Ebubekir b. Ebi'd-Dunyâ... Muafa b. İmrân'dan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Cennette, Tûbâ denen bir ağaç vardır. Eğer imkân verilseydi de rahvan ata binmiş bir süvari onun gölgesinde gitmiş olsaydı, yüz sene müddete onun gölgesinde giderdi. Yaprağı yeşil zümrüttendir. Çiçekleri sarı örtülerdir. Etrafı (dalları) ipek ve atlastandır. Meyvesi, güzel elbiselerdir. Zamkı, zencefil ve baldır. Vadisi, kızıl yakuttan ve yeşil zümrüttendir. Toprağı misk, otları da safrandır. Yakıtsız ısınır. Dibinden selsebil (tatlı su) ve saf şarap ırmağı fışkırır. Gölgesi, cennet ehlinin meclislerinden biridir. Ona alışıp ısınırlar. Orada hepsi konuşurlar. Bir gün onlar orada konuşup sohbet etmekleyken melekler onlara yakuttan develeri sürüp getirirler. O develere ruh üflenmiş-tir. Yularları altın zincirdir. Yüzleri kandil gibidir. Üzerlerinde, levhaları inci ve yakuttan olan palanlar vardır. Palanlar, inci ve mercanla işlenmiştir. Astarları kızıl altındandır. Atlas ve erguvanla örtülmüştür. Melekler bu develeri cennetlikler için çöktürürler.
Onlara: "Rabbiniz size selâm söylüyor. Durumunuzu görmek için sizi ziyaret etmek istiyor ki, siz de O'nu görebilesiniz; O'na selam veresiniz, O da sizi sevsin, O'nunla konuşasınız, size olan lutfunu artırsın. Çünkü O büyük lütuf ve geniş rahmet sahibidir."
Cennetliklerden her biri bineğinin başına geçer. Sonra düzgün bir saf halinde yola koyulurlar. Bu kafilede kimse kimseyi geçmez. Birinin devesinin kulağı, diğerinin kulağının hizasını geçmez. Bir devenin dizi, diğerinin dizinin hizasını geçmez. Cennet ağaçlarından hangisinin yanına varırlarsa, o ağaç onlara mutlaka meyvesini hediye olarak verir. Saflarının bozulmasını istemediğinden dolayı, yollarından çıkıp bir kenara çekilir ki iki kişinin arasını ayırmasın.
Her istediğini yapacak güç sahib olan Allah'ın huzuruna çıkarıldıklarında Allah onlara mubârak yüzünü gösterir. Büyüklük ve yücelikle onlara tecellide bulunur.
Onlar Rablerini görünce: "Rabbimiz sen selâmsın. Selâm sendendir. Ululuk ve ikram hakkı senindir." derler.
Aziz ve Celil olan Rableri de onlara der ki: "Doğrusu selâm benim. Selâm bendendir. Ululuk ve ikram hakkı benimdir. Vasiyetimi yerine getiren, hukukuma riâyet eden, gıyaben benden korkan, her hâl-û kârda benden çekinen kullarıma merhaba diyorum."
Kullar O'na derler ki: "Üstünlüğüne ve mekânının yüceliğine yemin ederiz ki; senin kadrini hakkıyla bilemedik. Bütün haklarını sana ödemedik. Sana secde etmemize izin ver."
Rableri onlara der ki: "Sizden ibadet yükünü kaldırdım. Bedenlerinizi rahatlandırdım. Çünkü (dünyadayken) bedenlerinizi benim için çok yordunuz; yüzlerinizi zelil kıldınız. Şimdi ise ruhuma, rahmetime, ikramıma kavuştunuz. Dileyin benden ne dilerseniz. Temennide bulunun ki temenni ettiğiniz şeyleri size vereyim. Bugün sizleri amelleriniz kadar değil, rahmetim, ikramım, geniş lutfum, ululuğum, mekânımın üstünlüğü ve sânımın yüceliği kadar mukâfatlandıracağım."
Kullar dilek ve temennilerde bulunmaya devam ederler. Öyle ki en az dilekte bulunan kimse, -Cenab-ı Allah'ın yarattığı günden yok edeceği güne kadar İçinde var olmuş ve olacak şeyler de dahil olmak üzere- tüm dünya kadar dilekte bulunur.
Aziz ve Celil olan Allah onlara şöyle buyurur: "Çok az dilekte bulundunuz. Size lâyık olmayan şeylerle yetindiniz. Dileyip temenni ettiğiniz şeyleri sizin için vacip kıldım, (onları muhakkak size vereceğim) soylarınızı size kalacağım. Dilemekte hayal edemediğiniz şeyleri dahi size vereceğim."
(İbn Kesîr, Ölüm Ötesi Tarihi, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2001: 464-468)
Bu zâyıf, gârib ve mursel bir hadistir.
En iyimser deyişle bu, seleften birinin sözü olabilir. Bazı râvilerinin vehmi bunu merfu bir rivayet olarak göstermiştir. Aslında öyle değildir. Doğrusunu Allah bilir.
“Ölüm Ötesi Tarihi” adlı eser, İbn Kesir’in “el-Bidaye ve’n-Nihaye” adlı eserinin tercümesidir. Söz konusu eserde yukarıdaki rivayete rastlayamadık.
Bununla beraber, benzer bir bilgi Ehl-i kitab kökenli Vehb’in kendisinden aktarılmıştır. Bunun da İsrailiyat olduğu bellidir. Bu ifadeler de cennette değil, Allah’ın kainatın yaratılışını cumartesi günü bitirdikten sonra, mahlukatın (insanların) yeryüzünde dolaştıklarını görünce onlara hitaben ifade buyurmuştur. (el-Bidaye, Daru ihyai’t-turasi’l-Arabi, 1408/1988, 9/309-310)