Diyarbakır’ın varoşlarındaki kayıtdışı sefalet, en çok da çocukların yüzlerine vuruyor. Yaklaşık 5000 aile günlük 1 dolar bile kazanamıyor.
Yoksul çocuklar cehennemi
Türkiye’de açlık ve yoksulluğun ete kemiğe büründüğü, terk edilmişlik duygusunun her yanı sardığı kentler olduğunu biliyor musunuz? Derme çatma evlerde yaşayan binlerce kişinin yardımlar olmasa açlıktan öleceğini? Günlük 1 dolar değil, 1 kuruş bile geliri olmadığı halde devletin kayıtlarında istatistik dahi olamayan insanlar olduğunu biliyor musunuz? Resmi verilere göre, Türkiye’de 1 doların altında gelirle yaşamını sürdüren kimse yok. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) böyle söylüyor. 2009 yılında kişi başına milli gelirin 8456 dolar seviyesine yükseldiğini açıklayan devletin ekonomi kurmayları da bu görüşü yineliyor. Ancak, istatistikler arasında kaybolmak açlığı ve yoksulluğu yok etmiyor.
Diyarbakır’ın Gürdoğan, Fatihpaşa, Huzurevleri-Peyas, Körhat ve Ben u Sen mahallelerinde 4500- 5000 aile, başka bir ifadeyle 25 bin kişi Türkiye Cumhuriyeti’nin “en dibindekileri” oluşturuyor. Çünkü, bu mahallelerde yaşayan binlerce kişinin aylık bir kuruş geliri yok. Yaşam, kentteki tüm sivil toplum örgütleri ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından üç yıl önce kurulan Sarmaşık Gıda Bankası’ndan gelen yardımlarla sürüyor. Yardımlarla gelen undan ekmeğini yoğuran ve sokaklara kurdukları tandırlarda pişiren kadınlar, onlarca nüfusu hayatta tutmaya çalışıyor. Yanlarına yaklaşarak, bir isteği olup olmadığını sorduğunuz da ise kadınerkek hepsinden gelen ilk yanıt, ‘aş‘ değil, ‘iş istiyorum’ oluyor.
Derme çatma, ‘evlerde’ ise çocuk, genç, yaşlı onlarca nüfus, üst üste yaşam mücadelesi veriyor. ‘Evimiz’ dedikleri, dört-beş adımlık yapılardan içeriye girdiğinizde, yerde ince eprimiş kilim, bir kenarda denk yapılmış döşekler ve kap kacak göze çarpıyor. Her şey kullanılmaktan yorgun düşmüş. Buna rağmen, kimi evlerde pırıl pırıl duran buzdolapları dikkat çekiyor. Şaka gibi ama değil. Gerçekten yepyeni buzdolapları insanın dahi yıprandığı evde yepyeni kalmayı nasıl becerir, diye düşünüyoruz. Ama meseleyi sonradan öğreniyoruz. Fişi hiç takılmayan buzdolapları, hükümetin geçen seçimler öncesinde, ‘Sosyal Yardımlaşma Fonu’ kanalıyla dağıttığı ürünlerden. Onlar da ailenin her ferdi gibi umutla her gün ‘karnının doyacağı’ günü bekliyor...
Ailelerde reis genellikle kadınlar. Bu durum, bir tercihten kaynaklanmıyor. Zira, eşlerinin bir kısmı cezaevinde. Dışarıda olanların bir kısmı ise genetik rahatsızlık, ya da işkence sonucu ‘sahip olduğu’ engelleri taşıyor. Sağlıklı olanlar ise işsiz. Bu durumda, hanenin yükü de kadına düşüyor. Kadın istese de istemese de evin tüm sorumluluğunu üstlenerek zorunlu ‘reis’ oluyor. Reis olamayan, ‘sağlıklı’ ama işsiz eşleriyle yaşayan kadınların önemli bir kısmı ise çocuk ve dayaktan nasibini alıyor. 24 yaşında beş çocuk doğurduğunu belirten Makbule vücudundaki morlukları göstererek bu savı kanıtlıyor. Açlık sınırının altında gelirle yaşayan kimsenin olmadığı belirtilen Türkiye’nin Diyarbakır kentindeki istatistik dışı insanlar için hayat ve zaman en değersiz bir kavrama dönüşüyor. Her mahalleden çıkarken, “Bize de yardım edin, bizim evimize de bakın” sesleri kulaklarınızda yankılanıyor. Bu sesleri gerçekten duyması gerekenler ise yıllardır bu sokaklara hiç uğramıyor...
Ben u Sen Mahallesi
“İşin kolayına kaçmadan yaratılmış yoksulluğun resmini görmek” üzere ilk olarak Diyarbakır’ın Ben u Sen Mahallesi’ne gidiyoruz. 20 yıldır zorunlu göç nedeniyle köylerinden kopup gelenlerle kentin yoksullarının oluşturduğu mahalle burası. Üst üste yığılmış gecekondular ve sokaklardaki insanlar durumu size anlatıyor.
Gazeteci olduğumu, mahalle halkının yaşamını nasıl sürdürdüğü hakkında bilgi almak istediğimi söylediğimde, beni, su, elektrik ve deterjan parası olmayan, evinde çamaşır makinesi bulunmayan aileler için ‘Beyaz Kelebekler’ adıyla kurulmuş olan çamaşırhaneye yönlendiriyorlar. Kadınlara ve ailelerine buradan ulaşabileceğimizi söylüyorlar. Çamaşırhanede Sosyal Hizmet Uzmanı Müzeyyen Aydın karşılıyor. Kadınlara sağlık, okumayazma, çocuklara da okul öncesi eğitim verdiklerini anlatan Müzeyyen, Ben u Sen’de yaşayan kadınların rehberi olmuş durumda. Müzeyyen, açlığı görmemiz için bu mahallede her hangi bir kapıyı çalmamızın yeterli olduğunu söylüyor. Ve yola koyuluyoruz.
Altı çocuk ve bir anne
Müzeyyen ile çaldığımız ilk kapı Mekiye Uzun’un evi. Mekiye bizimle görüşmek istemediğini söylüyor. Neden olarak ise okula giden kızlarının bundan rahatsız olacağını gösteriyor. Müzeyyen ikna ediyor ve Mekiye bize fotoğraf çekilmemesi şartıyla evini, daha doğrusu odasını açıyor. İki odada yaşayan yedi kişilik nüfus. Tuvalet ve banyo aynı yerde ve evin dışında. Kapının önünde mavi bir bidon, su ihtiyacı ise buradan karşılanıyor. Mekiye, yıllar önce eşi ve ailesinin Urfa’nın köylerinden çatışmalar nedeniyle göç ederek buraya geldiğini anlatıyor. Eşini iki yıl önce kaybeden, altı çocuk annesi Mekiye’nin çaresizliği yüzünden okunuyor. Gıda Bankası’ndan aldıkları 50 liralık gıda yardımıyla geçindiklerini anlatan Mekiye’nin evinde çalışabilecek kimse yok. Çocuklarından biri hariç, diğer beşi okula gidiyor. “Bir ben, bir de çocuklarım var. Çalışabilecek kimsemiz yok” diyen Mekiye, unu bulduğunda ekmeğini kendisi, sokaktaki derme çatma tandırda pişiriyor. “Elimizdeki yiyecekler bittiğinde ne buluyorsak onlarla geçiniyoruz. Bazen akrabalar yardım ediyor. Genellikle çay yapıp günlük yemeğimizi karşılıyoruz” diyen Mekiye ve çocukları, uzun zamandır et bile yememiş. Yoksulluklarını anlatmasını istemeyen kızlarının rızasıyla sadece şunları söylüyor bize, “Hayat bizim için çok zor. Bazen aç, bazen tok yatıyoruz. Bir öğün karnımızı doyurduk mu, o bize yetiyor” diyor. Söylediklerini notluyorum, istatistik bile sayılmayan vatandaş Mekiye’yle vedalaşarak “evinden” ayrılıyoruz.
Ölmeden yaşıyoruz
İkinci “ev taklidi yapan” konutun reisi yine bir kadın. Sultan Kurt. İki oğlu, bir kızı ve özürlü Necmettin isimli eşi bizi karşılıyor. ‘Buyurun gelin, kahvaltı yapıyoruz’ diyerek davet ediyor bizi tek gözlü ‘evine’. Hani öyle kahvaltı dediğime bakmayın siz. Bu kahvaltıda ne zeytin, ne de peynir var. Bir yemek tabağının içinde çok az yoğurt, yanında toz şeker ve Sultan’ın yaptığı ekmek. Açık küçük bir televizyon, izlenilen program ise ‘yemekteyiz’.
Çocukların gözlerine yerleşmiş yoksulluk ve kaygıyla bir kez daha yüzleşiyoruz. Tek kaşıkla yoğurdu yiyen insanlar... Sultan fotoğraf çekmemize izin veriyor. Ben her deklanşöre bastığımda sofranın başındakiler, eğik olan boyunlarını biraz daha eğiyor. Fotoğraf çekmekten vazgeçip Sultan’la konuşmaya başlıyorum. Dişinin ağrıdığını, ücretsiz muayene olduğunu ancak 8 TL olan ilaçları alamadığını anlatıyor. ‘Ben de geçen yıl aldığım ilaçları kullanıyorum, belki iyi gelir’ diyen Sultan, “Ağrım var ama ben size anlatırım yoksulluğumu” diyor. Eşi Necmettinin aklî dengesinin yerinde olmadığını ve resmi nikahlı olmadıklarını söylüyor. ‘Diyarbakır’ın yerli yoksullarındanız” diye devam eden Sultan, eşinin çöpten sebze ve diğer yiyeceklerden toplayıp evine getirdiğini söylüyor. “Gıda Bankası’ndan aldıkları 50 TL’lik gıda yardımı olmasa ne yapardık, bilmiyorum. Bunlar bittiğinde biz çöpteki yiyeceklerle karnımızı doyuruyoruz. Ya da aç kalıyoruz” diyen Sultan’ın anlatımıyla hayatı işte: “Perişan bir haldeyiz. Ölmeden yaşıyoruz. Para sıfır. Günlerce aç kaldığımız oluyor. İşte bazen buradan yardım edenler oluyor. Canıma tak ediyor, bazen ‘intihar edeyim’ diyorum ama bu çocuklar ne olacak, kim bakacak bunlara, bilmiyorum. Çaresiz kalıyorum. Ölü gibi yaşıyoruz. Çok düşünüyorum, beynim duruyor. Çaresizim, Allah’a yalvarıyorum, kurtar bizi diye ama... Bu hayat yaşanılmaz işte...”
Konuşmaya son veriyor ve elinde az kalmış un çuvalıyla yanımıza geliyor Sultan, “Bak işte az kaldı, bitmek üzere. Bu biterse, yardım alıncaya kadar açız. Unla ekmek yapıp, çocuklara ekmek yediriyorum hiç değilse... Bırak eti, ekmeğimiz bitmesin. Çok aç yattık, artık dayanamıyoruz” diyor. Eşi Necmettin ise araya girerek, benden iş istiyor. “Ama devlet kapısı olsun. Cumartesi, pazar çalışmam. Çalışmanın hakkı sadece beş gündür” diyor. Sultan’ın çocuklarının durumu içler acısı. Bu kez ben boynumu eğip, Sultan’ın yanından ayrılıyorum.
Bu arada Müzeyyen, buradaki tüm aileleri tanıyor. Biz sokakta dolaşırken diğer evlerde ya da odalarda kalanlar bize dertlerini anlatmak isityor.
Köyümüzün zenginiydik, ya şimdi
Müzeyyen, ‘Seni Melez Teyze’ye götürecem” diyor ve dar sokaklardan geçerek yeni kapıları çalmak için yol alıyoruz. Mavi, demir kapılı evinden içeri giriyoruz Melez Teyze’nin. Melez Teyze beni gözlerimi öperek karşılıyor. Sıkı sıkı da sarılıyor. Teyzenin odasından içeri giriyoruz. Yerde bir iki şilte ve yığılmış yataklar... Melez Teyze’nin hikâyesi diğerlerinden çok farklı. Aynı yoksulluğu paylaştığı komşularıyla hayat hikâyesinin kesiştiği noktalar olsa da Melez Teyze, varlıktan yokluğa çırpınarak düşenlerden. Mardin’in Savur ilçesinden çıkıp Diyarbakır’a gelmişler. Gelmişler diyoruz ama onlar da köyü yakılıp, zorla göç ettirilenlerden. Eşi kasap olan Melez’in hikâyesi de her açıdan acı verici. Köylerindeyken kasap dükkanları olduğunu söylüyor. “Hatta biz artan etleri fakirlere verirdik. Arazimiz vardı, her şeyimiz vardı ama şimdi bu hale geldik” diyen Melez Teyze, eşi ve 15 yaşında oğluyla yaşıyor. Üç oğlu ve bir kızı varmış. Bir oğlu yanında, diğeri başka bir şehirde yaşıyor. Kızı ise babası ve büyük oğlu tarafından öldürülmüş. Yanında yaşayan oğlu çalışabilmek için okulu bırakmış. Eve günde 9 lira getiriyor ve tek gelir kaynakları bu. Her hangi bir yerden yardım almıyorlar. Evleri bir oda; tuvalet yok, banyo yok. Banyolarını ise evin küçük avlusunda yapıyorlar. Melez Teyze bahçelere gidip dere otu toplayıp bazen pazarda satıyor. 20 yıla yakındır da Diyarbakır’da yaşayan Melez Teyze’nin hiç kullanmadığı ve fişini de hiç takmadığı bir buzdolabı bulunuyor. ‘Devlet verdi, belki bir gün doldururuz’ sözleriyle umudunu aktarıyor bize.
Bu arada hatırlatmakta yarar var, Melez Teyze, oğlunun günlük 9 liralık geliri nedeniyle açlık sınırının üzerinde yoksulluk sınırının altında kalan aileler arasına girenlerden sayılıyor.
Bir evimiz olsun isterdik
Melez Teyze’nin evinden ayrıldıktan sonra Müzeyyen, buradaki kadınların her işlerini kendilerinin gördüğünü anlatıyor ve ekliyor: Birçoğu hâlâ kocasından, çocuklarından şiddet görüyor.
Umudun yok olduğu, en büyüğü 13 yaşında, en küçüğü daha annesini emen beş çocuğun olduğu eve giriyoruz. Makbule Yıldırım’ın evi. 24 yaşında Makbule, beş çocuk annesi. Bakmak zorunda olduğu çocuklarının yanı sıra bir de horozlara ve tavuklara düşkün özürlü bir kocası var. Kapılarının önünde sayıyorum en az 10 horoz var. Ve sürekli çocuk isteyen bir kayınvalidesi. Sekiz kişinin kaldığı evde ise, hayat, beş adıma, altı adım bir odada geçiyor. Hepsi bir odada yatıyor. Yerdeki ince eprimiş kilim, bir kenarında denk yapılmış döşekler... Kilimin altında da karton. Makbul’e kartonu kaldırıyor, beton zemin su içinde. ‘İşte biz burada yatıyoruz. hepimiz bir odada’ diyor. Nasıl sığabiliyorsunuz buraya? diye sorduğumda da. ‘Ne yapalım işte sığıyoruz, başka çaremiz yok’ diyor.
Eşinin ve ailesinin Diyarbakır’a köyleri yakıldıktan sonra geliyor. Zorla göç mağduru bir aile daha. Makbule de 13 yaşındayken Bismil’den Diyarbakır’a gelin geliyor. Evleneceği kişinin özürlü olduğunu bile bilmeden. İlkokula giden iki çocuğu olan Makbule’nin çocuklarından biri de özürlü. Makbule ‘bu hayat mı’ diyerek başlıyor, anlatmaya: “Eşim üç ayda bir 400 lira özürlü maaşı alıyor. Bir de Gıda Bankası’ndan 50 lira gıda yardımı alıyoruz. Ama eşim maaşı alıp, tavuklara, horozlara harcıyor. Maaş eve gelmeden bitiyor. Yardımlarla yemeğimizi yapıyoruz. Varsa yiyoruz, yoksa aç yatıyoruz.”
‘Neden bu kadar çocuk yapıyorsun, artık yapma’ diyoruz Makbule hemen söze atılıyor ve “Eşimin ailesi çocuk istiyor. Ben de istemiyorum. Katlanıyorsam bunlara, çocuklarım yüzünden. Eşim de istiyor” diyor. Makbule de eşinden şiddet gören kadınlardan, vücudundaki morlukları bize gösteriyor. Makbule’nin oğlu Muhammed Emin geliyor yanımıza. Soba borusu düşmüş ve ayağı yanmış Muhammed’in. Elindeki merhemi sürmeye çalışıyor yanan yerine. Konuşmaya başladık Muhammed Emin’le. İlkokul 1’e gittiğini söyledi. Okumayı seviyor Muhammed. Öğretmen olmak istiyormuş. Ama bundan daha çok istediği ise ne oyuncak, ne yemek. “Bir evimiz olsun isterdik” diyor...
Bu insanların içinde yaşayan, her gün onların dertlerini dinleyen, evlerini ziyaret eden Müzeyyen, “Artık kaldıramayacağım ve başka eve gitmeyelim” diyor ve artık ev ziyaretlerini bırakıp, istatistik bile olamayan, ancak bağış ve yardımlar olmadan boğazından bir lokma geçmeyen hayatlardan sessizce çıkıyoruz.
Babası kızımı kesti...
Melez Teyze’ye kızının nasıl öldürüldüğünü soruyoruz. Gözleri dolarak anlatmaya başlıyor. “Ah ah kızım dünyalar güzeliydi. 13 yaşında evden kaçtı. Babası ve büyük oğlum (15 yaşında) kızımı üç ay aradılar, öldürmek için; sonra buldular. Kocam ve oğlum bulduktan sonra götürdüler hayvan kesilen yere. Ve kasap bıçağıyla kızımı öldürdüler. Eti nasıl kestiyse benim kızımı da öyle kestiler. Çuvala koydular, parçalarını. Oğlum ve kocam cezaevinde yattı, ikisi de çıktı. Oğlum başka şehirde yaşıyor. Kocam da yanımda ama kızımızı öldürdükten sonra dengesini kaybetti.” 60 yaşın üstündeki Melez Teyze de, hâlâ kocasından şiddet görüyor. Yoksul, aç ve çaresiz.
TARAF