahat görürse, bunu yapma yetkisine sahiptir, diye cevap vermişlerdir. Fethul-Kadîr'de ise, buna karşı, "Hz. Ömer’in Şam diyarındaki valilerine yazması, bu görüşü reddeder." denmiştir. Vurulacak sopanın kırka vardırılması, bunun siyaset olduğunun delilidir. Zira ta'zir, hadler derecesine vardırılamaz, denmesinin de bir manası yoktur. Zira bu, ihtilaflı bir meseledir. Alimlerden bunu câiz görenler vardır. Buna göre Hz. Ömer'in görüşünün de böyle olması câizdir. Buradan anlaşılıyor ki, siyaset, şer'î bir nas vârid olmaksızın hâkimin, umumun maslahati için yaptığı şeydir. Binaenaleyh, şayet hâkim, rüşvetin bu zamanda yaygın olduğunu göz önünde bulundurarak, bunu azaltmak maksadıyla, başın bu şekilde teşhir edilmesini umumun maslahatına uygun görürse, bunun için sevabı gerektiren bir iş yapmış olur. İsterse şer'î bir nas bulunmasın. Kaldı ki, yalan yere şahidlik yapanın durumu, buna asıl teskil eder. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah en iyisini bilir.


Dar'ul-harb'te Rüşvet


Rüşveti veren de alan da haram işlemiştir.

Rasulullah (s.a.s) şöyle dedi:

“Rüşvet verene, alana, aralarında aracı olana ALLAH lanet etmiştir.” (Ahmed sahih senedle)

Rüşvet, bazı konularda sadece alan için haram olur, veren için haram olmaz. Kişinin, kendisine yapılan zulmü kaldırmak için hakime, polise vs. rüşvet vermesi gibi...

Hasan el Basri şöyle dedi:

“Irzını korumak için bir kimseye para vermekte sakınca yoktur.” (Kurtubi-Ahkamul Kur’an)

(Bunun ismi rüşvet değil, zulmü kaldırmaktır.)

İbni Mes’ud (r.a), Habeşistan’da iken iki dirhem rüşvet vererek şöyle dedi:

“Günah rüşveti alanadır, verene değildir.” (Kurtubi)

(İbni Mes’ud (r.a), kendi hakkını almak ve zulmü kaldırmak için rüşvet vermiştir.)

Vehb b. Münbih’e şöyle soruldu: “Rüşvet herşeyde haram mıdır?” Hayır dedi. Haram olan rüşvet, senin olmayan şeylerin senin olması için rüşvet vermendir. Veya ödemen gerektiği bir şeyi ödememen için rüşvet vermendir. Fakat dinini, kanını, malını korumak için rüşvet vermen haram değildir.”

Ebu’l Leys Semerkandi, bu görüşü alıyoruz dedi. Kişinin nefsini, malını korumak için rüşvet vermesinde sakınca yoktur. (Kurtubi)
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Darulharpte kumar ve faiz

Hanefi mezhebine göre Müslüman kişi , Dar’ul harpte kafirden faiz alabilir , veremez. Müslüman hiçbir halukarda başka bir müslümandan faiz alamaz.
İmam Azam ve İmam Muhammed bu hükmü verirken, parayı iktisadî bir silâh olarak düşünüp, müslümanın onu kafirin ülkesinde ve onun rızasıyla, herhangi bir yolla alabileceğini, böylece onu iktisaden zayıf düşüreceğini, müslümanın hiçbir surette faiz veremeyeceğini, yani fazlalığı müslümanın alması halinde bunun caiz olabileceğini kastettiklerini, arkadaşları olan imamlar açıklamışlardır.


Nitekim İmam-ı Azam kumarı da aynı kategoriye sokmuş ve yüzde yüz kazanacağını bilmesi halinde müslüman Daru'l-Harpte bir harbî ile kumar oynayabilir, demiş ve mes'eleye Rum Sûresinin başında işaret edilen ve Hz. Ebu Bekr'in Şirk diyarı olan Mekkelilerle girdiği bahsi delil göstermiştir. Çünkü bahsin kumardan başka bir anlamı yoktur ama Hz. Ebu Bekr kazanacağını Allah Rasûlünün haber vermesiyle kesinlikle bilmektedir.
Yine Darulharbte Hz. Muhammed (s.a.v.)e Rastlayan Rukane güreş teklif etti. Hz. muhammed (s.a.v) Rukanenin bu teklifini kabul etti. Bahse Rukane koyunlarının 1/3 ünü koydu . Hz. Muhammed s.a.v. Rukaneyi defalarca yenerek koyunlarının tamamını aldı . Çünkü darulharbte harbinin malı mübahtır .
(el Mebsut- İmam serahsi c 14 sh : 57 , Mısır 1324)

Durum böyle olunca İmam Azam ve İmam Muhammed’in cumhurun karşısındaki bu görüşlerini alsak dahi, günümüzde müslümanın hiçbir yerde onların görüşüne göre de banka faizi alıp yiyemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü hz. Ebubekirin amacı mal kazanmak değil , kafirin ekonomisini çökertip , kazandığı malı yemeden islam devletini güçlendirme yolunda kullanmaktır.

Darul harb fıkhı ;1. cilt 70 -78 arası . Ölçü yayınları , Mustafa Çelik
Reddul Muhtar; İbn abidin , 11 cilt sh : 161-164 arası Şamil yayınları

Hanefilerden Ebu Yusuf ve Şafi ,Maliki ve Hanbeli mezhebine göre faiz her yerde faizdir , yasaktır. Ne İslam diyarında ne de küfür diyarında onu almak caiz değildir. Alış verişte, ölçüde, tarıda müslümanlara gösterilen mu'ameleyi gayr-i müslimlere de göstermek icab eder . (al-Fetva'l-Kübra).

--------------------------------------------------------------------------------
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
CİHAD HÜKMÜ , ŞARTLARI ve NEFİR


Cihada ilk önce Müslümanların başlaması - düşman başlamasa bile farz-ı kifayedir. Müslümanların bir kısmı tarafından düşmanın şerri def edilirse cihad farz-ı kifaye , def edilemezse farz-ı ayn olur.

“Köle ve kadın bile olsalar Müslümanların bir kısmı tarafından bu cihad yapılırsa , diğer bütün Müslümanlardan düşer. Şayet hiçbir vakitte hiç bir kimse tarafından cihad vazifesi yapılmazsa , terk etmeleri sebebiyle mükellef kimselerin hepsi günahkar olur.Bundan mesela Anadolu halkının cihad etmesiyle Hindistan ahalisinden farziyyetin düşeceği anlaşılmasın.Çünkü düşmanın şerri def edilinceye kadar sırasıyla yakın bulunan beldelerdeki Müslümanlara cihad farz olur. Müdafaa ancak bütün Müslümanların savaşmasıyla olursa namaz , oruç gibi cihad da mükellef olan bütün Müslümanlara farz-ı ayn olur.
Bir cenazeyi techiz ve tekfin etmek de bunun gibi sırasıyla yakın bulunan beldelerdeki Müslümanların üzerine lazımdır. Bu bahsin tamamı Dürer’dedir.
“Müslümanların bir kısmı tarafından düşmanın şerri def edilirse ilh ….”
Yani hududlardan birinde çıkan bir harbi önlemek için orada bulunan İslam kuvveti kifayet ettiği takdirde cihad farz-ı kifaye olup bütün Müslümanların silah altına alınmasına lüzum görülmez.Eğer harb sahasında bulunan İslam kuvveti kifayet etmezse , harb mıntıkasında ve civarında bulunan bütün efrad harb için seferber haline getirililir ve cihad bir farz-ı ayn olur.

“Allah-u Teala’nın … kavl-i kerimi ilh….” Cihadı emreden ayeti kerimeler şu tertip üzere indirilmiştir:

“Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan (kafalarını çatlatırcasına) apaçık bildir.” (Hicr 94) buyurmuştur.
Sonra İslam dinine güzellikle ve tatlılıkla davet emredilmiştir. Nitekim Allah-u Teala :

“(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle güzel öğütle davet et ! Onlarla mücadelenin en güzelini yap.” (Nahl 125) buyurmuştur.
Bundan sonra savaşa izin vermiştir. Nitekim Allah-u Teala :
“Kendilerine karşı harb açılan Müslümanlara zulme uğradıkları için cihada izin verilmiştir.” (Hac 39) buyurmuştur.
Daha sonra düşman harb açtığında onlara karşı koymakla emrolundu.Nitekim Allah-u Teala: “Düşmanlar sizi öldürürlerse siz de onları öldürün” buyurmuştur .

Bundan sonra haram olan aylar geçmek suretiyle cihad emredildi. Nitekim Allah-u Teala :

“(Dokunulması) haram olan aylar çıktığı zaman , artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün” (Tevbe 5) buyurmuştur.

En son bütün zamanlarda ve bütün mekan (yer)larda cihad farz kılındı . Nitekim Allah-u Teala: “Size harb açanlarla Allah yolunda siz de muharebe edin .Fakat aşırı gitmeyin . Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara 190) buyurmuştur.Bu bahsin tamamı Es-Siyerü’l Kebir şerhindedir.

“Müslümanların bir kısmı tarafından bu cihad yapılırsa ilh…” Yani cihad ölüyü yıkamak , kefenlemek, cenaze namazını kılmak ve selam almak gibi farz-ı kifayeler. Mükelleflerin hepsine birden farz kılınmıştır.Bundan dolayı farz-ı kifaye bir kısım Müslümanlar tarafından yapıldığı takdirde diğer Müslümanlardan düşer.Çünkü farz-ı kifayeden maksad yapılmasıdır. Mükelleflerden hiç biri bunu yapmazsa , bunu bilen ve mükellef olan bütün Müslümanlar günahkar olur.
Farz-ı ayın böyle değildir.Çünkü farz-ı ayın mükellef olan Müslümanlardan her biri üzserine ayrı ayrı farz kılınmıştır.Bundan dolayı farz-ı ayın bir kısım Müslümanlar tarafından yapıldığı takdirde diğerlerinden düşmez.Bunun için farz-ı ayın , farz-ı kifayeden efdaldir.
“Düşman İslam memleketine hücum ederse ilh…” Yani düşman İslam beldelerinden bir beldeye ansızın girerse , cihad farz-ı ayn olur . Bu hale “nefir-i amm” denilir. “İhtiyar” adlı kitabta : “Nefir-i amm ; bütün Müslümanlara muhtaç olunmasıdır” diye tarif edilmiştir.
“Bütün Müslümanların cihada çıkması ilh ….” Yani kadınlar kocalarından , köleler efendilerinden ,borçlular alacaklılarından izinsiz çıkarlar.
İmam Serahsi : “Nefir-i ammede cihad edebilecek baliğ olmayan çocukların cihada çıkıp savaşmalarında her ne kadar ana–babaları razı olmasalar bile - bir beis yoktur “ demiştir “Cihadın vacib olması için ilh…” Yani bir kimseye cihadın vacib olması için silah kullanmaya kudretinin bulunması , erzaka ve gideceği yer sefer müddeti kadar olursa bineğe malik olması şarttır. Harb olduğunu bilmesi de şarttır. Kadihan , Kuhistani .

REDDÜL – MUHTAR ALE’D –DÜRRİ’L – MUHTAR
Müellifi : İBN-İ ABİDİN

CİLT 8 SAYFA 374 - 381

Tercüme : Ahmed Davudoğlu Şamil yayınevi



CİHAD ve NEFİR

Bazı alimler : “Cihad , düşman topluluğu saldırmadan önce , nafile ; düşmanlar saldırdıktan sonra ise, farz-ı ayn ‘dır” demişlerdir.
Alimlerin ekserisi ise : “Cihad , her halde , fazdır : Düşmanın saldırmasından önce, farz-ı kifaye ; saldırmasından sonra ise , farz-ı ayın’dır. “ demişlerdir. Sahih olan kavil de budur.


NEFİR NEDİR?

Nefir : Istılahta , bir beldede bulunan Müslüman halkın ; canlarına , mallarına , çoluk ve çocuklarına saldırmak üzere , düşmanın gelmekte olduğundan haberdar edilmesidir.

Böyle bir haber alınınca , o belde halkından , gücü cihada yeten her şahsa , cihad etmek üzere çıkması farz olur.

Böyle bir haberden önce , kişinin cihada çıkmaması hususunda , ruhsat ve genişlik vardır. Böyle bir haber gelince de , şarktan garbe , bütün İslam alemine , cihad farz-ı ayn olmaz. Bu durumda ancak , düşmana en yakın olan ve cihada gücü yeten Müslümanlara , cihada katılmaları farz-ı ayın olur.

Bu durumda , düşmana uzak olanlara ise , cihad farz-ı kifaye olur; farz-ı ayın olmaz. Bu gibi kimseler için , cihadı terk etme genişliği de vardır.

Fakat , düşmana yakın olanlar , -cihaddan – aciz olur ve düşmana mukavemet edemezlerse veya tembellik ettikleri için , diğer Müslümanların cihada katılmalarına ihtiyaç hasıl olursa ; bu durumda , bunlara yakın olanlara ve bu sıra ile , şarkta ve garbte İslam aleminin her yanında bulunan Müslümanlara , cihad , , farz-ı ayın olur.


FETAVAYİ HİNDİYYE

Tercüme : MUSTAFA EFE
Cilt 4 Sayfa 137- 138 – 249 Akçağ yayınları
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Mishari Rashid Al-Efasy'nin Kafirlere Bedduası

Cihada yapılan en büyük hakaret onu abi kardeş misali küçük büyük çeşidi var diye sınıflandırılmasıdır. Sınıflandırmanın da en büyük yanlışlığı oturup miskin ve sünepece yaşamı ,Allahın dini uğrunda malı ve canıyla cihad edenden üstün tutulmasıdır !
Eskiden beri İslam düşmanları cihadın kendileri için arz ettiği tehlikeyi bildirmişlerdir.Cihad baki kaldıkça kendilerinin batıllarıyla yaşayamayacaklarını , devletlerinin (güç ve kuvvetlerinin) olamayacağını bildiler.Ayrıca Müslümanların tek sesle , Allah’ın adıyla ve O’nun bereketiyle cihadı ilan ettiklerinde önlerinde hiçbir engelin duramayacağını biliyorlar. Çünkü Müslümanlar iki iyilikten birini istiyorlar. Allah’da onların yardımcısıdır. Tüm bunları , yarım asırdan daha az bir zamanda dünya küresinin yarısını fetheden bu ümmetin selefinin sahifelerinden anlıyoruz.
Buradan hareketle , bu korkunç , karmaşık problemleri çözmeyi ,tefekkür etmeye başladılar.Müthiş çaba gösterib çalıştılar.Onun için de bir çok çözüm buldular.Onların en muhkemi , en başarılısı , amaçlarını en iyi bir şekilde gerçekleştireni , barışçı yollarla Müslümanları cihaddan alıkoymaktı.Hakikatten problem çözüldü.Onlar da sofralarına oturup cihaddan mustarih bir şekilde emin ve mutmain olarak yiyip içiyorlar.Ülkelere hükmedip insanları köleleştiriyorlar.
Müslümanları cihaddan geri çeviren , uzun bir zamandan günümüze dek zelil bir şekilde oturtan şey; cihadın büyük ve küçük diye ikiye ayrılmasıdır.
Dediler ki ; küçük cihad kafirlerle mücadele , büyük cihad da nefis ve şeytanla mücadeledir.Bu düşmanlar uyanık insanlardır.Biliyorlar ki insanoğlu diri kaldıkça nefis ve şeytandan kurtulamaz.

Hayatı boyunca onu cihaddan alıkoyacak bir görev verdiler kendisine . Rasulullah’ın (s.a.v) ,Müslümanların gönlündeki büyüklüğünü bildiklerinden , kendisi için Rasulullah’ın (s.a.v) dili üzerine uydurma bir hadis öne sürdüler.O da şudur:

“…Küçük cihaddan büyük cihada döndük….” Bunu da Müslümanların kitaplarına sokuşturdular.
Dinde aldanmış , miskin arkadaşlar (!) bunu görünce “ nefis ve şeytanla mücadle en büyük cihad olduğuna göre küçük cihadı ne yapayım” diyerek uzun tesbihini alıp , ibadetgahına çekilip nefis ve şeytanıyla mücadele ederek Rabbine ibadet etmeye başladı. İçlerinde daha hayır taşıyan bazılarında ise büyük cihadı bitirdikten sonra küçük küçük cihada niyetli olanlar da var , ancak nafile ! Bunu nasıl yaparlar?

Hadis kitaplarında bu hadisin varlığı mutlak surette yoktur.

Hatib-i Bağdadi (r.a.) Cabir’den (r.a.) olan başka bir senedle rivayet eder: “Rasulullah (s.av) bir gazveden dönüyordu.Rasulullah (s.a.v) onlara şöyle dedi:
“ Hayırlı bir yerden döndünüz, küçük cihaddan büyük cihada döndünüz”
“Büyük cihad nedir ? Ey Allah’ın Rasulü? “ dediler.
“Kulun nefsiyle mücadelesidir.” dedi (Tarihu’l Bağdad:13/493)

Senedinde Halef b. Muhammed b.İsmail el Hayyam var. Hakim “onun hadisi sakıttır” derken , Ebu’l Yala el Halil’de “o karıştırmış , o çok zayıftır, bilinmeyen metinleri rivayet etmiş “ demiştir.
(Tehzibu’t-Tenzib:11-261-262)


İmam İbn Teymiye şöyle der:
“Bazılarının Tebük seferi dönüşünde , Rasulullah’ın ; “ küçük cihaddan büyük cihada döndük” şeklindesöylediğini rivayet ettikleri hadisin aslı yoktur.Nebi’nin (s.a.v) söz ve fiillerini bilen hiç kimse bunu rivayet etmemiştir.Kafirlerle cihad ,amellerin en büyüğü , hatta insanın yapacağı en büyük iyiliklerdendir.Tüm bunlardan sonra sonra hadisin mevzu olduğu hususunda şüphe edecek değilim”
(El Farku Beyne Evliya-i Rahman ve Evliya-i Şeytan s. 44-45)

Az güvenilir ve tabii olan İbrahim b. Ebi Able’den şöyle rivayet edilmiştir:
“Gazadan dönenlere (rasulullah) şöyle demiştir:
“ Şüphesiz küçük cihaddan döndünüz, bundan sonra büyük cihada , kalp cihadına ne yapacaksınız?” (Siyer-ü Alamü’n Nübela: 6/324 )

Darekutni der ki : “İbrahim b. Ebi Able kendi nefsinde güvenilirdir.Ona giden yollar safi değildir. “Derim ki , bu sözü bu imama sözün zayıflığını beyan etmeden isnad etmek caiz değildir” diye düşünüyorum.
Bunun ondan geldiğinin sıhhatini varsaydığımızda dahi o bir beşerdir ; doğru da yapar , yanlış ta. Mücahidlere hitab etmesine rağmen masum değildir.Kafirlerle savaştıklarında kalple olan cihada ne yapacaklarını soruyorlar? Çünkü nefis hayatta kalabilmek mücahidi firara yöneltebilir, yahut bunun dışında bir şeye , mesela infak etmemeye sevk edebilir. O takdirde kafirlerle mücadele ettiği bir esnada , nefsiyle de mücadele eder. İbrahim’in görüşünde büyük ve küçük cihad , kafirlerle mücadelededir. Aynı anda iki cihadı bir araya getirdiğinden dolayı büyük cihad demiş olabilir.Bunun itibara alınması ihtimali vardır.Ancak kendi ibadethanelerinde oturup , , insanlardan el- etek çeken kişi aslında ne büyük ne de küçük cihad içerisindedir.Hakikatte o nefsinin arzusuna tabidir.Çünkü nefsi ona bunu sevdirmiştir.Şeytan da ona bunu süslemiştir. Sonra eğer bu büyük cihad ise , o zaman , insanlardan ayrı olarak hayatlarını ağaç yapraklarını yemekle idame eden rahipler sınıfı ile hayatlarını oruç ve kulluğa veren Budistlerin yaptıkları bu işle , dünyanın en mutlu ve bahtiyar insanları olmaları gerekir.Halbuki bunu hiçbir akıllı söyleyemez.

Dikkat ederseniz yukarıdaki uyduruk söz , ne kütüb-i sitte de , ne sahih buhari , müslim , ebu Davud ,tirmizi , nesai , ibn mace , Ahmed bin halbelin müsnedinde ne de İmam Malikin Muvattası vs. gibi hiç bir sahih hadislerde yoktur !!

Bu hadis uydurmacısının İslam ve ehline karşı kindar oluşundan şüphemiz yoktur. Sofular bunu rahatlıkla aldılar. Allah hepimizi bağışlasın. Sonra bu alçalış ve gerileme döneminde o kültüre mensup bazı kişiler bunu kabul etmiş ve risaleler halinde de İslami kitab evlerine sürmüşlerdir. Kitaplarında bu hadisi savunup , onu zayıf gören veya derecesini az görenlere körü körüne saldırıyorlar. Allah (c.c.)bizleri ve onları doğrı yola hidayet etsin. Allah yolunda cihada denk gelecek hiçbir şey yoktur. Bu delil itirazlara yeter.



Müslim'de ve diğer muteber hadis kitaplarında, Numan bin Beşir'den yapılan rivayette diyor ki:

“Peygamberin yanında bulunduğum bir sırada Müslümanlardan birinin şöyle dediğini işittim:

“İslamla şereflendikten bu yana, hacılara su dağıtmaktan başka hiç işle meşgul olmam ve başka bir işe önem vermem.”

Bir başkası: “Ben de öyle” dedi. “İslamiyetle şeref bulduktan sonra, Mescid'i-l-Haram'ı onarmak ve bakmaktan başka hiçbir işe önem vermedim ve vermem.”

Onların bu konuşmalarına kulak misafiri olan Hz. Ali onların sözlerine karıştı:

“Allah yolunda savaşmak sizin anlattığınız işlerden çok çok daha üstündür.”

Orada bulunan Hz. Ömer:

“Allah Rasulünün minberi yanında yüksek sesle konuşmayın” diye onları ikaz etti.
Sonunda, namazı bitirdikten sonra meseleyi Allah'ın Rasulünden sorduk. Allah'ın Rasulu sorumuzu yüce Allah'a arzetti. Yüce Allah da az sonra, Tevbe suresinin 20. ayetini indirdi.

tevbe 20 : - İman edip de hicret edip, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mutlu kullardır.
ibn teymiyye - (El Furkan Beyne Evliyai'r-Rahman Ve Evliyai'ş-Şeytan- Allah'ın Velileri İle Şeytanın Velileri Arasındaki Fark - Kuşkusuz, Kafirlerle Savaşmak En Büyük Cihaddır başlığı)



Ebu Hureyre’den (r.a) rivayetle Nebi’ye (s.a.v) soruldu:
“Allah yolunda cihad etmeye denk ne var?”
“Güç yetiremezsiniz” dedi. Üçüncüsünde :

“Allah yolunda cihad edenin misali , Allah yolunda cihad edenin , evine dönünceye kadar gündüzleri oruçla , geceleri de ibadet ve kıyamla geçiren adamın misali gibidir” dedi.
(Müslim, İmare: 29 ; Tirmizi , Cihad : 1)

Yine ondan rivayetle bir adam :
“Ey Allah’ın Rasulu! Cihada denk gelebilecek bir ameli bana göster “ dedi . Rasulullah (s.a.v) :
“Bulamıyorum” dedi .Sonra :
“ (Adam) : “Kim bunu yapabilir?” dedi.
(Buhari ,Cihad: 2)

Ebû Hureyre'den: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş*tur:
«Eğer ümmetime meşakkat yüklemiş olmasaydım Al*lah yolunda hiç bir seriyyeden geri kalmazdım. Fakat onları bindirecek binek bulamadım, onlar da bundan sonra binecek vasıta bulamaz. Benden sonra benim gibi her sefere çıkamamak onlara ağır gelir. Halbuki Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip tekrar öl*dürülmeyi, sonra diriltilip tekrar öldürülmeyi ne kadar çok isterdim.»
(Buharı, Cihad, 56/119; Müslim, İmaret, 33/103- 106. Muvatta ; cihad :40)


- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim Allah iman ederek ve va'dini tasdik ederek, Allah yolunda (kullanmak üzere) bir at "tutarsa" bu atın yediği, teri, gübresi, bevli kıyamet günü terâzisine girecektir, yani sahibine sevap olacaktır."

Buharî, Cihâd 46; Nesâî, Hayl 11., Kutub-i sitte :980


- Râşid İbnu Sa'd, ashaba mensup birinden naklen anlatıyor: "Bir zât Rasûlullah'a gelip: "Ey Allah'ın Rasûlü, niye şehid dışında kalan mü'minler kabirde imtihan edilirler ?" diye sordu. Rasûlullah şu cevabı verdi:
"Şehidin ölüm anında tepesinin üstünde kılıç parıltısını hissetmesi imtihan olarak ona kâfidir."

Nesâî, Cenâiz 112. Kutub-i sitte :994


Abdü'l-Habîr İbnu Kays İbni Sabit İbni Kays İbni Şemmâs an ebîhi an ceddihi (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a Ummu Hâlid adında bir kadın yüzü örtülü olduğu halde gelerek Allah yolunda öldürülmüş olan oğlu hakkında sormak istedi. Ashab'tan biri kadına: "Sen, yüzü örtülü olduğun halde gelip oğlundan mı soracaksın?" dedi.
Kadın: Oğlumu kaybetti isem de hayamı kaybetmedim" dedi.
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadına: " Oğlun iki şehid mükâfatı elde etmiştir!" dedi. kadın:
"- Bunun sebebi nedir, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sorunca şu cevabı verdi:
" Çünkü onu Ehl-i Kitap öldürdü!"

Ebu Dâvud, Cihâd 8, (2488).Kutub-i sitte :996




"Her ümmetin ruhbanlığı vardır , benim ümmetimin ruhbanlığı cihaddır"
(Ahmed bin Hanbel)


- Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a.v)’den işittim şöyle diyordu: “Canım elinde olan Allah’a yemin olsun ki mü’minlerden bir kısmının benden ayrı kalmalarına üzülmeyeceklerini bilsem ve onları bindirebilecek binitler temin edebileceğimi bir bilsem. Allah yolunda savaşa giden hiçbir müfrezeden geri kalmazdım. Canım elinde olan Allah’a yemin olsun ki Allah yolunda ölüp dirilmeyi sonra diriltilip tekrar öldürülmeyi ve yine öldürülmeyi isterdim.”
(Buhârî, Cihad ve Siyer: 7 , sunen-i Nesai :3101)

- İbn Ebî Amîra (r.a)’dan rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Müslümanlar arasında hiçbir Müslüman yoktur ki Rabbi onun ruhunu aldıktan sonra tekrar size geri dönmek istemez, dünya ve içindekilerin hepsi kendisine verilse bile… Ama şehid böyle değildir.” (O tekrar dirilip yine tekrar şehid olmak ister)
İbn Ebî Amîra diyor ki: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah yolunda şehid olmayı göçebe ve yerleşik hayat yaşayanların elde ettikleri her şeye tercih ederim.” (Müsned: 17221 , sunen-i Nesai :3102)


_Ebu Said el Hudri (r.a)’den rivâyete göre, şöyle demiştir:
Tebük savaşı olduğu yıl Rasûlullah (s.a.v), sırtını devesine dayayıp insanlara bir konuşma yaparak şöyle buyurdu:
“Size insanların en hayırlısı ile en şerlisini haber vereyim mi? En hayırlı kimse ölünceye kadar atının veya devesinin sırtında veya yaya olarak Allah yolunda gayret eden kimsedir. En şerli kimse ise; Allah’ın Kitab’ını okuyup da gerekenleri yerine getirmeyen kimsedir.” (Müsned: 11124 , sünen-i Nesai 3055) (Yani cihad ayetlerini okyupta gereğini yerine getirmeyendir ! -Ve diğer hükümler için de böyledir)

- Ebu Hüreyre (r.a)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın azabından korkarak gözyaşı döken bir kimse süt memeye tekrar girinceye kadar ateş o kimseyi yakmaz. Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmak için gayret eden kimsenin çıkardığı toz ile Cehennem dumanı bir araya gelmez.”
(Tirmizî, Fedailül Cihad: 8; Dârimi, Cihad: 8 ,sünen-i Nesai 3057 )

Yine Ebu Hüreyre (r.a)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Bir kafiri öldürüp sonra da Müslümanca yaşamaya devam edip, Müslümanca ölen kimse; o kafirle beraber Cehennemde olmaz. Allah yolunda gayret ederken çıkarılan toz ile Cehennem ateşi bir araya toplanmaz. Kulun kalbinde iman ile hased bir arada olamaz.”
(Tirmizî, Fedailül Cihad: 8; Dârimi, Cihad: 8 ,sünen-i Nesai 3058)




لا تزال طائفة من امتى تقاتل على الحق حتى ينزل عيسى بن مريمعليه السلام عند طلوع الفجر ببيت المقدس ينزل على المهدى فيقال تقدم يا نبى الله فصل بنا، فيقول هذه الامة امراء بعضهم على بعض


“Tulu-i Fecirde, Beyt-i Makdis’de Hz. İsa bin Meryem (A.S.) nazil oluncaya kadar ümmetimden bir taife, daima hak üzerine mukatele (cihad) edecektir. O vakit Hz. İsa (A.S.) Hz. Mehdî’nin üzerine nüzul eder. Ona “Ey Allah’ın Nebîsi! Öne geç, bize namazı kıldır” denir. O da “Bu ümmetin imamı kendisindendir, onların içinden birisi daima diğerlerine imamdır” der. (Yâni Hz. Mehdî’nin imamete geçmesini emreder)”.

(Fetava-i Hadîsiyye, İbn-i Hacer-i Heytemi-38)

(Ümmetimden bir taife, hak üzere cihaddadır. Kıyamete kadar galip olarak devam eder.) [İbni Asakir]

(Hakkın yardımı ümmetimden bir taife üzerine Kıyamete kadar devam eder. Bunları terk edip ayrılanların bu taifeye bir zararı olmaz.) [İbni Mace]

(Ümmetimden bir taife, düşmanlara galip olarak hak üzere cihad ederler. Hatta sonuncu taife, Deccal ile savaşır.) [Ebu Davud]

(Ümmetimden bir taife, Allah’ın emriyle hak üzere hareket etmekte devam eder.) [Buhari]



Rasulullah’ın (s.a.v) ashabından bir kişi tatlı su kaynaklarının bulunduğu bir vadiden geçti.
“İnsanlardan el etek çekip bu vadide kalsam ? Ancak Rasulullah’tan (s.a.v) izin almadan bu işi yapmam” diye düşündü. Bunu Rasulullah’a (s.a.v) söyleyince , Rasulullah (s.av) :

“Yapma ! Şüphesiz Allah yolundaki birinizin (yaptığı cihad) fazileti , evindeki yetmiş yıl namazından daha efdaldir. Allah’ın sizi bağışlamasını ve cennetine koymasını istemez misiniz? Allah yolunda cihad ediniz .Devenin iki süt arası müddeti kadar Allah yolunda savaşanlara cennet vacib olmuştur”
(Tirmizi ,Cihad:17)

Bu son hadiste , cihadı ekber iddialarını tamamen çürütmektedir.Çünkü bu sahabe Rasulullah’tan (s.a.v) insanlardan ayrılıp nefsiyle cihad etmek için istekte bulunmuş, Rasulullah onu bundan men etmiş ve ondan daha iyisine irşad etmiştir. Sonra bu hadiste dikkat edilmesi gereken başka bir espiri de var.
Rasulullah’ın (s.a.v):
“Kim devenin iki süt arası kadar Allah yolunda cihad ederse Cennet ona vacip olur..” sözünün genelinden hareketle , Allah yolunda cihad edenler , öldürülse de , öldürülmese de cennetle müjdelenmiştir.
Hadiste geçen “fukava nakati” ,iki süt arası dönem veya sütün sağılıp tekrar sütün memelere dönünceye kadar ki zamandır.
(El-Misbahul Münir s. 484)

Bununla bahsedilen o hadisin mana ve sened bakımından batıl olduğunu öğrendik. Ondan başka ibadete layık ilah olmayan Allah’a hamd oldun. Klavyeyi bırakmadan önce şunu söylemek istiyorum. Bu düşünce (nefis ile cihad) tamamıyla sofuca bir düşüncedir. Kökeni İslam düşmanlarına dayanmaktadır. Onu bırakıp arkamıza atmalıyız.Nebi’nizin (s.a.v) nasihatine dönünüz:

“Cihad , şüphesiz ona hiçbir şey denk gelemez.”
Bu nasihatta , sizin için tüm kötülükleri isteyen (bu kötülükler ona dönsün) komplocu düşmanınızın ithal düşüncelerinden sizleri müstağni kılacak güzellikler var.
Dolayısıyla cihad hususunda yazılmış eserlerde çağdaş bazı yazarların bu hadisten etkilenerek yaptıkları gibi “büyük cihad” ya da “nefsle cihad” diye isimlendirmelerinden etkilenmemek gerekir.

Buradan benim nefisle mücadeleyi inkar ettiğim veya ona değer vermediğim kesinlikle anlaşılmasın. Aksine bu konu cihada teşvik , Allah yolunda ölme sevgisine has olup , iki şey arasında zihni bulandırmaktan uzak tutmak gerekir.Onu cihadın iki çeşidini söylediğimizde, sanki onlardan birini seçme serbestliğini veriyoruz.Acaba birini diğerine tercih ettiğimizde durum ne olur?

Bunu tasavvur edebiliyor musunuz?

Dedikleri gibi , her makama söz vardır. İslam ümmetinin hac rükunlarını öğrenmeye muhtaç olduğu , Zilhicce ayında Ramadan orucunun hükümlerinden bahsetmemiz hikmetten değildir. Halbuki iki konuda haktır ve ikisi de doğrudur.
İşte buradaki selefi salihinin anlayışları söyledikleri ve yazdıklarındaki fıkıhları ortaya çıkıyor.Cihad ile ilgili kitaplarında ; Allah yolunda cihad etmenin fazileti , Allah yolunda ölmenin fazileti , sahabe ve onlara tabi olanların kahramanlık haberlerinden başka bir şey bulamazsınız. Bununla birlikte nefisle mücadele etme tarafını da ihmal etmezler .Onun için ayrı bir mevzu tahsis edip ismini de “zühd” koymuşlardır. Konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadan burada bitirmemiz yerinde olacaktır. Samimi kardeşlerimiz bilirler ki Allah rasulu sözü geçen hadisi ! cihaddan gelirken söylediği rivayet edilir. Sizde cihada gidin sonra söyleyin.Hem sünnet de budur. Rasulullah bile küçükten başlamıştır ! Merdivene çıkmaya en son basamaktan başlanmaz Bunu böyle bilelim .
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ŞEHİD ABDULLAH AZZAM'A GÖRE SALDIRGANI DEFETME KAİDESİ

Tüm semavi dinler şu beş zaruri şeyi muhafaza etmek için inmiştir. Din, ırz, nefs, akıl, mal. Bu beş zaruri şeyi muhafaza etmek vacip olduğu için İslam Saldırganı defetmeyi meşru görmüştür.

a) Müslüman olsa dahi ırza saldıran: Irza saldıranı defetmek ölmesine sebep olsa bile tüm alimlere göre vaciptir. Bundan dolayı alimler kesin karar vermişlerdir ki: Bir kadın ırzından korkarsa, esirliğe kendini teslim etmesi caiz değildir.

b) Nefse ve mala saldıran: Saldırganın ölümüne sebep olsa bile cumhuru ulemaya, Malik ve Şafii'nin tercih ettikleri görüşlere göre saldırganı defedilmesi vaciptir. Sahih bir hadiste;

"Kim malı uğrunda ölürse şehiddir ve kim dini uğrunda ölürse şehittir ve kim ailesi uğrunda ölürse şehiddir"( Hadis sahihtir. Ahmed. Nesei. Ebu Davud ve Tirmizi) buyrulmuştur.

Bu hadisten sonra imam Cessas diyor ki: Bir adam bir adamı haksız yere öldürmek için kılıcını çekerse müslümanların onu öldürmesinde bir ihtilaf yoktur.(Ahkamu'l Cassas)

Şu halde saldırgan, müslüman olsa dahi öldürülürse o cehennemdedir. Ama eğer mazlum olan ölürse şehiddir.

Birisi sorabilir: Şu Allah'ın hükmüyle hükmetmeyen hükümetlerin içinde olduğu gibi bizi emniyete götüren namazlı, oruçlu müslüman(!) bir polisi öldürmemiz caiz midir? Bu soruya cevap vermek için bu konu etrafında genel bir açıklamaya ihtiyaç vardır.

Irzı müdafaa etmenin tüm alimlere göre vacip olduğunu bildikten sonra şöyle bir neticeye varabiliriz. "Emniyete götürülüp ırzını lekelendirmek için kendisini polise teslim etmesi caiz değildir."

"Memleketimizde bazı hakimler müslümanları zindana atmak için polisleri gönderiyorlar. Sonra karısını ve kız kardeşini getirip göz önünde tecavüz ediyorlar."

Bu halde o kadınların ta ki ölene kadar kendilerini onlara teslim etmeleri caiz değildir. Yine arama yapmak için gecenin ortasında evine baskın yapan polis şayet yatak odana hanımının gece elbisesi olduğu halde girerse ve perdeyi kaldırmaya teşebbüs ederse, sen de sesini çıkarmaz isen o zaman Allah katında günahkâr olursun. Ölene kadar onunla mücadele etmek vaciptir, (ilk önce) Polisi söz ile defetmek senin üzerine vaciptir. Şayet def olmazsa sopa ve yumrukla, yine gitmezse elini ve ayaklarını kır, yine gitmezse onu öldür. Kanı helaldir. Bu polis müslüman da olsa (!) , oruçlu dahi olsa fark etmez. Zira bu polis ölürse cehenneme gider. Sen ölürsen şehid olursun.

İbn Teymiyye diyor ki: "Üç dirhemden fazla senden hak almaya kalkışan bir müslüman saldırganın katlinin caiz olmasında alimler ittifak etmiştir."

Seni La ilahe illallah dediğin için namusunu lekelendirmek ve dinini kaldırmak isteyen bir polisin öldürülmesi nasıl caiz olmasın?

"O mü'minlerden ancak Aziz ve Hamid olan Allah'a inanıyorlar diye intikam alıyorlar." (Buruc Suresi, 85/8)

Özellikle müslüman gençliğe karşı savaş şiddetlendikten sonra bu konunun tüm müslüman gençlerin zihnine yerleşmesi lazımdır. Güzel müslüman gençliğin kökünü kazımak için bazı Arap devletleri emniyet teşkilatlarını teçhizatlandırmışlardır.

Aynı bu şekilde bir kadın, mücrimler tarafından yakalanmak istendiği zaman ve o kadında ırzının lekeleneceğini bildiği halde kadının kendisini onlara teslim etmesi kesinlikle caiz değildir. Onlar ile ölene kadar mücadele etmesi hangi vasıtalarla olursa olsun vaciptir.

Ama nefsini ve malını müdafaa etmek ise ilk önce anlattığımız gibidir. Zira alimlerin çoğu nefsi müdafaa etmeyi vacip görmektedirler.

Nefs müdafaasına göre; davanın maslahatı için bazı zamanlarda karşılık verilmemesi öngörülmektedir. Bu durum da Allah'a karşı mesul olan, komuta merkezidir.

Irz müdafaası ise böyle değildir. Zira ırz müdafaası farzdır. Farzları muhafaza etmek için kimseden izin alınmaz.

Uzun senelerdir memleketimiz hakimlerini görüyorsun ki İslami hareketin evlatlarını kesiyorlar, bedenlerini idam sehpalarında asıyorlar, müslümanları karanlık zindanlara atıyorlar değerli ve kıymetli her şeye Saldırıyorlar. Bu gençler İslami bir gayret sarf ederek tehdit altında olan dinlerini ve nefislerini bu diktatörlere karşı savunmaya kalkışsalar, işte o zaman paralı saray mollaları bu güzel gençler hakkında acayip kelimelerle ifratçılık ve teröristlikle fetva verirler.!

Topluma hayvanlar gibi muamele yapıp, asıp kesen saray zebanilerine gelince, bunlar mazlumlardır. Polislerin zulmüne gelince ücretli alimler korkudan bunların yaptıklarını genel maslahata binaen caiz görürler.!!!

Müslümanların aşırı gittiğini ileri süren bazı alimler Amerika ve İngiltere'nin siyasetlerinin İslam Alemine hakim olmasını isterler. Bu alimler "aşırıcılığa" karşıyız diye gazeteleri doldururlar.

"Aşırıcılığın" aleyhinde yazan her alimin yazılarını duvarlara çarpın. Zira bunların çoğu dinlerini az bir para karşısında satan saray mollalarıdırlar. Aşırıcılık hakkında bir makale gördüğümüz anda Kur'an ve sünnetten uzaklaştırıp bir tarafa atın. Çünkü hepsi boş kelimelerdir.

"İndirdiğimiz apaçık ayetleri ve doğruyu , biz onları insanlar için kitapta iyice açıkladıktan sonra gizleyenlere Allah'ta bütün lanet edebilenlerde lanet eder." (Bakara Suresi, 2/159)

Mucahid, lainun (lanet ediciler) kelimesini yeryüzünün hayvanları diye tefsir etmiştir. Bu saray mollaları hayrı gizleyip kıtlığa sebebiyet verdiklerinden dolayı yeryüzü hayvanları bile onlara lanet okurlar.

Hakkı gizleyen bu çeşit saray mollaları gençliğin tümünün ve Avrupa'nın dinsizliğine sebep olmuşlardır. İslam memleketinde saray mollalarının yapması gereken en güzel tavır, tağutların önünde hakkı konuşup, "siz her şeyi yok ettiğinizden dolayı yerinizde durun" demeleridir.

Şayet bu saray mollalarının zulme karşı sükutları olmasaydı, şu andaki hakimler yeryüzünde kendilerine ibadet yapılan birer ilah kesilmezlerdi.

Nasıl bu tağutlar hoşlanmasınlar. Ezher şeyhi ve vakıflar bakanı gibi kişiler kalabalık bir toplumun önünde Ali Abdulfettah adında bir gençle mücadele ediyorlardı. Ezher şeyhi ve vakıflar bakanı zulmü ve zalimleri savunuyorlardı. Genç de Kur'an ve sünneti savunuyordu. Uzun bir mücadeleden sonra münakaşanın sonunda Ezher şeyhinin torbasında bir şey kalmadı, o gence mağlup oldu ve sonunda şunu söyledi: "Siz cihad, emri bil maruf ve nehyi anil münker diyorsunuz biz de Amerika'dan buğday dileniyoruz?!"

Böyle bir Ezher şeyhi toplum önünde böyle konuşursa hakimler nasıl hoşlanmasın?! Tağutlar her yerde aşırıcılık ve aşırıcılardan uzak durun ve dikkatli olun" diye feryat ediyorlar. "Cihad nasıl durdurulur, bu şiddet ve dini aşırıcılık nasıl durdurulur" diye alimleri çağırıp fetva isterler.

Şu anda yeryüzündeki mahkemelerin en büyük suçlaması cihat suçlamasıdır. Cihat suçlaması ile müslümanları öldürür ve zindan karanlığına atarlar. Yeryüzünde bundan daha büyük bir zulüm var mıdır? Fesatlık adalete dönüştü!! Cihat etmek sultana baş kaldırmaya dönüştü!! Cihat eden suçlu sayıldı. Her yerde apar topar idam sehpalarına götürüldüler.

"Dini aşırıcılığa karşıyız" ismi altında İslam'a karşı geliyorlar. Şaşılacak bir durumdur ki sakal uzun olduğu anda ve kadın çarşaf giydiği anda çok korkuyorlar. Tehlikeli bir proje yürürlüğe koymak için pislikte boğulmuş, rezalet çamurunda mahvolmuş bir nesil istiyorlar

Bu tağutlar ve yardımcılarının katında dine sarılmak aşırılık sayılır. Ey zalimler! Aşırılık bunun neresindedir. (Zira) Şüphesiz ki aşırı olanlar zalimlerin ve tağutların ta kendileridir. Haksız yere insanlara zulmedenler, kanlarımızı, ırzımızı ve mukaddesatımızı müdafaa etmeyenler... İşte onlar aşırıdırlar.

Her yerde suçlu görülen bu gençler ise, memleketini küfürden ve yahudi sömürgesinden cihat vasıtasıyla muhafaza edip, Allah'a dönmek isteyen mü'min bir topluluktan oluşmaktadır.

Hakimler, fasık mücrimleri kollayıp, müslüman ve muttaki gençleri kovalarken nasıl fakirlik ve hezimet tüm toplumu sarmasın?

Gece ortasında istihbarat elemanlarının baskısından kurtulmak için, Abdunnasır döneminde bir aile tamamen hıristiyan oldu.!

İslam memleketinde bir çok (müslüman) genç, tağutlar tarafından sülfirik aside atılıp buharlaştırılmışlardır. Birçok namuslu kardeşlerimizin hanımlarının ve kızlarının emniyet mensupları tarafından namusları kirletilmiştir.

Libya'da iffetli müslüman genç kızlar, erkeklerin ve kızların karışık olduğu ve namusların kirletildiği sosyalist karargahlara girmeden liselere alınmazlardı. Bunu da resmileştirip kanun adıyla yapıyorlardı. Bu karargaha girene kadar bir kız ne vazife alabilir, ne de evlenebilirdi.

Irak'ta büyük şehirler sistemin eliyle kimyasal gazlarla yok edilirken alimlerimiz buna ne diyorlar acaba? Her yerde suç ve namussuzluk varken ve Allah katında en büyük suç ta dini siyasetten ayırmak iken bu alimler hala "aşırıcılık" aleyhinde kitap yazıyorlar! Bu atmosfer dahilinde şu güzel gençler, aşırıcılık ve saldırganlıkla itham edilebilirler mi? Peki adaletli davranan kimdir?

Ben bu gençlerin aleyhinde konuşan alimlere çok şaşıyorum. Zira bu gençler esaret zincirinden ve kölelik bağından kurtulup dinlerini savunurlar. Bu alimler ise mücrim ve katillere karşı sükuttadırlar.

Bu alimlerin hali bir Afrikalıyı kesen İngiliz'in haline ne kadar da benziyor, İngiliz Afrikalı'yı kesmek için uğraşırken ansızın Afrikalı İngilizin elini ısırır. Bunun üzerine İngiliz şöyle der:" Bakın bu adam resmen vahşidir."

Kaddafi, Allah'ın kitabını Rasullullah'ı resmen inkar etmişken, dinin zaruri meselelerini reddetmişken tüm muvahhid müslümanları zindana atmışken... Bu alimler bu konuya ne der ve nasıl fetva verirler acaba?
Gardiyanlardan birisi, güzel Müslümanların hapsedildiği zindanları gezerken "bu gece aşırı işkenceden dolayı müslümanlardan biri ölmüştür." Bu sözü işiten gardiyan hoşlanarak ve böbürlenerek şöyle der: "Çocuklar, köpeklerden bir köpek ölmüşse ne olur". Acaba alimlerin bu gibi insanların hakkında verdiği fetva nasıl olur ?
Acaba yanında zerre kadar ilim ve iman olan bir alimin, namazda kılsa oruç da tutsa bu adamın katledilmesi gerektiğinden şüphesi olur mu?

Acaba bu müslümanlar mı aşırıcıdırlar? Yoksa şiddete başvuranlar bunlar mıdır? Şu zulme baş eğmek dünyada rezalet ahirette ise azabın ta kendisidir. Çünkü zafiyet Allah katında özür sayılmaz. Zafiyeti kendine delil tutanlar azaba müstehak olurlar.

"Melekler, kendilerine zulmedenlerin canlarını aldıklarında -Ne işte idiniz- derler. Onlar da: -Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik- derler. Melekler: -Allah'ın arzı geniş değil miydi? Sizde oraya hicret etseydiniz ya- derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir. Ancak gerçekten aciz ve zayıf olan, çaresiz kalan, hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar hariçtir..." (Nisa Suresi 97,98)
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ŞEHADET EYLEMİNE İNTİHAR DİYEN EZİKLER


Batılıların literatürlerinde "şehadet" kavramı olmadığından, Müslümanların cihad esnasında şehadeti göze alarak gerçekleştirdikleri eylemleri onlar "intihar" olarak adlandırıyorlar.
Bu isimlendirme bazı İslami zannedilen yayın organlarına da aynen yansıyor ve halkın dilinde "intihar saldırısı" ismi dolaşmaya başlıyor.
Böyle olunca da "İntihar etmek haram olduğuna göre bu insanlar bu fiilleri neye dayanarak yapıyorlar?" sorusu akla geliyor


"Mü'minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah'a verdikleri söze sadık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. (Ahidlerinde) hiçbir değişiklik yapmamışlardır." (Ahzab, 23)

Bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak, Buhari, Müslim, Tirmizi ve daha başkalarının Enes ibnu Malik (r.a.)'ten rivayet ettiklerine göre, Enes ibnu Malik (r.a.)'in amcası Enes ibnu Nadr (r.a.) Bedir savaşında bulunamayınca: "Rasulullah (a.s.)'ın girdiği ilk çarpışmada bulunamadım. Eğer Allah bana Rasulullah (a.s.) ile birlikte bir çarpışmaya katılmak nasip ederse, mutlaka nasıl (kahramanca) hareket edeceğimi görecektir" dedi.
Bu kişi Uhud savaşında şehid edildi. Bu savaşta öldürülünceye kadar kahramanca savaştı. Bedeninde kimi gürz, kimi kılıç, kimi de ok yarası olmak üzere seksen küsur yara görüldü. Bu ayeti kerime de onun hakkında indirildi.
(Bu konudaki rivayeti Buhari, Cihad, 12; Tefsir, Ahzab suresi tefsiri, 3; Tirmizi, Ahzab suresi tefsiri, 2,3'de rivayet etmiştir.)



Müslim'in naklettiği bir hadise göre Enes ibnu Malik (r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Rasulullah (s.a.s.) Uhud gününde ensardan yedi ve Kureyş'ten iki kişiyle birlikte yalnız bırakıldığında, müşriklerin onun üzerine ok yağdırmaları ve kendilerine doğru yaklaşmaları üzerine:
"Bunları kim bizden uzaklaştırır, onun için cennet vardır -yahut- o cennette benim arkadaşımdır" diye buyurdu. Bunun üzerine ensardan bir adam öne geçti ve öldürülünceye kadar çarpıştı. Sonra yeniden üzerine ok atmaya başladılar. Rasulullah (s.a.v.) tekrar:

"Bunları kim bizden uzaklaştırır, onun için cennet vardır -yahut- o cennette benim arkadaşımdır" diye buyurdu.

Bunun üzerine ensardan bir adam öne geçti ve öldürülünceye kadar çarpıştı. Bu şekilde tam yedi kişi şehid oluncaya kadar devam etti!!!. Daha sonra Rasulullah (s.a.s.) yanındaki iki sahabisine: "Arkadaşlarımıza insaf etmedik" diye buyurdu."
(İmam Nevevi, Müslim Şerhi'nde hadisin sonundaki: "Arkadaşlarımıza insaf etmedik" ibaresini şu şekilde açıklamıştır: "Yani Kureyşliler, ensara insaf etmedi. Kureyşliler çarpışmaya çıkmazken ensardan olanlar teker teker çarpışmaya çıkarak şehid edildiklerinden böyle denmiştir.")

Bu olayda dikkat edilirse yedi sahabi Rasulullah (s.a.s.)'a zarar gelmesini önlemek için müşriklerin üzerine atılmış ve geleceği kesin olan bir ölüme kendilerini atarak müşriklerin Rasulullah (s.a.s.)'a yaklaşmalarını engellemişlerdir. Kurtubi, Tefsir'inde bu olaydan, cesaretli bir kimsenin yalnız başına da olsa ölümü göze alarak kalabalık bir düşman grubunun arasına dalıp onlara zarar vermesinin caiz olduğu hükmünü çıkarmıştır.



Enes ibnu Malik (r.a.)'ten rivayet edildiğine göre Bedir'de müşrikler Müslümanlara yaklaşınca Rasulullah (s.a.s.):
"Genişliği göklerle yer kadar olan cennet için kalkın" diye buyurdu. Ensardan Umeyr ibnu'l-Humam: "Genişliği göklerle yer kadar olan bir cennet mi ey Rasulullah?" dedi. Rasulullah (s.a.s.): "Evet" dedi. O da: "Tamam, tamam" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.): "Seni "tamam, tamam" demeye yönelten ne oldu?" diye sordu. O da: "Vallahi, oranın (o cennetin) ehlinden olma arzusundan başka bir şey değil, ey Rasulullah!" dedi.
Rasulullah (s.a.s.): "Sen oranın ehlindensin!" diye buyurdu. (Umeyr) sonra heybesinden birkaç hurma çıkardı ve onları yemeye başladı. Sonra: "Ben eğer bu hurmaları yiyinceye kadar yaşarsam bu uzun bir hayat olur" dedi ve yanındaki hurmaları attı.
Sonra öldürülünceye kadar onlarla çarpıştı.!!!"
(Bunu Müslim, İmare, 145'te rivayet etmiştir.)

İmam Nevevi, Müslim Şerhi'nde bu hadisle ilgili açıklamasında şöyle der: "Buradan bir kişinin kafirlerin birliklerinin arasına dalmasının ve kendisini şehadete atmasının caiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu hareket ilim adamlarının büyük çoğunluğuna göre caizdir ve hiçbir keraheti yoktur."




Allahu Teala şöyle buyurur:
“İçinde burçları bulunan göğe and olsun; söz verilen kıyamet gününe and olsun; şahitlik edene ve edilene and olsun ki, insanlar öldükten sonra diriltileceklerdir. Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, iman etmiş kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenler kahrolmuştur! Bu inkarcıların, iman edenlere kızmaları; onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan ve övülmeğe layık ve güçlü olan Allah'a iman etmiş olmalarındandı. Allah her şeye şahiddir.”[Buruc/1-9]

Müslim, Sahih’inde, Suheyb’den Radıyallahu Anhu, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Sizden önce bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala: “Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder ve sihir yapmayı öğreteyim!” dedi. Kral da öğretmesi için ona bir genç gönderdi.

Gencin geçtiği yolda bir rahip yaşıyordu. (Bir gün giderken) rahibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti. Artık sihirbaza gittikçe, rahibe uğruyor, yanında oturup onu dinliyordu. (Bir gün) sihirbaz, delikanlıyı yanına gelince dövdü. Genç de durumu rahibe şikayet etti. Rahip ona: “Eğer sihirbazdan korkarsan, “Ailem beni oyaladı!” de; ailenden korkacak olursan, “Beni sihirbaz oyaladı” de!” diye tenbihte bulundu.

O bu halde (devam eder) iken, insanlara engel olan büyük bir canavara rastladı. Kendi kendine, “Bugün sihirbazın mı, rahibin mi daha üstün olduğunu bileceğim!” dedi. Bir taş aldı ve, “Allahım! Eğer rahibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür ve insanlar geçsinler!” deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler.

Delikanlı rahibe gelip durumu anlattı. Rahip ona: “Evet oğlum, bugün sen benden üstünsün! Görüyorum ki, yüce bir mertebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana maruz kalınca sakın beni anlatma!” dedi. Çocuk, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi ediyor, insanları diğer hastalıklardan da kurtarıyordu. Onu kralın gözleri kör olan bir arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: “Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir” dedi. O da: “Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah’tır. Eğer Allah’a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!” dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.

Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: “Gözünü sana kim iade etti?” diye sordu. “Rabbim!” dedi. Kral, “Senin benden başka bir rabbin mi var?” dedi. Adam: “Benim de senin de rabbimiz Allah’tır!” cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah’a iman etmesini sağlayan) gencin yerini de gösterdi.

Genç de oraya getirildi. Kral ona: “Ey oğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!” dedi. Genç: “Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah’tır!” dedi. Kral onu da yakalatıp işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da rahibin yerini haber verdi. Bunun üzerine rahip getirildi. Ona: “Dininden dön!” denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra genç getirildi. Ona da: “Dininden dön!” denildi. O da bundan kaçındı.

Kral, onu da adamlarından bazılarına teslim etti. “Onu falan dağa gö türün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse tamam, aksi takdirde dağdan aşağı atın!” dedi. Gittiler, onu dağa çıkardılar. Genç: “Allahım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana yardım et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler.

Genç yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: “Yanındakilere ne oldu?” dedi. “Allah, onlara karşı beni korudu” cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: “Bunu bir gemiye gö türün. Denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse tamam, aksi takdirde onu denize atın!” dedi. Söylendiği şekilde adamları onu gö t
ürdü. Genç orada: “Allahım, dilediğin şekilde bunlara karşı bana davran!” diye dua etti. Derhal gemileri alabora oldu ve boğuldular.

Genç yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral: “Yanındakilere ne oldu?” diye sordu. Genç: “Allah onlara karşı beni korudu” dedi. Sonra krala: “Benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!” dedi. Kral: “O nedir?” diye sordu. Genç: “İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştirir ve: “Gencin Rabbinin adıyla” dersin. Sonra oku bana atarsın. Eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!” dedi.

Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Genci bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: “Gencin Rabbinin adıyla!” dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Genç, elini şakağına, okun isabet ettiği yere koydu ve Allah’ın rahmetine kavuşup öldü.

Halk: “Gencin Rabbine iman ettik!” dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: “Ne emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk gencin Rabbine iman etti!” denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral: “Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!” diye emir verdi. İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti, çocuğu: “Anneciğim sabret. Zira sen hak üzeresin!” dedi.”[Müslim, hadisi Kitabu’z-Zühd ve’r-Rekâik’te, Ashab-ı Uhdud, Sihirbaz ve Gencin Kıssası Bâbı’nda rivayet etmiştir. Ahmed, hadisi Süheyb’den Radıyallahu Anhu rivayet etmiştir]

Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Müslim, Sahih’inde Ashab-ı Uhdud kıssasını rivayet etmiştir. Bu kıssada genç, dinin ortaya çıkması için kendisinin öldürülmesini emretmiştir. Bu nedenle, dört imam da, Müslümanlar için bir faydanın bulunması halinde, öldürülme ihtimali yüksek dahi olsa kişinin, savaş için kafirlerin safına dalmasına cevaz vermişlerdir. Dolayısıyla kişinin, cihadın maslahatı için bir işi yerine getirmesine, öldürüleceğine inanmasına rağmen izin verildiğine göre, dinin maslahatının sağlanması ve hem dini hem de dünyayı bozan düşmanın zararının yok edilmesi için bir başkasının ölümüne sebep olacak bir işin yapılması öncelikle geçerlidir. Zira kişinin kendisini öldürmesi, başkasını öldürmesinden daha büyüktür.”[Mecmuu’l-Fetava, 28/540]
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
ELMALILI TEFSİRİ

BAKARA 195- Allah yolunda mal harcayın da kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve güzel hareket edin. Çünkü Allah güzellik ve iyilik edenleri sever.

BAKARA195-Bunun için: Allah yolunda infak da yapın. Mal hazırlayıp harp ihtiyaçlarına sarfedilmek üzere vergi, yardım verin. Fakat yalnız mal kazanmak sevdasına düşüp de, Kendi kendinizi tehlikeye de bırakmayın.
Sadece para kazanma ve istirahat etme sevdasının, insanları, esirlik istilası ve mahkûmluk gibi büyük tehlikelere düşüreceğini, bu tehlikenin önüne geçmenin ancak Allah yolunda harbetmek ve harbe alışmakla mümkün olacağını unutmayın.
Bu âyetin gelişi ve nüzul sebebi, Allah yolunda harb ve çarpışmadan ve o uğurda mal harcamadan kaçınmanın bir tehlike olduğunu hatırlatmak içindir.
Tirmizi ve Ebu Davud'da da tahric olunduğu üzere rivayet ediliyor ki:
"Emeviler devrinde Abdurrahman b. Velid kumandasında bir İslâm ordusu, Kostantiniye yani İstanbul şehrine gaza etmişti. Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de bu askerler arasındaydı. Rumlar şehrin surlarına arkalarını dayamışlardı. O sırada müslümanlardan bir zat, kaledeki düşman üzerine açıktan hücum etmiş, bunu gören İslâm cemaati:
'Bırak, bırak! Lâilahe illallah, kendi kendini tehlikeye atıyor.' demişlerdi.
Bunun üzerine Hz. Ebu Eyyûb el-Ensarî:
'Ey müslümanlar! Bu âyet biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. O vakit ki Allah Peygamberine yardım etti ve dini olan İslâm'ı galibiyete mazhar kıldı. O zaman biz artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ile meşgul olalım mı? demiştik. Allah Teâlâ: 'Allah yolunda sarfediniz. Kendi kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayınız.' (Bakara, 2/195) âyetini indirdi. Bundan dolayı kendini tehlikeye atmak, mallarımızın başında durup, onları ıslah ile uğraşmamız ve cihadı terketmemizdir.' demiştir.
Bunun üzerine hiç durmayıp Allah yolunda cihada girişmiş ve nihayet 90 küsur yaşlarında , İstanbul'un fethi için mücadele ederken şehid olmuştur. Kabrini ise vasiyeti üzerine İstanbul surlarına yakın bölgede defnolunmuştur."

Ebu Eyyub el-Ensarî böylece kendini tehlikeye atmanın, Allah yolunda cihadı terketmek demek olduğunu ve âyetin bu hususta nazil olduğunu haber vermiştir.
İbnü Abbas'tan, Huzeyfe'den, Hasen, Katâde, Mücâhid, Dahhak'tan da böyle rivayet edilmiştir. Bera' b. Âzib ve Ubeyde es-Selmanî hazretlerinden, "Elleriyle kendini tehlikeye atmak, günah işlemekle mağfiretten ümidi kesmek" demek olduğu da rivayet edilmiştir. Bunun, infak karinesiyle: "Harcamada israf edip, yiyecek, içecek bulamayacak dereceye vararak telef olmak" mânâsına olduğu da söylenmiş, "Düşmana tesir etmeyecek bir şekilde harbe atılmak" demek olduğu da belirtilmiştir ki Ebu Eyyub'un itiraz ettiği ve nüzul sebebini söylediği cemaatin görüşü de bu idi.
"Sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna engel olmayacağından" ve bu mânâların toplanmasında da çelişki ve terslik bulunmadığından âyetin tamamına şamil olması da caizdir.
Bunun için İmam Muhammed, "Siyer-i Kebir"inde der ki: "Tek başına bir adam, bin kişiye hücum edecek olsa, eğer kurtulma veya düşmanı kırma ve tesir etme ümidi varsa, sakınca yoktur. Kurtulma veya düşmanı kırma ümidi yoksa mekruhtur. Çünkü müslümanlara bir faydası olmaksızın kendini ölüme atmış olur. Bunu yapacak olan kimse ya kurtulmak veya müslümanlara bir faydası bulunmak ümidi olursa yapmalıdır. Kurtulma ve düşmanı kırma ümidi olmadığı halde diğer müslümanlara cesaret versin ve böylece düşmanı tepelesinler diye misal gösterilecek bir örnek olmak üzere yaparsa sakınca yoktur.."
Bu yasaklama sahihtir. Bundan dolayı dine veya müminlere hiçbir menfaati olmaksızın kendini öldürmek uygun değildir. Fakat kendini öldürmede dine ait bir menfaat varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir makam olur ki Cenab-ı Allah, Rasulullah'ın ashabını bununla övmüştür.
"Allah, müminlerden canlarını ve mallarını kendilerine cennet vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler." (Tevbe, 9/111).
Yine: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler. Rableri yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân, 3/169) buyurmuştur.
Ebu Eyyûb el-Ensarî hazretleri de bu makamı göstermiştir. Bundan dolayı sırf huzura düşkünlükte tehlike bulunduğu gibi, harp bakımından da tehlike bulunabilir. O da düşmana tesir icra etmeyecek, boş yere bir müslümanı yok edecek olan husustur.
Müslümanlara faydası olmadığı gibi aksine zararı bilinirse, o zaman harbe atılmak ve kendini öldürmek hiç caiz olmaz. Fakat insanlık gafleti, harbi, mutlak bir tehlike zannedebileceği için; bu âyet mal kazanacağız, rahat edeceğiz diye dalıp, cihadı terketmenin tehlike olduğunu hatırlatma hususunda nâzil olmuş ve o şerefli makamı göstermiştir.
Demek ki barış tehlikesi, ibare ile; savaş tehlikesi de işaret ile hatırlatılmıştır.
Ey müminler! Bunlara dikkat edin, ve her hususta iyilikle muamele edin, yaptığınızı güzel yapın, sizden asıl istenen, iyiliktir. Çünkü, Allah hep iyilik edenleri sever. Bunun için harcamayı da en güzel şekilde yapın ve herhangi bir kötülüğü, en güzel biçimde ortadan kaldırın. Aynı ile karşılık vermeyi, daha güzeli mümkün olmadığı zaman yapın. Kötülüğün cezası kötülük ise de, "Sen kötülüğü en güzel iyilikle bertaraf et." (Müminûn, 23/96) emri gereğince kötülüğü de en güzel şekilde savın. Harbi de en güzel sebep, en güzel vasıta kabul edip en güzel şekilde yapın ve ancak Allah yolunda yapın.
http://www.kuranikerim.com/telmalili/bakara2.htm

***********

Said Nursi , MEKTUBAT

Alıntı:
"Kim bir mü'mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir" (Nisa Suresi, 92)

Kur’an-ı Kerim’in en esas düsturlarından birisi şudur ki Müslümanlar bunu düstur etmişlerdir. Düstur şudur:
- ("Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide Sûresi: 5:32.) -) ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.



Said Nursi kırmızı renklendirdiğim kısımda ; Bir devlet , topluluk veya cemaat kendilerinin selameti kurutluşuları için isterse 1 kişi olsun onun hayatını feda ederek kendi canlarını kurtaramayacaklarını bildirmektedir. Hak 1 kişi de olsa pekçok kişide olsa aynıdır demektedir. Bir topluluğu kurtarmak için 1 kişi bile olsa öldüremeyeceklerini yada öldürmesi için kafirlere teslim edemeyeceklerini söylemekte bu sözünü maide 32 ayetiyle desteklemektedir. (aynen katılıyorum)
Mavi renklendirdiğim yazısında ise bu ölüm ancak bir şartla caiz olabileceğini, onunda HAMİYET NAMINA ve KENDİ İSTEĞİYLE yapılması yani o bir kişi kendi hür (cüz-i) iradesi kimsenin baskısı ve zorlamasıyla olmadan o devleti , topluluğu yada cemaatı kurtarmak , kafir istilasından kurtarmak düşmanın defi vatanın kurtulması gibi KUTSAL AMAÇLA yapılmasının "bir kişiyi haksız yere öldürme" sınıfına girmeyeceğini , bunun istişhadi - şehadet eylemi olduğunu övmüştür. (Nurcuyum diyenlerin neci oldukları ortadadır )

MEKTUBAT sayfa 57

http://www.risaleinurenstitusu.org/i...ktubat&Page=57

***********************



bakara 207- Yine insanlardan kimi de vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için kendini feda eder. Allah ise kullarına çok merhametlidir

Hz. Ömer , Hz.Ali ,Abdullah b.Abbas ,Ebu Hureyre ve Hasan-ı basri'den nakledilen görüş :Canını Allah yolunda adayarak cihad eden ve iyiliği emredip kötülükten sakındıran herkesi ifade etmektedir.
Muğire diyor ki :
" Ömer b. El-Hattab , bir ordu gönderip bir kaleyi kuşattı. Becile kabilesinden bir adam , ordunun önüne geçip düşmanla savaştı ve öldürüldü. İnsanlar onun hakkında çokça konuştular ve "Kendisini eliyle tehlikeye attı" dediler. Bu konuşmalar Ömer b. El-Hattab'a ulaştı. O da " Yalan söylüyorlar . Aziz ve Celil olan Allah : “İnsanlardan öylesi de vardırki Allahın rızasını kazanmak için canını verir. Allah kullarına karşı çok merhametlidir” buyurmadı mı ?” dedi .

Ebu Hureyre ‘de , Hişam b. Amirin , düşmanın saflarına hücum ederek onların saflarını yardığı zaman onun hakkında "Kendisini eliyle tehlikeye attı" diyen kimselere karşı da bu ayet-i kerimeyi okumuştur.

Hasan-ı Basri bu ayeti okuduktan sonra şunları söylemiştir :
“Bu ayetin kimin hakkında indiğini biliyormusunuz ? Bu ayet şöyle bir Müslüman hakkında inmiştir. O , bir kafirle karşılaşır ve ona “ La İlahe İllallah” de . Bunu söylediğin taktirde , canını ve malını da korumuş olursun . Ancak canın ve malın hakkında cezayı hak etme durumun hariçtir…” der. Kafir ise bu sözü söylememekte diretir. Müslüman da “ Vallahi ben kendimi Allaha satıyorum “ der. İlerler ve onunla öldürülünceye kadar savaşır. İşte bu ayet bu gibi Müslümanlar hakkında nazil olmuştur.

Taberi de ayetin genel ifadesini göz önünde bulundurarak bu son izah şeklini tercih etmiş ve ayetin her iyiliği emredip kötülüğe mani olanları ifade ettiğini , bu itibarla Süheybin ve ebu Zer’in de burada zikredilen insanlara dahil olduklarını söylemiştir.

Taberi Tefsiri. c:1sayfa 510


Ünlü tefsir alimi Cassas'ın Ahkamu'l-Kur'an, C.1, sh. 309'da naklettiğine göre hanefi alimlerinden Muhammed ibnu Hasan eş-Şeybani şöyle demiştir:
"Eğer sonuçta kurtulabileceğini veya öldürülse de düşmana zarar verebileceğini tahmin ediyorsa bir kişinin bin kişiye karşı saldırı gerçekleştirmesinde sakınca yoktur... Sonuçta kurtulamayacağını hatta düşmana da bir zarar veremeyeceğini ama Müslümanlara cesaret kazandıracağını, böylece onların kendisini örnek alarak düşman karşısında aynı cesaretle çarpışacaklarını hesap ediyorsa yine de saldırıda bulunmasında bir sakınca yoktur. Allah'ın izniyle bu hareketinden dolayı sevap alacağını umarım
.


Yine Maliki alimlerinden İbnu Huveyz Mikdad şöyle demiştir:
"Bir kişinin bir gruba yahut kalabalık bir asker topluluğuna saldırması konusuna gelince:
Bu kişi eğer kendisinin öldürüleceği ama bununla birlikte düşmana zarar verebileceği veya başarılı çarpışma yapabileceği ya da Müslümanların yararına olacak bir etki yapabileceği kanaatini taşıyorsa bu hareketi caiz olur."


Bu olayda dikkat edilirse yedi sahabi Rasulullah (s.a.s.)'a zarar gelmesini önlemek için müşriklerin üzerine atılmış ve geleceği kesin olan bir ölüme kendilerini atarak müşriklerin Rasulullah (s.a.s.)'a yaklaşmalarını engellemişlerdir. Kurtubi, Tefsir'inde bu olaydan, cesaretli bir kimsenin yalnız başına da olsa ölümü göze alarak kalabalık bir düşman grubunun arasına dalıp onlara zarar vermesinin caiz olduğu hükmünü çıkarmıştır.



Çağımızın meşhur alimleri de aynı şeyi vurgulamaktadırlar. İşte Prof. Dr. Yusuf el-Karadavi'nin konuyla ilgili hutbesinden birkaç cümle:
"Ne yazık ki HAMAS'taki kardeşlerimiz yoğun bir baskıya maruz kalınca bütün herkes bıçaklarını onlara doğru çevirdi. Böylece herkes onlara sövmeye, ağır tenkitler ve lanetler yağdırmaya başladı... Böylece suçlular ve terör hamlesi başlatan teröristler topluluğu haline geldiler. Oysa daha düne kadar intifadanın fedaileri, kendilerini şehadete atan büyük kahramanlardı. Bu hareketin geçmişte kahramanca eylemler olarak nitelenen eylemleri nasıl oldu da birden bire "intihar saldırıları" haline geldi? Bunun tek sebebi Arap toplumlarının kafalarının yahudileştirilmesidir. İsrail zihinleri yahudileştirdi. Medya, Rabbimizin merhamet ettiklerinin dışında kalanların kafalarını yahudileştirdi. Rabbimizin koruduklarının -ki onların sayıları da azdır- dışında kalan politikacıları yahudileştirdi. Böylece kahramanları teröristler, onların eylemlerini de cinayet eylemleri olarak adlandırmaya başladık..."



Caiz değil diyenler bu dinin yapısını kavrayamamış , İslam devletinin yokluğunda kafir oryantalistlerin eleştiri ve tenkitleri karşısında tutunamayıp , etkilenerek onların dümen suyuna uyarak hoş görülmek uğruna fetva peydahlamaya çalışan ayak takımlarıdır .
Bu tür kişilerin diğer bir hezayanları ise islamdaki cihadı "savunma cihadı"dır diyerek küçültüp küfredenlerdir !
Sahabelerin davet mektuplarını ve savaşlarının mahiyetini kavrayamayan bu ezikler , utanmadan her cuma ve pazar eyyubel ensarinin kabrini ve turbesine giderek şefaat ve duada aracılar kılmaktan çekinmezler. !!!
Sahabelerin ölümü göze alarak düşman ordularının içlerine dalışlarını , düşman kalesinie girebilmek için mancınıkla fırlatılıp ölümlerini , ashabı uhdud kıssasındaki (sahih hadis) çocuğun , krala kendisini öldürebilme şartını öğretmesini anlayamayan din fukaralarıdır !

Yine bu bel'am imitasyonları , Türk-Yunan savaşında düşman cephaneliğine (düşmanı mühimmat yönüyle zayıflatmak için - kafir asker ölmediği halde ) gizlice dalıp havaya uçuran ve bu arada kendi canını FEDA eden Küçük Ali'lerin yaptıklarına kendi vatanları !! uğruna olduğu için caiz görmektedirler !!!
Yine faşizan bir din itikadına sahip olanlar , elindeki bezi sırf kaleye dikebilmek için öldürülen ulubatlı hasana türk olması hasebiye şehid demekten çekinmeyenlerdir !!

*******



Aynı mesele hakkında bir kardeşimin bana yöneltmiş olduğu bir soruya verdiğim cevabı da faydalı olacağını düşündüğümden buraya da yazmayı münasib gördüm .



Ebu_Basir_1 kardeşim demiştiniz ki :

Alıntı:
Allah razi olsun calismalarinizdan dolayi .... bisey eklemek istiyorum soruyla .... biz bunlari insanlara anlattigimizda bize hak veren kardeslerimiz , londradaki, abd deki ya da madriddeki saldirilar hakkinda "onlari dogru bulmuyoruz diyorlar " ve gerekce olarakta anlattigimiz olaylarin savas olan yerlerde yapilabilecegini söylüyorlar ... savas olmayan yerlerde böyle seylerin yapilmasinin dogru olmadigini söylüyorlar ... bu söylemleri verilecek cevabi buraya yazarsaniz size minnettar olurum ve umarim ki yönlendirdigim kisilerde sizin yazilarinizdan bu konuyu daha iyi kavrayabilirler ....

Alıntı:
s.a.w.r.w.b.

a.s.w.r.w.b. Tekrar

Şehadet eylemine caiz diyen alimler londra , abd , israil ,madrid , mısır , tunus vs gibi bi'l-fiil cihad ! olmayan yerlerdeki patlamalar hakkındaki görüşlerinde 2 ye ayrılmış durumdadırlar.
Oralarda da kafirler öldürülebilir diyenlere baktığımızda görüyoruz ki bu alimler cihad alanlarında canlarıyla , mallarıyla mucadele eden , bu işin içinde bilhassa yaşayarak olanlardır .
Kendi ülkelerini işgal eden kafir askerlerine karşı bombalama eylemlerine cevaz veripte , işgal edenlerin ülkelerinde sivil ! vatandaşların da öldüğü bombalama eylemlerine karşı çıkanlara baktığımızda demokratik laik ülkelerde oturup , cihadın şartlarını ve koşullarını bizzat yaşamadan ahkam kesenler olduğunu gözlemlemekteyiz .

Ben de bir müslüman (alim değil) olarak cevaz verenlerin-görenlerin safındayım. Evet bu eylemler esnasında öncelikli hedef olarak kafir devletlerin silahlı ordusunu ortadan kaldırmak olsa da , stratejik ve kritik hedeflerinin de imhası esnasında zaruri durumlardan dolayı o tağutun ülkesinde ikamet eden sivillerin ölmesinde bir sakınca yoktur. (âllahu alem )


Beni bu şekilde inanmaya sevk eden delillerden biri Ebu Basir ve Ebu Cendelin ticaret kervanlarına saldırı düzenlemesi gelmektedir.
Rasulullahın (s.a.v) bu saldırıları onayladığı , hatta Hudeybiye antlaşmasının müslümanların lehine oluşmasına etken olduğu bilinen bir gerçektir !

Bunun haricinde şu hadisler konuyla ilişkilidir :
*******************************

Kadınlarla Çocukların Gece Baskınlarında Kasıdsız Olarak Öldürülmelerinin Cevazı Babı

26- (1745) Bize Yahya b. Yahya ile Saîd b. Mansur ve Amru'n-Nâkıd, toptan İbni Uyeyne'den rivayet ettiler.
Yahya (Dedi ki) : Bize Süfyân b. Uyeyne, Zührî'den, o da Ubeydullah'dan, o da İbni Abbas'dan, o da Sa'b b. Cessâme'den naklen haber verdi. Sa'b şöyle demiş:
Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e müşriklerden gece baskınına uğrayan zürriyetlerin hükmü soruldu. Bu suretle müslümanlar onların kadınlarına ve çocuklarına isabet ediyorlardı. Peygamber [s.a.v):
«Onlar onlardandır. buyurdular.
( Müslim ; Cihad 26 )

27- (...) Bize Abd b. Humeyd rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Abdürrazzâk haber verdi. (Dedi ki) : Bize Ma'mer, Zührî'den, o da Ubeydullah b. Abdillâh b. Utbe'den, o da Ibni Abbâs'dan, o da Sa'b b. Cessâme'den naklen haber verdi. (Şöyle demiş) :
— Yâ Rasûlâllah! Biz gece baskınında müşriklerin zürriyetlerine isabet ediyoruz! dedim,
«Onlar onlardandır.» buyurdular.
( Müslim ; Cihad 27 )

Kafirlerin Ağaçlarını Kesme ve Yakmanın Cevazı Babı

29- (1746) Bize Yahya b. Yahya ile Muhammed b. Rumh rivayet ettiler. (Dediler ki) : Bize Leys haber verdi. Bize Kuteybetu'bnu Saîd de rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Leys, Nâ-fi'den, o da Abdullah'dan naklen rivayet etti ki, Rasûlullah (Sahallahu Aleyhi ve Sellem) Benî Nadîr'in hurmalarını yakmış ve kesmiş. Bu yer Büveyre'dir.
Kuteybe ile İbni Rumh kendi hadîslerinde şunu ziyade ettiler: «Bunun üzerine Allah (Azze ve Celie): Yaş ağaç nâmına her neyi keser veya kökleri üstünde ayakta bırakırsanız (bu) Allah'ın izniyledir: Hem de yoldan çıkanları rezîl etsin diye! [Haşr : 5.] âyet-i kerîmesini indirdi.»

******************************

Kafirlerin savaşla alakası olmayan ağaçları bile kesilerek öldürülmüştür !

Bilhassa 11 eylül Bayramından sonra dünya tağutunun elebaşısı Buşh isimli kafir dünya Tv lerinde verilen konuşmasında tüm dünya ülkelerine "YA BİZİM TARAFIMIZDASINIZ YADA TERÖRİSTLERİN SAFINDASINIZ , TARAFSIZ KALMAK YOK" ultimatonunu vermiştir.
Bu baskı ve tehditi üzerine Nato , kendisiyle hiç bir ilişkisi olmamasına rağmen 5. maddeyi uygulamaya sokarak "birimize yapılan saldırı hepimize yapılmıştır" diyerek eksiksiz asker göndererek Afganistan sonrada Irak işgal edilmiş , müslümanlar katledilmiştir.
Dünyanın bir ucundaki , daha 50 sene önce Amerikadan 2 şehrine atom bombası yiyen Japonya bile hiç bir ilişkisi olmamasına rağmen Çin , kore , hindistan'la beraber asker göndermişlerdir.
Bush kafirinin Tv de konuşmasıyla artık müslümanların cihadı tüm dünya kafirlerine karşı bir hal almıştır! Hatta o konuşmasında bush " Haçlı seferi başlattık " sözünü 2 kere söylemiştir .
Hakikatten de tüm kafirler , Hırıstiyan güçleriyle birlikte "Küfür tek millettir" hükmünü ispata koyulmuşlardır .

Bu hakikatleri görmek istemeyenlere Seyyid Kutubun yoldaki işaretler kitabından bir paragraf aktarmak istiyorum: Allah yolunda cihad başlığı :
"İslâm ile ilgili isimlerinden başka hiç bir şeyleri kalmayan ve gelecek Müslüman nesiller için aklen ve ruhen hayat gerçeğinin baskısı altında hezimete uğrayanlar şöyle demektedirler:

İslâm ancak savunma için savaşır. Bu dini, yönteminden ayırmakla iyilik ettiklerini sanıyorlar. O yöntem ki, bütün bir yeryüzünde tağutları yok edip, insanların yalnızca Allah'a ibadet etmelerini sağlamayı, onları kullara ibadetten kurtarıp, kulların Rabbine ibadet etmelerini hedeflemişlerdir. Bunu, akidesini zorla kabul ettirerek yaptırmaz. İnsanlarla bu akide arasındaki engelleri kaldırarak ya da cizye vermeye veya İslâmını ilan edinceye kadar onlarla savaşarak yapar. Ortalık temizlendikten sonra insan, bütün bir hürriyetini kullanarak, ister bu akideyi kabul eder, isterse kabul etmez.

"İslâmda Cihad" konusunda, aklen ve ruhen bozguna uğrayanlar, bu 'itham'dan İslâm'ı kurtarmaya çalışırlarken, akideyi zorla kabul etmeyi reddeden nasla ilgili bu dinin yöntemiyle; insanlarla bu dinin arasına giren, kulu kula ibadet ettiren, Allah'a ibadet etmekten alıkoyan maddî, siyasal güçlerin yok edilmesi ile ilgili yöntemi birbirine karıştırmaktadır. Bunlar farklı şeylerdir ve buna mahal de yoktur. Bu karıştırmadan daha da ötesi bu bozgundan dolayı, İslâm'daki cihadı, bugün "savunma savaşı" adı verilen şeye hasretmeye çalışıyorlar. İslâmdaki cihad kavramı, ne insanların bugün yaptıkları savaşla, ne etkenleriyle ne de özellikleriyle ilgisi olan bir şeydir. Cihadın etkenleri "İslâm'ın" yapısıyla, şu dünyadaki rolüyle ve Allah'ın belirlediği hedefleriyle bağlantılıdır. Bundan dolayı Allah peygamberini bu risaletle göndermiş, onu en son peygamber, risaletini de en son risalet kılmıştır.

Bu din, yeryüzünde insanın, kula kulluktan -insanın hevasına ibadet etmesi de kula kulluktur. Kurtarılmasının genel bir ilânıdır. Bu, tek olan Allah'ın uluhiyetinin, âlemlere olan rububiyetinin ilanıdır. Tek olan Allah'ın âlemlere rububiyyetinin anlamı, bütün çeşit ve biçimleriyle insanın egemenliğine karşı yapılan bir devrim, yeryüzünün neresinde olursa olsun beşeri otoritelere karşı bir başkaldırıdır. Her ne şekilde olursa olsun insanın uluhiyyetine bir isyandır, bir kıyamdır. Bu kıyam, hükmetmenin, hüküm merciinin insan olmasına, güç kaynağının insan olmasına, insanın ilahlaştırılmasına, bazısının Allah'ı bırakıp Rabler edinilmesinedir. Bu ilânın anlamı, Allah'ın gasbedilen otoritesini O'na geri iade etmek, kendi koydukları kanunlarla insanlara hükmedenleri, kimilerini Rab, kimilerini de kul makamına koyanları reddetmektir. Bunun anlamı yeryüzüne Allah'ın egemenliğinin hakim olması için insanın egemenliğinin paramparça olmasıdır. Ya da Kuranî ifade ile: "Hem gökte, hem de yeryüzünde ilah olan O'dur." (Zuhruf,84)

"Hüküm Ancak Allah'a aittir. O'ndan başkasına ibadet etmemenizi emretti. Bu dosdoğru dindir." (Yusuf, 40)

"De ki: "Ey kitab ehli! Ancak Allah'a ibadet etmek, O'na hiç bir şeyi şirk koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirinizi Rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin." Eğer yüz çevirirlerse, "Bizim müslüman olduğumuza şahid olun" deyin." (Âl-i İmrân, 64)
"
****************************


Başta Amerika halkı Bush'u , İngiltere halkı da Blair'i 2. kez seçimlerde seçerek Müslümanlarla verilen savaş konusunda arkasında olduklarının mesajını destekleriyle vermişlerdir. Bu halklar vergilerini ve cocuklarını (koca , kardeş vs) müslümanlarla savaşa göndermektedirler. Gönderileceğini bilerek savaşın devamı için oy vermişlerdir.

Bu ülkelerdeki müslümanların eylemleri sonucu savaşa karşı çıkan insanlar da ölmüş olabilir (muhtemeldir ) . Usame Bin laden (Allah muahafaza etsin ) , kafirlerin Afganistana saldırısından sonra bu ülkelerdeki müslümanlara çağrıda bulunarak kafirlerle iç içe yaşamamalarını , müslümanların bir arada yaşamalarını söyleyerek yapacağı eylemlere karşı tedbir almalarını bildirmiştir.
Buna rağmen ölen savaş karşıtları (müslüman -kafir) olabilir, böylelerinin durumları Allah o kişileri inançlarına göre haşredecektir.

*************************************

وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا أنْزَلَ اللّهُ بِقَوْمٍ عَذَاباً أصَابَ الْعَذَابُ مَنْ كَانَ فِيهِمْ ثُمَّ بُعِثُوا عَلى نِيَّاتِهِمْ[. أخرجه الشيخان ـ5752 ـ2ـ

İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor:
"Rasûlullah (aleyissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Allah bir kavme azap indirdi mi, o azab, kavmin içinde bulunan herkese isabet eder. Sonra, (kıyamet gününde) herkes niyetlerine [ve amellerine] göre diriltilirler."
[Buhârî, Fiten 19; Müslim, Sıfatu'l-Cenne 84, (2879).]
[İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/116.]

AÇIKLAMA:

Rasûlullah (aleyissalâtu vesselâm), bu hadislerinde yaptıkları kötülükler sebebiyle, bir kavme İlâhî ceza geldiği takdirde, iyilerin bu cezadan hariç kalmayacaklarını, dünyevî azaba, kötülerle birlikte aynen iştirak edeceklerini; ancak ahirette, iyilerin dünyadaki niyet ve amellerine uygun olarak hayır üzere diriltileceklerini, iyiliklerinin zayi olmayacağını belirtmektedir.

Bazı rivayetlerde "niyetleri üzere" denilirken, bazılarında "amelleri üzere" denmiştir. Keza "amelleri ve niyetleri üzere" şeklinde her ikisini zikreden rivayet de mevcuttur.

İyilere isabet eden ceza, onların günahlarına bir keffaret, derecelerine bir yükselme vesilesi olacaktır.

Beyhakî'nin Şuabu'l-İman'da kaydettiği bir rivayet bu bahsi biraz daha açmaktadır:
"Yeryüzünde kötülük zuhûr etti mi Allah içlerine belasını indirir."
"Ey Allah'ın Rasûlu! İçlerinde ibadet ehli olduğu halde mi?" denildi de,
"Evet! Ancak bilahere Allah'ın rahmetine göre diriltilirler" buyurdu."

Zeyneb Bintu Cahş'tan gelen bir rivayet, cemiyette kötülüklerin galebe çalıp alenen işlenmeye başlanması durumunda İlahî cezanın geleceği belirtilir:
"Ey Allah'ın Rasûlu, aramızda sâlih kişiler olduğu halde helak mı olacağız?" diye sorunca:
"Evet! Kötülükler çoğalınca!" cevabını alır.

Bu hususu te'yîd eden bir diğer rivayet Sıddık radıyallahu anh'tan gelmiştir:
Anlattığına göre Aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle buyurduğunu işitmiştir: "İnsanlar kötülüğü görünce müdahale edip düzeltmezlerse, Allah'ın, hepsini kuşatacak umumî bir ceza göndermesi yakındır."

Müslim'de gelen bir rivayette Aleyhissalâtu vesselâm buyurmuştur ki:
"Şaşılacak şey! Hakikaten ümmetimden bir kısım insanlar Kureyş'ten Beyt'e sığınmış bir adam için, Beyt'e doğru hareket ederler. Çöle vardıklarında bunlar yere batırılacaklardır."
Hz. Aişe der ki: "Ey Allah'ın Rasûlu dedik, yol bazan farklı insanları biraraya getirir!"
"Evet buyurdular, onların arasında kasıtlısı, mecbur edileni, yolcusu var. Hepsi de toptan helak olurlar, ancak muhtelif yerlerden çıkarlar, Allah herbirini niyetine göre diriltir."

Alimler, bu hadislerden hareketle ölümde iştirakin sevap ve ikâbda da iştiraki gerektirmediği, Allah'ın gazabına uğramış milletler içerisinde sâlihlerin de bulunabileceği hükmünü çıkarmışlardır.

İbnu Ebî Cemre, iyilere de musibetin gelişini, "onların emr-i bi'l ma'ruf ve nehy-i ani'l münkerden geri kalışlarına ceza" olarak yorumlar. Ve devamla: "Emr-i bi'l ma'ruf ve nehy-i ani'l münkerde bulunanlar hakiki mü'minlerdir. Allah onlara azab göndermez, bilakis onlar sebebiyle azabı defeder" der.
İbnu Ebî Cemre'nin bu görüşünü "Ahalisi zulme sapmadıkça hiçbir memleketi biz helâk etmeyiz" (Kasas 59) ve keza:
"Halbuki sen içlerinde olduğun halde onlara azab edecek değildir. Onlar bağışlanmalarını ister oldukları halde de Allah onlara azab edecek değildir" (Enfâl 33) gibi âyetler te'yid eder.

Diğer taraftan, münkerden men etmeyenlere de azabın şâmil olacağını te'yîd eden âyetler de mevcuttur: "Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın" (Nisa 140).
Şu halde böylesi insanlarla oturmak nefsi tehlikeye atmak olacağından, küffârdan kaçmak meşru addedilmiştir. Bu emir, küffârın söz ve fiillerinden rahatsız olanlar içindir. Onlara yardımcı olan, onlardan razı olan, artık onlardan biri olmuştur.

Sadedinde olduğumuz hadiste, kötülüklere seyirci kalıp men etmeyenleri korkutma vardır. Seyirci kalmanın ötesinde, birkısım şahsi mütâlaalar, temelsiz yorumlar ve dünyevî menfaat hesaplarıyla zâlimlere ve kötülere müdâhanede bulunanların, kötülüklere kılıf uydurup razı ve hatta yardımcı olanların hali ne olur? Cenab-ı Hak mü'minleri böylesi fitnelerden siyânet buyursun!
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/116-117.
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Siviller Kimlerdir ? Düşman askeri olmak için yeşil giyinmek şart mıdır ?


Özelliklle istila altındaki İslam topraklarında ve zaman zaman kafir devlet sınırları içerisinde gerçekleştirilen eylemler sırasında elinde silahı olmayan insanların - vatandaşların da öldüğü bilinen bir vakıadır.
Bilhassa Filistin'deki cihada yöneltilen tenkitlerin en önemli yanını da eylemlerde sivillerin öldürüldüğü iddiası teşkil etmektedir.
Bu iddia karşısında aslında: "Siviller kimlerdir?" sorusunu değil de: "Savaşta kimler suçlu, kimler suçsuzdur. Kimlerin hedef alınması caiz kimlerin hedef alınması caiz değildir" sorusunu sormamız gerekir.
Fakat sürekli "sivil" kavramı gündeme getirildiğinden bu soruyla başlamayı uygun gördük. Ancak bu soruya cevap vermeden önce, Filistin'de varlık mücadelesi sürdürenler üzerinde siyonist işgalcilerin zulüm ve baskılarını görmezden gelerek, İsrail'in teröre maruz kaldığını ileri sürenlere sormak istiyorum: Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında yahudi komutan Ariel Şaron'un gözetimi altında hıristiyan Falanjist militanlar tarafından öldürülen binlerce kadın ve çocuk, Hz. İbrahim camiisinde secdeye vardıklarında öldürülenler, Mescidi Aksa'da öldürülenler ve daha yüzlerce saldırıda vahşice katledilenler neydi? Üstelik bu insanlar vatanlarına sahip çıktıkları için, ötekiler ise haksız bir şekilde gerçekleştirdikleri işgal ve gasptan vazgeçmedikleri için öldürülüyorlar.
Ne yazık ki, Allah Rasulü (s.a.s.): "Mü'minlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerine acımadaki örnekleri adeta bir beden örneğidir. Onun bir organı rahatsız olduğunda diğer organları da uykusuzluk ve ateşle ona katılır" diye buyurduğu halde, Filistin'de dört milyon insanın vatanından sürgün edilmesi, binlerce insanın öldürülmesi, on binlerce çocuğun yetim bırakılması karşısında sadece ufak tefek edebiyatlar yapmakla yetinen bazıları, İslami mücadelenin Filistin boyutunu anlamakta zorluk çekince, oradaki varlık mücadelesini "terör" olarak niteleyenler kervanına katılıverdiler.
Gerekçeleri ise Filistin cihadı karşısında uluslararası bir karalama kampanyası başlatanların kullandıkları gerekçelerin aynısıydı.
Bunlara dikkat çektikten sonra gelelim başta sorduğumuz soruya.
Savaş hukukunda esas olan insanların kılık kıyafetlerine göre değil üstlenmiş oldukları role ve tavırlara göre ayrılmalarıdır. Dolayısıyla savaşa görüşüyle bile katkıda bulunanların, yahut bir yerde zulüm ve işgalin fiilen devam etmesine herhangi bir şekilde katkıda bulunanın öldürülmesi caizdir. Bugün dört milyon insanın Filistin topraklarından çıkarılması, bu topraklarda yaşayanların da zulmün her çeşidine maruz bırakılması dört buçuk milyon yahudinin getirilip o topraklara yerleştirilmesiyle ve bu insanların o topraklarda yaşamakta ısrar etmeleriyle mümkün olmaktadır. Bunun yanı sıra evleri ve yurtları ellerinden alınanlar çoğu zaman askerlerden çekmediklerini sivil kıyafetlilerden çekmektedirler. Bunun örneklerini aşağıda sıralayacağız. Ancak ondan önce ilim adamlarının savaşlarda kimlerin hedef alınabileceğine dair fetvalarını sıralamak ve bu konuda Resulullah (s.a.s.)'ın siretinden örnekler vermek istiyoruz. Prof. Dr. Vehbe Zuhayli'nin Türkçe'ye İslam Fıkhı Ansiklopedisi olarak tercüme edilen ve asıl adı el-Fıkhu'l-İslami ve Edilletuh olan kitabında şöyle denmektedir:
"Savaşa katkısı olmayan kadın, çocuk, deli, piri fani (yaşlı), yatalak hasta yahut çolak, köle, çaprazlama el ve ayağı kesilmiş veya sağ eli kesilmiş, bunak, manastırına çekilmiş rahip, herhangi bir yer veya kilisede inzivaya çekilmiş rahipler, savaşmaktan aciz olanların ve tarlalarıyla uğraşan çiftçilerin öldürülmeleri caiz değildir. Ancak bunların söz, fiil, görüş yahut her hangi bir mali yardımla savaşa katılmaları halinde caizdir. Bunun delili ise şudur: Rabia b. Rufey es-Sulemi, Huneyn günü Düreyd b. es-Simme'yi yetişmiş ve ancak görüşü ile faydalanılabilecek durumda yüz yaşını aşmış bir piri fani olduğu halde öldürmüştür. Bu durum Resulullah (s.a.s.)'a ulaştığı halde, o buna tepki göstermemişti." (Zuhayli, İslam Fıkhı Ans. C. 8, sh. 184) (Dureyd ibnu Sımme el-Cuşemi'nin öldürülmesine dair rivayeti Buhari, Meğazi, 55; Müslim, Fedailu's-Sahabe, 165; İbnu Hanbel, 4/399'da nakletmişlerdir.)
Benzer şekilde normal şartlarda kadınların öldürülmesine cevaz verilmediği halde Resulullah (s.a.s.) savaşa katkıda bulunan bir yahudi kadının başının ezilmesini emretmiştir.

Ömer Nasuhi Bilmen'in Hukuku İslamiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu'nun 3. cildinin 368. sayfasında da Zuhayli'nin söylediğine benzer şeyler söylenmekte ve kadın, çocuk, yaşlı vs.'nin savaşa mallarıyla, görüşleriyle, teşvikte bulunmalarıyla veya benzeri bir şekilde katkıda bulunmaları halinde öldürülmelerinin caiz olduğu vurgulanmaktadır. Aynı şeyleri daha başka fıkıh kaynaklarında da okumamız mümkündür.

Yukarıda sözünü ettiğimiz ve çağımızın tanınmış ilim adamlarının imzasını taşıyan "Şeriat alimlerinin Filistin toprağındaki istişhadi eylemlerin meşruiyeti hakkındaki fetvaları" başlıklı fetvada bu konuda şöyle deniyor:

1. Bugün Filistin topraklarına yerleşmiş olan yahudiler İslam şeriatının nazarında kafir, düşman, savaşçı ve gasp edici durumundadırlar. Kudüs dahil olmak üzere bütün Filistin'i gasp etmiş, sonra bu topraklar üzerinde kendi gasıp saltanatlarını ve devletlerini kurmuşlardır. Kudüs'ün sonsuza kadar, kendi yahudi devletlerinin başkenti olacağına inanmaktadırlar. İster İşçi Partisi'nden ister Likud Partisi'nden isterse diğer partilerden olsunlar hepsi bu inançtadırlar. Aynı şekilde bu konuda askerleriyle sivilleri, kadınlarıyla erkekleri arasında da hiçbir fark yoktur.

2. Filistin topraklarındaki sivil yahudiler de, kafir, düşman, savaşçı ve gasp edici durumundadırlar. Onlar yahudi hükümetinin saldırı ve terör eylemi çağrılarına kulak asan, gerek ordudaki gerekse gerilla savaşındaki konumlarını iyi bilen savaşçı askerlerdir. Onlar herhangi bir savaş veya çarpışmada ihtiyaç duyulduğunda kullanılan ihtiyat askeri rolündedirler.

3. Filistin topraklarındaki sivil yahudiler Filistin halkına karşı savaşmış, kadın, erkek, çocuk demeden suçsuz insanların kanlarını akıtmış ve bu savaşa mallarıyla veya görüşleriyle yardımcı olmuşlardır.

4. Filistin topraklarındaki yahudilerin askerleri ve sivilleri hepsi birlik halinde Filistinli Müslümanları ve gayri müslimleri yurtlarından çıkardıklarından, sonra oraları gasbettiklerinden ve oralara yerleşip mülk edindiklerinden dolayı hepsi de asker konumundadırlar.

5. İster asker olsun ister sivil olsun bugün Filistin topraklarına yerleşmiş olan yahudiler oranın asıl sahiplerinden olmayan yabancılardır. Filistin'in kendilerine vadedilmiş toprak olduğu şeklinde özetlenecek bir dini inançla dünyanın değişik yörelerinden gelerek oraya yerleşmişlerdir.

Mescidi Aksa'nın mutlaka yıkılması ve yerine Siyon heykelinin inşa edilmesi, aynı şekilde üzerinde devletlerinin kurulabilmesi için Nil'le Fırat arasındaki toprakların tamamının işgal edilmesi gerektiği inancındadırlar.

Yaşanan gerçeklerden çıkarılan bütün bu sonuçlardan dolayı şeriatın bu insanlar hakkındaki hükmü şudur: Bu yahudiler savaşçı, gasıp ve işgalci insanlardır. Onlarla savaşılması ve Filistin'den çıkarılmaları farz, dost edinilmeleri ise haramdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah sizi, ancak din hakkında sizinle savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanız için yardım etmiş olanları dost edinmekten sakındırır. Kim onları dost edinirse işte onlar zalimlerdir." (Mümtehine, 60/9) Bir başka ayeti kerimede de şöyle buyurmaktadır:
"Onları bulduğunuz yerde öldürün ve kendilerini sizi çıkardıkları yerden çıkarın. Fitne öldürmekten daha kötüdür." (Bakara, 2/191)

İslam, ister asker kılıklı ister sivil kılıklı olsun bir savaşçıya veya saldırıda bulunana karşı direnilmesini, savaşa görüşüyle, malıyla yahut kişisel çabasıyla katkıda bulunan sivil kılıklıların öldürülmesini caiz görmektedir. Yapılan eylemlerde erkek veya kadınlardan silah taşımaya gücü yeten veya savaşa malıyla, görüşüyle yahut çabasıyla katkıda bulunanların hedef alınması esastır. Ancak bu arada kasıtsız olarak bazı çocukların ölümüne sebep olmaktan dolayı da sorumluluk yoktur." (Bu fetvaya şeriat ilimlerinde otorite onlarca ilim adamının imza attığını yukarıda söylemiş ve bazılarının isimlerini zikretmiştik.)

Ezher Alimleri Cephesi'nin fetvasında da konuyla ilgili olarak şöyle denmektedir:
"Burada şunu ifade etmeliyiz ki, gasp edici gaspını sürdürdüğü sürece onun gözetilmesi gereken hiçbir mahremiyeti yoktur. Kanının ve canının da dokunulmazlık hakkı (ismeti) kalmaz. Yahudilerse Filistin'i gasbetmişlerdir. Sivil ile asker arasında ayırım yapma diye bir şey bilmiyorlar. Hepsi savaşçı durumundadır. Bunun en açık delili ise Hz. İbrahim Camisi'nde Goldstien tarafından gerçekleştirilen katliam ve yahudilerin bu katliamı gerçekleştirene gösterdikleri sevgidir. Yahudilerin ona sevgilerini göstermek için kalabalık topluluklarla düzenledikleri törenlere bir tek sivil yahudinin dışında karşı çıkan olmamıştır. Yahudiler sözde "barış"ın gölgesi altında kutsal topraklardan daha çok arazi gasbetmektedirler."

Şunu bilmek gerekir ki Filistin toprakları üzerindeki işgal Müslümanların ellerinden zorla gasp edilen toprakların yine zorla ve kuvvet kullanılarak elde tutulmasıyla sürdürülmektedir. Burada kuvvet kullanımı ise sadece askerler vasıtasıyla değil oraya yerleşen işgalci toplumun işbirliğiyle olmaktadır. Bazen: "Peki, İsrail toplumu içinde bu işgale ve baskıya karşı olanlar yok mudur?" sorusu soruluyor.
Savaş ortamında insanları tek tek sorguya çekerek: "Sen bu zulmü doğru buluyor musun?" sorusunu sorma imkanı olmadığı gibi zorla ve haksız bir şekilde gasp edilen topraklara dünyanın herhangi bir yerinden gelerek yerleşmenin o gaspta rol almak anlamına geldiğinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Bir kimse başka hiçbir şey yapmasa bile haksız bir şekilde gasp edilen toprağa yerleşmekle suça ortak olmaktadır. Kaldı ki siyonist işgalciler siviliyle askeriyle o işgalin sürmesi için fiilen görev almaktadırlar.
Türkiye'de bu yüzyılın başlarında gerçekleştirilen işgale karşı sürdürülen bağımsızlık savaşını incelediğinizde bu savaşla bugün Filistin'de sürdürülen mücadele arasında genel hatlarıyla hiçbir farklılığın olmadığını görürsünüz. Ama ne yazık ki, Türkiye'deki bağımsızlık mücadelesine övgüler yağdırırken Filistin halkının benzer mücadelesini "terör" olarak niteleyenler çifte standartçılık yaptıklarını unutuyorlar.

Aslında Filistin'de yaşanan gerçekleri gözleriyle görenler burada yahudilerin sivil asker demeden Filistinlilere karşı topyekün bir savaş içinde olduklarını çok iyi anlayabiliyorlar. Orada yaşananları gözleriyle göremeyenlerin de gerçeği anlayabilmeleri için yukarıda verdiğimiz bilgilerin yeterli olacağını sanıyoruz. Fakat bu gerçeği daha iyi anlayabilmeleri için bazı hususlara daha dikkatlerini çekmekte yarar görüyoruz. Bilindiği üzere 29 Mayıs 1996 tarihli İsrail parlamento seçimlerinin yaklaşması üzerine İsrail hükümeti Lübnan'a karşı büyük bir saldırı başlattı. Bu saldırıyla ilgili yorumların çoğunda İsrail başbakanı Şimon Perez'in Likud Partisi'ne kayan seçmeni yeniden kendi partisine çekebilmek ve kendi partisi olan İşçi Partisi'ni yeniden iktidara getirebilmek için bu saldırıyı başlattığı dile getirildi. Yorumlara göre yahudi seçmenin Likud Partisi'ne kaymasının sebebi ise İşçi Partisi'nin Filistin halkının varlık mücadelesi karşısındaki şiddet uygulamalarını yeterli bulmamasıydı. Bunun yanı sıra seçimlere doğru basına yansıyan bazı haberlerde İşçi Partisi hükümetinin yahudi seçmenin desteğini kazanmak için Filistinli liderlere yönelik suikast planları hazırladığına ve bu planları seçime doğru gerçekleştirebilmek için hazırlık yaptığına dikkat çekildi.

Bu konuda dikkat çekmekte yarar gördüğümüz bir nokta da Filistin halkının Mart 1996'nın başlarından itibaren ablukaya alınmasından sonra Filistinlilerin ellerindeki arazilerin gasp edilmesi olaylarının artmasıdır.
Filistin Topraklarını Savunma Komitesi'nin genel sekreteri Ahmed Semmare'nin verdiği bilgilere göre işgalciler askeri muhasarayı istismar ederek toprak gasp ediyorlardı. İşgalci askerler uygulanan askeri muhasarayı gerekçe göstererek Filistinlilerin arazilerinin başına gitmelerini engellerken, sivil yahudiler de gelip o arazilere yerleşiyor ve böylece haksız bir şekilde gasp gerçekleştiriyorlardı.
Bunlar İsrail'in sivillerinin kimliklerini ortaya koyan gerçeklerden sadece birkaçı. Bütün bu gerçekler İsrail'in sivillerini tanımaya yetmez mi? Bu vakıa siyonizmin tam bir ırkçılık ve vahşet olduğunu görmeye yetmez mi? Bu realite Filistin topraklarına yerleştirilmiş olan siyonistlerin tamamının Filistinlilere karşı topyekün bir savaş içinde olduklarını anlamaya yetmez mi? "Barıştan yana" olduğu ileri sürülen bir siyasi parti bile savaşla, saldırıyla ve suikastla oy toplamaya çalışıyorsa, onun tabanı bile oyunu bu şartla veriyorsa artık Filistin halkının karşısında duran siyonistlerin ne kadar sivil olduklarını söyleyebiliriz?
Filistin halkının bağımsızlık mücadelesinde sadece asker kıyafetlilerle karşı karşıya olduğunu, sivil giyinen siyonistlerin bu savaşın dışında olduklarını söyleyebilir miyiz?
 
HAMAS Çevrimdışı

HAMAS

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Düşmanın sivil insanları ve çocuklarının öldürülmesi



Günümüzün her türlü kafirlerin orantısız güç ve teknoloji kullanarak müslümanların üzerine hayvanlar gibi (hatta daha aşağı) çullandığı ama ve sağırların dahi bildiği bir gerçektir.
Küfrün tek millet olması sebebiyle küfrün en önde flama tutanları ve yaverleri müslüman coğrafyalarda aşağılık katliam ve iğrenç tecavüzlerini gerçekleştirmektedir .
Bütün bu olumsuz şartlardan sonra yeni bir fıkıh konusu gündemimize düşmüştür.
Müslümanların güç farkından dolayı başvurdukları ameliyet'ul istişhadiye ( şehadet eylemi) ve kafirlerin boynunun vurulması - kesilme şekilleri bunlardan belli başlıca olanlarıdır.
İstişhadi konusunda daha önce değindiğimiz üzere kuran ve sünnetten delillerle meşru (caiz) olduğu sabittir.

Öldürme şekillerine gelirsek evvela düşmanın kafa kesme meselesi (şekli) üzerinde durmak istiyorum .

İslam dinine göre boğazı kesilen yani boğazlanan hayvandır. Hayvanlar boğazlarından kesilerek atardamar kesilip kanı dışarı akıtılmalıdır . Çünkü kan içmek haramdır . Bundan dolayı çırpınıp kanı iyice boşaltması için ayaklarından bir tanesi serbest bırakılır . En son ise omurilik içindeki siniri kesilir böylece acının beyinle irtibatı kesilmiş olur .

İnsan kesme , daha doğrusu kafir kesme ise enseden olur . Çünkü insanın acı çekmeden bir an önce öldürülmesi esas alınmalıdır . Bundan dolayı enseden kesilerek oradan geçmekte olan sinirler koparılır ve acı çekmesi en kısa süreye indirilmiş olur. Önce boğaz kesilerek kan akıtılması birinci amaç olmaz.

SAFFAT 103- Ne zaman ki ikisi de bu şekilde Allah'a teslim oldular, İbrahim oğlunu alnı üzerine yatırdı.

MUHAMMED 4- Savaşta inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun. Nihayet onlara üstün geldiğiniz zaman bağı sıkı bağlayıp esir alın. Sonra harp ağırlıklarını atıp, savaş bitince de onları ya karşılıksız olarak, ya da fidye ile salıverin. Allah'ın emri budur. Eğer Allah dileseydi onlardan başka türlü de intikam alırdı. Fakat böyle olması sizi birbirinizle denemek içindir. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmaz.

ENFAL 12- İşte o anda Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, müminlere sebat verin. Kâfirlerin yüreğine korku salacağım, hemen boyunlarının üstüne vurun, parmaklarına, parmaklarına vurun".


Buna rağmen gördüğümüz boğazdan kesilme sahnelerini daha çok kan çıkartılıp düşmanın içine korku salmak ve yaptıklarından vazgeçirmek gibi niyetleri olabilir . Bunun ise cevazlığına gücüm yetmediğinden Allaha havale ediyorum.


Kurtubi Rahimehullah, “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde, bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz”[ Bakara/216] ayetinin tefsirinde şöyle der:
“Ebu Ubeyd der ki: “Bu kelime Allah tarafından vadolunanı vermenin vücubunu ifade eder. Bunun anlamı şudur:
Bazı zorluklarından dolayı cihad hoşunuza gitmeyebilir. Halbuki o, sizin için daha hayırlıdır. Zira cihad ile düşmanınıza galip gelirsiniz, zafer kazanırsınız, ganimetler elde edersiniz ve size ecir verilir. Bazılarınız da Allah yolunda şehid olma nimetine kavuşur. Halbuki sizler rahatı ve savaşı terketmeyi seviyor olabilirsiniz. Ama o, sizin için daha kötüdür. Zira bu durumda düşmanlarınıza karşı yenik konuma düşersiniz ve idarenizi kaybedersiniz.” Derim ki; onun bu sözü gayet doğrudur. Bunun şüphe edilecek en ufak bir tarafı yoktur. Nitekim Endülüs ülkesinde böyle olmuştur. Zira onlar cihadı terkedip, savaştan korktular. Böylece düşman tarafından memleketleri işgal edildi, öldürüldüler, kadın ve çocukları da esir alınıp köle edildiler... İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Şüphesiz ki bu, ellerimiz ile işlediklerimizin bir sonucudur.”[ Tefsiru’l-Kurtûbî, 3/43. Dâru’l-Hadîs.]

Kafirler için günah kavramı olmadığından Müslümanları daha hayatta iken yada öldürdükten sonra (şehid) üzerinde işkence ve eziyet (kesik , kopuk , darbe , yanık ) izleri bellidir . Müslüman kafirlerin bu aşağılık seviyesine düşerek onlar bize bunu yaptı bizde aynısını (kısas) yapalım , Nasılsa kısas vardır diyemez.
Cihad alanında düşmanı öldürürken işkence edilmeden güzelce katledilir. İşkencenin ölçüsü Rasulullahın sünneti belirler .

Öte yandan dinimizde her konuda, îhsan-iyilik ikram emredilmiştir. Şeddad b. Evs, "Rasulullahtan iki haslet öğrendim" dedikten sonra Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Şüphesiz Allah herşeyde iyiliği farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz vakit, öldürmeyi iyi yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi iyi becerin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvanı rahat ettirsin"
[ Müslim, sayd 57 ,Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/257.]

Uhud savaşında Müslümanlara Müşrikler tarafından Hanzale b. Ebû Âmir dışındaki şehitlerin hepsine işkence yapıldı. Hanzale'nin, müşrikleri destekleyen babası meşhur Ebû Âmir, Hanzale'nin cesedine işkence yapılmasına engel oldu.[ İbn Seyyidinnâs, II, 38] Vahşî, Hz. Hamza’nın ciğerini sökerek Hind bint Utbe’ye götürdü. Hind ciğerden bir parçayı ağzına alarak çiğnedi, sonra geri çıkardı. Vahşi’ye mükafat olarak zinet eşyalarını verdi.
Hz. Peygamber amcası Hz. Hamza'nın cesedinin yarılıp ciğerinin çıkarıldığını, işkence yapıldığını, burnunun ve kulaklarının kesildiğini görünce son derece üzüldü; şayet müşriklere karşı bir daha zafer kazanırsa onlardan otuz kişiye aynı şekilde misilleme yapacağını söyledi.[ Vâkıdî, I, 290, 332; İbn Hişâm, II, 95-96; Taberî, II, 528-529.] Ancak nâzil olan bir ayette böyle bir intikam yasaklandı.[ - Eğer (bir suçtan dolayı) ceza verecek olursanız size yapılan azab ve cezanın misli ile ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. Nahl 126] Hz. Peygamber affı tercih etti ve kimseye misilleme yapmadı.

Düşmanı Ateşle Yakmanın Keraheti

Muhammed b. Hamza el-EsIemî'nin babasından rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) onu bir seriyye'nin başına başkan tayin etmiş (Bu zat başından geçen hadiseyi) şöyle anlattı: Seriyyenin yanma vardım. Rasûlullah (s.a.v);
"Eğer falan kimseyi bulursanız onu ateşle yakınız," buyurdu. Sonra ben (seriyyenin yanından) geri döndüm. (Rasûlü Ekrem) beni çağırdı. Huzuruna varınca;
"Falan kimseyi bulursanız onu öldürünüz. (Fakat) onu yakmayınız. Çünkü ateşle ancak ateşin sahibi (olan Allah) azâbeder." Buyurdu
(Buhârî, cihâd 107, 149; Tirmizi, siyer 20; Dârimî, siyer 23; Ahmed b. Hanbel, II, 307, 338, 452., Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/226.)



Esiri Okla Öldürmenin Hükmü

İbn-i Ti'lî'den; Demiştirki; Abdurrahman b. Halid b. Velid ile birlikte savaşa girmiştik. Dört düşman (askeri) getirildi. (Abdurrahman) onlar hakkında (öldürülmeleri için) emir verdi. Bunun üzerine bir yere bağlanıp (üzerlerine ok atılmak suretiyle) öldürüldüler.
Ebû Dâvûd der ki; Said'den başka birisi bu hadisi bize, îbn-i Vehb'den, (rivayet eden Şeyhlerimizden) birisi (îbn Ti'li'nin şöyle dediğim rivayet etti -(onlar) bir yere bağlanıp (üzerlerine) ok (atılmak suretiyle) öldürüldüler. Bu durum Ebû Eyyub el-Ensar'iye ulaşınca;
Rasûluüah (s.a.)dan, eli kolu bağlı kişinin öldürülmesini nehyettiğini duydum. Nefsim elinde olan zata yemin olsun (öldürmek istediğim canlı) bir tavuk bile olsa onu bağlayıpta hedef yaparak öldürmem dedi. (Ebû Eyyûb el-Ensâri'nin söylediği) bu (söz) Abdurrahman b. Halid'e ulaşınca (bu cinayetine karşılık olmak üzere) dört tane köleyi azad etti
(Ahmed b.Hanbel, V, 422; Darimi, edahi 35. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 10/256-257.)



Kadınlarla Çocukların Gece Baskınlarında Kasıdsız Olarak Öldürülmelerinin Cevazı Babı

26- (1745) Bize Yahya b. Yahya ile Saîd b. Mansur ve Amru'n-Nâkıd, toptan İbni Uyeyne'den rivayet ettiler. Yahya (Dedi ki) : Bize Süfyân b. Uyeyne, Zührî'den, o da Ubeydullah'dan, o da İbni Abbas'dan, o da Sa'b b. Cessâme'den naklen haber verdi. Sa'b şöyle demiş:
Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Seltem)'c müşriklerden gece baskınına uğrayan zürriyetlerin hükmü soruldu. Bu suretle müslümanlar onların kadınlarına ve çocuklarına isabet ediyorlardı. Peygamber [s.a.v):
«Onlar onlardandır). buyurdular.
( Müslim ; Cihad 26 )

27- (...) Bize Abd b. Humeyd rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Abdürrazzâk haber verdi. (Dedi ki) : Bize Ma'mer, Zührî'den, o da Ubeydullah b. Abdillâh b. Utbe'den, o da Ibni Abbâs'dan, o da Sa'b b. Cessâme'den naklen haber verdi. (Şöyle demiş) :
— Yâ Rasûlâllah! Biz gece baskınında müşriklerin zürriyetlerine isabet ediyoruz! dedim,
«Onlar onlardandır.» buyurdular.
( Müslim ; Cihad 27 )



Kafirlerin Ağaçlarını Kesme ve Yakmanın Cevazı Babı

29- (1746) Bize Yahya b. Yahya ile Muhammed b. Rumh rivayet ettiler. (Dediler ki) : Bize Leys haber verdi. Bize Kuteybetü'bnü Saîd de rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Leys, Nâ-fi'den, o da Abdullah'dan naklen rivayet etti ki, Resûlüllah (Sahallahü Aleyhi ve Setlem) Benî Nadîr'in hurmalarını yakmış ve kesmiş. Bu yer Büveyre'dir.
Kuteybe ile İbni Rumh kendi hadîslerinde şunu ziyade ettiler: «Bunun üzerine Allah (Azze ve Celie): Yaş ağaç nâmına her neyi keser veya kökleri üstünde ayakta bırakırsanız (bu) Allah'ın izniyledir: Hem de yoldan çıkanları rezîl etsin diye! [Haşr : 5.] âyet-i kerîmesini indirdi.»



Hendek savaşında rasulullah ile antlaşmalı olan Yahudi kavimleri , antlaşmayı bozarak kureyşli müşriklere Müslümanlara karşı yardım etmiştir. Rasulullah Hendek savaşının sonunda antlaşmayı bozan yahudilere tek tek cezalarını verip savaşmıştır. Bunlardan Kurayzaoğulları kavmi şöyle müdahaleye tabi edilmiştir :
“Kuşatma 25 gün sürdü. Kurayzaoğulları anlaşmayı bozduklarına pişman oldular. Diğer Yahudî kabileleri gibi Medine'den çıkıp gitmek için izin istediler. Fakat Hz. Rasûlullah (s.a.s.) kayıtsız şartsız teslim olmalarını istedi. Reisleri Ka'b b. Esed'in başkanlığında toplandılar. Ka'b:

-"Tevratta bildirilen son peygamberin bu olduğu anlaşıldı. Müslüman olup kurtulalım, dedi Yahûdîler:
-Biz Tevrat üzerine başka kitab kabul etmeyiz, dediler, Ka'b:
-Öyleyse,kadınları ve çocukları öldürelim. Sonra kaleden çıkıp çarpışalım, belki başarırız, dedi. Onlar:
-Çoluk-cocuğumuz öldükten sonra, yaşamanın ne önemi var, diye cevâp verdiler. Ka'b:
-O halde, yarın cumartesi, Müslümanlar bizden emîndir. Ansızın hücûm edelim, onları gafil avlayalım, dedi.
-Biz cumartesinin hürmetini bozamayız, diye reddettiler. Sonunda kayıtsız şartsız teslim oldular. Ancak haklarında Evs Kabilesi Reisi Sa'd b. Muâz'ın hüküm vermesini istediler.

Benî Kurayza, Evs kabilesinin himâyesindeydi. Bu yüzden, Sa'd b. Muâz'ın hakemliğini istiyorlardı. Sa'd, hastaydı. Hendek Savaşı'nda kolundan okla yaralandığı için tedâvi görüyordu. Haberi alınca geldi.

-Kur'an-ı Kerîm'e göre mi, yoksa kendi kanunlarına göre mi hüküm vermemi istiyorlar, diye sordu. Yâhudîler, kendi kanunlarına göre hüküm verilmesini istediler. Sa'd da Tevrât'a göre karar verdi.(239)

Savaşabilecek durumdaki erkeklerin öldürülmesine, Kadınların ve çocukların esir edilmesine, Bütün mallarının da zaptedilmesine hükmetti.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): "Ey Sa'd, Allah'ın rızâsına uygun hükmettin" buyurdu. (240) Yahudiler de karârın Tevrât'a uygun olduğunu itirâf ettiler. Sa'd'in bu hükmü, Tevrât'ın Tesniye kitabının 20. Babının 10-14 üncü âyetlerine uygun düşmüştü. Bu gün de vatana ihânet edenlere ölüm cezâsı verilmektedir.

Benî Kurayza hakkındaki hükmü Hz. Ali ve Hz. Zübeyr icrâ ettiler. Kazılan büyük bir hendeğin kenarında 600 kadar Yahûdînin birer birer boyunlarını vurup hendeğe attılar. İçlerinden 4 tanesi Müslüman olup hayatlarını kurtardılar. Benî Nadîr Reisi Huyey b. Ahtab ile Benî Kurayza Reisi Ka'b b. Esed de öldürülenler arasındaydı.

Benî Kurayza'nın malları, mücâhidlere paylaştırıldı. Arâzisi ise, ensarın rızâsiyle muhâcirlere verildi.

"Allah, Ehl-i Kitab'dan müşrikleri destekleyen (Benî Kurayza Yahûdî)lerini kalelerinden indirmiş, kalblerine korku salmıştı. Onların kimini öldürüyor, kimini de esir alıyordunuz. Yerlerini yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı bile basmadığınız toprakları Allah size mirâs olarak verdi. Allah her şeye kadirdir ". (Ahzâb Sûresi, 26-27)”


Aynı olay sahih-i Buharide şöyle geçer:

..Bize Hişâm, babası Urvetu'bnu'z-Zubeyr'den tahdîs etti ki, Âişe (R) şöyle demiştir: Sa'd ibnu Muâz Hendek gününde vuruldu. Ona Kureyş'ten Hıbbân ibnu'l-Arıka denilen bir adam ok atmış ve kol damarında yaralamıştı. Peygamber (S) yakından ona hasta ziyareti yapmak için, ona mahsûs bir çadır kurdurdu . Rasûlullah Hendek harbinden Medine'ye döndüğü zaman silâhını çıkarmış ve yıkanmıştı. Bu sırada Cibril aleyhi's-selâm başından tozları silkeleyerek Peygamber'e geldi de:
— Sen silâhım çıkarmışsın! Vallahi ben silâhımı daha çıkarmadım. Haydi onlara doğru çık, yürü! dedi.
Peygamber de ona: — "Nereye?" diye sordu.
Cibrîl, Kurayza oğulları'nı işaret etti. Bunun üzerine Rasûlullah, Kurayza oğulları'na onlarla harbetmek için geldi. Muhasaranın sonunda bunlar Rasûlullah'ın hükmüme inip boyun eğdiler. Rasûlullah da bunlar hakkında'bir hüküm vermesini Sa'd ibn Muâz'a havale etti.
Sa'd da:
— Ben onlar hakkında şöyle hüküm veriyorum: Bunların harb edenleri Öldürülür,. kadınları ve çocukları esîr edilir, malları da taksîm olunur, dedi.
Hişâm şöyle demiştir:
Bana babam Urve, Âişe'den şöyle haber verdi: Sa'd ibn Muâz (Kurayza oğulları hakemliği ettiği günden evvelki gecede):
— Yâ Allah! Sen bilirsin ki, Rasûlü'nü tekzîb eden, vatanından çıkaran kavim kadar kendilerine harb ve cihâd etmek istediğim hiçbir kimse yoktur. Yâ Allah! Öyle zannediyorum ki, bizimle onların arasında artık yapılacak harb kalmamıştır. Şayet Kureyş ile başka bir harbimiz daha kaldı ise, Sen'in yolunda onlarla cihâd edeyim diye beni hayâtta bırak. Eğer aramızda harb kalmamış ise, bu yaramı deş de bu yüzden bana şehîdlik nasîb et! diye duâ etmiştir.

Müteakiben boyun damarına kadar gelen şişlik deşildi. Mescidde Gıfâr oğulları'ndan bâzı kimselere âid bir çadır daha vardı . İşte bu Gıfârîler kendi hâllerinde oturup dururlarken bir de bakmışlar ki, kendilerine doğru kan akıp geliyor. Onlar:

— Ey çadır ehli! Sizin tarafınızdan bize doğru gelen bu kan nedir? dediler.

Meğer Sa'd'ın yarası akıp dururmuş. İşte Sa'd (R) bu yaradan dolayı öldü
[Hadîs ve siyer kıtâblarında naklolunduğu üzere Peygamber, Sa'd'ın vefatı zamanında yanında bulunamamış. Kendisine Cibrîl gelip: "Yâ Muhammed, bu sâlih kul kimdir ki, ruhunun yükselmesi için göğün kapılan açıldı ve gelişinden dolayı Rahmân'ın Arş'ı titredi?" demiş. Bunun üzerine Rasûlullah acele Sa'd'ın yanına gitmiş, fakat vefat etmiş bulmuştur.].
(Sahih-i Buhari , Kitabul Megazi :158)



Yine Sahih-i Buhariden bir Kısas şekli :

Ukl Ve Ureyne (Kabileleri) Kıssası Babı

-.......Bize Saîd, Katâde'den tahdîs etti. Onlara da Enes (R) şöyle tahdîs etmiştir: Ukl ve Ureyne kabilelerinden birtakım insanlar Medine'ye Peygamber'in huzuruna geldiler de İslâm kelimesini söylediler, yânî tevhidi telâffuz edip İslâm'a girdiklerini açıkladılar. Akabinde:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Bizler sürü sâhibleri idik, ekin ve mahsûl sâhibleri değildik, dediler.
Ve Medine'nin havasım sıhhatlerine uygun bulmadılar (da burada ikaamet etmek istemediler). Rasûlullah (S) onlara zekât develerinin ve çobanının bulunduğu yere gitmelerim, o develerin içine çıkıp onların sütlerinden ve sidiklerinden içmelerini emretti. Onlar oraya gittiler ve onlardan içtiler. Nihayet Harre tarafında bulundukları (sağıklarına kavuşup semizledikleri ve renkleri kendilerine geldiği) zaman îslâm'a girmelerinin ardından kâfir oldular, Peygamber'in çobanını öldürdüler ve develeri önlerine katıp Bu bölüm uygun görülmemiştir ürdüler. Bu iş Peygamber'e ulaşınca arkalarından arayıcılar gönderdi. Gönderilen seriyye onları yakalayıp getirdiler. Peygamber onlara kısas yapılmasını emretti. Akabinde o canilerin gözlerini çıkardılar, ellerini kestiler ve kendi hâlleri üzere ölünceye kadar Harre tarafına terkedildiler
[Bu haydûdları aramaya giden seriyye yirmi kişilik idi, kumandanları Kürz ibn Câbir yâhud Saîd ibn Zeyd (R) idi.].
( Buhari , Kitabul Megazi :214)


Hanefi fûkahası; Müslüman olmak sûretiyle insanın kanının mâsum (Dokunulmaz) kılındığını, insanın ancak irtikab (dinden dönmek) ettiği bir ma'siyet (suç - kısas , evlinin zinası) sebebiyle öldürüleceğini" esas almıştır. Dolayısıyla Cihad; kâfirlerin şerrini defetmek ve onların mukavemetlerini kırmak için meşru kılınmıştır.
(İbn-i Hümam - Fethû'l Kadir - Beyrut: 1316, D. Sadr Mtb. C: 4, Sh: 279 - 280.)
Mü'minlere karşı silâh çekmeyen veya bizzat savaşmayan kimseler, harb anında dahi öldürülmez. Nitekim Rasûl-u Ekrem (sav) bir harp'te öldürülmüş olan bir kadını görünce müteessir olmuş ve "Bu kadın savaşmıyordu" diyerek ileri birliklerin komutanı Hz. Halid b. Velid (ra)'e haber gönderip: "Kadınları ve çocukları öldürmesinler" emrini vermiştir.
( Sünen-i İbn-i Mace - İst: 1401, Çağrı Yay. C: 1, Sh:948, Had. No: 2842. Ayrıca İmam-ı Merginani - El Hidaye Şerhû Bidayetü'l Mübtedi - Kahire: 1965 C: 2, Sh: 138.)
Mâlum olduğu üzere; öldürülmemeleri taleb edilen kadınlar da küfür üzere yaşıyorlardı. Ancak bizzat savaşmadıkları için öldürülmemeleri esas alınmıştır. Dolayısıyla savaşın sebebi mücerred küfür değildir. Kafirlerin fitne ve fesadının ortadan kaldırılması esastır.

İmam-ı Şafii (rha) İbn-i Abbas (rha)'dan rivayet edilen: "Bana Sa'd b. Cessame anlatmıştı: Gece baskını sonucunda, kadın ve çocukları da öldürülen müşrikler hakkında Rasûl-u Ekrem (sav)'in: "Bu çocuklar da, kadınlar da onlardandır" dediğini işittim" Hadis-i Şerifi ile Ka'b b. Mâlik (ra)'den rivayet edilen: "Rasûl-u Ekrem (sav) İbn-i Ebi Hukeyke'yi Seriyye'nin başına geçirirken, kadın ve çocukların öldürülmesini yasakladı" Hadis-i Şerifini zikrettikten sonra: "Binaenaleyh bize göre (Allahû Alem) Rasûl-u Ekrem (sav)'in buradaki nehyi, kasden öldürmeyi beyan buyuruyor. Yani bilerek, kadın ve çocuk olduğunu farkederek, kasden öldürülmezler. Müşrikler üzerine gece baskını yapmak ise sünnetle sabittir.
Rasûl-u Ekrem (sav) "Beni Mustalık'a" gece baskını düzenlemiştir. Mâdem ki gece baskını ve hücûm sünnetle sabittir; öyle ise hiç kimse çocuk ve kadınların öldürülmeleriyle sonuçlansa bile gece baskını ve hücûm cevazını önleyemez. Hakkında mübahlık bulunan bir hususta, hiç kimsenin kınama yetkisi de olamaz. Ancak kasden ve teammüden kadın ve çocuklar muharib olmadıkları için öldürülmezler" hükmünü zikrediyor.
( İmam-ı Şafii - Er Risale - Kahire: 1979 (2. Bsm), A.M. Şakir Neşri, Sh: 297-300.)
Esâsen kadın ve çocuklar savaşırlarsa, öldürülmeleri caizdir.( İbn-i Hümam - A.g.e. C: 4, Sh: 291-292.)
Zira savaşla birlikte, mü'minlere karşı ma'siyet işleyen "muhârib" durumuna geçmişlerdir.


İbnu'l-Müseyyeb rahimehullah anlatıyor:
"Sa'd İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh)'ı işittim, demişti ki:
"Uhud gününde resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadakının içerisindeki okları bana bir bir verip:
"At! diyordu, at annem babam sana feda olsun!"
Müşriklerden biri müslümanları(n canlarını) yakmıştı, ona kanatsız bir ok attım. Yan tarafından isabet ettirdim. Herif yere yıkıldı ve avret yerleri de açıldı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) güldüler, o kadar ki yan dişlerini gördüm."
[Buhârî- Megâzî 18, 15; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 41, (2411, 2412) , Kutub-i sitte 4250 ]
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/125.)


- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir grup insan Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına gelip:
Ey Allah’ın Rasûlu! Biz hayvancılıkla uğraşıp sütle beslenen (çöl) insanlarıyız, (çift-çubukla uğraşan) köylüler değiliz" dediler. Bu sözleriyle, Medine'nin havasının kendilerine iyi gelmediğini ifàde ettiler. Rasûlullah, onlara (hazineye ait) develerin ve çobanın (bulunduğu yeri) tavsiye etti. Kendilerine oraya gitmelerini, develerin sütlerinden ve bevillerinden içmelerini söyledi. Gittiler, Harra bölgesine varınca, İslâm'dan irtidâd ettiler.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın çobanını da öldürüp develeri sürdüler. Haber, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e ulaştı.
Rasûlullah, derhal arkadaşlarından takipçi çıkardı (yakalanıp getirildiler). "Gözlerinin oyulmasını, ellerinin kesilmesini ve Harra'nın bir kenarına atılmalarını ve o şekilde ölüme terkedilmelerini emretti. "

Buhârî, Muhâribin 16,17,18, Diyât 22, Vudü 66, Zekât 68, Cihâd 152, Megâzî 36, Tefsir, Mâide 5, Tıbb 5, 6, 29; Müslim, Kasâme 9, (1671); Tirmizî, Tahâret 55, (72), Et'ime 38, (1846); Ebü Dâvud, Hudud 3, (4364-4371); Nesâî, Tahrimu'd-Dem 7, (7, 93-98); İbnu Mâce, Hudud 20, (2578).kutub-i sitte 1559

Yahudi İşgalindeki Filistin'de Çocukların Öldürülmesi

Her şeyden önce şunu ifade edelim ki, savaşta olsun savaş dışında olsun çok istisnai haller dışında çocukların kasten öldürülmesine cevaz yoktur. Çünkü çocuklar mükellef olmadıklarından ceza ehli değildirler. Ama savaş ortamında kendilerine herhangi bir görev verilmesi durumunda düşmanın gücünün zayıflatılması amacıyla çocukların öldürülmesine cevaz vardır. Örneğin düşmanların padişahları bir çocuksa ve onun öldürülmesi halinde dağılacaklarsa bu çocuğun öldürülmesine cevaz vardır. Yahut düşman çocuklardan bir barikat veya siper oluşturmuşsa bu barikat ya da siperin aşılması için yapılacak hamlede çocuklar öldürülürse bundan dolayı İslam ordularına bir sorumluluk yoktur. Bu konuyla ilgili fıkhi delilleri aşağıda sıralayacağız. Ancak ondan önce bir noktaya dikkat çekmekte yarar görüyorum.
Filistin cihadına yönelik "çocuklar öldürülüyor" itirazı genellikle vakıaya değil varsayıma dayandırılan bir itirazdır. Yani:
"Bu eylemlerde hedef gözetilmediğinden çocuklar da ölebilir" varsayımından yola çıkılarak itirazda bulunulmaktadır. Oysa hedef gözetilmediği iddiası doğru değildir. Şimdiye kadarki eylemlerle ilgili olarak hazırlanan raporlardan ve verilen bilgilerden öğrendiklerimize göre bu eylemlerde ölenlerin en küçüğü 16 yaşındadır. Bu noktaya işaret ettikten sonra Müslümanların gözleriyle gördüğü bazı manzaraları dile getirerek çocukları asıl kimlerin mağdur ettiğini gözler önüne serelim .
1990 yılında Ürdün'ü ziyaret ettiğinde intifadada yaralanıp tedavi için Amman'a getirilen Filistinli çocukları da ziyaret etmişti. Amman'daki İslami Hastane'de tedaviye alınan bu çocukların bazılarının kol bazılarının bacak kemikleri kırılmıştır. Kimisinin iki bacağı birden kırılmış, tekerlekli sandalyelerle dolaşıyorlar. Bu arada altı yedi yaşlarında bir çocuk vardı . Tedavi için kafası traş edilen bu çocuğun kafasında en az yirmi taş yarası vardı.

İşgalci askerler çocuğu yere yatırarak taşlarla bu şekilde kafasında en az yirmi yerde yara açmışlardı. Kimse öyle şey olamaz demesin çünkü arkadaşım ve onunla birlikte birçok kişi bu manzarayı gözleriyle gördü. Bu manzara ve Filistin'deki on binlerce çocuğun yaşadığı hayat şartlarından sadece bir örnek. Bu manzaralar siyonistler tarafından güdülen medyanın ve yazarların işine gelmediğinden gündeme getirmek bile istemiyorlar. Ama siyonist işgale karşı yürütülen haklı mücadelede çocukların zarar görmemesine özen gösterildiği halde hemen "çocuklar da ölebilir" varsayımından yola çıkarak oradaki varlık mücadelesine karşı toplumda bir antipati oluşturmaya çalışıyorlar. Feraset sahibi Müslüman bu tuzaklara düşmez
 
Üst Ana Sayfa Alt