FETHULLAHZEDE:d
Ben bir “ortaokul şakirt”iyim yani en kıdemli Fethullah talebelerinden biriyim. Aşağıda anlattıklarımı bizzat yaşadım. Sizinle paylaşmak için yine kendim yazdım.
1990′lar ;
Orta birinci sınıftaydım ve Cuma namazlarına düzenli olarak giderdim. Beni aynı semtte bulunan okulumdan ve gittiğim camiden takip ederek fişleyen ve bir gün okul bahçesinde top oynamak bahanesiyle yanıma gelen o kişi ilk “ağabeyim” idi. Daha sonra bana ve okuldan seçtikleri fen, matematik ve türkçe derslerinin toplam notu 21(10′luk sisteme göre) olan arkadaşıma cami kütüphanesinde ders vermek bahanesiyle yakınlık gösterdiler. Yakınlık daha bir samimiyete dönüşünce evlerine davet ettiler. Dersler evde devam etti. Bu arada bizimle oyunlar oynuyor ve bol bol sohbet ediyorlardı. Baştan futbol içerikli bu sohbetler yavaş yavaş dini mevzulara geldi. Allah’ı tanımak, namaz kılmak derken “Öğretmenin Not Defteri” gibi kitapları okumamızı istiyorlardı. Buna “Sızıntı” okumaları ve adını henüz bilmediğimiz o hocanın banttaki ses kaydını toplu olarak dinlemelerimiz eşlik etti. Bize yeterince itimat kazandıklarında o sesin “Hocaefendi” ye ait olduğunu ve kendisinin çok “mübarek” bir insan olduğunu anlattılar.
Artık “işi” biliyorduk ve bize adam lazımdı. Okuldaki arkadaşlarımızı nasıl “kafalayarak” ağabeylerin huzuruna getireceğimizi öğrenmiştik. Yıllar orta üçüncü sınıfa getirdiğinde bizi artık sınavlara hazırlanma vakti de gelmişti. Bu tarihlerde Kuleli Askeri Lisesi’ne girmenin ne kadar önemli ve saygın bir iş olduğu sürekli telkin ediliyordu bize. Derken tanıdığımız birkaç arkadaşımız orayı kazandı. Biz ise devlet lisesine devam ettiğimizde okuldan arkadaş “kafalamak” en büyük hedefimiz haline gelmişti. Okulumuzun hemen yanında bulunan “nur evi” ne ders çalışma bahanesiyle getirdiğimiz arkadaşlarımıza yemekler veriyor onları mümkün olduğunca bu evlerde tutmaya çalışıyorduk. Bu kişilerle okulda ve başka yerlerde de “ilgileniyor” yörüngemizden uzaklaştırmamaya çalışıyorduk. Bunların durumlarını her hafta düzenlenen “istişare” toplantılarında ağabeylerimize anlatıyorduk. Onlar da bize ne yapmamız gerektiğini, hangi yolları adım adım takip etmemiz gerektiğini, yapmamız gereken jestlere ve takınmamız gereken mimiklere kadar anlatıyordu.
Yılsonlarında gelen “Sızıntı koçanları” nı bitirmemiz ve onlarca, hatta yüzlerce kişiyi Sızıntı’ya abone etmemiz her birimizden bekleniyordu. Biz ise kimisinin parasını kendi cebimizden vererek bu en kutsal yolda birbirimizle kıyasıya yarışıyorduk. Zaman aboneliği de yine bu şekilde cereyan ediyordu. Haftada okumamız gereken Kuran miktarı, Risale-i Nur ve Hocaefendi Kitapları(Pırlanta Serisi) miktarı belliydi. Bunlara ek olarak o zamanki adı “Tuna Kırtasiye” olan “NT Mağazaları”nda kaçak olarak çoğaltılan ve ağabeyimizin adını kullanarak arka bölümden aldığımız “Hocaefendi Vaaz Kasetleri”nden de ağabeyimizin seçtikleri doğrultusunda dinlememiz isteniyordu. Bunların hepsinin ortak adı “keyfiyet” idi. Bunu bir çetele halinde ağabeyimize her haftaki “istişare” de sunmamız isteniyordu.
Hiç müzik dinlemezdik, kola içmezdik ve hep kumaş pantolon giyerdik. Kız arkadaşımız asla olmazdı, okulda yüzlerine bile bakmazdık. Sokakta hep yere bakarak ve hızlı hızlı yürürdük. Ağabeyimizin dedikleri ana-babamızdan önemliydi. Mehmet Kafkas’ın “Geçmişi Bilmek” ve “Milli Mücadelede Öncüler” adlı kitaplarını okuyorduk. Atatürk masondu, deccaldı. Atatürk Kemal’di, Kemal Ağa idi. Atatürk baş eğlencemizdi. Okuldaki hocaların bazısı “duruma uyanmıştı”, biz “tedbir dairesini” genişleterek okuldan çıkınca arka sokaktan dolaşarak nur evine gidiyorduk, içeri birer ikişer giriyorduk ve asla toplu çıkmıyorduk. Bize göre iki çeşit adam vardı; “müspet ve solcu”. Solcunun bir adı da “kom” du. Kom, “komünist”in kısaltılmışıydı. Ve okuldaki bazı hocalar komdu. Özelikle de felsefeci.
Üniversite hazırlık dershanesi olan Fem’e lise ikinci sınıfta da kayıt yaptırdık. Amaç hem iyi bir üniversite hem de “hizmet” para kazansın idi. Ortaokuldan beri ailelerimizi alıştırdığımız “ağabeylerle ders çalışma” için onlarda kalmaya gitme faaliyetlerimize ayrı bir önem vermeye başlamıştık. Bu kalma dönemlerine biz “kamp” diyorduk. Kamplarda ders çalışılır ve uzun vadeli projelerimizi ağabeylerimize anlatarak onların direktifleri doğrultusunda yaşamımızı planlardık. Ailelerimizle ağabeylerimizi ne zaman ve nasıl tanıştıracağımızı ve her iki tarafın ne yapması gerektiğine varıncaya kadar her şey planlanırdı. Öyle ki tüm bu insanlara bir üstündeki “not” verirdi.
Evlerin bir imamı vardı, yani evden sorumlu olan kişi. İki ya da üç ev bir semte ve semt imamına bağlıydı. Semtler bölgelere, bölgeler büyük bölgelere, büyük bölgeler ilçelere, ilçeler şehirlere, şehirler ülkeye, ülkeler kıtalara, kıtalar da en sonunda Hocaefendi’ye bağlıydı. Hatta öyle ki O Muhterem Zat’a Dünya yetmez ve evrende başkaları da varsa oraları da “hizmet”e katmak için ne gerekiyorsa yapılmalı idi. Bu insanların hepsi birbirini denetler, not verir ve bir üstündekine durumu iletirdi. Yani şıkır şıkır işleyen koskoca bir sistem vardı.
Lise sonda Fem’in yurdunda kalmaya başlamıştık. Çekebildiğimiz kadar arkadaşı Fem’e kayıt ettirmiştik nasıl olsa sonra “ilgileniriz” diye. Yurtta, odadaki durumdan pek haberi olmayan diğer kişileri de namaz kılma, çay içme ve türlü türlü bahanelerle yanımıza çekmeyi başarıyorduk. Yani ağabeylerle danışıklı dövüş şeklinde “adam kafalama” tüm hızıyla devam ediyordu. Her birimizin “ilgilendiği” arkadaşlar da zamanla “şakirt” olma yolunda ilerliyordu. Ağabeylerimizin düzenlediği maçlar, mangal partileri, çiğköfte partilerine artık not ortalamasına falan da bakmaksızın İslami görüşe yakın ailelerden çocukları seçerek getiriyorduk. Kola serbest oldu, kot pantolon giydik.
28 Şubat sürecinde Hocaefendi’nin video ve ses kasetlerini, kitaplarını evlerden alarak kendi evlerimizde sakladık ve evlere Atatürk ile ilgili kitaplar doldurduk. Evlerin çoğu yer değiştirdi. Bazı ağabeylerimiz “tedbir” gereği takma isim kullanmaya başladı. Cep telefonlarının pilini istişarelerde söktük. Telefonda “Hocaefendi, hizmet, sohbet” gibi kelimeleri kullanmayı yasakladık. Bunların yerine “maç yapmak, çay içmek, çorba içmek” gibi önceden kodladığımız filleri kullanmaya başladık. Aslında yapılan her şey “istişare” adı altında yukardan gelen emirlerin bize verildiği toplantılarda kararlaştırılıyordu. Yani “istişare” yoktu, belki teferruatta vardı, ama her şey bir emir zinciri vasıtasıyla bizim önümüze konuyordu.
2000′ler ;
Üniversiteye girince artık biz de “ağabey” olmuştuk. Evlerde kalmaya ve sistemi bizzat kendimiz daha büyük sorumluluk üstlenerek yürütmeye başlamıştık. Talebelerimiz vardı, onlarla ilgileniyorduk. Aksiyon okuyorduk, artık bandrollü ve sakıncalı yerlerinden temizlenmiş Hocaefendi kasetlerini koli koli alarak herkese ama herkese dağıtıyorduk. Hocaefendi hakkında yine “hizmet”in başka yayın evlerinden çıkmış kitapları “mütevelli olmuş esnaf ağabeylerimizin” katkılarıyla kolilerce alıp dağıtıyorduk. Kitaplar binlerce satıyordu. Ramazanda zekât, kurban bayramlarında deri topluyorduk, kurbanlık parası topluyorduk. Amerika’dan, Hocaefendi’nin yanından gelen ağabey gelmişti bir seferinde. O anlatıyordu biz ağlıyorduk. Ardından adam başına toplayacağı büyükbaş kurbanlıkların sözünü almaya ve kayıt ettirmeye başlamıştı. Her birimizden 60-70 belki de 100-120 büyükbaş kurban parası getirmemizi istiyor ve pazarlık bu rakamlardan açılıyordu.
Bazı tanıdıklarımızın yaptığı hiçbir iş yoktu. Evde de kalmazdı. Sonradan bu kişilerin görevinin “çok özel” olduğunu öğrendik. Bunlar Türk Silahlı Kuvvetleri’ne girmek üzere olan öğrencilerle askeri okuldayken “ilgileniyorlar” idi. Hocaefendi’nin “en önemli on görevden biri” saydığı bu iş için seçilmiş insanlardı. Hepimizin en nefret ettiği yer Ordu idi. Bir toplantımızda bir ağabeyimizin Ordu, Danıştay ve diğer “solcu” kurumlar için yaptığı tanımlama ilginçti. Ağabeyimiz bu gibi kurumlar için “artık fitne kurumlaşarak üzerimize geliyor, biz de bir an önce kurumlaşarak karşı koymalıyız” diyordu. Gazetemizi sürekli okumamız gerektiği de bir diğer telkin idi. Özkök Paşa’nın Genelkurmay Başkanı olacağı günleri ip ile çekiyorduk.
Aksiyon Dergisi’nin bir sayısında “Ergenekon” diye bir grup kapak yapılmıştı. Bu sayıdan çok sayıda fotokopi çekerek hepimizden okumamız istenmişti. Yazıda, devlet içinde gizli bir birimin oluşturulduğu ve bu birimin amacının Arjantin benzeri sosyal patlamaların önüne geçmek, devlete zarar verebilecek oluşumlara müdahale etmek olduğu yazılıydı. Ağabeylerimiz bunun bize de müdahale edeceğini söylediler. Bu benim için bir dönüm noktasıydı.
Biz bu devletin bekasına, milletin dertlerine derman olmaya çalışmıyor muyduk? Bizi solcular engellemiyor muydu? Bizim mücadelemiz iman kurtarmak değil miydi? Bize ne toplumsal patlamaların önüne geçmek ve devleti korumak için kurulmuş bir gizli teşkilattan? Devlet hepimizin devleti değil miydi, neden korumasınlar ki? Hem bize ne diye düşman olsunlar ki?
Uyanışım;
Artık her şey saçma geliyordu bana. Biz bir emir kuluyduk ve ne denirse yapıyorduk. Çünkü toplu olarak cennete girecektik. Sorgulama yoktu, körü körüne bağlanma ve emri ne kadar çabuk yerine getirdiğine bağlı olarak sahte bir samimiyet vardı. Ama bu sahtelik genellikle bize emir verenler ve onların üstünden başlıyordu. Tabanı samimi ve bir o kadar da cahil (beyni etkisizleştirilmiş anlamında) insanlar oluşturuyordu. Bu insanlar dürüst, çalışkan ve edepli insanlardı. Ama uyuyorlardı. Üstelik biz uyutmuştuk yıllarca çocuklarını, kendilerini, karılarını, tüm yakınlarını.
Sırf “solcularla” inatlaşma uğruna yaptığımız birçok saçma iş vardı. Bunlara en iyi örnek Yeni Yüzyıl gazetesinde Hocaefendi’nin röportajının çıktığı zamandı. Bu gazeteyi sırf solcular “Hocalarının röportajına bile sahip çıkmıyorlar” demesinler diye balya balya aldık ve Zaman gazetesinin depolarında çürümeye bıraktık, sonra da imha ettik. Bazı yerlerde Zaman gazetesinin içine koyarak dağıtıldığını duyduk. Gazete hiçbir yerde bulunmaz olmuştu. Üç günlük röportajı on beş güne yayarak ve tirajını da ona katlayarak gazete büyük kar etti sayemizde. Bir sefer de Süleyman Demirel’in Fatih Üniversitesi’nin açılışında “burayı doldurabilir misiniz” demesi üzerine iş-güç, okul-sınav demeden koştuk ve doldurduk orayı. Hocaefendi istiyor diye daha yeni okuduğumuz kitapları bir kere daha okuduk. Hocaefendi çağırıyor diye pılımızı, pırtımızı topladık Amerika’da yaşamaya gittik bazılarımız. Buna da “hicret” deniyordu. Bir keresinde, bir arkadaşıma giden biri hakkında ne zaman döneceğini sorunca bana güldü ve dedi ki “hicret bu, dönmek olur mu”. Benim bildiğim hicret sayfası dinen kapanmıştır. Hele Türkiye gibi ibadetlerinizi rahatça yapabildiğiniz bir ülkede.
Merakım şu: Türkiye’de halkın %99′u Müslüman. Amerika ise kendi deyimiyle Müslümanlara karşı bir haçlı savaşı başlatmış durumda. Nasıl oluyor da burada rahat olunamıyor lakin orada istediğimizi yapmamıza izin veriliyor? ABD her yere ajanlar sokarken, iki kişi bile kendi karşısında ciddi bir şeyler yapmaya kalktığında haberi olurken bu nasıl denli büyük bir oluşuma müsaade ediyor? Üstelik bu oluşumun biricik görevi insanları Müslüman yapmak iken. ABD’nin yoksa insanları Müslüman yapmak gibi bir gizli amacı mı var? Yoksa Hocaefendi ABD’nin de mi üzerinde büyük bir güce sahip ki bizimle uğraşamıyor? Garip işler bunlar. Bizden ABD’ye hicret etmemizi Fatih Koleji’ndeki bir barkovizyon gösterisi sonrası Hocaefendi’nin yanından gelen bir ağabey istemişti. Ben de düşünmüştüm; bu resmen bir beyin göçü ve sermaye göçü… O zamanlar Hocaefendi için evden bile dışarı çıkmıyor denmişti. Ağabeylerimiz diyormuş ki “hocam zaten çok hastasın, bari bir çık bahçede dolaş” ama Hocamız hiç çıkmıyormuş. Aynı yıllarda yeşil.org adlı internet sitesinde Hocaefendi’nin boy boy dışarıda çekilmiş resmi yayınlanıyormuş da haberimiz yokmuş. Biz Hocamız’a üzülüp dua etmekle vaktimizi geçiriyorduk. Bir de tabi gelen emirleri eksiksiz yapmakla.
Hocaefendi’nin Latif Erdoğan’a yazdırdığı “Küçük Dünyam” adlı kitabından en az bir kere yazılı sınav olmamış şakirt tanımıyorum ben. Anlamadığım bir nokta da bu işte. Yani sen ta Amerikalardan “diğergamlık” üzerine, “hizmette önde mükâfatta geri durma” üzerine göğüslerimize salvolar savur, sonra da çıkıp kendini anlatan kitaptan bizi belki beş belki on kere imtihan et. “İmtihan Dünyası” bu olmasa gerek. Halen “hizmette” aktif olan ve son derece de teslimiyetçi bir arkadaşım bir seferinde şunları söylemişti, ben de yanlışı o zaman fark etmiştim: “ne bu Hocaefendi, Hocaefendi ya… Allah var, Peygamber var ya”
Hocaefendi, Hocaefendi, Hocaefendi… “Hocaefendi ne diyor bu konuda, Hocaefendi’nin çok mühim tespitleri var bu konuda, Hocaefendi bugün ne diyor, Hocaefendi’nin dediklerini artık herkul.org sitesinden günü gününe takip edebileceğiz arkadaşlar, Hocaefendi çok ciddi uyarıyor, Hocaefendi çok mübarek, Hocaefendi bizzat ilgilenmiş, Hocaefendi adını bizzat kendi koymuş, Hocaefendi derhal yapılsın istemiş, Hocaefendi, arkadaşlar dikkatli olsun demiş, Hocaefendi, arkadaşlar artık evlensin demiş, Hocaefendi, çocuk yapın demiş, Hocaefendi, İŞHAD’ı güçlendirin demiş, Hocaefendi, gazete tirajının bu haliyle karşıma çıkmayın demiş, Hocaefendi başı açık “ablalar” la da evlenilsin istemiş, Hocaefendi, bir dua etmiş maçın ikinci yarısı Galatasaray iki gol atarak Real Madrid’i devirmiş, Hocaefendi, Allah depremde İkitelli Medyası’nı “çiftetelli” gibi sallardı ama içlerinde mübarek gazeteler de var demiş, Hocaefendi üzülmüş, Hocaefendi çok kederlenmiş, Hocaefendi hastalanmış, Hocaefendi, Asya Finans Kredi Kartı alın demiş; Ulusal Televizyon ihalesi yapılacağı gün Asya Finans’ın kasasında o kadar para yokmuş, para lazımmış, Hocaefendi şunu demiş, Hocaefendi bunu demiş…” Bu konuşma tarzına sıradan bir “ışık evi”nde her gün rastlayabilirsiniz.
Nurettin Veren’e gelince; “o ne pis bir adam öyle, tipi kayık, pis bir çıkarcı o, yalancı herifin teki” gibi yakıştırmalar yapıyorlar. Ve size şu kadarını söyleyeyim, bu insanları asla şartlandırıldıkları haricince bir şeye inandıramazsınız. Belki size abartı gelir ama ben biliyorum ki Hocaefendi bugün atlayın ve ölün dese sayıları binlere varabilecek kadarı bu emri de hiç çekinmeden yerine getirir. Nurettin Bey bu konuda ne söylese azdır. Hiçbir şey bu gerçek kadar sıra dışı değildir, yine bu gerçeğin tasvirleri bile.
Sonuç ;
Aklı başında herkesin de anlayabileceği gibi bu bir karşı devrim örgütlenmesidir. Devlet içinde koskoca bir devlettir. ABD ve AB çıkarlarına koşulsuz hizmet etmektedirler. Ayrıca birçok yerde yazıldığı gibi dergileri, radyoları, televizyonları, üniversiteleri, vakıfları, ışık evleri vs. her şeyleri vardır. Öyle ki savcıları, kaymakamları, valileri, emniyet müdürleri, öğretmenleri, doktorları, istihbaratçıları (ki bu konuya doymak bilmeyen bir iştahla yanaşmaktadırlar),askerleri, milletvekilleri, bakanları vardır. Hemen hemen her büyük partinin de desteği ile bu noktalara gelinmiştir. Bence yegâne çözüm bu örgütün tüm malvarlığına el konmasından geçer. Ama sorun şu ki; kim koyacak?
Diğer insanlardan tüm bu olan biten son derece profesyonelce saklanmaktadır. Hatta çıkan yalan haberler bile buna en güzel şekilde hizmet etmektedir. Yok, Fethullah komandoları varmış; yok, kendilerini patlatacaklarmış, yok, hücre evleri varmış; tabancalar, tüfekler, bombalar varmış… Bu atmosfer onlara en çok yarayan ortamı oluşturuyor ve kendilerinin terörist olmadığını “muhabbet fedai”leri olduğunu insanlara yaymalarına yarıyor.
Bu kişilerin ne yapmaya çalıştıkları çok iyi bilinmeli ve o kanaldan mücadele verilmelidir. Örgüt deşifre edildiğinde, ABD yerine başkasını bulmak için faaliyete geçecektir ve bu zannımca on yıl on beş yıl kadar bir zamanı alacaktır. Bu bir bölünme süreci olarak da yansıyabilir Fethullahçılara. Çünkü kurulu mekanizma en güzel şekilde işletilmektedir. Bir daha böyle bir mekanizmayı kurmak çok çaba gerektirir. Bölüp bir kısmını yine ABD emriyle kamuoyunda kötülemek diğer kısmıyla yola devam etmek ile de bu mücadeleyi verebilirler. Her ne yapılacak ise bu darbeden hemen sonra yapılmalıdır. Yani bir daha güçlenmesine fırsat verilmeden “meydana getirdiği boşluk” doldurulmalıdır. Ama dediğim gibi ilk iş; oyunu açığa çıkarmak ve “Ağababası” olan ABD’nin işlerli[/Q
Enterasan gerçekten