E
Çevrimdışı
Soru: Muhyiddin ibn-i Arabî, “Hatemü’l-Enbiya’nın nuru Hâtemü’l-Evliya’nın nurundan istimdad eder” der. Bu, nasıl izah edilebilir?
Cevap: Çok su götürür bu soru ile alâkalı şimdilik şu kadarı yeter. Şöyle ki: Bu gibi zatlar, seyr-i sülûk ile ulaştıkları mertebelerde kendi nurlarını müşahede ediyorlar. Tabiî, kendi nurları kendilerine daha yakın, Efendimiz’in nuru da uzak bulunduğundan, kendi nurlarından gözleri kamaşıyor ve Sema-i Risâletin Kamer-i Münir’i olan Efendimiz’in nuru kendi çerçevesiyle görülemeyebiliyor. Bunu güneşten daha büyük oldukları halde, bu’dümüzün zulmetlerinden ötürü küçük gördüğümüz dev güneşlerle misallendirebiliriz. Ayrıca, bu zatlar söylediklerini bir sekir halinde de söylemiş olabilirler.
[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 27 ]
Soru: Gavs, Kutup, Üçler-Yediler-Kırklar diye bilinen veliler, bütün İslâm ülkelerine mi dağılmıştır? Yoksa Türkiye’de ayrı, Mısır’da ayrı mıdır?
Cevap: Belki Allah (cc)’ın velileri dört bir tarafa dağılmıştır. Ancak “iki imam” dediğimiz zatlar, her zaman bulunabilir ama, Gavs her zaman olmayabilir.
Ayrıca her Kutup, Gavs değildir. Bir ölçüde kutbiyet, gavsiyetin hasse-i lazimesidir. Ve bunlar vefat edince Allah’ın izniyle vesayetleri devam eder. Yani tasarrufları, bir rahmet bulutu gibi üzerimizde tüllenir durur. İmam Rabbanî, A. Kadir-i Geylanî, Şeyhu’l-Harranî ve Bediüzzaman gibi zatları bunlardan sayabiliriz.
[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 37-38 ]
Soru: Evliyaullah birbirini tanırlar mı?
Cevap: Kutbiyet ve gavsiyet mertebesine gelenler tanıyabilir. Diğer evliyâ ise tanıyabilirler de tanımayabilirler de. Çünkü onlar temsil ettikleri ve zıllinde seyrettikleri makamlarla vardırlar. Böyle her zaman kendileri olamadıklarından, zaman zaman zılliyet ile aslı birbirine karıştırılabilir. Mesela, Hz. İlyas (as)’ın makamı, Hz. Mesih’in makamı, Muhammedî Makam gibi makamları (sav) tefrik edemeyenler, hatta, zıll ile aslı karıştırıp, bu Hz. Hızır’dır bu Hz. Mesih’tir... falan diyebilirler. Halbuki o bildiğimiz velidir ama, belli bir ismin gölgesinde seyrettiği için, halk onu o makamın asıl sahibi zanneder. Bu çok dakik bir mevzudur. En büyük velide bile bazen böyle durumlarda iltibaslar görülebilir. Bazen birisi, yaptığı irşad ve hizmetlerle makam-ı Mehdiyetin cüz’î bir hassasını temsil ederken, hüşyar fakat, ihatasız ruhlar da bu şahsa Mehdi derler. Halbuki bilmiyorlar ki o zat, büyük bir hakikatin sadece bir zıllini temsil ediyor. Onun içindir ki; bu türlü televvünat esnasında her zaman ifrattan sakınmalı; zira, ifrat edilirse mesul olunur. Evet, veli de olsa mesul olur.
[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 38 ]
Hz. Mesih’i Nefheden “Ruh”
Soru: Hz. Meryem’e Mesih’i nefheden Ruh kimdir?
Cevap: Bütün tefsirler bunu Cebrail (as) olarak ifade ediyorlar. Fakat âyette “Ruh” tabiri kullanılıyor. Bu Ruhun tayininde ise ihtilaf vardır. İhtimalin sınırları ise, ihtilafın çerçevesini aşkın ve Efendimizin (sav) ruhunu da içine alacak kadar geniştir. Çünkü Hz. Meryem çok afife ve nezihe bir kadındı, bu itibarla da gözlerinin içine bir başka hayalin girmemesi gerekirdi. Ayrıca Efendimiz (sav) de, bir makamda onun kendisiyle nikahlandığına işaret etmektedir. Bu açıdan da “Ruh” Efendimizin (sav) ruhu da olabilir. Fakat, bu kat’i değildir, bir ihtimaldir. İhtimaller ise, delillerle takviye edilecekleri an’a kadar kat’iyet ifade etmezler.
[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 197 ]
Keşif ve Keramet Üzerine
Nebinin mucizesi nasıl haksa, velinin kerameti de öyle hak ve gerçektir. Ehl-i Sünnet’in inancı bu merkezdedir.. bu merkezdedir ve bu husus yüzlerce-binlerce vak’ayla te’yid görmüştür. Mucize ve keramet ve keşif arasındaki farklar, tasavvuf ve bir kısım kelâm kitaplarında mevcuttur. Geniş bilgi için oralara müracaat edilebilir.
Yaygın olan bir kanaate göre, ehlullaha ilk defa inkişâf eden, kabirlerdeki insanların ahvalidir. Ve bu, eşyanın perde arkasına atılan adımların ilki sayılmıştır. Tabii, avam-ı halk içinde çok ileri bir seviye sayılır. Oysaki muhtemelen âlem-i berzaha âit keyfiyetler ve keşifler anlatılırken hep, bunların çok da mühim şeyler olmadığı vurgulanmak istenmiş ve ihtimal böyle bir ölçü de işte bunun için konulmuştur.
İkinci derecede ehlullaha inkişâf eden şey onların, gönülden geçen şeyleri okumaları ve onlara muttali olmalarıdır.
[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 28-29 ]
Evliyaullah’ın İlk Keşfi
Dünyada geleceği ve geçmişi gören bazı evliyaullahın ilk keşfi, kabir âlemine muttali olmaktır. Ölünün mezara konulmasıyla berzah âlemi başlar. Bize göre bu bir kabir âlemidir. Görenlerin görüşüne arz edilmiş olması hasebiyle de o âleme biz misal âlemi diyoruz.
Esasen misal âlemi, eşyanın ilmî vücutlarının tecelli âlemidir. Bu hayat, kudret ve kaderin içine girince dünya hayatı gibi bir hayat oluyor. Yaşandıktan sonra, plân ve program sanki yine arşivde duruyormuş gibi geliyor. İşte, evliyaullahın nazarı bunlara ulaşır. Bu konuda, Şah Veliyullah Dehlevî’nin “Hüccetullahi’l-Baliğa” adlı eseri ile, Mevlânâ Şiblî’nin Asr-ı Saadet serisinin 1 ve 2. cildinin Mi’rac bölümünde geniş malûmat bulmak mümkündür.
[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 28-29 ]
Kabirlerin Keşfi
Velilerin menkıbelerinin anlatıldığı eserlerde, kabirlerin keşfinden bahsedilmektedir. Hatta Ehlullaha ilk inkişâf eden şeyin kabirlerin keşfi olduğu söylenmektedir. Bunu şu şekilde anlamak lazımdır. Allah dostlarına gösterilen, açılan o kadar gizli hakikatler vardır ki; onlardan bir tanesi de, -belki velayetin ilk basamağı- kabirlerin keşfidir. Dolayısıyla mezarın içini, daha doğrusu âlem-i berzahta olup biten şeyleri bir ehl-i keşfin müşahedesi, çok ileri bir seviye değil sadece işin başıdır.
Yine velilerin, insanın içinden geçen şeylere -Allah’ın izni ile- muttali olması ve söylemesi, “intak-ı bi’l-hakk” şeklinde olup, farkında olmadan, onları Allah’ın konuşturmasıdır. Bu sezme şeklinde de olabilir. Onlar muhatablarının zihinlerinden geçen düşünceleri sezer ve üstü kapalı bir şekilde ifade ederler. Ve anlatılanları ancak ilgili şahıslar anlayabilir. Aynı rûh haleti içinde olmayanlar ise konuşanı deli-divane zannederler.
[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 37-38 ]
Firavun Hakkında Mülâhazalar
Soru: Firavun denizde boğulduktan sonra askerlerinden ve tâbilerinden geri kalanlara ne olmuş?
Cevap: Tevrat’a göre Firavun’un ölümünden sonra Hz. Asiye ve ağabeyi, Firavun’un amca çocukları, ordu kumandanları ve askerlerinin büyük bir kısmı imân etmişlerdir. Firavun topluluğunun şerirleri, iş başından kovulduktan sonra, Kıptî kavmi arasında Hz. Musa’nın tebliğ ettiği din hızla yayılmıştır. Zaten Firavun’u hezeyana sevkeden de buydu ki, sihirbazların Hz. Musa’ya imân etmesi onu çileden çıkartmıştı. Ayrıca bu hâdise, zamanlama açısından da tam bir Nebi firasetini göstermektedir.
Muhyiddin-i Arabî yorumlarında Firavun’dan farklı bahseder. Bunlar vecd ve istiğrak insanıdırlar. Gaybî ve objektif olmayan müşahedelerini, bütünüyle te’vile memur olmadıkları halde te’vil edebilirler. Oysa böyle bir te’vil işi, onların üstünde bulunan insanlara âittir. Bu yüzden de, bilmedikleri, görmedikleri ve tanımadıkları bu insanlar hakkındaki te’villeri isabetli olmayabilir.
Buna benzer bir hata da, kendi nurunu Hatemü’l-Enbiyâ’nın nurundan daha parlak gördüğünü ifade ettiği yerde müşahede edilir. Bu bir hatadır. Hazret kendi nuruyla muhat olduğu için, nuru gözlerini kamaştırdığından ve daha uzakta ve kendi nurundan daha parlak olan nebi nurunu daha zayıf görmüştür. Bunu bir misalle daha açık bir şekilde şöyle izah edebiliriz: Gökte herhangi bir yıldız güneşten 20 kat daha büyük ve parlak olabilir. Eğer o yıldız güneşin yerinde bulunsa, Güneş Sistemi’ndeki bütün gezegenler buharlaşır ve yok olur. Ne var ki, bu yıldız bize çok uzak olduğundan ışığı da daha zayıf gelir. Şimdi bize sorsalar “Güneş mi daha parlak bu yıldız mı?” Vereceğimiz cevap elbetteki “Güneş” olacaktır. Çünkü biz onun nuruyla muhat bulunuyoruz. İşte Hazretin durumu da aynen böyle olsa gerek...
Bu hususta hatıra şu da gelebilir. Bugün nursuz pek çok insan bunu anladığı halde bu büyük zâtlar bunu nasıl anlayamamışlar? Bu bizim anladığımızdan değil, anlayanlardan naklettiğimizdendir.
Biz de kendi müşahedelerimizle baş başa kalsaydık aynı hatayı işleyebilirdik.
Ledünniyata âit mevzular ciddi bir tecrübe sahasıdır. Bizim mesleğimiz herkesi kabullenme mesleğidir. Onun için Muhyiddin-i Arabî ve İmam-ı Rabbanî gibi büyük zatları tenkid etmek ve onların kritiğini yapmak bize düşmez.
[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 309-310 ]
F.Gülen'in Hz. Ebubekir'e iftirası.(s.312)
F.Gülen’in Hz. Ebubekir’e iftirası.(s.312)
Vücûdumu O Kadar Büyüt ki...
Hz. Ebu Bekir’e isnat edilen böyle bir söz var: “Ya Rabbi vücûdumu o kadar büyüt ki, cehennemi ben doldurayım. Oraya bir başkası girmesin..” Bu sözün Hz. Ebu Bekir’e isnadı oldukça zayıftır. Bazıları da aynı ifadenin Beyazid-i Bistamî’ye âit olduğunu nakletmektedirler. Üstad Bedîüzzaman’ın Tarihçe’sinde de benzeri bir ifadeye rastlanır. Gerçi Tarihçe’deki bu ifade, ayniyle, Üstad’a âit midir, değil midir bilemeyeceğim? İhtimal ki onun söylediği bu meâldeki bir sözü, Eşref Edib o üsluba ifrağ etmişti. Her ne şekilde olursa olsun, aynı ma’nâya gelen bu ifadeyi Bedîüzzaman da kullanmıştır, diyebiliriz. Ne var ki, bütün bunlardan, bu şahısların cehennemi hafife aldıkları ma’nâsını çıkarmak da fevkalade yanlıştır. Bunlar ve benzeri ifadeler, belli şartlar altında ve belli hallerde (buna tasavvufî ma’nâda sekir hali dememiz de mümkündür) söylenmiş sözlerdir ve umûmi kanaati aksettirme gibi bir mülâhaza da söz konusu değildir.
[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 312 ]
Muhyiddin b. Arabi’nin şirkleri.(s.83)
Muhyiddin b. Arabî, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bir asır önce yaşamış olmasına rağmen, Edirne kütüphanesinde bulunan ve Efranî tarafından tercümesi yapılmış olan “Şeceretü’n-Nu’mâniyye” adlı eserinde, Osmanlılar devrinde zuhur edecek pek çok hâdiseyi aynen haber vermiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ve Şam'la Mısır'ın fethinden Yavuz Selim’in Şam’a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkarılacağına kadar bir düzine hadiseden rümuzlu bir şekilde bahseder. Yine aynı eserde, Hafız Paşa’nın dokuz ay muhasara etmesine rağmen Bağdat'ı alamayacağı ve fethin 40 gün içinde Dördüncü Murad'a müyesser olacağı anlatılır. Dünyâya gelmesinden asırlar önce, Sultan Abdülaziz'in katledileceğini haber verir. Muhyiddin b. Arabî, bu eserinde Rus-Japon savaşından söz ettiği gibi, müslümanların düşmanlarıyla muharebe edeceklerinden ve neticede galip geleceklerinden de bahseder. Türkler hakkında da “Türkler için muzafferiyet ve saadet var” der.
[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 83 ]
.Gülen’in 3000 km’den vasıtasız konuşturma saçmalığı.(s.85-86)
5.Cenâb- Hakk, kurbiyetine mazhar kıldığı kişinin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olur:
Rusya bile telepatilerle uğraşmaktadır. İlk defa, “ma'nâyı madde ile idam ettim” diye ilânatta bulunmuş olmasına rağmen, bugün Rusya, belki kapitalist dünyâdan da önce, telepatik yollarla haberleşme imkânlarını değerlendirme çalışmaları yapmaktadır. 20-50 kişilik bir biyofizik doktorlar heyeti, bu mevzûda birçok deneme gerçekleştirmiş bulunuyor. Bunlar, 300 kilometre mesafede elektrik ve ışıktan tecrid edilmiş bir odada bulunan bir adamla muhabere yapma yolunu denemektedirler. Yabancı dinleme istasyonlarının tesbit sahasına girme tehlikesi bulunmaksızın, denizaltılarında da aynı usulle haberleşme ve madde ötesi, beden ötesi kuvvetlerle muhabere imkânlarını araştırmaktadırlar. Ve hedefledikleri nokta, 3000 kilometre ötedeki kimse ile konuşup 30-40 sayfalık mesajlar almak, birinin orada dikte ettiklerini buradaki medyum vasıtasıyla aynı anda tesbit etmek ve neticede yakalanma ve takip edilme tehlikesi bulunmadan, masrafsız bir casusluk şebekesi kurmaktır.
[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 85-86 ]
F.Gülen’in, Azrail(as) ile ilgili uydurduğu hurafeler.(125-126)
Vefat anında herkes Azrail (as)'le kontak olur. Bir hastalık, musîbet, kaza, kısaca herhangi bir sebep baş gösterince, hemen Azrail (as)'le irtibat kurulmuş olur. Bu yüzden, Azrail (as)'ın onu aramasına lüzum yoktur. Diyelim ki, muhtelif dalga boylarında neşriyat yapan bir cihaz geliştirilse.. ve bu cihaz, bir düğme ile bin frekansta neşriyat yapsa, aynı anda pek çok cihazı durdurur. Aynı frekanstaki belli bir nokta ile hepsi birden kontak olduğundan, yayın kolayca gerçekleşebilir. Allah (cc)'ın icraatında da bu vüs’at ve dolayısıyla da böyle bir sühulet ve kolaylık mevcuttur.. bir emirle binler askerin hareket etmesi ve güneşin aynı anda binlerce cam parçası ve su kabarcığında yedi rengi, ışığı ve hararetiyle temessül etmesi misali böyle bir teveccüh ve temasla aynı ölüm frakansında buluşan herkes, Azrail (as) dokunduğu anda ruhunu teslim eder. Tıpkı, bir elektrik şartelinin düğmesine dokunmakla, aynı anda yüzlerce âvize ve lambanın sönmesi gibi...
[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 125-126 ]
“Muhyiddin i.Arabî’nin ruhlarla görüştüğü”, yalanı.(s.133)
Âli ve yüce ruhlar içinde Berzah Âlemi’ndeki ruhlarla temas kuranlar vardır. Muhyiddin İbn Arabî (ra), ervah-ı âliye ile sık sık temas ettiğinden bahseder. İmam Süyûtî, Efendimiz'le yakazaten 70 defa görüştüğünü ve Ahmed Rufâi Hazretleri de, Aleyhissalâtü ve’s-Selâm’ın ruhuyla teşerrüf ettiğini anlatır. İmam Buhari (ra)'nin abdest alıp namaz kıldıktan sonra murakabe ile, rivayetlerinin doğru olup olmadığını Rasûlüllah (sav)'a arzettiği nakledilen haberlerdendir... Rüyâ yoluyla görüşmek ise, zaten mümkündür. Kötü ruhlara gelince; buradaki iyiler onlarla niye görüşsün ki?!
[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 133 ]
Ruh ile ilgili İngiliz Protestan rahibinin yalanı.(S:49-52)
Rahip Bertrand ve Şair Goethe
Ruh ve Madde Dergisinde şöyle bir vak'a anlatılır:
"İngiliz protestan rahibi L.J. Bertrand, İsviçre'ye, yüksek dağları ziyaret etmek isteyen bir çocuk grubunu götürmüştü. Lucerne civarında iki de rehber alarak dağa tırmanmaya başladılar. Kayalıkları tırmandıktan sonra "Buzullar" mıntıkasına vardıklarında rahip kendini yorgun hissetti. Çocukları rehberlere emanet ve onlara takip edecekleri yolu da tarif ederek başka bir yere ayrılmamalarını tembihledi. Çocuklar ayrıldıktan sonra dinlenmek üzere düzlük bir yere oturdu. Fakat az sonra, derin bir uyku üzerine çöktü. Birden, uyandığını sandı. Yavaş yavaş şuuru avdet ediyordu. Fakat dehşetle artık kendi vücudunda olmadığını anladı. Şuuru bir balon gibi bu vücudun üzerinde dalgalanmaktaydı. Uyumuş hareketsiz vücudunu bir heykel gibi seyrediyordu. Kolunu bacağını oynatmak için gösterdiği bütün gayretler boşuna idi, yerdeki vücut kendine yabancı gibi duruyordu.
Bir kaç dakikalık telaş ve korkudan sonra bu yeni halinin hiç de fena bir durum olmadığını fark etti. Kendini çok hafif, yorgunluktan ve her türlü acıdan ve fiziki bağdan uzak hissediyordu. Birkaç tecrübe ona gayret sarfetmeksizin hareket edebileceğini gösterdi. Dik yamaçlar boyunca uçuyor ve buzlu dağ havasında bir kuş gibi yükseliyor, göz açıp kapayıncaya kadar istediği yere gidiyordu.
Bu ona bir fikir verdi:
Acaba çocuklar ne yapıyorlardı? Bunu düşünür düşünmez kendini onların arasında buldu. Ve hayretle kendi tarif ettiği yoldan gitmemiş olduklarını gördü. Boş yere onların dikkatini çekmeğe çalıştığı halde kimse kendisini görmedi. Hatta bir ara yemek molası veren gruptakilerin kendine ait yiyecekleri de afiyetle midelerine indirdiklerini seyretti. Onların etrafında uzun zaman kalarak söylediklerine, hareketlerine dikkat etti, sonra da hâla derin bir uykuda olan vücudunun yanına döndü.
O zaman Lucerne'deki otelde karısının ne yaptığını görmek aklına geldi. Otelin antresini, garsonları, kalabalığı gördü. Bir otomobil geldi ve içinden karısı indi. Yanında dört başka şahıs vardı. Onların dikkatini çekmeğe çalıştı; fakat evvelki teşebbüsü gibi bunda da muvaffak olamadı. Ancak onların otomobilden indiklerini, karısının bavulları nasıl yerleştirdiğini, sonra karısının nasıl çay içtiğini gördü.
Fakat birden bir rahatsızlık hissetti. Lucerne'deki manzara kayboldu ve kendini vücudunun yanında buldu. Yol arkadaşları gelmişler ve onu donarak öldü zannetmişlerdi. Fakat rehberler kalbini dinleyerek attığını görmüşler, şimdi onu kendine getirmeğe çalışıyorlardı. Hadiseden daha sonra haberdar olan karısı da meseleye akıl erdiremedi. Çünkü gerek çocuk grubu, gerek karısına ait geçen olayları en ufak teferruata varıncaya kadar doğruydu."
İnsanın dedublesi, cesed bir yerde dursa dahi, hayâtî bütün fonksiyonlarıyla beraber sayısız denebilecek kadar çok yerde bulunabilir. Bunun, "Zübdet'ül Hakayik" ***isimli eserde yüzlerce misali vardır. İslam tasavvufu adeta bu tür misallerin cümbüş yeridir.
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 49-52]
Göthe ve dostu Frederic ile ilgili hurafeler.(S:52-54)
Goethe bir Alman şairidir. Başından şöyle bir hadise geçmiştir. "Yağmurlu bir akşam arkadaşı K.... ile Weimar'da, Belvedere'de geziniyordu. Sanki karşısında bir hayal görmüş gibi birdenbire durdu ve yüksek sesle bağırarak şunları söyledi:
"Ya Rabbi ! Eğer dostum Frederic'in bu anda Frakfurt'da bulunduğundan iyice emin olmasaydım bunun o olduğuna yemin ederdim." Bunu müteakip de dehşetli bir kahkaha salıverdi. "Ama bu ta kendisi... Dostum Frederic.. Sen burada Weimar'dasın ha?.. Fakat Allah aşkına nasıl oldu da benim geceliklerimi, takkemi, terliklerimi giyip böyle koca bir caddenin ortasına çıktın?.." Goethe'nin gördüklerinden hiçbirisini görmeyen ve bundan hiç bir şey anlamayan K.... şairin birden bire delirdiğini zannederek ürktü. Fakat yalnız kendi gördükleriyle meşgul olan Goethe elini uzatarak bağırdı:
"Frederic... nereye gittin. Ya Rabbim?..Azizim K... şimdi rastgeldiğimiz adam nereye gitti, görmediniz mi?" Şaşıran K...hiçbir cevap veremiyordu. Şair başını iki tarafa çevirerek dalgın bir tavırla bağırıyordu: "Evet anlıyorum. Bu bir görüntüden ibarettir. Fakat bunun mânâsı ne olabilir? Acaba dostum ani olarak öldü mü? Acaba bu onun ruhu mudur?"
Goethe evine geldi ve Frederic'i evde buldu. Saçları dimdik olmuştu. Bir ölü gibi sararmış halde geri çekildi. Ve "Hayalet devam ediyor" diye bağırdı. Dostu cevap verdi. "Fakat azizim, insan sadık dostunu böyle mi karşılar?" Goethe hem ağlayıp hem gülerek: "Ah bu defaki bir ruh değil, et ve kemikten yapılmış bir varlık" diye bağırdı. Ve iki dost kucaklaştılar.
Hadise şöyle olmuştu: Frederic, Goethe'nin evine gelmiş fakat yağmurdan ıslanmış olduğundan elbiselerini çıkarıp şairin geceliklerini, takkesini ve terliklerini giymişti. Bu halde iken koltuğa uzanıp uyumuştu. O da rüyasında Goethe'yi görmüştü ve Goethe ona şunları söylemişti: "Sen Weimar'dasın ha? Benim geceliklerimle.. takkemle, terliklerimle koca caddenin ortasına nasıl çıktın?"
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 52-54]
Dr.Burgess'in karısı ile ilgili uydurulmuş hurafeler.(S:54-56)
Astral Bedeni Müşahede
"Ruh ve Kâinat" da yine şöyle bir hadise nakledilir. Bu hadise Dr. Burgess tarafından dostu Dr. Hodgson'a yazılan mektupla anlatılmıştır. Mektupta şöyle denmektedir:
"Eşim 1902 senesi Mayıs ayının 23. Cuma günü saat 11.45'de ölmüştü. O gün öğleden sonra saat dörtte hasta ağırlaşmış ve bütün ümitler kesilmişti. Ben ölmekte olan hastanın yanında oturmuş elimle sağ elini tutuyordum. Saat 6.45'de odanın eşiği üzerinde ve havada paralel vaziyette duran, birbirinden ayrı üç küçük bulut gördüm. Boyları takriben dörder kadem uzunluğunda, hacimleri (oylumları) ise 6-8 parmak kadardı. Bu sırada ne odada, ne de dışarıda koridorda kimse yoktu. Bulutlar ağır ağır yatağa yaklaşıyorlardı. Biraz sonra yatağı tamamıyla sardılar. O anda hastanın yanında ve ayakta takriben üç kadem boyunda bir kadın şekli belirdi. Bu şekil saydamdı ve altın renginde parlak bir ziya neşrediyordu. Görünüşü fevkalade ihtişamlı idi. Üzerinde, eski Yunan tarzında, kolları geniş ve uzun bir elbise bulunuyordu. Başında bir çelenk taşıyordu. Ellerini eşimin başına uzatmış olduğu halde ayakta duruyordu. Bir misafiri sevinçle fakat aynı zamanda ciddiyetle karşılayan bir hali vardı. Etrafında kısmen görülebilen diğer bazı şekiller de dalgalanmakta idi.
Eşimin üzerinde de düz durumda uzanmış, çıplak beyaz bir şekil belirmişti. Bu şekil, ölmekte olan hastanın sol gözüne bir kordonla bağlanmış bulunuyordu. Bu, onun astral bedeni idi. Asılı gibi duran bu şekil bazan tamamıyla hareketsiz kalıyor, bazan da büzülerek 15 pusa kadar iniyordu. Şeklin bütün organları tam ve mükemmeldi. (Astral) bedenin her büzülüşünde şiddetli bir kurtuluş mücadelesi başlıyor ve bu sırada fizik bedende çırpınmalar görülüyordu. Sükunete kavuşunca Astral beden de tekrar eski halini alıyordu.
Eşimin son beş saatlik hayatı sırasında beni sersemleten bu vizyonu kesintisiz olarak gördüm. Bu vizyon, ancak gözlerimi kapadığım veya başka tarafa baktığım zaman kayboluyordu; fakat gözlerimi tekrar yatağa çevirdiğim zaman aynı vizyonu yine görüyordum. Bütün bu zaman içinde başımda kol ve bacaklarımda acaip bir ağırlık duyuyordum. Ve sanki uyuklar gibi gözlerimin kapandığını hissediyordum. Nihayet meş'um an geldi. Son bir titremeden sonra hastanın nefesi kesildi. Bu sırada astral bedenin kendisini kurtarmak için gayretini arttırdığını gördüm.
Son nefes ve çabalama ile birlikte astral bedeni fizik bedene bağlayan kordon koptu ve derhal astral beden diğer ruhi varlıklar ve bulutlarla birlikte kayboldu. O andan itibaren hissettiğim ağırlık da üzerimden kalktı."
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 54-56]
Ölüm anında ruhun görülebileceği yalanı.(S:56-61)
Ölüm Ânındaki Müşahedeler
Madam Florance Marryant anlatıyor: "Dostlarımın arasında medyumluk melekeleri üstün olan yüksek sosyeteye mensub genç bir bayan tanırım ki, bu kabiliyetini ancak birkaç yakını bilmektedir. Kendisi, bir sene evvel 20 yaşında, bulunan plöreziden hasta kızkardeşini kaybetmiş bulunuyordu. Edith (medyumun ismi) bu sırada bir dakika bile kızkardeşinin başı ucundan ayrılmamıştı. Duru görü (Clairvoyance) (Clairvoyance; başkalarının görmediği, gözle görülmeyen şeyleri görme kudreti) halinde ruhun bedenden yavaş yavaş ayrıldığını görmüştü.
Anlattığına göre zavallı hasta, hayatının son günü, son derece hassas, geveze ve heyecanlı bir hal almıştı. Sırt üstü yatağa uzanmış mütemadiyen anlaşılmayan sözler ve cümleler söylüyordu. Edith bu esnada, akıcı bir bulut şeklinde, hafif dumana benzeyen bir şeyin, hastanın başı ucunda toplanmakta olduğunu gördü.
Bulut yavaş yavaş yoğunlaşarak hastanın şeklini aldı. Rengi müstesna, her hususta tamamiyle kız kardeşine benziyor ve hastanın biraz üstünde, yüzü yere çevrilmiş olarak, havada dalgalanıyordu. Akşama doğru hasta sakinleşmeye başladı. Güneş battığı sıralarda hasta artık tamamiyle bitkin bir hal almış, son dakikalarını yaşıyordu.
Edith, o an titreyerek kızkardeşine baktı. Yüzü morarmış, bakışları bulanmıştı. Buna mukabil üst kısımdaki hayal, bu sırada, bedenden kendisini kurtararak tamamiyle teşekkül etmiş ve canlılık kazanmıştı. Hasta, hareketsiz ve şuursuz bir halde, yatağında serili yatarken üstünde dalgalanan hayal fluoresan ışığına benzeyen parlak kordonlarla onun kalbine, beynine ve hayati organlarına bağlı canlı bir hal almıştı.
Nihayet mühim an geldi; hayal hareket etmeğe başladı. Bu hareket hafif olmakla beraber, vücutta canlılık doğuruyordu. Edith, bu esnada, bu meraklı sahneyi seyre dalmıştı. Bu sırada, parlak iki şekil daha belirdi. Bunlar, büyük annesi ile büyük babası idi. Bu evde ölmüşlerdi. Her ikisi de, cesetten ayrı duran hayale doğru yaklaştılar. Onu şefkatle kucakladılar. O da, başını büyükbabasının omuzu üzerine bıraktı. Hastanın nefesi kesilinceye kadar bu halde kaldılar ve sonra hayal, kendisini cesede bağlayan parlak bağları kopararak ötekilerin kucaklarında, hep birlikte pencereden uçup gittiler."
Madam Joe Suell anlatıyor: "20 sene devam eden hasta bakıcılığım sırasında, bir çok ölüm vak'alarında, ölenlerin başları ucunda bulundum. Ölümü müteakip daima insan şeklinde ruhi bir varlık, cesedin üzerinde yükseliyor ve sonra gözden kayboluyordu."
Anlattığı vak'alardan birini aşağıda aktarıyoruz: "Maggie'nin annesi, ağır hasta olan kız kardeşinin yanına gitmiş ve yokluğu sırasında kızının yanında kalmamı benden rica etmişti. Kızı üç gün sonra, birdenbire ağırlaştı ve doktor yetişmeden kollarımın arasında son nefesini verdi. Bir ölümle ilk defa karşılaşıyordum. Kalbin durmasını müteakip, su buharına benzeyen bir şeyin cesetten ayrıldığını gördüm. Vücuttan çıkan bu buhar, yavaş yavaş yükselerek kendisine benzer şekilde yoğunlaşıyordu. Hatları evvela belirgin değilken, sonra yavaş yavaş beyaz sedef elbiseli bir insan şeklini aldı. Yüzü değişmemiş, ancak parlak bir şekil almıştı ve artık ızdıraplı çırpınmanın hatlarını taşımıyordu."
Meşhur medyumlardan A.J.Davis bir kadının vefatı esnasındaki müşahadelerini şöyle naklediyor: "Kadında canın çıkışı sırasında bedenin beyin kısmında vukua gelen ve her an artmakta olan kuvvetli bir yoğunlaşma beliriyordu. Yoğunlaşan bu şey, çırpınmalar azaldıkça ve vücuttaki sarılık arttıkça parlak ve ziya saçan bir hal alıyordu. Can çekişme sırasında görülen bu çırpınışların çekilen acı ile herhangi bir alakası olmayıp, ruh tarafından hissedilmezler. Bunlar tamamiyle organik olan bir takım hareketlerdir. Ölüm anı yaklaştıkça bedenin organları, boşalan torbalar gibi birer birer yatağa seriliyor, buna karşılık hastadan ayrı olarak, ruhî bir bedenin teşekkülü tamamlanıyordu. Can çekişen hastadan ilk kurtulan, ruhî bedenin baş kısmı oldu ve yavaş yavaş diğer kısımları da ayrılarak tam ruhi bir beden olarak kadının başı ucunda ayakta durdu. Bu iki vücudu birbirine, göbeklerinden, hayat bağı dediğimiz, parlak bir kordon bağlıyordu. Bu kordon kopunca bir parçası cesette kaldı. Herhalde cesedin derhal bozulmasına mani olan budur. Kadının ruhi bedeni serbestliğe yavaş yavaş alıştı ve birdenbire ne yapacağını kestirmiş gibi harekete geçerek evden çıktı. "
Dr. F.A.Kraft anlatıyor: "Birinci Dünya savaşında hudutta çarpışan bir nefer 1920 yılında hastahanede ölmüştü. Son nefesini vermeden iki dakika kadar evvel şöyle bağırıyordu: "Hanri, Şarl, demek sizler oradasınız... Artık, etrafa hep birlikte tırpan atarız. Ben iki seneden beri hastayım... ah... evet bekleyin.."
Ölenler, hemen bütün hallerde kendilerinden evvel ölmüş olan akraba ve arkadaşlarını görürler ve onlara isimleriyle seslenirler.
Bu konuda ilgi çekici bir başka vaka ise şudur: "Amerika iç harbi kalıntılarından, uyanık ve serbest fikirli eski bir savaşçı, yatağına uzanmış son saatini bekliyordu.
Bir çarşamba günü hasta, adetinin aksine, bir acelecilik göstererek muhtelif ricacılarla beni ısrarla istetti. Saat sekize doğru koğuşa girdiğim zaman elini kaldırarak yaklaşmam için bana işaret etti. Tasalı yüzü, sevinçli bir hal almıştı. Bana dedi ki: "Bu sabah saat üçte uyanmıştım. Gözlerim açık, hareketsiz yatıyordum. Birdenbire karyolamın ayak ucunda bir varlığın mevcudiyetini hissettim. Hiç bir korkum yoktu. Bilakis istirahat edebilmem için, ölümü istiyordum. Bu görünüş, bana bunu daha iyi anlamak imkanını vermiş oldu. Yavaş yavaş kardeşim James'in yüzünü tanıdım. Canlılığı açık şekilde belli idi. Bana doğru eğildi ve tarif edilemeyecek kadar kolay bir tesirle bana söylemek istediği şeyleri anlattı. Derhal evvelce biricik iyi dostum olan kardeşimle birlikte geçirdiğimiz hayatı bütün tafsilatı ile hatırladım. Konuşmaya başlayınca da sesini iyice tanıdım. Bana: "Maxvelle, önümüzdeki pazar günü sabah 11' de benimle birlikte geleceksin." dedi ve sonra kayboldu. İtiraf ederim ki, kendimi hakikaten bahtiyar hissediyorum. Bunun bir hayal veya aldığım ilaçların tesirinden mütevellid olmadığına katiyyen eminim.
Pazar günü hastanın başı ucunda idim. Sakin bir hali vardı. Saat 10'a doğru, hareketsiz yatıyor, hiçbir kelime söylememekle beraber, zaman zaman bana tanıdığını hissettirecek şekilde bakıyordu. Onbire çeyrek kala sağ elini kaldırdı ve sol tarafındaki köşeyi göstererek tamamiyle anlaşılan bir sesle: "Kardeşim James" dedi. Tam saat onbirde, daha evvel söylemiş olduğu gibi ruhu öteki aleme gitmek üzere cesedini terketti."
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 56-61 ]
Öldükten sonra kocasının hücumuna uğrayan kadın ve ölmüş annesinin sesini duyan rahip yalanı.(S:101-102)
Ölmüş Annenin Sesi
"İsviçreli şifacı Ernest Kapp, akıl hastalıklarını da tedavi etmekte idi. Bir doktor onu hususi bir hastaneye çağırdı. Çok tehlikeli bir kadın, hasta hakkında fikrini almak istiyordu. Kadın, bir devlet akıl hastanesine sevkedilmek üzere idi. Kapp, hastanın odasına girdiği zaman hemşire elinde bir iğne tutuyor, kadın da atılmağa hazırlanan bir kaplan gibi iki büklüm duruyordu. Hemşire, onun elini yakaladı, iğneyi koluna batırmak üzere idi ki, şifacı, enjeksiyon yapmamasını rica etti. Çünkü, eğer iğne yapılırsa kendisi hiçbir şey yapamayacaktı. Kendisini hasta ile yalnız bırakmalarını istedi. Hemşire, zilin yerini gösterdi ve çıktı.
Kapp, kadınla yüzyüze kaldı. O anda gözlerini kapayan rahip, yapması icap eden şeyin, kendisine bildirilmesi için dua etmeğe başladı. Sol kulağında ölmüş annesinin teganni eden sesini işitti; bir Alman ninnisi söylüyordu. "Ama burası Amerika, Almanya değil" diyecek oldu. Ses, teganniye devam ediyordu. Kendisi de ninniyi Almanca olarak söylemeğe başladı. Dördüncü kelimeye gelmişti ki, kadın tepeden tırnağa titremeğe başladı. Kapp, "şimdi üstüme saldıracak" diye düşündü. Fakat ninniye devam etti. İkinci mısra bittiği zaman kadın, hıçkırarak ağlamağa başlamıştı. Ve Almanca olarak, "Siz Allah'ın bana gönderdiği bir melek olmalısınız" dedi. Fevkalade bir klervayan (Clairvoyance) hassasına sahip olan Kapp, kadının üstüne çökmüş olan ağır absesyon bulutunun dağılıp gitmekte olduğunu görebiliyordu. Ayağa kalktı, ellerini hastanın üzerine koydu ve şükretti. Kadının sonradan Kapp'a anlattığına göre, kocası gırtlak kanserine yakalanmıştı. Kadın, ona gece gündüz bakıyordu. Bir gün, hastanın odasına girdiği zaman onu yerde kanlar içinde buldu, adam gırtlağını keserek intihar etmişti. O zamandan beri de kadın kocasının tasallutuna uğramıştı. Bir kaç dakika sonra Kapp, doktorla hastabakıcıya, yukarı çıkıp hastayı görmelerini söyledi. Kadın iyileşmişti. Derhal taburcu edildi."
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 101-102 ]
Ruh çağırma seanslarına iştirak eden ve etmeyen ruhlar uydurması. (S:102-103)
Yüce ve Süflî Ruhlar
Âlî ve temiz ruhlar, insanlar için koruyuculuk vazifesi yaparken, habis ve şerir ruhlar da insanlara zarar vermek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Zaten ruh çağırma seanslarına koşarak gelenler de ekseriyet itibariyle böyle ruhlar veya cinlerdir. Yoksa yüce ruhların öyle meclislere gelmesi mümkün değildir.
Fahreddin Razi dediğinde haklıdır. O şöyle demektedir: "Habis ruhlar davete icabette seri, kuvvetli ve güçlü ruhlar ise ağırdırlar."
Efendimizin ruhu ve diğer nebilerin ervahı, katiyyen böyle davetlere icabet edip gelmezler. İmam Rabbani, Abdülkadir-i Geylani, Muhyiddin İbn-i Arabi ve Bediüzzaman Hazretleri gibi âli ruhları da bu tür metodlarla davet imkânsızdır. Habis ve alçak ruhlardır ki, her türlü süflî davete koşarak gelirler. Cinlerin ayak takımı da böyle davetlere icabette seridirler.
Ve bunlar, aynı zamanda insanlara hasım ve düşmandırlar. Bütün şerlerin ve kötü şerârelerin altında bunlar bulunurlar. Karakter, irade ve ruh bakımından zayıf insanları tesir altına alır ve kullanırlar. Bunların eline düşmüş zavallı insanlara, tıp çeşitli isimler verir; "paranoyak", "şizofreni" der, fakat ekseriyetle de bu tür hastalıklara tıp şifa bulamaz. Zira, her türlü cinnet vak'asının altında kesinlikle şerir cinler ve habis ruhlar vardır. Öyledir ki, bu tür rahatsızlıklar çoğunlukla dua ve okumakla iyi olmaktadırlar.
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 102-3]
Fethullah Hoca'nın teyzesi ve anlattığı hurafeler.(S: 103-105)
Teyzem âbide, zâhide bir kadındı. Alvar İmamı'na da yürekten bağlıydı. Başından iki defa delirme hadisesi geçti. Birini ben hatırlamıyorum. Söylenen şu: Teyzem gece kalkmış tesbihini çekiyor. Bir ara, spiritualistlerin "Mekandan uzaklaşma" dedikleri hal oluyor ve teyzem seccadesinin üzerinde bir metre kadar havaya yükseliyor. Kocası bu durumu görünce endişe ediyor ve ayaklarından tutup onu yere çekiyor, teyzem de deliriyor, hatta mütecaviz bir hal alıyor. Öyle ki ancak zincirle zaptedebiliyorlar. Hattâ bir keresinde, düğün evinde ne kadar ayakkabı varsa hepsini toparlayıp tandıra atıyor ve elinde sopayla tandırın kapısı önünde nöbet tutuyor. Hiç kimse cesaret edip yanaşamıyor ve bütün ayakkabılar tandırda cayır cayır yanıyor... Nasılsa dedem arkasından yakalayıp onu oradan uzaklaştırıyor.. Daha sonra teyzeme birisi bir muska yazıyor. Hadisenin bundan sonrasını dayım şöyle anlatırdı:
"Misafir odasında oturuyorduk. O yine zincirle bağlıydı. Yazılan muska yerine konulduktan kısa bir müddet sonraydı ki, ağlamalı bir sesle: "Dadaş beni niye bağladınız ki?" dedi... Hemen çözdük. İyileşmiş ve tamamen eski haline dönmüştü..
İkinci delirmesine de ben şahid oldum. Küçüktüm, hafızlık yapıyordum. Alvar İmamı'nın torunu ilk dönemlerde hocamızdı. Birisi, bir iki kelimelik, pek de öyle hakaret olmayan bir söz sarfetti. Rahmetli dedem ve teyzem oturuyorlardı. O böyle deyince birdenbire bir çığlık kopardı: "Benim efendime ha?" dedi. Yine delirdi. Zorla arabaya koydular. Dedem onu götürdü. Psikiyatriye yatırdılar. Klinik, hastahanenin 4. katındaydı. Kendini 4. kattan aşağıya attı ama hiçbir şey olmadı. Bu hadise üzerine teyzemin kocası Erzurum'dan bir hocaya gidip muska yaptırdı. Teyzem anında şifa buldu ve gayet sakin olarak eve döndü
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 103-5 ]
Fincan kullanarak ruh çağırma yalanı.(S: 136-139)
Sinir mütehassısı olan bir arkadaşımız bulunduğum yerde yedek subaylık yaparken, bir zamanlar şahid olduğu bir vak'ayı bana aynen şöyle anlatmıştı: "Bir yerde fincan kullanarak ruhları çağırıyorlardı. Bu fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırıyorduk ki, oraya şeytan geldi. "Kimsin?" dedik. "Şeytan" diye yazdı. Hepimiz ürperdik. Hazret-i Âdem'den beri, insanlığın bu ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Sordum:
-Sana Meyve'nin Altıncı Meselesini okusam dinler misin?
-Dinlerim, dedi ve okumaya başladım:
..........
Evet, ben okurken o, misallere "evet", misallerin gösterdikleri hakikatlara "hayır" çekip durdu. Ve sonra, kendisine "Cevşen okuyayım mı?" diye teklif ettim. "Oku" dedi. Ben Cevşenü'l-Kebir'i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar sür'atli hareket ediyordu ki, parmağımla zabtedemiyordum. Bir aralık düştü. Hatta bir aralık "bırak şu gırgırı" diye de yazıvermişti.
Beyin mimarımız diyor ki: "Şu asırda bir kısım kimseler maddî vücudlarını atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücud giyseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar."
İşte bu fincan deneyinde de aynı netice görülüyor. Şeytan, Cevşen okunurken, "Bırak şu gırgırı" diyor. Cevşen'den rahatsız oluyor. İnsî hemcinslerine nasıl da benziyor!..
Bazıları "ruh çağırıyoruz" diyorlar.. herhalde gelenlerin cinler olması ihtimali daha güçlü. Böylece bunlar, cinne, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddi, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir, zannediyorum. Şimdikilerin yaptıkları ise maskaralıktan başka bir şey değil.
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 136-9 ]
Hoca'nın ermişliği.(S: 139-141)
Berzahî Tablolar
Edremit-Avcılar'da kamp yapıyorduk. Bir ara emniyetin bu ma'sum kampa baskın yapacağı şâyiası duyulmaya başladı. İşte o günlerden birinde, öğle yemeğinden sonra "Ashab-ı Bedir"i okudum. Sırtımı çadır direğine vermiş oturuyordum. Biraz içim geçmişti ki bu, eskilerin "Beyne'n-nevm ve'l-yakaza" (Uyku ile uyanıklık arası) dedikleri haldir. Baktım tuğlu sancaklı, ellerinde mızrakları okları, gürül gürül bir ordu. Kampta tarlaların olduğu tarafta duruyorlar. Birisi mi söyledi, öyle mi anladım, yoksa biz Ashab-ı Bedir'iz mi dediler bilemiyorum. Ashab-ı Bedr'in geldiği kanaatine vardık. Ben öyle hayran hayran onları seyrediyordum ki bulunduğum yer, sanki birden bire kale kapısı gibi bir şey oldu, ben söveleri kalınca tahtadan bu kapının verasında durmuş onlara bakıyorum. Biri güç gösterme manasına elindeki demir kalemi (Kalem, mızraktan daha küçük elle atılan bir harp aletidir) öyle bir salladı ki, o kalın tahta kapıyı deldi geçti ve ben müthiş bir heyecanla uyandım.
(Bir kaç defa) rüyamda Ashab-ı Bedir'i görmüşümdür. Kampta da öyle oldu. Hatta bir iki defa da rüyamda kendimi onların içinde harbe gidiyormuş gibi görüyor ve "Allah Allah! Ashab-ı Bedr'in içinde bulunuyorum ama, ben onlardan çok sonra geldim, nasıl olur da onlarla beraber olurum?" diye düşünüyor ve hayret ediyordum. Zannediyorum onların bazılarını seçebiliyordum da; ama kamptaki müşahedemde fertleri tam seçemiyordum. Her halde sadece Hz. Hamza'yı tanıyabilmiştim. Daha sonra meydana çıktı ki tam o dakikalarda, kampa baskın yapmak isteyen bir grup, tam yol ayrımına gelince trafik kazası olmuş ve onların arabaları cayır cayır yanmış. Daha sonra bu arabayı biz de gördük. Zaten yolumuzun üstündeydi. Demek ki, o demir kalemin atılması, misal aleminde bu neticeye işaretmiş. Kapının görünmesi ise, inayet altında olduğunun emaresiymiş. Yani bu mini rüyada sahabi, sanki oradakilere: "Siz inayet ve koruma altındasınız. Dava, düşünce, duygu bir olunca, aynı Nebi'nin arkasında da bulununca, zaman ve asırlar bizi sizden ayıramaz. Birimiz dünyada, birimiz ukbada, birimiz şarkda, birimiz garbda da olsak yanyanayız" demektedir.
Evet, böyledir; elverir ki çizgi korunsun. Aynı frekansta bulunulsun. Aksi halde sesimizi onlara duyuramayız. Onların sesini de alamayız.
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 139-141]
Cevap: Çok su götürür bu soru ile alâkalı şimdilik şu kadarı yeter. Şöyle ki: Bu gibi zatlar, seyr-i sülûk ile ulaştıkları mertebelerde kendi nurlarını müşahede ediyorlar. Tabiî, kendi nurları kendilerine daha yakın, Efendimiz’in nuru da uzak bulunduğundan, kendi nurlarından gözleri kamaşıyor ve Sema-i Risâletin Kamer-i Münir’i olan Efendimiz’in nuru kendi çerçevesiyle görülemeyebiliyor. Bunu güneşten daha büyük oldukları halde, bu’dümüzün zulmetlerinden ötürü küçük gördüğümüz dev güneşlerle misallendirebiliriz. Ayrıca, bu zatlar söylediklerini bir sekir halinde de söylemiş olabilirler.
[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 27 ]
Soru: Gavs, Kutup, Üçler-Yediler-Kırklar diye bilinen veliler, bütün İslâm ülkelerine mi dağılmıştır? Yoksa Türkiye’de ayrı, Mısır’da ayrı mıdır?
Cevap: Belki Allah (cc)’ın velileri dört bir tarafa dağılmıştır. Ancak “iki imam” dediğimiz zatlar, her zaman bulunabilir ama, Gavs her zaman olmayabilir.
Ayrıca her Kutup, Gavs değildir. Bir ölçüde kutbiyet, gavsiyetin hasse-i lazimesidir. Ve bunlar vefat edince Allah’ın izniyle vesayetleri devam eder. Yani tasarrufları, bir rahmet bulutu gibi üzerimizde tüllenir durur. İmam Rabbanî, A. Kadir-i Geylanî, Şeyhu’l-Harranî ve Bediüzzaman gibi zatları bunlardan sayabiliriz.
[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 37-38 ]
Soru: Evliyaullah birbirini tanırlar mı?
Cevap: Kutbiyet ve gavsiyet mertebesine gelenler tanıyabilir. Diğer evliyâ ise tanıyabilirler de tanımayabilirler de. Çünkü onlar temsil ettikleri ve zıllinde seyrettikleri makamlarla vardırlar. Böyle her zaman kendileri olamadıklarından, zaman zaman zılliyet ile aslı birbirine karıştırılabilir. Mesela, Hz. İlyas (as)’ın makamı, Hz. Mesih’in makamı, Muhammedî Makam gibi makamları (sav) tefrik edemeyenler, hatta, zıll ile aslı karıştırıp, bu Hz. Hızır’dır bu Hz. Mesih’tir... falan diyebilirler. Halbuki o bildiğimiz velidir ama, belli bir ismin gölgesinde seyrettiği için, halk onu o makamın asıl sahibi zanneder. Bu çok dakik bir mevzudur. En büyük velide bile bazen böyle durumlarda iltibaslar görülebilir. Bazen birisi, yaptığı irşad ve hizmetlerle makam-ı Mehdiyetin cüz’î bir hassasını temsil ederken, hüşyar fakat, ihatasız ruhlar da bu şahsa Mehdi derler. Halbuki bilmiyorlar ki o zat, büyük bir hakikatin sadece bir zıllini temsil ediyor. Onun içindir ki; bu türlü televvünat esnasında her zaman ifrattan sakınmalı; zira, ifrat edilirse mesul olunur. Evet, veli de olsa mesul olur.
[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 38 ]
Hz. Mesih’i Nefheden “Ruh”
Soru: Hz. Meryem’e Mesih’i nefheden Ruh kimdir?
Cevap: Bütün tefsirler bunu Cebrail (as) olarak ifade ediyorlar. Fakat âyette “Ruh” tabiri kullanılıyor. Bu Ruhun tayininde ise ihtilaf vardır. İhtimalin sınırları ise, ihtilafın çerçevesini aşkın ve Efendimizin (sav) ruhunu da içine alacak kadar geniştir. Çünkü Hz. Meryem çok afife ve nezihe bir kadındı, bu itibarla da gözlerinin içine bir başka hayalin girmemesi gerekirdi. Ayrıca Efendimiz (sav) de, bir makamda onun kendisiyle nikahlandığına işaret etmektedir. Bu açıdan da “Ruh” Efendimizin (sav) ruhu da olabilir. Fakat, bu kat’i değildir, bir ihtimaldir. İhtimaller ise, delillerle takviye edilecekleri an’a kadar kat’iyet ifade etmezler.
[ Fasıldan Fasıla 1, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 3.Baskı, Eylül 1995, Sayfa 197 ]
Keşif ve Keramet Üzerine
Nebinin mucizesi nasıl haksa, velinin kerameti de öyle hak ve gerçektir. Ehl-i Sünnet’in inancı bu merkezdedir.. bu merkezdedir ve bu husus yüzlerce-binlerce vak’ayla te’yid görmüştür. Mucize ve keramet ve keşif arasındaki farklar, tasavvuf ve bir kısım kelâm kitaplarında mevcuttur. Geniş bilgi için oralara müracaat edilebilir.
Yaygın olan bir kanaate göre, ehlullaha ilk defa inkişâf eden, kabirlerdeki insanların ahvalidir. Ve bu, eşyanın perde arkasına atılan adımların ilki sayılmıştır. Tabii, avam-ı halk içinde çok ileri bir seviye sayılır. Oysaki muhtemelen âlem-i berzaha âit keyfiyetler ve keşifler anlatılırken hep, bunların çok da mühim şeyler olmadığı vurgulanmak istenmiş ve ihtimal böyle bir ölçü de işte bunun için konulmuştur.
İkinci derecede ehlullaha inkişâf eden şey onların, gönülden geçen şeyleri okumaları ve onlara muttali olmalarıdır.
[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 28-29 ]
Evliyaullah’ın İlk Keşfi
Dünyada geleceği ve geçmişi gören bazı evliyaullahın ilk keşfi, kabir âlemine muttali olmaktır. Ölünün mezara konulmasıyla berzah âlemi başlar. Bize göre bu bir kabir âlemidir. Görenlerin görüşüne arz edilmiş olması hasebiyle de o âleme biz misal âlemi diyoruz.
Esasen misal âlemi, eşyanın ilmî vücutlarının tecelli âlemidir. Bu hayat, kudret ve kaderin içine girince dünya hayatı gibi bir hayat oluyor. Yaşandıktan sonra, plân ve program sanki yine arşivde duruyormuş gibi geliyor. İşte, evliyaullahın nazarı bunlara ulaşır. Bu konuda, Şah Veliyullah Dehlevî’nin “Hüccetullahi’l-Baliğa” adlı eseri ile, Mevlânâ Şiblî’nin Asr-ı Saadet serisinin 1 ve 2. cildinin Mi’rac bölümünde geniş malûmat bulmak mümkündür.
[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 28-29 ]
Kabirlerin Keşfi
Velilerin menkıbelerinin anlatıldığı eserlerde, kabirlerin keşfinden bahsedilmektedir. Hatta Ehlullaha ilk inkişâf eden şeyin kabirlerin keşfi olduğu söylenmektedir. Bunu şu şekilde anlamak lazımdır. Allah dostlarına gösterilen, açılan o kadar gizli hakikatler vardır ki; onlardan bir tanesi de, -belki velayetin ilk basamağı- kabirlerin keşfidir. Dolayısıyla mezarın içini, daha doğrusu âlem-i berzahta olup biten şeyleri bir ehl-i keşfin müşahedesi, çok ileri bir seviye değil sadece işin başıdır.
Yine velilerin, insanın içinden geçen şeylere -Allah’ın izni ile- muttali olması ve söylemesi, “intak-ı bi’l-hakk” şeklinde olup, farkında olmadan, onları Allah’ın konuşturmasıdır. Bu sezme şeklinde de olabilir. Onlar muhatablarının zihinlerinden geçen düşünceleri sezer ve üstü kapalı bir şekilde ifade ederler. Ve anlatılanları ancak ilgili şahıslar anlayabilir. Aynı rûh haleti içinde olmayanlar ise konuşanı deli-divane zannederler.
[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 37-38 ]
Firavun Hakkında Mülâhazalar
Soru: Firavun denizde boğulduktan sonra askerlerinden ve tâbilerinden geri kalanlara ne olmuş?
Cevap: Tevrat’a göre Firavun’un ölümünden sonra Hz. Asiye ve ağabeyi, Firavun’un amca çocukları, ordu kumandanları ve askerlerinin büyük bir kısmı imân etmişlerdir. Firavun topluluğunun şerirleri, iş başından kovulduktan sonra, Kıptî kavmi arasında Hz. Musa’nın tebliğ ettiği din hızla yayılmıştır. Zaten Firavun’u hezeyana sevkeden de buydu ki, sihirbazların Hz. Musa’ya imân etmesi onu çileden çıkartmıştı. Ayrıca bu hâdise, zamanlama açısından da tam bir Nebi firasetini göstermektedir.
Muhyiddin-i Arabî yorumlarında Firavun’dan farklı bahseder. Bunlar vecd ve istiğrak insanıdırlar. Gaybî ve objektif olmayan müşahedelerini, bütünüyle te’vile memur olmadıkları halde te’vil edebilirler. Oysa böyle bir te’vil işi, onların üstünde bulunan insanlara âittir. Bu yüzden de, bilmedikleri, görmedikleri ve tanımadıkları bu insanlar hakkındaki te’villeri isabetli olmayabilir.
Buna benzer bir hata da, kendi nurunu Hatemü’l-Enbiyâ’nın nurundan daha parlak gördüğünü ifade ettiği yerde müşahede edilir. Bu bir hatadır. Hazret kendi nuruyla muhat olduğu için, nuru gözlerini kamaştırdığından ve daha uzakta ve kendi nurundan daha parlak olan nebi nurunu daha zayıf görmüştür. Bunu bir misalle daha açık bir şekilde şöyle izah edebiliriz: Gökte herhangi bir yıldız güneşten 20 kat daha büyük ve parlak olabilir. Eğer o yıldız güneşin yerinde bulunsa, Güneş Sistemi’ndeki bütün gezegenler buharlaşır ve yok olur. Ne var ki, bu yıldız bize çok uzak olduğundan ışığı da daha zayıf gelir. Şimdi bize sorsalar “Güneş mi daha parlak bu yıldız mı?” Vereceğimiz cevap elbetteki “Güneş” olacaktır. Çünkü biz onun nuruyla muhat bulunuyoruz. İşte Hazretin durumu da aynen böyle olsa gerek...
Bu hususta hatıra şu da gelebilir. Bugün nursuz pek çok insan bunu anladığı halde bu büyük zâtlar bunu nasıl anlayamamışlar? Bu bizim anladığımızdan değil, anlayanlardan naklettiğimizdendir.
Biz de kendi müşahedelerimizle baş başa kalsaydık aynı hatayı işleyebilirdik.
Ledünniyata âit mevzular ciddi bir tecrübe sahasıdır. Bizim mesleğimiz herkesi kabullenme mesleğidir. Onun için Muhyiddin-i Arabî ve İmam-ı Rabbanî gibi büyük zatları tenkid etmek ve onların kritiğini yapmak bize düşmez.
[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 309-310 ]
F.Gülen'in Hz. Ebubekir'e iftirası.(s.312)
F.Gülen’in Hz. Ebubekir’e iftirası.(s.312)
Vücûdumu O Kadar Büyüt ki...
Hz. Ebu Bekir’e isnat edilen böyle bir söz var: “Ya Rabbi vücûdumu o kadar büyüt ki, cehennemi ben doldurayım. Oraya bir başkası girmesin..” Bu sözün Hz. Ebu Bekir’e isnadı oldukça zayıftır. Bazıları da aynı ifadenin Beyazid-i Bistamî’ye âit olduğunu nakletmektedirler. Üstad Bedîüzzaman’ın Tarihçe’sinde de benzeri bir ifadeye rastlanır. Gerçi Tarihçe’deki bu ifade, ayniyle, Üstad’a âit midir, değil midir bilemeyeceğim? İhtimal ki onun söylediği bu meâldeki bir sözü, Eşref Edib o üsluba ifrağ etmişti. Her ne şekilde olursa olsun, aynı ma’nâya gelen bu ifadeyi Bedîüzzaman da kullanmıştır, diyebiliriz. Ne var ki, bütün bunlardan, bu şahısların cehennemi hafife aldıkları ma’nâsını çıkarmak da fevkalade yanlıştır. Bunlar ve benzeri ifadeler, belli şartlar altında ve belli hallerde (buna tasavvufî ma’nâda sekir hali dememiz de mümkündür) söylenmiş sözlerdir ve umûmi kanaati aksettirme gibi bir mülâhaza da söz konusu değildir.
[ Fasıldan Fasıla 2, M.Fethullah Gülen, Nil Yayınları, 1.Baskı, Ekim 1995, Sayfa 312 ]
Muhyiddin b. Arabi’nin şirkleri.(s.83)
Muhyiddin b. Arabî, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bir asır önce yaşamış olmasına rağmen, Edirne kütüphanesinde bulunan ve Efranî tarafından tercümesi yapılmış olan “Şeceretü’n-Nu’mâniyye” adlı eserinde, Osmanlılar devrinde zuhur edecek pek çok hâdiseyi aynen haber vermiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ve Şam'la Mısır'ın fethinden Yavuz Selim’in Şam’a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkarılacağına kadar bir düzine hadiseden rümuzlu bir şekilde bahseder. Yine aynı eserde, Hafız Paşa’nın dokuz ay muhasara etmesine rağmen Bağdat'ı alamayacağı ve fethin 40 gün içinde Dördüncü Murad'a müyesser olacağı anlatılır. Dünyâya gelmesinden asırlar önce, Sultan Abdülaziz'in katledileceğini haber verir. Muhyiddin b. Arabî, bu eserinde Rus-Japon savaşından söz ettiği gibi, müslümanların düşmanlarıyla muharebe edeceklerinden ve neticede galip geleceklerinden de bahseder. Türkler hakkında da “Türkler için muzafferiyet ve saadet var” der.
[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 83 ]
.Gülen’in 3000 km’den vasıtasız konuşturma saçmalığı.(s.85-86)
5.Cenâb- Hakk, kurbiyetine mazhar kıldığı kişinin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olur:
Rusya bile telepatilerle uğraşmaktadır. İlk defa, “ma'nâyı madde ile idam ettim” diye ilânatta bulunmuş olmasına rağmen, bugün Rusya, belki kapitalist dünyâdan da önce, telepatik yollarla haberleşme imkânlarını değerlendirme çalışmaları yapmaktadır. 20-50 kişilik bir biyofizik doktorlar heyeti, bu mevzûda birçok deneme gerçekleştirmiş bulunuyor. Bunlar, 300 kilometre mesafede elektrik ve ışıktan tecrid edilmiş bir odada bulunan bir adamla muhabere yapma yolunu denemektedirler. Yabancı dinleme istasyonlarının tesbit sahasına girme tehlikesi bulunmaksızın, denizaltılarında da aynı usulle haberleşme ve madde ötesi, beden ötesi kuvvetlerle muhabere imkânlarını araştırmaktadırlar. Ve hedefledikleri nokta, 3000 kilometre ötedeki kimse ile konuşup 30-40 sayfalık mesajlar almak, birinin orada dikte ettiklerini buradaki medyum vasıtasıyla aynı anda tesbit etmek ve neticede yakalanma ve takip edilme tehlikesi bulunmadan, masrafsız bir casusluk şebekesi kurmaktır.
[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 85-86 ]
F.Gülen’in, Azrail(as) ile ilgili uydurduğu hurafeler.(125-126)
Vefat anında herkes Azrail (as)'le kontak olur. Bir hastalık, musîbet, kaza, kısaca herhangi bir sebep baş gösterince, hemen Azrail (as)'le irtibat kurulmuş olur. Bu yüzden, Azrail (as)'ın onu aramasına lüzum yoktur. Diyelim ki, muhtelif dalga boylarında neşriyat yapan bir cihaz geliştirilse.. ve bu cihaz, bir düğme ile bin frekansta neşriyat yapsa, aynı anda pek çok cihazı durdurur. Aynı frekanstaki belli bir nokta ile hepsi birden kontak olduğundan, yayın kolayca gerçekleşebilir. Allah (cc)'ın icraatında da bu vüs’at ve dolayısıyla da böyle bir sühulet ve kolaylık mevcuttur.. bir emirle binler askerin hareket etmesi ve güneşin aynı anda binlerce cam parçası ve su kabarcığında yedi rengi, ışığı ve hararetiyle temessül etmesi misali böyle bir teveccüh ve temasla aynı ölüm frakansında buluşan herkes, Azrail (as) dokunduğu anda ruhunu teslim eder. Tıpkı, bir elektrik şartelinin düğmesine dokunmakla, aynı anda yüzlerce âvize ve lambanın sönmesi gibi...
[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 125-126 ]
“Muhyiddin i.Arabî’nin ruhlarla görüştüğü”, yalanı.(s.133)
Âli ve yüce ruhlar içinde Berzah Âlemi’ndeki ruhlarla temas kuranlar vardır. Muhyiddin İbn Arabî (ra), ervah-ı âliye ile sık sık temas ettiğinden bahseder. İmam Süyûtî, Efendimiz'le yakazaten 70 defa görüştüğünü ve Ahmed Rufâi Hazretleri de, Aleyhissalâtü ve’s-Selâm’ın ruhuyla teşerrüf ettiğini anlatır. İmam Buhari (ra)'nin abdest alıp namaz kıldıktan sonra murakabe ile, rivayetlerinin doğru olup olmadığını Rasûlüllah (sav)'a arzettiği nakledilen haberlerdendir... Rüyâ yoluyla görüşmek ise, zaten mümkündür. Kötü ruhlara gelince; buradaki iyiler onlarla niye görüşsün ki?!
[ İnancın Gölgesinde 1, M.fethullah Gülen, Nil Yayınları, 8.Baskı, 1996, Sayfa 133 ]
Ruh ile ilgili İngiliz Protestan rahibinin yalanı.(S:49-52)
Rahip Bertrand ve Şair Goethe
Ruh ve Madde Dergisinde şöyle bir vak'a anlatılır:
"İngiliz protestan rahibi L.J. Bertrand, İsviçre'ye, yüksek dağları ziyaret etmek isteyen bir çocuk grubunu götürmüştü. Lucerne civarında iki de rehber alarak dağa tırmanmaya başladılar. Kayalıkları tırmandıktan sonra "Buzullar" mıntıkasına vardıklarında rahip kendini yorgun hissetti. Çocukları rehberlere emanet ve onlara takip edecekleri yolu da tarif ederek başka bir yere ayrılmamalarını tembihledi. Çocuklar ayrıldıktan sonra dinlenmek üzere düzlük bir yere oturdu. Fakat az sonra, derin bir uyku üzerine çöktü. Birden, uyandığını sandı. Yavaş yavaş şuuru avdet ediyordu. Fakat dehşetle artık kendi vücudunda olmadığını anladı. Şuuru bir balon gibi bu vücudun üzerinde dalgalanmaktaydı. Uyumuş hareketsiz vücudunu bir heykel gibi seyrediyordu. Kolunu bacağını oynatmak için gösterdiği bütün gayretler boşuna idi, yerdeki vücut kendine yabancı gibi duruyordu.
Bir kaç dakikalık telaş ve korkudan sonra bu yeni halinin hiç de fena bir durum olmadığını fark etti. Kendini çok hafif, yorgunluktan ve her türlü acıdan ve fiziki bağdan uzak hissediyordu. Birkaç tecrübe ona gayret sarfetmeksizin hareket edebileceğini gösterdi. Dik yamaçlar boyunca uçuyor ve buzlu dağ havasında bir kuş gibi yükseliyor, göz açıp kapayıncaya kadar istediği yere gidiyordu.
Bu ona bir fikir verdi:
Acaba çocuklar ne yapıyorlardı? Bunu düşünür düşünmez kendini onların arasında buldu. Ve hayretle kendi tarif ettiği yoldan gitmemiş olduklarını gördü. Boş yere onların dikkatini çekmeğe çalıştığı halde kimse kendisini görmedi. Hatta bir ara yemek molası veren gruptakilerin kendine ait yiyecekleri de afiyetle midelerine indirdiklerini seyretti. Onların etrafında uzun zaman kalarak söylediklerine, hareketlerine dikkat etti, sonra da hâla derin bir uykuda olan vücudunun yanına döndü.
O zaman Lucerne'deki otelde karısının ne yaptığını görmek aklına geldi. Otelin antresini, garsonları, kalabalığı gördü. Bir otomobil geldi ve içinden karısı indi. Yanında dört başka şahıs vardı. Onların dikkatini çekmeğe çalıştı; fakat evvelki teşebbüsü gibi bunda da muvaffak olamadı. Ancak onların otomobilden indiklerini, karısının bavulları nasıl yerleştirdiğini, sonra karısının nasıl çay içtiğini gördü.
Fakat birden bir rahatsızlık hissetti. Lucerne'deki manzara kayboldu ve kendini vücudunun yanında buldu. Yol arkadaşları gelmişler ve onu donarak öldü zannetmişlerdi. Fakat rehberler kalbini dinleyerek attığını görmüşler, şimdi onu kendine getirmeğe çalışıyorlardı. Hadiseden daha sonra haberdar olan karısı da meseleye akıl erdiremedi. Çünkü gerek çocuk grubu, gerek karısına ait geçen olayları en ufak teferruata varıncaya kadar doğruydu."
İnsanın dedublesi, cesed bir yerde dursa dahi, hayâtî bütün fonksiyonlarıyla beraber sayısız denebilecek kadar çok yerde bulunabilir. Bunun, "Zübdet'ül Hakayik" ***isimli eserde yüzlerce misali vardır. İslam tasavvufu adeta bu tür misallerin cümbüş yeridir.
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 49-52]
Göthe ve dostu Frederic ile ilgili hurafeler.(S:52-54)
Goethe bir Alman şairidir. Başından şöyle bir hadise geçmiştir. "Yağmurlu bir akşam arkadaşı K.... ile Weimar'da, Belvedere'de geziniyordu. Sanki karşısında bir hayal görmüş gibi birdenbire durdu ve yüksek sesle bağırarak şunları söyledi:
"Ya Rabbi ! Eğer dostum Frederic'in bu anda Frakfurt'da bulunduğundan iyice emin olmasaydım bunun o olduğuna yemin ederdim." Bunu müteakip de dehşetli bir kahkaha salıverdi. "Ama bu ta kendisi... Dostum Frederic.. Sen burada Weimar'dasın ha?.. Fakat Allah aşkına nasıl oldu da benim geceliklerimi, takkemi, terliklerimi giyip böyle koca bir caddenin ortasına çıktın?.." Goethe'nin gördüklerinden hiçbirisini görmeyen ve bundan hiç bir şey anlamayan K.... şairin birden bire delirdiğini zannederek ürktü. Fakat yalnız kendi gördükleriyle meşgul olan Goethe elini uzatarak bağırdı:
"Frederic... nereye gittin. Ya Rabbim?..Azizim K... şimdi rastgeldiğimiz adam nereye gitti, görmediniz mi?" Şaşıran K...hiçbir cevap veremiyordu. Şair başını iki tarafa çevirerek dalgın bir tavırla bağırıyordu: "Evet anlıyorum. Bu bir görüntüden ibarettir. Fakat bunun mânâsı ne olabilir? Acaba dostum ani olarak öldü mü? Acaba bu onun ruhu mudur?"
Goethe evine geldi ve Frederic'i evde buldu. Saçları dimdik olmuştu. Bir ölü gibi sararmış halde geri çekildi. Ve "Hayalet devam ediyor" diye bağırdı. Dostu cevap verdi. "Fakat azizim, insan sadık dostunu böyle mi karşılar?" Goethe hem ağlayıp hem gülerek: "Ah bu defaki bir ruh değil, et ve kemikten yapılmış bir varlık" diye bağırdı. Ve iki dost kucaklaştılar.
Hadise şöyle olmuştu: Frederic, Goethe'nin evine gelmiş fakat yağmurdan ıslanmış olduğundan elbiselerini çıkarıp şairin geceliklerini, takkesini ve terliklerini giymişti. Bu halde iken koltuğa uzanıp uyumuştu. O da rüyasında Goethe'yi görmüştü ve Goethe ona şunları söylemişti: "Sen Weimar'dasın ha? Benim geceliklerimle.. takkemle, terliklerimle koca caddenin ortasına nasıl çıktın?"
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 52-54]
Dr.Burgess'in karısı ile ilgili uydurulmuş hurafeler.(S:54-56)
Astral Bedeni Müşahede
"Ruh ve Kâinat" da yine şöyle bir hadise nakledilir. Bu hadise Dr. Burgess tarafından dostu Dr. Hodgson'a yazılan mektupla anlatılmıştır. Mektupta şöyle denmektedir:
"Eşim 1902 senesi Mayıs ayının 23. Cuma günü saat 11.45'de ölmüştü. O gün öğleden sonra saat dörtte hasta ağırlaşmış ve bütün ümitler kesilmişti. Ben ölmekte olan hastanın yanında oturmuş elimle sağ elini tutuyordum. Saat 6.45'de odanın eşiği üzerinde ve havada paralel vaziyette duran, birbirinden ayrı üç küçük bulut gördüm. Boyları takriben dörder kadem uzunluğunda, hacimleri (oylumları) ise 6-8 parmak kadardı. Bu sırada ne odada, ne de dışarıda koridorda kimse yoktu. Bulutlar ağır ağır yatağa yaklaşıyorlardı. Biraz sonra yatağı tamamıyla sardılar. O anda hastanın yanında ve ayakta takriben üç kadem boyunda bir kadın şekli belirdi. Bu şekil saydamdı ve altın renginde parlak bir ziya neşrediyordu. Görünüşü fevkalade ihtişamlı idi. Üzerinde, eski Yunan tarzında, kolları geniş ve uzun bir elbise bulunuyordu. Başında bir çelenk taşıyordu. Ellerini eşimin başına uzatmış olduğu halde ayakta duruyordu. Bir misafiri sevinçle fakat aynı zamanda ciddiyetle karşılayan bir hali vardı. Etrafında kısmen görülebilen diğer bazı şekiller de dalgalanmakta idi.
Eşimin üzerinde de düz durumda uzanmış, çıplak beyaz bir şekil belirmişti. Bu şekil, ölmekte olan hastanın sol gözüne bir kordonla bağlanmış bulunuyordu. Bu, onun astral bedeni idi. Asılı gibi duran bu şekil bazan tamamıyla hareketsiz kalıyor, bazan da büzülerek 15 pusa kadar iniyordu. Şeklin bütün organları tam ve mükemmeldi. (Astral) bedenin her büzülüşünde şiddetli bir kurtuluş mücadelesi başlıyor ve bu sırada fizik bedende çırpınmalar görülüyordu. Sükunete kavuşunca Astral beden de tekrar eski halini alıyordu.
Eşimin son beş saatlik hayatı sırasında beni sersemleten bu vizyonu kesintisiz olarak gördüm. Bu vizyon, ancak gözlerimi kapadığım veya başka tarafa baktığım zaman kayboluyordu; fakat gözlerimi tekrar yatağa çevirdiğim zaman aynı vizyonu yine görüyordum. Bütün bu zaman içinde başımda kol ve bacaklarımda acaip bir ağırlık duyuyordum. Ve sanki uyuklar gibi gözlerimin kapandığını hissediyordum. Nihayet meş'um an geldi. Son bir titremeden sonra hastanın nefesi kesildi. Bu sırada astral bedenin kendisini kurtarmak için gayretini arttırdığını gördüm.
Son nefes ve çabalama ile birlikte astral bedeni fizik bedene bağlayan kordon koptu ve derhal astral beden diğer ruhi varlıklar ve bulutlarla birlikte kayboldu. O andan itibaren hissettiğim ağırlık da üzerimden kalktı."
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 54-56]
Ölüm anında ruhun görülebileceği yalanı.(S:56-61)
Ölüm Ânındaki Müşahedeler
Madam Florance Marryant anlatıyor: "Dostlarımın arasında medyumluk melekeleri üstün olan yüksek sosyeteye mensub genç bir bayan tanırım ki, bu kabiliyetini ancak birkaç yakını bilmektedir. Kendisi, bir sene evvel 20 yaşında, bulunan plöreziden hasta kızkardeşini kaybetmiş bulunuyordu. Edith (medyumun ismi) bu sırada bir dakika bile kızkardeşinin başı ucundan ayrılmamıştı. Duru görü (Clairvoyance) (Clairvoyance; başkalarının görmediği, gözle görülmeyen şeyleri görme kudreti) halinde ruhun bedenden yavaş yavaş ayrıldığını görmüştü.
Anlattığına göre zavallı hasta, hayatının son günü, son derece hassas, geveze ve heyecanlı bir hal almıştı. Sırt üstü yatağa uzanmış mütemadiyen anlaşılmayan sözler ve cümleler söylüyordu. Edith bu esnada, akıcı bir bulut şeklinde, hafif dumana benzeyen bir şeyin, hastanın başı ucunda toplanmakta olduğunu gördü.
Bulut yavaş yavaş yoğunlaşarak hastanın şeklini aldı. Rengi müstesna, her hususta tamamiyle kız kardeşine benziyor ve hastanın biraz üstünde, yüzü yere çevrilmiş olarak, havada dalgalanıyordu. Akşama doğru hasta sakinleşmeye başladı. Güneş battığı sıralarda hasta artık tamamiyle bitkin bir hal almış, son dakikalarını yaşıyordu.
Edith, o an titreyerek kızkardeşine baktı. Yüzü morarmış, bakışları bulanmıştı. Buna mukabil üst kısımdaki hayal, bu sırada, bedenden kendisini kurtararak tamamiyle teşekkül etmiş ve canlılık kazanmıştı. Hasta, hareketsiz ve şuursuz bir halde, yatağında serili yatarken üstünde dalgalanan hayal fluoresan ışığına benzeyen parlak kordonlarla onun kalbine, beynine ve hayati organlarına bağlı canlı bir hal almıştı.
Nihayet mühim an geldi; hayal hareket etmeğe başladı. Bu hareket hafif olmakla beraber, vücutta canlılık doğuruyordu. Edith, bu esnada, bu meraklı sahneyi seyre dalmıştı. Bu sırada, parlak iki şekil daha belirdi. Bunlar, büyük annesi ile büyük babası idi. Bu evde ölmüşlerdi. Her ikisi de, cesetten ayrı duran hayale doğru yaklaştılar. Onu şefkatle kucakladılar. O da, başını büyükbabasının omuzu üzerine bıraktı. Hastanın nefesi kesilinceye kadar bu halde kaldılar ve sonra hayal, kendisini cesede bağlayan parlak bağları kopararak ötekilerin kucaklarında, hep birlikte pencereden uçup gittiler."
Madam Joe Suell anlatıyor: "20 sene devam eden hasta bakıcılığım sırasında, bir çok ölüm vak'alarında, ölenlerin başları ucunda bulundum. Ölümü müteakip daima insan şeklinde ruhi bir varlık, cesedin üzerinde yükseliyor ve sonra gözden kayboluyordu."
Anlattığı vak'alardan birini aşağıda aktarıyoruz: "Maggie'nin annesi, ağır hasta olan kız kardeşinin yanına gitmiş ve yokluğu sırasında kızının yanında kalmamı benden rica etmişti. Kızı üç gün sonra, birdenbire ağırlaştı ve doktor yetişmeden kollarımın arasında son nefesini verdi. Bir ölümle ilk defa karşılaşıyordum. Kalbin durmasını müteakip, su buharına benzeyen bir şeyin cesetten ayrıldığını gördüm. Vücuttan çıkan bu buhar, yavaş yavaş yükselerek kendisine benzer şekilde yoğunlaşıyordu. Hatları evvela belirgin değilken, sonra yavaş yavaş beyaz sedef elbiseli bir insan şeklini aldı. Yüzü değişmemiş, ancak parlak bir şekil almıştı ve artık ızdıraplı çırpınmanın hatlarını taşımıyordu."
Meşhur medyumlardan A.J.Davis bir kadının vefatı esnasındaki müşahadelerini şöyle naklediyor: "Kadında canın çıkışı sırasında bedenin beyin kısmında vukua gelen ve her an artmakta olan kuvvetli bir yoğunlaşma beliriyordu. Yoğunlaşan bu şey, çırpınmalar azaldıkça ve vücuttaki sarılık arttıkça parlak ve ziya saçan bir hal alıyordu. Can çekişme sırasında görülen bu çırpınışların çekilen acı ile herhangi bir alakası olmayıp, ruh tarafından hissedilmezler. Bunlar tamamiyle organik olan bir takım hareketlerdir. Ölüm anı yaklaştıkça bedenin organları, boşalan torbalar gibi birer birer yatağa seriliyor, buna karşılık hastadan ayrı olarak, ruhî bir bedenin teşekkülü tamamlanıyordu. Can çekişen hastadan ilk kurtulan, ruhî bedenin baş kısmı oldu ve yavaş yavaş diğer kısımları da ayrılarak tam ruhi bir beden olarak kadının başı ucunda ayakta durdu. Bu iki vücudu birbirine, göbeklerinden, hayat bağı dediğimiz, parlak bir kordon bağlıyordu. Bu kordon kopunca bir parçası cesette kaldı. Herhalde cesedin derhal bozulmasına mani olan budur. Kadının ruhi bedeni serbestliğe yavaş yavaş alıştı ve birdenbire ne yapacağını kestirmiş gibi harekete geçerek evden çıktı. "
Dr. F.A.Kraft anlatıyor: "Birinci Dünya savaşında hudutta çarpışan bir nefer 1920 yılında hastahanede ölmüştü. Son nefesini vermeden iki dakika kadar evvel şöyle bağırıyordu: "Hanri, Şarl, demek sizler oradasınız... Artık, etrafa hep birlikte tırpan atarız. Ben iki seneden beri hastayım... ah... evet bekleyin.."
Ölenler, hemen bütün hallerde kendilerinden evvel ölmüş olan akraba ve arkadaşlarını görürler ve onlara isimleriyle seslenirler.
Bu konuda ilgi çekici bir başka vaka ise şudur: "Amerika iç harbi kalıntılarından, uyanık ve serbest fikirli eski bir savaşçı, yatağına uzanmış son saatini bekliyordu.
Bir çarşamba günü hasta, adetinin aksine, bir acelecilik göstererek muhtelif ricacılarla beni ısrarla istetti. Saat sekize doğru koğuşa girdiğim zaman elini kaldırarak yaklaşmam için bana işaret etti. Tasalı yüzü, sevinçli bir hal almıştı. Bana dedi ki: "Bu sabah saat üçte uyanmıştım. Gözlerim açık, hareketsiz yatıyordum. Birdenbire karyolamın ayak ucunda bir varlığın mevcudiyetini hissettim. Hiç bir korkum yoktu. Bilakis istirahat edebilmem için, ölümü istiyordum. Bu görünüş, bana bunu daha iyi anlamak imkanını vermiş oldu. Yavaş yavaş kardeşim James'in yüzünü tanıdım. Canlılığı açık şekilde belli idi. Bana doğru eğildi ve tarif edilemeyecek kadar kolay bir tesirle bana söylemek istediği şeyleri anlattı. Derhal evvelce biricik iyi dostum olan kardeşimle birlikte geçirdiğimiz hayatı bütün tafsilatı ile hatırladım. Konuşmaya başlayınca da sesini iyice tanıdım. Bana: "Maxvelle, önümüzdeki pazar günü sabah 11' de benimle birlikte geleceksin." dedi ve sonra kayboldu. İtiraf ederim ki, kendimi hakikaten bahtiyar hissediyorum. Bunun bir hayal veya aldığım ilaçların tesirinden mütevellid olmadığına katiyyen eminim.
Pazar günü hastanın başı ucunda idim. Sakin bir hali vardı. Saat 10'a doğru, hareketsiz yatıyor, hiçbir kelime söylememekle beraber, zaman zaman bana tanıdığını hissettirecek şekilde bakıyordu. Onbire çeyrek kala sağ elini kaldırdı ve sol tarafındaki köşeyi göstererek tamamiyle anlaşılan bir sesle: "Kardeşim James" dedi. Tam saat onbirde, daha evvel söylemiş olduğu gibi ruhu öteki aleme gitmek üzere cesedini terketti."
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 56-61 ]
Öldükten sonra kocasının hücumuna uğrayan kadın ve ölmüş annesinin sesini duyan rahip yalanı.(S:101-102)
Ölmüş Annenin Sesi
"İsviçreli şifacı Ernest Kapp, akıl hastalıklarını da tedavi etmekte idi. Bir doktor onu hususi bir hastaneye çağırdı. Çok tehlikeli bir kadın, hasta hakkında fikrini almak istiyordu. Kadın, bir devlet akıl hastanesine sevkedilmek üzere idi. Kapp, hastanın odasına girdiği zaman hemşire elinde bir iğne tutuyor, kadın da atılmağa hazırlanan bir kaplan gibi iki büklüm duruyordu. Hemşire, onun elini yakaladı, iğneyi koluna batırmak üzere idi ki, şifacı, enjeksiyon yapmamasını rica etti. Çünkü, eğer iğne yapılırsa kendisi hiçbir şey yapamayacaktı. Kendisini hasta ile yalnız bırakmalarını istedi. Hemşire, zilin yerini gösterdi ve çıktı.
Kapp, kadınla yüzyüze kaldı. O anda gözlerini kapayan rahip, yapması icap eden şeyin, kendisine bildirilmesi için dua etmeğe başladı. Sol kulağında ölmüş annesinin teganni eden sesini işitti; bir Alman ninnisi söylüyordu. "Ama burası Amerika, Almanya değil" diyecek oldu. Ses, teganniye devam ediyordu. Kendisi de ninniyi Almanca olarak söylemeğe başladı. Dördüncü kelimeye gelmişti ki, kadın tepeden tırnağa titremeğe başladı. Kapp, "şimdi üstüme saldıracak" diye düşündü. Fakat ninniye devam etti. İkinci mısra bittiği zaman kadın, hıçkırarak ağlamağa başlamıştı. Ve Almanca olarak, "Siz Allah'ın bana gönderdiği bir melek olmalısınız" dedi. Fevkalade bir klervayan (Clairvoyance) hassasına sahip olan Kapp, kadının üstüne çökmüş olan ağır absesyon bulutunun dağılıp gitmekte olduğunu görebiliyordu. Ayağa kalktı, ellerini hastanın üzerine koydu ve şükretti. Kadının sonradan Kapp'a anlattığına göre, kocası gırtlak kanserine yakalanmıştı. Kadın, ona gece gündüz bakıyordu. Bir gün, hastanın odasına girdiği zaman onu yerde kanlar içinde buldu, adam gırtlağını keserek intihar etmişti. O zamandan beri de kadın kocasının tasallutuna uğramıştı. Bir kaç dakika sonra Kapp, doktorla hastabakıcıya, yukarı çıkıp hastayı görmelerini söyledi. Kadın iyileşmişti. Derhal taburcu edildi."
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 101-102 ]
Ruh çağırma seanslarına iştirak eden ve etmeyen ruhlar uydurması. (S:102-103)
Yüce ve Süflî Ruhlar
Âlî ve temiz ruhlar, insanlar için koruyuculuk vazifesi yaparken, habis ve şerir ruhlar da insanlara zarar vermek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Zaten ruh çağırma seanslarına koşarak gelenler de ekseriyet itibariyle böyle ruhlar veya cinlerdir. Yoksa yüce ruhların öyle meclislere gelmesi mümkün değildir.
Fahreddin Razi dediğinde haklıdır. O şöyle demektedir: "Habis ruhlar davete icabette seri, kuvvetli ve güçlü ruhlar ise ağırdırlar."
Efendimizin ruhu ve diğer nebilerin ervahı, katiyyen böyle davetlere icabet edip gelmezler. İmam Rabbani, Abdülkadir-i Geylani, Muhyiddin İbn-i Arabi ve Bediüzzaman Hazretleri gibi âli ruhları da bu tür metodlarla davet imkânsızdır. Habis ve alçak ruhlardır ki, her türlü süflî davete koşarak gelirler. Cinlerin ayak takımı da böyle davetlere icabette seridirler.
Ve bunlar, aynı zamanda insanlara hasım ve düşmandırlar. Bütün şerlerin ve kötü şerârelerin altında bunlar bulunurlar. Karakter, irade ve ruh bakımından zayıf insanları tesir altına alır ve kullanırlar. Bunların eline düşmüş zavallı insanlara, tıp çeşitli isimler verir; "paranoyak", "şizofreni" der, fakat ekseriyetle de bu tür hastalıklara tıp şifa bulamaz. Zira, her türlü cinnet vak'asının altında kesinlikle şerir cinler ve habis ruhlar vardır. Öyledir ki, bu tür rahatsızlıklar çoğunlukla dua ve okumakla iyi olmaktadırlar.
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 102-3]
Fethullah Hoca'nın teyzesi ve anlattığı hurafeler.(S: 103-105)
Teyzem âbide, zâhide bir kadındı. Alvar İmamı'na da yürekten bağlıydı. Başından iki defa delirme hadisesi geçti. Birini ben hatırlamıyorum. Söylenen şu: Teyzem gece kalkmış tesbihini çekiyor. Bir ara, spiritualistlerin "Mekandan uzaklaşma" dedikleri hal oluyor ve teyzem seccadesinin üzerinde bir metre kadar havaya yükseliyor. Kocası bu durumu görünce endişe ediyor ve ayaklarından tutup onu yere çekiyor, teyzem de deliriyor, hatta mütecaviz bir hal alıyor. Öyle ki ancak zincirle zaptedebiliyorlar. Hattâ bir keresinde, düğün evinde ne kadar ayakkabı varsa hepsini toparlayıp tandıra atıyor ve elinde sopayla tandırın kapısı önünde nöbet tutuyor. Hiç kimse cesaret edip yanaşamıyor ve bütün ayakkabılar tandırda cayır cayır yanıyor... Nasılsa dedem arkasından yakalayıp onu oradan uzaklaştırıyor.. Daha sonra teyzeme birisi bir muska yazıyor. Hadisenin bundan sonrasını dayım şöyle anlatırdı:
"Misafir odasında oturuyorduk. O yine zincirle bağlıydı. Yazılan muska yerine konulduktan kısa bir müddet sonraydı ki, ağlamalı bir sesle: "Dadaş beni niye bağladınız ki?" dedi... Hemen çözdük. İyileşmiş ve tamamen eski haline dönmüştü..
İkinci delirmesine de ben şahid oldum. Küçüktüm, hafızlık yapıyordum. Alvar İmamı'nın torunu ilk dönemlerde hocamızdı. Birisi, bir iki kelimelik, pek de öyle hakaret olmayan bir söz sarfetti. Rahmetli dedem ve teyzem oturuyorlardı. O böyle deyince birdenbire bir çığlık kopardı: "Benim efendime ha?" dedi. Yine delirdi. Zorla arabaya koydular. Dedem onu götürdü. Psikiyatriye yatırdılar. Klinik, hastahanenin 4. katındaydı. Kendini 4. kattan aşağıya attı ama hiçbir şey olmadı. Bu hadise üzerine teyzemin kocası Erzurum'dan bir hocaya gidip muska yaptırdı. Teyzem anında şifa buldu ve gayet sakin olarak eve döndü
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 103-5 ]
Fincan kullanarak ruh çağırma yalanı.(S: 136-139)
Sinir mütehassısı olan bir arkadaşımız bulunduğum yerde yedek subaylık yaparken, bir zamanlar şahid olduğu bir vak'ayı bana aynen şöyle anlatmıştı: "Bir yerde fincan kullanarak ruhları çağırıyorlardı. Bu fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırıyorduk ki, oraya şeytan geldi. "Kimsin?" dedik. "Şeytan" diye yazdı. Hepimiz ürperdik. Hazret-i Âdem'den beri, insanlığın bu ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Sordum:
-Sana Meyve'nin Altıncı Meselesini okusam dinler misin?
-Dinlerim, dedi ve okumaya başladım:
..........
Evet, ben okurken o, misallere "evet", misallerin gösterdikleri hakikatlara "hayır" çekip durdu. Ve sonra, kendisine "Cevşen okuyayım mı?" diye teklif ettim. "Oku" dedi. Ben Cevşenü'l-Kebir'i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar sür'atli hareket ediyordu ki, parmağımla zabtedemiyordum. Bir aralık düştü. Hatta bir aralık "bırak şu gırgırı" diye de yazıvermişti.
Beyin mimarımız diyor ki: "Şu asırda bir kısım kimseler maddî vücudlarını atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücud giyseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar."
İşte bu fincan deneyinde de aynı netice görülüyor. Şeytan, Cevşen okunurken, "Bırak şu gırgırı" diyor. Cevşen'den rahatsız oluyor. İnsî hemcinslerine nasıl da benziyor!..
Bazıları "ruh çağırıyoruz" diyorlar.. herhalde gelenlerin cinler olması ihtimali daha güçlü. Böylece bunlar, cinne, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddi, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir, zannediyorum. Şimdikilerin yaptıkları ise maskaralıktan başka bir şey değil.
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 136-9 ]
Hoca'nın ermişliği.(S: 139-141)
Berzahî Tablolar
Edremit-Avcılar'da kamp yapıyorduk. Bir ara emniyetin bu ma'sum kampa baskın yapacağı şâyiası duyulmaya başladı. İşte o günlerden birinde, öğle yemeğinden sonra "Ashab-ı Bedir"i okudum. Sırtımı çadır direğine vermiş oturuyordum. Biraz içim geçmişti ki bu, eskilerin "Beyne'n-nevm ve'l-yakaza" (Uyku ile uyanıklık arası) dedikleri haldir. Baktım tuğlu sancaklı, ellerinde mızrakları okları, gürül gürül bir ordu. Kampta tarlaların olduğu tarafta duruyorlar. Birisi mi söyledi, öyle mi anladım, yoksa biz Ashab-ı Bedir'iz mi dediler bilemiyorum. Ashab-ı Bedr'in geldiği kanaatine vardık. Ben öyle hayran hayran onları seyrediyordum ki bulunduğum yer, sanki birden bire kale kapısı gibi bir şey oldu, ben söveleri kalınca tahtadan bu kapının verasında durmuş onlara bakıyorum. Biri güç gösterme manasına elindeki demir kalemi (Kalem, mızraktan daha küçük elle atılan bir harp aletidir) öyle bir salladı ki, o kalın tahta kapıyı deldi geçti ve ben müthiş bir heyecanla uyandım.
(Bir kaç defa) rüyamda Ashab-ı Bedir'i görmüşümdür. Kampta da öyle oldu. Hatta bir iki defa da rüyamda kendimi onların içinde harbe gidiyormuş gibi görüyor ve "Allah Allah! Ashab-ı Bedr'in içinde bulunuyorum ama, ben onlardan çok sonra geldim, nasıl olur da onlarla beraber olurum?" diye düşünüyor ve hayret ediyordum. Zannediyorum onların bazılarını seçebiliyordum da; ama kamptaki müşahedemde fertleri tam seçemiyordum. Her halde sadece Hz. Hamza'yı tanıyabilmiştim. Daha sonra meydana çıktı ki tam o dakikalarda, kampa baskın yapmak isteyen bir grup, tam yol ayrımına gelince trafik kazası olmuş ve onların arabaları cayır cayır yanmış. Daha sonra bu arabayı biz de gördük. Zaten yolumuzun üstündeydi. Demek ki, o demir kalemin atılması, misal aleminde bu neticeye işaretmiş. Kapının görünmesi ise, inayet altında olduğunun emaresiymiş. Yani bu mini rüyada sahabi, sanki oradakilere: "Siz inayet ve koruma altındasınız. Dava, düşünce, duygu bir olunca, aynı Nebi'nin arkasında da bulununca, zaman ve asırlar bizi sizden ayıramaz. Birimiz dünyada, birimiz ukbada, birimiz şarkda, birimiz garbda da olsak yanyanayız" demektedir.
Evet, böyledir; elverir ki çizgi korunsun. Aynı frekansta bulunulsun. Aksi halde sesimizi onlara duyuramayız. Onların sesini de alamayız.
[ Varlığın Metafizik Boyutu 1, M.F.Gülen, Feza A.Ş., Zaman Gzt., 1998, S: 139-141]