hadim-ul kuran
bende eskiden nur cemaatine arada giderdim ve gördüğüm kadarı ile risale ile geçirilen vakit kurandan daha fazla ve risale yazılırken abdest alınıyor sonra uyduruk hikayeler uçma kaçma vs. hatta birgün osmanlıca yazıldığı için anlamadığımı söyledim bana "sen dinle yeter o senin kalbine işler" gibisinden şeyler söylendi, bir forumdada neden sakal bırakmıyorsunuz sorusuna bizim kaynağımız üstad (neyde üstad ise) ve risale diyordu.birkere de bir adam getirdiler talebesiymiş Said'in,diyordu siz üstadı gören gözleri görüyorsunuz " ne bu sahabe mi sanki... bunlar Said ve kitabını bağlamaz diyorsanız kitabındaki şirklere bir göz gezdirin artık kimi kime savunduğunuza bakın...ebced cifr hesabı bu kitapta,kabirperestlik,ölüden yardım isteme bu kitapta,şirk bu kitapta...videoyu yada önceki verdiğim linkleri incelemeye ve acizane tevbeye davet ediyorum... videonun tamamını objektif olarak ve tevhid çerçevesinde izlerseniz herşeyi anlayacaksınız kardeşim...
RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ
Asa-yı Musa
Said Nursi herkesin kendi kitaplarına muhtaç olduğunu iddia ediyor.(S:9)
Bu acip asırda ehl-i îman, Risale-i Nur'a ve ehl-i fen ve mektep muallimleri Asâ-yı Mûsa'ya şiddetle muhtaç oldukları gibi; hâfızlar ve hocalar dahi Zülfikar'a şiddetle muhtaçtırlar.
Hz.Ali'nin Risale-i Nurları haber verdiği yalanı.(S:10)
İmam-ı Ali RadıyALLAHü Anh, Celcelutiye'sinde pek kuvvetli ve sarahate yakın bir tarzda Risale-i Nur'dan ve ehemmiyetli risalelerinden aynı numara ile haber verdiğini…
Said Nursi ayetleri kullanarak kendi risalelerini reklam ediyor.(S:55)
Ramazan-ı Şerifte Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânı okurken, Risale-i Nur'a işaretleri Birinci Şuada beyan olunan otuz üç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sayfası ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur'a ve şakirtlerine, kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur'dan âyâtü'n-nur, on parmakla Risale-i Nur'a baktığı gibi, arkasındaki âyât-ı zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüz'iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Ve bu asırda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirtleridir diye hissettim.
Bir nurcunun kabir sualine gramerle cevap verip rahmeti ilahiyeyi güldürdüğü yalanı.(S:70)
İlm-i sarf ve nahvi okuyan bir medrese talebesinin vefat edip kabirde Münker ve Nekir'in " Men Rabbûke? Senin Rabbin kimdir?" diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Men mübtedâdır, Rabbûke onun haberidir. Müşkil bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır diyerek, hem o melaikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşful kubur velisini güldürdü ve rahmeti ilahiyeyi tebessüme getirdi.
Hafız Ali'nin meleklerin sualine Risale-i Nur ile cevap verdiği uydurması.(S:70)
Risale-i Nur'un bir şehid kahramanı olan merhum Hafız Ali, hapiste meyve risalesini kemal-i aşla yazarken ve okurken vefat edip, kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi meyve hakikatleri ile cevap verdiği misüllü; ben de ve Risale-i Nur şakirtleri de o suallere karşı risale-i Nur'un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle, istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevap verip, onları tasdike ve tahsine ve tebriğe sevk edecekler, inşALLAH.
Said Nursi Felaq suresinin ayetlerini şeytanın telkini yönünde yorumlayarak dostuna sadakatini gösteriyor.(S: 75)
Gayet ehemmiyetli bir nükte-i i'câziyeye dair, birden ihtiyarsız, mağripten sonra kalbe ihtar edilen ve Sûre- “Qul Eûzü bi rabbil felaq” ın zâhir bir mu'cize-i gaybiyesini gösteren uzun bir hakikate kısa bir işarettir.
Ayetin Eskişehir hapsinden kurtulmalarından haber verdiği yalanı.(S: 76)
Meselâ, başta “ Qul eûzü biRabbil felaq” cümlesi, bin üç yüz elli iki veya dört (1352-1354) tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrî ile tevafuk edip nev-i beşerde en geniş hırs ve hasetle ve Birinci Harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umumye işaret eder ve ümmet-i Muhammediyeye (a.s.m.) mânen der: "Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz." Ve bir mânayı remziyle, Kur'ân'nın hizmetkârlarından olan Risale-i Nur şakirtlerine hususi bir iltifatla, onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihiyle kurtulmalarına ve haklarındaki imha plânının akîm bırakılmasına remzen haber verir, mânen "İstiâze ediniz" emreder gibi bir remiz verir.
Said Nursi ayeti cemaatini reklam için suistimal ediyor.(S: 76)
Hem meselâ min şerri mâ halaq cümlesi (şedde sayılmaz) bin üç yüz altmış bir (1361) ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zâlimâne tahribatını Rûmî ve Hicrî tarihiyle parmak bastığı gibi, aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kur'ân'ın hizmetine çalışan Nur şakirtlerinin geniş bir imha plânından ve elîm ve dehşetli bir belâdan ve Denizli hapsinden kurtulmalarına tevafukla, bir mânâyı remzî ile onlara da bakar, "Halkın şerrinden kendinizi koruyunuz" gizli bir îmâ ile der.
Ayetin dünya savaşlarını haber verdiği düzmecesi.(S: 76)
Hem meselâ en-neffâsâti fil uqad cümlesi (şeddeler sayılmaz) bin üç yüz yirmi sekiz (1328), eğer şeddedeki lâm sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358) adediyle bu umumî harpleri yapan ecnebî gaddarların, hırs ve hasetle bizdeki Hürriyet inkılâbının Kur'ân lehindeki neticelerini bozmak fikriyle tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumînin patlamasıyla maddî ve mânevî şerlerini, siyasî diplomatların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyâne mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevâfuk ederek en-neffâsâti fil uqad 'in tam mânasına tetâbuk eder.
Said Nursi'nin ayetlerin anlamlarını saptırıp, siyasete alet etmesi.(S: 76)
Hem meselâ “ ve min şerri hâsidin izâ hased” cümlesi (şedde ve tenvin sayılmaz) yine bin üç yüz kırk yedi (1347) edip, aynı tarihte, ecnebî muahedelerin icbarıyla bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar ve felsefenin tahakkümüyle bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller vücuda gelmesine ve aynı tarihte, devletlerde İkinci Harb-i Umumîyi ihzar eden dehşetli hasetler ve rekabetlerin çarpışmaları tarihine bu mânâyı işârî ile tam tamına tevafuku ve mânen tetabuku, elbette bu kudsî sûrenin bir lem'a-i i'câz-ı gaybîsidir.
11.Said Nursî Diplomatları karşı politikasına ayetleri alet ediyor.(S: 77)
Bu lem'a-i i'câziyede, baştaki min şerri maâ halaq da, hem min , hem şerri kelimeleri hesaba girmesi ve âhirde ve min şerri hâsidin izâ hased yalnız şerri kelimesi girmesi ve min girmemesi ve ve min şerrin neffâsâti fil uqad , ikisi de hesap edilmemesi gayet ince ve lâtif bir münasebete ima ve remz içindir. Çünkü, halklarda şerden başka hayırlar da var. Hem bütün şer herkese gelmez. Buna remzen, bazıyeti ifade eden min ve şerri girmişler. Hâsid hased ettiği zaman bütün şerdir. Bazıyete lüzum yoktur. Ve enneffâsâti fil uqad remziyle, kendi menfaatleri için küre-i arza ateş atan üfleyicilerin ve sihirbaz o diplomatların tahribata ait bütün işleri ayn-i şerdir diye, daha şerri kelimesine lüzum kalmadı.
12.Ayetlerden cifir ile Cengiz Han ve Abbasi devletine pay çıkarıyor.(S: 77-78)
Nasıl bu sûre, beş cümlesinden dört cümlesiyle bu asrımızın dört büyük şerli inkılâplarına ve fırtınalarına mânâ-yı işârî ile bakar. Aynen öyle de, dört defa tekraren min şerri (şedde sayılmaz) kelimesiyle, âlem-i İslâmca en dehşetli olan Cengiz ve Hülâgu fitnesinin ve Abbâsî Devletinin inkıraz zamanının asrına dört defa mânâ-yı işârî ile ve makam-ı cifrî ile bakar ve parmak basar.
13.Hz.Ali ve Geylani gelecekten haber vermişlerdir yalanı.(S: 78)
Evet, şeddesiz şerri beş yüz (500) eder; min doksandır (90). İstikbale bakan çok âyetler,
Asa-yı Musa, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, Kelebek Matbaası, Haziran 1994
Mesnevi-i Nuriye
-Said Nursiye göre vahdetül vücud tevhidde boğulan ve düşünceye sığmayan bir tevhid zevkidir iddiası.(S.216-217)
Sual: Vahdetü'l-vücudu nasıl görüyorsun?
Elcevap: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i ulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani Lâ müessira fil kevni illALLAH sonra vahdet-i idare, sonra vahdetü'ş-şühud, sonra vahdetü'l-vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkıkîn-i sofiyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlâl edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü'l-vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vâcibü'l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu, belki bir mevcudu görmüşler.
Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii müşahede etmek, tarik-i istiğrakkârâne cihetiyle cedâvil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve merâyâ-yı mevcudatta tecellî-i esmâ ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe oldu. Maddeperver hükemâ ve zaîfü'l-itikad ehl-i nazarın vahdetü'l-vücudu ile evliyanın vahdetü'l-vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:
Birincisi: Muhakkikîn-i sofiye, Vâcibü'l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmiş ve müstağrak olmuş ve ehemmiyet vermişler ki, onun hesabına kâinatın vücudunu inkâr etmişler. Hükemâ ve zaîfü'l-itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar etmişler ve müstağrak olmuşlar ki, fehm-i ulûhiyetten uzaklaştılar. Ve o derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti onda mezcetmek, hattâ kâinat hesabına ulûhiyetten istiğnâ etmek derecede tarik-i müteassifeye girmişlerdir.
İkincisi: Muhakkikîn-i sofiyenin vahdet-i vücudu, vahdetü'ş-şuhudu tazammun eder. İkincilerin, vahdetü'l-mevcudu tazammun eder.
Üçüncüsü: Birincilerin mesleği zevkîdir. İkincilerin nazarîdir.
Dördüncüsü: Birinciler, evvelen ve bizzat Hakka, nazar-ı tebeî olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzat halka bakarlar.
Tenvir
Meselâ, küre-i arz rengârenk muhtelif ve küçük küçük cam parçalarından farz olunursa, herbiri başka hasiyetle levnine ve cirmine ve şekline nispetle şemsden bir feyiz alacaktır. Şu hayalî feyiz ise, ne güneşin zatı ve ne de ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temâsili ve elvân-ı seb'asının tesâviri ve güneşin tecellîsi olan şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvânı faraza lisana gelseler, herbiri "Güneş benim gibidir" veyahut "Güneş benim" diyeceklerdir.
Fakat ehl-i vahdetü'ş-şuhudun meşrebi fark ve sahvdır. Ehl-i vahdetü'l-vücudun meşrebi mahv ve sekirdir. Sâfi meşrep ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.
Mesnevi-i Nuriye, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, Almanya Baskısı, Mart 1994
Zülfikar Mecmuası
Hasan Feyzi'nin Risale-i Nur'un sahife, satır, kelime ve harfleri ALLAH tarafından ihsan edilmiştir, iddiası.(S: 432)
Ey Risale-i Nur! Senin Kur'an-ı Kerim'in nurlarından ve mucizelerinden geldiğine, Hakkın ilhamı, Hakkın dili olup, O'nun emri ve O'nun izni ile yazıldığına artık şek şüphe yok. Fakat acabe senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak telif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesehat ve özündeki belâgat ve sendeki halavet başka eserlerde görülmüyor. Ehil ve erbabına malum olduğu üzere: âyât-ı beyyinat-ı ilahiyyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm u Arabiyeyi hamil olduğu gibi, sen dahi birçok yücelikler, sahife ve satırlarında, hatta kelime ve harflerinde talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyât taşıyorsun. İşte bu hal, senin bir Mu'cize-i Kur'an olduğunu isbat ediyor.
[Risale-i Nur Külliyatından, Zülfikar Mecmuası, Tenvir Neş.,1998, Said Nursi, S: 432-3]
Hasan Feyzi'ye göre Risale-i Nur Arş-ı A'zamdan inmiştir.
Çünki sendeki mukayese ve muhakemelerin , vakıa ve temsillerin bir naziri bir daha gösterilemez. ALLAH, ALLAH!.. Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse azdır. Gözleri nurlandırıp, gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tabiratın ve kelimat ve teşbihatın Arş-ı A'zam'dan indiği muhakkaktır.
[Risale-i Nur hakkında Ankara Üniversitesinde verilen konferans. Ayyıldız Matbaası, Ankara 1957, Sayfa 37,38,39 da geçen Hasan Feyzi'nin mektubuna Tenvir Neşriyat hiyanet ederek bu kısmı şu şekilde değiştirmiştir:”Arş-ı A'zam'dan inen Kur'an-ı Hakim'in delil, hüccet ve bürhanları olduğu muhakkaktır.” ]
Zülfikar Mecmuası, Said Nursi, Tenvir Neşriyat, Renkler Matbaası, İst. 1998
Barla Lahikası
“Mühim bir zatın Kur'an'ın icazını beyan et emri” uydurması.(S:11)
BİRİNCİ SEBEP: Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: "Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir." Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: "İ'câz-ı Kur'ân'ı beyan et." Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.
Risale-i Nur bütün olarak kusursuz ve noksansızdır iddiası.(S:23)
...bu kardeşiniz hak ve hakikate muvafık ve mutabık bir cevap verebilmek için inayet ve kerem-i İlahi ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberiye iltica eyledi. Şöyle ki: Mübarek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübinin nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır.(Hulûsî)
Bir nurcunun Gavsın gelecekten haber vermesine ve himayesine inanması.(S:76)
Fakire bunca iltifattan başka, hele bu defaki lütufnâmelerinin başına, birçok tavsiften sonra "Hizmet-i Kur'âniyede kuvvetli arkadaşım ve tarik-i Hakta ve ebed yolunda enîs yoldaşım" kelimat-ı lâtîfesi, bu cihan-kıymet kelâmlarınız, benim gibi fakir, hakir, muhtaç bir kardeşinize karşı ibzal ve himmet buyurulması, sizin büyüklüğünüze ve daha doğrusu Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî (kuddise sırruhu'l-âlî) Hazretlerinin teveccüh, dua, himaye ve muhafazası olduğuna nasıl iman etmeyeyim? Nasıl ki, bu defa Gavs-ı Âzamın ihbârât-ı gaybiyesi risale-i şerifesini gördüm, okudum, yazdım. Gavs-ı Âzam, âzam-ı aktâb olduğunu bilir ve kalben tasdik ederiz ve ziyade muhabbet etmekte iken, bu defa bu kanaat, bu muhabbet tasdikimi kat-ender-kat ziyadeleştirdi ve takviye etti. Ve Hazret-i Şeyhe iman ve muhabbetimi habl-i metin ile bağladı.(Asım)
Nurcuların ölmüş insanlardan yardım istemesi.(S:77)
Yeter ki ruhuna nüfuz edebilsin. Çok şükür, sevgili Üstadımızın sayesinde ve teveccüh ve duasıyla bu Nurlardan mütenevvir ve mütena'im oluyoruz. Hele Gavs-ı Azam Şeyh Geylânî Hazretlerinin kerâmât ve ihbârât-ı gaybiyesini hemşireniz o kadar lezzet ve muhabbetle dinliyor ki, üç sene evvelisi hastalığa tutulduğu vakit, o halinde ve kısmen aklı başında olmadığı zamanlar bahçede ağaçların dallarını tutup, "Ya Abdülkadir-i Geylânî, ya Veysel Karânî, meded!" diye bağırıp sallanıyordu. Bu defa kerâmât ve ihbârât-ı gaybiyesini mufassal surette görmeye ve dinlemeye muvaffak oldu.
Camiye gelen ruhaniler içinde Said Nursi de vardı yalanı.(S:79)
Bülbül-i Bağistan-ı Kur'ân, Üstad-ı Ekremim, Efendim Hazretleri!
Mürşid-i ekmel, şeyhim Hacı Rahmi Sultan Hazretleri, seferberliğin ikinci senesinde irtihâl-i dâr-ı beka buyurdular. Burdur'a teşrifinizden bir ay evvel, merhum Rahmi Sultan'la beraber bir cami-i şerifte birkaç cemaatle bulunmakta iken, sükût-i hâl-i murakebeye varıldı. Bazı velîler ruhânî teşrif buyurdular. Nihayette, siz Üstadım teşrif buyurdunuz. Bir cezbe-i Rahmân zuhurla uyandım, kendime geldim. Bir ay sonra Burdur'a teşrifle, bazı yevm sohbet-i irfâniyenizde bulunup ruhlarımıza gıda bahşolundu.
Risale-i Nurda öyle bir kuvvet vardır ki Avrupa filozoflarını teslime mecbur eder yalanı.(S:111)
Evet, Risale-i Nur'da öyle bir kuvvet vardır ki, Avrupa'nın en müannid filozoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikîsi olan hakikî iman nurunu arayan Hıristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nur'u görseler, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın vesâyâsı nev'inden kabul edip sarılacaklardır...
Üç velinin kabirde bir araya gelmesi.(S:118)
Birisi: Hazret-i Mevlânâ, zülcenâheyndir. Yani, hem Kadirî, hem Nakşî tarikat sahibi iken, Nakşîlik tarikatı onda daha galiptir. Üstadım, bilâkis, Kadirî meşrebi ve Şâzelî mesleği daha ziyade onda hükmediyor. Ben Üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlânâ Hindistan'dan tarik-i Nakşîyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şâh-ı Geylânî'nin ba'del-memat hayatta olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlânâ'nın mânen tasarrufu, bidâyeten câ-yı kabul göremedi. Şâh-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbânî'nin ruhaniyetleri Bağdat'a gelip Şâh-ı Geylânî'nin ziyaretine giderek rica etmişler ki, "Mevlânâ Hâlid senin evlâdındır, kabul et." Şâh-ı Geylânî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlânâ Hâlid'i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlânâ Hâlid birden parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe vâki ve meşhud olmuştur. O hadise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velâyetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüyayla görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.
Bazı evliyalar Hızır gibi hala yaşıyor yalanı.(S:180)
Bu Kur'ânî risaleler, sair risaleler gibi tefekküh nev'inden değil ki, usanç versin . Belki tagaddîdir.
Saniyen: Gavs-ı Âzam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs'ın hususî İsm-i Âzamı, "Yâ Hayy" olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü'l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs'tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne'l-evliya meşhur olmuştur.
Barla Lahikası, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, Almanya Baskısı Ağustos 1994
daha fazlası için
https://www.islam-tr.org/tevhid/119...ndi-eserlerinden-kufur-akideleri-kitap-3.html