EHVEN-İ ŞER MESELESİ (çok önemli, dikkatle okuyun)
Soru: Selamun Aleykum hocam. Ehven-i Şer ne demektir? Falanca parti ehven- şerdir diyerek oy kullanılanabilinir mi?
Cevap: Aleykum selam. Ehven-i şer Çok önemlidir. Özellikle şu yaklaşmakta olan seçimler sebebi ile.
Ehven-i şer’i anlayabilmek için önce kelimelerin ifâde ettikleri mânâları bir görelim.
Ehven, kelime anlamı itibariyle, iki şeyden sonuç itibâri ile "daha hafif" olan; şer ise, hayrın karşıtı olup, "dinde meşru olmayan, yapılması, söylenilmesi câiz olmayan her türlü iş" demektir. Terkip olarak da ehven-i şer, iki zararlı veya şerli şey yan yana geldiklerinde biri diğerine döre zarar ve fenalık bakımından daha hafif olan kötülük demektir.
Osmanlı hukukçularından Ahmed Cevded Paşa başkanlığında oluşan bir hukukçular kurulu, fıkıhta küllî kâideleri bir araya getirdikleri bir kitap oluşturdular ve adına da “Mecelle” dediler. Bu kitapta bütün fıkhî, küllî kâideleri bir araya getirmişler ve hem devletin hem de ilim ehlinin hizmetine sunmuşlardır.
İşte bu Mecelle`nin 29. maddesinde, “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” diye bir madde vardır. Bunun bugünkü Türkçedeki mânâsı, "İki şerden, daha hafif olanı (ehven-i şerreyn) tercih olunur" şeklindedir. Bununla anlatılmak istenen şudur: Câiz ve meşrû olmayan iki şeyden birinin işlenilmesi durumunda kalınırsa, bunlar arasında kötülük ve fenalık bakımından daha az ve hafif olanı tercih edilir. Çünkü, haram olan bir şeyi işlemek, ancak zarûretten dolayı mübah kılınmaktadır (Mecelle, md. 21).
Zarûretler de kendi miktarlarınca takdir olunacağına göre (Mecelle, md. 22), daha hafif olan dururken, daha ağır ve büyük bir haramı işlemek zarûret sınırını aşmak olur.
Aynı içerikte olmak üzere, "İki kötülükle karşı karşıya gelince daha hafif olanı işlenerek, büyüğünün çaresine bakılır" (Mecelle, md. 28) ve "Daha şiddetli olan zarar, daha hafif olan zararla izâle olunur" (Mecelle, md. 27) şeklinde iki genel kural daha vardır ve bunların her üçü de yaklaşık olarak aynı anlamı ifâde eder. Yine bu maddelere yardımcı olacak şu maddeler de aynı durumdadırlar.
Madde 21: “Zarûretler memnu olan şeyleri mubah kılar.”
Yani: Zarûretler/kendisinden başka çıkış yolu olmayan şeyler, dînimizde memnu/yasak ve haram olan şeyleri mubah/câiz kılar ve günahını düşürür.
Meselâ: İçki ve domuz eti bilindiği gibi haramdır. Ancak açlıktan dolayı ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalındığında başka bir içecek ve yiyecek de yoksa bunları yemek câiz olur ve günahı düşer. Çünkü böyle bir durumda kişi zarûretle yani kendisinden başka çıkış yolu olmayan bir şeyle karşı karşıya gelmiştir. Yemese ölecektir, yediğinde ise yaşayacaktır. Yemekten başka bir çaresi yoktur.
Madde 22: “Zarûretler kendi miktarlarınca takdir olunur.”
Yani: Zarûretler/kendisinden başka çıkış yolu olmayan şeyler, kendi miktarınca/zarûret olduğu kadar takdir/ruhsat olunur ve günahı kalkar.
Meselâ: Kadınların yabancı erkekler yanında tesettürsüz olmaları bilindiği üzere haramdır. Ancak zarûreten herhangi bir yerinden ameliyat olacak bir bayanın o ameliyat olunacak yerini kadın cerrah bulamadığında erkek olan cerrahın yanında açması ve o cerrahın da avret yerine bakmasına ruhsat verilmiş olup, câizdir. Çünkü böyle bir durumda her iki taraf da zarûretle yani kendisinden başka çıkış yolu olmayan bir şeyle karşı karşıya gelmişlerdir. Ancak o bayanın zarûrî olmayan yerinden başka bir yerini kendisini ameliyat edecek cerraha göstermesi; o cerrahın da ameliyat edeceği yerden başka bir avret yerine bakması câiz değildir. Buradaki zarûret, miktarınca sadece baş ile takdir olunur, onun dışına çıkamaz. Çıkması durumda ruhsat kalkar ve hüküm de aslına döner.
Madde 28: “İki fesâd tearuz ettikde (çatıştıklarında) ehaffı (en hafifini) irtikâb (almak) ile a’zâmının (en büyük zararın) çaresine bakılır.”
Meselâ: Farz olan namazlarda kıyâmda durmak bilindiği gibi farzdır. Ancak ayakta durunca yarası açılarak çokça kanaması olan bir hastanın oturarak namaz kılması câizdir. Çünkü böyle bir durumda kişi iki şer ile karşı karşıyadır. Ya kıyâm edip hayati bir tehlikeye sebebiyyet verecek ya da oturarak namaz kılacak ve farz olan kıyâmı terk edecektir. Böyle bir durumda kişinin farz olan kıyâmı terk etmesi, İslâm’ın koruduğu beş maslahattan biri olan hayatını ciddi bir şekilde tehlikeye atmasından daha hafiftir. Kişinin kıyâm etmesi tehlikeli olmaktan çıkıncaya kadar oturarak namaz kılması câiz olur.
Bu ehven-i şer kuralı, pekçok alana uygulama imkânı vardır. Bu kuralın uygulama örneklerinden biri şöyledir: Kişinin bedeni emanet olup, herhangi bir uzvunu kestirmesi yahut zarar vermesi bilindiği üzere haramdır. Ancak ayak parmakları kangren olmuş bir kimsenin hayatını yahut ayağını kurtarmak için ayak parmaklarını kestirmesi câiz olur. Çünkü böyle bir durumda kişi iki şer ile karşı karşıyadır. Ya kesilmesi haram olan parmaklarını kestirecek ayakla birlikte hayatını da kurtaracaktır. Ya da parmaklarını kestirmeyecek kangren yayılacak ve bir hafta kadar bir süre içinde ölüm gerçekleşecektir. Kişinin böyle bir durumda zararın ve şerrin azını tercih ederek parmaklarını kestirerek hayatını kurtarması ruhsat olup, câizdir ve günah işlemiş de sayılmaz.
Yine bir kimsenin çok değerli bir incisi yere düşüp, bir tavuk tarafından yutulmuşsa, incinin sahibi, tavuğun değerini ödeyerek tavuğu sahibinden satın alır (Mecelle, md. 902). Bu durumda tavuğun sahibi, tavuğu satmamazlık edemez. Şayet direnecek olursa, fiyatı kendisine ödenerek, tavuk ondan cebren alınır. Kural olarak bir kimsenin malını, rızası hilâfına satmak câiz değilse de, burada daha büyük zararı gidermek amacıyla, daha hafif olan zarara katlanılmış ve sözk onusu kural gereğince, mülkiyetin dokunulmazlığı prensibine bir nevî sınırlama getirilmiştir.
Ehven-i şer maddesinin geçerli olabilmesi için şu üç madde, bu kuralın şartlarındandır:
1. Zarûrurî bir durumun olması: Buna göre, kişinin yapmazsa helâk olacağı ve başka bir çıkış yolu bulamadığı bir şeyle karşı karşıya gelmesi şarttır.
2. Şer olan iki seçenekten başkasının olmaması: Buna göre, kişinin karşı karşıya geldiği iki şerli ya da zararlı olan seçenekten başka bir seçeneğin veya çözüm yolunun veyahut kaçıp kurtulma imkânın olmaması şarttır.
3. Seçilen şeyin daha az zararlı olması: Buna göre, kişinin seçmek mecburiyetinde olduğu iki seçenekten, seçilecek olanın daha az şerli olması şarttır.
Bütün bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, kişinin yapmaya mecbur kaldığı, içinden çıkamadığı ve üçüncü bir tercihinin de olmadığı durumlarda zararlı ve şerli olan iki şıktan, diğerine göre daha az şerli ve zararlı olanını tercih ederek onunla amel etmesi câizdir. Yani bu durum kısaca: Kişinin mecbur olduğu iki seçenekten zararı az olanı alıp, çok olanı ise terk etmesi olarak özetlenebilir.
Ehven-i şerrin ne demek olduğu ve şartları anlaşılmış olduktan sonra, gelelim durumumuza:
Bilindiği üzere gayri islâmî bir sistem olan demokratik sistemlerde halkın güya temsilcisi olarak partiler kurulur. Bu partiler belirli dönemlerde yapılan seçimlere katılırlar. Yeterli oyu aldıklarında da iktidara gelip halkı demokrasiyle yönetirler. Seçilen partiler zamansal olarak toplumun değer yargılarıyla değişkenliğe uğrayabilir. Bu seçimde “x”, gelecek seçimde ise “y” partisi kazanabilir. Ancak iktidar olduklarında yönetecekleri sistem hiç değişmez. Demokrasi sabittir. İktidarlar değişkendir. Yani yol kalıcıdır, yolcuları o yolda taşıyan otobüsler ve şoförler değişkendir. O yolda gittiğiniz sürece hangi otobüs ve şoförle yola devam ettiğinizin bir önemi yoktur aslında. Çünkü hepsi aynı yolun yolcusudur…
Tevhîdin yâni gerçek mânâda îmânın ne demek olduğunu anlayan Müslümanlar, demokrasi yolunun İslâmî olmadığını ve şirk yolu olduğunu bilirler. Bu sebeble de demokrasi yolunda götüren otobüsleri yani partileri reddederler. Bu otobüs şoförlerine yani partilerin başkanlarına da kendilerini demokrasi yolunda taşıma vekâleti vermezler.
Tevhîdin ne demek olduğunu anlamayan sözde Müslümanlar ise, çok değişik inançlara sâhibtirler. Kimileri demokrasinin İslâmî bir yol olmadığını kabul ederek bu siteme “küfür sitemi” derler. Kimileri bunu dahi kabul etmez. Demokrasiyi zamanın gereği olarak görürler… Ancak hepsinin ortak kanaati demokratik bir sistemde parti kurulabilir ve iktidar olunabilir. Buna kılıf olarak da “düşmanın silâhı ile silahlanmak lazım” ve “meydanı boş bırakmamak gerekir” gibi söylemleri ileri sürerler.
Seçim zamanı gelince de Müslümanları İslâmî olduğunu ileri sürdükleri x partiyi desteklemeye çağırırlar. Kendilerine “bunların hepsi de demokrasi yolunun yolcusudur…” denildiğinde yazımıza konu olan ehven-i şer kâidesini söyleyerek “daha az zararlı olanı seçmek gerekir”, ve “amacımız İslâm’ı getirmek” gibi aslı olmayan söylemleri ağızlarına dolarlar.
Şimdi, ehven-i şerle alakalı olarak yukarıda zikredilen şartların demokrasi düzeninde sözde İslâmî x partisinin seçilmesinde var olup olmadığına bakalım.
Birinci şart olarak: “Zarûrurî bir durumun olması: Buna göre, kişinin yapmazsa helâk olacağı ve başka bir çıkış yolu bulamadığı bir şeyle karşı karşıya gelmesi şarttır” demiştik. Şimdi demokrasi havarilerine soruyoruz: Seçimlere katılmayıp partinize oy atmadığınızda helak mı olacaksınız? Öldürülmeniz ya da bir uzvunuzun telef olması mı söz konusu? Yoksa ileriye dönük gayba dair haberler aldığınızdan elinizde bizim bilmediğimiz bir felaket senaryonuz mu var? Değilse bırakın örümcek ağından bahaneler içinde yaşamayı da âlemlerin Rabbine teslim olun.
İkinci şart olarak: “Şer olan iki seçenekten başkanının olmaması: Buna göre, kişinin karşı karşıya geldiği iki şerli ya da zararlı olan seçenekten başka bir seçeneğin veya çözüm yolunun veyahut kaçıp kurtulma imkânın olmaması şarttır” demiştik. Şimdi demokrasi havarilerine soruyoruz: Kim ya da ne sizi x yahut y partisi arasında bıraktı da birini seçmek zorundasınız? Oy kullanmayarak demokrasiden ve ona ait olan şeylerden yüz çevirerek Allâh’a temiz ve içten bir şekilde yönelmeye imkânınız yok mu?
Üçüncü şart olarak: “Seçilen şeyin daha az zararlı olması: Buna göre, kişinin seçmek mecburiyetinde olduğu iki seçenekten, seçilecek olanın daha az şerli olması şarttır” demiştik. Şimdi demokrasi havarilerine soruyoruz: Seçmenlerin Müslüman zannederek oy attıkları münafıklar mı, yoksa zaten İslâmsız olarak bildikleri mi daha az şerli? “Yönetim sistemi lâik olabilir” deyip hakkı ketmedenlerin mi, yoksa şer’î bir sisteme açıktan karşıyız diyenlerin sözleri mi daha az zararlı? İslâm budur diyerek uyutup, demokrasiyle kâfirleştirenler mi, yoksa İslâmsızlığı alenen ortaya koyarak demokrasi küfrünün içindekileri kandırmayanlar mı? Evet, cevap verin, hangisi daha tehlikeli?
İslâm’a hizmet edeceğiz diyerek iktidara gelenlerin iktidara geldikten sonra demokrasiyi ve lâikliği nasıl savunduklarını görmeyecek kadar kör, bilmeyecek kadar câhil miyiz? İktidara gelmeden önce Müslümanlara; “fâizci düzene son vereceğiz” diyenlerin iktidara geldikten sonra fâizci düzeni devam ettirdiklerini, genelevleri çalıştırmaya, içki fabrikalarını kurmaya veya kurulmasına ruhsat vermeye, kumarhânelerin açılmasına izin verdiklerini görmüyor muyuz?
İktidara gelmeden önce; “diyorlar ki, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yalan, hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır”, diyenlerin, iktidara geldikten sonra seçim meydanlarında bizzat kendilerinin “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” dediklerini, halka da bangır bangır bağırttıklarını görmedik mi?
Televizyonlara çıkıp; “biz, dine dayalı bir yönetim anlayışına karşıyız” dediklerini, bilmem kaç tane kilise ve havra yaptırarak bunları “hayırlı olsun” diye açtıklarını, kendileri gelmeden önce şu kadar içki fabrikası varken kendileri geldikten sonra şu kadara çıkartmakla övündüklerini görmedik mi, duymadık mı?
Avrupa birliğine girebilmek için, Avrupalıların istedikleri İslâm’a aykırı tüm kanunları ve yasaları çıkartmadılar mı? Amerika ve Rusya dünyanın her yerinde Müslümanları katlederken, Amerika’yı ve Rusya’yı dost ve müttefik ülke olarak görmüyorlar mı?
Müslümanların gazını almak için İsrâil’e terör devleti dedikleri halde İsrâil ile hâlâ anlaşmalar yaptıklarını, “Yahudiler Türklerin ve Müslümanların dostudur”, “bizim İsrâil’e, İsrâil’in de bize ihtiyacı var.” dediklerini duymadık mı?
Sonuç olarak diyoruz ki; Müslümanlar için tek yönetim şekli ve çözüm İslâm’dır. Allâh’ın ilkeleridir, O’nun kanun ve nizâmıdır. Demokrasi değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Demokrasi sisteminde parti kurarak “İslâm’ı hâkim kılacağız” söylemi büyük bir kandırmacadır. Neyi hâkim kılıyorlar? İslâmî olarak neyi başarmışlar? 28 Şubat’a kimin imza attığına bir bakın? İsrail terör örgütüyle sudan enerjiye, savunmadan gıdaya… kadar yapılan anlaşmalara bakın kimlerin eliyle gerçekleşmiş? İslâmı tebliğ etmekten başka amaçları olamayan mustazafları bakın kimler militan olarak yaftalamış on yıllar boyunca? Tâğût, mustazaf, şura ve belâm gibi tevhîdî kavramları kimler yasakladı yahut içini boşaltarak körpe dimağları kirletti? Bakın kimler Yahudi ve Hristiyanlarla iş birliği yaparak şeriat düşmanlığı yapıyor?
Ve tekrar diyoruz ki: Ehven-i şer, iki zararlı şeyden mutlaka birisini seçmek zorunda kalanlar, ikisinden birisini seçmediği takdirde hayatının veya uzuvlarının tehlikeye gireceği kimselerle, hapsedilme ve işkence görme durumunda olanlar ve üçüncü bir seçeneği olmayanlar için geçerlidir. Sizlerin küfür sistemi olan demokrasiyi reddedip sandığa gitmeyerek, oy kullanmayıp Allah’ın hak dini üzere kalma seçeneğiniz yok mu?
Soru: Selamun Aleykum hocam. Ehven-i Şer ne demektir? Falanca parti ehven- şerdir diyerek oy kullanılanabilinir mi?
Cevap: Aleykum selam. Ehven-i şer Çok önemlidir. Özellikle şu yaklaşmakta olan seçimler sebebi ile.
Ehven-i şer’i anlayabilmek için önce kelimelerin ifâde ettikleri mânâları bir görelim.
Ehven, kelime anlamı itibariyle, iki şeyden sonuç itibâri ile "daha hafif" olan; şer ise, hayrın karşıtı olup, "dinde meşru olmayan, yapılması, söylenilmesi câiz olmayan her türlü iş" demektir. Terkip olarak da ehven-i şer, iki zararlı veya şerli şey yan yana geldiklerinde biri diğerine döre zarar ve fenalık bakımından daha hafif olan kötülük demektir.
Osmanlı hukukçularından Ahmed Cevded Paşa başkanlığında oluşan bir hukukçular kurulu, fıkıhta küllî kâideleri bir araya getirdikleri bir kitap oluşturdular ve adına da “Mecelle” dediler. Bu kitapta bütün fıkhî, küllî kâideleri bir araya getirmişler ve hem devletin hem de ilim ehlinin hizmetine sunmuşlardır.
İşte bu Mecelle`nin 29. maddesinde, “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” diye bir madde vardır. Bunun bugünkü Türkçedeki mânâsı, "İki şerden, daha hafif olanı (ehven-i şerreyn) tercih olunur" şeklindedir. Bununla anlatılmak istenen şudur: Câiz ve meşrû olmayan iki şeyden birinin işlenilmesi durumunda kalınırsa, bunlar arasında kötülük ve fenalık bakımından daha az ve hafif olanı tercih edilir. Çünkü, haram olan bir şeyi işlemek, ancak zarûretten dolayı mübah kılınmaktadır (Mecelle, md. 21).
Zarûretler de kendi miktarlarınca takdir olunacağına göre (Mecelle, md. 22), daha hafif olan dururken, daha ağır ve büyük bir haramı işlemek zarûret sınırını aşmak olur.
Aynı içerikte olmak üzere, "İki kötülükle karşı karşıya gelince daha hafif olanı işlenerek, büyüğünün çaresine bakılır" (Mecelle, md. 28) ve "Daha şiddetli olan zarar, daha hafif olan zararla izâle olunur" (Mecelle, md. 27) şeklinde iki genel kural daha vardır ve bunların her üçü de yaklaşık olarak aynı anlamı ifâde eder. Yine bu maddelere yardımcı olacak şu maddeler de aynı durumdadırlar.
Madde 21: “Zarûretler memnu olan şeyleri mubah kılar.”
Yani: Zarûretler/kendisinden başka çıkış yolu olmayan şeyler, dînimizde memnu/yasak ve haram olan şeyleri mubah/câiz kılar ve günahını düşürür.
Meselâ: İçki ve domuz eti bilindiği gibi haramdır. Ancak açlıktan dolayı ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalındığında başka bir içecek ve yiyecek de yoksa bunları yemek câiz olur ve günahı düşer. Çünkü böyle bir durumda kişi zarûretle yani kendisinden başka çıkış yolu olmayan bir şeyle karşı karşıya gelmiştir. Yemese ölecektir, yediğinde ise yaşayacaktır. Yemekten başka bir çaresi yoktur.
Madde 22: “Zarûretler kendi miktarlarınca takdir olunur.”
Yani: Zarûretler/kendisinden başka çıkış yolu olmayan şeyler, kendi miktarınca/zarûret olduğu kadar takdir/ruhsat olunur ve günahı kalkar.
Meselâ: Kadınların yabancı erkekler yanında tesettürsüz olmaları bilindiği üzere haramdır. Ancak zarûreten herhangi bir yerinden ameliyat olacak bir bayanın o ameliyat olunacak yerini kadın cerrah bulamadığında erkek olan cerrahın yanında açması ve o cerrahın da avret yerine bakmasına ruhsat verilmiş olup, câizdir. Çünkü böyle bir durumda her iki taraf da zarûretle yani kendisinden başka çıkış yolu olmayan bir şeyle karşı karşıya gelmişlerdir. Ancak o bayanın zarûrî olmayan yerinden başka bir yerini kendisini ameliyat edecek cerraha göstermesi; o cerrahın da ameliyat edeceği yerden başka bir avret yerine bakması câiz değildir. Buradaki zarûret, miktarınca sadece baş ile takdir olunur, onun dışına çıkamaz. Çıkması durumda ruhsat kalkar ve hüküm de aslına döner.
Madde 28: “İki fesâd tearuz ettikde (çatıştıklarında) ehaffı (en hafifini) irtikâb (almak) ile a’zâmının (en büyük zararın) çaresine bakılır.”
Meselâ: Farz olan namazlarda kıyâmda durmak bilindiği gibi farzdır. Ancak ayakta durunca yarası açılarak çokça kanaması olan bir hastanın oturarak namaz kılması câizdir. Çünkü böyle bir durumda kişi iki şer ile karşı karşıyadır. Ya kıyâm edip hayati bir tehlikeye sebebiyyet verecek ya da oturarak namaz kılacak ve farz olan kıyâmı terk edecektir. Böyle bir durumda kişinin farz olan kıyâmı terk etmesi, İslâm’ın koruduğu beş maslahattan biri olan hayatını ciddi bir şekilde tehlikeye atmasından daha hafiftir. Kişinin kıyâm etmesi tehlikeli olmaktan çıkıncaya kadar oturarak namaz kılması câiz olur.
Bu ehven-i şer kuralı, pekçok alana uygulama imkânı vardır. Bu kuralın uygulama örneklerinden biri şöyledir: Kişinin bedeni emanet olup, herhangi bir uzvunu kestirmesi yahut zarar vermesi bilindiği üzere haramdır. Ancak ayak parmakları kangren olmuş bir kimsenin hayatını yahut ayağını kurtarmak için ayak parmaklarını kestirmesi câiz olur. Çünkü böyle bir durumda kişi iki şer ile karşı karşıyadır. Ya kesilmesi haram olan parmaklarını kestirecek ayakla birlikte hayatını da kurtaracaktır. Ya da parmaklarını kestirmeyecek kangren yayılacak ve bir hafta kadar bir süre içinde ölüm gerçekleşecektir. Kişinin böyle bir durumda zararın ve şerrin azını tercih ederek parmaklarını kestirerek hayatını kurtarması ruhsat olup, câizdir ve günah işlemiş de sayılmaz.
Yine bir kimsenin çok değerli bir incisi yere düşüp, bir tavuk tarafından yutulmuşsa, incinin sahibi, tavuğun değerini ödeyerek tavuğu sahibinden satın alır (Mecelle, md. 902). Bu durumda tavuğun sahibi, tavuğu satmamazlık edemez. Şayet direnecek olursa, fiyatı kendisine ödenerek, tavuk ondan cebren alınır. Kural olarak bir kimsenin malını, rızası hilâfına satmak câiz değilse de, burada daha büyük zararı gidermek amacıyla, daha hafif olan zarara katlanılmış ve sözk onusu kural gereğince, mülkiyetin dokunulmazlığı prensibine bir nevî sınırlama getirilmiştir.
Ehven-i şer maddesinin geçerli olabilmesi için şu üç madde, bu kuralın şartlarındandır:
1. Zarûrurî bir durumun olması: Buna göre, kişinin yapmazsa helâk olacağı ve başka bir çıkış yolu bulamadığı bir şeyle karşı karşıya gelmesi şarttır.
2. Şer olan iki seçenekten başkasının olmaması: Buna göre, kişinin karşı karşıya geldiği iki şerli ya da zararlı olan seçenekten başka bir seçeneğin veya çözüm yolunun veyahut kaçıp kurtulma imkânın olmaması şarttır.
3. Seçilen şeyin daha az zararlı olması: Buna göre, kişinin seçmek mecburiyetinde olduğu iki seçenekten, seçilecek olanın daha az şerli olması şarttır.
Bütün bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, kişinin yapmaya mecbur kaldığı, içinden çıkamadığı ve üçüncü bir tercihinin de olmadığı durumlarda zararlı ve şerli olan iki şıktan, diğerine göre daha az şerli ve zararlı olanını tercih ederek onunla amel etmesi câizdir. Yani bu durum kısaca: Kişinin mecbur olduğu iki seçenekten zararı az olanı alıp, çok olanı ise terk etmesi olarak özetlenebilir.
Ehven-i şerrin ne demek olduğu ve şartları anlaşılmış olduktan sonra, gelelim durumumuza:
Bilindiği üzere gayri islâmî bir sistem olan demokratik sistemlerde halkın güya temsilcisi olarak partiler kurulur. Bu partiler belirli dönemlerde yapılan seçimlere katılırlar. Yeterli oyu aldıklarında da iktidara gelip halkı demokrasiyle yönetirler. Seçilen partiler zamansal olarak toplumun değer yargılarıyla değişkenliğe uğrayabilir. Bu seçimde “x”, gelecek seçimde ise “y” partisi kazanabilir. Ancak iktidar olduklarında yönetecekleri sistem hiç değişmez. Demokrasi sabittir. İktidarlar değişkendir. Yani yol kalıcıdır, yolcuları o yolda taşıyan otobüsler ve şoförler değişkendir. O yolda gittiğiniz sürece hangi otobüs ve şoförle yola devam ettiğinizin bir önemi yoktur aslında. Çünkü hepsi aynı yolun yolcusudur…
Tevhîdin yâni gerçek mânâda îmânın ne demek olduğunu anlayan Müslümanlar, demokrasi yolunun İslâmî olmadığını ve şirk yolu olduğunu bilirler. Bu sebeble de demokrasi yolunda götüren otobüsleri yani partileri reddederler. Bu otobüs şoförlerine yani partilerin başkanlarına da kendilerini demokrasi yolunda taşıma vekâleti vermezler.
Tevhîdin ne demek olduğunu anlamayan sözde Müslümanlar ise, çok değişik inançlara sâhibtirler. Kimileri demokrasinin İslâmî bir yol olmadığını kabul ederek bu siteme “küfür sitemi” derler. Kimileri bunu dahi kabul etmez. Demokrasiyi zamanın gereği olarak görürler… Ancak hepsinin ortak kanaati demokratik bir sistemde parti kurulabilir ve iktidar olunabilir. Buna kılıf olarak da “düşmanın silâhı ile silahlanmak lazım” ve “meydanı boş bırakmamak gerekir” gibi söylemleri ileri sürerler.
Seçim zamanı gelince de Müslümanları İslâmî olduğunu ileri sürdükleri x partiyi desteklemeye çağırırlar. Kendilerine “bunların hepsi de demokrasi yolunun yolcusudur…” denildiğinde yazımıza konu olan ehven-i şer kâidesini söyleyerek “daha az zararlı olanı seçmek gerekir”, ve “amacımız İslâm’ı getirmek” gibi aslı olmayan söylemleri ağızlarına dolarlar.
Şimdi, ehven-i şerle alakalı olarak yukarıda zikredilen şartların demokrasi düzeninde sözde İslâmî x partisinin seçilmesinde var olup olmadığına bakalım.
Birinci şart olarak: “Zarûrurî bir durumun olması: Buna göre, kişinin yapmazsa helâk olacağı ve başka bir çıkış yolu bulamadığı bir şeyle karşı karşıya gelmesi şarttır” demiştik. Şimdi demokrasi havarilerine soruyoruz: Seçimlere katılmayıp partinize oy atmadığınızda helak mı olacaksınız? Öldürülmeniz ya da bir uzvunuzun telef olması mı söz konusu? Yoksa ileriye dönük gayba dair haberler aldığınızdan elinizde bizim bilmediğimiz bir felaket senaryonuz mu var? Değilse bırakın örümcek ağından bahaneler içinde yaşamayı da âlemlerin Rabbine teslim olun.
İkinci şart olarak: “Şer olan iki seçenekten başkanının olmaması: Buna göre, kişinin karşı karşıya geldiği iki şerli ya da zararlı olan seçenekten başka bir seçeneğin veya çözüm yolunun veyahut kaçıp kurtulma imkânın olmaması şarttır” demiştik. Şimdi demokrasi havarilerine soruyoruz: Kim ya da ne sizi x yahut y partisi arasında bıraktı da birini seçmek zorundasınız? Oy kullanmayarak demokrasiden ve ona ait olan şeylerden yüz çevirerek Allâh’a temiz ve içten bir şekilde yönelmeye imkânınız yok mu?
Üçüncü şart olarak: “Seçilen şeyin daha az zararlı olması: Buna göre, kişinin seçmek mecburiyetinde olduğu iki seçenekten, seçilecek olanın daha az şerli olması şarttır” demiştik. Şimdi demokrasi havarilerine soruyoruz: Seçmenlerin Müslüman zannederek oy attıkları münafıklar mı, yoksa zaten İslâmsız olarak bildikleri mi daha az şerli? “Yönetim sistemi lâik olabilir” deyip hakkı ketmedenlerin mi, yoksa şer’î bir sisteme açıktan karşıyız diyenlerin sözleri mi daha az zararlı? İslâm budur diyerek uyutup, demokrasiyle kâfirleştirenler mi, yoksa İslâmsızlığı alenen ortaya koyarak demokrasi küfrünün içindekileri kandırmayanlar mı? Evet, cevap verin, hangisi daha tehlikeli?
İslâm’a hizmet edeceğiz diyerek iktidara gelenlerin iktidara geldikten sonra demokrasiyi ve lâikliği nasıl savunduklarını görmeyecek kadar kör, bilmeyecek kadar câhil miyiz? İktidara gelmeden önce Müslümanlara; “fâizci düzene son vereceğiz” diyenlerin iktidara geldikten sonra fâizci düzeni devam ettirdiklerini, genelevleri çalıştırmaya, içki fabrikalarını kurmaya veya kurulmasına ruhsat vermeye, kumarhânelerin açılmasına izin verdiklerini görmüyor muyuz?
İktidara gelmeden önce; “diyorlar ki, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yalan, hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır”, diyenlerin, iktidara geldikten sonra seçim meydanlarında bizzat kendilerinin “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” dediklerini, halka da bangır bangır bağırttıklarını görmedik mi?
Televizyonlara çıkıp; “biz, dine dayalı bir yönetim anlayışına karşıyız” dediklerini, bilmem kaç tane kilise ve havra yaptırarak bunları “hayırlı olsun” diye açtıklarını, kendileri gelmeden önce şu kadar içki fabrikası varken kendileri geldikten sonra şu kadara çıkartmakla övündüklerini görmedik mi, duymadık mı?
Avrupa birliğine girebilmek için, Avrupalıların istedikleri İslâm’a aykırı tüm kanunları ve yasaları çıkartmadılar mı? Amerika ve Rusya dünyanın her yerinde Müslümanları katlederken, Amerika’yı ve Rusya’yı dost ve müttefik ülke olarak görmüyorlar mı?
Müslümanların gazını almak için İsrâil’e terör devleti dedikleri halde İsrâil ile hâlâ anlaşmalar yaptıklarını, “Yahudiler Türklerin ve Müslümanların dostudur”, “bizim İsrâil’e, İsrâil’in de bize ihtiyacı var.” dediklerini duymadık mı?
Sonuç olarak diyoruz ki; Müslümanlar için tek yönetim şekli ve çözüm İslâm’dır. Allâh’ın ilkeleridir, O’nun kanun ve nizâmıdır. Demokrasi değildir ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Demokrasi sisteminde parti kurarak “İslâm’ı hâkim kılacağız” söylemi büyük bir kandırmacadır. Neyi hâkim kılıyorlar? İslâmî olarak neyi başarmışlar? 28 Şubat’a kimin imza attığına bir bakın? İsrail terör örgütüyle sudan enerjiye, savunmadan gıdaya… kadar yapılan anlaşmalara bakın kimlerin eliyle gerçekleşmiş? İslâmı tebliğ etmekten başka amaçları olamayan mustazafları bakın kimler militan olarak yaftalamış on yıllar boyunca? Tâğût, mustazaf, şura ve belâm gibi tevhîdî kavramları kimler yasakladı yahut içini boşaltarak körpe dimağları kirletti? Bakın kimler Yahudi ve Hristiyanlarla iş birliği yaparak şeriat düşmanlığı yapıyor?
Ve tekrar diyoruz ki: Ehven-i şer, iki zararlı şeyden mutlaka birisini seçmek zorunda kalanlar, ikisinden birisini seçmediği takdirde hayatının veya uzuvlarının tehlikeye gireceği kimselerle, hapsedilme ve işkence görme durumunda olanlar ve üçüncü bir seçeneği olmayanlar için geçerlidir. Sizlerin küfür sistemi olan demokrasiyi reddedip sandığa gitmeyerek, oy kullanmayıp Allah’ın hak dini üzere kalma seçeneğiniz yok mu?