H
Çevrimdışı
BU TOPRAKLAR 28 Şubat bâdiresiyle yüzleştiğinde, gözlerimiz toplumsal ve bireysel dramlara tanıklık etti.
Birilerinin mevhum bir irtica tehdidi üzerinden keselerini doldurdukları zaman dilimi ile yoksul bir kesimin iyice fakirleştirildiği süreç aynı döneme tekabül eder.
‘Yeşil sermaye’ yaftasıyla haksız bir rekabetin kucağına itilip ifna edilen ekonomik yapılar da işin cabasıdır.
Bunlar bu dönemin toplumsal hasar bilançosudur; fakat madalyonun diğer yüzünde bireysel mağduriyetler ve psikolojik yıkımlar vardır.
Çoğumuz için belki bir gazete haberi olmaktan öte bir anlam ifade etmeyen, belki duyarlılığı biraz daha fazla olanlarımızı üzüntüye gark eden kişisel hukuk ihlâlleri, ‘ateş düştüğü yeri yakar’ misali, birilerinin ruh dünyasını alt üst ediyordu.
Üniversite kapısından geri döndürülen mesture bir bacımızın zihin ve ruh dünyasına misafir olan ızdırapları, hangimiz tam anlamıyla idrak edebilirdik?
Bir bocalama yaşıyorlardı belki de...
Okul, aile, arkadaş çevresi, inandığı değerler ve toplumsal baskı arasında gidip geliyorlardı.
Kimisi ailesinden mutlaka okuması gerektiğine ve istemeden de olsa başını açmaktan başka çaresi olmadığına dâir laflar işitiyor; inancı ile ailesinin talepleri arasında sıkışıyordu.
Kimisi yasağa direnmeye çalışıyor ama aynı direnci göstermeyen arkadaşlarının varlığı onu psikolojik yalnızlığa itiyor; kararlılığı zedeleniyordu.
Kimisi de çocukluğundan beri yaşatıp büyüttüğü ideallerine birilerinin anlamsız gerekçelerle ket vuruşunu hazmedemiyordu.
O dönemi takip eden günlerden birinde sevgili Ahmet Taşgetiren ile görüşmeye gitmiştik bir arkadaşımla. 28 Şubat’ın izlerinin taze olduğu günlerde...
Sohbet esnasında söz, başörtüsü mevzuuna geldi. Cerrahpaşa’da başörtüsü yasağına direnen ve dersleri boykot eden bacılarımızın kendisini ziyaret ettiğini anlattı Ahmet Bey. Onlara, ‘yasağa karşı direnin’ demişti. Ama birileri bir anda başını açıp derslere girince direnişin gücü zayıflamış, boykot tesirini kaybetmişti. Ahmet Bey bazı kardeşlerimizin bu tavrını “cephe çözücü bir etkisi oldu” şeklinde değerlendirmişti.
Kendisi, başını ‘hizmet’ düşüncesiyle açana da, yasağa direnip başını açmayana da saygı duyuyordu ama şahsî kanaatinin ikincisinden yana olduğunu konuştuklarından çıkarmak da zor olmuyordu.
Eleştirileri yapıcıydı ve iyi niyet mahsulüydü. Hassaslığı su götürmez bu meseleye kategorik ve haşin bir üslûpla yaklaşmamanın ne kadar ehemmiyetli olduğuna dâir bir kanıya kapılıyordunuz anlattıklarını dinlediğinizde.
Herkesin bir ‘doğru’su vardı ve nasıl davranması gerektiğine inanmışsa onun gereğini yapıyordu. Fakat İslâmî hassasiyet, karşıt görüşleri değerlendirme zahmetine bile katlanmadan bütüncül olarak reddetmeye mâni olmalıydı. Birbirimizi dinleyecektik; yanlış bulduğumuz olgulara itiraza hakkımız vardı. Ama üslûbumuz, bir mü’mine yaraşır nezahatten mahrum olmamalıydı.
Bir kere yanlış yapabilir olduğumuza iman edecektik. Her eleştiriyi cemaat aidiyetlerinin yol açabildiği reflekslerle karşılamaktansa, dikkate alacak; böylelikle samimâne niyetlerle hareket eden sâir mü’minleri kırmayacaktık.
Öyle ya bazı müslüman kardeşlerimiz tamamen iyi niyet ürünü tenkitlerinin bile kâle alınmamasından dolayı başka kardeşlerine karşı gönlünde bir burukluk hissetmiyor muydu?
Daha ne zamana kadar ‘iş yapıyor olmanın’ arkasına sığınarak birilerini yok sayacaktık ki?
Demem o ki fikrî müzakerelere açık bir yapı tesis edilmelidir.
Müslümanların düşünsel dünyasının zenginleşmesi adına bu önemlidir.
Başörtüsü meselesi de, nazik bir meseledir.
Bunun ele alınması ve İslâmî eksende değerlendirmeye tâbi tutulması zorunludur.
Meselenin toplumsal boyutları; mevcut uygulamaların iyi kötü neticeleri vardır.
Daha iyiye ulaşılması adına bunların değerlendirilmesi kaçınılmazdır.
Bir kere bizce şu bilinmelidir ki; müslüman bayanların sosyalleşmesinin tek yolu kamusal alanda daha görünür hâle gelmeleri değildir. Bugün üniversiteyi bitirdiği halde çalışmadığı için bir bayanın bir takım sosyal yetilerinin köreleceği, sıradan bir hayata mahkûm olacağı söyleniyorsa, burada iki problemli bakış olduğu söylenebilir.
Birincisi bu jargon, aile merkezli bir hayat tasavvuru yerine birey merkezli bir inşâ kurgulayan modernistlerin jargonunun kötü bir kopyasıdır. Kadını güya kendi ayakları üzerinde durma uğruna yalnızlaştıran ve aile sıcaklığından mahrum eden bu yaklaşımın İslâmîliği sorgulanmayı fazlasıyla hak ediyor. Aile müessesesinin hızla kan kaybettiği Batı toplumları bu hususta yeterince göz açıcıdır.
Batılı kadını numune olarak merkeze alan bir nevzuhur sosyalleşme keyfiyetinin yol açtığı problemler ortadadır. Bu anlayış, kadını hayatta ‘hâkim’ kılma sloganıyla yola çıkmış; neticede ‘mahkûm’ etmiştir. Bir birey olarak kadına daha fazla özgürlük vaat etmiş; onu nefsinin ve diğer nefislerin kölesi derekesine indirmiştir.
İkincisi meşrû anlamda kadının sosyal bir kimlik kazanmasına engel bir durum da ortada yoktur; fakat bu sosyalleşmenin, ‘devrin şartları’ ön kabulü ile ancak ahkâmdan taviz verilerek hayata geçirilebileceği düşüncesi eksiklikle malüldür. Bütün mesele ‘sosyalleşme’ kavramının içinin ne ile doldurulduğuna ilişkindir.
Bir diğer nokta, ‘anne baba işe-çocuklar kreşe’ alışkanlığının yetişen nesiller üzerinde meydana getirdiği tahribatın gözden kaçırılmaması gerektiği ile ilgilidir. Başkalarına faydalı olma, elbette dinî anlamda gerekliliği yadsınamayacak gerçeklerdendir; ancak kişinin ‘hayr’a, merkezden muhite doğru bir seyir kazandırmasının lüzumu da ıskalanmamalıdır. Başkalarının çocuklarının saadeti için seferber edilmiş bir hayat elbette saygıyı hak ediyor ama kendi çocuğunun yetişmesi gibi daha aslî bir yükümlülüğü göz ardı etmemek kaydıyla.
Kaldı ki, okul çağlarında bir ‘rehber’in siyanetine muhtaç hâle gelen çocukların hayatlarında önceki evreler tarassut edildiğinde, anne ve babanın meşguliyetlerinden dolayı ihmal ettiği ilgi ve şefkat göze çarpacaktır.
Meselenin istisnaları olması gerçeği değiştirmez. Gece gündüz dâvâsı uğruna koşturan bir ebeveynin çocuklarının İslâmî terbiyeye sahip bir şekilde yetiştiğine dâir örnekler elbette vardır; fakat bu gerçek, çocuğun anne baba üzerindeki hakları ile ilgili ahkâmı sâkıt hâle getirmez.
Başka bir husus da, İslâm’a hizmet adına ortaya atılmış, niyet bazında samimiyeti su götürmez, çıkış noktası olarak ulvî bir amaca yönelmiş tavır ve davranışların ‘hatayı normalleştirme’ gibi tehlikeli bir duruşa davetiye çıkarabiliyor oluşudur.
Ehl-i din, bugün gelinen nokta ile bundan on sene önceki durum arasında kayda değer bir ‘değer aşınması’ yaşamaktadır. On sene önce başın açılması müzakere bile edilemezken, bir kesim tarafından ‘tâviz’ olarak nitelendirilen başörtünün çıkarılması, lokal bir hâdise iken, bugün yaşadığımız anlamda bir yaygınlık kazanması nasıl mümkün olabilmiştir?
Bundan on-on beş yıl önce anormal bulunduğu halde çaresizlik savunması ile verilen tâvizler, bugün fazla sorgulanmaksızın hayata geçirilebiliyorsa bir ‘kanıksama’dan söz etmenin çok yanlış olduğu iddia edilebilir mi?
İslâmî duruşa sahip bir firmada çalışan bir arkadaşın bu noktadaki gözlemleri mânidardır. Firmanın mütedeyyin bayan elemanları önceleri başörtülü oldukları halde erkek personel ile karşılaşmamaya özen gösterirken, zaman içerisinde kurumsal anlamda atılan geri adımların da tesiriyle başı açık çalışmaya başlıyorlar ve zamanla ilk dönemlerdeki hassasiyette ister istemez aşınmalar zuhur ediyor.
Burada herhangi bir genelleme yapıyor değiliz. Söylediklerimizden, bugün dâvâ düşüncesi ile başını açan her bacımızın bunu artık problem etmediği gibi bir değerlendirme yaptığımız sonucu kesinlikle çıkmaz. Bu insanların dinî hassasiyetlerini tartışmaya açmak ne vazifemizdir; ne de hakkımız. Kendini mecbur hissettiği bu zoraki uygulamaya içi kan ağlayarak boyun eğen bacılarımızın varlığından da bîhaber değiliz.
Ancak işaret etmek istediğimiz nokta farklıdır. Bugünkü uygulamalarımızın gelecek nesillere nasıl yansıyacağını da düşünmek durumundayız. Değerleri aşındırılmış, hâkim söylemin güdümüne girmiş ve gitgide özünden uzaklaşmış bir nesil istemiyorsak, merkezdeki bir sapmanın muhit hattında büyük bir kaymaya sebep olduğunu unutmamalıyız.
Bugün yaşadığımız toplumsal travmanın arka planını araştıracak olan geleceğin sosyologları, faturayı aile kurumunun köküne kibrit suyu dökenlere çıkartacaklardır; şüpheniz olmasın.
Batılı değerlerin sözde câzibesine kapılan sözüm ona çağdaşlar da, onlarla aynı ‘yanlış’ zeminde boy ölçüşmeye kalkışan ehl-i din de, bu gidişata dur demesini bilmelidirler.
İslâm kadına da, erkeğe de hak ettiği değeri mutlaka veriyor. İlâhî yönlendirmeden muaf bir hayat tasavvuru hâli hazırda tıkanmış bulunuyor.
Biz, O’na (c.c) teslimiz. İslâm ‘parçayı görenin bütünü görene teslim olması’dır.
O (c.c), bütünü görüyor
Birilerinin mevhum bir irtica tehdidi üzerinden keselerini doldurdukları zaman dilimi ile yoksul bir kesimin iyice fakirleştirildiği süreç aynı döneme tekabül eder.
‘Yeşil sermaye’ yaftasıyla haksız bir rekabetin kucağına itilip ifna edilen ekonomik yapılar da işin cabasıdır.
Bunlar bu dönemin toplumsal hasar bilançosudur; fakat madalyonun diğer yüzünde bireysel mağduriyetler ve psikolojik yıkımlar vardır.
Çoğumuz için belki bir gazete haberi olmaktan öte bir anlam ifade etmeyen, belki duyarlılığı biraz daha fazla olanlarımızı üzüntüye gark eden kişisel hukuk ihlâlleri, ‘ateş düştüğü yeri yakar’ misali, birilerinin ruh dünyasını alt üst ediyordu.
Üniversite kapısından geri döndürülen mesture bir bacımızın zihin ve ruh dünyasına misafir olan ızdırapları, hangimiz tam anlamıyla idrak edebilirdik?
Bir bocalama yaşıyorlardı belki de...
Okul, aile, arkadaş çevresi, inandığı değerler ve toplumsal baskı arasında gidip geliyorlardı.
Kimisi ailesinden mutlaka okuması gerektiğine ve istemeden de olsa başını açmaktan başka çaresi olmadığına dâir laflar işitiyor; inancı ile ailesinin talepleri arasında sıkışıyordu.
Kimisi yasağa direnmeye çalışıyor ama aynı direnci göstermeyen arkadaşlarının varlığı onu psikolojik yalnızlığa itiyor; kararlılığı zedeleniyordu.
Kimisi de çocukluğundan beri yaşatıp büyüttüğü ideallerine birilerinin anlamsız gerekçelerle ket vuruşunu hazmedemiyordu.
O dönemi takip eden günlerden birinde sevgili Ahmet Taşgetiren ile görüşmeye gitmiştik bir arkadaşımla. 28 Şubat’ın izlerinin taze olduğu günlerde...
Sohbet esnasında söz, başörtüsü mevzuuna geldi. Cerrahpaşa’da başörtüsü yasağına direnen ve dersleri boykot eden bacılarımızın kendisini ziyaret ettiğini anlattı Ahmet Bey. Onlara, ‘yasağa karşı direnin’ demişti. Ama birileri bir anda başını açıp derslere girince direnişin gücü zayıflamış, boykot tesirini kaybetmişti. Ahmet Bey bazı kardeşlerimizin bu tavrını “cephe çözücü bir etkisi oldu” şeklinde değerlendirmişti.
Kendisi, başını ‘hizmet’ düşüncesiyle açana da, yasağa direnip başını açmayana da saygı duyuyordu ama şahsî kanaatinin ikincisinden yana olduğunu konuştuklarından çıkarmak da zor olmuyordu.
Eleştirileri yapıcıydı ve iyi niyet mahsulüydü. Hassaslığı su götürmez bu meseleye kategorik ve haşin bir üslûpla yaklaşmamanın ne kadar ehemmiyetli olduğuna dâir bir kanıya kapılıyordunuz anlattıklarını dinlediğinizde.
Herkesin bir ‘doğru’su vardı ve nasıl davranması gerektiğine inanmışsa onun gereğini yapıyordu. Fakat İslâmî hassasiyet, karşıt görüşleri değerlendirme zahmetine bile katlanmadan bütüncül olarak reddetmeye mâni olmalıydı. Birbirimizi dinleyecektik; yanlış bulduğumuz olgulara itiraza hakkımız vardı. Ama üslûbumuz, bir mü’mine yaraşır nezahatten mahrum olmamalıydı.
Bir kere yanlış yapabilir olduğumuza iman edecektik. Her eleştiriyi cemaat aidiyetlerinin yol açabildiği reflekslerle karşılamaktansa, dikkate alacak; böylelikle samimâne niyetlerle hareket eden sâir mü’minleri kırmayacaktık.
Öyle ya bazı müslüman kardeşlerimiz tamamen iyi niyet ürünü tenkitlerinin bile kâle alınmamasından dolayı başka kardeşlerine karşı gönlünde bir burukluk hissetmiyor muydu?
Daha ne zamana kadar ‘iş yapıyor olmanın’ arkasına sığınarak birilerini yok sayacaktık ki?
Demem o ki fikrî müzakerelere açık bir yapı tesis edilmelidir.
Müslümanların düşünsel dünyasının zenginleşmesi adına bu önemlidir.
Başörtüsü meselesi de, nazik bir meseledir.
Bunun ele alınması ve İslâmî eksende değerlendirmeye tâbi tutulması zorunludur.
Meselenin toplumsal boyutları; mevcut uygulamaların iyi kötü neticeleri vardır.
Daha iyiye ulaşılması adına bunların değerlendirilmesi kaçınılmazdır.
Bir kere bizce şu bilinmelidir ki; müslüman bayanların sosyalleşmesinin tek yolu kamusal alanda daha görünür hâle gelmeleri değildir. Bugün üniversiteyi bitirdiği halde çalışmadığı için bir bayanın bir takım sosyal yetilerinin köreleceği, sıradan bir hayata mahkûm olacağı söyleniyorsa, burada iki problemli bakış olduğu söylenebilir.
Birincisi bu jargon, aile merkezli bir hayat tasavvuru yerine birey merkezli bir inşâ kurgulayan modernistlerin jargonunun kötü bir kopyasıdır. Kadını güya kendi ayakları üzerinde durma uğruna yalnızlaştıran ve aile sıcaklığından mahrum eden bu yaklaşımın İslâmîliği sorgulanmayı fazlasıyla hak ediyor. Aile müessesesinin hızla kan kaybettiği Batı toplumları bu hususta yeterince göz açıcıdır.
Batılı kadını numune olarak merkeze alan bir nevzuhur sosyalleşme keyfiyetinin yol açtığı problemler ortadadır. Bu anlayış, kadını hayatta ‘hâkim’ kılma sloganıyla yola çıkmış; neticede ‘mahkûm’ etmiştir. Bir birey olarak kadına daha fazla özgürlük vaat etmiş; onu nefsinin ve diğer nefislerin kölesi derekesine indirmiştir.
İkincisi meşrû anlamda kadının sosyal bir kimlik kazanmasına engel bir durum da ortada yoktur; fakat bu sosyalleşmenin, ‘devrin şartları’ ön kabulü ile ancak ahkâmdan taviz verilerek hayata geçirilebileceği düşüncesi eksiklikle malüldür. Bütün mesele ‘sosyalleşme’ kavramının içinin ne ile doldurulduğuna ilişkindir.
Bir diğer nokta, ‘anne baba işe-çocuklar kreşe’ alışkanlığının yetişen nesiller üzerinde meydana getirdiği tahribatın gözden kaçırılmaması gerektiği ile ilgilidir. Başkalarına faydalı olma, elbette dinî anlamda gerekliliği yadsınamayacak gerçeklerdendir; ancak kişinin ‘hayr’a, merkezden muhite doğru bir seyir kazandırmasının lüzumu da ıskalanmamalıdır. Başkalarının çocuklarının saadeti için seferber edilmiş bir hayat elbette saygıyı hak ediyor ama kendi çocuğunun yetişmesi gibi daha aslî bir yükümlülüğü göz ardı etmemek kaydıyla.
Kaldı ki, okul çağlarında bir ‘rehber’in siyanetine muhtaç hâle gelen çocukların hayatlarında önceki evreler tarassut edildiğinde, anne ve babanın meşguliyetlerinden dolayı ihmal ettiği ilgi ve şefkat göze çarpacaktır.
Meselenin istisnaları olması gerçeği değiştirmez. Gece gündüz dâvâsı uğruna koşturan bir ebeveynin çocuklarının İslâmî terbiyeye sahip bir şekilde yetiştiğine dâir örnekler elbette vardır; fakat bu gerçek, çocuğun anne baba üzerindeki hakları ile ilgili ahkâmı sâkıt hâle getirmez.
Başka bir husus da, İslâm’a hizmet adına ortaya atılmış, niyet bazında samimiyeti su götürmez, çıkış noktası olarak ulvî bir amaca yönelmiş tavır ve davranışların ‘hatayı normalleştirme’ gibi tehlikeli bir duruşa davetiye çıkarabiliyor oluşudur.
Ehl-i din, bugün gelinen nokta ile bundan on sene önceki durum arasında kayda değer bir ‘değer aşınması’ yaşamaktadır. On sene önce başın açılması müzakere bile edilemezken, bir kesim tarafından ‘tâviz’ olarak nitelendirilen başörtünün çıkarılması, lokal bir hâdise iken, bugün yaşadığımız anlamda bir yaygınlık kazanması nasıl mümkün olabilmiştir?
Bundan on-on beş yıl önce anormal bulunduğu halde çaresizlik savunması ile verilen tâvizler, bugün fazla sorgulanmaksızın hayata geçirilebiliyorsa bir ‘kanıksama’dan söz etmenin çok yanlış olduğu iddia edilebilir mi?
İslâmî duruşa sahip bir firmada çalışan bir arkadaşın bu noktadaki gözlemleri mânidardır. Firmanın mütedeyyin bayan elemanları önceleri başörtülü oldukları halde erkek personel ile karşılaşmamaya özen gösterirken, zaman içerisinde kurumsal anlamda atılan geri adımların da tesiriyle başı açık çalışmaya başlıyorlar ve zamanla ilk dönemlerdeki hassasiyette ister istemez aşınmalar zuhur ediyor.
Burada herhangi bir genelleme yapıyor değiliz. Söylediklerimizden, bugün dâvâ düşüncesi ile başını açan her bacımızın bunu artık problem etmediği gibi bir değerlendirme yaptığımız sonucu kesinlikle çıkmaz. Bu insanların dinî hassasiyetlerini tartışmaya açmak ne vazifemizdir; ne de hakkımız. Kendini mecbur hissettiği bu zoraki uygulamaya içi kan ağlayarak boyun eğen bacılarımızın varlığından da bîhaber değiliz.
Ancak işaret etmek istediğimiz nokta farklıdır. Bugünkü uygulamalarımızın gelecek nesillere nasıl yansıyacağını da düşünmek durumundayız. Değerleri aşındırılmış, hâkim söylemin güdümüne girmiş ve gitgide özünden uzaklaşmış bir nesil istemiyorsak, merkezdeki bir sapmanın muhit hattında büyük bir kaymaya sebep olduğunu unutmamalıyız.
Bugün yaşadığımız toplumsal travmanın arka planını araştıracak olan geleceğin sosyologları, faturayı aile kurumunun köküne kibrit suyu dökenlere çıkartacaklardır; şüpheniz olmasın.
Batılı değerlerin sözde câzibesine kapılan sözüm ona çağdaşlar da, onlarla aynı ‘yanlış’ zeminde boy ölçüşmeye kalkışan ehl-i din de, bu gidişata dur demesini bilmelidirler.
İslâm kadına da, erkeğe de hak ettiği değeri mutlaka veriyor. İlâhî yönlendirmeden muaf bir hayat tasavvuru hâli hazırda tıkanmış bulunuyor.
Biz, O’na (c.c) teslimiz. İslâm ‘parçayı görenin bütünü görene teslim olması’dır.
O (c.c), bütünü görüyor