DAR'UL-HARB'TE BAYRAMLAR , TÖRENLER VE MÜSLÜMANIN TAVRI
Allah (cc), insanlık için son mesajını ve hayat nizamını Rasulullah (s.a.v.) ile göndermiştir. Rasululah (s.a.v.)'de aldığı vahyi eksiksiz bir şekilde bizlere tebliğ etmiştir. Bu tebliğinde eksik hiçbir şey bırakmamış, hayata dair ne varsa açıklamıştır. Kendi zamanında bulunan ve bulunmayan mûminlere hayatlarını nasıl düzenleyeceklerini bizzat yaşayarak öğretmiştir.
Allah (cc) hayata yön veren kelamında kendine tam bir teslimiyetle teslim olan kullarına şunu bildiriyor:
"Bu gün kafirler dininizden ümitlerini (tamamen) kestiler. Artık onlardan korkmayın. Ben'den korkun. Bu gün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nîmetimi tamamladım. Ve din olarak İslam'ı beğenip seçtim." (Maide 3)
İrad b. Sariye (r.anh) Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu haber veriyor:
"Ben sizi, gecesi, gündüzü gibi apaydın olan (en küçük bir şubheyi kabul etmeyen gayet açık) bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar o dinden (başka yönlere) saparlar!" (İbni Mace, (1/67) Mukaddime bab: 6 hadis no: 43)
Allah (cc) dini tamamlamış, Rasulü'de o dini, karanlığı, gizlisi, saklısı olmadan her şeyi açıklamış olarak bırakmıştır. Bu noktası ile din apaçıktır bir ekleme kabul etmez..
Bu dine tabi müslümanlar da onun aydınlığıyla hayatlarına yön verirler. Allah'ın ve Rasulü'nün emrettiklerini yapar, reddettiklerini de yapmazlar.
Allah(cc) şöyle buyurur:
"Allah ve Rasulu bir işi hükme bağladıklarında hiçbir mûmin erkek ve hiçbir mûmin kadına o işlerinde istediklerini yapma hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasulune isyan ederse, şubhesiz apaçık bir sapıklıkla sapmış olur." (Ahzab 36)
Hayatın her alanında mûminin tavrı budur!...Allah ve Rasulü bir işi hükme bağladı mı, mûmin olanlar ona uymada yarışır, ona ters düşecek tavırlardan sakınırlar. Dinin aslını muhafaza eder, sonradan çıkan işlere dikkat ederler. Çünkü Allah'ın Rasulu (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
" Bundan sonra (mâlumunuz olsun ki) sözün en hayırlısı Allah'ın kitabıdır. İrşadların en hayırlısı da Muhammed'in irşadıdır. Umurun (işlerin) en kötüsü sonradan çıkarılandır. Her bid'at dalâlettir (sapıklıktır)" (Muslim (4/528) K.Cumua Bab. 13 Hadis no: 43)
Din tamamlanmış, işler yerli yerince yerleştirilmiştir. Kimde bunu beğenmeyerek, delilsiz olarak kendinden bir şeyler ortaya koyarsa işte bu bid'attır. Bid'at dalalet yani sapıklıktır.
Müslümanlar hangi bayramları kutlayabilir, muşriklerin bayramlarının kutlanmasının hükmü nedir ?
Bu açıklamalar ışığında, kutlanması gereken bayramlar ve bir müslüman müşriklerin bayramlarını kutlayabilir mi sorularına açıklık getirelim.
Allah (cc) Kelamı olan Kur'an da şöyle buyurmaktadır:
"O kimseler ki zura şahidlik etmezler." (Furkan 72)
Ayeti kerimedeki "Zura" kelime yalan olarak ifade edilir.
İmam Kurtubi bu ayetin tefsirin de konu ile ilgili olarak şunları söylemiştir:
Yüce Allah'ın "Ve onlar yalan şahidlik yapmazlar" buyruğu şu demektir:
Onlar yalan ve batılın bulunduğu yerde hazır olmazlar ve bunu da muşâhede edip seyretmezler.
"ZÛR" (yalan) değiştirilmiş allanıp pullanmış batıl olan her bir şeydir. Bunun en büyüğü ise Allah'a ortak koşmak ve Allah'a ortak koşulanları tazim etmektir. Ed-Dahhak ve ibn Abbas böylece tefsir etmişlerdir.
İbn Abbas dan gelen bir rivayete göre de bu müşriklerin bayramları demektir.
İbni Abbas (r.anhuma) dan rivayet edilen ikinci mana üzerinde durulursa ayetin manası şöyle olur:
"O kimseler ki, (yani mûminler) zûra, (cahiliyyenin bayramlarına) şahidlik etmezler, (yani o bayramlarda bulunmazlar)" (...............) (Furkan 72)
(El-cami’u-li Ahkami’l Kur'an (12/ 618-9) çev. M.beşir Eryarsoy Buruc.y)
Ayetin hükmü budur. Rasulullah (s.a.v) sünnetine yani Kur'an’ın hayattaki yaşanış şekline muracaat ettiğimizde konunun bir bütünlük içinde aynı olduğu görülür. Rasulullah İslam'a uymayan ne varsa onu kaldırmıştır. Bu konuda "Enes bin Malik (r.anh) dan şöyle bir rivayet vardır :
"Rasulullah (s.a.v.) Medine'ye teşrif ettiklerinde Medinelilerin eğlenip oynadıkları iki günleri vardı.
Efendimiz: -'Bu günler neyin nesidir?' dedi.
Dediler ki: -'Biz cahiliyye devrinde bu günlerde eğlenirdik (Ya Rasulullah)'
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.): -'Şubhesiz Allah size bu günlerin yerine daha iyilerini, Kurban ve fıtır günlerini (kurban ve Ramadan Bayramlarını) verdi'"
(Ebu Davud (4/ 258) K.Salat Bab: 239 Hadis no: 1134)
Rasulullah (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde Medineli müslümanlar cahiliyye yani islam dışı hayatlarında iki günü bayram diye kutluyorlardı. Bunların biri Nevrûz, diğeri de Mihrican'dı. Nevrûz Mart ayının 21de , Mihrican'da Eylül'ün 21'inde kutlanırdı. Astronomi uzmanlarının çıkardığı bir şeydi bu. O günlerde hava oldukça mutedil ve gece-gündüz birbirine denk olduğu için o günü bayram diye kutlamışlardı. Bu diğer insanlar arasında da yayılmış ve bir bayram gibi itibar görerek kutlanmıştır. Ama Rasulullah (s.a.v.) bu cahiliyye bayramlarını hoş görmeyerek reddetmiş yerine mûminlere iki bayram bırakmıştır. Bunlar, yani Nevrûz ve Mihrican yasaklandıktan sonra mûminler tarafından bir daha kutlanmamıştır. Eğer ashab Rasulullah'ın emrine yerine getirmez o günleri kutlamaya devam etmiş olsalardı muhakkak ki, dinden çıkmış olurlardı.
Dolayısı ile Mûminlerin Kurban ve Ramadan bayramı dışında bayramları yoktur. Kutlanması gerekenler bunlardır.
Bir mûmin bu bayramları kutlamadığı gibi, bu bayramı kendi bayramı görenleri de tebrik edemez.
Konu ile ilgili olarak Ulemamızdan Ebu Hafs el-Kebir(rh.a) şunları söylemektedir:
"Nevruz gününde o günü tâzim maksadıyla muşrike hediye olarak bir yumurta dahi veren kimse kafir olur."
Ulemamızdan Hasan b. Mansur da:
"Nevrûz günü başka günlerde almadığı bir şeyi satın alan veya kafirlerin bu güne saygı duydukları gibi saygı duyarak başkasına hediye veren bir kimse kafir olur." (Ebu Davud (4/258) Nel ve H. Kayapınar. Şamil y)
Bir mûmin bu benzeri şeylerden sakınmak zorundadır ki imanını muhafaza edebilsin!..Tabi ki bu konu yalnız günümüzde de kutlanan Nevruz için geçerli değildir. Rasulullah (s.a.v.)'ın getirmiş olduğu bayramların dışında ki hepsi için geçerlidir.
Müslüman kendine has bir karaktere sahib bir şahsiyettir!... Başkasını taklid etmekten uzak, şahsiyetini İslam'a göre şekillendiren bir kişidir. İslam'ın tanımadığı sistemlerin hepsini reddettiği gibi onların bayramlarını da reddeder. Cahiliyye bayramlarının yapıldığı mekanlarda bulunmaz onların kutlamalarına katılmaz.
Eğer onların bayramlarına izlemek amacıyla katılsa bile imanı kaybeder. Bu konuda Rasulullah (s.a.v.) mûminlere bıraktığı ölçü şudur:
"....Abdullah ibni Mes'ud (r.anhuma) ....dedi ki:
Muhakkak ki ben Rasulullah (s.a.v.) şöyle derken işittim:
"Kim bir kavmin (topluluğun) karartısını (sayısını) çoğaltırsa o da onlardandır. Ve kim bir kavmin amelinden razı olursa onların amellerinde ortaktır." (İbni kesir Cami’u-Mesanid ve's-Sünen (27/308) hadis no: 589)
Kim hangi kavmin karartısını çoğaltıyorsa, sayısını çoğaltıyorsa o da ondandır. Kim iman tarafının görüşlerini, amellerini, hükümlerini, bayramlarını beğeniyor kabul ediyorsa ondandır. Kimde kafirlerin görüşlerini, amellerini, hükümlerini, bayramlarını beğeniyorsa o da ondandır.
Bu hadis biz mûminlere islami olmayan topluluklardan, kurum ve kuruluşlardan uzak olmayı gerekli kılmıştır. Eğer onların, yani kafirlerin organizelerine, eğlencelerine ve bayramlarına katılacak olunursa, bu hareket sevginin bir nişanesi olduğundan ve kişi sevdiği ile birlikte olacağından bu kişiyi onlardan yapar.
Mûmin şahsiyetli bir insandır!... Şahsiyetinin olgunluğunu dininden alır!.. Taklid edeceği merci öncelikle Allah'ın Rasulu (s.a.v.)'dır. Allah'ın Rasulu (s.a.v.)'nun hayatıyla mûminin hayatı aynileşmeli onun yap dediklerini yapmalı, yapma dediğini yapmamalıdır. Her hareketinin ölçüsünü getirdiği dinden ve Onun (s.a.v.) yaşantısından almalıdır. Taklid de veya benzerlikte başkalarını tâkib etmek, O'nun (s.a.v.) getirmiş olduğunu beğenmemek ve cahiliyyeye dönmek demektir.
İbni Ömer (r.anhuma)'dan gelen bir rivayette Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurmuştur :
"Kendisini bir kavme benzetmeye çalışan kimse, O kavimdendir."
(Ebu Davud(14/106)K.Libas Bab: 4 hadis no: 4031)
Hadisten de anlaşılacağı gibi kim kendini bir kavme benzetmeye çalışırsa o da onun gibi olur. Hadisten çıkan hükümler noktasında düşünüldüğünde mu'minin hayatında İslam dışı her türlü taklidin, adetin, örfün, alışkanlığın çıkması gereklidir.
Netice itibariyle İslam'ın iki bayramı dışında bayramları ve günleri kutlamak insanı dinden çıkaran bir ameldir.Bu amele bilmeden düşenlerin tecdidi iman ile nasuh tevbe edip bir daha bu olayı tekrarlamamaları gereklidir.
Ayrıca müslümanın Bid'at olan unsurlardan sakınması da gereklidir ki imanının kemaletini korusun. Mesela bazıları, çağın getirdiği ya da insanların içinde bulunduğu buhranlardan kurtulma endişesiyle, islamın hakim olmadığı ortamda yaşamanın getirmiş olduğu gevşeklik sonucu, kendi elindekileri ve neslini koruma adına İslam'da olmayan yeni işler çıkarmaktadır. İslam cahiliyye bayramlarına karşı olduğu gibi bunlara da karşıdır.
Cumhuriyet Türkiye’si batılılaşma dönemi inkılâplarıyla birlikte Hıristiyan Batının hayat tarzını benimsemişti. Gerçekleştiği köklü değişiklikler arasında takvim değişikliği de vardı. Bu amaçla 26 Aralık 1923’de (Aralığın 26’sı dikkate şayandır) İslami olan Hicri takvim bırakılarak Papa Gregoryen’in hazırlamış olduğu Hıristiyan miladi takvimi benimsenmiştir. Yılbaşı günü de 1 Muharrem’den 1 Ocak tarihine alındı. İnkılâpların amaçladığı batı değer yargılarının ise bu arada “Noel Baba Kültürü”nün halk arasına zorlamalarla sokularak zamanla meşrulaşması sağlandı. Bu anlayışla yapılan inkılaplar o raddeye varmıştı ki, 1928’de “Devletin Dini: İslam’dır” hükmünü anayasalarından çıkardıklarında o hengamede “din Hıristiyanlık olsun” diye teklif getirenler dahi olmuştu. Neyse ki 1938’de laiklik imdada yetiştiğinde Hıristiyanlığa sakin bir geçişin yolu da bulunmuştu. Gerçekten de laiklik Türkiye’deki uygulamasıyla devrimciler için iyi bir ara dönem ve atlama taşı pozisyonundadır.
Roma imparatoru Konstantin’in noeli bayram olarak kabul ettiği 325. miladi yıldan sonra Hıristiyan alemi bu günü gelenekselleştirerek bayram edinmişlerdir. Onlar noelden bir hafta önce özel hazırlıklar yaparlar. Bu günlerde sokaklar, caddeler ve vitrinler çam ağaçlarıyla dolmakta, Noel Baba resimleri her yeri kaplamaktadır. Bu vesileyle kitaplar, dergiler vs. yayınlanmakta, resmi daireler ve okullar süslenmekte, bütün bir halk tatile girmektedir. İnsanlar tebrik ve telgraflarla birbirlerinin yeni yılını kutlamaktadır.
Hıristiyanların geleneksel bayramları olan Noel şu anda Türkiye’de de diğer İslam ülkelerinde de rağbet duyulmaya, teşvik görmeye başlamıştır. İşin en korkunç yanı ise bu kutlamalara Müslümanların rağbet göstermesi ve İslam’dan uzaklaşma yoluna girmeleridir. Müslümanlar önce Allah’a (cc) verdileri sözü hatırlamalı, Kur’an ve sünnet doğrultusunda kendisine bahşedilen “Müslüman” ismine yaraşır bir şuurda olmalıdır. Müslümanlar için yılbaşı 1 Muharram’dir. 1 Muharram gecesi bizler için yılbaşı gecesi sayılmaktadır. Buradan kaynakla son yıllarda bazı Müslümanlarda 1 Muharram günü yılbaşı kutlama maksadıyla farklı bir gayret içine girdikleri gözlemlenmektedir. Baskı ve gaflete sevk etme yöntemleriyle yılbaşlarını şaşıran insanların dikkatlerini tekrar Hicri yılbaşına çekilemeye çalışılmaktadır.
Tabi bu unutulan değerlerimizi hatırlamak amacıyla yeni yeni (bidat) kutlamalar peydahlamaya çalışmamalıyız.
Mesela yılbaşı gecesinde kutlanan "Mekke'nin Fethi" gecesi. Bu geceyi, insanlar yılbaşını kutlamasınlar da o günlerde (11 Ocak) Mekke fetih edildi onu hatırlasınlar,bu konuda düzenlenen organizelere gelsinler niyetiyle yapıyor olsalar bile bu Bid'at'tir". Rasulullah'ın ve ashabının yapmadığı bir iştir.
Hakeza bunun gibi "Kutlu doğum Haftası" kutlamaları da yukarıda belirtilen gecenin hükmü gibidir!...Bu gibi işler tamamıyla birilerinin aşağılık kompleksinde kaynaklanmaktadır. Allah'ın Rasulu'nu bir bid'at ile değil de, Kur'anın emri olan bir örneklikle hayatımıza aktarmamız yerinde olur. Mûmin müslümanların bu tür bid'at olan işlerden sakınmaları vâcibdir. Eğer Allah yolunda yapmış olduğumuz farz nafile amellerin boşa gitmesini istemiyorsak!....
Rasulullah (s.a.v.) Şöyle buyuruyor :
"Kim nefsinden veya hevasından bir iş ortaya koyarsa, Allah'ın, Meleklerin ve insanların hepsinin lâneti onun üzerinedir. Onun farz ve nafile (amelleri) kabul olmaz."
(Musnedi ishak b. Rahuve, sh: 173, Hadis no: 395)
Kâfirlere Bayramları Konusunda Karşı Çıkmanın İcma-i Ummet Kaynaklı Gerekçeleri
Bu bayramlara karşı çıkmanın “Îcma-i Ummet” kaynaklı bir çok gerekçesi vardır ve başlıcaları şunlardır:
Bu bayramlara karşı çıkmanın “Îcma-i Ummet” kaynaklı bir çok gerekçesi vardır ve başlıcaları şunlardır:
1 - Bu gerekçelerin ilki, daha önce sünnet bölümünde vurguladığımız gibi, halen bir çok müslüman şehirde cizye ödeyerek inanç serbestliğini elinde tutan Yahudi, Hrıstiyan ve ateş perestler kendi bayramlarını özgürce kutlamaktadırlar. Öte yandan onların bayramlarında yaptıkları hareketlerin bir çokları için çekiciliğini koruduğu da meydandadır. Buna rağmen ilk müslümanlar arasında hiç kimsenin bu bayramlara şu veya bu ölçüde katıldığı görülmemiştir. Eğer ummetin vicdanında bu bayramlara karşı köklü bir nefret ve yasaklık duygusu kökleştirilmeseydi, çoklarının bu törenlere katıldığı görülürdü. Çünkü sürükleyici sebebi (motifi) olan bir şeyin önünde eğer bir engel yoksa o şey kesinlikle meydana gelir. Demek ki, bu bayramlara katılmayı önleyen bir engel vardır. Bu engel de dindir. Bundan anlıyoruz ki, din, yani İslâm dini bu bayramlara katılmayı önleyen güçlü bir engeldir ki, bizim de söylemek istediğimiz budur.
2 - Bu delillerin ikincisi, Ömer -Allah ondan radı olsun- zamanında ortaya konan Kitablı dini azınlıkların İslâm diyarında bayram törenlerini gösterişli biçimde kutlayamayacakları hükmü idi. Bilindiği gibi bu hükmün İslâma uygun olduğu hem o günün sahabileri ve hem de daha sonra gelen fıkıh alimleri tarafından onaylanmıştı. Müslümanlar kâfir ve muşriklerin bayramlarını gösterişli biçimde kutlayamayacakları konusunda görüş birliğine vardıklarına göre bizzat müslümanların bu bayramlara katılması nasıl söz konusu olabilir?
Bu bayramlardaki hareketleri müslümanların açıktan işlemeleri, kâfirlerin yapmalarından daha ağır bir günah olmaz mı?
Çünkü bizim kâfirleri bu bayramları açıkça kutlamaktan alıkoyuşumuzun sebebi, bunların taşıdıkları fesat niteliğidir. Bu nitelik ya bu törenlerin doğrudan doğruya günah olan bir eylem veya günahın sembolü oluşlarından ileri gelir. Bu iki ihtimalin hangisi gerçek olursa olsun, müslümana hem doğrudan doğruya günah işlemek ve hem de günahı sembolize eden davranışları yapmak yasaktır. Eğer bir müslümanın bu bayramlara katılmasının kâfirleri yüreklendirmekten başka hiç bir sakıncası olmasaydı, sırf bu sakınca bu törenlere katılmanın yasaklığını belirten yeterli bir gerekçe olurdu. Oysa bu işin daha bir çok kötülükleri vardır ki, inşeAllah başlıcalarına ileride değineceğiz.
3 - Bu delillerin üçüncüsü Ömer'in -Allah ondan radı olsun- Ebu Şeyh İsfahanî tarafından Ata b. Dinar'a dayandırılarak nakledilen “Acem dilini konuşmaktan ve muşriklerin bayram günlerinde onların mâbedlerine gitmekten sakınınız” şeklindeki uyarışıdır.
(Kenz El-Ummal, c. 3, sf: 886, Hadis No: 9034; Beyhakî, Sunen, El-Kûbra, c. 9. sf: 234, Bab: Zimmilerin arasına katılmanın keraheti.)
(Ata b. Dinar El-Hezelî Ebu El-Zeyat El-Mısrî, altıncı kuşak ravilerdendir, İbn Hacer onun hakkında: “Doğru sözlüdür, ancak Said b. Cubeyr'den olan rivayetleri dinleyerek değil, ezberedir.” der. Buhari, Ebu Davud ve Tirmizi ondan hadis tahriç ettiler. H. 126'da vefat etti. Takrib El-Tehzib, c. 2, sf: 21, Biy. No: 188.)
Ömer'in bu sözleri, Beyhakî'de yer aldıklarına ve Sufyan-ı Sevri tarafından Ata b. Dinar'a dayandırılarak nakledildiklerine göre daha ağır anlamlı olarak şöyledir:
“Sakın âcem dilini öğrenmeyiniz ve muşriklerin bayram günlerinde onların mâbedlerine gitmeyiniz. Çünkü o gün onların üzerine Allah'ın azabı iner.”
(Beyhâki, Sunen El-Kubra, c. 9, s. 234; Abdurrazzak El-Musannef, c. 1, sf: 411, Hadis No: 1609)
Öte yandan yine Sufyan-i Sevrî'nin, Ebu Velid'e dayandırarak belirttiğine göre bu konuda Abdullah b. Ömer -Allah ondan radı olsun- şunları söylüyor:
“Kim acem diyarında ev-bark edinerek yerleşir, onların Nevruz ve Mihrican gibi bayramlarını benimser, onlara özenir ve ölünceye kadar böyle kalırsa Kıyamet günü onlarla birlikte haşrolur.
(Beyhâki, Sunen El-Kubra, C. 9, Sf: 234)
Buhari'nin bildirdiğine göre . Ömer'in -Allah ondan radı olsun- bu konudaki bir başka ve daha ağır bir sözü şöyledir:
“Allah'ın düşmanlarının bayram törenlerinden uzak durunuz.”
Bu arada bir gün Ali'ye -Allah yüzünü ak etsin- acemlerin Nevruz bayramını hatırlatan bir sembol getirdiler.
Ali: “Bu nedir?” diye sordu.
Kendisine: “Bu Nevruz gününün sembolüdür” diye cevab verilince bu sözlere:
“Her gününüzü Nevruz sayınız, (O güne özel bir önem vermeyiniz)” diye karşılık vermiştir.
Ali'nin bu sözlerini nakleden Usame: Onun Nevruz kelimesini belirli bir isim olarak değil, belirsiz bir isim şeklinde ifade etmesindeki inceliğe dikkat çekmektedir.
Beyhakî'ye göre Ali'nin bu üslubu, herhangi bir günü şeriatın belirlemediği bir olaya bağlamaktan hoşlanmadığını belirtir.
(Beyhâki, Sunen El-Kubra, C. 9, Sf: 235)
Görüldüğü gibi, Ömer -Allah ondan radı olsun- müslümanlara acem dilini öğrenip konuşmayı ve Onların bayram günlerinde sırf mâbedlerine gitmeyi yasaklıyor. Böyle olunca onların bayramlarındaki bazı adetlerine özenmek veya onların dinlerinin gereği sayarak yaptıkları bir hareketi işlemek nice olur?
Acaba onların adetlerini taklid etmek, dillerini öğrenip konuşmaktan daha büyük bir günah değil mi?
Acaba onların bazı bayramlık davranışlarına özenmek, o günlerde sırf onların mâbedlerine girmekten daha sakıncalı bir hareket olmaz mı?
Onlara bayram günlerinde yaptıkları günahlardan dolayı Allah'ın gadabı indiğine göre bu hareketlerin tümünde veya bir kısmında onlara katılanlar, acaba aynı akıbete uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kalmazlar mı?
Yukarda okuduğumuz gibi, Abdullah b. Ömer -Allah ondan radı olsun- de açık bir dille:
“Acem diyarında ev-bark edinerek yerleşenlerin, onların Nevruz ve Mihrican gibi bayramlarını benimseyenlerin ve ölünceye kadar onlara özenmeye çalışanların Kıyamet günü onlarla birlikte haşrolacaklarını” belirtiyor.
Bu sözlerinden anlaşıldığına göre Abdullah b. Ömer belirttiği şekilde acemlere özenenleri, ya bu taklidçiliklerinden dolayı kâfir sayıyor veya bu tutumu cehennemlik olmayı hak eden büyük günahlardan kabul ediyor. Eğer bu sözler ilk ihtimale yorulacak olursa o zaman bu alan kısmen acemlere özenmek “günah” olur. Çünkü bu kısmî davranış belirlenen akıbeti hakketmede etkili olmasaydı, onu bu akıbeti gerektiren davranış bütününün bir parçası saymak yersiz olurdu. Zira insan mubah davranışlar yüzünden cezaya çarptırılmaz. Bu arada kınanan bütünde yer alan münferit hareketler sadece o bütün içinde bulundukları takdirde kötüdürler diye bir şey yoktur. Tersine kötü olduğu belirtilen bütün parçalan da ayrı ayrı kötüdürler.
Doğrusunu Allah bilir ya, Abdullah b. Ömer'in “Acem diyarında ev-bark edinip oralara yerleşmek”ten söz etmesinin sebebi şu olsa gerek. Çünkü onun yaşadığı günlerde müslüman olmayan azınlıkların İslâm diyarında açıktan açığa bayram şenlikleri düzenlemeleri yasaklandığı için hiç bir müslümanın İslâm diyarında acem bayramlarına özenmesi söz konusu değildi, böyle bir şey ancak acemlerin ülkelerinde oturanlar için mümkündü.
Öte yandan Ali, acemlerin bayramlarındaki davranışlarına katılmak şöyle dursun, onların bayramlarına takmış oldukları ismi bile onaylamaktan kaçınmıştır, İşte Ahmed b. Hanbel de bu konudaki tutumun Ali ile Ömer'in (r.anhuma) yukarıdaki sözlerinin anlamına dayandırarak belirlemiş ve bu görüşünü arkadaşlarına açıklamıştır.
Hatırlanacağı üzere İmam-ı Ahmed'in arkadaşlarından biri olan Kadı Ebu Yala'nın hocasına dayanarak müslüman olmayanların bayram törenlerine katılmamak gerektiğini belirttiğini nakletmiştik. Onun diğer bir arkadaşı olan ve “İbn-i Bağdadî” lâkabı ile anılan İmam Ebu Hasan Amidî de “Umdet-ul Hazin ve Kifayet-ul Musafiri” adlı eserinde bu konuda şunları söylüyor:
“Yahudi ve hrıstiyanların bayram törenlerine katılmak câiz değildir. Ahmed-i Hanbelî bunun böyle olduğunu belirtiyor ve bu görüşünü - ... ve onlar ki, eğriliklere şâhid olmazlar- ayetine dayandırıyor. Ayette geçen -eğrilikler- deyiminin kâfirlerin bayramları ve geleneksel törenleri demek olduğunu söylüyor. Bayram günleri kurdukları pazarlara gelince bu pazarlara katılıp alış-veriş yapabilir.
Ahmed-i Hanbelî bunu da belirtiyor ve şöyle diyor:
-Müslümanlara yasak olan şey, onların bayramlarında kilise ve mâbetlerine girmektir. Pazarda satılan yiyecek maddelerinden satın almanın hiç bir sakıncası yoktur. Her ne kadar bu yiyecek maddelerini satın almakla onların bayramını sayıp takdir etme kasdı taşımış olsa bile bu alış-veriş sakıncasızdır.-”
Yine Ahmed-i Hanbelî'nin öğrencilerinden biri olan Hilâl, “cami” adlı eserinde bu konuda şunları yazıyor;
“Konumuz, müslümanların muşrik bayramlarına katılmalarının mekruh oluşu hakkındadır. Bu konuda Muherma diyor ki -Bir defasında Ahmed-i Hanbelî'ye Şam'da Tur Yabur Deyr Eyub gibi yerlerde kutlanan bu bayramlara katılmak hakkında ne düşündüğünü sordum. Müslümanlar bu törenlere katılarak bu munasebetle kurulan çarşılardan koyun, sığır, un, buğday, arpa gibi besin maddeleri alıyorlar, yalnız alış-veriş maksadı ile bu çarşılara çıkıyorlar, yoksa Onların mâbedlerine girmiyorlar bu konuda ne dersin, dedim. Bana -Muşriklerin mabedlerine girmez de sadece pazarlara katılırlarsa bunun sakıncası yoktur- dedi.”
Görüldüğü gibi, Ahmed-i Hanbelî, muşriklerin mâbedlerine girmemek şartı ile bu bayramlarda kurulacak pazarlara katılmayı serbest bırakıyor. Demek ki, bu törenlerde müşriklerin mabedlerine girmeyi yasak sayıyor. Nitekim yukarıdaki satırların yazarı olan Hilâl da İmam-ı Ahmed'in bu sözlerinden, onun müslümanların müşrik bayramlarına katılmalarını menettiği sonucunu çıkarıyor. Ahmed-i Hanbelî, bu görüşünü Ömer'in yukarda söz konusu ettiğimiz “muşriklerin kilise ve mâbedlerine girmeyi yasaklayan” sözlerinin aynı anlama gelen bir benzerine dayandırıyor. Bilindiği gibi Ömer'in o sözleri müslümanlan “muşriklerin yaptıkları gibi yapmamaları” hususunda uyarıcı nitelikteydi.
Acemce konuşmak ve yılın aylarına farsça isimler verme meselesine gelince:
Ebu Muhammed Kirmanî bu konuda şunları yazıyor:
“Konumuz yılın aylarını farsça isimleri ile söylemek hakkındadır. Bir defasında İmam-ı Ahmed'e -Farslılar haftanın günleri ile yılın aylarını bizim manâlarını anlamadığımız isimlerle anıyorlar, bu konuda ne dersin?- diye sordum. Bana bunu ağır şekilde mekruh saydığını belirtti ve Mucahid'in de Farsça ay isimleri kullanarak “Azermah” veya “Deymah” demeyi mekruh gördüğünü nakletti. Kendisine ismi farsça olan birini bu isimle çağırmanın yerinde olup olmadığını sordum, bunu da mekruh saydığını söyledikten sonra sözlerine şöyle devam etti - Bir defasında İshak'a, kitab tarihlerinin “Azermah, Deymah” gibi farsça ay isimleri kullanılarak atılıp atılamayacağını sordum. Bana eğer bu isimler arasında çirkin anlamlı olanı yoksa bunun sakıncalı olmadığını söyledi. İbn-i Mubârak, Cenab-ı Allah (c.c.) kasdedilerek “Ized” adına yemin edilmesini mekruh saydı ve bunun gerekçesini açıklarken “Bu ismin bir puta izafe edilip edilmediğinden emin değilim” dedi. Diğer farsça Allah isimleri ve hatta bu tip eski Arabca isimler de böyledir. Yani putlarla ilgili olan isimler.”
Ahmed İbn Hanbelî'nin bu tip yabancı kaynaklı isimlerin kullanılmasını mekruh sayması iki gerekçeye dayanır.
Birincisi, manası bilinmeyen bir isim, İslâmca haram olan bir anlama gelebilir. O halde müslüman anlamını bilmediği yabancı kaynaklı bir ismi kullanmamalıdır. Bu yüzden farsça, ibranice ve süryanice gibi yabancı dillerle dua etmek mekruhtur, çünkü söylenecek sözler arasında anlamı câiz olmayan sözler bulunabilir. Yukarıdaki belgede görüldüğü gibi, bu konuda İshak bu gerekçeyi göz önünde tutuyor. Hemen belirtelim ki, eğer kullanılan yabancı kaynaklı kelimenin anlamının mekruh olduğu biliniyorsa, bu kelimeyi kullanmanın mekruh olduğu kuşkusuzdur. Fakat kelimeyi kullanan kimse kullandığı kelimenin anlamını bilmediği takdirde Ahmed-i Hanbelî, bu kelimeyi kullanmayı mekruh sayarken İshak'ın sözleri bunu mekruh görmediği izlenimini bırakıyor.
Gerekçelerin ikincisi ise yabancı kelimeler kullanan kimsenin git gide Arabca dışında bir dille konuşma alışkanlığı edinmesi sakıncasıdır. Çünkü Arabca İslam dininin ve müslümanların semboludur. Ummetleri diğer ümmetlerden ayıran en önemli özellik onların dilleridir. Bu yüzdendir ki, çoğu fıkıh alimleri, belki de çoğunluğu namaz kılarken ve zikrederken yapılan duaların Arabcadan başka bir dille okunmasını doğru saymamışlardır.
İktidau's Sıratı_Mustakim – Şeyhu'l İslam ibn Teymiyye : 4. bölüm
MÜSLÜMAN KAFİRLERİN TÖRENLERİNE KATILAMAZ
Müslüman bir devlet, maslahat gereği bazı kafir devletlerle barış anlaşması yapabilir. Fakat Müslüman devletin her hangi bir temsilcisi , sebeb ne olursa olsun barış anlaşması yapılan kafir devletlerin küfür olan törenlerine katılamaz. Çünkü bir Müslüman böyle bir törene katıldığında o kafirlerin küfrünü kabul etmiş sayılır ki bu apaçık bir küfürdür. Kâfir devletler, ülkelerini ziyaretine gelen kimselerden, kendilerine saygı ifade eden birtakım ameller yapmalarını isteyebilirler.Mesela ; devletlerinin kurtarıcısı olarak gördükleri kimselerin mezarlarını , mozalelerini ziyaret ettirip onun için Fatiha okutturabilir veya onun mezarına çelenk koydurarak saygı duruşunda bulunulmasını isteyerek “Tİ” sesiyle başlayıp Tİ sesiyle biten , rukûsuz , secdesiz namaz kıldırarak ibadet ettirebilirler.
Mesela Şeriatın, hilafetin, Allah'ın Hakimiyet hakkının gasb edilip mahlukâtına - millete - verildiği kara günü "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adında kutlayamaz!
Kafirlerin putlarına saygı ifade eden her türlü hareket küfürdür. Kafir devletin kurtarıcısı olarak görülen kişiler için saygı duruşunda bulunmak veya mezarlarına bir şeyler takdim etmek ; Ebu Cehil’ e, Firavun’a , puta secde etmek veya onlar için kurban kesmek gibi küfür olan bir ameldir. Bu yüzden bir mûminin mutlak manada elfaz-ı küfr (küfür sözler–dinden çıkaran kelimeler), ve efal-i küfr (küfür ameller- insanı dinden çıkaran ameller , hareketler) bilmesi ,anlaması gerekir. Bunun gibi kafir devletin (Dâr’ul- harb) simgesi olan bayrağa karşı saygı duruşunda bulunmak da küfürdür . Bütün bunları Müslüman bir şahıs yapamayacağı gibi , Müslüman devletin temsilcisi de yapamaz.
Müslüman bir şahıs , ikrah-ı mulci (zorlayıcı baskı) dışında her ne sebeble olursa olsun bunlardan birini yaparsa kafir olur. Müslüman bir devlet için ise ikrah söz konusu değildir. İkrah, devletler için değil ancak fertler için söz konusu olur. Müslüman devletin temsilcisi bunlardan birini yaparsa söz konusu bu devlet o kimsenin kendisini temsil etmediğini söylemedikçe, kendi sınırları içinde Allah’ın hükümlerini uygulasa bile kafir olur.
Şayet Müslüman devletin temsilcisi kendisine ikrah-ı mulci derecesinde bir baskı yapıldığı için bunlardan birini yapacak olsa bile, o zaman bu devletin Müslüman kalabilmesi için, yine o temsilcinin kendisini temsil etmediğini bildirmesi gerekir.
Rasulullah (s.a.v.)in kafirlere tebliğ için gönderdiği elçileri , kafir devletlerin küfür olan hiçbir törenine katılmamış , onların saygı duyup taptıkları nesnelere saygıyı ifade eden hiçbir söz veya harekette bulunmamış ve onların küfür olan adetlerine uymamışlardır. İşte Rasulullah (s.a.v.)'in Habeş kralı Necaşi’ye gönderdiği elçisi Amr b. Umeyye ! O Habeş ülkesine gittiğinde, insanların, Necaşi’nin huzuruna küçük bir kapıdan eğilerek girdiklerini gördü . Kapıya geldiğinde , hemen oradan geri döndü. Bir rivayete göre de kapıdan eğilerek değil, geri geri girdi. Amr b. Umeyye , bir insanın yanına secde eder gibi eğilerek girmenin küfür olduğunu bildiği için böyle yapmıştı . Müslümanların böyle konularda çok hassas olmaları ve kafirlerin oyunlarına gelmemeleri gerekir. Çünkü bir Müslüman için Allah’tan başkasına tapmak, ateşe girmekten daha ağırdır .
Kafir bir devletin putlarına, maslahat gereği laf atılmayabilir veya imkan olmadığı için onları ortadan kaldırmaya teşebbüs edilmeyebilir. Fakat onlara saygı göstermek veya bir şey takdim etmek ya da övmek, Allah’tan başka bir varlığa ibadet etmek manasına gelir ki, bu açık bir küfürdür. Müslümanların, merhale gereği veya güçleri yetmediği için kafirlerin putlarına laf atmamaları veya onları yıkmamaları caizdir. Fakat, ne merhale icabı, ne muttefiklerini kızdırmama amacıyla, ne de bunların dışında herhangi bir sebeble , onların put olduklarını ve onlara tapanların kafir veya muşrik olduklarını gizlemeleri katiyen caiz değildir.
Rasulullah (s.a.v.) , Kurayş’le Hudeybiye’de barış anlaşması yaptıktan sonra , ertesi sene kaza umresi için Mekke’ye gittiğinde, Kâbe‘nin içinde ve etrafında pek çok put vardı. Rasulullah (s.a.v.), o putlara dokunmadan umresini yaptı. Fakat o putlara hiçbir şekilde saygı ifade edecek bir davranışta veya takdimde, tazimde bulunmadı. Aynı şekilde, o putlara tapmanın câiz olduğunu veya onlara ibadet edenlerin kafir olmadıklarını söylemediği gibi, o putlara ibadet edenlere de Müslüman muamelesi yapmadı. Müslümanlar böyle küfür amelleri yapmadıkları için, muşrikler barış anlaşmasını bozmaya kalksaydılar bile, ne Rasulullah (s.a.v.), ne de diğer Müslümanlar böyle bir şey yapacak değillerdi. Çünkü bunlar , putları kabul veya onlara ibadet etmek kapsamına giren hareketlerdir .
Tarık b. Şihab (r.anh) Rasulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor :
“Bir sinek yüzünden adamın biri cennete , diğeri de cehenneme girdi “ dedi.
Sahabeler : “Bu nasıl oldu ey Allah’ın Rasulu ?“ dediler.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu : “İkisi beraber bir şehre uğradılar. Bu şehir halkının oradan her geçenin mutlaka kurban takdim etmesi gereken bir putu vardı.
Birine ; “Bir kurban takdim et“ dediler .
O ‘ da ; “Takdim edecek hiç bir şeyim yok ki “ dedi.
Onlar da ; “Hiç değilse bir sinek takdim et“ dediler.
O da bir sinek takdim etti, yolunu serbest bıraktılar. Allah (c.c) o kişiyi bu amelinden dolayı cehenneme soktu.
Diğerine ; “Sen de takdim et“ dediler.
O : “Allah’tan başka hiç bir varlığa sinek dahi takdim etmem “ dedi.
Bunun üzerine boynunu vurdular. O adam da bu amelinden dolayı cennete girdi “
(Ahmed b. Hanbel, Kitab'uz Zuhd, s. 15 - hadisi, zayıf)
(Hadisin zayıf olduğunu gösteren iki sebeb vardır:
Birincisi: Alimler, hadisi rivayet eden Tarık b. Şihab'ın, hadisi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'den duymadığına dair ittifak etmiş, fakat Onun sahabeden olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişler.
Alimlerin çoğuna göre sahabelerdendir. Eğer sahabi olduğunu kabul edersek hadisi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'den duymamış olması rivayetin sahih olmadığını göstermez. Çünkü sahabeden rivayet edilen mürsel hadis, delildir ve huccettir. Eğer sahabelerden değilse bu demektir ki bu rivayet sahabi olmayan bir kişinin rivayet ettiğidir. Böyle olursa bu zayıf türlerindendir.
İkincisi: Hadis A'meş'ten rivayet edilmiştir. Ameş ise mudellislerden (hadis rivayet ederken hata yapan kişilerden)dir. Bu da hadisin zayıf olduğunu gösteren şeylerdendir. Ayrıca imam Ahmed bu hadisi Tarık'tan, O da Selman'dan mevkuf olarak rivayet etmiştir. Aynı şekilde Ebu Naim ve İbn Ebi Şeybe böyle rivayet etmişlerdir. Selman'ın kendi sözünden rivayet ettiğine göre Beni israil'den aldığına dair bir ihtimal söz konusudur.)
Fakat maslahat icabı laf atılmayan veya dokunulmayan bu putlar , güç yetirildiğinde veya o belde ele geçirildiğinde hemen yerle bir edilmelidir. Nitekim , Mekke’yi feth ettiği zaman Rasulullah (s.a.v.)'in ilk işi , Kâbe'deki bütün putları kırmak olmuştur. Müslüman devlet, kafirlerin küfür törenlerine katılmayacağı, putlarını yüceltemeyeceği gibi, barış anlaşması yapmış olsa bile, İslam şeriatını tatbik etmeyen ülkelerin küfür diyarı olduklarını bildiren İslam’ın açık hükmünü hiçbir şekilde gizleyemez. Çünkü böyle bir hareket İslam akidesinden tavizdir. Böyle bir ülke, kendi içinde şeraiti tatbik etse bile küfür devleti olur .
Kafirleri Ziyaret ve Onları Tebrik Etmek
İmam Buharı, Cenaze bahsinde, Enes (r.anh)'den rivayette bulunuyor.
Enes (r.anh) demiştir ki: "Yahudi bir çocuk vardı, bu çocuk Peygamber (s.a.v.)'e hizmet ediyordu.
Hastalandı, Peygamber (s.a.v.) kendisini ziyarete gitti, başucunda oturdu ve Ona dedi ki: "Gel, müslüman ol."
Çocuk, dönüp babasına baktı, çünkü babasının yanında idi.
Bunun üzerine babası dedi ki: "Ebu'l-Kasım'a (Muhammed'e) itaat et. O da müslüman oldu."
Peygamber (s.a.v.) oradan çıkıp gittiğinde şöyle diyordu: "Onu cehennem ateşinden kurtaran Allah'a hamdolsun."
(Buharî, 3/219 Hadis no: 1356)
Yine bir başka rivayet Ebu Talib ile ilgilidir. Ebu Talib ölüm döşeğinde iken, Peygamber (s.a.v.) kendisini ziyaret eder ve, O'na İslâmı sunar." (Buharî, Cenaiz, Hadis no:. 1360)
İbn Battal diyor ki: "Eğer bunların ziyaret edilmelerinde, İslam'a girmeleri umudu varsa, ziyaret meşrudur. Şayet böyle bir durum yoksa, gerekmez." (Fethu'1-Barî, 10/119)
îbn Hacer ise der ki: Benim kanaatim odur ki, bu ziyaret meselesi maksadlara göre değişir. Bazan olur ki, gayr-ı muslimi ziyaret etmenin bir başka yaran ve maslahatı olabilir." (Fethu'1-Barî, 10/119)
Ancak gayri muslimlere ait küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, kutlamak haramdır. Hem de bu haramlık ittifak iledir. Meselâ bunları bayramları sebebiyle tebrik etmek gibi. Bir misal olarak adam diyor ki:
"Bayramın kutlu olsun, veya seni bayram dolayısıyla tebrik ederim."
İşte böyle söylemek, söyleyen kimseyi küfre sokmasa da, bu da işlenen haramlar türündendir.
Bu tıpkı şuna benzer: Haça secde eden kimseyi yaptığı secdeden ötürü kutlamak gibi. Hatta belki bu kimsenin onu tebrik etmesi bundan da büyük bir günah olabilir.
Adamı içki içtiğinden ötürü tebrik etmekten öteye Allah'ın gazabını çeken bir hal olmuş olur. Adam öldürmek, haram olan zina fiilini işlemek ve benzeri şeylerden de ağır bir günah olmuş olur, Allah'ın gadabını çeker.
Çoğu kimse, dinde bu gibi şeylerin yapılmasının bir önemi olmadığını düşünebilir. Yaptığı işin kötü ve çirkin bir iş olduğunu da bilmeyebilir. Kim bir kulu bir mâsiyetinden, bid'atından ve küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse sının aşmış, Allah'ın lanetini ve gazabını üzerine çekmiş olur.
Nitekim gerçek takva sahibi kimseler, bunlardan ilim ehli olan zatlar, zalimlerin belli makamlara gelmeleri halinde, Onların bu görevleri sebebiyle tebrik etmiyorlar, kutlamıyorlar. Aynı zamanda cahil ve makama ehil olmayan kimselerin kada (yargı) makamına getirilmelerini, öğretim görevlisi vazifesinin verilmesini, fetva makamına getirilmesini gördüklerinde bunları kutlamıyorlar, tebrikte bulunmuyorlar. Çünkü onların hepsi Allah nezdinde düşük oldukları için, kendileri yüzünden gelebilecek bir gadabdan çekiniyorlar. Ancak bir kimsenin şerrinden ve kötülüğünden emin olabilmek için ona giderse, bundan dolayı hiçbir şey söylemeyip sadece Ona hayır söyler, muvaffakiyeti ve doğru olabilmesi için, düzelebilmeleri için onlara dua ederse, bunda herhangi bir sakınca yoktur. [İbn Kayyım, "Ahkamu Ehli'z-Zimme", 1/205-206]
Bu konuya ayrıca şu hususlar da girer:
İslâma aykırı davrananlara tazimde bulunmak, onlara 'efendim, beyim, paşam' gibi ifadelerle saygı göstermek kesinlikle haramdır.
Nitekim merfu olan bir hadislerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
"Munafık olan kimseyi "Efendim, beyim, paşam" diye çağırmayın. Şayet o kimse bey ve paşa yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabb'ınızın gadâbını çekmiş olursunuz."
(Ebû Davud, Sunen, Edeb, H, 4977; Mişkatu'l-Mesabîh, 3/1349, II. 4780. Elbanî, hadisin isnadı sahihtir, demiştir)