Bu konuyu biraz açmak lazım müslüman ALLAH azze ve celle NİN FARZ olarak bizim yapmamızı istediği ibadetleri terk etmek konusuna bakmak gerekiyor.farz RABBİM rızası için yapılması gereken en başta gelen ibadettir.farzı hastalık veya kusur dışında terkmek insanı ne hallere sokar bunu iyicene irdelemek lazım.
Mükellefle ilgili hükümler
Farz
Dinimizce yapılması gereken ve kesinlikle emr edilen şeye Farz denir. Farzın işlenmesine sevap, terkinde ise azab vardır. Farzı inkar eden dinden çıkar. Farz ikiye ayrılır.
Her mükellefin kendi yapması gereken farz demektir. 5 vakit namaz gibi.
Farzı kifaye: bazı mükelleflerin yapması ile, diğerlerinden düşen, yapmak mecburiyeti kalkan farzlardır. Cenaze namazı kılmak gibi.
Vacib
Farz kadar kesin olmayıp, kuvvetli bir delil ile yapılması emr edilen şeye vacib denir. Vacibi yapan sevab kazanır. İnkar eden ise günahkar olur.
Sünnet
Farz ve vacibden başka, Peygamberimiz’in yaptığı şeye sünnet denir.
Müstehab
Şevilmiş şey demektir. Peygamberimiz’in bazen yapıp bazen terk ettiği şeye denir.
Mubah
Yapmak ve yapmamakta serbest olunan şeye denir.
Haram
Dinimizde yapılması kesin olarak yasaklanan şeye denir. Haramı işleyen azaba uğrar, inkar eden dinden çıkar, haramı terk eden sevab kazanır.
Mekruh
Yapılması çirkin görülmüş şeylerdir.
Müfsid
Başlanmış olan ibadeti bozan şeye denir. Namazda gülmek ve oruçlu iken yemek ve içmek gibi.
--------------------------------------------------------------------------------
crazyboy_999905-29-2006, 01:57 PM
burada biraz daha detaylı şekilde ifade edilmiş konu hakkında detaylı bilgi isteyenler buraya bakabilir paylaşımın için teşekkürler
Yükümlülük sahibi olanların yaptıkları işler, fiiller.
Ef'âl
"fiil", mükellefin de "mükellef" kelimesinin çoğuludur. "Teklif" mastarından türetilmiş olan bu
kelime "yükümlülük sahibi kişi" anlamındadır. Şer'i ıstılahta: "İslâmî emir ve yasakların muhatabı
olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir. Bu terkip "yükümlülerin fiilleri" diye
Türkçeleştirilebilirse de fıkıh ıstılahında "yükümlülerin fiillerinin şer'î hükümleri" anlamında
kullanılmıştır.
Ef'âl-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mübah,
haram, mekruh ve müfsid. Bu taksim Hanefi hukukçularına göredir.
1. Farz: Sübûtu ve
ifâde ettiği anlamı (delâleti) kesin olan delillerle Allah veya Rasûlünün emrettiği fiiller "farz" adını
alır. Farzlar, te'vile (başka anlama) gelme ihtimali bulunmayan âyet veya mütevâtir hadislerle
sâbit olur. Namaz, oruç, hac, ibâdetleri gibi. Bunlarla ilgili hem kesin âyetler vardır, hem de Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in tevâtüre varan yollarla nakledilmiş hadisleri mevcuttur. Farzın hükmü
işleyene sevap, terkedene ceza olması; inkâr edenin veya küçümseyenin dinden çıkmasıdır.
Bu da farzı ayrı ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Farz-ı Ayn: Her yükümlü
müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır. Bir kısmının işlemesiyle diğerlerinden
yükümlülük kalkmaz. Abdest, beş vakit namaz, ramazan orucu, mükellef olana hacc ve zekât
ile İslâm toprakları saldırıya uğradığında cihada çıkmak gibi.
b) Farz-ı Kifâye: Yükümlü
müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir. Bir kısım müslümanlar bunu yerine
getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur. Cihad etmek. Kur'ân-ı Kerîm dinlemek, Kur'ân-ı Kerîm
ezberlemek, selâm almak, cenaze namazı kılmak gibi. Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu
işleyenlere âit olur. Bu farzı hiçbir kimse yerine getirmezse bütün toplum günahkâr olur. Bir
ibâdetin rükünleri ve şartları kabilinden olan farzlardan birinin terkedilmesi ibâdetin sıhhatine
engel olur. Terk kasten olsun yanlışlıkla olsun hüküm değişmez. Kasten terk halinde ayrıca
günâha girme vardır. Namaz kılarken rükû veya secde etmeyi terketmek gibi.
2. Vâcib:
Farzla sünnet arasında kalan ve amel bakımından farz gibi kabul edilen emirlerdir. Bunları
işleyene sevap, özürsüz terk edene ceza gerekir. İtikadı açıdan, inanma bakımından farzın
hükmü gibi değildir. Yani vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz. Bir ibâdetin vâciblerinden birisini
kasden terketmek tahrimen mekruhtur, Sehven (yanlışlıkla) terketme hâlinde ise sehiv secdesi
gerekir. Vâcibin de kifâye olânı vardır. Şâban ve Ramazan ayı sonlarında hilâli gözetlemek
vacibtir. Fakat herkese vâcib değildir. Diğer vâcib amellere örnek: Kurban kesmek, vitir ve
bayram namazı kılmak, yakın hısımlardan ihtiyaç içinde olanlara yardım etmek gibi. Vâcib;
sübûlu kat'ı ve delâleti zannı olan delille sabit olur. Bu delil te'vile uğramış âyet veya hadis
şeklinde olabilir. Mesela: Kur'ân-ı Kerim'de:
"Namaz kıl, kurban kes" (el-Kevser, 108/2)
buyurulur. Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emrinin muhâtabı Hz. Peygamberdir.
Yani bunlar Hz. Peygamber için farz hükmünde olur. Ancak emrin, diğer müslümanları kapsayıp
kapsamadığı kesin değildir. Ancak bu emirlerin diğer müslümanların kapsadığı daha kuvvetli
görüştür. Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat âyetteki delâletin kesin olmaması yüzünden
farz derecesine ulaşmayan bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki buna vâcib denir (Elmalılı, Hak
Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, VIII/, 6200 vd.).
3. Sünnet: İyi ahlâk, iyi huy. Hz.
Peygamber'in sözleri, fiilleri, işleri ve takrirleri. Misvak kullanmak, cemâatle namaz kılmak gibi.
Sünnet, müekked ve gayr-i müekked olma küzere iki kısma ayrılır.
a) Müekked Sünnet:
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in devamlı işleyip nâdiren terk ettikleri farz ve vâcib olmayan amelleridir.
Terkedilmesinde "itâb" vardır. Sabah, öğlen ve akşam namazlarındaki sünnetler ve çocukların
sünnet ettirilmesi gibi.
b) Gayr-i Müekked Sünnet: Hz. Peygamber'in çok defa edâ edip,
bazan terkettikleri sünnet. Namazda uzun okuma, ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi.
Gayr-ı müekked sünnetlere müstehab ve mendûb isimleri de verilir.
Usûl bilginleri
sünneti ikiye ayırmışlardır.
a) Sünnet-i Hudâ: Bunlar ibâdetlerle ilgili dinin tamamlayıcı
olan sünnetleridir. Terkeden kınanır. Ezan okumak, kamet getirmek ve cemaatle namaz kılmak
gibi.
b) Sünnet-i Zevâid: İbâdetlerle ilgili olmayan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetlerine
denir. Bunları terkeden kınanmaz. Namazın rükünlerini uzatmak ve Hz. Peygamber'in yemesi,
içmesi, oturması, kalkması gibi fiillerinin taklit edilmesi. Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Allah'ın
Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).
Sünnet mutlak olarak
kullanıldığında Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetini de kapsar. Ayrıca farz ve vâcibde olduğu gibi
sünnetin kifâyî çeşidi de bulunur. Ramazan'ın son on gününde itikaf yapmak ve terâvih
namazını cemaatle kılmak gibi. Farz namazlarda cemâat sünnet-i ayn'dır. Yani bir kısım
müslümanların cemâatle namaz kılması, diğerlerinden sünnet yükümlülüğünü
kaldırmaz.
Sünnet hükmü, farz ve vâcibden az sevap kazandırır. Kasden terk halinde
ceza değil, kınama gerekir.
4. Müstehab: Buna mendub da denir. Hz. Peygamber'in
bazan işleyip, bazan terk buyurdukları, selef-i sâlihinin sevip işlediği ve rağbet ettikleri işlerdir.
Bazı nâfile namaz ve oruçlar gibi. Müstehabın hükmü; işlenmesinde sevap olup, terkinde
kınama bulunmamasıdır. Müstehab genellikle gayr-i müekked sünnet ile eş anlamlıdır.
5.
Mübah: Yükümlünün yapıp yapmamakta muhayyer bulunduğu işlerdir. Bunun hükmü
işlenmesinde veya terk edilmesinde sevap veya kınamanın bulunmamasıdır. Eşyada asıl olan
mubahlıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O Allah arzda olan şeylerin hepsini sizin için
yaratmıştır" (el-Bakara, 2/19). Bazan şartlar değişince, hükümler de değişir. Meselâ, haram olan
şeylerden yemek içmek mübahtır. Ancak ölmemek için ihtiyaç miktarınca haram olan şeylerden
de yiyip içmek farz olur. Eğer yenilen mal, başkasına aitse, yiyen bunu tazmin eder. Bu şekilde
yiyip kendisini ölümden kurtarmakla sevap bile kazanır. Yemenin namazı ayakta kılacak ve
oruç tutmaya kolaylık olacak ölçüde tutulması mendub ve müstehabdır. Şişmanlık için yemek
mekruh, misafire ikram dışında doyduktan sonra yemeğe devam etmek haram sayılmıştır. Ancak
cihad gibi bir hizmet için güçlenmek üzere fazla yemekte bir sakınca görülmemiştir. Mübah ve
meşrû' eş anlamlıdır.
6. Haram: Yasaklanmış olan ve terk edilmesi istenen şeylere gayr-ı
meşrû denir. Bunlardan sübût ve delâlet bakımından kesin delille sâbit olanlara "haram"; yalnız
sübût veya delâletten birisi ile yasaklanmış bulunanlara ise "mekruh" denir. Harama, mahrem
veya mahzur adı da verilir .
Haramın hükmü; terkine sevap, islenmesine ceza gerekmesi
ve helâl ve mübah sayanın dinden çıkmasıdır. İçki içmek, kumar oynamak, anaya-babaya âsi
olmak gibi.
7. Mekruh: Subûtu kat'i delâleti zannı veya subûtu zannı, delâleti kat'ı
delille sâbit olan şeyler mekruh adını alır. Mekruhun hükmü amel bakımından haramın hükmü
gibidir. Terkine sevap, işlenmesine ceza korkusu vardır. Mekruhun helâl olduğuna inanan
kimse dinden çıkmaz. Midye istiridye, ıstakoz ve benzeri balık cinsinden olmayan deniz
hayvanlarını yemek, cuma saatinde alış-veriş etmek, abdest ve gusülde suyu israf
etmek.
Mekruhun harama yakın olanına "tahrimen mekruh"; helâle yakın olanına ise
"tenzîhen mekruh" denir. Birincisi vâcib karşıtı olarak kullanılır. Ebû Hanife ve İmam Ebû
Yûsuf'a göre tahrimen mekruh, haram değilse de, ona yakındır. İmam Muhammed'e göre ise
gayr-i meşrû, haram demektir. Ancak haramlığına kesin delil bulunmadığı için "Mekruh" tâbirini
kullanmıştır. Mutlak sünnet kelimesi "müekked sünnet" anlamında kullanıldığı gibi, mekruh
ifadesi de prensip olarak "tahrîmen mekruh" anlamında kullanılır. Ebû Hanife, mücerred
mekruh kelimesiyle "tahrîmen mekruhu" kasdettiğini Ebû Yûsuf'un sorusu üzerine açıkça ifade
etmiştir (Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1316, s.4-12).
Tahrîmen mekruh ifadesi
de tenzihen mekruh ifadesi yerine kullanılır. Meselâ; Başka su varken kedi artığı olan suyu
içmek ve kullanmak tenzîhen mekruhtur. Abdestte suyu israf etmek mekruh olduğu gibi, çok
az kullanarak guslü mesh derecesine getirmek de mekruhtur.
8: Müfsîd: Başlanan bir
ameli bozan ve ibtal eden kimsedir. Müfsidin yani başlanan bir ameli bozanın hükmü, bunu
özürsüz olarak kasden yapmışsa cezanın gerekmesi, sehven yapmışsa cezanın
gerekmemesidir. Başlanan bir orucu veya namazı bozmak gibi.
Sonuç olarak akıllı ve
ergenlik çağına gelmiş olan her mü'minin günlük hayatta yapmış olduğu fiiller yukarda
açıkladığımız sekiz maddeden birisine girer. Meselâ; meşru yoldan kazanç elde etmek helâl;
rüşvet almak haram, ihtiyaç halinde karz-ı hasen almak mübah (câiz); muhtâca ödünç para
vermek mendub; borcunu ödemek farz; sıkıntıda olan borçluya genişlik zamanına kadar süre
vermek vâcibdir. Dinin emir ve yasaklarını öğrenmek her müslüman kadın ve erkeğe farz-ı ayn;
başkalarına fayda verecek derecede ilim öğrenmek farz-ı kifâye; şer'î ilimlerde ihtisas sahibi
olmak mendub; övünmek için öğrenmek mekruhtur. Satım akdinin gerektirmediği ve taraflardan
yalnız birisinin yararına olân bir şârt müfsid ve böyle bir akid fâsittir. Her insan gücü dâhilindeki
fiilleri yapmakla mükelleftir. Gücünün dışındaki işlerle sorumlu tutulmaz. (Fakir olana zekât ve
hacca gitmenin emredilmesi gibi).
"Teklif-i mâ lâ yutak" yani yapılması mümkün olmayan
zor işlerden sorumlu tutmak. Zira "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler"
(el-Bakara, 2/286).
İnsana görev teklif edilebilmesi için, sorumluluğu yüklenmeye
ehliyetli olması lâzımdır. Ehliyet kişinin lehine ve aleyhine olan şer'î teklifleri yerine getirmeye
salâhiyetli bulunmasıdır.
Ehliyet, "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" olmak üzere iki
kısımdır:
a) Vücûb Ehliyeti: Mükellefin, insanın kendi lehine ve aleyhine âit meşrû
hakların gerekliliğine salâhiyet sahibi bulunması (vâris olma hakkını lüzûmuna salâhiyetli
bulunması gibi).
b) Edâ Ehliyeti: İnsanın kendisinden şer'ân mûteber olacak şekilde
fiillerin meydana gelmesine salâhiyet sahibi olması. Bu da, kâmil ehliyet (akıllı ve buluğa ermiş bir
insanın sahib olduğu ehliyet; kendisinin nikâh akdini kabulü, alış-veriş, icâre gibi fiilleri meydana
getirmeye tam salâhiyetli olması gibi) ve kasır ehliyet (mümeyyiz bir çocuğun veya matuh
(bunamış) bir kimsenin yaptığı işlerin bir kısmının sahih ve mûteber, bir kısmının ise mûteber
olmaması gibi) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye
Kamusu, I, 31).
Allah ve Rasûlünün müslüman fertleri sorumlu tuttuğu fiiller önem
sırasına göre itikat, ibâdât, muâmelât ve ukûbat'tır. Bunlar da ayrıca delillerinin sağlamlığı,
lâfızlarının delâletinin katiliğine göre kendi içlerinde sıralanır. İslâmi bir toplumun imanı ve tâğutî
olanı tefrik edebilmesi için yükümlülüklerini Allahu Teâlâ'nın rızasına uygun olarak bilmesi
gerekmektedir.