Ebu Muhammed el Makdisi: "Türkiye halkı, tekfir, IŞİD, akide ve güncel konular"
Türkiye Meselelerine Açık Cevablar
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allâh’a hamd, Rasûlu’ne salât ve selâm olsun
Türk kardeşlerimizden biri beni ziyaret etti ve Türkiye’deki gençlerin durumundan bahsedip özetle şu risâleyi iletti:
“Hamd âlemlerin Rabbi Allâh’a, salât ve selâm da değerli Nebî’sine olsun
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun
Allah bereketinizi artırsın değerli şeyhlerimiz. Bizler sizleri seviyor ve ilminizden çokça istifade ediyoruz. Bundan ötürü Allah’a hamd ediyoruz. Allahu Teâlâ’dan bizleri ve sizi peygamberlerin sonuncusu ile beraber yüce Firdevs cennetinde bir araya getirmesini istiyoruz...
Öncelikle size Türkiye’deki vakıamızı açıklamak istiyoruz. Kardeşler arasında tekfir mevzularında farklı görüşler var. Ancak bu farklılıklar kaideler ve asıllarda değil. Bilakis hükümleri vakıaya ve insanlara indirme meselesindedir. Kardeşler üç kısma ayrılıyorlar:
Birinci kısım; seçimlerde oy kullanan herkesi, Tayyip Erdoğan’ı ve meclise giren herkesi tekfir etmeyenleri tekfir edenler. Bunlar seçimlerde oy kullanan herkesi tekfir etmeyen şeyhlerin vakıayı bilmediklerini, Türk halkının haktan yüz çevirdiğini ve ihmalkâr olduğunu iddia etmekte, bu halkta asıl olanın küfür olduğunu söylemektedirler. Bu halkın cehalet ve te’vîl ile mazur olamayacağını ve demokratik seçimlerin açık meselelerden olduğuna inanmaktalar.
İkinci kısım; Bunlar da birinci kısımdakiler gibi düşünmekte fakat Türk halkında asıl olanın küfür olduğuna inanmak ile birlikte muayyen şahsın hükmünde tevakkuf etmekteler. Akidesini bilmedikleri kimselere namaz kılarken görseler dahi müslüman hükmü vermemekteler.
Üçüncü kısım; bunlar Minberu’t-Tevhid ve-l Cihad şeyhlerinin kitap ve fetvalarını takip etmekteler. Mesela Şeyh Ebu Muhammed El Makdisi’nin “Tekfirde Aşırlıktan Sakındırma Hususunda Otuz Risale”sini, Şeyhin Türkiye ile alakalı 1635. ve 1651. Sorulara verdiği cevabını ,”Seçimlere Katılma Hakkında Faydalı Cevap” kitabını, Şeyh Ebu Katade’nin “Müslüman Halkları Kâfir Gören Kimseye Reddiye” risalesini ve minberin diğer kitaplarını okuyup takib etmekteler.
Bu mukaddimeden sonra sizden, gelen şu soruları Türkiye’deki kardeşlere bir nasihat olarak cevablandırmanızı istiyoruz. Allah sizi hayır ile mükâfatlandırsın...
-Türk halkı ile diğer müslüman halklar arasında bir fark görüyor musunuz?
-Halk nasıl kâfir olur? Türk halkının kâfir olduğu görüşünde misiniz?
-Bir meselenin “Kapalı”(1) olduğu nasıl bilinir?
-Kapalı bir mesele açık hale dönüşür mü? Bu dönüşümün kuralları nelerdir? Ne zaman dönüşür?
-Türkiye’de seçimlere katılmak kapalı meselelerden midir?
-Bizim yanımızda muteber olan âlim biri tarafından huccet ikamesi yapıldıktan sonra seçimlere katılmakta ısrar eden kimse mâzur olur mu? Eğer tekfir edilmez ise arkasında namaz kılmak caiz olur mu?
-Seçimlere katılan kimse mazur sayılıyor ise biz bu kimseye nasıl muamele edeceğiz?
-Tağutları tekfir etmek imanın sıhhat şartlarından mıdır? Yoksa bu konuda tafsilat var mıdır?
-Türkiye’deki kardeşler şu an Başbakan olup kendisini Cumhurbaşkanlığına aday gösteren Recep Tayyip Erdoğan’ın tekfirinde ihtilaf etmektedirler. Bu şahsın hükmü nedir?
-Millet meclisindeki parlamenterlerin hükmü nedir? Her biri muayyen olarak tekfir edilir mi?
-Son olarak kardeşlerin zihninde İslam Devleti (IŞİD) ve İslami Ketibeler arasındaki problem ile alakalı sorular var. Bu konuda bizi aydınlatıp nasihat eder misiniz?
Allah sizi tüm hayırlar ile mükâfatlandırsın. Allah’ım! bizi, şeyhlerimizi ve kardeşlerimizi koru...”
Allah’tan yardım dileyerek diyorum ki;
Allah’a hamd, Rasulullah’a salât ve selâm olsun
İmdi...
Günümüzde ümmete bulaşan musibetlerden biri de; dinde aşırı gitmek, Müslüman muhalifleri mazur görmemek ve Müslümanların avamına merhamet etmemektir. Cüretkâr bazı kimselerin de bu musibetlerin üzerine kanları ve malları helal görüp bunlarla uğraşmalarıdır. Bunun neticeleri günümüzde islam beldelerinde açıkça görülmektedir. Örnek vermemize ihtiyaç dahi yoktur. Allah’u Teâlâ’dan Müslümanları bu musibetlerden kurtarmasını ve Müslümanların gençlerini en güzel şekilde hak dine döndürmesini istiyoruz.
Bütün bunların sebebi; cehalet, şer’i ilimleri öğrenmekten uzak kalıp; tehlikeli, büyük meselelerde ilimsizce konuşup, Allah’ın dini hakkında fetvalar vermektir. Bu meselelere dalan kimselere iman ve küfür meselelerinde ne okuduğunu sorsan, onun; yüzeysel, kısıtlı ve sığ bir düzeyde olduğunu görürsün.
Bununla birlikte en azından Şeyh’ul İslam İbn Teymiyye’nin “Sârimul meslul’unü ve Kitâbul İmân’ı, Kadı İyâd’ın Kitâbu’ş Şifâ’sının ikinci cuz’ünü okumamış kimsenin bu meselelerde konuşması uygun değildir. Bundan ötürü bu kitapları mühim olmaları hasebiyle defalarca okur ve gençlere okuturduk. Otuz risale adlı kitabımıza bu kitabların özünü işledik.
Türk olsun veya başka milletten olsun İslam’a muntesib olan halkların tekfirinde tevakkuf eden kimseyi tekfir etmek veya hükmünde tevakkuf etmek, namazı İslam ehlinin alametlerinden saymamak, kuru hamaset sahibi gençlerden bir grup arasında yayılmış aşırılık kirinin bir neticesi ve muhakkik âlimlerin sözlerinden ve tekfir için tespit ettikleri kurallardan uzaklaşmaları ve cehaletleri sebebiyledir.
Namaz kılan kimsede asıl olan; imanı bozan bir durumu sabit olana kadar Müslüman olmasıdır. İmanı bozan bir durum sabit olmadıkça bu kimseyi tekfir etmek, namaz kılan kimseleri tekfir etmektir. Sorumsuz, aceleci kimseler tarafından öldürülüp, mallarını helal kılacak şerrin kapısıdır. Tıpkı, aşırı giden kimselerin durumunda olduğu gibi. Bir hadis-i şerifte (Nebî a.s.)“Muhakkak ben namaz kılanları öldürmekten nehyolundum” demiştir.
Buhari ve Muslim’de İbn Ömer’den şu lafızla gelen bir rivayet vardır: ”Her kim kardeşine kafir derse bu söz ikisinden birine döner.”
Muslim’in rivayetinde şu ziyade vardır: “Eğer öyleyse tamam, değil ise kendisine döner.”
Yine Muslim’in başka bir rivayetinde: ”Bir kimse kardeşini tekfir ederse bu (tekfir) ikisinden birine döner.”
Türk halkı ile diğer Müslüman halklar arasında bir fark yoktur. Gerek Türkiye’de gerekse başka bir ülkede İslam’a muntesib bir halkı umumen -genelleyerek- tekfir etmiyoruz. Ve bunun (umumen tekfir etmenin) aşırılık, cehalet ve dinde sapkınlık olduğu görüşündeyiz. Asıl olan onlardan bir kimsenin apaçık bir küfür işleyip, tekfirin şart ve manilerine bakılıncaya kadar tekfir edilmemesidir.
Kapalı meseleler ise; Müslüman’ların dininden zaruri olarak bilinmeyen, uyarı, açıklama ve izaha muhtaç olan meselelerdir. Hiç şubhe yok ki demokrasi ıstılahı, demokratik seçimlere katılma meselesi ve benzeri sonradan ortaya çıkan isimler, fiiller ve yabancı lafızlar herkes için açık olmayan kapalı meselelerdendir. Bilakis insanların çoğuna göre kapalı, ihtimalli ve farklı manalara gelebilecek meselelerdir. Bazısı bunları vesilelere hamletmekte, bazısı diktatörlüğün, işkencenin, ağızları kapamanın, özgürlükleri kısıtlamanın karşıtı olarak görmekte ve bunun dışında küfür olmayan birtakım manalara hamletmektedir. Bazı âlimler kapalı meseleleri birçok manaya gelme ihtimali olan “muteşâbihât” olarak tarif etmiştir.
Zahir meselelere gelince; bu meseleler, kendisine anlayacağı bir şekilde ulaşan herkesin zaruri olarak bilmesi gereken meselelerdir. Allah c.c şöyle buyurmuştur:
(Biz gönderdiğimiz her elçiyi onlara açıklasın diye kavminin dili ile göndermişizdir) (14/4).
Kim bu meseleleri inkâr ederse (kendisine hidayet açıkça belli olunduktan sonra) muhakkak ki Rasul’e (a.s.) muhalefet etmiş olur.
Bazı Müslümanların zaruri meselelerden saydığı kimi konulardaki ihtilafların ekserisinin sebebi meselelerdeki bakış açısı farklılığından kaynaklanmaktadır. Bilinen bazı meseleler nisbi ve izafi olması hasebiyle kişiden kişiye değişiklik arz eder. Buna Abdurrahman bin Yezidi’den rivayet edilen şu eseri örnek verebiliriz; der ki:
“Abdullah bin Mes’ud mushaflarından (Kur'an nushalarından) Muavvizeteyni (Felak ve Nass Surelerini) kazırdı ve şöyle derdi: Bu ikisi Allah Teâlâ’nın kitabından değildir.”
Hiçbir Müslüman İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın “mâlûmun biddarûra” olan (dinden zaruri olarak bilinmesi gereken) bir şeyi inkâr ettiğinden dolayı kâfir olduğunu söyleyemez. Onun gibi bir sahabenin bu iki surenin Kur'anı Kerim’den olduğu kendisi nezdinde sabit olduktan sonra Kur’an’dan olduklarını inkâr etmesi zannedilemez.
Bunun içindir ki Şeyhimiz İbn-i Teymiyye Mecmu-ul Fetava (23/347) ‘de şöyle der: "Meselenin kat’i veya zannî olması izâfî meselelerdendir. Bazen bir mesele bir kişinin yanında kat’i delil kendisine zahir olduğu için kat’i olabilir. Rasulullah aleyhisselam’dan açık bir nass -hadis veya ayet- duyan ve Rasulullah’ın (aleyhisselam) bundan muradını iyi anlayan kişi gibi. Başka birine göre ise nassın kendisine ulaşmaması veyahut kendisine göre sabit olmaması ya da o nassın delalet ettiği şeyi bilememesinden dolayı kat’i olmasını bırak zanni bile olmaz."(2)
Mecmu-ul Fetava (19/211)’de de şöyle demiştir: “Meselenin kat’i veya zanni olması, itikat eden kimsenin durumuna göre göreceli bir şeydir. Bu, sözün bizzat kendisinin vasfı değildir. Bazen bir insan zaruri olarak bildiği veyahut kendisince doğru olduğu bilinen bir şeyin nakledilmesi ile bazı şeylerde kesinliğe ulaşabilir. Bazısı ise bu şeyleri ne kat’i olarak ne de zanni olarak bilemeyebilir. Bir insan; zeki, zihni kuvvetli, hızlı idrak sahibi olup hakkı bilir veya başkalarının tasavvur bile edemeyeceği, ne ilmen ne de zannen bilemeyeceği şeylerde bu özellikleriyle kesinliğe ulaşabilir. Dolayısıyla kat’iyyet ve zanniyyet kişiye ulaşan delilin durumuna ve meseleleri delillendirmedeki kuvvetine göre olur. İnsanlar bu meselelerde farklı farklıdırlar. Bundan dolayı bir meselenin kat’i ya da zanni olması kendisi hakkında ihtilaf edilen sözün sıfat’ı lazimesi (kendisinden hiç ayrılmayan bir sıfat) değildir ki; “bu meseleye her ihtilaf eden kat’i olan bir şeye muhalefet etmiştir” denilsin. Aksine o (meselenin kat’i veya zanni olması), itikad eden ve o itikadına delil getiren şahsın durumunun sıfatıdır. Bu ise kendisinde insanların farklılık arz ettiği şeylerdendir.”
Şeyh-ul İslam (Allah ona rahmet etsin) Minhacu’s Sunne isimli kitabında da (5/91) şöyle der: “Meselenin kat’i veya zanni olması, itikat eden kimsenin durumuna göre değişkenlik arz eden bir şeydir. Bu, sözün bizzat kendisinin vasfı değildir. Bazen bir insan zaruri olarak bildiği veyahut kendisince doğru olduğu bilinen bir şeyin nakledilmesi ile bazı şeylerde kesinliğe ulaşabilir. Bazısı ise bu şeyleri ne kat’i olarak ne de zanni olarak bilemeyebilir. Bir insan; zeki, zihni kuvvetli, ilmen ve zannen hızlı idrakli olup hakkı bilir veya başkalarının tasavvur bile edemeyeceği, ne ilmen ne de zannen bilemeyeceği şeylerde bu özellikleriye kesinliğe ulaşabilir. Dolayısı ile kat’iyyet ve zanniyyet kişiye ulaşan delilin durumuna ve meseleleri delillendirmedeki kuvvetine göre olur.”
Bundan dolayıdır ki: İslam’a yeni giren kimse ile Arabcayı iyi anlamayan yabancı (Arab olmayan) kişi, başkalarının mazur görülmediği şeylerde özür sahibi sayılırlar.
Bundan dolayı Şeyh-ul İslam Mecmu-ul Fetava (6/60) da şöyle demiştir: “Doğru söz söylendiği zaman lazım ve sabit olan sıfatı (olması gereken şekli); habere mutabık olmasıdır. Ancak duyanın nezdinde mâlum olması veya kapalı olması, meçhul olması, kat’i yada zanni olması, kabulünün vâcib yada haram olması, bunu inkar edenin kafir olması veya olmaması; bütün bunlar ameli hükümlerden olup kişi ve konumlara göre değişir. Eğer bir imamın, bir sözün sahibi hakkında ağır konuştuğunu görsen veya o sözden dolayı onu tekfir ettiğini görsen bu, bütün bu sözü söyleyenleri kuşatan bir hüküm olmaz. Ancak kendisinde ağır konuşmayı ve tekfiri gerektirecek şartlar oluşursa müstesna.
Dolayısı ile kim şeriatın açık olan şeylerinden birini inkâr ederse, bu kişi İslam’a yeni girmiş veya cehalet beldesinde yetişmiş bir kişi ise Nebevi huccet (açık delil) kendisine ulaşana kadar kesinlikle tekfir edilemez.
Bunun zıttı da aynı şekildedir; eski bir imamdan sadır olmuş hatalı bir söz görürsen bu, o imama huccetin ulaşmaması sebebi ile affedilir. Kendisine huccetin ulaştığı kişi birincinin afvedildiği gibi affedilmez.”
Eğer bu bilinir ve bir meselenin bir şahsın yanında açık, başkasının yanında kapalı olabileceği bilinirse; şahısların anlayıp anlamaması ve yüz çevirip çevirmemesi konusundaki durumuna bakmaksızın çoğunluğun haline bakarak muamele yapmak caiz olmaz. Ve buradan da anlaşılmaktadır ki; bu kurallara itibar etmeksizin tekfir hükmünü bir toplumun tümünün üzerine icra etmek (halkın tamamını tekfir etmek), zamanımızdaki aşırı giden kimselerin çoğunun içine düştüğü bir cehalettir.
Sahihi Buhari’deki Enes radıyallahu anh’ın hadisinde kendisinin şöyle dediği rivayet edilmiştir; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:
“Kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yer ise; işte o kişi kendisi için Allah’ın ve Rasulü’nün zimmetinin bulunduğu Müslüman’dır. Allah’ın ahdini (verdiği zımmetini) bozmayınız.”
Bu hadis, Ehli Sünnet ve-l Cemaati aşırılardan ve haricilerden ayıran bir kaideyi temsil etmektedir. O kaide de şudur: “İslamın bazı alametlerini açığa çıkaran kişi için zahir, muteber ve başka bir ihtimal taşımayan bir şey getirinceye ve kendisi hakkında tekfirin şartları meydana gelip engelleri de ortadan kalkıncaya kadar -İslamın baki kalma aslı (kişinin Müslümanlığı)- devam eder. Çünkü yakin (kesin bilgi) şekk (şubhe) ile zail olmaz.”
Şeyh-ul İslam İbn-i Teymiyye (Allah ona rahmet etsin) şöyle der: “Hiç kimse Müslümanlardan birini hata edip yanlış yapsa dahi tekfir edemez; ta ki o kişiye huccet (açık delil) ikame edilip doğru yol ona gösterilene kadar. Kimin İslam’ı (Müslüman olduğu) kesin bir şekilde sabit olursa, bu o kişiden şubhe ile zâil olmaz (ortadan kalkmaz), aksine huccet ikame edilib şubhesi giderilene kadar devam eder.” (3)
Buna binaen; birinci ve ikinci sorularda zikredilen iki taife, hak yoldan sapmış hatalı taifelerdir. Çünkü Türk Halkını umumen tekfir etmekte veya onlardan hiç birine namaz kılsa dahi İslam ile hükmetmeyip (Müslüman görmeyip) tevakkuf etmektedir; ta ki o kişinin içinde sakladığı bilinene kadar. Bütün bunlar ise bizim kendisinden beri olduğumuz sapıklıklardandır. Biz yukarıda ismi geçen “Otuz Risale” isimli eserimizde buna dikkat çekmiş ve reddetmiştik. Asıl olan zahiri almaktır; kim, İslam’ın alametlerinden birini açığa çıkarırsa ona İslam ile hükmedilir. Kalbinin derinliklerinde gizleneni bilene kadar da (Müslüman olduğuna hükmetme konusunda) duraksamayız. İbn-i Hacer Feth-ul Bâri (12/272) de şöyle der: “Bütün hepsi (âlimler) icma etmişlerdir ki; dünya hükümleri kesinlikle zahire göredir. Gizli olan şeylerin hükmü Allah’a aittir.”
Sahihi Buhari’deki Enes radıyallahu anhın hadisinde kendisinin şöyle dediği rivayet edilmiştir; Rasulullah sallallahualeyhi ve sellem şöyle dedi: “Kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yer ise; işte o kişi kendisi için Allah’ın ve Rasulun’un zimmetinin bulunduğu Müslümandır. Allah’ın ahdini (verdiği zemmetini) bozmayınız.”
Bu hadis, Ehli Sünnet ve-l Cemaati aşırılardan ve haricilerden ayıran bir kaideyi temsil etmektedir. O kaide de şudur: “İslamın bazı alametlerini açığa çıkaran kişi için zahir, muteber ve başka bir ihtimal taşımayan bir şey getirinceye ve kendisi hakkında tekfirin şartları meydana gelip engelleri de ortadan kalkıncaya kadar -İslamın baki kalma aslı (kişinin müslümanlığı)- devam eder. Çünkü yakin (kesin bilgi) şekk (şubhe) ile zail olmaz.”
Şeyh-ul İslam İbni Teymiyye (Allah ona rahmet etsin) şöyle der: “Hiç kimse Müslümanlardan birini hata edip yanlış yapsa bile tekfir edemez; taki o kişiye huccet (açık delil) ikame edilip doğru yol ona gösterilene kadar. Kimin İslam’ı (Müslüman olduğu) kesin bir şekilde sabit olursa, bu o kişiden şubhe ile zail olmaz (ortadan kalkmaz), aksine hüccet ikame edilip şubhesi giderilene kadar devam eder.”(4)
Buna binaen; birinci ve ikinci sorularda zikredilen iki taife, hak yoldan sapmış hatalı taifelerdir. Çünkü Türk halkını tamamen tekfir etmekte veya onlardan hiç birine namaz kılsa bile İslam ile hükmetmeyip (Müslüman görmeyip) tavakkuf etmektedir; ta ki o kişinin içinde sakladığı bilinene kadar. Bütün bunlar ise bizim kendisinden beri olduğumuz sapıklıklardandır. Biz yukarıda ismi geçen “Otuz Risale” isimli eserimizde buna dikkat çekmiş ve reddetmiştik. Asıl olan zahiri almaktır; kim İslam’ın alametlerinden birini açığa çıkarırsa ona İslam ile hükmedilir. Kalbinin derinliklerinde gizleneni bilene kadarda (müslüman olduğuna hükmetme konusunda) duraksamayız. İbni Hacer Feth-ul Bâri (12/272) de şöyle der: “Bütün hepsi (alimler) icma etmişlerdir ki; dünya hükümleri kesinlikle zahire göredir. Gizli olan şeylerin hükmü Allah’a aittir.”
Bütün bunlara şu önemli uyarıyı eklemek gerekir; daima söylediğimiz gibi mustadaf müslüman halklarla, ısrarla haktan yüz çeviren ve bu halklara küfrü ve Allah’ın indirdiğinin dışındaki şeylerle hükmetmeyi zorunlu kılan taifeleri birbirlerinden ayırt etmek gerekir. Mustadaf insanların geneline rahmet ile muamele edip onlara küfür ile hükmetmekte acele etmemek gerekir. Çünkü onların zayıflık durumunda takiyyeyi kullanmaları caizdir. Burda takiyyeden kastım; kafirlere karşı düşmanlığı gizlemek, onlara karşı tekfir ve onlardan beri olduklarını açığa çıkartmamalarıdır. Kim bunları zayıf olduğu için açığa çıkarmaz ise mazurdur ve o kişiyi tekfir etmek caiz değildir. Birçok gencin Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab’ın ve bazı Necd Ulemasının bu konudaki bazı mutlak ifadelerini aldıklarını gördüm. Sonra onlardan kafirlere düşmanlığı açığa çıkarmayanın ve onlardan açıkça beri olduğunu ortaya koymayanın tekfir edilmesi gerektiğini anlıyorlar. Dolayısı ile hiçbir mustazafı mazur görmeyip hiç kimseye zayıflığına rağmen tağutlardan beri olduğunu ilan etmedikçe, namaz kılıp oruç tutsa bile, Müslüman olduğunu iddia etse bile İslamına hükmetmiyorlar. Bu, tüm beldelerde aşırıcıların ortaya çıkmasına sebep olan apaçık bir yanlış ve hatalı bir anlayıştır. Davet imamlarının (Necd uleması) bu gibi söylemlerine ilim ve yazı hayatımızın başlarında da dikkat çekmiştik. Allah’ın fazlı ile otuz seneyi aşkın bir zaman önce Milleti İbrahim kitabımızda ve diğer kitaplarımızın dipnotlarında buna benzer bazı söylemlere dikkat çekmiştik. Bu yeni ortaya çıkmış birşey değildir. İsteyen kimse bu konuda kitablarımıza muracaat edebilir.
Buna Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab'ın Milleti İbrahim kitabımızda naklettiğimiz şu sözüne yaptığımız açıklamayı örnek verebiliriz; Şeyh şöyle der: “Bunu bildiğinde anlarsın ki; bir insanın, muşriklere düşmanlık yapmadıkça, onlara karşı kinini ve düşmanlığını ortaya koymadıkça Allah’ı birleyip şirki terk etse bile İslam’ı mustakim olmaz. Allah azze ve cellenin de buyurduğu gibi :(Allaha ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahud akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin) Mucadele/22.”
Bunun biraz sonrasında Muhammed b. Abdullatifin ed-Durar-us Seniyye isimli kitaptan naklettiğimiz şu sözü vardır: “Bil ki –Allah bizi de seni de sevip razı olduğu şeylere muvaffak kılsın-! Bir kul için İslam ve din ancak Allah’ın ve Rasulünün düşmanlarına düşmanlık etmesiyle, Allah’ın ve Rasulunün dostlarıyla dostluk yapması ile müstakim olur. Allah celle celaluhu şöyle buyurur: (Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.) Tevbe/23.” -Cihad bölümü sf: 208'den.
Bu iki mutlak ifadeye dipnot yazarak şu yorumu yaptık “Şayet cümleden düşmanlığın aslı kastedilmiş ise kelam mutlak olarak kullanılmıştır. Yok, eğer düşmanlığın umumiyeti kastedilmiş ise açığa çıkarılması, tafsilatı ve karşı durulması kastedilmiştir. Kişinin İslamının istikametinden murad, İslam’ın aslının zevali (ortadan kalkması) değildir.
Şeyh Abdullatifin “Misbah-uz Zalam” adlı eserinde bu konuda tafsilat bulunmaktadır, dileyen kitaba müracaat edebilir. Kitabda şeyhin şu ifadesi yer almaktadır: “ Şeyhin bu sözünden, düşmanlığı açıkça ortaya koymayanın tekfir edildiğini anlayanların fehmi batıldır ve görüşü sapkındır…..” şeyhin sözünün tafsilatı ilerideki sayfalarda gelecektir. Şeyhlerin sözlerini bu bahiste zikretmemizin sebebi, günümüzdeki davetçilerin çoğunun göremediği bu asli mevzunun öneminin açıklanması içindir.
-Sözlerimizin çok net olmasına rağmen- bu gibi açıklamaları peşi sıra getirmemiz ise, kirli suda avlanmak isteyenlerin önüne tamamen engel koymamız içindir.
Ed-Durer-us Seniyye ve benzeri kitaplardaki bu tür mutlak ifadeler, necd ulemasının eski kitablarında ve risalelerinde bulunup, iyice tahkik edilmediğinden ve yerinde kullanılmadığından dolayı, sahanın birçok yerinde aşırılık tohumlarının yeşermesine sebebiyet vermiştir. Bütün aşırı cemaatlerin; Peşaver’in aşırılarının geneli, Muhallef cemaati, Ebu Ömer el Kuveyti, Ziyaeddin El Kudsi ve Hazimi’nin bazı kesitlerinden okuduğuma göre dayanakları bu ve benzeri ifadeler olduğunu gördüm. Bazı aşırı olan kişiler bu tür mutlak cümle ve ifadeleri alıp şer-i bir kâideymiş gibi ileri sürmekle kalmıyor, bir âlimin delaleti açık olan muhkem ayeti ve sabit hadisi alıp üzerine mezhebini bina ettiği gibi bu ifadeleri kutsallaştırarak mezheplerini bu sözler üzerine inşa etmektedirler. Necd âlimlerinin fetvalarını okuyanlar görürler ki, bazıları onların sözlerini sahada tehlikeli bir şekilde kullanarak, tağutlara yardım etmişler ve muvahhidlerin kanlarını helal saymışlardır. Buna en büyük delil ise, 3269 numaralı fetvada verdiğim cevapta açıkladığım Acman, Duveyş ve beraberindekilerin ihvanı tekfir ettiği ve kanlarının helal olduğuna dair verdiği meşhur fetvalarıdır. Muasır âlimleri de onların yollarını sürdürerek, mucâhid kardeşlerimizin mücadelelerinden dolayı öldürülmelerine dair fetvalar vermişler, onları hariciler, sapık fırkalar ve benzeri isimlerle adlandırmışlardır.
Bilinmelidir ki “Necd âlimlerinin kitablarında tahkik edilmesi gereken ifadeler bulunmaktadır” şeklindeki iddiam; her ne kadar yoğun okumalarım sonucunda ortaya çıkan bir netice olsa dahi ilk defa benim söylediğim ve meydana getirdiğim bir şey değildir. Bu konuda Hicaz’ın en meşhur âlimi beni geçmiştir. Şeyh İbni Baz’ın meclislerine katılmıştım da o bu tür ifadeler hakkında uyarılar yapıyor ve şöyle diyordu:
“Bazı talebelerin hoca olmaksızın Necd âlimlerinin kitablarını okumaları, kendilerinde bazı aşırılıklar meydana getirmekte ve hata yapmalarına sebebiyet vermektedir.”
Hatta biz ilim talebeliğinin ilk yıllarında bu kitabları okumaya başladığımızda şeyhin bu sözünü inkâr ederek, bu kitabları daha bir hamâset ve susuzlukla okuyorduk. Sonrasında Allah bize ikram ederek kardeşlerimizin de uyarmasıyla erken vakitte bu ifadelerdeki hataları görmemizi nasib etti.
Benim Türkiye ve Türkiye dışındaki gençlere nasihatim; bu tür hatalara dikkat etmeleri ve birçok ülkede tehlikesi insanların kanlarının dökülmesine, mallarının ve ırzlarının helal görülmesine sebebiyet veren meselelerde taklidi bırakmalarıdır.
Tağutları tekfire gelince, tağuttan kasıt İslam’a muntesib olup da bazı dinden çıkaran ameller işleyen, muayyen olarak tekfiri avama ve diğerlerine kapalı olan insanlar ise onların tekfir edilmesi imanın sahih olması için şart olmadığı gibi imanın asıllarından da değildir.(5)
Tağutları inkâr etmek imanın şartıdır’ın manası: Tağutlara karşı şirk olan her türlü ibadet çeşitlerinden beri olduğunun ilan edilmesi, Allah’ın izin vermediği kanunlarda ve küfürde onlara itaatten kaçınılması, onlara ve yardımcılarına yardım edilmesinden ve dost edinilmesinden kaçınılmasıdır. Tekfire gelince bu inkârın lazımıdır, sıhhat şartlarından değildir. Onun içindir ki Allah Teâlâ’nın (Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının ) ayetini gerçekleştirdiği müddetçe bir cahilin tekfir edilmesi caiz değildir.
Cumhurbaşkanı (Recep Tayyip Erdoğan)’a gelince; kendisi Atatürkçü laikler gibi olmasa da laik biridir. Onlarla uzlaşmadığı tek nokta ise laikliği farklı tanımlamasıdır. Laiklikten beri olmamakla beraber laikliği överek açıklamakta ve güzel bir iş yaptığını zannetmektedir. Bu açıklama dahi batıl bir tefsir olup tekfiri gerektiren laiklik çerçevesinden çıkmamaktadır. Çünkü laikliği din ile devletin birbirinden ayrılması ve dindar olmak isteyen kimsenin serbestçe yaşaması olarak açıklamaktadır. Bu ve bunun gibi zındık olmayı dileyen kimseler İslam dinine, kanunlarına ve muntesiblerine savaş açan Atatürkçü laikler gibi değildir. Bu adamın açıkladığı ve sürekli dillendirdiği laikliğin İslam ile hiç bir ilgisi yoktur. Çünkü İslam ateistliği ve Allah’a şirk koşmayı kabul etmez ve din ile devletin arasını birbirinden ayırt etmez, bilakis bu tür açıklamaların hepsi İslam’dan çıkaran beyanlardır ve sarih olan küfrün çeşitlerindendir.
Biz, Atatürkçü laiklerin başkanlık yaptıkları dönemlerde Müslümanların durumlarını ve bu laiklerin parlamentoda çoğunluğu nasıl elde ettiklerini biliyoruz. Biz ve insanların ekseriyeti görüyor ki, Erdoğan hükümeti gölgesinde Müslümanların sıkıntıları daha azdır. Bilakis birçok Türkiye'li kardeşin değimiyle, önceki halinden daha iyidir. Bazıları Müslümanların sorunlarına yönelik Erdoğan’ın bazı şahsiyetli veya vatansever duruşlarına işaret etmektedirler.
Biz her zaman; İslam’a savaş açmayan, önüne engeller koymayan, halkına karşı zulmetmeyen aksine az da olsa davetçileri rahat bırakan ve mucahidlerin varlığını az da olsa göz ardı eden sistemlerde yaşayan kardeşlerimize, hakiki bir değişime güç yetiremedikleri müddetçe, bu tür devletlerle burun buruna gelmemelerini, bu fırsatı değerlendirerek halkın arasına karışıp onları Allah’a davet etmeleri, ister seçimlere katılanlar olsun veya olmasın hikmet ve güzel sözlerle en güzel olanı öğretmeleri ve en güzel olana yönlendirmelerini, gençleri tevhid üzere eğitmeleri, onları aşırılık ve ircanın tuzaklarından koruyarak, hak ve sahih menheci öğretmeleri, anlatmaları, faydası az ve düzensiz olan, yaşamlarını, hareketlerini, davetlerini ve dinlerini sıkıntıya sokacak, dünyalarına, dinlerine ve kendilerine hakiki bir fayda sağlamayan işleri terk etmelerini nasihat etmekteyiz.
Aynı şekilde Türkiye’deki kardeşlerime, şu andaki merhaleyi iyi değerlendirip tevhide ve tevhidin asıllarına davet etmelerini, ifrat ve tefrite karşı uyanık olmalarını, ayakları yere basmayan, hamâsetli ve pusulasız, her gün açık bir menhec olmadan oyana bu yana yalpalayanlara, her kargaşa çıktığında İslam’a faydası olmayacak, düzensiz ve mantıksız işlere gençleri kışkırtanlara kulak vererek düzenlerini bozmamalarını, davet çalışmalarını sürdürerek, ihmal etmemelerini… Bilakis İslam ehli için hazırlanan iktidar projelerine hazırlık yapmalarını ve bu çalışmaya el uzatmalarını tavsiye ediyoruz.
Kendi üzerlerine bir sultası olmayan, bölgelerine gücü ulaşmayan, haklarını yerine getiremeyecek ve yardımlarına koşamayacak olan birine bey’ate davet onları bağlamamaktadır.
Bu tür çağrılar sebebiyle, din ve tevhid için başlattıkları çalışmaları bertaraf ederek saflarını bozmamaları, bunun aksine tevhide davette sebat etmeleri, bu doğrultuda çaba sarf etmeleri, doğruluk üzere olmaları, birbirlerine yakınlaşmaları ve nerede olurlarsa olsunlar isimleri ne olursa olsun müminleri dost edinmeleri gerekmektedir.
Allah’tan hallerini ıslah etmesini, onları dinlerinde en doğru yola iletmesini, onları dinine yardımda kullanmasını ve onları istikamet üzere kılmasını dilerim.
Salat ve Selam peygamberimiz Muhammed’e, ailesine ve tüm ashabının üzerine olsun.
Dipnotlar:
(1) (çevirmen tarafından eklenmiştir): Akide’ye taalluk eden meseleler “الخفية” “Kapalı Meseleler” ve “الظاهرة” “Zahir Meseleler” olarak ele alınmıştır. Istılahi manada bu taksim genel anlamı ile kabul görmüştür. Cehaletin mâzeret olup olmadığı, tevilin geçerliliği, küfür ismini huccet ikamesinden önce mi sonra mı alacağı hususunda ki meselelere bu taksimat direk olarak tesir etmektedir. Misal olarak Ebu Muhammed el-Makdisi büyük şirkte cehaleti mazeret olarak kabul etmezken, bu kabul etmeyişini zahir meselelerle sınırlandırmıştır. Kapalı meselelerde ise insanları birçok şekilde mazur görmüştür. Cehalet mazeret midir, değil midir tartışması esasen zahir meseleler üzerinde gerçekleşmiştir. Âlimlerin bazıları büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmezken, İbni Teymiye, İbni Kayyım ve İbni Hazm gibi Hanbelî ve Zahiri ekolün büyükleri büyük şirkin zahir meselelerinde de cehaleti mazeret kabul etmiştir. Bu meseledeki nakiller için “İşkaliyyetu’l İ’zar bi’l Cehl fi’l Bahsi’l Agdi” kitabına bakılabilir.
Zahir olmayan meselelerde ise büyük şirkte cehaleti mazeret görmeyen âlimler dahi cehaleti mazeret olarak kabul etmiştir. Bunun ile alakalı Şeyh Ebu Muhammed el-Makdisi’nin Tekfirde Aşırlıktan Sakındırma Hususunda Otuz Risale isimli kitabının 27. Bölümü “Açık Olmayan Meselelerde Cehalet Özrünü Muteber Kabul Etmemek” kısmına bakılabilir.
(2) (çevirmen tarafından eklenmiştir): Burada şunu zikretmekte fayda vardır. Bazı kardeşler oy verme meselesini gökyüzünde güneş gibi açık olarak kabul edebilir. Evet, bu kardeşe nisbetle bu mesele zahirdir. Ama kendisi hakkında hüküm vereceğimiz kimselere nisbetle ise oy verme meselesi kapalı bir meseledir. İnsanların avamı nezdinde bu meselenin hükmüne ulaşma noktasında hakiki bir acizlik söz konusudur diyebiliriz. Çünkü onların indinde muteber kabul edilen kaynaklar bu olayın hakikatini gizlemekte veya kendi içtihadı sonucunda farklı bir görüşe varmaktadır. Şimdi biz nasıl olur da bu şekilde üzerinde karartmanın ve munakaşanın gerçekleştiği bir mevzuyu zahir kabul edip, bu meselede hata yapan İslam’a intisab etmiş kimseleri tekfire yöneliriz. Bu nokta üzerinde dikkatle düşünülmesi gerekir. Allah en iyi bilendir.
(3) (çevirmen tarafından eklenmiştir): Burada şöyle bir itiraz gelebilir. “Bu insanlar ne zaman Müslüman oldular ki. Biz zaten İslam akdi sabit olan hiç kimseye kafir demiyoruz.” Deriz ki, işte verdiğiniz bu cevab, hilafetin düşmesinden sonra İslam topraklarında kafirlerin Müslümanlara yaptığı baskı, zulüm ve dejenerasyon hareketlerini hiç okumadığınızı ve bunları doğru değerlendirmediğinizi açıkça ortaya koymaktadır. Bu sorunun sorana nisbetle verilmiş cevabıdır. Türkiye’de camilerdeki yaz kurslarına gidip’te “32 Farzı” öğrenmeyen neredeyse çok az insan vardır. Son zamanlarda sivil toplum kuruluşlarının ve benzer kurumların insanlara öğrettikleri temel bilgiler, bir insanın İslama intisab edilebilmesi için gereken icmali malumatlardır. Ve insanlar bunları Müslüman oldukları için öğrenmektedirler. Diğer tafsili bilgiler ise açık ve kapalı meseleler ve bunlardan doğan hüküm farklılıkları tahtında bireysel olarak incelenecek meselelerdir. Bunun için aslı kafir hükmünü kendisini İslam’a nisbet eden ve başından büyük badireler geçmiş zavallı Müslümanlara hamletmek Muhammedi bir ahlak değildir.
(4) Burada şöyle bir itiraz gelebilir. “Bu insanlar ne zaman Müslüman oldular ki. Biz zaten İslam akdi sabit olan hiç kimseye kafir demiyoruz.” Deriz ki, işte verdiğiniz bu cevap, hilafetin düşmesinden sonra İslam topraklarında kafirlerin Müslümanlara yaptığı baskı, zulüm ve dejenerasyon hareketlerini hiç okumadığınızı ve bunları doğru değerlendirmediğinizi açıkça ortaya koymaktadır. Bu sorunun sorana nisbetle verilmiş cevabıdır. Türkiye’de camilerdeki yaz kurslarına gidip’te “32 Farzı” öğrenmeyen neredeyse çok az insan vardır. Son zamanlarda sivil toplum kuruluşlarının ve benzer kurumların insanlara öğrettikleri temel bilgiler, bir insanın İslama intisab edilebilmesi için gereken icmali malûmatlardır. Ve insanlar bunları Müslüman oldukları için öğrenmektedirler. Diğer tafsili bilgiler ise açık ve kapalı meseleler ve bunlardan doğan hüküm farklılıkları tahtında bireysel olarak incelenecek meselelerdir. Bunun için aslı kafir hükmünü kendisini İslam’a nisbet eden ve başından büyük badireler geçmiş zavallı Müslümanlara hamletmek Muhammedi bir ahlak değildir. (Çevirmen)
(5) Bu cümle Şeyh Makdisi’nin Otuz Risale isimli kitabının 31 meselesinde izah edilen konudur. Bu konuda yapılan hatalar üzerinde Şeyh bu bölümde ayrıntılı bilgi vermiştir. Burada iki noktaya dikkat çekmek istiyoruz.
Birincisi, 31. Meselenin Türkçe tercümesinde ilk paragrafta çok ciddi bir hata söz konusudur ki zaten bu mesele bu yanlışı düzeltmek için yazılmıştır. Türkçe tercümede şöyle geçiyor: “Şubhesiz tağutları tekfir etmek, Tevhid’in şartı ve yarısıdır. Tağutu tekfir etmeyen kişi, kopması mümkün olmayan sağlam ipe sarılmamış ve böylece helak olan kafirler zümresinden olmuş olur…”
Altını çizdiğimiz ifade 31. Meselede yapılan yanlışın kendisidir. 31. Mesele tağutu tekfir etmenin imanın sıhhat şartı olmadığını ifade etmek için kaleme alınmıştır. Bu meselenin Arabca metnindeki ” أنّ الكفر بالطواغيت هو شطر التوحيد وشرطه“ “Tağutu inkar etmek” ibaresi, sanki أنّ التكفير بالطواغيت هو شطر التوحيد وشرطه” “Tağutu tekfir etmek” olarak çevrilmiştir. Bu mesele ise “Tağutu inkar etmek” ile “Tağutu tekfir etmenin” farklı şeyler olduğunu izah etmek için yazılmıştır. Tağutu inkar imanın sıhhat şartlarından olmasına karşın tekfiri böyle değildir. Kitabın yeni baskılarında bu hatanın tashih edilmesini kardeşlerden dileriz.
İkinci mesele ise “فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ” “Kim tağutu inkar ederse” ve “كَفَرْنَا بِكُمْ” “sizi inkar ediyoruz” gibi Kuran’da geçen ifadeler, “Kim tağutları tekfir ederse” ve “Sizi tekfir ediyoruz” gibi mânalandırmaktır. Bu “كفر ب” kelimesini “تكفير” kelimesi ile aynı manaya geldiğinin iddia edilmesidir ki bunun lügatte böyle bir karşılığı bulunmamaktadır. Denilirse ki “كفر” fiili “ب” ile muteaddi olur, deriz ki buna Arabca lügatlerden delil getirilmesi gerekir. Bu durumda kafirler hakkındaki şu ayete “إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ” “Allah’ın ayetlerini tekfir edenler” diye, şu ayeti de “الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ” “Rabb'lerini tekfir edenler” diye çevirmemiz gerekir ki bunun sahih olmadığı ortadadır. Öyleyse Allah’ın dininde keyfi konuşmaktan Allah’a sığınmak gerekir. (Çevirmen)
Türkiye Meselelerine Açık Cevablar
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allâh’a hamd, Rasûlu’ne salât ve selâm olsun
Türk kardeşlerimizden biri beni ziyaret etti ve Türkiye’deki gençlerin durumundan bahsedip özetle şu risâleyi iletti:
“Hamd âlemlerin Rabbi Allâh’a, salât ve selâm da değerli Nebî’sine olsun
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun
Allah bereketinizi artırsın değerli şeyhlerimiz. Bizler sizleri seviyor ve ilminizden çokça istifade ediyoruz. Bundan ötürü Allah’a hamd ediyoruz. Allahu Teâlâ’dan bizleri ve sizi peygamberlerin sonuncusu ile beraber yüce Firdevs cennetinde bir araya getirmesini istiyoruz...
Öncelikle size Türkiye’deki vakıamızı açıklamak istiyoruz. Kardeşler arasında tekfir mevzularında farklı görüşler var. Ancak bu farklılıklar kaideler ve asıllarda değil. Bilakis hükümleri vakıaya ve insanlara indirme meselesindedir. Kardeşler üç kısma ayrılıyorlar:
Birinci kısım; seçimlerde oy kullanan herkesi, Tayyip Erdoğan’ı ve meclise giren herkesi tekfir etmeyenleri tekfir edenler. Bunlar seçimlerde oy kullanan herkesi tekfir etmeyen şeyhlerin vakıayı bilmediklerini, Türk halkının haktan yüz çevirdiğini ve ihmalkâr olduğunu iddia etmekte, bu halkta asıl olanın küfür olduğunu söylemektedirler. Bu halkın cehalet ve te’vîl ile mazur olamayacağını ve demokratik seçimlerin açık meselelerden olduğuna inanmaktalar.
İkinci kısım; Bunlar da birinci kısımdakiler gibi düşünmekte fakat Türk halkında asıl olanın küfür olduğuna inanmak ile birlikte muayyen şahsın hükmünde tevakkuf etmekteler. Akidesini bilmedikleri kimselere namaz kılarken görseler dahi müslüman hükmü vermemekteler.
Üçüncü kısım; bunlar Minberu’t-Tevhid ve-l Cihad şeyhlerinin kitap ve fetvalarını takip etmekteler. Mesela Şeyh Ebu Muhammed El Makdisi’nin “Tekfirde Aşırlıktan Sakındırma Hususunda Otuz Risale”sini, Şeyhin Türkiye ile alakalı 1635. ve 1651. Sorulara verdiği cevabını ,”Seçimlere Katılma Hakkında Faydalı Cevap” kitabını, Şeyh Ebu Katade’nin “Müslüman Halkları Kâfir Gören Kimseye Reddiye” risalesini ve minberin diğer kitaplarını okuyup takib etmekteler.
Bu mukaddimeden sonra sizden, gelen şu soruları Türkiye’deki kardeşlere bir nasihat olarak cevablandırmanızı istiyoruz. Allah sizi hayır ile mükâfatlandırsın...
-Türk halkı ile diğer müslüman halklar arasında bir fark görüyor musunuz?
-Halk nasıl kâfir olur? Türk halkının kâfir olduğu görüşünde misiniz?
-Bir meselenin “Kapalı”(1) olduğu nasıl bilinir?
-Kapalı bir mesele açık hale dönüşür mü? Bu dönüşümün kuralları nelerdir? Ne zaman dönüşür?
-Türkiye’de seçimlere katılmak kapalı meselelerden midir?
-Bizim yanımızda muteber olan âlim biri tarafından huccet ikamesi yapıldıktan sonra seçimlere katılmakta ısrar eden kimse mâzur olur mu? Eğer tekfir edilmez ise arkasında namaz kılmak caiz olur mu?
-Seçimlere katılan kimse mazur sayılıyor ise biz bu kimseye nasıl muamele edeceğiz?
-Tağutları tekfir etmek imanın sıhhat şartlarından mıdır? Yoksa bu konuda tafsilat var mıdır?
-Türkiye’deki kardeşler şu an Başbakan olup kendisini Cumhurbaşkanlığına aday gösteren Recep Tayyip Erdoğan’ın tekfirinde ihtilaf etmektedirler. Bu şahsın hükmü nedir?
-Millet meclisindeki parlamenterlerin hükmü nedir? Her biri muayyen olarak tekfir edilir mi?
-Son olarak kardeşlerin zihninde İslam Devleti (IŞİD) ve İslami Ketibeler arasındaki problem ile alakalı sorular var. Bu konuda bizi aydınlatıp nasihat eder misiniz?
Allah sizi tüm hayırlar ile mükâfatlandırsın. Allah’ım! bizi, şeyhlerimizi ve kardeşlerimizi koru...”
Allah’tan yardım dileyerek diyorum ki;
Allah’a hamd, Rasulullah’a salât ve selâm olsun
İmdi...
Günümüzde ümmete bulaşan musibetlerden biri de; dinde aşırı gitmek, Müslüman muhalifleri mazur görmemek ve Müslümanların avamına merhamet etmemektir. Cüretkâr bazı kimselerin de bu musibetlerin üzerine kanları ve malları helal görüp bunlarla uğraşmalarıdır. Bunun neticeleri günümüzde islam beldelerinde açıkça görülmektedir. Örnek vermemize ihtiyaç dahi yoktur. Allah’u Teâlâ’dan Müslümanları bu musibetlerden kurtarmasını ve Müslümanların gençlerini en güzel şekilde hak dine döndürmesini istiyoruz.
Bütün bunların sebebi; cehalet, şer’i ilimleri öğrenmekten uzak kalıp; tehlikeli, büyük meselelerde ilimsizce konuşup, Allah’ın dini hakkında fetvalar vermektir. Bu meselelere dalan kimselere iman ve küfür meselelerinde ne okuduğunu sorsan, onun; yüzeysel, kısıtlı ve sığ bir düzeyde olduğunu görürsün.
Bununla birlikte en azından Şeyh’ul İslam İbn Teymiyye’nin “Sârimul meslul’unü ve Kitâbul İmân’ı, Kadı İyâd’ın Kitâbu’ş Şifâ’sının ikinci cuz’ünü okumamış kimsenin bu meselelerde konuşması uygun değildir. Bundan ötürü bu kitapları mühim olmaları hasebiyle defalarca okur ve gençlere okuturduk. Otuz risale adlı kitabımıza bu kitabların özünü işledik.
Türk olsun veya başka milletten olsun İslam’a muntesib olan halkların tekfirinde tevakkuf eden kimseyi tekfir etmek veya hükmünde tevakkuf etmek, namazı İslam ehlinin alametlerinden saymamak, kuru hamaset sahibi gençlerden bir grup arasında yayılmış aşırılık kirinin bir neticesi ve muhakkik âlimlerin sözlerinden ve tekfir için tespit ettikleri kurallardan uzaklaşmaları ve cehaletleri sebebiyledir.
Namaz kılan kimsede asıl olan; imanı bozan bir durumu sabit olana kadar Müslüman olmasıdır. İmanı bozan bir durum sabit olmadıkça bu kimseyi tekfir etmek, namaz kılan kimseleri tekfir etmektir. Sorumsuz, aceleci kimseler tarafından öldürülüp, mallarını helal kılacak şerrin kapısıdır. Tıpkı, aşırı giden kimselerin durumunda olduğu gibi. Bir hadis-i şerifte (Nebî a.s.)“Muhakkak ben namaz kılanları öldürmekten nehyolundum” demiştir.
Buhari ve Muslim’de İbn Ömer’den şu lafızla gelen bir rivayet vardır: ”Her kim kardeşine kafir derse bu söz ikisinden birine döner.”
Muslim’in rivayetinde şu ziyade vardır: “Eğer öyleyse tamam, değil ise kendisine döner.”
Yine Muslim’in başka bir rivayetinde: ”Bir kimse kardeşini tekfir ederse bu (tekfir) ikisinden birine döner.”
Türk halkı ile diğer Müslüman halklar arasında bir fark yoktur. Gerek Türkiye’de gerekse başka bir ülkede İslam’a muntesib bir halkı umumen -genelleyerek- tekfir etmiyoruz. Ve bunun (umumen tekfir etmenin) aşırılık, cehalet ve dinde sapkınlık olduğu görüşündeyiz. Asıl olan onlardan bir kimsenin apaçık bir küfür işleyip, tekfirin şart ve manilerine bakılıncaya kadar tekfir edilmemesidir.
Kapalı meseleler ise; Müslüman’ların dininden zaruri olarak bilinmeyen, uyarı, açıklama ve izaha muhtaç olan meselelerdir. Hiç şubhe yok ki demokrasi ıstılahı, demokratik seçimlere katılma meselesi ve benzeri sonradan ortaya çıkan isimler, fiiller ve yabancı lafızlar herkes için açık olmayan kapalı meselelerdendir. Bilakis insanların çoğuna göre kapalı, ihtimalli ve farklı manalara gelebilecek meselelerdir. Bazısı bunları vesilelere hamletmekte, bazısı diktatörlüğün, işkencenin, ağızları kapamanın, özgürlükleri kısıtlamanın karşıtı olarak görmekte ve bunun dışında küfür olmayan birtakım manalara hamletmektedir. Bazı âlimler kapalı meseleleri birçok manaya gelme ihtimali olan “muteşâbihât” olarak tarif etmiştir.
Zahir meselelere gelince; bu meseleler, kendisine anlayacağı bir şekilde ulaşan herkesin zaruri olarak bilmesi gereken meselelerdir. Allah c.c şöyle buyurmuştur:
(Biz gönderdiğimiz her elçiyi onlara açıklasın diye kavminin dili ile göndermişizdir) (14/4).
Kim bu meseleleri inkâr ederse (kendisine hidayet açıkça belli olunduktan sonra) muhakkak ki Rasul’e (a.s.) muhalefet etmiş olur.
Bazı Müslümanların zaruri meselelerden saydığı kimi konulardaki ihtilafların ekserisinin sebebi meselelerdeki bakış açısı farklılığından kaynaklanmaktadır. Bilinen bazı meseleler nisbi ve izafi olması hasebiyle kişiden kişiye değişiklik arz eder. Buna Abdurrahman bin Yezidi’den rivayet edilen şu eseri örnek verebiliriz; der ki:
“Abdullah bin Mes’ud mushaflarından (Kur'an nushalarından) Muavvizeteyni (Felak ve Nass Surelerini) kazırdı ve şöyle derdi: Bu ikisi Allah Teâlâ’nın kitabından değildir.”
Hiçbir Müslüman İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın “mâlûmun biddarûra” olan (dinden zaruri olarak bilinmesi gereken) bir şeyi inkâr ettiğinden dolayı kâfir olduğunu söyleyemez. Onun gibi bir sahabenin bu iki surenin Kur'anı Kerim’den olduğu kendisi nezdinde sabit olduktan sonra Kur’an’dan olduklarını inkâr etmesi zannedilemez.
Bunun içindir ki Şeyhimiz İbn-i Teymiyye Mecmu-ul Fetava (23/347) ‘de şöyle der: "Meselenin kat’i veya zannî olması izâfî meselelerdendir. Bazen bir mesele bir kişinin yanında kat’i delil kendisine zahir olduğu için kat’i olabilir. Rasulullah aleyhisselam’dan açık bir nass -hadis veya ayet- duyan ve Rasulullah’ın (aleyhisselam) bundan muradını iyi anlayan kişi gibi. Başka birine göre ise nassın kendisine ulaşmaması veyahut kendisine göre sabit olmaması ya da o nassın delalet ettiği şeyi bilememesinden dolayı kat’i olmasını bırak zanni bile olmaz."(2)
Mecmu-ul Fetava (19/211)’de de şöyle demiştir: “Meselenin kat’i veya zanni olması, itikat eden kimsenin durumuna göre göreceli bir şeydir. Bu, sözün bizzat kendisinin vasfı değildir. Bazen bir insan zaruri olarak bildiği veyahut kendisince doğru olduğu bilinen bir şeyin nakledilmesi ile bazı şeylerde kesinliğe ulaşabilir. Bazısı ise bu şeyleri ne kat’i olarak ne de zanni olarak bilemeyebilir. Bir insan; zeki, zihni kuvvetli, hızlı idrak sahibi olup hakkı bilir veya başkalarının tasavvur bile edemeyeceği, ne ilmen ne de zannen bilemeyeceği şeylerde bu özellikleriyle kesinliğe ulaşabilir. Dolayısıyla kat’iyyet ve zanniyyet kişiye ulaşan delilin durumuna ve meseleleri delillendirmedeki kuvvetine göre olur. İnsanlar bu meselelerde farklı farklıdırlar. Bundan dolayı bir meselenin kat’i ya da zanni olması kendisi hakkında ihtilaf edilen sözün sıfat’ı lazimesi (kendisinden hiç ayrılmayan bir sıfat) değildir ki; “bu meseleye her ihtilaf eden kat’i olan bir şeye muhalefet etmiştir” denilsin. Aksine o (meselenin kat’i veya zanni olması), itikad eden ve o itikadına delil getiren şahsın durumunun sıfatıdır. Bu ise kendisinde insanların farklılık arz ettiği şeylerdendir.”
Şeyh-ul İslam (Allah ona rahmet etsin) Minhacu’s Sunne isimli kitabında da (5/91) şöyle der: “Meselenin kat’i veya zanni olması, itikat eden kimsenin durumuna göre değişkenlik arz eden bir şeydir. Bu, sözün bizzat kendisinin vasfı değildir. Bazen bir insan zaruri olarak bildiği veyahut kendisince doğru olduğu bilinen bir şeyin nakledilmesi ile bazı şeylerde kesinliğe ulaşabilir. Bazısı ise bu şeyleri ne kat’i olarak ne de zanni olarak bilemeyebilir. Bir insan; zeki, zihni kuvvetli, ilmen ve zannen hızlı idrakli olup hakkı bilir veya başkalarının tasavvur bile edemeyeceği, ne ilmen ne de zannen bilemeyeceği şeylerde bu özellikleriye kesinliğe ulaşabilir. Dolayısı ile kat’iyyet ve zanniyyet kişiye ulaşan delilin durumuna ve meseleleri delillendirmedeki kuvvetine göre olur.”
Bundan dolayıdır ki: İslam’a yeni giren kimse ile Arabcayı iyi anlamayan yabancı (Arab olmayan) kişi, başkalarının mazur görülmediği şeylerde özür sahibi sayılırlar.
Bundan dolayı Şeyh-ul İslam Mecmu-ul Fetava (6/60) da şöyle demiştir: “Doğru söz söylendiği zaman lazım ve sabit olan sıfatı (olması gereken şekli); habere mutabık olmasıdır. Ancak duyanın nezdinde mâlum olması veya kapalı olması, meçhul olması, kat’i yada zanni olması, kabulünün vâcib yada haram olması, bunu inkar edenin kafir olması veya olmaması; bütün bunlar ameli hükümlerden olup kişi ve konumlara göre değişir. Eğer bir imamın, bir sözün sahibi hakkında ağır konuştuğunu görsen veya o sözden dolayı onu tekfir ettiğini görsen bu, bütün bu sözü söyleyenleri kuşatan bir hüküm olmaz. Ancak kendisinde ağır konuşmayı ve tekfiri gerektirecek şartlar oluşursa müstesna.
Dolayısı ile kim şeriatın açık olan şeylerinden birini inkâr ederse, bu kişi İslam’a yeni girmiş veya cehalet beldesinde yetişmiş bir kişi ise Nebevi huccet (açık delil) kendisine ulaşana kadar kesinlikle tekfir edilemez.
Bunun zıttı da aynı şekildedir; eski bir imamdan sadır olmuş hatalı bir söz görürsen bu, o imama huccetin ulaşmaması sebebi ile affedilir. Kendisine huccetin ulaştığı kişi birincinin afvedildiği gibi affedilmez.”
Eğer bu bilinir ve bir meselenin bir şahsın yanında açık, başkasının yanında kapalı olabileceği bilinirse; şahısların anlayıp anlamaması ve yüz çevirip çevirmemesi konusundaki durumuna bakmaksızın çoğunluğun haline bakarak muamele yapmak caiz olmaz. Ve buradan da anlaşılmaktadır ki; bu kurallara itibar etmeksizin tekfir hükmünü bir toplumun tümünün üzerine icra etmek (halkın tamamını tekfir etmek), zamanımızdaki aşırı giden kimselerin çoğunun içine düştüğü bir cehalettir.
Sahihi Buhari’deki Enes radıyallahu anh’ın hadisinde kendisinin şöyle dediği rivayet edilmiştir; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi:
“Kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yer ise; işte o kişi kendisi için Allah’ın ve Rasulü’nün zimmetinin bulunduğu Müslüman’dır. Allah’ın ahdini (verdiği zımmetini) bozmayınız.”
Bu hadis, Ehli Sünnet ve-l Cemaati aşırılardan ve haricilerden ayıran bir kaideyi temsil etmektedir. O kaide de şudur: “İslamın bazı alametlerini açığa çıkaran kişi için zahir, muteber ve başka bir ihtimal taşımayan bir şey getirinceye ve kendisi hakkında tekfirin şartları meydana gelip engelleri de ortadan kalkıncaya kadar -İslamın baki kalma aslı (kişinin Müslümanlığı)- devam eder. Çünkü yakin (kesin bilgi) şekk (şubhe) ile zail olmaz.”
Şeyh-ul İslam İbn-i Teymiyye (Allah ona rahmet etsin) şöyle der: “Hiç kimse Müslümanlardan birini hata edip yanlış yapsa dahi tekfir edemez; ta ki o kişiye huccet (açık delil) ikame edilip doğru yol ona gösterilene kadar. Kimin İslam’ı (Müslüman olduğu) kesin bir şekilde sabit olursa, bu o kişiden şubhe ile zâil olmaz (ortadan kalkmaz), aksine huccet ikame edilib şubhesi giderilene kadar devam eder.” (3)
Buna binaen; birinci ve ikinci sorularda zikredilen iki taife, hak yoldan sapmış hatalı taifelerdir. Çünkü Türk Halkını umumen tekfir etmekte veya onlardan hiç birine namaz kılsa dahi İslam ile hükmetmeyip (Müslüman görmeyip) tevakkuf etmektedir; ta ki o kişinin içinde sakladığı bilinene kadar. Bütün bunlar ise bizim kendisinden beri olduğumuz sapıklıklardandır. Biz yukarıda ismi geçen “Otuz Risale” isimli eserimizde buna dikkat çekmiş ve reddetmiştik. Asıl olan zahiri almaktır; kim, İslam’ın alametlerinden birini açığa çıkarırsa ona İslam ile hükmedilir. Kalbinin derinliklerinde gizleneni bilene kadar da (Müslüman olduğuna hükmetme konusunda) duraksamayız. İbn-i Hacer Feth-ul Bâri (12/272) de şöyle der: “Bütün hepsi (âlimler) icma etmişlerdir ki; dünya hükümleri kesinlikle zahire göredir. Gizli olan şeylerin hükmü Allah’a aittir.”
Sahihi Buhari’deki Enes radıyallahu anhın hadisinde kendisinin şöyle dediği rivayet edilmiştir; Rasulullah sallallahualeyhi ve sellem şöyle dedi: “Kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yer ise; işte o kişi kendisi için Allah’ın ve Rasulun’un zimmetinin bulunduğu Müslümandır. Allah’ın ahdini (verdiği zemmetini) bozmayınız.”
Bu hadis, Ehli Sünnet ve-l Cemaati aşırılardan ve haricilerden ayıran bir kaideyi temsil etmektedir. O kaide de şudur: “İslamın bazı alametlerini açığa çıkaran kişi için zahir, muteber ve başka bir ihtimal taşımayan bir şey getirinceye ve kendisi hakkında tekfirin şartları meydana gelip engelleri de ortadan kalkıncaya kadar -İslamın baki kalma aslı (kişinin müslümanlığı)- devam eder. Çünkü yakin (kesin bilgi) şekk (şubhe) ile zail olmaz.”
Şeyh-ul İslam İbni Teymiyye (Allah ona rahmet etsin) şöyle der: “Hiç kimse Müslümanlardan birini hata edip yanlış yapsa bile tekfir edemez; taki o kişiye huccet (açık delil) ikame edilip doğru yol ona gösterilene kadar. Kimin İslam’ı (Müslüman olduğu) kesin bir şekilde sabit olursa, bu o kişiden şubhe ile zail olmaz (ortadan kalkmaz), aksine hüccet ikame edilip şubhesi giderilene kadar devam eder.”(4)
Buna binaen; birinci ve ikinci sorularda zikredilen iki taife, hak yoldan sapmış hatalı taifelerdir. Çünkü Türk halkını tamamen tekfir etmekte veya onlardan hiç birine namaz kılsa bile İslam ile hükmetmeyip (Müslüman görmeyip) tavakkuf etmektedir; ta ki o kişinin içinde sakladığı bilinene kadar. Bütün bunlar ise bizim kendisinden beri olduğumuz sapıklıklardandır. Biz yukarıda ismi geçen “Otuz Risale” isimli eserimizde buna dikkat çekmiş ve reddetmiştik. Asıl olan zahiri almaktır; kim İslam’ın alametlerinden birini açığa çıkarırsa ona İslam ile hükmedilir. Kalbinin derinliklerinde gizleneni bilene kadarda (müslüman olduğuna hükmetme konusunda) duraksamayız. İbni Hacer Feth-ul Bâri (12/272) de şöyle der: “Bütün hepsi (alimler) icma etmişlerdir ki; dünya hükümleri kesinlikle zahire göredir. Gizli olan şeylerin hükmü Allah’a aittir.”
Bütün bunlara şu önemli uyarıyı eklemek gerekir; daima söylediğimiz gibi mustadaf müslüman halklarla, ısrarla haktan yüz çeviren ve bu halklara küfrü ve Allah’ın indirdiğinin dışındaki şeylerle hükmetmeyi zorunlu kılan taifeleri birbirlerinden ayırt etmek gerekir. Mustadaf insanların geneline rahmet ile muamele edip onlara küfür ile hükmetmekte acele etmemek gerekir. Çünkü onların zayıflık durumunda takiyyeyi kullanmaları caizdir. Burda takiyyeden kastım; kafirlere karşı düşmanlığı gizlemek, onlara karşı tekfir ve onlardan beri olduklarını açığa çıkartmamalarıdır. Kim bunları zayıf olduğu için açığa çıkarmaz ise mazurdur ve o kişiyi tekfir etmek caiz değildir. Birçok gencin Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab’ın ve bazı Necd Ulemasının bu konudaki bazı mutlak ifadelerini aldıklarını gördüm. Sonra onlardan kafirlere düşmanlığı açığa çıkarmayanın ve onlardan açıkça beri olduğunu ortaya koymayanın tekfir edilmesi gerektiğini anlıyorlar. Dolayısı ile hiçbir mustazafı mazur görmeyip hiç kimseye zayıflığına rağmen tağutlardan beri olduğunu ilan etmedikçe, namaz kılıp oruç tutsa bile, Müslüman olduğunu iddia etse bile İslamına hükmetmiyorlar. Bu, tüm beldelerde aşırıcıların ortaya çıkmasına sebep olan apaçık bir yanlış ve hatalı bir anlayıştır. Davet imamlarının (Necd uleması) bu gibi söylemlerine ilim ve yazı hayatımızın başlarında da dikkat çekmiştik. Allah’ın fazlı ile otuz seneyi aşkın bir zaman önce Milleti İbrahim kitabımızda ve diğer kitaplarımızın dipnotlarında buna benzer bazı söylemlere dikkat çekmiştik. Bu yeni ortaya çıkmış birşey değildir. İsteyen kimse bu konuda kitablarımıza muracaat edebilir.
Buna Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab'ın Milleti İbrahim kitabımızda naklettiğimiz şu sözüne yaptığımız açıklamayı örnek verebiliriz; Şeyh şöyle der: “Bunu bildiğinde anlarsın ki; bir insanın, muşriklere düşmanlık yapmadıkça, onlara karşı kinini ve düşmanlığını ortaya koymadıkça Allah’ı birleyip şirki terk etse bile İslam’ı mustakim olmaz. Allah azze ve cellenin de buyurduğu gibi :(Allaha ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahud akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin) Mucadele/22.”
Bunun biraz sonrasında Muhammed b. Abdullatifin ed-Durar-us Seniyye isimli kitaptan naklettiğimiz şu sözü vardır: “Bil ki –Allah bizi de seni de sevip razı olduğu şeylere muvaffak kılsın-! Bir kul için İslam ve din ancak Allah’ın ve Rasulünün düşmanlarına düşmanlık etmesiyle, Allah’ın ve Rasulunün dostlarıyla dostluk yapması ile müstakim olur. Allah celle celaluhu şöyle buyurur: (Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.) Tevbe/23.” -Cihad bölümü sf: 208'den.
Bu iki mutlak ifadeye dipnot yazarak şu yorumu yaptık “Şayet cümleden düşmanlığın aslı kastedilmiş ise kelam mutlak olarak kullanılmıştır. Yok, eğer düşmanlığın umumiyeti kastedilmiş ise açığa çıkarılması, tafsilatı ve karşı durulması kastedilmiştir. Kişinin İslamının istikametinden murad, İslam’ın aslının zevali (ortadan kalkması) değildir.
Şeyh Abdullatifin “Misbah-uz Zalam” adlı eserinde bu konuda tafsilat bulunmaktadır, dileyen kitaba müracaat edebilir. Kitabda şeyhin şu ifadesi yer almaktadır: “ Şeyhin bu sözünden, düşmanlığı açıkça ortaya koymayanın tekfir edildiğini anlayanların fehmi batıldır ve görüşü sapkındır…..” şeyhin sözünün tafsilatı ilerideki sayfalarda gelecektir. Şeyhlerin sözlerini bu bahiste zikretmemizin sebebi, günümüzdeki davetçilerin çoğunun göremediği bu asli mevzunun öneminin açıklanması içindir.
-Sözlerimizin çok net olmasına rağmen- bu gibi açıklamaları peşi sıra getirmemiz ise, kirli suda avlanmak isteyenlerin önüne tamamen engel koymamız içindir.
Ed-Durer-us Seniyye ve benzeri kitaplardaki bu tür mutlak ifadeler, necd ulemasının eski kitablarında ve risalelerinde bulunup, iyice tahkik edilmediğinden ve yerinde kullanılmadığından dolayı, sahanın birçok yerinde aşırılık tohumlarının yeşermesine sebebiyet vermiştir. Bütün aşırı cemaatlerin; Peşaver’in aşırılarının geneli, Muhallef cemaati, Ebu Ömer el Kuveyti, Ziyaeddin El Kudsi ve Hazimi’nin bazı kesitlerinden okuduğuma göre dayanakları bu ve benzeri ifadeler olduğunu gördüm. Bazı aşırı olan kişiler bu tür mutlak cümle ve ifadeleri alıp şer-i bir kâideymiş gibi ileri sürmekle kalmıyor, bir âlimin delaleti açık olan muhkem ayeti ve sabit hadisi alıp üzerine mezhebini bina ettiği gibi bu ifadeleri kutsallaştırarak mezheplerini bu sözler üzerine inşa etmektedirler. Necd âlimlerinin fetvalarını okuyanlar görürler ki, bazıları onların sözlerini sahada tehlikeli bir şekilde kullanarak, tağutlara yardım etmişler ve muvahhidlerin kanlarını helal saymışlardır. Buna en büyük delil ise, 3269 numaralı fetvada verdiğim cevapta açıkladığım Acman, Duveyş ve beraberindekilerin ihvanı tekfir ettiği ve kanlarının helal olduğuna dair verdiği meşhur fetvalarıdır. Muasır âlimleri de onların yollarını sürdürerek, mucâhid kardeşlerimizin mücadelelerinden dolayı öldürülmelerine dair fetvalar vermişler, onları hariciler, sapık fırkalar ve benzeri isimlerle adlandırmışlardır.
Bilinmelidir ki “Necd âlimlerinin kitablarında tahkik edilmesi gereken ifadeler bulunmaktadır” şeklindeki iddiam; her ne kadar yoğun okumalarım sonucunda ortaya çıkan bir netice olsa dahi ilk defa benim söylediğim ve meydana getirdiğim bir şey değildir. Bu konuda Hicaz’ın en meşhur âlimi beni geçmiştir. Şeyh İbni Baz’ın meclislerine katılmıştım da o bu tür ifadeler hakkında uyarılar yapıyor ve şöyle diyordu:
“Bazı talebelerin hoca olmaksızın Necd âlimlerinin kitablarını okumaları, kendilerinde bazı aşırılıklar meydana getirmekte ve hata yapmalarına sebebiyet vermektedir.”
Hatta biz ilim talebeliğinin ilk yıllarında bu kitabları okumaya başladığımızda şeyhin bu sözünü inkâr ederek, bu kitabları daha bir hamâset ve susuzlukla okuyorduk. Sonrasında Allah bize ikram ederek kardeşlerimizin de uyarmasıyla erken vakitte bu ifadelerdeki hataları görmemizi nasib etti.
Benim Türkiye ve Türkiye dışındaki gençlere nasihatim; bu tür hatalara dikkat etmeleri ve birçok ülkede tehlikesi insanların kanlarının dökülmesine, mallarının ve ırzlarının helal görülmesine sebebiyet veren meselelerde taklidi bırakmalarıdır.
Tağutları tekfire gelince, tağuttan kasıt İslam’a muntesib olup da bazı dinden çıkaran ameller işleyen, muayyen olarak tekfiri avama ve diğerlerine kapalı olan insanlar ise onların tekfir edilmesi imanın sahih olması için şart olmadığı gibi imanın asıllarından da değildir.(5)
Tağutları inkâr etmek imanın şartıdır’ın manası: Tağutlara karşı şirk olan her türlü ibadet çeşitlerinden beri olduğunun ilan edilmesi, Allah’ın izin vermediği kanunlarda ve küfürde onlara itaatten kaçınılması, onlara ve yardımcılarına yardım edilmesinden ve dost edinilmesinden kaçınılmasıdır. Tekfire gelince bu inkârın lazımıdır, sıhhat şartlarından değildir. Onun içindir ki Allah Teâlâ’nın (Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının ) ayetini gerçekleştirdiği müddetçe bir cahilin tekfir edilmesi caiz değildir.
Cumhurbaşkanı (Recep Tayyip Erdoğan)’a gelince; kendisi Atatürkçü laikler gibi olmasa da laik biridir. Onlarla uzlaşmadığı tek nokta ise laikliği farklı tanımlamasıdır. Laiklikten beri olmamakla beraber laikliği överek açıklamakta ve güzel bir iş yaptığını zannetmektedir. Bu açıklama dahi batıl bir tefsir olup tekfiri gerektiren laiklik çerçevesinden çıkmamaktadır. Çünkü laikliği din ile devletin birbirinden ayrılması ve dindar olmak isteyen kimsenin serbestçe yaşaması olarak açıklamaktadır. Bu ve bunun gibi zındık olmayı dileyen kimseler İslam dinine, kanunlarına ve muntesiblerine savaş açan Atatürkçü laikler gibi değildir. Bu adamın açıkladığı ve sürekli dillendirdiği laikliğin İslam ile hiç bir ilgisi yoktur. Çünkü İslam ateistliği ve Allah’a şirk koşmayı kabul etmez ve din ile devletin arasını birbirinden ayırt etmez, bilakis bu tür açıklamaların hepsi İslam’dan çıkaran beyanlardır ve sarih olan küfrün çeşitlerindendir.
Biz, Atatürkçü laiklerin başkanlık yaptıkları dönemlerde Müslümanların durumlarını ve bu laiklerin parlamentoda çoğunluğu nasıl elde ettiklerini biliyoruz. Biz ve insanların ekseriyeti görüyor ki, Erdoğan hükümeti gölgesinde Müslümanların sıkıntıları daha azdır. Bilakis birçok Türkiye'li kardeşin değimiyle, önceki halinden daha iyidir. Bazıları Müslümanların sorunlarına yönelik Erdoğan’ın bazı şahsiyetli veya vatansever duruşlarına işaret etmektedirler.
Biz her zaman; İslam’a savaş açmayan, önüne engeller koymayan, halkına karşı zulmetmeyen aksine az da olsa davetçileri rahat bırakan ve mucahidlerin varlığını az da olsa göz ardı eden sistemlerde yaşayan kardeşlerimize, hakiki bir değişime güç yetiremedikleri müddetçe, bu tür devletlerle burun buruna gelmemelerini, bu fırsatı değerlendirerek halkın arasına karışıp onları Allah’a davet etmeleri, ister seçimlere katılanlar olsun veya olmasın hikmet ve güzel sözlerle en güzel olanı öğretmeleri ve en güzel olana yönlendirmelerini, gençleri tevhid üzere eğitmeleri, onları aşırılık ve ircanın tuzaklarından koruyarak, hak ve sahih menheci öğretmeleri, anlatmaları, faydası az ve düzensiz olan, yaşamlarını, hareketlerini, davetlerini ve dinlerini sıkıntıya sokacak, dünyalarına, dinlerine ve kendilerine hakiki bir fayda sağlamayan işleri terk etmelerini nasihat etmekteyiz.
Aynı şekilde Türkiye’deki kardeşlerime, şu andaki merhaleyi iyi değerlendirip tevhide ve tevhidin asıllarına davet etmelerini, ifrat ve tefrite karşı uyanık olmalarını, ayakları yere basmayan, hamâsetli ve pusulasız, her gün açık bir menhec olmadan oyana bu yana yalpalayanlara, her kargaşa çıktığında İslam’a faydası olmayacak, düzensiz ve mantıksız işlere gençleri kışkırtanlara kulak vererek düzenlerini bozmamalarını, davet çalışmalarını sürdürerek, ihmal etmemelerini… Bilakis İslam ehli için hazırlanan iktidar projelerine hazırlık yapmalarını ve bu çalışmaya el uzatmalarını tavsiye ediyoruz.
Kendi üzerlerine bir sultası olmayan, bölgelerine gücü ulaşmayan, haklarını yerine getiremeyecek ve yardımlarına koşamayacak olan birine bey’ate davet onları bağlamamaktadır.
Bu tür çağrılar sebebiyle, din ve tevhid için başlattıkları çalışmaları bertaraf ederek saflarını bozmamaları, bunun aksine tevhide davette sebat etmeleri, bu doğrultuda çaba sarf etmeleri, doğruluk üzere olmaları, birbirlerine yakınlaşmaları ve nerede olurlarsa olsunlar isimleri ne olursa olsun müminleri dost edinmeleri gerekmektedir.
Allah’tan hallerini ıslah etmesini, onları dinlerinde en doğru yola iletmesini, onları dinine yardımda kullanmasını ve onları istikamet üzere kılmasını dilerim.
Salat ve Selam peygamberimiz Muhammed’e, ailesine ve tüm ashabının üzerine olsun.
Dipnotlar:
(1) (çevirmen tarafından eklenmiştir): Akide’ye taalluk eden meseleler “الخفية” “Kapalı Meseleler” ve “الظاهرة” “Zahir Meseleler” olarak ele alınmıştır. Istılahi manada bu taksim genel anlamı ile kabul görmüştür. Cehaletin mâzeret olup olmadığı, tevilin geçerliliği, küfür ismini huccet ikamesinden önce mi sonra mı alacağı hususunda ki meselelere bu taksimat direk olarak tesir etmektedir. Misal olarak Ebu Muhammed el-Makdisi büyük şirkte cehaleti mazeret olarak kabul etmezken, bu kabul etmeyişini zahir meselelerle sınırlandırmıştır. Kapalı meselelerde ise insanları birçok şekilde mazur görmüştür. Cehalet mazeret midir, değil midir tartışması esasen zahir meseleler üzerinde gerçekleşmiştir. Âlimlerin bazıları büyük şirkte cehaleti mazeret olarak görmezken, İbni Teymiye, İbni Kayyım ve İbni Hazm gibi Hanbelî ve Zahiri ekolün büyükleri büyük şirkin zahir meselelerinde de cehaleti mazeret kabul etmiştir. Bu meseledeki nakiller için “İşkaliyyetu’l İ’zar bi’l Cehl fi’l Bahsi’l Agdi” kitabına bakılabilir.
Zahir olmayan meselelerde ise büyük şirkte cehaleti mazeret görmeyen âlimler dahi cehaleti mazeret olarak kabul etmiştir. Bunun ile alakalı Şeyh Ebu Muhammed el-Makdisi’nin Tekfirde Aşırlıktan Sakındırma Hususunda Otuz Risale isimli kitabının 27. Bölümü “Açık Olmayan Meselelerde Cehalet Özrünü Muteber Kabul Etmemek” kısmına bakılabilir.
(2) (çevirmen tarafından eklenmiştir): Burada şunu zikretmekte fayda vardır. Bazı kardeşler oy verme meselesini gökyüzünde güneş gibi açık olarak kabul edebilir. Evet, bu kardeşe nisbetle bu mesele zahirdir. Ama kendisi hakkında hüküm vereceğimiz kimselere nisbetle ise oy verme meselesi kapalı bir meseledir. İnsanların avamı nezdinde bu meselenin hükmüne ulaşma noktasında hakiki bir acizlik söz konusudur diyebiliriz. Çünkü onların indinde muteber kabul edilen kaynaklar bu olayın hakikatini gizlemekte veya kendi içtihadı sonucunda farklı bir görüşe varmaktadır. Şimdi biz nasıl olur da bu şekilde üzerinde karartmanın ve munakaşanın gerçekleştiği bir mevzuyu zahir kabul edip, bu meselede hata yapan İslam’a intisab etmiş kimseleri tekfire yöneliriz. Bu nokta üzerinde dikkatle düşünülmesi gerekir. Allah en iyi bilendir.
(3) (çevirmen tarafından eklenmiştir): Burada şöyle bir itiraz gelebilir. “Bu insanlar ne zaman Müslüman oldular ki. Biz zaten İslam akdi sabit olan hiç kimseye kafir demiyoruz.” Deriz ki, işte verdiğiniz bu cevab, hilafetin düşmesinden sonra İslam topraklarında kafirlerin Müslümanlara yaptığı baskı, zulüm ve dejenerasyon hareketlerini hiç okumadığınızı ve bunları doğru değerlendirmediğinizi açıkça ortaya koymaktadır. Bu sorunun sorana nisbetle verilmiş cevabıdır. Türkiye’de camilerdeki yaz kurslarına gidip’te “32 Farzı” öğrenmeyen neredeyse çok az insan vardır. Son zamanlarda sivil toplum kuruluşlarının ve benzer kurumların insanlara öğrettikleri temel bilgiler, bir insanın İslama intisab edilebilmesi için gereken icmali malumatlardır. Ve insanlar bunları Müslüman oldukları için öğrenmektedirler. Diğer tafsili bilgiler ise açık ve kapalı meseleler ve bunlardan doğan hüküm farklılıkları tahtında bireysel olarak incelenecek meselelerdir. Bunun için aslı kafir hükmünü kendisini İslam’a nisbet eden ve başından büyük badireler geçmiş zavallı Müslümanlara hamletmek Muhammedi bir ahlak değildir.
(4) Burada şöyle bir itiraz gelebilir. “Bu insanlar ne zaman Müslüman oldular ki. Biz zaten İslam akdi sabit olan hiç kimseye kafir demiyoruz.” Deriz ki, işte verdiğiniz bu cevap, hilafetin düşmesinden sonra İslam topraklarında kafirlerin Müslümanlara yaptığı baskı, zulüm ve dejenerasyon hareketlerini hiç okumadığınızı ve bunları doğru değerlendirmediğinizi açıkça ortaya koymaktadır. Bu sorunun sorana nisbetle verilmiş cevabıdır. Türkiye’de camilerdeki yaz kurslarına gidip’te “32 Farzı” öğrenmeyen neredeyse çok az insan vardır. Son zamanlarda sivil toplum kuruluşlarının ve benzer kurumların insanlara öğrettikleri temel bilgiler, bir insanın İslama intisab edilebilmesi için gereken icmali malûmatlardır. Ve insanlar bunları Müslüman oldukları için öğrenmektedirler. Diğer tafsili bilgiler ise açık ve kapalı meseleler ve bunlardan doğan hüküm farklılıkları tahtında bireysel olarak incelenecek meselelerdir. Bunun için aslı kafir hükmünü kendisini İslam’a nisbet eden ve başından büyük badireler geçmiş zavallı Müslümanlara hamletmek Muhammedi bir ahlak değildir. (Çevirmen)
(5) Bu cümle Şeyh Makdisi’nin Otuz Risale isimli kitabının 31 meselesinde izah edilen konudur. Bu konuda yapılan hatalar üzerinde Şeyh bu bölümde ayrıntılı bilgi vermiştir. Burada iki noktaya dikkat çekmek istiyoruz.
Birincisi, 31. Meselenin Türkçe tercümesinde ilk paragrafta çok ciddi bir hata söz konusudur ki zaten bu mesele bu yanlışı düzeltmek için yazılmıştır. Türkçe tercümede şöyle geçiyor: “Şubhesiz tağutları tekfir etmek, Tevhid’in şartı ve yarısıdır. Tağutu tekfir etmeyen kişi, kopması mümkün olmayan sağlam ipe sarılmamış ve böylece helak olan kafirler zümresinden olmuş olur…”
Altını çizdiğimiz ifade 31. Meselede yapılan yanlışın kendisidir. 31. Mesele tağutu tekfir etmenin imanın sıhhat şartı olmadığını ifade etmek için kaleme alınmıştır. Bu meselenin Arabca metnindeki ” أنّ الكفر بالطواغيت هو شطر التوحيد وشرطه“ “Tağutu inkar etmek” ibaresi, sanki أنّ التكفير بالطواغيت هو شطر التوحيد وشرطه” “Tağutu tekfir etmek” olarak çevrilmiştir. Bu mesele ise “Tağutu inkar etmek” ile “Tağutu tekfir etmenin” farklı şeyler olduğunu izah etmek için yazılmıştır. Tağutu inkar imanın sıhhat şartlarından olmasına karşın tekfiri böyle değildir. Kitabın yeni baskılarında bu hatanın tashih edilmesini kardeşlerden dileriz.
İkinci mesele ise “فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ” “Kim tağutu inkar ederse” ve “كَفَرْنَا بِكُمْ” “sizi inkar ediyoruz” gibi Kuran’da geçen ifadeler, “Kim tağutları tekfir ederse” ve “Sizi tekfir ediyoruz” gibi mânalandırmaktır. Bu “كفر ب” kelimesini “تكفير” kelimesi ile aynı manaya geldiğinin iddia edilmesidir ki bunun lügatte böyle bir karşılığı bulunmamaktadır. Denilirse ki “كفر” fiili “ب” ile muteaddi olur, deriz ki buna Arabca lügatlerden delil getirilmesi gerekir. Bu durumda kafirler hakkındaki şu ayete “إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ” “Allah’ın ayetlerini tekfir edenler” diye, şu ayeti de “الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ” “Rabb'lerini tekfir edenler” diye çevirmemiz gerekir ki bunun sahih olmadığı ortadadır. Öyleyse Allah’ın dininde keyfi konuşmaktan Allah’a sığınmak gerekir. (Çevirmen)