Cehalet Özrü
-Ebu Muhammed El Makdisi-
Kanunların askerleri lehinde mücadele edenler ve onları savunanlar derler ki: “Kuşkusuz bu askerler, kendilerine öğretecek, onlara din konusunda davette bulunacak ve onlara dinlerini açıklayacak kimselere muhtaç olan cahillerdir. Onlar, efendilerinin tağutlar olduğunu, bu tağutlara kanun koymada itaatlerinin ibadet ve şirk olduğunu bilmemektedirler. Bu nedenle de bu askerlerin tağutları dost edinmeleri ve kanunlarını korumaları küfür konumunda değildir.”
Bu şüphelerine cevap olarak şunları söyleyebiliriz: Bu askerlere ve diğer insanlara yönelik davetin önemi konusunda ihtilaf yoktur. Bu, Allah’ın buyurduğu gibi en güzel amellerdendir: “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve “Ben gerçekten Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet/34)
Ancak, Allah’a ibadette* ortak koşan her müşrik; davetten önce, davet esnasında ve sonrasında Tevhid’e tutunmadıkları ve tağutları inkar etmedikleri sürece, müşrik olarak kalır.
* Bu askerlerin efendileriyle birlikte, kanun koymada, kanunları korumada adım attıkları bilinmektedir. Onlar bu nedenle müşriktirler, Allah’tan başkasına kulluk yapmaktadırlar. Onlar, Allah dışında bu kanun koyucuları Rabler edinmişlerdir. Bu konuda bazı deliller daha önce geçmişti.
Onlara davette bulunulmasının gereği ve önemi, onların hükmünü değiştirmez, onları muvahhid kılmaz veya onlardan şirk ismini kaldırmaz. Allahu Teala şöyle buyurur:
“Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah’ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver. Sonra (Müslüman olmaz ise) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu müsamaha onların bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.” (Tevbe/6)
Allahu Teala, onları Allah’ın kelamını işitmelerinden önce müşrik olarak isimlendirmiş ve vasıflandırmıştır. Bununla beraber onlar bilmeyen yani cahil olan bir topluluk idi.
Allahu Teala’nın, Nebi’sine Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara davette bulunma, Allah’ın kelamını işittirme ve daveti tebliğ etme emri; ne davetten önce ne davet esnasında ve ne de sonrasında, şirke tutunup Tevhid’e tutunmadıkları sürece, onların bu vasıflarından herhangi bir şeyi değiştirmemiştir.
Çünkü en büyük şirk, ihsan edilen hak dini bozar niteliktedir ki bu; zahiri manada bir ibadeti Allah’tan başkası için yapmaktır. Bunu yapan, asla cehaletini mazeret olarak gösteremez. Allahu Teala, bu kişiye Tevhid hakkında birçok açıdan açık hüccetini ikame etmiştir. Kişiye Tevhid hüccetinin ikame edildiği delilleri ve ayetleri âlimler şöyle zikrederler:
1- Allahu Teala’nın birliğine işaret eden açık kevni ayetler: Bunlar; yaratan, rızık veren ve yarattıklarını şekillendiren Allah’ın Subhanehu ve Teala birliği ve Rabliğine işaret eden ayetlerdir. Kendisine ibadet edilmesi, kanunlarına uyulması gereken tek varlık O’dur. Şer’an ve aklen bunlardan herhangi bir şeyin O’nun dışında başka bir varlığa nispet edilmesi caiz değildir. Ki Rabbimiz şöyle buyurur: “İyi biliniz ki yaratma ve emir O’nundur.” (A’raf/54)
2- Allahu Teala’nın, Âdemoğullarından almış olduğu misak da bu delillerdendir. Allahu Teala şöyle buyurur:
“Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye, Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki; ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da: ) ‘Evet (buna) şahit olduk’ dediler. Yahut, atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz onlardan sonra gelen bir nesil idik. Şimdi o batıl yolu tutanların yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin, demeyesiniz diye (yapmıştık).” (Araf/172–173)
Allahu Teala, kendisinden başka Rab edinmeyecekleri konusunda onlardan misak aldıktan sonra; gaflet, cehalet ve açık bir küfür üzere, şirk konusunda babalarını taklit etme iddialarını mazeret olarak kabul etmemiştir.
3- Allahu Teala’nın insanları üzerinde yaratmış olduğu ve kulların kalplerine; tek yaratan, rızık veren ve kanun koyanın Allahu Teala olduğuna dair yerleştirdiği fıtrat da, bu delillerdendir. Buhari ve Müslim’de geçen şu hadis bunun delilidir: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Her doğan, fıtrat üzere doğar. Anne-babası onu ya Yahudileştirir, ya Hristiyanlaştırır ya da Mecusileştirir”. Sahih-i Müslim’de ise şöyle geçer: “…ya da müşrikleştirir.” Yine Müslim’in rivayet etmiş olduğu kudsî bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Ben bütün kullarımı hanif olarak yarattım. Ancak şeytanlar onlara gelip, dinlerinden alıp götürdüler ve kendilerine helal kıldığım şeyleri haram kıldılar.”
4- Bunlara ilave olarak, Allahu Teala, bütün rasullerini bu yüce gayenin gerçekleşmesi için göndermiştir: Allah Subhanehu ve Teala şöyle buyurur:
“Andolsun ki biz her ümmete; ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının’ diye uyaran bir peygamber gönderdik.” (Nahl/36)
“Peygamberleri müjdeciler ve azap habercileri olarak gönderdik ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın.” (Nisa/165)
Bu nedenle kendisine direk olarak bir nebinin risaleti ulaşmayan kimse, başka bir nebinin davetini işitir.
Çünkü şeriatları farklı farklı olsa da bu nebilerin hepsinin daveti; Tevhid’i uygulama ve şirki yok etmeye dönüktü. Allahu Teala şöyle buyurur: “Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsra/15) Allah Subhanehu ve Teala, insanlara bütün rasullerini gönderdi. Bu rasullerin sonuncusu da Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem idi. Onunla dini açıkladı ve hüccetini insanlar üzerine ikame etti. Ondan Sallallahu Aleyhi ve Sellem sonra da başka bir rasul yoktur.
5- Allahu Teala, bütün kitaplarını bu yüce gayeye davet için indirdi. Bütün bu kitapları ise öyle bir kitap ile sonlandırdı ki hiçbir şey onu yok edemeyecektir. Ayrıca Allahu Teala, kıyamet gününe kadar onu korumayı üstlendi ve insanlara karşı uyarısının ulaşmış olmasını bu kitabın insanlara ulaşmış olmasına bağladı. Allahu Teala bu kitapta, dinin bütün emirlerini zikretmiştir ki bu emirlerin en yücesi ve en önemlisi Tevhid’tir. Allah Subhanehu ve Teala şöyle buyurur: “Bu Kur’an bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu.” (Enam/19) Yine şöyle buyurur: “Kitap ehlinden ve müşriklerden küfredenler, kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar vazgeçecek değillerdir.” (Beyyine/1)
Sonra Allahu Teala, delil ve hücceti şu sözüyle açıklar: “(İşte o apaçık delil) Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir.” (Beyyine/2)
Bu yüce Kur’an kime ulaşmışsa, o kişiye hüccet ikame edilmiş olur. Özellikle bütün peygamberlerin kendisi için gönderildiği; dinin en açık hükümleri konusunda, kişiye uyarı ve davet ulaşmış olarak kabul edilir.
Ancak hüccetin ve bu hüccetin ulaşmasının, her bir kişiye ayrı ayrı ve kişinin bizzat kendisine ulaşması gerektiğini söylemek, Allahu Teala’nın şu sözünde reddettiği bir şeydir: “Öyleyken, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? Ürkek yaban eşekleri gibi aslandan kaçmaktalar. Hayır, onlardan her kişi kendisine açılmış sayfalar verilmesini istiyor.” (Müddessir/49–52)
Nebi’nin Sallallahu Aleyhi ve Sellem sîretinde görüldüğü gibi, onun Sallallahu Aleyhi ve Sellem mümteni (bir güç arkasına sığınmış olup kendisine güç yetirilemeyen) gruplara karşı yapılan davet konusundaki tavrı bilinmektedir. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bu taifelerden birisine, dine davet maksadı ile bir elçi gönderdiğinde, bu elçiyi o taifenin tüm fertlerine değil sadece başları konumundaki kişilere gönderir ve hiçbir elçisine, o taifenin fertlerine de tek tek ulaşmasını emretmezdi. Özellikle güç yetirilemeyen ve Müslümanlara karşı savaş halindeki gruplara yönelik davetlerde, bu uygulama daha da belirgindir.
Bu tağutlar, onların destekçileri ve kanunların askerleri; kendilerinden önceki müşriklerin, Tevhid’i ihtiva eden Kur’an’dan yüz çevirme konusundaki izlerini aynen takip etmektedirler. Yine bunlar hakkı dinleme konusunda, vahşi eşeklerin aslanlardan kaçtıkları gibi kaçmaktadırlar. Bunlar, gözlerinin önünde olan ikame olunmuş hüccetten yüz çevirmeleri nedeni ile cahil kalan müşriklerdir.
Bunların cehaletlerinin sebebi; kendilerine risalet hüccetinin ulaşmamış olması veya bunaklık, delilik, çocukluk ya da bunun gibi ehliyetin engellerinin varlığı da değildir. Bununla beraber bu askerler, İslam’a karşı silah ile savaşan ve mümteni konumunda olan bir grubun üyeleridir.
Bilinmektedir ki savaşçı konumunda olan bir kimseye hüccet ikame edilmesi gerekli değildir. Bu nedenle alimler bu konuda, savunma savaşı ile saldırı savaşını birbirinden ayırmışlar ve bu iki tür savaşın içerisinde yer alan fertlerin durumlarını da ayrı ayrı değerlendirmişlerdir. (İlim ehli hüccet ikamesinin gerekliliği konusunda, mümteni olan grup ile mümteni olmayan grubu birbirinden ayırmışlardır. Mümteni olan grup için hüccet ikamesi gerekli değildir.)
Yine Allah’ın dinine karşı savaş halinde olan bu grubu savunan insanlar, kendi batıllarını yamamak için, hüccetin bu askerlere ikame edilmemiş olduğunu söylemektedirler. Bu söz Allahu Teala’nın; “De ki; kesin delil ancak Allah’ındır” (Enam/149) sözüne aykırı ve muhaliftir.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisine babası hakkında soru soran bir adama şöyle dedi: “Benim babam da senin baban da ateştedir.” (Müslim’in rivayeti) Bununla birlikte, soru soranın ve Allah Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem babası, Allahu Teala’nın kendileri hakkında şöyle buyurduğu kimselerdendiler:
“Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.” (Yasin/6)
Bunun aksi düşünülemez, çünkü Tevhid’in aslı ve insanları şirkten uzaklaştırıp tek olan Allah’a ibadet konusunda Allahu Teala, hüccetini bir çok yönden insanlara ikame etmiş ve tüm rasulleri de bunun için göndermiştir.
Buna rağmen Allah’ın dininden bazı isim ve sıfatlar dışında hiçbir şey bilmeyen bazıları; Allah’ın kulları üzerindeki hakkı ve bütün peygamberlerin onun için gönderildiği, bütün kitapların onun için indirildiği ve bütün hüccetlerin onu ihtiva ettiği Tevhid konusunda hüccet ikamesini gerekli görmektedirler. Bunlar, ayetleri mevzuları dışında ele alarak bu meseleler üzerine şüphelerini bina etmektedirler. Onların mevzusu dışında ele aldıkları ayetlerden birisi Allahu Teala’nın şu sözüdür: “Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsra/15) Bu insanlar büyük ve açık olan şirk konusu da dâhil olmak üzere, bütün konularda hüccet ikamesi olmadan tekfirin olmayacağını savunmaktadırlar.
Bu ayette, onların bu bozuk düşüncelerine işaret eden hiç bir yön yoktur. Allahu Teala; “Biz peygamber göndermedikçe kimseyi tekfir etmeyiz” demiyor, “azap etmeyiz” diyor. Bu azaptan kastedilen, Allahu Teala’nın; “Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir” (Kasas/59) sözünde de belirttiği gibi; dünyadaki azap veya şu sözünde belirttiği gibi ahiretteki azaptır: “İçine her bir topluluğun atılmasında, bekçileri onlara: “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” diye sorarlar. Onlar; “Evet” derler.” (Mülk/8)
Özellikle büyük şirk ve Allahu Teala’dan başkasına ibadet sebebi ile tekfire gelince, bu ayette (İsra, 15) kastedilen bu tür bir tekfir değildir. Çünkü kafir, yoldan sapmış, hakkı bilen ve bunu inkar edenler gibi inatçı bir kafir olabileceği gibi, yüz çeviren veya kendisine uyduğu kimselerin saptırması ile sapıtan cahil bir kafir de olabilir.
Her kâfirin küfrü, bilerek hakkı inkâr etme şeklinde olmayabilir. Aksine çoğu kâfir cahildir ve sapmıştır. Onları ateşe sürükleyen şey; güzel birşey yaptıklarını düşünerek, efendilerini, büyüklerini ve babalarını taklitle küfre girmeleridir.
Açık olan büyük şirk konusunda ise, Allahu Teala açık hüccetini ikame etmiştir. Cahilin bu konudaki mazereti kabul edilmez, çünkü onun bilgisizliği ve durumu, ancak dinden ve kendisi için yaratılmış olduğu en önemli şeyi öğrenmekten yüz çevirmesi sebebiyledir. Bu konudaki cehaleti, kendisine hüccetin ikame edilmemiş olmasından dolayı değildir.
Zeyd bin Amr bin Nufeyl’in kıssasında bu konu ile alakalı ibretler vardır. O, Tevhid’i kendi zamanına özel olarak gönderilmiş bir rasul olmamasına rağmen gerçekleştirmişti. Ki onun yaşadığı dönem, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem peygamberliğin gönderildiği dönemden kısa bir süre önce idi. O, Allahu Teala’nın kendileri hakkında şöyle buyurduğu topluluktandır:
“O, senden önce kendilerine hiç uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyarman için, -doğru yolu bulmaları için- Rabbinden bir rahmet olarak gönderilen Hak’tır.” (Secde/3)
Bununla birlikte Zeyd, Efendimiz İbrahim’in Aleyhisselam dini üzere olan bir hanifti. Fıtratıyla Tevhid’e ulaşmıştı. O, kavminin tağutlarından uzak durmuş, onlara ibadet ve yardımcı olmaktan kaçınmıştı. Bu, onun kurtulması için yeterliydi. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onun tek bir ümmet gibi diriltileceğini bildirmiştir. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onu görmüştü. Ona “putlara ayrılmış bir kurban” dan oluşan bir sofra sunuldu. Zeyd, bunu yemekten kaçındı ve; “Ortak koştuklarınız için kestiklerinizden yemeyeceğim” dedi. O, Kureyş’in bu fiillerini kınıyor ve; “Koyunu Allah yarattı, ona gökyüzünden su indirdi, yeryüzünde onun için bitki çıkardı. Sonra siz, onu Allah’ın ismi dışında bir şeyle, inkar etmek ve kendisi için kestiğiniz şeyi yüceltmek için kesiyorsunuz” diyordu. (Buhari rivayet etmiştir.)
Tevhid’in fıtrata nasıl serpildiğini ve insanların tasarlayıp kendisine yöneldikleri; sonradan ortaya atılan şirki düşün.
Bu adama, dönemine özel bir peygamber gelmemişti. Buna rağmen, Tevhid’i öğrenmiş, onu gerçekleştirmiş ve kurtulmuştur. Risalet hücceti olmadan bilinemeyecek ibadetler ve şeriatın ayrıntıları konusunda ise mazeret sahibiydi.
İbn-i İshak’ın rivayetinde geçtiği gibi; “Ey Allah’ım! Eğer ki sana ibadetin hangisinin daha sevimli olduğunu bilseydim, öyle ibadet ederdim. Ancak bunu bilmiyorum” der ve sonra da yeryüzüne rahatına geldiği gibi secde ederdi. Bu kişi; ancak bir rasulün daveti ile bilinebilecek olan namaz, oruç ve buna benzer dinin diğer emirleri hakkında mazur kabul edilmiştir.
Onunla aynı dönemde yaşamış olan diğer insanlar ve bu insanlardan biri olan Nebi’nin Sallallahu Aleyhi ve Sellem babası mazur görülmemişti. Çünkü bu insanlar Tevhid’i gerçekleştirmemişler, şirk, küfür ve putperestlikten uzaklaşmamışlardı. Bununla beraber onlara, Allahu Teala’nın buyurduğu gibi, bir uyarıcı da gönderilmemişti.
Bu mana üzerinde iyi düşünülmesi gerekir. Cehaleti sebebi ile kişinin mazur kabul edilmesi, âlimlerin üzerinde konuştukları ve günümüz alimlerinin de üzerinde durdukları bir meseledir. Bununla beraber bu mesele, konu ile alakalı bütün delilleri alıp, bu delillerin tamamını aynı anda değerlendirmeden gerçek manada kavranamayacak olan bir konudur.
Bütün bunlardan sonra şunun bilinmesi gerekir ki bugün bu tağutların ve onların destekçilerinin küfrü; risalet hüccetinin kendilerine ulaşmaması sebebi ile oluşan küfür manasında değerlendirilemez. Allahu Teala, kendisinden sonra peygamber olmayan Rasül’ünü Sallallahu Aleyhi ve Sellem göndermiş ve onunla birlikte, hiçbir şekilde kendisine batılın karışmayacağı Kitap’ını indirmiştir. Ki bu Kitap, onların bizzat ellerinde bulunmaktadır.
Ancak insanların çoğu, ahiret hayatı yerine dünya hayatından razı olurlar. Bu nedenle de, hakkı arama ve ona tabi olmaktan yüz çevirirler. Onların küfrü; risalet hüccetinin kendilerine ulaşmamış olması nedeniyle olan bir küfür değil, bu hüccetten yüz çevirme küfrüdür.
Ayrıca, “Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu İsa’yı rabler edindiler” (Tevbe/31) ayetinde bahsedilen kişiler, Allah’ın şeriatı dışındaki kanunlara itaat etmenin; bu kanunlara ibadet etme ve dolayısıyla da şirk manasında olduğunu, sahih bir yol ile bize ulaşan Adiy bin Hatem hadisinde de geçtiği gibi, bilmiyorlardı. Ki o hadiste Adiy Radıyallahu Anh şöyle demektedir: “Onlara ibadet etmiyorduk.” Onlar, helal ve haram kılmada, kanun koymada itaatin, ibadet olduğunu bilmiyorlardı. Bununla beraber helal ve haram koymada onlara itaat ediyorlardı ve Allah’ı bırakıp, kendilerine bu helal ve haramları belirleyenleri rabler ediniyorlardı. Onların bu konudaki cehaletleri, kendilerinden özür olarak kabul edilmemiştir.
Çünkü bu mesele, Allah’ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratı yok etmektedir. Yaratan, rızık veren, âlemleri biçimlendiren Allahu Teala’dır ve O’ndan başka birisinin kanun koyma, emretme ve hükmetme yetkisi de yoktur. Şüphesiz Allahu Teala, kendisinin ibadet konusunda birlenmesi, hüküm ve kanun koymada teklenmesi ve kendisi dışındakilere ibadetten kaçınılması için peygamberlerini gönderdi ve bütün kitaplarını indirdi.
Günümüzde ise Allah’tan başkasına ibadet meselesi, geçmiş dönemlere nazaran daha açık bir şekilde yapılmaktadır. Günümüzdeki subaylara, polislere, casuslara veya tağutların emniyet birimlerinde görevli olan diğerlerine, dini ve kitabı hakkında sorulduğunda; dininin İslam ve kitabının ise Kur’an olduğunu iddia eder. Hatta gece ve gündüz vakitlerinde Kur’an tilaveti ile meşgul olanları vardır. Onun Kur’anı okuması, kendisine ikame olunan hüccetin pekiştirilmesi demektir. Daha sonra aynı kişi İslam’ı ve Kur’an’ı bir kenara bırakarak, Allah’ın dini ve Kitabı’nın hakim olmasını isteyenleri tutuklar, hapseder ve onlar hakkında tağutun kanunları ile hükmeder. Tevhid’e ve şirkten uzaklaşmaya çağıran herkes ile savaşır. Buna karşılık tağutun hükmüne, sonradan koyduğu kanunlarına, şeriat hükümlerini yok eden şirk anayasasına ve Tevhid düşmanları olan dostlarına yardım eder. Hak ehline karşı onlara destekçi olur.
Allah’ın dinini bozan bütün bu işleri yapmak, sadece dininin İslam olduğunu iddia etmek ile gizlenebilir mi? Bu mesele; “Onlara hüccet ikamesi yapılmadı” denilecek kadar kapalı ve şüpheli midir? Allah’a yemin olsun ki bu mesele, güneşin gündüz vaktindeki en parlak anından daha da açıktır.
İşte Burada Birbirine Düşman Olan İki Saf ve İki Grup Vardır: Şirk safı ve Tevhid safı. Sonradan konulan kanunların safı ve tertemiz şeriat safı. Bu topluluklar; tamamen kendi istekleri, akılları ve tercihleriyle tağutun safını seçmektedirler. Bu seçimlerini ise ya tağutu sevmelerinden dolayı ya da ahirete karşılık dünya hayatının “emekli maaşı” denilen metaını elde etmek için yaparlar. Tağutun yolunda savaşırlar ve ona yardım ederler. Ayrıca bu tağutlara düşman olanlar ile savaşırlar, Tevhid ehlini bu tağutlardan uzak tutarlar. “İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar.” (Nisa/76)
Bu askerler kıyamet gününde, Tevhid ehlinin zaferini ve tâbi oldukları şirk ehlinin ise yenilgi ve helakını gördüklerinde şöyle diyeceklerdir:
“Rabbimiz! Biz büyüklerimize ve yöneticilerimize itaat etmiştik. Onlar da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” (Ahzab/67–68)
Onların, “Bizi Yoldan Saptırdılar” Sözünü Düşün. Bu Onlar İçin Bir Mazeret midir?!
Allahu Teala, kâfirlerden çoğunun kendi durumları hakkındaki zanlarını şöyle belirtir:
“(Bunlar) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.” (Kehf/104)
“Kendilerinin doğru yolda olduklarını zannediyorlar.” (Araf/30)
“Kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar.” (Mücadele/18)
Bütün bu zanlarının onlara bir faydası olmaz. Çünkü onlar; Allahu Teala’nın, hakkında açıkça hüccetini ikame ettiği, bütün peygamberlerini onun için gönderdiği bir emri bozmuşlar ve yerine getirmekten yüz çevirmişlerdir. Eğer ki bunların hata ettikleri ve saptıkları şey, dinde kapalı olan bir mesele hakkında olmuş olsaydı ve bununla beraber dinin aslı olan Tevhid konusunda herhangi bir sapkınlıkları olmasaydı, durumları böyle olmayabilirdi. (Tevhid dışında, herhangi bir hayırlı amel işlemediğini söyleyen adamın hadisi buna işaret eder: Adam, çocuklarına öldükten sonra kendisini yakmalarını, sonra külünü denize savurmalarını vasiyet etti ve: “Vallahi eğer Rabbim beni diriltmeye güç yetirirse hiç kimseye azap etmediği şekilde bana azap eder.” dedi. Sonra Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem dedi ki: “Oğulları bu isteğini yaptılar.” Allahu Teala yeryüzüne şöyle dedi: “Aldığını geri ver.” O an adam dirildi ve kalktı. Allahu Teala ona şöyle dedi: “Bu yaptığın şeye seni sevk eden nedir?” Adam: “Senden korkumdur ya Rabbi!” dedi. Bu söylediğinden dolayı Allah onu affetti… Buhari’deki aslında “Tevhid’den başka amel işlemezdi” ziyadesi vardır.
Ahmed’e göre sahih bir isnadla rivayet edilmiştir ve bunda Allah’ın isimleri ve sıfatlarını bilmeme konusunda özrün olduğuna dair işaret vardır. Çünkü bu ancak peygamberler yoluyla bilinir. Bu adam Allah’ın kudreti hakkında son derece cahildi. Çocuklarına olan vasiyetinin, kendisini Allah’ın azabından kurtaracağını zannediyordu. Allahu Teala, Allah’ın kulu üzerindeki hakkı olan; gerek kainata yerleştirdiği deliller ve gerekse akli deliller, fıtrat, misak ve risalet hücceti ile bildirdiği Tevhid meselesinin aksine, onu bu cehaletinden dolayı bağışladı.)
Bu bölümde söz uzamaktadır. İlim ehlinin bu meseledeki açıklamaları çoktur. Bu mesele ile alakalı olarak; “el-Farku’l-Mübîn Beyne’l-Uzri Bi’l-Cehli ve’l-İ’râd Ani’d-Din” isimli bir çalışmamız bulunmaktadır. Allahu Teala bize onun basımını kolaylaştırsın. Ancak hidayeti isteyen kimse için burada bahsettiklerimiz yeterlidir inşaallah.
( Tağutların Destekçileri / BEŞİNCİ ŞÜPHE )
Ebu Muhammed El Makdisi
Hicri 1420, Safer
-Ebu Muhammed El Makdisi-
Kanunların askerleri lehinde mücadele edenler ve onları savunanlar derler ki: “Kuşkusuz bu askerler, kendilerine öğretecek, onlara din konusunda davette bulunacak ve onlara dinlerini açıklayacak kimselere muhtaç olan cahillerdir. Onlar, efendilerinin tağutlar olduğunu, bu tağutlara kanun koymada itaatlerinin ibadet ve şirk olduğunu bilmemektedirler. Bu nedenle de bu askerlerin tağutları dost edinmeleri ve kanunlarını korumaları küfür konumunda değildir.”
Bu şüphelerine cevap olarak şunları söyleyebiliriz: Bu askerlere ve diğer insanlara yönelik davetin önemi konusunda ihtilaf yoktur. Bu, Allah’ın buyurduğu gibi en güzel amellerdendir: “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve “Ben gerçekten Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet/34)
Ancak, Allah’a ibadette* ortak koşan her müşrik; davetten önce, davet esnasında ve sonrasında Tevhid’e tutunmadıkları ve tağutları inkar etmedikleri sürece, müşrik olarak kalır.
* Bu askerlerin efendileriyle birlikte, kanun koymada, kanunları korumada adım attıkları bilinmektedir. Onlar bu nedenle müşriktirler, Allah’tan başkasına kulluk yapmaktadırlar. Onlar, Allah dışında bu kanun koyucuları Rabler edinmişlerdir. Bu konuda bazı deliller daha önce geçmişti.
Onlara davette bulunulmasının gereği ve önemi, onların hükmünü değiştirmez, onları muvahhid kılmaz veya onlardan şirk ismini kaldırmaz. Allahu Teala şöyle buyurur:
“Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah’ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver. Sonra (Müslüman olmaz ise) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu müsamaha onların bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.” (Tevbe/6)
Allahu Teala, onları Allah’ın kelamını işitmelerinden önce müşrik olarak isimlendirmiş ve vasıflandırmıştır. Bununla beraber onlar bilmeyen yani cahil olan bir topluluk idi.
Allahu Teala’nın, Nebi’sine Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara davette bulunma, Allah’ın kelamını işittirme ve daveti tebliğ etme emri; ne davetten önce ne davet esnasında ve ne de sonrasında, şirke tutunup Tevhid’e tutunmadıkları sürece, onların bu vasıflarından herhangi bir şeyi değiştirmemiştir.
Çünkü en büyük şirk, ihsan edilen hak dini bozar niteliktedir ki bu; zahiri manada bir ibadeti Allah’tan başkası için yapmaktır. Bunu yapan, asla cehaletini mazeret olarak gösteremez. Allahu Teala, bu kişiye Tevhid hakkında birçok açıdan açık hüccetini ikame etmiştir. Kişiye Tevhid hüccetinin ikame edildiği delilleri ve ayetleri âlimler şöyle zikrederler:
1- Allahu Teala’nın birliğine işaret eden açık kevni ayetler: Bunlar; yaratan, rızık veren ve yarattıklarını şekillendiren Allah’ın Subhanehu ve Teala birliği ve Rabliğine işaret eden ayetlerdir. Kendisine ibadet edilmesi, kanunlarına uyulması gereken tek varlık O’dur. Şer’an ve aklen bunlardan herhangi bir şeyin O’nun dışında başka bir varlığa nispet edilmesi caiz değildir. Ki Rabbimiz şöyle buyurur: “İyi biliniz ki yaratma ve emir O’nundur.” (A’raf/54)
2- Allahu Teala’nın, Âdemoğullarından almış olduğu misak da bu delillerdendir. Allahu Teala şöyle buyurur:
“Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye, Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki; ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da: ) ‘Evet (buna) şahit olduk’ dediler. Yahut, atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz onlardan sonra gelen bir nesil idik. Şimdi o batıl yolu tutanların yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin, demeyesiniz diye (yapmıştık).” (Araf/172–173)
Allahu Teala, kendisinden başka Rab edinmeyecekleri konusunda onlardan misak aldıktan sonra; gaflet, cehalet ve açık bir küfür üzere, şirk konusunda babalarını taklit etme iddialarını mazeret olarak kabul etmemiştir.
3- Allahu Teala’nın insanları üzerinde yaratmış olduğu ve kulların kalplerine; tek yaratan, rızık veren ve kanun koyanın Allahu Teala olduğuna dair yerleştirdiği fıtrat da, bu delillerdendir. Buhari ve Müslim’de geçen şu hadis bunun delilidir: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Her doğan, fıtrat üzere doğar. Anne-babası onu ya Yahudileştirir, ya Hristiyanlaştırır ya da Mecusileştirir”. Sahih-i Müslim’de ise şöyle geçer: “…ya da müşrikleştirir.” Yine Müslim’in rivayet etmiş olduğu kudsî bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Ben bütün kullarımı hanif olarak yarattım. Ancak şeytanlar onlara gelip, dinlerinden alıp götürdüler ve kendilerine helal kıldığım şeyleri haram kıldılar.”
4- Bunlara ilave olarak, Allahu Teala, bütün rasullerini bu yüce gayenin gerçekleşmesi için göndermiştir: Allah Subhanehu ve Teala şöyle buyurur:
“Andolsun ki biz her ümmete; ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının’ diye uyaran bir peygamber gönderdik.” (Nahl/36)
“Peygamberleri müjdeciler ve azap habercileri olarak gönderdik ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın.” (Nisa/165)
Bu nedenle kendisine direk olarak bir nebinin risaleti ulaşmayan kimse, başka bir nebinin davetini işitir.
Çünkü şeriatları farklı farklı olsa da bu nebilerin hepsinin daveti; Tevhid’i uygulama ve şirki yok etmeye dönüktü. Allahu Teala şöyle buyurur: “Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsra/15) Allah Subhanehu ve Teala, insanlara bütün rasullerini gönderdi. Bu rasullerin sonuncusu da Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem idi. Onunla dini açıkladı ve hüccetini insanlar üzerine ikame etti. Ondan Sallallahu Aleyhi ve Sellem sonra da başka bir rasul yoktur.
5- Allahu Teala, bütün kitaplarını bu yüce gayeye davet için indirdi. Bütün bu kitapları ise öyle bir kitap ile sonlandırdı ki hiçbir şey onu yok edemeyecektir. Ayrıca Allahu Teala, kıyamet gününe kadar onu korumayı üstlendi ve insanlara karşı uyarısının ulaşmış olmasını bu kitabın insanlara ulaşmış olmasına bağladı. Allahu Teala bu kitapta, dinin bütün emirlerini zikretmiştir ki bu emirlerin en yücesi ve en önemlisi Tevhid’tir. Allah Subhanehu ve Teala şöyle buyurur: “Bu Kur’an bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu.” (Enam/19) Yine şöyle buyurur: “Kitap ehlinden ve müşriklerden küfredenler, kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar vazgeçecek değillerdir.” (Beyyine/1)
Sonra Allahu Teala, delil ve hücceti şu sözüyle açıklar: “(İşte o apaçık delil) Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir.” (Beyyine/2)
Bu yüce Kur’an kime ulaşmışsa, o kişiye hüccet ikame edilmiş olur. Özellikle bütün peygamberlerin kendisi için gönderildiği; dinin en açık hükümleri konusunda, kişiye uyarı ve davet ulaşmış olarak kabul edilir.
Ancak hüccetin ve bu hüccetin ulaşmasının, her bir kişiye ayrı ayrı ve kişinin bizzat kendisine ulaşması gerektiğini söylemek, Allahu Teala’nın şu sözünde reddettiği bir şeydir: “Öyleyken, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? Ürkek yaban eşekleri gibi aslandan kaçmaktalar. Hayır, onlardan her kişi kendisine açılmış sayfalar verilmesini istiyor.” (Müddessir/49–52)
Nebi’nin Sallallahu Aleyhi ve Sellem sîretinde görüldüğü gibi, onun Sallallahu Aleyhi ve Sellem mümteni (bir güç arkasına sığınmış olup kendisine güç yetirilemeyen) gruplara karşı yapılan davet konusundaki tavrı bilinmektedir. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bu taifelerden birisine, dine davet maksadı ile bir elçi gönderdiğinde, bu elçiyi o taifenin tüm fertlerine değil sadece başları konumundaki kişilere gönderir ve hiçbir elçisine, o taifenin fertlerine de tek tek ulaşmasını emretmezdi. Özellikle güç yetirilemeyen ve Müslümanlara karşı savaş halindeki gruplara yönelik davetlerde, bu uygulama daha da belirgindir.
Bu tağutlar, onların destekçileri ve kanunların askerleri; kendilerinden önceki müşriklerin, Tevhid’i ihtiva eden Kur’an’dan yüz çevirme konusundaki izlerini aynen takip etmektedirler. Yine bunlar hakkı dinleme konusunda, vahşi eşeklerin aslanlardan kaçtıkları gibi kaçmaktadırlar. Bunlar, gözlerinin önünde olan ikame olunmuş hüccetten yüz çevirmeleri nedeni ile cahil kalan müşriklerdir.
Bunların cehaletlerinin sebebi; kendilerine risalet hüccetinin ulaşmamış olması veya bunaklık, delilik, çocukluk ya da bunun gibi ehliyetin engellerinin varlığı da değildir. Bununla beraber bu askerler, İslam’a karşı silah ile savaşan ve mümteni konumunda olan bir grubun üyeleridir.
Bilinmektedir ki savaşçı konumunda olan bir kimseye hüccet ikame edilmesi gerekli değildir. Bu nedenle alimler bu konuda, savunma savaşı ile saldırı savaşını birbirinden ayırmışlar ve bu iki tür savaşın içerisinde yer alan fertlerin durumlarını da ayrı ayrı değerlendirmişlerdir. (İlim ehli hüccet ikamesinin gerekliliği konusunda, mümteni olan grup ile mümteni olmayan grubu birbirinden ayırmışlardır. Mümteni olan grup için hüccet ikamesi gerekli değildir.)
Yine Allah’ın dinine karşı savaş halinde olan bu grubu savunan insanlar, kendi batıllarını yamamak için, hüccetin bu askerlere ikame edilmemiş olduğunu söylemektedirler. Bu söz Allahu Teala’nın; “De ki; kesin delil ancak Allah’ındır” (Enam/149) sözüne aykırı ve muhaliftir.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisine babası hakkında soru soran bir adama şöyle dedi: “Benim babam da senin baban da ateştedir.” (Müslim’in rivayeti) Bununla birlikte, soru soranın ve Allah Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem babası, Allahu Teala’nın kendileri hakkında şöyle buyurduğu kimselerdendiler:
“Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.” (Yasin/6)
Bunun aksi düşünülemez, çünkü Tevhid’in aslı ve insanları şirkten uzaklaştırıp tek olan Allah’a ibadet konusunda Allahu Teala, hüccetini bir çok yönden insanlara ikame etmiş ve tüm rasulleri de bunun için göndermiştir.
Buna rağmen Allah’ın dininden bazı isim ve sıfatlar dışında hiçbir şey bilmeyen bazıları; Allah’ın kulları üzerindeki hakkı ve bütün peygamberlerin onun için gönderildiği, bütün kitapların onun için indirildiği ve bütün hüccetlerin onu ihtiva ettiği Tevhid konusunda hüccet ikamesini gerekli görmektedirler. Bunlar, ayetleri mevzuları dışında ele alarak bu meseleler üzerine şüphelerini bina etmektedirler. Onların mevzusu dışında ele aldıkları ayetlerden birisi Allahu Teala’nın şu sözüdür: “Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsra/15) Bu insanlar büyük ve açık olan şirk konusu da dâhil olmak üzere, bütün konularda hüccet ikamesi olmadan tekfirin olmayacağını savunmaktadırlar.
Bu ayette, onların bu bozuk düşüncelerine işaret eden hiç bir yön yoktur. Allahu Teala; “Biz peygamber göndermedikçe kimseyi tekfir etmeyiz” demiyor, “azap etmeyiz” diyor. Bu azaptan kastedilen, Allahu Teala’nın; “Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir” (Kasas/59) sözünde de belirttiği gibi; dünyadaki azap veya şu sözünde belirttiği gibi ahiretteki azaptır: “İçine her bir topluluğun atılmasında, bekçileri onlara: “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” diye sorarlar. Onlar; “Evet” derler.” (Mülk/8)
Özellikle büyük şirk ve Allahu Teala’dan başkasına ibadet sebebi ile tekfire gelince, bu ayette (İsra, 15) kastedilen bu tür bir tekfir değildir. Çünkü kafir, yoldan sapmış, hakkı bilen ve bunu inkar edenler gibi inatçı bir kafir olabileceği gibi, yüz çeviren veya kendisine uyduğu kimselerin saptırması ile sapıtan cahil bir kafir de olabilir.
Her kâfirin küfrü, bilerek hakkı inkâr etme şeklinde olmayabilir. Aksine çoğu kâfir cahildir ve sapmıştır. Onları ateşe sürükleyen şey; güzel birşey yaptıklarını düşünerek, efendilerini, büyüklerini ve babalarını taklitle küfre girmeleridir.
Açık olan büyük şirk konusunda ise, Allahu Teala açık hüccetini ikame etmiştir. Cahilin bu konudaki mazereti kabul edilmez, çünkü onun bilgisizliği ve durumu, ancak dinden ve kendisi için yaratılmış olduğu en önemli şeyi öğrenmekten yüz çevirmesi sebebiyledir. Bu konudaki cehaleti, kendisine hüccetin ikame edilmemiş olmasından dolayı değildir.
Zeyd bin Amr bin Nufeyl’in kıssasında bu konu ile alakalı ibretler vardır. O, Tevhid’i kendi zamanına özel olarak gönderilmiş bir rasul olmamasına rağmen gerçekleştirmişti. Ki onun yaşadığı dönem, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem peygamberliğin gönderildiği dönemden kısa bir süre önce idi. O, Allahu Teala’nın kendileri hakkında şöyle buyurduğu topluluktandır:
“O, senden önce kendilerine hiç uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyarman için, -doğru yolu bulmaları için- Rabbinden bir rahmet olarak gönderilen Hak’tır.” (Secde/3)
Bununla birlikte Zeyd, Efendimiz İbrahim’in Aleyhisselam dini üzere olan bir hanifti. Fıtratıyla Tevhid’e ulaşmıştı. O, kavminin tağutlarından uzak durmuş, onlara ibadet ve yardımcı olmaktan kaçınmıştı. Bu, onun kurtulması için yeterliydi. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onun tek bir ümmet gibi diriltileceğini bildirmiştir. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onu görmüştü. Ona “putlara ayrılmış bir kurban” dan oluşan bir sofra sunuldu. Zeyd, bunu yemekten kaçındı ve; “Ortak koştuklarınız için kestiklerinizden yemeyeceğim” dedi. O, Kureyş’in bu fiillerini kınıyor ve; “Koyunu Allah yarattı, ona gökyüzünden su indirdi, yeryüzünde onun için bitki çıkardı. Sonra siz, onu Allah’ın ismi dışında bir şeyle, inkar etmek ve kendisi için kestiğiniz şeyi yüceltmek için kesiyorsunuz” diyordu. (Buhari rivayet etmiştir.)
Tevhid’in fıtrata nasıl serpildiğini ve insanların tasarlayıp kendisine yöneldikleri; sonradan ortaya atılan şirki düşün.
Bu adama, dönemine özel bir peygamber gelmemişti. Buna rağmen, Tevhid’i öğrenmiş, onu gerçekleştirmiş ve kurtulmuştur. Risalet hücceti olmadan bilinemeyecek ibadetler ve şeriatın ayrıntıları konusunda ise mazeret sahibiydi.
İbn-i İshak’ın rivayetinde geçtiği gibi; “Ey Allah’ım! Eğer ki sana ibadetin hangisinin daha sevimli olduğunu bilseydim, öyle ibadet ederdim. Ancak bunu bilmiyorum” der ve sonra da yeryüzüne rahatına geldiği gibi secde ederdi. Bu kişi; ancak bir rasulün daveti ile bilinebilecek olan namaz, oruç ve buna benzer dinin diğer emirleri hakkında mazur kabul edilmiştir.
Onunla aynı dönemde yaşamış olan diğer insanlar ve bu insanlardan biri olan Nebi’nin Sallallahu Aleyhi ve Sellem babası mazur görülmemişti. Çünkü bu insanlar Tevhid’i gerçekleştirmemişler, şirk, küfür ve putperestlikten uzaklaşmamışlardı. Bununla beraber onlara, Allahu Teala’nın buyurduğu gibi, bir uyarıcı da gönderilmemişti.
Bu mana üzerinde iyi düşünülmesi gerekir. Cehaleti sebebi ile kişinin mazur kabul edilmesi, âlimlerin üzerinde konuştukları ve günümüz alimlerinin de üzerinde durdukları bir meseledir. Bununla beraber bu mesele, konu ile alakalı bütün delilleri alıp, bu delillerin tamamını aynı anda değerlendirmeden gerçek manada kavranamayacak olan bir konudur.
Bütün bunlardan sonra şunun bilinmesi gerekir ki bugün bu tağutların ve onların destekçilerinin küfrü; risalet hüccetinin kendilerine ulaşmaması sebebi ile oluşan küfür manasında değerlendirilemez. Allahu Teala, kendisinden sonra peygamber olmayan Rasül’ünü Sallallahu Aleyhi ve Sellem göndermiş ve onunla birlikte, hiçbir şekilde kendisine batılın karışmayacağı Kitap’ını indirmiştir. Ki bu Kitap, onların bizzat ellerinde bulunmaktadır.
Ancak insanların çoğu, ahiret hayatı yerine dünya hayatından razı olurlar. Bu nedenle de, hakkı arama ve ona tabi olmaktan yüz çevirirler. Onların küfrü; risalet hüccetinin kendilerine ulaşmamış olması nedeniyle olan bir küfür değil, bu hüccetten yüz çevirme küfrüdür.
Ayrıca, “Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu İsa’yı rabler edindiler” (Tevbe/31) ayetinde bahsedilen kişiler, Allah’ın şeriatı dışındaki kanunlara itaat etmenin; bu kanunlara ibadet etme ve dolayısıyla da şirk manasında olduğunu, sahih bir yol ile bize ulaşan Adiy bin Hatem hadisinde de geçtiği gibi, bilmiyorlardı. Ki o hadiste Adiy Radıyallahu Anh şöyle demektedir: “Onlara ibadet etmiyorduk.” Onlar, helal ve haram kılmada, kanun koymada itaatin, ibadet olduğunu bilmiyorlardı. Bununla beraber helal ve haram koymada onlara itaat ediyorlardı ve Allah’ı bırakıp, kendilerine bu helal ve haramları belirleyenleri rabler ediniyorlardı. Onların bu konudaki cehaletleri, kendilerinden özür olarak kabul edilmemiştir.
Çünkü bu mesele, Allah’ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratı yok etmektedir. Yaratan, rızık veren, âlemleri biçimlendiren Allahu Teala’dır ve O’ndan başka birisinin kanun koyma, emretme ve hükmetme yetkisi de yoktur. Şüphesiz Allahu Teala, kendisinin ibadet konusunda birlenmesi, hüküm ve kanun koymada teklenmesi ve kendisi dışındakilere ibadetten kaçınılması için peygamberlerini gönderdi ve bütün kitaplarını indirdi.
Günümüzde ise Allah’tan başkasına ibadet meselesi, geçmiş dönemlere nazaran daha açık bir şekilde yapılmaktadır. Günümüzdeki subaylara, polislere, casuslara veya tağutların emniyet birimlerinde görevli olan diğerlerine, dini ve kitabı hakkında sorulduğunda; dininin İslam ve kitabının ise Kur’an olduğunu iddia eder. Hatta gece ve gündüz vakitlerinde Kur’an tilaveti ile meşgul olanları vardır. Onun Kur’anı okuması, kendisine ikame olunan hüccetin pekiştirilmesi demektir. Daha sonra aynı kişi İslam’ı ve Kur’an’ı bir kenara bırakarak, Allah’ın dini ve Kitabı’nın hakim olmasını isteyenleri tutuklar, hapseder ve onlar hakkında tağutun kanunları ile hükmeder. Tevhid’e ve şirkten uzaklaşmaya çağıran herkes ile savaşır. Buna karşılık tağutun hükmüne, sonradan koyduğu kanunlarına, şeriat hükümlerini yok eden şirk anayasasına ve Tevhid düşmanları olan dostlarına yardım eder. Hak ehline karşı onlara destekçi olur.
Allah’ın dinini bozan bütün bu işleri yapmak, sadece dininin İslam olduğunu iddia etmek ile gizlenebilir mi? Bu mesele; “Onlara hüccet ikamesi yapılmadı” denilecek kadar kapalı ve şüpheli midir? Allah’a yemin olsun ki bu mesele, güneşin gündüz vaktindeki en parlak anından daha da açıktır.
İşte Burada Birbirine Düşman Olan İki Saf ve İki Grup Vardır: Şirk safı ve Tevhid safı. Sonradan konulan kanunların safı ve tertemiz şeriat safı. Bu topluluklar; tamamen kendi istekleri, akılları ve tercihleriyle tağutun safını seçmektedirler. Bu seçimlerini ise ya tağutu sevmelerinden dolayı ya da ahirete karşılık dünya hayatının “emekli maaşı” denilen metaını elde etmek için yaparlar. Tağutun yolunda savaşırlar ve ona yardım ederler. Ayrıca bu tağutlara düşman olanlar ile savaşırlar, Tevhid ehlini bu tağutlardan uzak tutarlar. “İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar.” (Nisa/76)
Bu askerler kıyamet gününde, Tevhid ehlinin zaferini ve tâbi oldukları şirk ehlinin ise yenilgi ve helakını gördüklerinde şöyle diyeceklerdir:
“Rabbimiz! Biz büyüklerimize ve yöneticilerimize itaat etmiştik. Onlar da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” (Ahzab/67–68)
Onların, “Bizi Yoldan Saptırdılar” Sözünü Düşün. Bu Onlar İçin Bir Mazeret midir?!
Allahu Teala, kâfirlerden çoğunun kendi durumları hakkındaki zanlarını şöyle belirtir:
“(Bunlar) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.” (Kehf/104)
“Kendilerinin doğru yolda olduklarını zannediyorlar.” (Araf/30)
“Kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar.” (Mücadele/18)
Bütün bu zanlarının onlara bir faydası olmaz. Çünkü onlar; Allahu Teala’nın, hakkında açıkça hüccetini ikame ettiği, bütün peygamberlerini onun için gönderdiği bir emri bozmuşlar ve yerine getirmekten yüz çevirmişlerdir. Eğer ki bunların hata ettikleri ve saptıkları şey, dinde kapalı olan bir mesele hakkında olmuş olsaydı ve bununla beraber dinin aslı olan Tevhid konusunda herhangi bir sapkınlıkları olmasaydı, durumları böyle olmayabilirdi. (Tevhid dışında, herhangi bir hayırlı amel işlemediğini söyleyen adamın hadisi buna işaret eder: Adam, çocuklarına öldükten sonra kendisini yakmalarını, sonra külünü denize savurmalarını vasiyet etti ve: “Vallahi eğer Rabbim beni diriltmeye güç yetirirse hiç kimseye azap etmediği şekilde bana azap eder.” dedi. Sonra Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem dedi ki: “Oğulları bu isteğini yaptılar.” Allahu Teala yeryüzüne şöyle dedi: “Aldığını geri ver.” O an adam dirildi ve kalktı. Allahu Teala ona şöyle dedi: “Bu yaptığın şeye seni sevk eden nedir?” Adam: “Senden korkumdur ya Rabbi!” dedi. Bu söylediğinden dolayı Allah onu affetti… Buhari’deki aslında “Tevhid’den başka amel işlemezdi” ziyadesi vardır.
Ahmed’e göre sahih bir isnadla rivayet edilmiştir ve bunda Allah’ın isimleri ve sıfatlarını bilmeme konusunda özrün olduğuna dair işaret vardır. Çünkü bu ancak peygamberler yoluyla bilinir. Bu adam Allah’ın kudreti hakkında son derece cahildi. Çocuklarına olan vasiyetinin, kendisini Allah’ın azabından kurtaracağını zannediyordu. Allahu Teala, Allah’ın kulu üzerindeki hakkı olan; gerek kainata yerleştirdiği deliller ve gerekse akli deliller, fıtrat, misak ve risalet hücceti ile bildirdiği Tevhid meselesinin aksine, onu bu cehaletinden dolayı bağışladı.)
Bu bölümde söz uzamaktadır. İlim ehlinin bu meseledeki açıklamaları çoktur. Bu mesele ile alakalı olarak; “el-Farku’l-Mübîn Beyne’l-Uzri Bi’l-Cehli ve’l-İ’râd Ani’d-Din” isimli bir çalışmamız bulunmaktadır. Allahu Teala bize onun basımını kolaylaştırsın. Ancak hidayeti isteyen kimse için burada bahsettiklerimiz yeterlidir inşaallah.
( Tağutların Destekçileri / BEŞİNCİ ŞÜPHE )
Ebu Muhammed El Makdisi
Hicri 1420, Safer