Hikmet Akpur
Cuma günleri imamlar tarafından hutbelerde okunmak üzere Diyanet tarafından hazırlanan hutbelerin sekülerleştirmedeki rolünü görebilmek için Diyanet’in kuruluş sebebleri üzerinde durmakta fayda vardır:
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan bir müddet sonra 3 Mart 1924’te hilafet fiilen ilga edildi, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı ve yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasının sebeblerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak inşa edilmişdir. Ulus ise, tasavvuri ve ibdai (yeniden yaratma iddiasına dayalı) bir varlık olup, zaruri olarak tek-tipleşmeyi, standart insanların varlığını gerektirir. Daha da mühimmi ‘ulus’ devletler, siyasi olarak laik-seküler felsefe ve zihniyetin hâkimiyetiyle ortaya çıkmış, dolayısı ile de laik-sekülerlik ile imtizac ederek gelişmiştir.
Türkiye Cumhuriyetinin ilk hakimleri de, devleti Türk ulusu temelinde inşa ettikleri için ülkedeki ğayri Müslim azınlıklarla Batı Trakya gibi yerlerdeki Müslümanları mübadele etmiş, diğer yandan da ülkedeki Müslümanlığın hayat damarlarını keserek Müslümanlığın ictimai hayattaki tezahürlerini de azaltmayı hedeflemiştir. İslam’ın ve Müslümanların varlığını tamamen ortadan kaldırmak zaten onların muktedir olabilecekleri bir şey değildi. İkincisi din bir toplumun aynı zamanda kültürünün, günlük hayatının merkeziydi, bu kolay değişmezdi. Bu yüzden denetim altına alınması daha elverişliydi. Üçüncüsü, ulusu bir arada tutacak dil, ırk gibi maddi unsurlardan daha kuvvetli bir manevi unsura ihtiyac vardır ki, o da dindir. Dördüncüsü, bu özellikleriyle din ve dinin anlaşılma ve tezahür şekline tesirde bulunularak, ‘vatandaşları’ devlete itaat ettirici bir işlev görebilirdi.
İşte Diyanet İşleri Başkanlığı bu kültürel duruma vaziyet etmek için tesis edilmiş müesseselerin başında gelir.
2. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasının diğer mühim bir sebebi -hatta mustağrib laik kadronun aynı zamanda en büyük korkusunun kaynağı hala budur- İslam dininin mahiyetidir. O’nun bütün bir ictimai, iktisadi, siyasi hayata dair ahkâmının ve bu alanlara müdahalesinin olmasıdır. Bu yüzden İslami talim, terbiye, İslami hayat, Müslümanların iradelerine bırakılmayacak kadar mühimdi. Yapılan bütün inkılabların temelinde İslami olanın, içtimai, siyasi, iktisadi hayattan uzaklaştırılması, yerine laik-seküler, Batılı kısaca ‘ulus’ değerlerini getirme hedefi vardı. Bir de bunun karşısında bir vakıa olarak İslam ve Müslümanlar vardır ve bunların da bu kimliğe uydurulması istenmişdir. Bunun için dinde reform tasarıları yapılmış ve adım adım uygulamaya konulmuşdur. Ezanın Türkçe mealinin okunması, Türkçe ibadet için Kur’an tercemesi yaptırma, Kur’an ve Sünnet’in resmi tefsirini oluşturma gibi… Medrese eğitimi ve Kur’an öğretimi ise resmen yasaklanmıştır. İşte bu uygulamaların varlığı göz önüne alınırsa Diyanetin kuruluş gayesi ve işlevi daha iyi anlaşılır. Diyanet Müslüman halkın zihniyetini resmi ideoloji ve devlet açısından şekillendirme işleviyle düşünülmüştür. Bugün milliyetçi-mukaddesatçıların diyanet camiasında oldukça etkili olması, bu projenin devam etmesinden ileri gelmektedir. Nitekim, 28 Şubat darbesi sırasında ve sonrasında Diyanet İşleri Başkanı sık sık genelkurmayda görülürdü. Diyanete özel hutbeler hazırlatıldığı şimdilerde itiraf edilmektedir.[ii]
“Diyanet hutbelerinin Cumhuriyet tarihi boyunca ve günümüzde halkın zihni yapısının sekülerleştirilmesine ne gibi katkısı olmuşdur?” suali varid olduğunda bunun cami cemaati ve topluma yapılacak gözlemlerle tesbit edilebileceği söylenebilir. Peki, halkın zihninin sekülerleştirilmesinden maksadımız nedir?
Diyanet hutbeleri şimdiye kadar imamlara hazırlanıp gönderiliyordu, imamlara düşen sadece okumaktı. Seçilen mevzular ve işlenme şekli hemen hemen her sene aynıdır. Şimdi hutbelerin imamlarca da hazırlanabilmesine imkân verilmişse de mevzular yine merkezi yöntemle belirlenmektedir. Her şeyden önemlisi hangi mevzu ele alınırsa alınsın, o mevzunun İslam dini içindeki bütünlüğü ve ifade ettiği mana ile bugünün insanı ve bugünün sistemine söylediği mesaj verilmek suretiyle Müslümanca bir iş yapılabilir. Ne var ki, çoğu imamın bu yetenekten uzak olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. Fakat hutbeler genelde insanları iyi vatandaş ve ahlaklı olmaya, topluma muzır bazı davranışlardan kaçınmaya davet ederken, toplumsal problemlerin kaynağına, yapılan zulümlere, haksızlıklara işaret eden hemen hemen hiçbir resmi hutbeye rastlamıyoruz. Bazen devlet siyaseti olarak, Filistin –geçmişte Bosna- gibi yerlerdeki mezalimlere değiniliyorsa da, bunlarda bile Müslümanları intibaha davet eden, buradaki zulümlere işaret eden ifadeler yer almamaktadır.
Sistem içi her eleştiri, her öneri o sistemi takviye eder ancak. Eğer bir hastalığa sebeb olan asıl nedene, kaynağa işaret etmeden sadece ilaca işaret ediliyorsa bu yapılanın sistemin takviyesinden başka bir işe yaramayacağını görmek gerekiyor. Bunun için Batı’da Marksizm, sosyalizm kapitalist sömürü sisteminin hakiki sebeb ve kaynağını tesbit edip, ona göre hakiki devayı bulma yeteneğinden mahrum olduğu içindir ki, neticede sadece fikir olarak çökmekle kalmamış, devlet olarak da çökmüştür… Bu arada kapitalizme yönelik tenkidleriyle kapitalist sistemin açıklarını kapatarak tahkim etmiştir. Bunun gibi, İslami meseleleri, İslam’ın tevhide, Nebevi ahlaka, ğaybe imana, hesab gününe, insanlığın rehberi ve adaletin temsilcisi bir Ümmet olma hedefine dayalı bütünlüğünden kopartarak, sadece mevcud nizam içindeki görece aksaklıklara işaret eden, mücerred İslami ahlak ve ameli, iyi vatandaş olmayı tavsiye eden diyanet hutbeleri de aynı işlevi görmektedir. Yani bu hutbelerin okutulmasındaki temel amaç, cami cemaatinin İslami şuurunun arttırılması, İslami hassasiyetleri yüksek kişiler olmaları değil, devlete sorun çıkarmayan, vergisini veren, çevreyi kirletmeyen, itaatkar Müslümanlar olmaları istenmektedir.
Sekülerlik işte tam bu noktada başlamaktadır. Sekülerlik, tabiatı gereği kainatı, varlığı İlahi istinad ve rabıtasından kopartarak, birbiriyle de bağlantısını keserek katmanlara ayırmaktadır. Laik ve seküler felsefenin amacı İlahi olanın –Müslüman ülkelerde İslam’ın- bütün ictimai veçhelerinden tasfiye edilerek, vicdanlara hapsedilmesi -İslam hayattan çekilince ortada hala vicdan diye bir şey kalabilirse tabii- yerine beşeri hevaların ikame edilmesidir. Onun için laiklik-sekülerlik çağdaş şirkin tezahürü olarak, Allah’a kulluk ile ticari hayatın irtibatını -tıpkı Şuayb’ın (aleyhisselam) kavmi gibi- anlayamamaktadır: “Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Atalarımızın ibadet ettikleri şeylerden veya mallarımızdan istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi, senin namazın mı emrediyor?
…” (Hud: 11/87 meali). Başörtüsü-kamusal alan zorbalığının yaşandığı zamanları hatırlayın. Eğer bir insanın zihni, yaşadığı zulümlerle, içinde yaşadığı bütün bir sistemi irtibatlandıramıyorsa, mesela Türkiye’de İttihadçılar ve takipçilerince yüz yıldan fazladır İslam’a açılan savaşla, yaşadığı fakirlik ve sefaletin, adaletsizliklerin irtibatını kuramıyorsa, veya 32 senedir onbinlerce cana mal olan terörle, sistemin ğayr-i İslamiliğinin buna yol açtığının farkına varamıyor ve neticede dönüp dolaşıp etnisiteye dayalı kültürel, siyasi çözümlerde düğümleniliyorsa bu, zihinlerin tevhidîidrakten ne kadar uzak olduğunun isbatıdır ancak. 2-3 hafta önce Malatya’da bir Cuma hutbesinde ‘terör’ konusunu dinledim. İmam kendisine gönderilen metni okuyor tabii ki, terörün kötülüklerinden, masum cana kıymanın günahından, büyük devletlerin bile bu beladan kurtulamadığından bahsediliyordu. Ancak terörün hakiki sebebinin, bugün dünyaya hâkim olan sömürü sisteminin olduğuna, bizzat onların terörün destekçisi, uluslararası çıkar çatışmalarında bir tehdid unsuru olarak kullanıldığına, müthiş bir terör ekonomisi olduğuna ve çözümün, merhum Ebul Hasen en-Nedvi’nin de dediği gibi, Müslümanların uyanıp, gayret edip, yeniden dünyada önder konuma gelmelerinde olduğuna asla değinilmedi.
İşte hiçbir diyanet hutbesinde bu can yakıcı ictimai meselelere İslami çözümler, İslam’ın bu konudaki tenkidlerinin zikredildiğine şahid olamıyoruz. Bugün Müslümanlar, Sasanilerle savaşta onlara “ne için geldiniz” diyen, İranlı hükümdara, “Biz insanları dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine, yeryüzünün darlığından İslam’ın genişliğine çağırmaya geldik” diyen Amr İbn Rebi’ –radıyallahu anh- gibi komutanların ve onun amiri Hz. Ömer’in hayat tarzından ve âlem tasavvurundan uzak bir dünyada yaşadıkları için bu zulümlere giriftar oluyoruz, onun için haydi gelin yeniden imanımızı tazeleyip, yeniden Müslüman olalım çağrısı yerine mücerred bir terör kötülemesi ancak sözkonusu terörün gerçek sahiplerine hizmet eder. Zira bunu hutbedeki gibi idrak eden sade cemaat, terörün kaynağı, sebebi ve hakiki çözümünü öğrenmek yerine, terörist gördüğüne düşmanlıkla bilenerek istenilen kıvama gelmiş olur.
Müslümana “çevreyi kirletmeyin” diye hutbe okunuyor, elbette çevreye çöplerimizi saçmayalım. Lakin asıl çevre felaketlerine yol açan kapitalist üretim tarzına ve bunu besleyen sisteme bir eleştiri var mı bu hutbelerde? Yere atılan bir çöp elbette hoş değil, oysa asıl tenkid ve tavsiye, dünyayı bir mezbeleye çeviren vahşi kapitalist şirkin sahiplerine yöneltilmeli değil mi? Halkımıza israf etmeyin diye tavsiyede bulunurlar ama, insanları habire tüketime teşvik eden, onu adeta bir ibadet coşkusuna dönüştüren kapitalistlere, çağdaş puthanelere (alışveriş merkezleri), tevekkül ve kanaatkarlık yerine şehveti ve hırsı teşvik eden kredi kartlarına (bankalara) hiçbir cephe alınmaz. Çünkü zaten sistem bunların varlığını garantilemek için kurgulanmıştır. Açıktır ki, çevre, sağlık, iktisad, israf, dayanışma gibi meselelerde sorunun asıl kaynağına ve İslami çözümüne, İslamı ihya ve ikameye davet etmeyen, işaret etmeyen, beyan etmeyen bu hutbeler ancak zihinlerin din üzerinden kontrolüne yarayacaktır.
Bir başka misali her sene okullar açılırken dinlediğimiz, başta “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (el-Alak: 96/1 meali) okunarak başlanılan, İslam’ın ilme, okuma, yazmaya verdiği önem konulu hutbelerdir. Hutbelerde Kur’an’ın oku emriyle başladığı (sanki Kur’an “okula gidin… Türküm, doğruyum, çalışkanım diye and okuyun… M. Kemal devrimlerinin sizi gerilik ve gericilikten nasıl kurtardığını, nasıl çağdaş olacağınızı öğrenin, okuyun” diyor!), Rasul-i Ekrem’in –sallallahu aleyhi ve sellem- okuma yazma öğretmeleri karşılığında esirleri salıverdiği, Hz. Ali’nin “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” (sanki Hz. Ali tarihin Adem’le –aleyhisselam- değil de maymunla başladığını öğreten şaşkın biyoloji öğretmenini kasdetmiş de!) sözü zikredilir. Hassaten sekülerliğin en fazla tesirini gösterdiği yer de burası gibidir. Zira bunu dinleyen ‘aziz cemaat’, maddeci Batılı değerlerin öğretildiği bu müfredatın İslam karşıtlığıyla bir alakasını kuramaz. Okuyup devlet kapısında bir iş güç sahibi olmaları için çocuklarının yarış atı haline getirildiği bu sisteme onları teslim ederken hiç şübhe duymaz gibi. Ya da en azından artık bu durum kanıksanmıştır. Çocuklarımızın ruh ve zihin dünyasının bu eğitim sistemiyle nasıl kirletildiğini, bundan çocuklarımızı nasıl kurtarırız arayışına girmek yerine hangi dersane daha iyi arayışına girdiğimizi, deneme imtihanlarından kaç puan aldığının/alacağının derdiyle yanmamız vahim bir durumda olduğumuz manasına geliyor. Müslümanların haftalık intibah, irşad ve nasihat ictimasında –Cuma namazı ve hutbesinde- ise zihinlerin sekülerleşmesine, Kur’an’ın “iqra!” emrini “Milli Eğitim Bakanlığının müfredatını oku” diye terceme ederek bir güzel(!) katkıda bulunulur.
Aslında misaller çoğaltılabilir. Biz burada değiniler suretiyle, işarette bulunabiliriz ancak. Adana Çifteminare camiinde yıllar evvel dinlediğim bir hutbede de imam efendi tevhidden bahsetti. Konuyu doğru bir şekilde anlattı, fakat sonunda “işte aziz cemaat, bunun için vergilerimizi zamanında ödeyelim, vergi kaçırmayalım” mealindeki sözlerle bitirdi konuşmasını. İşte bu hutbe tam da sekülerleşmeye hizmet eden bir tarzdır. Zira laik bir devletin vergi toplama sorununa Müslümanlardan ve Camilerden bir destek oluşturulmak istenmiştir. Şimdi bu vergilerin ne kadar adil olduğunu, gerçekten doğru mu harcandığını, faizle yoğrulmuş bu sistemde alınan vergilerin faize, ihaleler yoluyla kişisel çıkarlara da hizmet ettiğini sorgulamayan, İslam olmadan adaletin mümkün olmadığını vurgulamayan bu tür hutbeler de ancak sistemin takviyesine hizmet etmektedir. Bir de hutbelerin sonunda yapılan Türkçe dualarda, birçok imamın ‘devletimizi, milletimizi’ her türlü afattan muhafaza eyle duaları var ki, cemaate baktığınızda, büyük bir çoğunluğun bu duanın ne demek olduğuyla ilgili bir tefekkürü olmaksızın amin deyişine şahid oluyoruz. Milletten kasıd sanmayınız ki İslam milletidir, devletin tanımladığı ‘Türk milleti’dir. Bu ulusalcı şartlandırmaya niçin amin der insanlar, bilmiyorum.
O halde sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
1. Müslümanlar, diyanetin varlığını kabul etmek yerine, devletin İslam’dan elini çekmesini, camilerinin kendilerine bırakılmasını taleb etmelidir. (Burada Başbakanın “dindar nesil yetiştirmek istiyoruz” sözünü zikredelim ve buna en başta biz hayır diyelim. Hayır, çünkü devlet eliyle yetiştirilecek dindar nesil ancak sekülerlikle, liberallikle malul (arızalı) bir nesil olur.) Laiklerin ve ulusalcıların Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına karşı olmalarının arkasındaki bir sebeb de bence, bu okullar açılırsa, Müslümanların da İslami ilimlerin öğretildiği medreselerin açılması talebine karşı meşru bir savunmaları kalmamasıdır.
2. Bu arada cami imamlarına da büyük mesuliyet düşmekte, kendilerine sunulan her hutbeyi düşünmeksizin, mütalaa etmeksizin okumamaları, cemaati yanlış yönlendirme, şuurunu bulandırma vebaline girmemeleri için kendilerini yetiştirmeleri, dinlerini iyi bilmeleri, yaşadıkları dünyayı ve toplumlarını iyi tanımaları gerekmektedir.
Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili tefsiri ile Babanzade Ahmed Naim’in başlayıp Kamil Miras’ın tamamladığı Sahihi Buhari Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, Mehmed Akif’in Kur’an Meali bu niyetlerle yazdırılmıştır. Ancak sözkonusu çalışmaların hiçbiri bu amaca hizmet etmemiştir. M. Akif, Meali’ni bu niyeti gördüğü için teslim etmeden Mısır’a götürmüştür.
[ii] Askerliğini o dönem Genelkurmay’da yapan bir arkadaşım, o zamanki Diyanet İşleri Başkanının her hafta oraya geldiğini söylemişti. 28 Şubat 2012 tarihli Star Gazetesi’nde dönemin TRT Genel Müdürü Yücel Yener kendisiyle yapılan röportajda ise, Diyanetin her türlü işinin yönlendirildiğini, MGK toplantılarında hutbelerin konusunun konuşulduğunu belirtiyor.
Cuma günleri imamlar tarafından hutbelerde okunmak üzere Diyanet tarafından hazırlanan hutbelerin sekülerleştirmedeki rolünü görebilmek için Diyanet’in kuruluş sebebleri üzerinde durmakta fayda vardır:
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan bir müddet sonra 3 Mart 1924’te hilafet fiilen ilga edildi, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı ve yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasının sebeblerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak inşa edilmişdir. Ulus ise, tasavvuri ve ibdai (yeniden yaratma iddiasına dayalı) bir varlık olup, zaruri olarak tek-tipleşmeyi, standart insanların varlığını gerektirir. Daha da mühimmi ‘ulus’ devletler, siyasi olarak laik-seküler felsefe ve zihniyetin hâkimiyetiyle ortaya çıkmış, dolayısı ile de laik-sekülerlik ile imtizac ederek gelişmiştir.
Türkiye Cumhuriyetinin ilk hakimleri de, devleti Türk ulusu temelinde inşa ettikleri için ülkedeki ğayri Müslim azınlıklarla Batı Trakya gibi yerlerdeki Müslümanları mübadele etmiş, diğer yandan da ülkedeki Müslümanlığın hayat damarlarını keserek Müslümanlığın ictimai hayattaki tezahürlerini de azaltmayı hedeflemiştir. İslam’ın ve Müslümanların varlığını tamamen ortadan kaldırmak zaten onların muktedir olabilecekleri bir şey değildi. İkincisi din bir toplumun aynı zamanda kültürünün, günlük hayatının merkeziydi, bu kolay değişmezdi. Bu yüzden denetim altına alınması daha elverişliydi. Üçüncüsü, ulusu bir arada tutacak dil, ırk gibi maddi unsurlardan daha kuvvetli bir manevi unsura ihtiyac vardır ki, o da dindir. Dördüncüsü, bu özellikleriyle din ve dinin anlaşılma ve tezahür şekline tesirde bulunularak, ‘vatandaşları’ devlete itaat ettirici bir işlev görebilirdi.
İşte Diyanet İşleri Başkanlığı bu kültürel duruma vaziyet etmek için tesis edilmiş müesseselerin başında gelir.
2. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasının diğer mühim bir sebebi -hatta mustağrib laik kadronun aynı zamanda en büyük korkusunun kaynağı hala budur- İslam dininin mahiyetidir. O’nun bütün bir ictimai, iktisadi, siyasi hayata dair ahkâmının ve bu alanlara müdahalesinin olmasıdır. Bu yüzden İslami talim, terbiye, İslami hayat, Müslümanların iradelerine bırakılmayacak kadar mühimdi. Yapılan bütün inkılabların temelinde İslami olanın, içtimai, siyasi, iktisadi hayattan uzaklaştırılması, yerine laik-seküler, Batılı kısaca ‘ulus’ değerlerini getirme hedefi vardı. Bir de bunun karşısında bir vakıa olarak İslam ve Müslümanlar vardır ve bunların da bu kimliğe uydurulması istenmişdir. Bunun için dinde reform tasarıları yapılmış ve adım adım uygulamaya konulmuşdur. Ezanın Türkçe mealinin okunması, Türkçe ibadet için Kur’an tercemesi yaptırma, Kur’an ve Sünnet’in resmi tefsirini oluşturma gibi… Medrese eğitimi ve Kur’an öğretimi ise resmen yasaklanmıştır. İşte bu uygulamaların varlığı göz önüne alınırsa Diyanetin kuruluş gayesi ve işlevi daha iyi anlaşılır. Diyanet Müslüman halkın zihniyetini resmi ideoloji ve devlet açısından şekillendirme işleviyle düşünülmüştür. Bugün milliyetçi-mukaddesatçıların diyanet camiasında oldukça etkili olması, bu projenin devam etmesinden ileri gelmektedir. Nitekim, 28 Şubat darbesi sırasında ve sonrasında Diyanet İşleri Başkanı sık sık genelkurmayda görülürdü. Diyanete özel hutbeler hazırlatıldığı şimdilerde itiraf edilmektedir.[ii]
“Diyanet hutbelerinin Cumhuriyet tarihi boyunca ve günümüzde halkın zihni yapısının sekülerleştirilmesine ne gibi katkısı olmuşdur?” suali varid olduğunda bunun cami cemaati ve topluma yapılacak gözlemlerle tesbit edilebileceği söylenebilir. Peki, halkın zihninin sekülerleştirilmesinden maksadımız nedir?
Diyanet hutbeleri şimdiye kadar imamlara hazırlanıp gönderiliyordu, imamlara düşen sadece okumaktı. Seçilen mevzular ve işlenme şekli hemen hemen her sene aynıdır. Şimdi hutbelerin imamlarca da hazırlanabilmesine imkân verilmişse de mevzular yine merkezi yöntemle belirlenmektedir. Her şeyden önemlisi hangi mevzu ele alınırsa alınsın, o mevzunun İslam dini içindeki bütünlüğü ve ifade ettiği mana ile bugünün insanı ve bugünün sistemine söylediği mesaj verilmek suretiyle Müslümanca bir iş yapılabilir. Ne var ki, çoğu imamın bu yetenekten uzak olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. Fakat hutbeler genelde insanları iyi vatandaş ve ahlaklı olmaya, topluma muzır bazı davranışlardan kaçınmaya davet ederken, toplumsal problemlerin kaynağına, yapılan zulümlere, haksızlıklara işaret eden hemen hemen hiçbir resmi hutbeye rastlamıyoruz. Bazen devlet siyaseti olarak, Filistin –geçmişte Bosna- gibi yerlerdeki mezalimlere değiniliyorsa da, bunlarda bile Müslümanları intibaha davet eden, buradaki zulümlere işaret eden ifadeler yer almamaktadır.
Sistem içi her eleştiri, her öneri o sistemi takviye eder ancak. Eğer bir hastalığa sebeb olan asıl nedene, kaynağa işaret etmeden sadece ilaca işaret ediliyorsa bu yapılanın sistemin takviyesinden başka bir işe yaramayacağını görmek gerekiyor. Bunun için Batı’da Marksizm, sosyalizm kapitalist sömürü sisteminin hakiki sebeb ve kaynağını tesbit edip, ona göre hakiki devayı bulma yeteneğinden mahrum olduğu içindir ki, neticede sadece fikir olarak çökmekle kalmamış, devlet olarak da çökmüştür… Bu arada kapitalizme yönelik tenkidleriyle kapitalist sistemin açıklarını kapatarak tahkim etmiştir. Bunun gibi, İslami meseleleri, İslam’ın tevhide, Nebevi ahlaka, ğaybe imana, hesab gününe, insanlığın rehberi ve adaletin temsilcisi bir Ümmet olma hedefine dayalı bütünlüğünden kopartarak, sadece mevcud nizam içindeki görece aksaklıklara işaret eden, mücerred İslami ahlak ve ameli, iyi vatandaş olmayı tavsiye eden diyanet hutbeleri de aynı işlevi görmektedir. Yani bu hutbelerin okutulmasındaki temel amaç, cami cemaatinin İslami şuurunun arttırılması, İslami hassasiyetleri yüksek kişiler olmaları değil, devlete sorun çıkarmayan, vergisini veren, çevreyi kirletmeyen, itaatkar Müslümanlar olmaları istenmektedir.
Sekülerlik işte tam bu noktada başlamaktadır. Sekülerlik, tabiatı gereği kainatı, varlığı İlahi istinad ve rabıtasından kopartarak, birbiriyle de bağlantısını keserek katmanlara ayırmaktadır. Laik ve seküler felsefenin amacı İlahi olanın –Müslüman ülkelerde İslam’ın- bütün ictimai veçhelerinden tasfiye edilerek, vicdanlara hapsedilmesi -İslam hayattan çekilince ortada hala vicdan diye bir şey kalabilirse tabii- yerine beşeri hevaların ikame edilmesidir. Onun için laiklik-sekülerlik çağdaş şirkin tezahürü olarak, Allah’a kulluk ile ticari hayatın irtibatını -tıpkı Şuayb’ın (aleyhisselam) kavmi gibi- anlayamamaktadır: “Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Atalarımızın ibadet ettikleri şeylerden veya mallarımızdan istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi, senin namazın mı emrediyor?
…” (Hud: 11/87 meali). Başörtüsü-kamusal alan zorbalığının yaşandığı zamanları hatırlayın. Eğer bir insanın zihni, yaşadığı zulümlerle, içinde yaşadığı bütün bir sistemi irtibatlandıramıyorsa, mesela Türkiye’de İttihadçılar ve takipçilerince yüz yıldan fazladır İslam’a açılan savaşla, yaşadığı fakirlik ve sefaletin, adaletsizliklerin irtibatını kuramıyorsa, veya 32 senedir onbinlerce cana mal olan terörle, sistemin ğayr-i İslamiliğinin buna yol açtığının farkına varamıyor ve neticede dönüp dolaşıp etnisiteye dayalı kültürel, siyasi çözümlerde düğümleniliyorsa bu, zihinlerin tevhidîidrakten ne kadar uzak olduğunun isbatıdır ancak. 2-3 hafta önce Malatya’da bir Cuma hutbesinde ‘terör’ konusunu dinledim. İmam kendisine gönderilen metni okuyor tabii ki, terörün kötülüklerinden, masum cana kıymanın günahından, büyük devletlerin bile bu beladan kurtulamadığından bahsediliyordu. Ancak terörün hakiki sebebinin, bugün dünyaya hâkim olan sömürü sisteminin olduğuna, bizzat onların terörün destekçisi, uluslararası çıkar çatışmalarında bir tehdid unsuru olarak kullanıldığına, müthiş bir terör ekonomisi olduğuna ve çözümün, merhum Ebul Hasen en-Nedvi’nin de dediği gibi, Müslümanların uyanıp, gayret edip, yeniden dünyada önder konuma gelmelerinde olduğuna asla değinilmedi.
İşte hiçbir diyanet hutbesinde bu can yakıcı ictimai meselelere İslami çözümler, İslam’ın bu konudaki tenkidlerinin zikredildiğine şahid olamıyoruz. Bugün Müslümanlar, Sasanilerle savaşta onlara “ne için geldiniz” diyen, İranlı hükümdara, “Biz insanları dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine, yeryüzünün darlığından İslam’ın genişliğine çağırmaya geldik” diyen Amr İbn Rebi’ –radıyallahu anh- gibi komutanların ve onun amiri Hz. Ömer’in hayat tarzından ve âlem tasavvurundan uzak bir dünyada yaşadıkları için bu zulümlere giriftar oluyoruz, onun için haydi gelin yeniden imanımızı tazeleyip, yeniden Müslüman olalım çağrısı yerine mücerred bir terör kötülemesi ancak sözkonusu terörün gerçek sahiplerine hizmet eder. Zira bunu hutbedeki gibi idrak eden sade cemaat, terörün kaynağı, sebebi ve hakiki çözümünü öğrenmek yerine, terörist gördüğüne düşmanlıkla bilenerek istenilen kıvama gelmiş olur.
Müslümana “çevreyi kirletmeyin” diye hutbe okunuyor, elbette çevreye çöplerimizi saçmayalım. Lakin asıl çevre felaketlerine yol açan kapitalist üretim tarzına ve bunu besleyen sisteme bir eleştiri var mı bu hutbelerde? Yere atılan bir çöp elbette hoş değil, oysa asıl tenkid ve tavsiye, dünyayı bir mezbeleye çeviren vahşi kapitalist şirkin sahiplerine yöneltilmeli değil mi? Halkımıza israf etmeyin diye tavsiyede bulunurlar ama, insanları habire tüketime teşvik eden, onu adeta bir ibadet coşkusuna dönüştüren kapitalistlere, çağdaş puthanelere (alışveriş merkezleri), tevekkül ve kanaatkarlık yerine şehveti ve hırsı teşvik eden kredi kartlarına (bankalara) hiçbir cephe alınmaz. Çünkü zaten sistem bunların varlığını garantilemek için kurgulanmıştır. Açıktır ki, çevre, sağlık, iktisad, israf, dayanışma gibi meselelerde sorunun asıl kaynağına ve İslami çözümüne, İslamı ihya ve ikameye davet etmeyen, işaret etmeyen, beyan etmeyen bu hutbeler ancak zihinlerin din üzerinden kontrolüne yarayacaktır.
Bir başka misali her sene okullar açılırken dinlediğimiz, başta “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (el-Alak: 96/1 meali) okunarak başlanılan, İslam’ın ilme, okuma, yazmaya verdiği önem konulu hutbelerdir. Hutbelerde Kur’an’ın oku emriyle başladığı (sanki Kur’an “okula gidin… Türküm, doğruyum, çalışkanım diye and okuyun… M. Kemal devrimlerinin sizi gerilik ve gericilikten nasıl kurtardığını, nasıl çağdaş olacağınızı öğrenin, okuyun” diyor!), Rasul-i Ekrem’in –sallallahu aleyhi ve sellem- okuma yazma öğretmeleri karşılığında esirleri salıverdiği, Hz. Ali’nin “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” (sanki Hz. Ali tarihin Adem’le –aleyhisselam- değil de maymunla başladığını öğreten şaşkın biyoloji öğretmenini kasdetmiş de!) sözü zikredilir. Hassaten sekülerliğin en fazla tesirini gösterdiği yer de burası gibidir. Zira bunu dinleyen ‘aziz cemaat’, maddeci Batılı değerlerin öğretildiği bu müfredatın İslam karşıtlığıyla bir alakasını kuramaz. Okuyup devlet kapısında bir iş güç sahibi olmaları için çocuklarının yarış atı haline getirildiği bu sisteme onları teslim ederken hiç şübhe duymaz gibi. Ya da en azından artık bu durum kanıksanmıştır. Çocuklarımızın ruh ve zihin dünyasının bu eğitim sistemiyle nasıl kirletildiğini, bundan çocuklarımızı nasıl kurtarırız arayışına girmek yerine hangi dersane daha iyi arayışına girdiğimizi, deneme imtihanlarından kaç puan aldığının/alacağının derdiyle yanmamız vahim bir durumda olduğumuz manasına geliyor. Müslümanların haftalık intibah, irşad ve nasihat ictimasında –Cuma namazı ve hutbesinde- ise zihinlerin sekülerleşmesine, Kur’an’ın “iqra!” emrini “Milli Eğitim Bakanlığının müfredatını oku” diye terceme ederek bir güzel(!) katkıda bulunulur.
Aslında misaller çoğaltılabilir. Biz burada değiniler suretiyle, işarette bulunabiliriz ancak. Adana Çifteminare camiinde yıllar evvel dinlediğim bir hutbede de imam efendi tevhidden bahsetti. Konuyu doğru bir şekilde anlattı, fakat sonunda “işte aziz cemaat, bunun için vergilerimizi zamanında ödeyelim, vergi kaçırmayalım” mealindeki sözlerle bitirdi konuşmasını. İşte bu hutbe tam da sekülerleşmeye hizmet eden bir tarzdır. Zira laik bir devletin vergi toplama sorununa Müslümanlardan ve Camilerden bir destek oluşturulmak istenmiştir. Şimdi bu vergilerin ne kadar adil olduğunu, gerçekten doğru mu harcandığını, faizle yoğrulmuş bu sistemde alınan vergilerin faize, ihaleler yoluyla kişisel çıkarlara da hizmet ettiğini sorgulamayan, İslam olmadan adaletin mümkün olmadığını vurgulamayan bu tür hutbeler de ancak sistemin takviyesine hizmet etmektedir. Bir de hutbelerin sonunda yapılan Türkçe dualarda, birçok imamın ‘devletimizi, milletimizi’ her türlü afattan muhafaza eyle duaları var ki, cemaate baktığınızda, büyük bir çoğunluğun bu duanın ne demek olduğuyla ilgili bir tefekkürü olmaksızın amin deyişine şahid oluyoruz. Milletten kasıd sanmayınız ki İslam milletidir, devletin tanımladığı ‘Türk milleti’dir. Bu ulusalcı şartlandırmaya niçin amin der insanlar, bilmiyorum.
O halde sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
1. Müslümanlar, diyanetin varlığını kabul etmek yerine, devletin İslam’dan elini çekmesini, camilerinin kendilerine bırakılmasını taleb etmelidir. (Burada Başbakanın “dindar nesil yetiştirmek istiyoruz” sözünü zikredelim ve buna en başta biz hayır diyelim. Hayır, çünkü devlet eliyle yetiştirilecek dindar nesil ancak sekülerlikle, liberallikle malul (arızalı) bir nesil olur.) Laiklerin ve ulusalcıların Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına karşı olmalarının arkasındaki bir sebeb de bence, bu okullar açılırsa, Müslümanların da İslami ilimlerin öğretildiği medreselerin açılması talebine karşı meşru bir savunmaları kalmamasıdır.
2. Bu arada cami imamlarına da büyük mesuliyet düşmekte, kendilerine sunulan her hutbeyi düşünmeksizin, mütalaa etmeksizin okumamaları, cemaati yanlış yönlendirme, şuurunu bulandırma vebaline girmemeleri için kendilerini yetiştirmeleri, dinlerini iyi bilmeleri, yaşadıkları dünyayı ve toplumlarını iyi tanımaları gerekmektedir.
Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili tefsiri ile Babanzade Ahmed Naim’in başlayıp Kamil Miras’ın tamamladığı Sahihi Buhari Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, Mehmed Akif’in Kur’an Meali bu niyetlerle yazdırılmıştır. Ancak sözkonusu çalışmaların hiçbiri bu amaca hizmet etmemiştir. M. Akif, Meali’ni bu niyeti gördüğü için teslim etmeden Mısır’a götürmüştür.
[ii] Askerliğini o dönem Genelkurmay’da yapan bir arkadaşım, o zamanki Diyanet İşleri Başkanının her hafta oraya geldiğini söylemişti. 28 Şubat 2012 tarihli Star Gazetesi’nde dönemin TRT Genel Müdürü Yücel Yener kendisiyle yapılan röportajda ise, Diyanetin her türlü işinin yönlendirildiğini, MGK toplantılarında hutbelerin konusunun konuşulduğunu belirtiyor.