Dar'ul Harp'te Yaşayan Herkes Kafir midir?
TEKFİRDE AŞIRI GİDENLER VE ESERLERİ
Tekfirde aşırı gidenlerin okudukları ve kabul ettikleri bazı eserlerdeki yanlış yorumlardan da bahsetmek istiyoruz. Söz konusu eserlerden birisi "Cehalet Mazaret midir" adını taşıyan bir kitaptır.
Kendi görüşlerinin yayılması için şiddetle tavsiye edilen bu kitap -sayfa numarası verilmemiştir- bir yerde şunları anlatmaktadır.
"Hudeybiye anlaşması esnasında inen ayetten de anlıyoruz ki müslümanlar ve peygamber efendimiz Mekke'de kalan müslümanlara "muşrik" gözüyle bakmışlardır. Adı geçen kitaptan özetleyerek buraya aldığımız bu görüş delil olarak Fetih Suresinin 24 ve 25. ayetlerine dayandırılmaktadır.
Adı geçen kitabın yazarına göre ve tekfirde aşırı gidenlere göre bu ayetten de anlaşılmaktadır ki Darul-Harpte yaşayan müslümanlara muşrik gözüyle bakılabilir-bakılmalıdır.
"Sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin göbeğinden onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çeken odur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir. İnkar edenler, sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyanlar ve kurbanlarını tutarak yerine varmasına engel olanlar ise, işte o muşriklerdir. Eğer, orada bilmeden kendilerini öldüreceğiniz, tanımadığınız mumin erkek ve mümin kadınlar olmasaydı Allah savaşa engel olmazdı. Bu Allah'ın dilediğini rahmetine sokması içindir. Eğer müminler ve kafirler ayrılmış olsalardı, onlardan kafir olduklarına çok acı bir şekilde azab ederdik." (Fetih 24 - 25)
Bu ayeti yorumlayan yazar sahabe-i kiramın Mekke'de kalan müslümanlara kafir gözüyle baktığını iddia ediyor. Oysa bu ayetten anlaşılan şudur. Mekke'de kalan müslümanlar eğer bir savaş meydana gelirse o savaş ortamında arada kalıp tanınmayabilir ve bu yüzden öldürülebilirler. Evet, bu öldürülmenin sebebi onların kafir "zannedilebilmesinden" dolayıdır. Yoksa ashab-ı kiram o müslümanları Mekke'de kaldılar diye kafir ilan edip öldürmeyecektir.
Bir insanın kafir olduğunu zannetmek ayrıdır. Onun kafir olduğuna inanmak da ayrı bir durumdur. Zaten yüce Allah da ayette açıkça görüldüğü gibi Mekke'de, dar-ı harpte kalan müslümanları "mumin" olarak anlatmıyor mu?
Bu yazarın bu konuda ne kadar sığ düşündüğünü ayet-i kerimeyi dikkatli okuyan herkes anlayabilecektir. Yine ayet-i Kerime üzerinde iyice düşünülürse savaşa izin verilmemesinin sebebi de Mekke'de kalan müslümanların zarara uğramaması içindir. Ayrıca bu ayetin tefsiriyle ilgili bilgileri okuduğumuz zaman meseleyi daha açık anlayabiliyoruz. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Akçağ Yay. c. 6, s. 499)
Ayrıca tefsirlerde "fetret" durumundan bahisle "fetret ehli hakkında hüküm vermemiz çok zordur." denmektedir. Sözün burasında şöyle bir soru sormak gerekiyor bu yazara:
"Fetret dönemi ne demektir?
Yüce Allah uyarıcı göndermediği hiçbir kavim bırakmadığı halde alimler neden Fetret dönemi diye bir dönem kabul etmişlerdir."
Bilindiği gibi alimlerden bazıları Hz. İsa ile Hz. Muhammed (s.a.v.) arasındaki dönemi fetret dönemi olarak adlandırmışlardır. Alimlere göre bu fetret döneminde insanlar akıllarıyla Allah'a inanırlarsa bu kafidir. Bizim söylemek istediğimiz de şudur:
Madem alimler "Fetret dönemi" diye bir dönem kabul etmişlerse bunun sebebi o fetret ehlinin bazı konularda "mazur" sayılmalarının bir neticesi değil midir?
Sozkonusu eserin bir başka özelliği de, açıkça tekfir ettiği birçok yazarı kaynak olarak göstermesidir. Bu tutum bizce dürüst bir tutum değildir. Yani siz bir insanı muşrik kabul edeceksiniz sonra onun görüşlerini itikadı konularda mesned yapacaksınız. Bu tarz bir anlatımın neresi doğrudur? Herhalde böyle davranan bu yazar kendisinin yeterince ikna edici olduğuna kendisi de inanmamıştır da müşrik ilan ettiği yazarlara da sığınmıştır.
"Davetçinin Tefsiri" adlı eserdeki bazı noktalara da değinmek istiyoruz.
Söz konusu tefsirin ehl-i kitabı anlatan ciltlerinde günümüz cahili toplumları (yani muminle muşriğin karışık olduğu toplumlar) murted toplum olarak görülmektedir. Bu tefsire göre mesela Almanya, Amerika Ehl-i Kitap, Ortadoğu'daki birçok halkında müslümanlar olan ülkeler de murteddir.
Halbuki Seyyid Kutub da Fizılal'de günümüz toplumları murted yerine, Ehli Kitab'a benzeyen toplumlar olarak anlatmaktadır. (Seyyid Kutub, Fizilâl'il-Kur’an, Hikmet Yay. c. 7, s. 277)
Yine Mevdudî gibi bir alimin de günümüz Ortadoğu Asya toplumlarının bazılarına murted gözüyle baktığını kim iddia edebilir? Bu konuyla ilgili olarak tekfirde aşırı gidenlerin çok ilginç söylemler savunduklarını da duymaktayız.
İnanmak istemediğimiz bu duyumlardan birisi tekfirde aşırı gidenlerin İsrail Yahudilerini -ehl-i kitap oldukları için- Filistinlilere karşı adeta destekledikleridir. Sebebi gayet basit? Çünkü onlara göre Yahudiler Ehl-i Kitap, Filistinliler ise müşriktir. Dolayısıyla Kur'an'a ve sünnete göre müşriklerin yanında Ehl-i Kitap daha iyi ayrıcalıklara sahiptir?!
Ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali, -tekfir cemaatinden bazıları böyle bir söylemi savunmadıklarını söylüyorlarsa da- bu söylemi savunduklarını/savunabileceklerini onların mantığından hareket ettiğimiz zaman hiç de anlamsız bulmuyoruz.
Yine onların mantığına göre anlamsız olmayan bir başka konu da şudur. Şimdi günümüzde, yaşadığımız toplum dar-ı harptir. Dolayısıyla tekfir cemaatine göre herkes burada kafirdir. Herkese kafir gözüyle bakmalıyız. Çünkü nasıl ki Dar-ı İslam'da herkese müslüman gözüyle bakılıyorsa dar-ı harpte de herkese kafir gözüyle bakılmalıdır. Çünkü dar-ul harpte yönetim kafirlerin elindedir, İşte çıkış noktası bu olunca -diyelim ki- bizim yaşadığımız toplumda idare müslümanların eline geçerse o zaman bu toplumdaki herkese "müslüman" gözüyle mi bakmak gerekiyor! Bu ne kadar tutarlı bir görüş değil mi?!... Halbuki dar-ı İslamdâ, insanlara müslüman muamelesi yapmak, tüm ordaki insanları "müslüman/mumin" kabul etmek anlamında değildir.
Yani Medine dar-ı İslamdır ve orda munafıklara da Yahudilere de aynı haklar verilmiştir ama onlar İslam devletinde yaşıyorlar diye onlara müslüman gözüyle bakılmamıştır. Müslüman muamelesi yapmanın sebebi ise hareket fıkhıyla, şartlarla ilgili bir konudur. Ayrıca İslamda "eman" meselesi vardır.
Bir kafir şehadet getirip müslümanların korumasını isteyebilir ve bu durumda o kafir yine eskisi gibidir ve müslüman sayılmaz. Tekfirde aşırı gidenlerin kendi aralarında düştükleri ihtilaflı konulardan birisi de budur. Kendileri arasında tartışma konusu olan birçok mesele daha vardır ki onları bu çalışmada anmak istemiyoruz., dahası bu tartışmalı konuları burada anmak adeta mide bulandıracaktır.
DÂR'U'L-HARPTE MÜSLÜMANIN DURUMU
Tekfirde aşırılığın sonuçlarından biri de Daru'l-harpte yaşayan müslümanlara -İslam alameti görülse bile- kafir gözüyle bakılmasıdır.
İslam alimlerinin eserlerinde böyle bir yaklaşıma rastlamadığımız gibi tam tersi görüşler daha fazladır. Tekfirde aşırı gidenlerin bu konuda delil olarak ileri sürdükleri Fetih suresi 24-25. ayetlerinin de onlar tarafından nasıl yanlış yorumlandığını daha önce açıklamıştık.
"İslam dinini kabul etmemiş olan Darul-Harb'in sakinlerine harbî denir. Harbîler, Daru'l-İslam'la aralarında bir ahid veya sulh bulunmadığı sürece kanları ve malları mubahtır. Zira İslam Hukukunda masumiyet ancak iman ve emanla olabilir. Bir harbî Daru'l-İslam'a, İslam hükümetinden musade almaksızın dahil olsa kendisi ve malı ganimet olur. Harbî özel bir izinle yahut emanla veya sözleşmeye dayanarak Darul-İslam'a girecek olursa o "Muste'men" sayılır.
Bir düşmanın İslamiyeti kabul etmesi, kendisiyle harbin devamına manidir. Şöyle ki: Müslümanlarca harbden, cihadden asıl gaye Kelimetullah-ı İ'ladır.
Bu gaye temin edildikten sonra artık savaşın devamına luzum kalmaz. Binaenaleyh muharib bir düşman, ilahî dîni kabul edince İslam camiasına girmiş nefsi de, malı da masuniyet kazanmış olur.
Bir şahsın veya zumrenin İslamı kabul etmiş olmasına şu üç yolla hükmedilir.
1. Sarahaten ikrar ve itiraf, etmesiyle,
2. Müslümanlar ile cemaatle namaz kılması,
3. Bir çocuğun anasına, babasına veya bulunduğu Dar'a tebaen müslüman sayılması.
Bir harbî, Daru'l-Harbde İslamiyeti kabul edip de daha Daru'l-İslama hicret etmeden bulunduğu belde müslümanlar tarafından zaptedilecek olsa kendi elindeki menkul malları tamamen kendisine ait olur. Bunlar fey' olarak zapt edilemez.
Daru'l-Harb'de oturup da Daru'l-İslam'a hicret etmemiş bulunan Müslümanlar İmam Malik, Şafiî ve İmam Ahmed'in görüşüne göre, Daru'l-İslam'daki herhangi bir müslüman gibidirler. Müslüman olmakla kanı ve malı masum olur. Daru'l-İslam'a gitmek isterse ondan men olunamaz.
İmamı Azam Daru'l-İslam'a hicret etmemiş ve Daru'l-Harb'de ikamet etmekte olan bir müslümanın sadece müslüman olmakla masum olamayacağı görüşünü kabul etmektedir. Çünkü İmamı Azam'a göre sadece müslüman olmakla değil, müslümanların kuvvetinden ve topluluğundan güç alan Daru'1-İslam'ın korunmasıyla masum olabileceğini kabul etmektedir. Daru'l-Harb'de yaşayan müslüman ise gücü ve kuvveti bulunmayacağı için masumiyeti de olmaz. Ancak ne zaman isterse Daru'l-İslam'a girer, o zaman bu ismetten istifade edebilir.
Müslüman Daru'l-Harb'de kalmak isterse müslümanlığı baki kıldığı sürece durumu değişmez. İslam'dan çıkacak olursa bu taktirde harbî grubuna dahil olur. Zimmî Daru'l-Harb'de süresiz olarak kalacak olursa o zaman harbî durumuna intikal eder." (Şerafeddin Argun, İslam Hukunda Dâru'l-İslâm Daru'l-Harb)
SEYYİD KUTUB VE TEKFİR
Bu kitabın çeşitli yerlerinde fikirlerinden bahsettiğimiz, görüşlerinden alıntı yaptığımız merhum Seyyid Kutub'u iyi anlamanın yollarından birisi de onu yakından tanıyanlara başvurmaktır. Onu en iyi tanıyanlardan birisi olan ve kendisi de değerli bir alim olan Muhammed Kutub, Seyyid'in tekfir konusunda yanlış anlaşıldığını çeşitli eserlerinde vurgulamıştır. Yine onu yakından izlemiş olan Muhammed Berekat bu konuyla ilgili özel bir eser kaleme almıştır. Şimdi Muhammed Berekat'ın görüşlerine bakalım:
Müslümanları Tekfir Ettiği İthamı
Hakkında çokça söz söylenmiş bir ithamdır bu. Bu ithamın yapıldığı ilk kişi Merhum Seyyid Kutub da değildir. Ancak, bu itham dolayısıyla Seyyid Kutub'un gördüğü zarar çağdaş diğer müslüman yazarların gördüklerine kıyas edilecek olursa, kat kat fazla olduğu görülür.
Önce Seyyid Kutub'un ne söylediğine bir bakalım; ikinci olarak onun ileri sürdüğü delillere, üçüncü olarak da bizzat kendisi ileri sürmemiş olmakla birlikte lehine sürülebilecek delillere bakalım; ondan sonra da onun lehine veya aleyhine hüküm verelim.
1-Tekfîr edilen kim?
Merhum şöyle demektedir: "Fakat, bugün gerçek İslamî hareketlerin karşı karşıya kalmış olduğu en büyük zorluk bunlarla ilgili değildir... Bu zorluk, bir zamanlar Allah'ın dininin kabul gördüğü, Daru'l-İslam olan topraklar üzerinde müslüman soydan gelen bir takım kimselerin varlığında müşahhas olarak ortaya çıkmaktadır. Bir de bakmışsınız ki bu bir zamanların Daru'l-İslam olan topraklar üzerinde yaşayan bu kimseler, gerçekte İslam'dan uzaklaşmış ve yalnızca ona ismen bağlılığını açıklamaya koyulmuştur.
Gerçekte bunlar, İslam'ın temel esaslarını, itikadda ve vakıada kabul etmeyip tanımamakta, bununla birlikte itikaden İslam'a bağlı olduklarını sanmakta bulunuyor."
"Bu gün yeryüzünde adı müslüman adı olan, müslüman soyundan gelen bazı insanlar vardır. Vaktiyle İslam Yurdu olan bir takım vatanlar vardır. Fakat, bugün ne o topluluklar bu anlamı ile Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmekte, ne de bugün o vatanlar bu anlamın kapsadığı gerçeklere uygun olarak Allah'ın dinine boyun eğmektedir."
2- Onun kullandığı ifade ile tevhid şehadetini getirmeyen bu tekfir edilen kimselerin niteliği nedir?
Şöyle demektedir: "İslam, Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmektir. Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmek ise, bu kainatı yaratan ve onda dilediği gibi tasarrufta bulunan biricik yaratıcının Allah olduğuna, kulların ibadet şekillerini ve bütün faaliyetlerini ibadet olarak kendisine sunacakları biricik varlığın, kulların şeri hükümleri kendisinden alacakları kendisine boyun eğecekleri biricik varlığın yalnızca Allah'ın kendisi olduğuna itikad etmekte muşahhas ifadesini bulur.
Herhangi bir kimse Allah'tan başka ilah olmadığına bu kapsam çerçevesi içerisinde şehadet etmeyecek olursa, gerçekte o şehadet getirmemiş ve henüz İslam'a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa olsun, değişen birşey olmaz. Eğer herhangi bir toprak parçası üzerinde bu kapsamı ile Allah'tan başka ilah olmadığı şehadeti gerçekleşmeyecek olursa, orası Allah'ın dinine göre yönetilen bir toprak parçası değildir."
(Muhammed Bereket, Seyyid Kutub, Risale Yay. s. 230-231)
Müslümanların tanıyageldikleri kafirlerin çeşitlerine ek olarak Seyyid Kutub, müslümana bir tanım getirmektedir, öyle bir tanımdır ki bu; bu tanımın kendisine uymadığı herbir kimse aynı şekilde kafirdir.
Böyle bir tanımı sınırlandıran., belirleyen aşağıdaki dikkat çekici hususlardır:
a- Yüce Allah'ın vahdaniyet, yaratıcılık, kainatın her türlü işlerinin yöneticiliği (kayyumiyet) gibi sıfatlarına iman etmek gerekir.
b- Namaz ve zikir gibi ibadet çeşitlerinin Allah'tan başkasına takdim edilmesi küfürdür. Müslüman kimse, bu gibi ibadet çeşitlerini Allah'tan başkasına sunamaz. Helal ve haram ile ilgili konularda Allah'ın hükümlerinden başkasına boyun eğmez.
c- Helal ve haram ile ilgili hükümleri Allah'tan başkasından almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah'ın helal kıldığını helal ve ancak Allah'ın haram kıldığını haram kabul eder ve şerayi' diye ifade edilen helal haram hükümleri ile ilgili olarak O'nun hükümlerinden başkasına asla boyun eğmez.
İşte bu üç husus "La ilahe illailah"ın kapsadığı anlamın çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin şartıdır ve ancak bunlarla birlikte kişi muvahhid olabilir, değilse olamaz.
Buna göre açıkça ortaya çıkıyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümanı tefkir etmiyor. Aksine o çoğu kimsenin kafir olduklarını fark edemediği bir kısım insan türünün kafir olduklarına dikkat çekiyor, o kadar.
Açıkça görüldüğü gibi, anlaşmazlık ilk iki şart çerçevesinde olmayıp, -şayet söz konusu olursa- üçüncü şart ile ilgilidir. O da teşriin kendisinden alınacağı makamın yalnızca Allah olduğuna itikad etmektir. Peki, teşrii ibadet şekilleri ile eşit değerde kabul ederken onun ileri sürmüş olduğu deliller nelerdir?
3- Seyyid Kutub'un delilleri:
Burada onun kullanmış olduğu delillerin en önemlilerine kısaca işaret edecek ve konuyu uzatmamak için de onun kullanmış olduğu delillerin tümünden söz edemeyeceğiz.
Merhum Seyyid Kutub, Tevbe Sûresi'nde yer alan şu (mealdeki) ayete çokça dayanır:
"Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i Allah'ı bırakıp rabler edindiler. Halbuki onlar yalnızca bir tek ilaha ibadet etmekten başkası ile emrolunmamışlardı. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Onların ortak koşmalarından O yüce ve munezzehtir." (Tevbe 31)
Ve aynı şekilde Merhum, Rasulullah (s.a.v.)'ın hadislerine, istinad ettiği gibi, bazı mufessirlerin konu ile ilgili söylemiş oldukları sözleri de nakleder:
Seyyid Kutub der ki: "ed-Durru'1-Mensur'da su ifadeler yer alır: Tirmizî'nin hasen olduğunu belirterek rivayet ettiği İbnu'l-Munzir'in, İbn Ebî Hatem'in, İbn Merdeveyh'in, Sunen'inde Beyhaki'nin ve başkalarının Adiy b. Hatem (r)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna Tevbe Suresinden: "Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah'ı bırakıp rabler edindiler." ayetini okurken vardım. Şöyle buyurdu: "Onlar (haham ve rahiplerine) ibadet etmiyorlardı, fakat kendilerine herhangi bir şeyi helal kıldıkları zaman helal kabul ediyor, haram kıldıkları zaman da haram olarak kabul ediyorladı."
Buna göre Rasulullah (s.a.v) helal ve haram konularında -yani teşri'de- haham ve rahiplere tabi olmayı, onları Allah'ın dışında rabler edinmeleri anlamında değerlendirmiştir.
"İbn-i Kesir'in (aynı hadisin bir başka rivayeti ile ilgili) Adiy b. Hatem'in şöyle dediğini rivayet eder: Ben Rasulullah (s.a.v)'a;
Onlar haham ve rahiplerine ibadet etmediler deyince, şöyle buyurdu;
"Hayır, ettiler, çünkü onlar kendilerine haramı helal kıldılar, helali da haram kıldılar. Onlar da haham ve rahiplerine uydular. İşte onların haham ve rahiplerine ibadetleri budur."
"Suddî şunları söyler: Onlar şahısların öğütlerini isteyip kabul ettiler, Allah'ın kitabını ise arkalarına atıverdiler. Bu bakımdan Yüce Allah: "'Onlar bir tek ilaha ibadet etmekten başkası ile emrolunmadılar." diye buyurmuştur. Yani O'nun haram kıldığı şey haramdır ve O'nun helal kıldığı şey helaldir; O'nun koyduğu hükme uyulur, hüküm verdiği şey infaz edilir.
"Alusî tefsirinde şunları söyler; mufessirlerin çoğu şunu söylemiştir:
Burada "Rablerden" kasıt, onların kainatın ilahları olduğuna inandıkları değildir; aksine bundan kasıt, onların emir ve nehiylerinde bu haham ve rahiplere itaat ettikleridir."
İşte, şimdiye kadar geçen bu ifadelerden aşağıdaki meseleleri sonuç olarak çıkarmıştır:
a- "İbadet, Kur'ân nassı ve Rasulullah (s.a.v)'in yorumu gereğince, sert hükümlerde tabi olmak demektir. Çünkü Yahudi ve Hristiyanlar, haham ve rahiplerini onların ilah olduklarına inanmak anlamında veyahut ibadet şekillerini onlara sunmak suretiyle rabler edinmiş değillerdir. Bununla birlikte şanı Yüce Allah, bu ayette ise küfür hükmünü vermiş bulunuyor. Bunun biricik sebebi ise, şeri hükümleri onlardan alıp, bu hükümlere uyarak itaat etmeleridir. İşte yalnızca bu, itikad ve ibadet şekillerini sunmaksızın, böyle birşey yapanların Allah'a şirk koşmakta olduğunu kabul etmek için yeterlidir. Buradaki şirk insanı mu'minlerin arasından çıkartıp, kafirlerin arasına sokan bir şirktir."
b- "Kur'an-ı Kerim'in nassı, şirk koşmak ve Allah'ın dışında rabler edinmek niteliği açısından kendi hahamlarından teşriî hükümlerini alıp, bunlara itaat eden ve tabi olan Yahudiler ile itikaden Hz. Mesih'in ulûhiyetini söyleyip, kendisine ibadet şekillerini takdim eden Hristiyanlar arasında herhangi bir fark gözetmemektedir. Bu ile berikini yapanı Allah'a şirk koşan kişi olarak kabul etmek açısından farksızdır. Söz konusu bu şirk, insanı mu'min olmaktan çıkartıp, kafirler arasına sokar."
c- "Allah'a şirk koşmak, teşri' hakkını Allah'tan alıp, O'nun kullarına vermek ile gerçekleşir. Bununla birlikte ulûhiyetine itikad etmek ve O'na ibadet şekillerini sunmak şeklindeki şirkin bulunmaması bile durumu değiştirmez."
"Bu mevzu ile ilgili önemli deliller arasında Yüce Allah'ın; "Kim, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." (Maide 44, 45, 47) anlamındaki buyruğu da yer alır.
Pek çok kimse bu açık nassı basit bir takım tevillerle askıya almıştır ki bunları kısaca şöylece toparlamak mümkündür:
Yüce Allah; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir." buyurduğu gibi; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, onlar zalimlerin ta kendileridir." ile; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir." diye de buyurmuştur.
O halde kafirler Allah'ın hükmünü reddederek ve onun dışındaki hükümler üzerinde ısrar ederek hükmeden kimselerdir. Çünkü onlar İslam'ın dışında kalan şeyleri İslam'dan üstün görmektedirler. İslam'ı inkar edip reddetmeyen bir kimse ise, durumuna göre ve ayet-i kerimelerin zikrettikleri şekle uygun olarak ya zalim veya fasık olurlar. "Kafirler, zalimler, fasıklar" niteliklerinin çeşitliliği boşuna değildir. Duruma göre uygun düşsün diyedir.
Gerçekte ise böyle bir söz oldukça gevşek kalır, özellikle de ayet-i kerimelerin akışına dikkat edecek olursak bunun böyle olduğunu rahatlıkla anlarız:
"Muhakkak Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nûr vardır. İslam olmuş peygamberler onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabblerine vermiş zahidler ve alimler de Allah'ın Kitabı'nı korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözleyip kollarlardı. İnsanlardan korkmayın, benden korkun ve benim ayetlerimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezlerse işte onlar kafirlerin ta kendileridir. Biz onda (Tevrat'ta) onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısası yazdık (farz kıldık). Kim bunu bağışlarsa o kendisi için keffaret olur ve kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Onların ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde bir hidayet ve bir nûr bulunan, korunanlar için de yol gösterici ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik. İncil sahipleri Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir. Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak bu kitabı hak ile indirdik. Artık onların aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet..." (Maide 44 - 48)
İşte, ayetlerin bu akışı, aşağıdaki hususların açık delili olmaktadır:
a- "Kafirler ile zalimler" şeklindeki nitelikler, Allah'ın Tevrat'ta indirdikleriyle hükmetmeyenlerin hakkındaki hükmün ne olduğunu açıklamak üzere varid olmuşlardır ki; bu da tek bir mesele ile ilgilidir ve bu mesele Allah'ın ahkamını uygulamak meselesidir.
b- "Fasıklar" lafzı ise, Allah'ın İncil'de indirdiği hükümler ile hükmetmeyenlerin hükmünü açıklamak üzere varid olmuştur.
c- Bu bakımdan bu üç lafız da eş anlamlıdır. Çünkü, her üçü de Allah'ın indirdiklerini uygulamayanların hükmünü açıklamaktadırlar.
Her bir sözün özel bir duruma uygun düştüğü iddiası ise; kesinlikle delili olmayan bir iddiadır. Çünkü, (ilgili eserlerdeki anlamıyla) fasıklık ve zulüm, daha sonra fukaha tarafından ortaya konulmuş iki ıstılahtır. Daha sonra anlamları belirlenmiş bu iki ıstılahın esas alınarak Kur'an-ı Kerim'in anlamlarının ona göre yorumlanması asla caiz olamaz.
Bir takım ıstılahlar ortaya koymanın hiçbir zararı yoktur. Hatta bazan ilmî hassasiyet için zorunluluk bile olabilir. Fakat, mesela çağımızda bir ıstılah ortaya atıp, daha sonra bizim ıstılahımıza benzeyen herbir kelimeye bu ıstılahın anlamını vermek için Kur'an-ı Kerim'i ele alır ve Kur'an-ı Kerim nazil olduğu zaman bu anlam kastedilmiş idi diyecek olursak, oldukça büyük bir hata işlemiş oluruz.
Gerçek şu ki, çeşitli durumlara göre verilecek hüküm arasında farklılık gözetmek, yalnızca bir durumda söz konusu olabilir ki, o durum da; böyle bir iddiayı ileri süren kimsenin sözüne delil olabilecek nassların varid olması halidir. O zaman bu nasslar, bu siyak ile (ifadelerin akışı) birlikte ayrı bir delil olurlar.
Küfür, fısk ve zulüm lafızlarının aynı anlamda varid olduklarına dair deliller arasında aşağıda sunacağımız nasslar da yer almaktadır:
l- "Ey iman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları veliler edinmeyiniz. Onların kimisi kimisinin velisidir. Sizden kim onları veli edinirse muhakkak o, onlardandır. Hiç şüphesiz Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez."(Maide 51)
2- "İmanlarından sonra ve muhakkak Rasûlün hak olduğuna şahitlik edip apaçık deliller kendilerine geldikten sonra küfre sapan bir topluluğa Allah, nasıl hidayet verir? Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez." (Al-i imran 86)
3-"İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya işte esenlik onlarındır ve onlar hidayet bulmuş olanların ta kendileridir." (En'am 82)
Zulmun ise anlamı şirktir. Nitekim Buhari, İbn Mes'ud (r.)'dan şu rivayeti yapar: Sahabiler bu ayet nazil olduğunda dediler ki;
“Kendi kendisine zulmetmeyen kim var ki?” Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu;
"Hayır, durum sizin dediğiniz gibi değildir. Sizler Allah'ın salih kulunun; ‘Muhakkak şirk çok büyük bir zulumdur.’ dediğini işitmediniz mi? Buradaki zulüm şirkten ibarettir."
4- "De ki, ey kitap ehli, sizler bizden, ancak Allah'a, bize indirilene ve önceden indirilmiş olanlara iman ettik diye ve muhakkak sizin çoğunluğunuz fasık olmaktan başka bir sebepten dolayı mı hoşlanmıyorsunuz?" (Maide 59)
5- "Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve Peygamber'e indirilene iman ediyor olsalardı, onları veliler edinmezlerdi. Fakat onların pek çoğu fasıklardır." (Maide 81)
6- "Hani biz meleklere, Adem'e secde edin demiştik de İblis mustesna secde etmişlerdi. O cinlerden olup, Rabbinin emrinden çıkmış (fasık olmuş)'tu." (Kehf 50)
7- "Böylece Rabbinin fasıklar hakkındaki: 'Muhakkak onlar iman etmezler’ sözü hak oldu."
8- Mesruk (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) derki: Ben İbn Mes'ud'dan;
“Suht; hüküm verirken rüşvet almak mıdır?” diye sordum, bana şöyle dedi;
“Hayır. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kafirlerin, zalimlerin ve fasıkların ta kendileridir. Fakat buradaki suht, herhangi bir kimsenin bir haksızlık için senden yardım istemek üzere sana hediye sunmasıdır. Sen böyle birşeyi kabul etme.”
Burada, Allah'ın indirmedikleriyle hükmedenler ile Allah'ın hükmünden başkasına razı olanlar hakkında bir şüphe söz konusu olabilir ki; bu da bilgisizliktir.
Çoğu kimse şöyle der: Sizin bu söyledikleriniz doğrudur. Fakat, insanlar Allah'ın hükmüne başvurmak gerektiğini ve onun dışında kalan bir dine razı olmanın küfür olduğunu bilmiyorlar.
Seyyid Kutub, bu noktayı da açıklamaksızın bırakmış değildir:
"Bir defa daha şunu görüşüyoruz ki, hükümranlık konusunda Allah ile çekişmeye girmek, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir hüküm konusunda çekişmeye girdiğinden böyle kimseyi Allah'ın dininden çıkartır.
Çünkü böyle bir çekişme onu yalnızca Allah'a ibadet etmek çerçevesinden dışarıya çıkartır. Böyle bir çekişmeye giren kimseleri kesinlikle Allah'ın dininden çıkartan şirk, işte budur. Bu çekişmeyi yapan kimsenin iddiasını kabul eden, ona itaat eden ve Allah'ın hükümranlığını ve özelliklerini gasp etmesine karşı kalplerinde herhangi bir red bulunmayarak itaat eden kimseler, onlar da berikiler de Allah'ın ölçüsünde birbirine eşittir.
"Hz. Yûsuf (a.s), Yüce Allah'ın yalnız başına ibadete layık olduğunu, ibadetin yalnızca O'na tahsis edilmesi gerektiğini tahkik etmek üzere hükümranlığın da yalnızca Allah'a ait olduğunu belirtiyor ve dosdoğru dinin ancak bu olduğunu ifade ediyor: "İşte, dosdoğru din budur." Bu, dosdoğru dinin neden ibaret olduğunu ortaya koyan bir ifadedir. Yani ibadetin yalnızca Allah'a mahsus olduğunu gerçekleştirmek için hükümranlık hakkının da yalnızca Allah'a mahsus olduğunu gerçekleştiren bu dinin dışında dosdoğru bir dinin varlığı söz konusu değildir. "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." Onların çoğunluğunun bunu bilmeyişleri, onları Allah'ın dosdoğru dini üzerinde bırakmaz. Hiçbir şey bilmeyen bir kimse bilmediği bir şeye itikad edemediği gibi, onu gerçekleştiremez de. Buna göre bu dinin hakikatini bilmeyen insanlar var olacak olursa, ne aklen ne de vakıa bakımından onların bu din üzerinde olduklarını ileri sürmek ve böyle nitelemek artık mümkün olmaz. Onların bu bilgisizlikleri, kendilerini İslam niteliğine sahip kılmak için kabul edilebilir bir özür sayılamaz. Çünkü, bilgisizlik ilke olarak böyle bir niteliği kazanmanın engelidir. Birşey hakkında itikad sahibi olmak onu bilmenin bir sonucudur. Bilginin de vakıanın da mantığı, hatta bedahetin apaçık mantığı da bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır.
Merhum Seyyid Kutub, bu hükmünü apaçık bir mantık silsilesi üzerine kurmaktadır. Şöyle ki:
a- İslam'daki ibadet ıstılahı hiçbir zaman, yalnızca ibadet şekillerini sunmaya münhasır olmayıp, aksine hayatın her durumunu da kapsar. Buna göre ibadet niteliği, ancak ibadet şekillerini Allah'a sunan ve bütün yönleriyle hayatının yapısını Allah'tan alan kimseler için söz konusu olabilir.
b- Yüce Allah'ın ulûhiyet sıfatının tam anlamı ile gerçekleşmesi, O'nun aynı şekilde hükümran olması ile mümkündür. Çünkü hükümranlığın yalnızca Allah'ın hakkı olduğunu kabul etmek, yalnız başına O'nun ulûhiyetini kabul etmenin bir parçasıdır ve bu katıksız tevhidin bir gereğidir.
Hiçbir müslümamn bu iki noktayı kabul etmemesi mümkün değildir.
Bu iki noktayı bilmemek, dinden zarurî olarak bilinen bir hususu bilmemek demektir ve böyle bir bilgisizlik hiçbir zaman özür olamaz. Çünkü dinden zarurî olarak bilinen hususların bilinmemesi asla özür kabul edilmez. Bu iki noktanın tam tersine bilmeksizin düşen bir kimse, bilerek düşen bir kimsenin durumundadır. Hem, usûlde ve hemde İslam akidesinde sabit ve kabul edilen bir husustur bu.
Bu tür insanların kafir olduğunu açıklamak, İslam'daki ibadet ve hükümranlık anlamlarına itikad etmenin bir parçası olduğundan dolayıdır ki Seyyid Kutub, bu konuya açıklık getirmenin gereği konusunda özellikle ısrar eder ve bunların yalnızca Rabbani hareketin pratik zorunluluğu olması ile yetinmez:
l- "Böyle bir hakikati açığa çıkarmak, düzenlerin üzerindeki ve onları destekleyenleri örten perdeyi kaldırır. Böyle bir durum ise Rabbani hareketin, hareket noktası için zorunlu bir husustur, çünkü mücrimlerin izledikleri yolların açıklığa kavuşturulması Kur'an'ın benimsediği hedefler arasındadır; "Böylelikle, ayetleri uzun uzun açıklıyor ve ta ki mucrimlerin izledikleri yollar da açıkça ortaya çıksın." (En'am 55)
"Çalışmaya doğru büyük itici güç, yalnızca kişinin kendisinin hak üzere olduğunu bilmesi ile gerçekleşmez. Fakat, bununla birlikte kendisine düşman olanların batıl ve küfür üzere olduklarını da bilmesi gerekir."
2- Böyle bir gerçeği açıkça ortaya koymak belki de, Allah'ın dininden çıktıkları halde kendilerinin hidayet üzere olduklarını sanarak, -Allah'ın dini ile aralarında meydana gelen büyük uçurumu göreceklerinde- gaflette bulunan pekçok kişiyi belki de doğru yola getirebilecektir.
İslam düşmanları bu iki noktaya dikkat etmiş ve bu bakımdan her zaman için Allah'ın dinine muhalif olan şart ve durumlara İslamî yaftalar ve kılıklar giydirmeyi ihmal etmemişlerdir. Hatta onlar Arap ülkelerindeki İslam düşmanı olan pekçok hareket ve devrime "İslamî Yenilikçi Hareket" adını takmışlardır. Halbuki onlar daha önce bu son derece kötü maksatlı hareketlerin İslam'ın varlığına son vermiş olmasını ümid edip duruyorlardı.
Seyyid Kutub'un dikkatli olduğunu vurgulayan hususlar arasında, akide ile ilgili olarak yazılmış olan eserlerin bu meseleden özellikle bahsetmiş olması gerçeği de vardır. Mesela Dr. Said Ramadan el-Buti'nin söyledikleri bu konunun delilleri arasındadır: "... Buna göre, hükümranlık yalnızca Allah'ındır. Dünya ve ahiretleri ile ilgili, çeşitli durum ve halleriyle ilgili, kulları için teşride bulunan O'dur. Bunu inkar eden kimse Allah'a ve Rasulu'ne kafir olur. İsterse diliyle Allah'a ve Rasulu'ne iman ettiğini ileri sürsün, namaz kılsın, hacc etsin, oruç tutsun. Bu konuda aklî ve Allah'ın kitabı ile Rasûlü'nün sünnetinden naklî pekçok deliller vardır ve bu konu üzerinde bütün müslümanların icmaı vardır."
Bu bakımdan Seyyid Kutub şöyle derdi:
"Yeryüzünde, bu dine davet edenlerin birinci görevi, şu cahili yapılar üzerindeki aldatıcı yaftaları ve bu dinin bütün yeryüzündeki köklerini kazımak isteyen düzenlerini koruyan bu yaftaları indirmektir. Herhangi bir İslamî Hareketin başlangıç noktası, cahiliyeyi şu sahte kılığından uzaklaştırmak ve onu; şirk ve küfür bakımından gerçek şekliyle ortaya çıkarıp, insanları da vakıalarının müşahhas ifadesi olan nitelikleriyle nitelemektir."
Yine, Merhum Seyyid Kutub, şunları söylerdi: "Bu (İslamî) hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, bir taraftan la ilahe illallah'ın ifade ettiği anlamın, öbür taraftan da İslam'ın anlamının etrafını çerçeveleyen daha başka bir yönden de şirkin ve cahiliyenin anlamını çerçeveleyen şu üstü kapalılık, şu örtülülük ve bu karmaşadır.
"Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, salih müslümanlar ile günahkar müşriklerin yolunun netlik kazanmaması, işaret ve unvanların birbirine karışması, isim ve niteliklerin içice girmesi ve yol ayırımının net olarak belli olmadığı bu şaşkınlıktır.
"İşte Rabbani hareketin düşmanları bu gediği çok iyi bildiklerinden bütün güçleriyle bu gediği alabildiğine genişletmek, sulandırmak, karıştırmak, karışıklığı daha bir artırmak için çalışırlar. Ta ki ayırıcı hak sözü açıklamak kişinin elinden, ayağından yakalanmasına neden olsun; yani müslümanları küfür ile itham etmek ithamı ile yakalanmasına neden olsun ve İslam ile küfür hususunda hüküm vermek konusunda, Allah'ın buyruklarına ve Rasulu'nün sözlerine değil de, insanların örflerine ve ıstılahlarına baş vurulsun."
(Muhammed Bereket, Seyyid Kutub, Risale Yay. s. 231-244)
Cahili Toplum
Seyyid Kutub, bizim toplumumuzu Cahilî Toplum, olarak adlandırdığından dolayı da eleştirilmiş bulunuyor.
"Müslümanları tekfir etme ithamı" bölümünü okuyan bir kimse için bu konu anlaşılır birşeydir.
Merhum Seyyid Kutub, bu toplumları Cahilî Toplum olarak kabul ederken temel bir düşünceden harekete koyulur. Bu temel düşünce ise; "cahiliye"nin yalnızca İslam'dan önceki tarihi bir dönemin adı olmayıp, aksine zaman ve mekanı göz önünde bulundurmaksızın, şayet İslam'dan önceki tarihî döneme benzeyen bir durum ile karşı karşıya kalınacak olursa aynı adlandırma o dönem için de tümüyle söz konusu olabilir şeklindedir.
İşte onun herhangi bir toplumu Cahilî Toplum olmakla nitelendirmesindeki hareket noktası budur.
"Cahiliye"nin sınırlarının belirlenmesine gelince; o, İslam'dan önceki putperest Arap toplumunun üzerinde yükseldiği temel esası bilmemiz halinde, bu sınırların belirleneceği görüşündedir. Bu temel esas ise; kulların kullar üzerinde hükümranlık sahibi olup, Yüce Allah'ın kulları üzerindeki mutlak hakimiyetini reddetmektir. Yani hakimiyeti kabul edilen ilah şu veya bu şekli ile, "insanın hevası" olup, hakim kılınan da Allah'ın emirleri değildir.
"Cahiliyenin bu şekilde sınırlandırılması sonucunda İslam'ın tümüyle kabul görmediği herbir toplum, Cahili Toplum kapsamına girer:
a- Mesela komünist devletler gibi, ateist her toplum Cahili Toplum'un kapsamı içerisindedir.
b- Hind, orta Afrika, Japonya ve Filipin gibi putperest her toplum da onun kapsamı içerisindedir.
c- Genel olarak, kapitalist toplumların oluşturduğu vaktiyle Kitap Ehli olan veya halen Kitap Ehli sayılan her bir toplum.
d- Müslüman toplumların peşinden gelip de onların egemen oldukları topraklara, ülkeye ve isimlerine mirasçı olan her bir toplum."
Merhum Şehid şöyle söylemektedir: "Son olarak kendilerinin müslüman olduklarını delilsiz olarak ileri süren bu toplumlar dahi Cahili Toplum çerçevesinin içerisine girer.”
"Bu toplumlar Cahili Toplum'un bu çerçevesine Allah'tan başkasının ulûhiyetine inandığı için veya aynı şekilde Allah'tan başkasına ibadetlerini sunduğu için değil; fakat, hayat pratiğinde yalnızca Allah'a ubudiyet etmediğinden dolayı girmektedir. Bu toplumlar Allah'tan başkasının ulûhiyetine itikad etmemekle birlikte, ulühiyetin en belirgin özelliğini Allah'tan başkasına vererek, Allah'tan başkasına boyun eğmektedir. Yapısını, değerlerini, ölçülerini, gelenek ve göreneklerini, hemen hemen hayatının bütün esaslarını bu kaynaktan almaktadır. Şanı Yüce Allah ise, bu tür insanlar hakkında şöyle buyuruyor: "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir."
Yönetilenler hakkında ise şöyle demektedir; "Sana, indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürüp de ona kafir olmakla emrolundukları halde tağûtun hükmüne başvurmak isteyenleri görmez misin?" buyruğundan başlayıp; "Hayır, öyle değil, Rabbine and olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne başvurmadıkça, sonra da verdiğin hükümde kalplerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar." (Nisa 60 - 65) buyruğuna kadar ki ayetlerle yönetilenler hakkındaki hükmünü bildiriyor.
"Şanı Yüce Allah bundan önce Yahudi ve Hristiyanları şirkle, küfürle, Allah'tan başkasına ibadet etmekten yan çizmekle, Allah'ın dışında haham ve rahipleri rabbler edinmekle nitelendiriyor. Bunun biricik sebebi, onların haham ve rahipler hakkında kendilerini "Müslüman" diye adlandıran kimselerin kendileri gibi olan insanlara vermiş oldukları bir takım sıfatlar dolayısıyladır.
İşte Şanı Yüce Allah böyle bir şeyi Yahudi ve Hristiyanların şirk koşması olarak nitelendirmiş ve onların Meryem oğlu İsa'ya ibadet ettikleri ve ilah olarak tanıyıp rab kabul ettikleri davranışları ile eşit olarak değerlendirmiştir. Yalnızca Allah'a kulluk etmek çerçevesinin dışına çıkmak konusunda bunun ile öteki arasında herhangi bir fark yoktur. Bu da Allah'ın dininden ve Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmenin çerçevesinin dışına çıkmaktır.
"Bu toplumların kimisi, açıktan açığa din ile kesinlikle hiçbir ilişkisi bulunmadığını iletmiş, bir kısmı da dine saygılı olduğunu açıklamakla birlikte kesinlikle dini hayatın realitenin dışına itmekte ve "gaybîliği" inkar ettiğini söyleyerek düzeninin "bilimsellik" üzerine kurduğunu söylemekte ve bilimselliğin gaybîlik ile çeliştiğini kabul etmektedir. Böyle bir iddia ise ancak, cahillerin söyleyebileceği cahilce bir iddiadan başkası olamaz. Bazıları ise dilediği şekilde kanunlar koyarak, bunlar hakkında: "İşte bu Allah'ın dinidir" diyebilmektedir. Bütün bunların yalnızca Allah'a ibadet etmek, kulluk etmek esası üzerinde yükselmemesi açısından aralarında hiçbir fark yoktur.
"Durum bu şekilde olduğuna göre, İslam'ın bu toplumlara karşı tutumu tek bir ifadede belirlenebilir: İslam, kendi açısından bu toplumların İslamî olduğunu ve şer’i olduğunu kabul etmemektedir."
İşte Seyyid Kutub'un bu konudaki delili budur ve hiç şüphesiz ki bu delil, tercih edilebilecek bir delildir.
Bazı basit kimselerin anlamış olduğu gibi onun bu sözleri ile bu toplumlarda bulunan her ferdin kafir olacağını kastetmediği açıktır. Çünkü o, her bir ferdi başlı başına ve bağımsız olarak akidesiyle ve bu akideye uygun yaşayışı ile ele alıp değerlendirmektedir.
Bu toprakları harp diyarı olarak kabul etmesine gelince, onun bu kabulü de geçen bölümde sözünü etmiş olduğumuz ve bu bölümde de az önce sunmuş olduğumuz bir takım mukaddimeler üzerinde yükselir.
Müslüman fakihler dünyayı temelde iki ayrı diyara ve bunlara bağlı olan bir takım diyarlara taksim etmişlerdir.
Asıl olan iki dar, Dâru'l-İslam ile Dâru'l-Harp'tir.
Bunlara bağlı olan diğer darlar ise: Dâru'l-Ridde, Dâru'1-Ahd ve Daru'l-Bağiy'dir.
Dâru'l-İslâm, fukahânın icmâı ile İslam'ın egemen olduğu ülkedir. Dâru'1-Harb ise yine fukahanın icmaı ile İslâm'ın hükümran olmadığı ülkedir."
(Muhammed Bereket, Seyyid Kutub, Risale Yay. s. 244-249)
Muhammed Berekat'ın geniş alıntılar yaparak ortaya koyduğu bu fikirlere göre -yani Seyyid Kutub'un fikirlerine göre- toplumda her ferdi tekfir etmek yanlış bir metottur.
Okuyucu kitabın bundan sonraki bölümlerinde aktarılan alıntılar ile bundan önceki alıntılar arasında farklılıklar bulunabileceğini anlayacaktır. Seyyid Kutub'un görüşleri ile bundan sonra bahsedeceğimiz İbn-i Hacer, İbn-i Cezvî, Kardavî... gibi alimlerin görüşleri arasında uyuşmayan noktaların bulunduğu gerçektir.
Bizler okuyup anladığımız kadarıyla her iki grubun görüşlerinde de hakkın bulunduğuna inanıyoruz ve yapmak istediğimiz şey ile ulaşmak istediğimiz sonuç da öncekiler ve sonrakiler arasında bir bağlantı kurmaktır.
Bu bağlamda Seyyid Kutub'un "kufur-fısk-zulum" kavramlarının şeriattaki manaları konusunda selef ulemasından daha zayıf olduğuna selef ulemasınında "uluhiyet ve rububiyet" manaları konusunda S. Kutub'tan zayıf olduğuna inanıyoruz. İstiyoruz ki güvenilir bulduğumuz alimlerin doğru yanlarını birleştirerek emin bir yol oluşturalım. Bu birleştirmeyi tevhîd yolunda taviz vermeden yürümeyi şiar edinen alimler arasında yapmaya çalışıyoruz. Bu tavra örnek olarak S. Kutub'un "Allah'ın hükümlerini uygulamamadan dolayı oluşan küfür" konusundaki fikirleri ile İbn-i Kayyım'ın "Allah'ın hükümlerini inanmadan uygulamama ile oluşan küfür" konusundaki fikirleri arasında bir uzlaşmayı verebiliriz.
Et- Tekfir Akımının Bugünkü Durumu
1970'li yılların başında Mısır'da, et-Tekfir akımının yayılışı çok hızlı bir şekilde olmuştur. Bunun sebeplerini şu şekilde belirlemek mümkündür:
a- O sıralarda ortamın musait bulunması,
b- Gelenekçi Mısır halkı karşısında etkili ve çekici olan "nass" silahını kullanması,
c- Cemaat, fertlerinin gayretli çalışmaları sayesinde, davete ehil geniş bir kadroya sahip bulunması.
Akımın, küfrüne hükmettiği düzene karşı takındığı uzlet tavrı, bir zaman sonra akımın gelişmesi yolunda büyük bir engel haline gelmiştir. Bu bağlamda, akımın her hareket ve çabası kontrol altına alınmış ve ekonomik yönden güçsüz duruma düşürülmüştür. Böylece önüne, hiç beklenmedik problemler çıkmıştır. Oysa akım, düzenle belirli bir ilişkiye girmiş olsaydı, bütün bunlar olmayacaktı.
İşte belki de bu sebepler dolayısıyla Şükri Mustafa, akım mensuplarını çalışmak için dışarıya göndermeye başlamış, böylece de cemaatin çalışmalarını kamufle edebilecek gerekli imkanları elde etmeyi başarmıştır. Bu düzenlemeler ile bir takım küçük cemaatlere karşı üstünlük sağlamasına ve "davet" görevini yüklenerek bütün çalışmalarını buna hasredecek elemanların yetiştirilmesine rağmen; bu imkanların iyi değerlendirilmemesi, akım için sonun başlangıcı olmuştur.
Akımı tehdit eden iç ihtilaflar belirlemeye başlayınca, akımdan ayrılanları cezalandırmak için kan dökmeye varıncaya kadar, bütün yöntemler uygulanmaya başlanmıştır. Kahire'nin muhtelif bölgelerinde, cemaat mensuplarına karargah vazifesi gören birçok yurt ve evlere, bir çok vasıtaya sahip durumda bulunan et-Tekfir akımı eski Evkaf Bakanı Şeyh ez-Zehebi’yi kaçırarak, öldürme eylemini gerçekleştirmiştir. İşte bu eylemden sonra, akım için zor günler ve dağılma dönemi başlamıştır.
Bu dönemde et-Tekfir cemaatine saldıran tek İslamî şahsiyet ez-Zehebi değildir. Ezher'e ve diğer akımlara mensup bir çok kişi de, bu akıma hücumlar yöneltmekteydi. Bu hücumlara karşılık olmak üzere, et-Tekfir akımı hareket çizgisini aşarak saldırılarda bulunmaya başlayınca, 1977 senesinde 6 nolu kararla Askerî Mahkemeye sevkedildiler. Burada sürdürülen yargılamalar sonucunda, başta Şükri Mustafa olmak üzere dört kişinin idamına, cemaatin bazı fertlerinin de uzun mahkûmiyet cezaları almasına hükmedildi. Şükri'nin idamından sonra cemaat şiddetli bir şekilde sarsılmış ve akım parçacıklara ayrılmıştır.
Şeyh ez-Zehebi’nin öldürülmesinden sonra, müslümanlar arasındaki nüfuz ve etkinliğini zaten büyük ölçüde yitiren et-Tekfir akımı, 1970’li yılların sonlarına doğru hükümetin İslamî akımlara karşı gerçekleştirdiği manevralardan etkilenerek, abluka altına girmiş bulunuyordu. Bu haliyle eski çekiciliğini ve varlığının gerekçesini yitirerek eski moda bir akım durumuna düşmüştü.
1981 Eylül ayındaki tutuklama kararları ile diğer İslamî akımlar gibi et-Tekfir akımı da büyük bir darbe yemiş; akım saflarında gerçekleştirilen tutuklamalar 1984 yılına kadar sürmüştür. Bu yeni şartlar karşısında et-Tekfir akımı, geçmişteki birçok tutum, davranış ve görüşlerinde değişikliklere gitmeye başlamıştır.
Bu cümleden olmak üzere, durumlarını gizleyebilmek amacıyla mensuplarına sakal traşını serbest bıraktıkları gibi; kadınların yüzlerindeki peçeyi kaldırmalarını, belli sınırlar içinde hükümette görev almayı, batı tipi elbiseler giymeyi de serbest bırakmışlardır. Ayrıca, akımla diğer İslamî akımlar arasındaki ilişkilerde gelişmeler gözlenmiştir. Bu değişme ve gelişmelerin ortaya koyduğu şey, et-Tekfir akımının da eninde sonunda esneklik metoduna sarılmanın zorunluluğuna inanmış olmasıdır. Gerçekte bu durum, akımın lehine olumlu bir puan olarak kaydedilmelidir.
Şükri Mustafa'nın, et-Tekfir akımının fikriyatını oluşturan yazmaları 4 bin sahife tutmaktadır. Bu yazılar gibi, cemaatin bazı mensupları tarafından yazılan siyasî konuşmalar ve cemaatin tutumlarıyla ilgili diğer eserler de henüz ortaya çıkmamıştır. Bu eserlerden bir kısmı Şükri Mustafa'nın yazdığı "Usul" doğrultusundaki eserler olmakla birlikte, bir kısmı da Şükri ile birlikte idam edilen yeğeninin yazılarıdır.
Bu yazı ve eserlerin gizli tutulması veya, kendi fikir ve düşüncelerini ortaya koyan bir yayın çıkarma girişiminde bulunmayışı, akımın, uzlet anlayışı ile sahip oldukları fikirlerden herhangi bir şüphe duymamasına bağlanabilir. Akıma göre, insanlık tarihine kesinlikle et-Tekfir cemaatinin itikadı hakim olacaktır. Bu gizliliğin bir başka nedeni ise, cemaatin saflarına alacağı elemanların seçiminde, sadece ferdî çalışmaya dayanan gizlilik prensibini benimsemiş olması ile, açık tebliğe ve harekete değer vermemesi olarak düşünülebilir.
Şükri'nin düşüncelerinin gün ışığına çıkmasına engel olan sebepler ne olursa olsun, akımın hükümet ve diğer İslamî akımlar tarafından abluka altına alındığı bir gerçektir. İşte bu husus, akımın, çizgisinde (aktif) bir rol ortaya koyacak, davayı savunacak, dikkatleri üzerine çekecek şekilde kadrolaşmasına engel teşkil etmektedir.
Et-Tekfir akımının gerçek yüzünün anlaşılması konusunda, Şükri'nin bazı yazmaları ve cemaat fertleri arasında ortaya atılan düşünce ve münakaşalarından başka, hiç bir kaynak bulunamamaktadır.
Bu gün akım elemanlarının birçoğu Suudi Arabistan, Irak ve Ürdün'e yerleşerek, çalışmalarını sadece ekonomik sahaya hasretmişlerdir. Bununla cemaatin güçlenmesi ve genişlemesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadırlar. Bu ekonomik amaçlı göçlerin neticesinde ise, Mısır, akım için merkez olma özelliğini kaybetmiştir. Öyle ki, buradaki elemanlar Mısır yönetiminde, kendi can güvenliklerini bile koruyamaz durumdadırlar.
1981 yılında meydana gelen olaylar ve tutuklama kararlarıyla başlayan hareketler; hapishanede et-Tekfir akımıyla diğer akımlar arasında meydana gelen çatışmalar; Ezher Üniversitesi'nin yönlendirdiği yayın savaşı ve beyin yıkama faaliyetleri neticesinde, cemaat mensuplarından bir çok ferdin, düzene ve Şükri Mustafa'ya karşı görüş ve tutumlarında değişiklikler görülmeye başlanmıştır.
Mısır'da İslamî alanda birbirini takip eden olaylardan sonra et-Tekfîr akımı, Şükri Mustafa'nın belirlediği sınırları aşarak, daha bir çok aşırılıklara varan çeşitli kollarca temsil edilmektedir.
Bugün Mısır'da, çağdaş et-Tekfir akımı, geçmişte saflarında bulundurduğu ehliyetli kişilerden ve üniversite öğrencilerinin desteğinden mahrum bulunmaktadır. Akım mensuplarının çoğunluğunu kendi alanında çalışan çarşı-pazar esnafı oluşturmaktadır. Akım davetçileri son zamanlarda bütün gayretlerini bu yönde yoğunlaştırmışlardır.
(Salih El-Verdânî, Mısır'da îslâmî Akımlar Fecr Yay. s. 98-119)
Et-Tekfîr akımı ile diğer İslamî akımlar arasındaki önemli ihtilafları gösteren tablo
et-Tekfir ------------------------------------------------ Diğer İslami Akımlar
1 "Hükümetler kafirdir" anlayışı---------------- ----Bazı akımlar bu görüşü paylaşmaktadır.
2 Geleneği ve geçmiş birikimi reddetmek------------
3 Hicret -----------------------------------------------------
4 Uzlet --------------------------------------------------------Bazı akımlarda mevcuttur.
5 Cihada karşı çıkmak ----------------------------------- Bazı akımlarda mevcuttur.
6 Bütün mescitler DIRAR'dır ----------------------------Değildir
7 Toplum kafirdir -------------------------------------------Değildir.
Et-Tekfir akımının, Fakihler'den ayrıldığı başlıca önemli noktaları gösteren tablo
et-Tekfir ------------------------------------------------Fakihler
1 Şirk bir bütündür, bölünmez ---------------------Şirk iki kısımdır: Büyük şirk, küçük şirk
2 Günah şirktir------------------------------------------Günah şirk değildir
3 Günahta ısrar eden kafirdir------------------------Günahta ısrar eden müslümandır
4 İçtihad nassın mevcut olduğu durumda yapılır.--İctîhad nassın mevcut olmadığı durumlarda yapılır.
5 Cehennem, oraya girenler için ebedidir----------Cehennem ancak kafirler için ebedidir.
6 Büyük günah işleyen kafirdir-----------------------Büyük günah işleyen müslümandır.
7 Mukallîd kafirdir --------------------------------------Mukallîd müslümandır.
8 İcma, kıyas ve mesalih-ı mursele ve diğer fıkıh esaslar batıldır --Usul-u Fıkıh sahihtir.
Mısır'da doğan ve daha sonra halkında müslümanların yaşadığı diğer coğrafyalara yayılan tekfir cemaatinin bu özelliklerini ve fikir yapılarını tanıdıktan sonra bazı okuyucuların "ya demek ki falan filan görüşün savunucuları bunlarmış" diye düşüneceklerini varsayıyoruz. Bunun yanında düşüncelerinde netlik sağlayamamış, "vasat ummetin" eri olamamış bazı kişilerin de yukarıda fikirleri aktarılan Şükrî Mustafa'yı nasıl taklit ettiklerini de rahatlıkla görebilmekteyiz.
Yazar Salih El-Vardanî'nin de belirttiği gibi Mısır ulemasından Hasan El-Hudaybî "Tekfir Grubu ve Şükrî Mustafa"nın görüşlerini çürütmek amacıyla özel bir eser hazırlamıştır. Hudaybî bu eserinde Tekfir Cemaatinin fikirlerini Kur'an ve sünnetten apaçık delillerle çürütme yolunu tutmuş bu arada tekfire kaynaklık ettirilen bazı alimlerin -bazı- görüşlerini de aşırılığa kaçmadan eleştirmiştir, örneğin, Seyyid Kutub'un; Arapların tevhid kelimesinin manasını bildikleri için red ya da kabul ettikleri hususundaki görüşü Mevdudi’den aldığını belirterek Mevdudî'yi bu konuda şöyle eleştirmektedir:
"Evvela bizler onun Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilmesinden önce, Arap'ların arasında uluhiyet, ibadet ve din kelimelerinin manalarının bilindiklerini, bundan sonra bu manaların kaybolarak değiştiklerini ve daha önceki genişlikleri daralarak, sınırlı manalara haps edildiklerini ileri sürmesine cevap vermek istiyoruz.
Bununla ilgili olarak Allah'tan yardım dileyerek şöyle deriz:
Herşeyden önce bu tesbit, gerçek durum ile uyuşmamaktadır. Çünkü bu kelimelerin Cahiliye dönemindeki yaygın manaları ne olursa olsun, Kur'an-ı Kerim bu kelimelerin her birisinden neyi kastettiğini belirleyerek, sınırlarını çizerek gelmiştir. Bu kelimelerin her birisinden hangi anlamı kastettiğini de bildirmiş ve en ileri noktada açıklama getirmiş, herhangi bir kapalılık, ya da karışıklığa meydan vermeyecek şekilde her bir kelimenin manasını açık, seçik bir şekilde ortaya koymuştur. O bakımdan Kur’ân-ı Kerim'in bu açıklayıcılığı, bizlerin bu kelimelerin Kuran'ın nüzulünden önce sözlük manalarının ne olduğunu araştırmamıza gerek bırakmamıştır.
Hiç bir Müslümanın; Kur'ân-ı Kerim'in getirmiş olduğu açıklamaların daha sağlam, daha açık, daha kapsamlı ve daha yüce olduğundan şüphesi olamaz. Daha doğrusu Kur'ân-ı Kerim'in beyanının gereği ne ise; onun alınması gerekir. Bu mananın onun nüzulünden önceki manalara uyması, ya da uymaması arasında herhangi bir fark yoktur.
Kur'ân-ı Kerim'in kendisi ulûhiyetin, rubûbiyetin, ibadet ve dinin ne gibi anlamlar taşıdığını ortaya koyan apaçık ayetlerle dolup taşmaktadır. Yüce Allah'ın kitabı'nı okuyan bir kimsenin karşısına çıkan ilk ayet-i kerime: "Bismillahirrahmanirrahîm."dir. Hiç şüphe yok ki bu ayet-i kerime lafza-i celalin bir çeşit tanımını kapsamakta ve hemen bunun akabinde diğer tarifler peşpeşe gelmektedir.
"Hamd, alemlerin rabbi, rahman, rahîm ve din gününün mutlak hakimi olan Allah'a muhsustur. (Allah'ım) yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Sen bizleri dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazap ettiklerinin ve sapıklarınkine değil!" (Fatiha surasi)
Bütün hamd ve sena, alemlerin Rabbi olarak, yalnız O'nundur. Yani O, bütün mahlûkat üzerindeki tasarruf sahibi, mutlak malik, hesap gününün, Kıyamet gününün yegane malikidir. O, yalnız kendisine ibadet edilendir ve kendisinden başkasına asla ibadet edilmez. O, kendisinden yardım istenendir ve yalnız kendisine tevekkül edilir. Hayır ve felahı kapsayan hidayete iletmek de yalnız O'ndan istenir."
İlgili Konu :
ÂlimlerinTekfirle İlgili Görüşleri
https://www.islam-tr.org/konu/alimlerin-tekfirle-ilgili-gorusleri.11935/
TEKFİRDE AŞIRI GİDENLER VE ESERLERİ
Tekfirde aşırı gidenlerin okudukları ve kabul ettikleri bazı eserlerdeki yanlış yorumlardan da bahsetmek istiyoruz. Söz konusu eserlerden birisi "Cehalet Mazaret midir" adını taşıyan bir kitaptır.
Kendi görüşlerinin yayılması için şiddetle tavsiye edilen bu kitap -sayfa numarası verilmemiştir- bir yerde şunları anlatmaktadır.
"Hudeybiye anlaşması esnasında inen ayetten de anlıyoruz ki müslümanlar ve peygamber efendimiz Mekke'de kalan müslümanlara "muşrik" gözüyle bakmışlardır. Adı geçen kitaptan özetleyerek buraya aldığımız bu görüş delil olarak Fetih Suresinin 24 ve 25. ayetlerine dayandırılmaktadır.
Adı geçen kitabın yazarına göre ve tekfirde aşırı gidenlere göre bu ayetten de anlaşılmaktadır ki Darul-Harpte yaşayan müslümanlara muşrik gözüyle bakılabilir-bakılmalıdır.
"Sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin göbeğinden onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çeken odur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir. İnkar edenler, sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyanlar ve kurbanlarını tutarak yerine varmasına engel olanlar ise, işte o muşriklerdir. Eğer, orada bilmeden kendilerini öldüreceğiniz, tanımadığınız mumin erkek ve mümin kadınlar olmasaydı Allah savaşa engel olmazdı. Bu Allah'ın dilediğini rahmetine sokması içindir. Eğer müminler ve kafirler ayrılmış olsalardı, onlardan kafir olduklarına çok acı bir şekilde azab ederdik." (Fetih 24 - 25)
Bu ayeti yorumlayan yazar sahabe-i kiramın Mekke'de kalan müslümanlara kafir gözüyle baktığını iddia ediyor. Oysa bu ayetten anlaşılan şudur. Mekke'de kalan müslümanlar eğer bir savaş meydana gelirse o savaş ortamında arada kalıp tanınmayabilir ve bu yüzden öldürülebilirler. Evet, bu öldürülmenin sebebi onların kafir "zannedilebilmesinden" dolayıdır. Yoksa ashab-ı kiram o müslümanları Mekke'de kaldılar diye kafir ilan edip öldürmeyecektir.
Bir insanın kafir olduğunu zannetmek ayrıdır. Onun kafir olduğuna inanmak da ayrı bir durumdur. Zaten yüce Allah da ayette açıkça görüldüğü gibi Mekke'de, dar-ı harpte kalan müslümanları "mumin" olarak anlatmıyor mu?
Bu yazarın bu konuda ne kadar sığ düşündüğünü ayet-i kerimeyi dikkatli okuyan herkes anlayabilecektir. Yine ayet-i Kerime üzerinde iyice düşünülürse savaşa izin verilmemesinin sebebi de Mekke'de kalan müslümanların zarara uğramaması içindir. Ayrıca bu ayetin tefsiriyle ilgili bilgileri okuduğumuz zaman meseleyi daha açık anlayabiliyoruz. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Akçağ Yay. c. 6, s. 499)
Ayrıca tefsirlerde "fetret" durumundan bahisle "fetret ehli hakkında hüküm vermemiz çok zordur." denmektedir. Sözün burasında şöyle bir soru sormak gerekiyor bu yazara:
"Fetret dönemi ne demektir?
Yüce Allah uyarıcı göndermediği hiçbir kavim bırakmadığı halde alimler neden Fetret dönemi diye bir dönem kabul etmişlerdir."
Bilindiği gibi alimlerden bazıları Hz. İsa ile Hz. Muhammed (s.a.v.) arasındaki dönemi fetret dönemi olarak adlandırmışlardır. Alimlere göre bu fetret döneminde insanlar akıllarıyla Allah'a inanırlarsa bu kafidir. Bizim söylemek istediğimiz de şudur:
Madem alimler "Fetret dönemi" diye bir dönem kabul etmişlerse bunun sebebi o fetret ehlinin bazı konularda "mazur" sayılmalarının bir neticesi değil midir?
Sozkonusu eserin bir başka özelliği de, açıkça tekfir ettiği birçok yazarı kaynak olarak göstermesidir. Bu tutum bizce dürüst bir tutum değildir. Yani siz bir insanı muşrik kabul edeceksiniz sonra onun görüşlerini itikadı konularda mesned yapacaksınız. Bu tarz bir anlatımın neresi doğrudur? Herhalde böyle davranan bu yazar kendisinin yeterince ikna edici olduğuna kendisi de inanmamıştır da müşrik ilan ettiği yazarlara da sığınmıştır.
"Davetçinin Tefsiri" adlı eserdeki bazı noktalara da değinmek istiyoruz.
Söz konusu tefsirin ehl-i kitabı anlatan ciltlerinde günümüz cahili toplumları (yani muminle muşriğin karışık olduğu toplumlar) murted toplum olarak görülmektedir. Bu tefsire göre mesela Almanya, Amerika Ehl-i Kitap, Ortadoğu'daki birçok halkında müslümanlar olan ülkeler de murteddir.
Halbuki Seyyid Kutub da Fizılal'de günümüz toplumları murted yerine, Ehli Kitab'a benzeyen toplumlar olarak anlatmaktadır. (Seyyid Kutub, Fizilâl'il-Kur’an, Hikmet Yay. c. 7, s. 277)
Yine Mevdudî gibi bir alimin de günümüz Ortadoğu Asya toplumlarının bazılarına murted gözüyle baktığını kim iddia edebilir? Bu konuyla ilgili olarak tekfirde aşırı gidenlerin çok ilginç söylemler savunduklarını da duymaktayız.
İnanmak istemediğimiz bu duyumlardan birisi tekfirde aşırı gidenlerin İsrail Yahudilerini -ehl-i kitap oldukları için- Filistinlilere karşı adeta destekledikleridir. Sebebi gayet basit? Çünkü onlara göre Yahudiler Ehl-i Kitap, Filistinliler ise müşriktir. Dolayısıyla Kur'an'a ve sünnete göre müşriklerin yanında Ehl-i Kitap daha iyi ayrıcalıklara sahiptir?!
Ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali, -tekfir cemaatinden bazıları böyle bir söylemi savunmadıklarını söylüyorlarsa da- bu söylemi savunduklarını/savunabileceklerini onların mantığından hareket ettiğimiz zaman hiç de anlamsız bulmuyoruz.
Yine onların mantığına göre anlamsız olmayan bir başka konu da şudur. Şimdi günümüzde, yaşadığımız toplum dar-ı harptir. Dolayısıyla tekfir cemaatine göre herkes burada kafirdir. Herkese kafir gözüyle bakmalıyız. Çünkü nasıl ki Dar-ı İslam'da herkese müslüman gözüyle bakılıyorsa dar-ı harpte de herkese kafir gözüyle bakılmalıdır. Çünkü dar-ul harpte yönetim kafirlerin elindedir, İşte çıkış noktası bu olunca -diyelim ki- bizim yaşadığımız toplumda idare müslümanların eline geçerse o zaman bu toplumdaki herkese "müslüman" gözüyle mi bakmak gerekiyor! Bu ne kadar tutarlı bir görüş değil mi?!... Halbuki dar-ı İslamdâ, insanlara müslüman muamelesi yapmak, tüm ordaki insanları "müslüman/mumin" kabul etmek anlamında değildir.
Yani Medine dar-ı İslamdır ve orda munafıklara da Yahudilere de aynı haklar verilmiştir ama onlar İslam devletinde yaşıyorlar diye onlara müslüman gözüyle bakılmamıştır. Müslüman muamelesi yapmanın sebebi ise hareket fıkhıyla, şartlarla ilgili bir konudur. Ayrıca İslamda "eman" meselesi vardır.
Bir kafir şehadet getirip müslümanların korumasını isteyebilir ve bu durumda o kafir yine eskisi gibidir ve müslüman sayılmaz. Tekfirde aşırı gidenlerin kendi aralarında düştükleri ihtilaflı konulardan birisi de budur. Kendileri arasında tartışma konusu olan birçok mesele daha vardır ki onları bu çalışmada anmak istemiyoruz., dahası bu tartışmalı konuları burada anmak adeta mide bulandıracaktır.
DÂR'U'L-HARPTE MÜSLÜMANIN DURUMU
Tekfirde aşırılığın sonuçlarından biri de Daru'l-harpte yaşayan müslümanlara -İslam alameti görülse bile- kafir gözüyle bakılmasıdır.
İslam alimlerinin eserlerinde böyle bir yaklaşıma rastlamadığımız gibi tam tersi görüşler daha fazladır. Tekfirde aşırı gidenlerin bu konuda delil olarak ileri sürdükleri Fetih suresi 24-25. ayetlerinin de onlar tarafından nasıl yanlış yorumlandığını daha önce açıklamıştık.
"İslam dinini kabul etmemiş olan Darul-Harb'in sakinlerine harbî denir. Harbîler, Daru'l-İslam'la aralarında bir ahid veya sulh bulunmadığı sürece kanları ve malları mubahtır. Zira İslam Hukukunda masumiyet ancak iman ve emanla olabilir. Bir harbî Daru'l-İslam'a, İslam hükümetinden musade almaksızın dahil olsa kendisi ve malı ganimet olur. Harbî özel bir izinle yahut emanla veya sözleşmeye dayanarak Darul-İslam'a girecek olursa o "Muste'men" sayılır.
Bir düşmanın İslamiyeti kabul etmesi, kendisiyle harbin devamına manidir. Şöyle ki: Müslümanlarca harbden, cihadden asıl gaye Kelimetullah-ı İ'ladır.
Bu gaye temin edildikten sonra artık savaşın devamına luzum kalmaz. Binaenaleyh muharib bir düşman, ilahî dîni kabul edince İslam camiasına girmiş nefsi de, malı da masuniyet kazanmış olur.
Bir şahsın veya zumrenin İslamı kabul etmiş olmasına şu üç yolla hükmedilir.
1. Sarahaten ikrar ve itiraf, etmesiyle,
2. Müslümanlar ile cemaatle namaz kılması,
3. Bir çocuğun anasına, babasına veya bulunduğu Dar'a tebaen müslüman sayılması.
Bir harbî, Daru'l-Harbde İslamiyeti kabul edip de daha Daru'l-İslama hicret etmeden bulunduğu belde müslümanlar tarafından zaptedilecek olsa kendi elindeki menkul malları tamamen kendisine ait olur. Bunlar fey' olarak zapt edilemez.
Daru'l-Harb'de oturup da Daru'l-İslam'a hicret etmemiş bulunan Müslümanlar İmam Malik, Şafiî ve İmam Ahmed'in görüşüne göre, Daru'l-İslam'daki herhangi bir müslüman gibidirler. Müslüman olmakla kanı ve malı masum olur. Daru'l-İslam'a gitmek isterse ondan men olunamaz.
İmamı Azam Daru'l-İslam'a hicret etmemiş ve Daru'l-Harb'de ikamet etmekte olan bir müslümanın sadece müslüman olmakla masum olamayacağı görüşünü kabul etmektedir. Çünkü İmamı Azam'a göre sadece müslüman olmakla değil, müslümanların kuvvetinden ve topluluğundan güç alan Daru'1-İslam'ın korunmasıyla masum olabileceğini kabul etmektedir. Daru'l-Harb'de yaşayan müslüman ise gücü ve kuvveti bulunmayacağı için masumiyeti de olmaz. Ancak ne zaman isterse Daru'l-İslam'a girer, o zaman bu ismetten istifade edebilir.
Müslüman Daru'l-Harb'de kalmak isterse müslümanlığı baki kıldığı sürece durumu değişmez. İslam'dan çıkacak olursa bu taktirde harbî grubuna dahil olur. Zimmî Daru'l-Harb'de süresiz olarak kalacak olursa o zaman harbî durumuna intikal eder." (Şerafeddin Argun, İslam Hukunda Dâru'l-İslâm Daru'l-Harb)
SEYYİD KUTUB VE TEKFİR
Bu kitabın çeşitli yerlerinde fikirlerinden bahsettiğimiz, görüşlerinden alıntı yaptığımız merhum Seyyid Kutub'u iyi anlamanın yollarından birisi de onu yakından tanıyanlara başvurmaktır. Onu en iyi tanıyanlardan birisi olan ve kendisi de değerli bir alim olan Muhammed Kutub, Seyyid'in tekfir konusunda yanlış anlaşıldığını çeşitli eserlerinde vurgulamıştır. Yine onu yakından izlemiş olan Muhammed Berekat bu konuyla ilgili özel bir eser kaleme almıştır. Şimdi Muhammed Berekat'ın görüşlerine bakalım:
Müslümanları Tekfir Ettiği İthamı
Hakkında çokça söz söylenmiş bir ithamdır bu. Bu ithamın yapıldığı ilk kişi Merhum Seyyid Kutub da değildir. Ancak, bu itham dolayısıyla Seyyid Kutub'un gördüğü zarar çağdaş diğer müslüman yazarların gördüklerine kıyas edilecek olursa, kat kat fazla olduğu görülür.
Önce Seyyid Kutub'un ne söylediğine bir bakalım; ikinci olarak onun ileri sürdüğü delillere, üçüncü olarak da bizzat kendisi ileri sürmemiş olmakla birlikte lehine sürülebilecek delillere bakalım; ondan sonra da onun lehine veya aleyhine hüküm verelim.
1-Tekfîr edilen kim?
Merhum şöyle demektedir: "Fakat, bugün gerçek İslamî hareketlerin karşı karşıya kalmış olduğu en büyük zorluk bunlarla ilgili değildir... Bu zorluk, bir zamanlar Allah'ın dininin kabul gördüğü, Daru'l-İslam olan topraklar üzerinde müslüman soydan gelen bir takım kimselerin varlığında müşahhas olarak ortaya çıkmaktadır. Bir de bakmışsınız ki bu bir zamanların Daru'l-İslam olan topraklar üzerinde yaşayan bu kimseler, gerçekte İslam'dan uzaklaşmış ve yalnızca ona ismen bağlılığını açıklamaya koyulmuştur.
Gerçekte bunlar, İslam'ın temel esaslarını, itikadda ve vakıada kabul etmeyip tanımamakta, bununla birlikte itikaden İslam'a bağlı olduklarını sanmakta bulunuyor."
"Bu gün yeryüzünde adı müslüman adı olan, müslüman soyundan gelen bazı insanlar vardır. Vaktiyle İslam Yurdu olan bir takım vatanlar vardır. Fakat, bugün ne o topluluklar bu anlamı ile Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmekte, ne de bugün o vatanlar bu anlamın kapsadığı gerçeklere uygun olarak Allah'ın dinine boyun eğmektedir."
2- Onun kullandığı ifade ile tevhid şehadetini getirmeyen bu tekfir edilen kimselerin niteliği nedir?
Şöyle demektedir: "İslam, Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmektir. Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmek ise, bu kainatı yaratan ve onda dilediği gibi tasarrufta bulunan biricik yaratıcının Allah olduğuna, kulların ibadet şekillerini ve bütün faaliyetlerini ibadet olarak kendisine sunacakları biricik varlığın, kulların şeri hükümleri kendisinden alacakları kendisine boyun eğecekleri biricik varlığın yalnızca Allah'ın kendisi olduğuna itikad etmekte muşahhas ifadesini bulur.
Herhangi bir kimse Allah'tan başka ilah olmadığına bu kapsam çerçevesi içerisinde şehadet etmeyecek olursa, gerçekte o şehadet getirmemiş ve henüz İslam'a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa olsun, değişen birşey olmaz. Eğer herhangi bir toprak parçası üzerinde bu kapsamı ile Allah'tan başka ilah olmadığı şehadeti gerçekleşmeyecek olursa, orası Allah'ın dinine göre yönetilen bir toprak parçası değildir."
(Muhammed Bereket, Seyyid Kutub, Risale Yay. s. 230-231)
Müslümanların tanıyageldikleri kafirlerin çeşitlerine ek olarak Seyyid Kutub, müslümana bir tanım getirmektedir, öyle bir tanımdır ki bu; bu tanımın kendisine uymadığı herbir kimse aynı şekilde kafirdir.
Böyle bir tanımı sınırlandıran., belirleyen aşağıdaki dikkat çekici hususlardır:
a- Yüce Allah'ın vahdaniyet, yaratıcılık, kainatın her türlü işlerinin yöneticiliği (kayyumiyet) gibi sıfatlarına iman etmek gerekir.
b- Namaz ve zikir gibi ibadet çeşitlerinin Allah'tan başkasına takdim edilmesi küfürdür. Müslüman kimse, bu gibi ibadet çeşitlerini Allah'tan başkasına sunamaz. Helal ve haram ile ilgili konularda Allah'ın hükümlerinden başkasına boyun eğmez.
c- Helal ve haram ile ilgili hükümleri Allah'tan başkasından almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah'ın helal kıldığını helal ve ancak Allah'ın haram kıldığını haram kabul eder ve şerayi' diye ifade edilen helal haram hükümleri ile ilgili olarak O'nun hükümlerinden başkasına asla boyun eğmez.
İşte bu üç husus "La ilahe illailah"ın kapsadığı anlamın çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin şartıdır ve ancak bunlarla birlikte kişi muvahhid olabilir, değilse olamaz.
Buna göre açıkça ortaya çıkıyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümanı tefkir etmiyor. Aksine o çoğu kimsenin kafir olduklarını fark edemediği bir kısım insan türünün kafir olduklarına dikkat çekiyor, o kadar.
Açıkça görüldüğü gibi, anlaşmazlık ilk iki şart çerçevesinde olmayıp, -şayet söz konusu olursa- üçüncü şart ile ilgilidir. O da teşriin kendisinden alınacağı makamın yalnızca Allah olduğuna itikad etmektir. Peki, teşrii ibadet şekilleri ile eşit değerde kabul ederken onun ileri sürmüş olduğu deliller nelerdir?
3- Seyyid Kutub'un delilleri:
Burada onun kullanmış olduğu delillerin en önemlilerine kısaca işaret edecek ve konuyu uzatmamak için de onun kullanmış olduğu delillerin tümünden söz edemeyeceğiz.
Merhum Seyyid Kutub, Tevbe Sûresi'nde yer alan şu (mealdeki) ayete çokça dayanır:
"Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i Allah'ı bırakıp rabler edindiler. Halbuki onlar yalnızca bir tek ilaha ibadet etmekten başkası ile emrolunmamışlardı. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Onların ortak koşmalarından O yüce ve munezzehtir." (Tevbe 31)
Ve aynı şekilde Merhum, Rasulullah (s.a.v.)'ın hadislerine, istinad ettiği gibi, bazı mufessirlerin konu ile ilgili söylemiş oldukları sözleri de nakleder:
Seyyid Kutub der ki: "ed-Durru'1-Mensur'da su ifadeler yer alır: Tirmizî'nin hasen olduğunu belirterek rivayet ettiği İbnu'l-Munzir'in, İbn Ebî Hatem'in, İbn Merdeveyh'in, Sunen'inde Beyhaki'nin ve başkalarının Adiy b. Hatem (r)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna Tevbe Suresinden: "Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah'ı bırakıp rabler edindiler." ayetini okurken vardım. Şöyle buyurdu: "Onlar (haham ve rahiplerine) ibadet etmiyorlardı, fakat kendilerine herhangi bir şeyi helal kıldıkları zaman helal kabul ediyor, haram kıldıkları zaman da haram olarak kabul ediyorladı."
Buna göre Rasulullah (s.a.v) helal ve haram konularında -yani teşri'de- haham ve rahiplere tabi olmayı, onları Allah'ın dışında rabler edinmeleri anlamında değerlendirmiştir.
"İbn-i Kesir'in (aynı hadisin bir başka rivayeti ile ilgili) Adiy b. Hatem'in şöyle dediğini rivayet eder: Ben Rasulullah (s.a.v)'a;
Onlar haham ve rahiplerine ibadet etmediler deyince, şöyle buyurdu;
"Hayır, ettiler, çünkü onlar kendilerine haramı helal kıldılar, helali da haram kıldılar. Onlar da haham ve rahiplerine uydular. İşte onların haham ve rahiplerine ibadetleri budur."
"Suddî şunları söyler: Onlar şahısların öğütlerini isteyip kabul ettiler, Allah'ın kitabını ise arkalarına atıverdiler. Bu bakımdan Yüce Allah: "'Onlar bir tek ilaha ibadet etmekten başkası ile emrolunmadılar." diye buyurmuştur. Yani O'nun haram kıldığı şey haramdır ve O'nun helal kıldığı şey helaldir; O'nun koyduğu hükme uyulur, hüküm verdiği şey infaz edilir.
"Alusî tefsirinde şunları söyler; mufessirlerin çoğu şunu söylemiştir:
Burada "Rablerden" kasıt, onların kainatın ilahları olduğuna inandıkları değildir; aksine bundan kasıt, onların emir ve nehiylerinde bu haham ve rahiplere itaat ettikleridir."
İşte, şimdiye kadar geçen bu ifadelerden aşağıdaki meseleleri sonuç olarak çıkarmıştır:
a- "İbadet, Kur'ân nassı ve Rasulullah (s.a.v)'in yorumu gereğince, sert hükümlerde tabi olmak demektir. Çünkü Yahudi ve Hristiyanlar, haham ve rahiplerini onların ilah olduklarına inanmak anlamında veyahut ibadet şekillerini onlara sunmak suretiyle rabler edinmiş değillerdir. Bununla birlikte şanı Yüce Allah, bu ayette ise küfür hükmünü vermiş bulunuyor. Bunun biricik sebebi ise, şeri hükümleri onlardan alıp, bu hükümlere uyarak itaat etmeleridir. İşte yalnızca bu, itikad ve ibadet şekillerini sunmaksızın, böyle birşey yapanların Allah'a şirk koşmakta olduğunu kabul etmek için yeterlidir. Buradaki şirk insanı mu'minlerin arasından çıkartıp, kafirlerin arasına sokan bir şirktir."
b- "Kur'an-ı Kerim'in nassı, şirk koşmak ve Allah'ın dışında rabler edinmek niteliği açısından kendi hahamlarından teşriî hükümlerini alıp, bunlara itaat eden ve tabi olan Yahudiler ile itikaden Hz. Mesih'in ulûhiyetini söyleyip, kendisine ibadet şekillerini takdim eden Hristiyanlar arasında herhangi bir fark gözetmemektedir. Bu ile berikini yapanı Allah'a şirk koşan kişi olarak kabul etmek açısından farksızdır. Söz konusu bu şirk, insanı mu'min olmaktan çıkartıp, kafirler arasına sokar."
c- "Allah'a şirk koşmak, teşri' hakkını Allah'tan alıp, O'nun kullarına vermek ile gerçekleşir. Bununla birlikte ulûhiyetine itikad etmek ve O'na ibadet şekillerini sunmak şeklindeki şirkin bulunmaması bile durumu değiştirmez."
"Bu mevzu ile ilgili önemli deliller arasında Yüce Allah'ın; "Kim, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." (Maide 44, 45, 47) anlamındaki buyruğu da yer alır.
Pek çok kimse bu açık nassı basit bir takım tevillerle askıya almıştır ki bunları kısaca şöylece toparlamak mümkündür:
Yüce Allah; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir." buyurduğu gibi; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, onlar zalimlerin ta kendileridir." ile; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir." diye de buyurmuştur.
O halde kafirler Allah'ın hükmünü reddederek ve onun dışındaki hükümler üzerinde ısrar ederek hükmeden kimselerdir. Çünkü onlar İslam'ın dışında kalan şeyleri İslam'dan üstün görmektedirler. İslam'ı inkar edip reddetmeyen bir kimse ise, durumuna göre ve ayet-i kerimelerin zikrettikleri şekle uygun olarak ya zalim veya fasık olurlar. "Kafirler, zalimler, fasıklar" niteliklerinin çeşitliliği boşuna değildir. Duruma göre uygun düşsün diyedir.
Gerçekte ise böyle bir söz oldukça gevşek kalır, özellikle de ayet-i kerimelerin akışına dikkat edecek olursak bunun böyle olduğunu rahatlıkla anlarız:
"Muhakkak Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nûr vardır. İslam olmuş peygamberler onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabblerine vermiş zahidler ve alimler de Allah'ın Kitabı'nı korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözleyip kollarlardı. İnsanlardan korkmayın, benden korkun ve benim ayetlerimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezlerse işte onlar kafirlerin ta kendileridir. Biz onda (Tevrat'ta) onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısası yazdık (farz kıldık). Kim bunu bağışlarsa o kendisi için keffaret olur ve kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Onların ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde bir hidayet ve bir nûr bulunan, korunanlar için de yol gösterici ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik. İncil sahipleri Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir. Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak bu kitabı hak ile indirdik. Artık onların aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet..." (Maide 44 - 48)
İşte, ayetlerin bu akışı, aşağıdaki hususların açık delili olmaktadır:
a- "Kafirler ile zalimler" şeklindeki nitelikler, Allah'ın Tevrat'ta indirdikleriyle hükmetmeyenlerin hakkındaki hükmün ne olduğunu açıklamak üzere varid olmuşlardır ki; bu da tek bir mesele ile ilgilidir ve bu mesele Allah'ın ahkamını uygulamak meselesidir.
b- "Fasıklar" lafzı ise, Allah'ın İncil'de indirdiği hükümler ile hükmetmeyenlerin hükmünü açıklamak üzere varid olmuştur.
c- Bu bakımdan bu üç lafız da eş anlamlıdır. Çünkü, her üçü de Allah'ın indirdiklerini uygulamayanların hükmünü açıklamaktadırlar.
Her bir sözün özel bir duruma uygun düştüğü iddiası ise; kesinlikle delili olmayan bir iddiadır. Çünkü, (ilgili eserlerdeki anlamıyla) fasıklık ve zulüm, daha sonra fukaha tarafından ortaya konulmuş iki ıstılahtır. Daha sonra anlamları belirlenmiş bu iki ıstılahın esas alınarak Kur'an-ı Kerim'in anlamlarının ona göre yorumlanması asla caiz olamaz.
Bir takım ıstılahlar ortaya koymanın hiçbir zararı yoktur. Hatta bazan ilmî hassasiyet için zorunluluk bile olabilir. Fakat, mesela çağımızda bir ıstılah ortaya atıp, daha sonra bizim ıstılahımıza benzeyen herbir kelimeye bu ıstılahın anlamını vermek için Kur'an-ı Kerim'i ele alır ve Kur'an-ı Kerim nazil olduğu zaman bu anlam kastedilmiş idi diyecek olursak, oldukça büyük bir hata işlemiş oluruz.
Gerçek şu ki, çeşitli durumlara göre verilecek hüküm arasında farklılık gözetmek, yalnızca bir durumda söz konusu olabilir ki, o durum da; böyle bir iddiayı ileri süren kimsenin sözüne delil olabilecek nassların varid olması halidir. O zaman bu nasslar, bu siyak ile (ifadelerin akışı) birlikte ayrı bir delil olurlar.
Küfür, fısk ve zulüm lafızlarının aynı anlamda varid olduklarına dair deliller arasında aşağıda sunacağımız nasslar da yer almaktadır:
l- "Ey iman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları veliler edinmeyiniz. Onların kimisi kimisinin velisidir. Sizden kim onları veli edinirse muhakkak o, onlardandır. Hiç şüphesiz Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez."(Maide 51)
2- "İmanlarından sonra ve muhakkak Rasûlün hak olduğuna şahitlik edip apaçık deliller kendilerine geldikten sonra küfre sapan bir topluluğa Allah, nasıl hidayet verir? Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez." (Al-i imran 86)
3-"İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya işte esenlik onlarındır ve onlar hidayet bulmuş olanların ta kendileridir." (En'am 82)
Zulmun ise anlamı şirktir. Nitekim Buhari, İbn Mes'ud (r.)'dan şu rivayeti yapar: Sahabiler bu ayet nazil olduğunda dediler ki;
“Kendi kendisine zulmetmeyen kim var ki?” Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu;
"Hayır, durum sizin dediğiniz gibi değildir. Sizler Allah'ın salih kulunun; ‘Muhakkak şirk çok büyük bir zulumdur.’ dediğini işitmediniz mi? Buradaki zulüm şirkten ibarettir."
4- "De ki, ey kitap ehli, sizler bizden, ancak Allah'a, bize indirilene ve önceden indirilmiş olanlara iman ettik diye ve muhakkak sizin çoğunluğunuz fasık olmaktan başka bir sebepten dolayı mı hoşlanmıyorsunuz?" (Maide 59)
5- "Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve Peygamber'e indirilene iman ediyor olsalardı, onları veliler edinmezlerdi. Fakat onların pek çoğu fasıklardır." (Maide 81)
6- "Hani biz meleklere, Adem'e secde edin demiştik de İblis mustesna secde etmişlerdi. O cinlerden olup, Rabbinin emrinden çıkmış (fasık olmuş)'tu." (Kehf 50)
7- "Böylece Rabbinin fasıklar hakkındaki: 'Muhakkak onlar iman etmezler’ sözü hak oldu."
8- Mesruk (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) derki: Ben İbn Mes'ud'dan;
“Suht; hüküm verirken rüşvet almak mıdır?” diye sordum, bana şöyle dedi;
“Hayır. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kafirlerin, zalimlerin ve fasıkların ta kendileridir. Fakat buradaki suht, herhangi bir kimsenin bir haksızlık için senden yardım istemek üzere sana hediye sunmasıdır. Sen böyle birşeyi kabul etme.”
Burada, Allah'ın indirmedikleriyle hükmedenler ile Allah'ın hükmünden başkasına razı olanlar hakkında bir şüphe söz konusu olabilir ki; bu da bilgisizliktir.
Çoğu kimse şöyle der: Sizin bu söyledikleriniz doğrudur. Fakat, insanlar Allah'ın hükmüne başvurmak gerektiğini ve onun dışında kalan bir dine razı olmanın küfür olduğunu bilmiyorlar.
Seyyid Kutub, bu noktayı da açıklamaksızın bırakmış değildir:
"Bir defa daha şunu görüşüyoruz ki, hükümranlık konusunda Allah ile çekişmeye girmek, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir hüküm konusunda çekişmeye girdiğinden böyle kimseyi Allah'ın dininden çıkartır.
Çünkü böyle bir çekişme onu yalnızca Allah'a ibadet etmek çerçevesinden dışarıya çıkartır. Böyle bir çekişmeye giren kimseleri kesinlikle Allah'ın dininden çıkartan şirk, işte budur. Bu çekişmeyi yapan kimsenin iddiasını kabul eden, ona itaat eden ve Allah'ın hükümranlığını ve özelliklerini gasp etmesine karşı kalplerinde herhangi bir red bulunmayarak itaat eden kimseler, onlar da berikiler de Allah'ın ölçüsünde birbirine eşittir.
"Hz. Yûsuf (a.s), Yüce Allah'ın yalnız başına ibadete layık olduğunu, ibadetin yalnızca O'na tahsis edilmesi gerektiğini tahkik etmek üzere hükümranlığın da yalnızca Allah'a ait olduğunu belirtiyor ve dosdoğru dinin ancak bu olduğunu ifade ediyor: "İşte, dosdoğru din budur." Bu, dosdoğru dinin neden ibaret olduğunu ortaya koyan bir ifadedir. Yani ibadetin yalnızca Allah'a mahsus olduğunu gerçekleştirmek için hükümranlık hakkının da yalnızca Allah'a mahsus olduğunu gerçekleştiren bu dinin dışında dosdoğru bir dinin varlığı söz konusu değildir. "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." Onların çoğunluğunun bunu bilmeyişleri, onları Allah'ın dosdoğru dini üzerinde bırakmaz. Hiçbir şey bilmeyen bir kimse bilmediği bir şeye itikad edemediği gibi, onu gerçekleştiremez de. Buna göre bu dinin hakikatini bilmeyen insanlar var olacak olursa, ne aklen ne de vakıa bakımından onların bu din üzerinde olduklarını ileri sürmek ve böyle nitelemek artık mümkün olmaz. Onların bu bilgisizlikleri, kendilerini İslam niteliğine sahip kılmak için kabul edilebilir bir özür sayılamaz. Çünkü, bilgisizlik ilke olarak böyle bir niteliği kazanmanın engelidir. Birşey hakkında itikad sahibi olmak onu bilmenin bir sonucudur. Bilginin de vakıanın da mantığı, hatta bedahetin apaçık mantığı da bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır.
Merhum Seyyid Kutub, bu hükmünü apaçık bir mantık silsilesi üzerine kurmaktadır. Şöyle ki:
a- İslam'daki ibadet ıstılahı hiçbir zaman, yalnızca ibadet şekillerini sunmaya münhasır olmayıp, aksine hayatın her durumunu da kapsar. Buna göre ibadet niteliği, ancak ibadet şekillerini Allah'a sunan ve bütün yönleriyle hayatının yapısını Allah'tan alan kimseler için söz konusu olabilir.
b- Yüce Allah'ın ulûhiyet sıfatının tam anlamı ile gerçekleşmesi, O'nun aynı şekilde hükümran olması ile mümkündür. Çünkü hükümranlığın yalnızca Allah'ın hakkı olduğunu kabul etmek, yalnız başına O'nun ulûhiyetini kabul etmenin bir parçasıdır ve bu katıksız tevhidin bir gereğidir.
Hiçbir müslümamn bu iki noktayı kabul etmemesi mümkün değildir.
Bu iki noktayı bilmemek, dinden zarurî olarak bilinen bir hususu bilmemek demektir ve böyle bir bilgisizlik hiçbir zaman özür olamaz. Çünkü dinden zarurî olarak bilinen hususların bilinmemesi asla özür kabul edilmez. Bu iki noktanın tam tersine bilmeksizin düşen bir kimse, bilerek düşen bir kimsenin durumundadır. Hem, usûlde ve hemde İslam akidesinde sabit ve kabul edilen bir husustur bu.
Bu tür insanların kafir olduğunu açıklamak, İslam'daki ibadet ve hükümranlık anlamlarına itikad etmenin bir parçası olduğundan dolayıdır ki Seyyid Kutub, bu konuya açıklık getirmenin gereği konusunda özellikle ısrar eder ve bunların yalnızca Rabbani hareketin pratik zorunluluğu olması ile yetinmez:
l- "Böyle bir hakikati açığa çıkarmak, düzenlerin üzerindeki ve onları destekleyenleri örten perdeyi kaldırır. Böyle bir durum ise Rabbani hareketin, hareket noktası için zorunlu bir husustur, çünkü mücrimlerin izledikleri yolların açıklığa kavuşturulması Kur'an'ın benimsediği hedefler arasındadır; "Böylelikle, ayetleri uzun uzun açıklıyor ve ta ki mucrimlerin izledikleri yollar da açıkça ortaya çıksın." (En'am 55)
"Çalışmaya doğru büyük itici güç, yalnızca kişinin kendisinin hak üzere olduğunu bilmesi ile gerçekleşmez. Fakat, bununla birlikte kendisine düşman olanların batıl ve küfür üzere olduklarını da bilmesi gerekir."
2- Böyle bir gerçeği açıkça ortaya koymak belki de, Allah'ın dininden çıktıkları halde kendilerinin hidayet üzere olduklarını sanarak, -Allah'ın dini ile aralarında meydana gelen büyük uçurumu göreceklerinde- gaflette bulunan pekçok kişiyi belki de doğru yola getirebilecektir.
İslam düşmanları bu iki noktaya dikkat etmiş ve bu bakımdan her zaman için Allah'ın dinine muhalif olan şart ve durumlara İslamî yaftalar ve kılıklar giydirmeyi ihmal etmemişlerdir. Hatta onlar Arap ülkelerindeki İslam düşmanı olan pekçok hareket ve devrime "İslamî Yenilikçi Hareket" adını takmışlardır. Halbuki onlar daha önce bu son derece kötü maksatlı hareketlerin İslam'ın varlığına son vermiş olmasını ümid edip duruyorlardı.
Seyyid Kutub'un dikkatli olduğunu vurgulayan hususlar arasında, akide ile ilgili olarak yazılmış olan eserlerin bu meseleden özellikle bahsetmiş olması gerçeği de vardır. Mesela Dr. Said Ramadan el-Buti'nin söyledikleri bu konunun delilleri arasındadır: "... Buna göre, hükümranlık yalnızca Allah'ındır. Dünya ve ahiretleri ile ilgili, çeşitli durum ve halleriyle ilgili, kulları için teşride bulunan O'dur. Bunu inkar eden kimse Allah'a ve Rasulu'ne kafir olur. İsterse diliyle Allah'a ve Rasulu'ne iman ettiğini ileri sürsün, namaz kılsın, hacc etsin, oruç tutsun. Bu konuda aklî ve Allah'ın kitabı ile Rasûlü'nün sünnetinden naklî pekçok deliller vardır ve bu konu üzerinde bütün müslümanların icmaı vardır."
Bu bakımdan Seyyid Kutub şöyle derdi:
"Yeryüzünde, bu dine davet edenlerin birinci görevi, şu cahili yapılar üzerindeki aldatıcı yaftaları ve bu dinin bütün yeryüzündeki köklerini kazımak isteyen düzenlerini koruyan bu yaftaları indirmektir. Herhangi bir İslamî Hareketin başlangıç noktası, cahiliyeyi şu sahte kılığından uzaklaştırmak ve onu; şirk ve küfür bakımından gerçek şekliyle ortaya çıkarıp, insanları da vakıalarının müşahhas ifadesi olan nitelikleriyle nitelemektir."
Yine, Merhum Seyyid Kutub, şunları söylerdi: "Bu (İslamî) hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, bir taraftan la ilahe illallah'ın ifade ettiği anlamın, öbür taraftan da İslam'ın anlamının etrafını çerçeveleyen daha başka bir yönden de şirkin ve cahiliyenin anlamını çerçeveleyen şu üstü kapalılık, şu örtülülük ve bu karmaşadır.
"Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, salih müslümanlar ile günahkar müşriklerin yolunun netlik kazanmaması, işaret ve unvanların birbirine karışması, isim ve niteliklerin içice girmesi ve yol ayırımının net olarak belli olmadığı bu şaşkınlıktır.
"İşte Rabbani hareketin düşmanları bu gediği çok iyi bildiklerinden bütün güçleriyle bu gediği alabildiğine genişletmek, sulandırmak, karıştırmak, karışıklığı daha bir artırmak için çalışırlar. Ta ki ayırıcı hak sözü açıklamak kişinin elinden, ayağından yakalanmasına neden olsun; yani müslümanları küfür ile itham etmek ithamı ile yakalanmasına neden olsun ve İslam ile küfür hususunda hüküm vermek konusunda, Allah'ın buyruklarına ve Rasulu'nün sözlerine değil de, insanların örflerine ve ıstılahlarına baş vurulsun."
(Muhammed Bereket, Seyyid Kutub, Risale Yay. s. 231-244)
Cahili Toplum
Seyyid Kutub, bizim toplumumuzu Cahilî Toplum, olarak adlandırdığından dolayı da eleştirilmiş bulunuyor.
"Müslümanları tekfir etme ithamı" bölümünü okuyan bir kimse için bu konu anlaşılır birşeydir.
Merhum Seyyid Kutub, bu toplumları Cahilî Toplum olarak kabul ederken temel bir düşünceden harekete koyulur. Bu temel düşünce ise; "cahiliye"nin yalnızca İslam'dan önceki tarihi bir dönemin adı olmayıp, aksine zaman ve mekanı göz önünde bulundurmaksızın, şayet İslam'dan önceki tarihî döneme benzeyen bir durum ile karşı karşıya kalınacak olursa aynı adlandırma o dönem için de tümüyle söz konusu olabilir şeklindedir.
İşte onun herhangi bir toplumu Cahilî Toplum olmakla nitelendirmesindeki hareket noktası budur.
"Cahiliye"nin sınırlarının belirlenmesine gelince; o, İslam'dan önceki putperest Arap toplumunun üzerinde yükseldiği temel esası bilmemiz halinde, bu sınırların belirleneceği görüşündedir. Bu temel esas ise; kulların kullar üzerinde hükümranlık sahibi olup, Yüce Allah'ın kulları üzerindeki mutlak hakimiyetini reddetmektir. Yani hakimiyeti kabul edilen ilah şu veya bu şekli ile, "insanın hevası" olup, hakim kılınan da Allah'ın emirleri değildir.
"Cahiliyenin bu şekilde sınırlandırılması sonucunda İslam'ın tümüyle kabul görmediği herbir toplum, Cahili Toplum kapsamına girer:
a- Mesela komünist devletler gibi, ateist her toplum Cahili Toplum'un kapsamı içerisindedir.
b- Hind, orta Afrika, Japonya ve Filipin gibi putperest her toplum da onun kapsamı içerisindedir.
c- Genel olarak, kapitalist toplumların oluşturduğu vaktiyle Kitap Ehli olan veya halen Kitap Ehli sayılan her bir toplum.
d- Müslüman toplumların peşinden gelip de onların egemen oldukları topraklara, ülkeye ve isimlerine mirasçı olan her bir toplum."
Merhum Şehid şöyle söylemektedir: "Son olarak kendilerinin müslüman olduklarını delilsiz olarak ileri süren bu toplumlar dahi Cahili Toplum çerçevesinin içerisine girer.”
"Bu toplumlar Cahili Toplum'un bu çerçevesine Allah'tan başkasının ulûhiyetine inandığı için veya aynı şekilde Allah'tan başkasına ibadetlerini sunduğu için değil; fakat, hayat pratiğinde yalnızca Allah'a ubudiyet etmediğinden dolayı girmektedir. Bu toplumlar Allah'tan başkasının ulûhiyetine itikad etmemekle birlikte, ulühiyetin en belirgin özelliğini Allah'tan başkasına vererek, Allah'tan başkasına boyun eğmektedir. Yapısını, değerlerini, ölçülerini, gelenek ve göreneklerini, hemen hemen hayatının bütün esaslarını bu kaynaktan almaktadır. Şanı Yüce Allah ise, bu tür insanlar hakkında şöyle buyuruyor: "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir."
Yönetilenler hakkında ise şöyle demektedir; "Sana, indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürüp de ona kafir olmakla emrolundukları halde tağûtun hükmüne başvurmak isteyenleri görmez misin?" buyruğundan başlayıp; "Hayır, öyle değil, Rabbine and olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne başvurmadıkça, sonra da verdiğin hükümde kalplerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar." (Nisa 60 - 65) buyruğuna kadar ki ayetlerle yönetilenler hakkındaki hükmünü bildiriyor.
"Şanı Yüce Allah bundan önce Yahudi ve Hristiyanları şirkle, küfürle, Allah'tan başkasına ibadet etmekten yan çizmekle, Allah'ın dışında haham ve rahipleri rabbler edinmekle nitelendiriyor. Bunun biricik sebebi, onların haham ve rahipler hakkında kendilerini "Müslüman" diye adlandıran kimselerin kendileri gibi olan insanlara vermiş oldukları bir takım sıfatlar dolayısıyladır.
İşte Şanı Yüce Allah böyle bir şeyi Yahudi ve Hristiyanların şirk koşması olarak nitelendirmiş ve onların Meryem oğlu İsa'ya ibadet ettikleri ve ilah olarak tanıyıp rab kabul ettikleri davranışları ile eşit olarak değerlendirmiştir. Yalnızca Allah'a kulluk etmek çerçevesinin dışına çıkmak konusunda bunun ile öteki arasında herhangi bir fark yoktur. Bu da Allah'ın dininden ve Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmenin çerçevesinin dışına çıkmaktır.
"Bu toplumların kimisi, açıktan açığa din ile kesinlikle hiçbir ilişkisi bulunmadığını iletmiş, bir kısmı da dine saygılı olduğunu açıklamakla birlikte kesinlikle dini hayatın realitenin dışına itmekte ve "gaybîliği" inkar ettiğini söyleyerek düzeninin "bilimsellik" üzerine kurduğunu söylemekte ve bilimselliğin gaybîlik ile çeliştiğini kabul etmektedir. Böyle bir iddia ise ancak, cahillerin söyleyebileceği cahilce bir iddiadan başkası olamaz. Bazıları ise dilediği şekilde kanunlar koyarak, bunlar hakkında: "İşte bu Allah'ın dinidir" diyebilmektedir. Bütün bunların yalnızca Allah'a ibadet etmek, kulluk etmek esası üzerinde yükselmemesi açısından aralarında hiçbir fark yoktur.
"Durum bu şekilde olduğuna göre, İslam'ın bu toplumlara karşı tutumu tek bir ifadede belirlenebilir: İslam, kendi açısından bu toplumların İslamî olduğunu ve şer’i olduğunu kabul etmemektedir."
İşte Seyyid Kutub'un bu konudaki delili budur ve hiç şüphesiz ki bu delil, tercih edilebilecek bir delildir.
Bazı basit kimselerin anlamış olduğu gibi onun bu sözleri ile bu toplumlarda bulunan her ferdin kafir olacağını kastetmediği açıktır. Çünkü o, her bir ferdi başlı başına ve bağımsız olarak akidesiyle ve bu akideye uygun yaşayışı ile ele alıp değerlendirmektedir.
Bu toprakları harp diyarı olarak kabul etmesine gelince, onun bu kabulü de geçen bölümde sözünü etmiş olduğumuz ve bu bölümde de az önce sunmuş olduğumuz bir takım mukaddimeler üzerinde yükselir.
Müslüman fakihler dünyayı temelde iki ayrı diyara ve bunlara bağlı olan bir takım diyarlara taksim etmişlerdir.
Asıl olan iki dar, Dâru'l-İslam ile Dâru'l-Harp'tir.
Bunlara bağlı olan diğer darlar ise: Dâru'l-Ridde, Dâru'1-Ahd ve Daru'l-Bağiy'dir.
Dâru'l-İslâm, fukahânın icmâı ile İslam'ın egemen olduğu ülkedir. Dâru'1-Harb ise yine fukahanın icmaı ile İslâm'ın hükümran olmadığı ülkedir."
(Muhammed Bereket, Seyyid Kutub, Risale Yay. s. 244-249)
Muhammed Berekat'ın geniş alıntılar yaparak ortaya koyduğu bu fikirlere göre -yani Seyyid Kutub'un fikirlerine göre- toplumda her ferdi tekfir etmek yanlış bir metottur.
Okuyucu kitabın bundan sonraki bölümlerinde aktarılan alıntılar ile bundan önceki alıntılar arasında farklılıklar bulunabileceğini anlayacaktır. Seyyid Kutub'un görüşleri ile bundan sonra bahsedeceğimiz İbn-i Hacer, İbn-i Cezvî, Kardavî... gibi alimlerin görüşleri arasında uyuşmayan noktaların bulunduğu gerçektir.
Bizler okuyup anladığımız kadarıyla her iki grubun görüşlerinde de hakkın bulunduğuna inanıyoruz ve yapmak istediğimiz şey ile ulaşmak istediğimiz sonuç da öncekiler ve sonrakiler arasında bir bağlantı kurmaktır.
Bu bağlamda Seyyid Kutub'un "kufur-fısk-zulum" kavramlarının şeriattaki manaları konusunda selef ulemasından daha zayıf olduğuna selef ulemasınında "uluhiyet ve rububiyet" manaları konusunda S. Kutub'tan zayıf olduğuna inanıyoruz. İstiyoruz ki güvenilir bulduğumuz alimlerin doğru yanlarını birleştirerek emin bir yol oluşturalım. Bu birleştirmeyi tevhîd yolunda taviz vermeden yürümeyi şiar edinen alimler arasında yapmaya çalışıyoruz. Bu tavra örnek olarak S. Kutub'un "Allah'ın hükümlerini uygulamamadan dolayı oluşan küfür" konusundaki fikirleri ile İbn-i Kayyım'ın "Allah'ın hükümlerini inanmadan uygulamama ile oluşan küfür" konusundaki fikirleri arasında bir uzlaşmayı verebiliriz.
Et- Tekfir Akımının Bugünkü Durumu
1970'li yılların başında Mısır'da, et-Tekfir akımının yayılışı çok hızlı bir şekilde olmuştur. Bunun sebeplerini şu şekilde belirlemek mümkündür:
a- O sıralarda ortamın musait bulunması,
b- Gelenekçi Mısır halkı karşısında etkili ve çekici olan "nass" silahını kullanması,
c- Cemaat, fertlerinin gayretli çalışmaları sayesinde, davete ehil geniş bir kadroya sahip bulunması.
Akımın, küfrüne hükmettiği düzene karşı takındığı uzlet tavrı, bir zaman sonra akımın gelişmesi yolunda büyük bir engel haline gelmiştir. Bu bağlamda, akımın her hareket ve çabası kontrol altına alınmış ve ekonomik yönden güçsüz duruma düşürülmüştür. Böylece önüne, hiç beklenmedik problemler çıkmıştır. Oysa akım, düzenle belirli bir ilişkiye girmiş olsaydı, bütün bunlar olmayacaktı.
İşte belki de bu sebepler dolayısıyla Şükri Mustafa, akım mensuplarını çalışmak için dışarıya göndermeye başlamış, böylece de cemaatin çalışmalarını kamufle edebilecek gerekli imkanları elde etmeyi başarmıştır. Bu düzenlemeler ile bir takım küçük cemaatlere karşı üstünlük sağlamasına ve "davet" görevini yüklenerek bütün çalışmalarını buna hasredecek elemanların yetiştirilmesine rağmen; bu imkanların iyi değerlendirilmemesi, akım için sonun başlangıcı olmuştur.
Akımı tehdit eden iç ihtilaflar belirlemeye başlayınca, akımdan ayrılanları cezalandırmak için kan dökmeye varıncaya kadar, bütün yöntemler uygulanmaya başlanmıştır. Kahire'nin muhtelif bölgelerinde, cemaat mensuplarına karargah vazifesi gören birçok yurt ve evlere, bir çok vasıtaya sahip durumda bulunan et-Tekfir akımı eski Evkaf Bakanı Şeyh ez-Zehebi’yi kaçırarak, öldürme eylemini gerçekleştirmiştir. İşte bu eylemden sonra, akım için zor günler ve dağılma dönemi başlamıştır.
Bu dönemde et-Tekfir cemaatine saldıran tek İslamî şahsiyet ez-Zehebi değildir. Ezher'e ve diğer akımlara mensup bir çok kişi de, bu akıma hücumlar yöneltmekteydi. Bu hücumlara karşılık olmak üzere, et-Tekfir akımı hareket çizgisini aşarak saldırılarda bulunmaya başlayınca, 1977 senesinde 6 nolu kararla Askerî Mahkemeye sevkedildiler. Burada sürdürülen yargılamalar sonucunda, başta Şükri Mustafa olmak üzere dört kişinin idamına, cemaatin bazı fertlerinin de uzun mahkûmiyet cezaları almasına hükmedildi. Şükri'nin idamından sonra cemaat şiddetli bir şekilde sarsılmış ve akım parçacıklara ayrılmıştır.
Şeyh ez-Zehebi’nin öldürülmesinden sonra, müslümanlar arasındaki nüfuz ve etkinliğini zaten büyük ölçüde yitiren et-Tekfir akımı, 1970’li yılların sonlarına doğru hükümetin İslamî akımlara karşı gerçekleştirdiği manevralardan etkilenerek, abluka altına girmiş bulunuyordu. Bu haliyle eski çekiciliğini ve varlığının gerekçesini yitirerek eski moda bir akım durumuna düşmüştü.
1981 Eylül ayındaki tutuklama kararları ile diğer İslamî akımlar gibi et-Tekfir akımı da büyük bir darbe yemiş; akım saflarında gerçekleştirilen tutuklamalar 1984 yılına kadar sürmüştür. Bu yeni şartlar karşısında et-Tekfir akımı, geçmişteki birçok tutum, davranış ve görüşlerinde değişikliklere gitmeye başlamıştır.
Bu cümleden olmak üzere, durumlarını gizleyebilmek amacıyla mensuplarına sakal traşını serbest bıraktıkları gibi; kadınların yüzlerindeki peçeyi kaldırmalarını, belli sınırlar içinde hükümette görev almayı, batı tipi elbiseler giymeyi de serbest bırakmışlardır. Ayrıca, akımla diğer İslamî akımlar arasındaki ilişkilerde gelişmeler gözlenmiştir. Bu değişme ve gelişmelerin ortaya koyduğu şey, et-Tekfir akımının da eninde sonunda esneklik metoduna sarılmanın zorunluluğuna inanmış olmasıdır. Gerçekte bu durum, akımın lehine olumlu bir puan olarak kaydedilmelidir.
Şükri Mustafa'nın, et-Tekfir akımının fikriyatını oluşturan yazmaları 4 bin sahife tutmaktadır. Bu yazılar gibi, cemaatin bazı mensupları tarafından yazılan siyasî konuşmalar ve cemaatin tutumlarıyla ilgili diğer eserler de henüz ortaya çıkmamıştır. Bu eserlerden bir kısmı Şükri Mustafa'nın yazdığı "Usul" doğrultusundaki eserler olmakla birlikte, bir kısmı da Şükri ile birlikte idam edilen yeğeninin yazılarıdır.
Bu yazı ve eserlerin gizli tutulması veya, kendi fikir ve düşüncelerini ortaya koyan bir yayın çıkarma girişiminde bulunmayışı, akımın, uzlet anlayışı ile sahip oldukları fikirlerden herhangi bir şüphe duymamasına bağlanabilir. Akıma göre, insanlık tarihine kesinlikle et-Tekfir cemaatinin itikadı hakim olacaktır. Bu gizliliğin bir başka nedeni ise, cemaatin saflarına alacağı elemanların seçiminde, sadece ferdî çalışmaya dayanan gizlilik prensibini benimsemiş olması ile, açık tebliğe ve harekete değer vermemesi olarak düşünülebilir.
Şükri'nin düşüncelerinin gün ışığına çıkmasına engel olan sebepler ne olursa olsun, akımın hükümet ve diğer İslamî akımlar tarafından abluka altına alındığı bir gerçektir. İşte bu husus, akımın, çizgisinde (aktif) bir rol ortaya koyacak, davayı savunacak, dikkatleri üzerine çekecek şekilde kadrolaşmasına engel teşkil etmektedir.
Et-Tekfir akımının gerçek yüzünün anlaşılması konusunda, Şükri'nin bazı yazmaları ve cemaat fertleri arasında ortaya atılan düşünce ve münakaşalarından başka, hiç bir kaynak bulunamamaktadır.
Bu gün akım elemanlarının birçoğu Suudi Arabistan, Irak ve Ürdün'e yerleşerek, çalışmalarını sadece ekonomik sahaya hasretmişlerdir. Bununla cemaatin güçlenmesi ve genişlemesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadırlar. Bu ekonomik amaçlı göçlerin neticesinde ise, Mısır, akım için merkez olma özelliğini kaybetmiştir. Öyle ki, buradaki elemanlar Mısır yönetiminde, kendi can güvenliklerini bile koruyamaz durumdadırlar.
1981 yılında meydana gelen olaylar ve tutuklama kararlarıyla başlayan hareketler; hapishanede et-Tekfir akımıyla diğer akımlar arasında meydana gelen çatışmalar; Ezher Üniversitesi'nin yönlendirdiği yayın savaşı ve beyin yıkama faaliyetleri neticesinde, cemaat mensuplarından bir çok ferdin, düzene ve Şükri Mustafa'ya karşı görüş ve tutumlarında değişiklikler görülmeye başlanmıştır.
Mısır'da İslamî alanda birbirini takip eden olaylardan sonra et-Tekfîr akımı, Şükri Mustafa'nın belirlediği sınırları aşarak, daha bir çok aşırılıklara varan çeşitli kollarca temsil edilmektedir.
Bugün Mısır'da, çağdaş et-Tekfir akımı, geçmişte saflarında bulundurduğu ehliyetli kişilerden ve üniversite öğrencilerinin desteğinden mahrum bulunmaktadır. Akım mensuplarının çoğunluğunu kendi alanında çalışan çarşı-pazar esnafı oluşturmaktadır. Akım davetçileri son zamanlarda bütün gayretlerini bu yönde yoğunlaştırmışlardır.
(Salih El-Verdânî, Mısır'da îslâmî Akımlar Fecr Yay. s. 98-119)
Et-Tekfîr akımı ile diğer İslamî akımlar arasındaki önemli ihtilafları gösteren tablo
et-Tekfir ------------------------------------------------ Diğer İslami Akımlar
1 "Hükümetler kafirdir" anlayışı---------------- ----Bazı akımlar bu görüşü paylaşmaktadır.
2 Geleneği ve geçmiş birikimi reddetmek------------
3 Hicret -----------------------------------------------------
4 Uzlet --------------------------------------------------------Bazı akımlarda mevcuttur.
5 Cihada karşı çıkmak ----------------------------------- Bazı akımlarda mevcuttur.
6 Bütün mescitler DIRAR'dır ----------------------------Değildir
7 Toplum kafirdir -------------------------------------------Değildir.
Et-Tekfir akımının, Fakihler'den ayrıldığı başlıca önemli noktaları gösteren tablo
et-Tekfir ------------------------------------------------Fakihler
1 Şirk bir bütündür, bölünmez ---------------------Şirk iki kısımdır: Büyük şirk, küçük şirk
2 Günah şirktir------------------------------------------Günah şirk değildir
3 Günahta ısrar eden kafirdir------------------------Günahta ısrar eden müslümandır
4 İçtihad nassın mevcut olduğu durumda yapılır.--İctîhad nassın mevcut olmadığı durumlarda yapılır.
5 Cehennem, oraya girenler için ebedidir----------Cehennem ancak kafirler için ebedidir.
6 Büyük günah işleyen kafirdir-----------------------Büyük günah işleyen müslümandır.
7 Mukallîd kafirdir --------------------------------------Mukallîd müslümandır.
8 İcma, kıyas ve mesalih-ı mursele ve diğer fıkıh esaslar batıldır --Usul-u Fıkıh sahihtir.
Mısır'da doğan ve daha sonra halkında müslümanların yaşadığı diğer coğrafyalara yayılan tekfir cemaatinin bu özelliklerini ve fikir yapılarını tanıdıktan sonra bazı okuyucuların "ya demek ki falan filan görüşün savunucuları bunlarmış" diye düşüneceklerini varsayıyoruz. Bunun yanında düşüncelerinde netlik sağlayamamış, "vasat ummetin" eri olamamış bazı kişilerin de yukarıda fikirleri aktarılan Şükrî Mustafa'yı nasıl taklit ettiklerini de rahatlıkla görebilmekteyiz.
Yazar Salih El-Vardanî'nin de belirttiği gibi Mısır ulemasından Hasan El-Hudaybî "Tekfir Grubu ve Şükrî Mustafa"nın görüşlerini çürütmek amacıyla özel bir eser hazırlamıştır. Hudaybî bu eserinde Tekfir Cemaatinin fikirlerini Kur'an ve sünnetten apaçık delillerle çürütme yolunu tutmuş bu arada tekfire kaynaklık ettirilen bazı alimlerin -bazı- görüşlerini de aşırılığa kaçmadan eleştirmiştir, örneğin, Seyyid Kutub'un; Arapların tevhid kelimesinin manasını bildikleri için red ya da kabul ettikleri hususundaki görüşü Mevdudi’den aldığını belirterek Mevdudî'yi bu konuda şöyle eleştirmektedir:
"Evvela bizler onun Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilmesinden önce, Arap'ların arasında uluhiyet, ibadet ve din kelimelerinin manalarının bilindiklerini, bundan sonra bu manaların kaybolarak değiştiklerini ve daha önceki genişlikleri daralarak, sınırlı manalara haps edildiklerini ileri sürmesine cevap vermek istiyoruz.
Bununla ilgili olarak Allah'tan yardım dileyerek şöyle deriz:
Herşeyden önce bu tesbit, gerçek durum ile uyuşmamaktadır. Çünkü bu kelimelerin Cahiliye dönemindeki yaygın manaları ne olursa olsun, Kur'an-ı Kerim bu kelimelerin her birisinden neyi kastettiğini belirleyerek, sınırlarını çizerek gelmiştir. Bu kelimelerin her birisinden hangi anlamı kastettiğini de bildirmiş ve en ileri noktada açıklama getirmiş, herhangi bir kapalılık, ya da karışıklığa meydan vermeyecek şekilde her bir kelimenin manasını açık, seçik bir şekilde ortaya koymuştur. O bakımdan Kur’ân-ı Kerim'in bu açıklayıcılığı, bizlerin bu kelimelerin Kuran'ın nüzulünden önce sözlük manalarının ne olduğunu araştırmamıza gerek bırakmamıştır.
Hiç bir Müslümanın; Kur'ân-ı Kerim'in getirmiş olduğu açıklamaların daha sağlam, daha açık, daha kapsamlı ve daha yüce olduğundan şüphesi olamaz. Daha doğrusu Kur'ân-ı Kerim'in beyanının gereği ne ise; onun alınması gerekir. Bu mananın onun nüzulünden önceki manalara uyması, ya da uymaması arasında herhangi bir fark yoktur.
Kur'ân-ı Kerim'in kendisi ulûhiyetin, rubûbiyetin, ibadet ve dinin ne gibi anlamlar taşıdığını ortaya koyan apaçık ayetlerle dolup taşmaktadır. Yüce Allah'ın kitabı'nı okuyan bir kimsenin karşısına çıkan ilk ayet-i kerime: "Bismillahirrahmanirrahîm."dir. Hiç şüphe yok ki bu ayet-i kerime lafza-i celalin bir çeşit tanımını kapsamakta ve hemen bunun akabinde diğer tarifler peşpeşe gelmektedir.
"Hamd, alemlerin rabbi, rahman, rahîm ve din gününün mutlak hakimi olan Allah'a muhsustur. (Allah'ım) yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Sen bizleri dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazap ettiklerinin ve sapıklarınkine değil!" (Fatiha surasi)
Bütün hamd ve sena, alemlerin Rabbi olarak, yalnız O'nundur. Yani O, bütün mahlûkat üzerindeki tasarruf sahibi, mutlak malik, hesap gününün, Kıyamet gününün yegane malikidir. O, yalnız kendisine ibadet edilendir ve kendisinden başkasına asla ibadet edilmez. O, kendisinden yardım istenendir ve yalnız kendisine tevekkül edilir. Hayır ve felahı kapsayan hidayete iletmek de yalnız O'ndan istenir."
İlgili Konu :
ÂlimlerinTekfirle İlgili Görüşleri
https://www.islam-tr.org/konu/alimlerin-tekfirle-ilgili-gorusleri.11935/