GENÇ DEDİĞİN BÖYLE OLUR
Kur’an’da genç/fetâ
‘el-Fetâ’ الفَتَا Kur’an’da türevleriyle birlikte on âyette geçiyor.
‘Fetâ’, taze genç/delikanlı demektir. Araplarda genç hizmetçilere çoğunlukla bir edep
İfadesi olarak ‘fetâ/delikanlı’ denmesi âdet olmuştur.1
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hizmetçilerinize kölem, cariyem” demeyiniz; delikanlım/genç (fetâye, fetâyetî) deyiniz.”2
Şüphesiz ki bir kimseye ‘kölem, hizmetçim, yamağım’ demek ile ‘kardeşim, genç, genç arkadaşım veya ismiyle; Ahmedim, Hasanım demek arasında büyük fark vardır. Birinci hitap şeklinde karşıdaki aşağı görme, kibir vardır. Diğerinde ise mütevazılık, karşısındakine Allah’ın yarattığı gibi değer vermek onu onore etmek söz konusudur. Değil mi insan zaten keremli/değerli yaratılmıştır. (İsra, 17/70)
Eskiden ilim öğrenmek için bir âlimin yanına gelen öğrencilere de ‘fetâ’ denilirdi.
‘Feta’ köle ve cariye anlamına da gelmektedir. Kur’an’da bu manada kullanılıyor. (Yusuf, 12/30. Nisa, 4/25)
Hz. Musa’nın bir gençle yolculuğu
Kur’an şöyle diyor:
“Ey Muhammed! Bir vakit Musa genç yardımcısına demişti ki: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim yahut senelerce gideceğim.
Fakat iki (denizin) birleştiği yere vardıklarında balıkları bütünüyle akıllarından çıktı ve denize dalıp gözden kayboldu.
Ve biraz uzaklaştıktan sonra (Musa) yardımcısına: “Öğlen azığımızı çıkar” dedi, “doğrusu, bu yolculuk bizi bir hayli yordu!”
(Yardımcısı): “Olacak şey mi, bu” dedi, “O kayanın yanında dinlenmek için durduğumuzda, nasıl olduysa, balığı unutmuşum. Bunu olsa olsa bana Şeytan unutturmuş olacak! Tuhaf şey, nasıl da yol bulup suya ulaştı!”
(Musa heyecanla): “Demek, aradığımız yer orası(ydı)!” diye bağırdı. Ve izleri üzerine hemen geri döndüler.” (Kehf, 18/60-64)
Hz. Musa’nın bu yolculuğu ne zaman yaptığını, hangi iki denizin birleştiği yere kadar yürüdüğünü bilmiyoruz. Ama belli ki burada bir mesaj, bir ibret dersi veya bir hakikat saklı. Hem Hz. Musa’ya hizmet eden gencin sadakatinden, hem Hz. Musa’nın esrarengiz yolculuğunun başlangıcından bahsediliyor. Bu noktadan sonra Hz. Musa (a.s.), halkın Hızır bildiği, Allah’ın kendisine ilim verdiği bir kimse ile ilginç bir yolculuğa çıkacak.
Ubey b. Kâ’b Peygamber (s.a.s.)’den şöyle dinlemiş: “Musa (r.a.) İsrailoğullarına konuşmak için ayağa kalktı. Kendisine insanların en bilgilisi kim diye soruldu. O da Benim dedi. İlmi Allah’a havale etmediği için yüce Allah ona sitem etti. Ona şunu vahyetti: Benim iki denizin birleştiği yerde bir kulum var. O senden daha bilgilidir. Musa: Rabbim, onunla nasıl görüşebilirim diye sorunca; yüce Allah şöyle vahyetti: Beraberinde bir balık alırsın, onu bir zenbile koyarsın. Balığı kaybedeceğin yerde o kulumu bulursun.”3
Yine bir hadiste anlatıldığına göre Hz. Musa genç yardımcısına balığın ondan ayrılma zamanını ona bildirmesini söyledi. Ancak o uykuda iken balık zenbilde kıpırdamaya başladı. Genç, Hz. Musa’yı uyandırmayayım derken balık denize doğru süzülüp gitti. Ertesi gün Hz. Musa azığı isteyince genç balığın durumunu ona haber verdi. Hz. Musa bunun üzerine asıl aradıkları kimsenin orada olduğunu anladı.4
Bazı kaynaklar her ne kadar âyette geçen gencin Hz. Yusuf’un torunlarından Yûşa b. Nûn veya Hz. Musa’nın kız kardeşinin oğlu olduğunu söyleseler de, burada önemli olan onun kimliği değil, rolü, eylemi ve sembolize ettiği sadakattir.
Kaynaklar bu gencin Hz. Musa’ya uzun yıllar hizmet ettiğini ve ondan çok şey öğrendiğini, onun vefatından sonra da İsrailoğullarına peygamberlik ve yöneticilik yaptığını da eklerler.
Eğer kaynakların haber verdiği doğru ise bu ödül; onun Hz. Musa’ya bağlılığının, ona tabi oluşunun, onun terbiye halkasına dâhil oluşunun bir sonucudur. Allah’ın Hz. Musa aracılığıyla gönderdiği Hakka iman etmenin, onları hayatına ölçü olarak almanın bir neticesidir. Hz. Musa’ya yardımın, kurtuluşun ancak bir peygamberin tebliğ ettiği Hak din ile mümkün olacağını anlamanın ve bunun gereğinin yapmanın sonucudur.
Belli ki Hz. Musa, ‘haydi, birlikte gidiyoruz’ derken o hiç itiraz etmedi. ‘İki denizin birleştiği yer de neresi, niçin gidiyoruz?’ demedi. Hatta Hz. Musa gerekirse daha da ileriye gideceğim derken o ‘ben bu işde yokum’ diye sızlanmadı. Çünkü o Hz. Musa’nın Allah’ın izniyle hareket ettiğinden emindi. Verilen görevi hakkıyla yaptı. Yanına söylenilen yol azığını aldı ve efendisine tabi olarak yola çıktı.
Belki de bu yolculuğun hikmetini, hedefi ve güzel sonucunu tahmin etmişti. Zira peşine gittiği sıradan bir insan değil; vahiy alan bir peygamberdi. Mecara peşinde koşan bir maceracı, keşfe çıkan bir kâşif, define arayan bir define arayıcısı değil; insanları doğru yola davet etmekle görevli yüce bir elçi idi.
Burada genç bir adamın imanındaki samimiyetini, saflığını ve teslimiyetini, Allah yolundaki çabasını bulmak mümkün. ‘Feta’ kelimesinin anlamından herketle bunu ister genç/yiğit/delikanlı olarak, ister hizmetçi/yardımcı/köle diye anlayalım; sonuçta hem onun görevinin önemine, hem de onun bu görevi yerine getirmedeki samimiyetine işaret ediliyor.
O ismi gibi fetâ idi, yani yiğit ve delikanlıydı. Bu örnek zımnen günümüz gençlerine; siz de hakikat yolunun yolcuları olun, siz de insanları vahiyle doğru yola çağıran Elçiye tabi olun, siz de sormluluk alın ve bunu hakkıyla yerine getirin, siz de işinizde ciddi, iddiaanızda samimi, ibadetlerinizde ihlaslı olun, ümitlerinizde Allah’a güvenip dayanın denmektedir.
Genç dediğin böyle olur
Kur’an’da pek çok genç örnek olarak gösteriliyor. Onların hayatlarında ders alınacak pek çok sahneler görmekteyiz. Bunların içerisinde Hz. Âdem’in başka bir oğlu tarafından öldürülen ilk mazlum oğlu ciddi bir örnektir.
Âdem’in bir oğlu
Âdem’in oğullarından iki tanesi Allah'a yakınlaşmak amacıyla birer kurban adadılar. Ancak bir tanesinin kurbanı kabul edildi, diğerininki edilmedi. Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyen diğerine yekten, sebepsiz; “Seni mutlaka öldüreceğim” dedi. Kurbanı kabul edilenin tam inanmış ve ihlâslı mü’min cevabıydı:
“...Allah, ancak takva sahiplerinin (korkup-sakınanların) kurbanını kabul eder. Eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, seni öldürmek için ben sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben alemlerin Rabbi Allah'tan korkarım. (Maide, 5/27-28)
Bu olayda iblisin, insanın zaafları ve hırsları üzerinde icra ettiği ciddi ve tehlikeli bir faaliyetle karşılaşıyoruz. Âdem’in iki oğlu arasında geçen bu olay, tarih içerisinde var olan, zamanımıza kadar sürüp gelen iki zıt kutubun, iki ayrı seçimin mücadelesinin başlangıcıdır.
Bu iki zıt kutup; Allah'ı ve O'nun nebiler aracılığıyla gönderdiği ölçüleri kabul edip, hayatını bu ölçülere göre yaşamak isteyenlerle; iblisin iğvasıyla (kandırmasıyla) kendi görüşünü en doğru kabul edip, hayatını dilediği gibi yaşayanlardır.
Bu iki zıt kutup; Allah'ın mutlak hâkim olduğuna inanıp ona göre davrananlar ile Allah yokmuş gibi hareket edenlerdir. Ya da kendi helal-haram sınırını, hüküm koyma hakkını Allah’a rağmen çizmeye kalkışanlardır.
Bu mücadele bir anlamda iblisten yana olanlar ile Allah'tan yana olanların, ikin dünyalı yaşayanlar ile tek dünyalı yaşayanların mücadelesidir.
Bu mücadelede Allah'tan yana olanların tavrı; davet, irşad, merhamet, ısındırma, sakındırma, hatırlatma, öğüt verme ve yanlıştan vaz geçirmeye çalışmadır. İblis taraftarlarının tavrı ise; hile, aldatma, tehdit, gaddarlık, zulüm, baskı, yıldırma, hakları gasb, yalancılık, açgözlülük ve din istismarıdır.
Bir taraf yeryüzünü ve orada insanlar için var edilen geçinme kaynaklarını hak ölçüleri içerisinde paylaşmayı, başkasının elindekine göz dikmemeyi, aç gözlü ve kıskanç olmamayı öğütlerken, karşı taraf bütün adalet ölçülerini bir tarafa atıp her şeye sahip olmayı, hüküm ve otoritenin kendinde olmasını arzu etmektedir.
Belli ki mazlum oğul, kardeşine etki edip bu korkunç cinayetten vaz geçirmeye uğraştı. Kardeşinin ruhundaki ihtiras ve kıskançlık ateşini almayı denedi. “Böyle yapma, bu takvaya aykırıdır, senin ve benim günahımı yüklenirsin, zalimlerden olursun, cehenneme gidersin” dediyse de başarılı olamadı.
Burada, Allah’a ve O’nun ilk Peygamber ile gönderdiği hükümlere samimiyetle teslim olan, nefse değil vahyi esas alan, ilk toplum için indirilen bütün ölçüleri kabul edip o çerçevede yaşanaya çalışan, fitne, ihtiras, haksızlık ve kıskançlıktan uzak olan bir genç ile Allah'ın ölçülerini reddeden, kendi ihtiraslarının ve nefsinin esiri olan, iblisin vesveselerine aldanan isyancı genç tipi tanıtılıyor.
Mazlum oğul üzerine düşeni yaptı, payına düşene razı oldu, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi tercih etti. Diğeri ise iblisin yaptığının bir benzerini yaptı ve kardeşinin kanını akıttı. Allah’ın sınırlarını tanımadı, onları aştı ve sonunda zarar edenlerden oldu. Daha da kötüsü bu kötü genç günümüze dek sürecek olan haksız yere kan dökme âdetini başlattı. Artık bundan sonra bütün kan dökücüler, bütün muhterisler, bütün haksız iktidar tutkunları, bütün mülkiyete sahip olmayı üstünlük görenler bu genci, namı diğer Kabil’i örnek alacaklar.
Kur’an bu örneği verirken aslında bütün gençlere zımnen; ‘Âdem’in mazlum oğlu gibi olun, ama asla ilk katil oğlu gibi olmayın’ demektedir.
Mağarada uyuyan gençler
Kur’an, zamanın putperest sultanına karşı açık yüreklilikte karşı duran, onların atalarının dinlerinden yüz çeviren cesur gençlere ‘el-fetâ الفَتَا’ diyor ve onları ‘Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakim’ olarak şereflendiriyor. Kitabında onların kısasını bize anlatarak onları ölümsüzleştiriyor.
Ashab-ı Kehfi’in gençleri her açıdan müstesna, mükemmel ve ilginç örnektir. Bazı kaynaklara göre onlar saraya mensup prenslerdi. Belki de zengin, kuvvetli, otorite sahibi olan babaları veya çevreleri vardı. Bugün babalarının sahip olduğu saltanata yarın kendileri sahip olacaklardı. Hoşlarına gidecek her zevk, kullanabilecekleri her imkân, nefislerine hitap eden her eğlence, istediklerine ulaşabilecek her türlü kudrete sahiptiler. Belki de refah, bolluk, zevk ve süsler içinde yaşıyorlardı.
Ancak onlar, tıpkı tarihte nice hak yolunun yolcuları gibi, bu dünya hayatının süslü ve nefse hitap eden tarafını değil, kalplerine doğan ilahi nur ile kendilerini Allah’a götürecek, öldükten sonra da işlerine yarayacak bir inancı, bir hayat biçimini seçtiler. İçinde bulundukları ortamın, çevrelerinin yaşadığı hayatın, atalarının takip ettiği putperstlik dininin doğru yol olmadığını anladılar. Âlemlerin Rabbi Allah’a teslim oldular. Bütün o zevk ve sefayı, saltanatı ve kudreti, makamları ve asilzadeliği, süslü elbiseleri ve saltanat nişanlarını bir tarafa attılar. Her türlü tehlikeyi göze alarak bir olan Allah’a iman ettiklerini açıkladılar.
Gençliğin de ömür gibi fani olduğunu, elde olan her şeyin geçici olduğunu, her şeyin günün birinde biteceğini, son bulacağını anladılar ve son bulmayacak olan bir güce bağlandılar.
Allah (c.c.) onların çok zor şartlar altındaki bu samimi tercihlerinden razı oldu. Bir mağaraya sığınmalarını sağladı ve onları 309 sene mağarada uykuda sakladı. Böylece hem kendi gücünü, hem hayatın sınırlı oluşunu, hem de Allah rızası için bir şeyin tercih edilmesinin ne kadar büyük bir kazanç olduğunu göstermek istedi.
İşte gençlik, işte gençler... Mükemmel örnekler... Hayran bırakan bir tavır... Gıpta edilebilecek bir sonuç...
Mağarada 309 yıl ölmeden uyumak ve müslüman gönüllerde sonsuza kadar hakikatin güçlü şahitleri olarak yaşamak...
Bu mükemmel sonuç; her şeye rağmen kendilerine başkaları tarafından uygun görülen bir inancı, bir hayat biçimini, bir anlayışı değil, Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı ve O’na ibadeti tercih etmenin mükâfatıdır. Bu sonuç, nefsin değil kalbin sesini dinlemenin, geçici değil kalıcı olanı seçmenin, münker (kötülüğü) değil ma’rufu (iyi olanı) tercihin ödülüdür.
Gençlerin mağarada bu kadar uzun süre tutulmalarının bir sebebi de şu olabilir: Uyanık olun ey gençler, bugün gençsiniz, güçlüsünüz, deli dolusunuz. Ama bu dem geçicidir. Her şey fani olduğu gibi gençlik çağları da fanidir. Her şey gelip geçici olduğu gibi gençlik de gelip geçicidir. İşte Ashab-ı Kehf 309 yıl bir mağarada genç olarak uyutuldukları halde, nihayet o gençlik de gitti. Ne onlardan ne gençliklerinden hiç bir eser kalmadı.
Ama onların imanları, teslimiyetleri, cesaretleri ve salih amelleri gelecek nesillere miras ve örnek kaldı.
Ashab-ı Kehf kıyamete kadar gençlerin önünde neyi tercih etmeleri konusunda ölümsüz bir örnek olarak durmaktadır.
Peygamber oğlu peygamber
Kur'an henüz gençliğin başlarında olan İsmail'i (a.s.) de kıyamete kadar gelecek olan bütün gençlerin örneği yaptı.
“Ve (bir gün, çocuk, babasının) tutum ve davranışlarını anlayıp paylaşacak olgunluğa eriştiğinde babası şöyle dedi: “Ey yavrucuğum! Rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm: bir düşün, ne dersin?” (İsmail): “Ey babacığım” dedi, “sana emredilen neyse onu yap: İnşallah beni sıkıntıya göğüs gerenler arasında bulacaksın!”
Fakat ikisi Allah'ın emri (olarak gördükleri)ne kendilerini teslim edince ve (İbrahim) onu yüzüstü yatırınca, kendisine seslendik: “Ey İbrahim, sen şimdiden o rüya(nın amacı)nı yerine getirmiş oldun!” İşte iyilik yapanları Biz böyle ödüllendiririz: çünkü bu, gerçekten apaçık bir sınama idi.” (Saffat, 37/102-106)
Hz. İsmail, ucunda kesin ölüm olan bu denemeyi başarı ile tamamladı. Boynunu uzattı, teslim oldu, Rabbinin emrine razı oldu. Canı O verdi, O alacak. Er veya geç, bugün veya yarın... Ne fark ederdi. Kendisi çok çok güçlü olsa da ölümü başından savamayacağını iyi biliyordu. O Allah’ın takdirine hakkıyla iman etmişti. Bu imanın isbatı kişin en değerli varlığı olan canını en yüce kapıya yaklaşmak için armağan olarak da vermekti. O da buna hazırdı.
Ayette de görüldüğü gibi, bunun karşılığını da kat kat aldı. Allah (c.c.) ona babasıyla birlikte yeryüzünde ilk mabet olan Kâbe’nin yapımı şerefini bağışladı. Babasıyla birlikte kıyamete kadar hayır ile yâd edilenlerden oldu. Ne zaman zemzem söz konusu olsa veya içilse, onunla birlikte hatırlanır oldu. Zira zemzem ona ve fedakâr annesine ölümsüz bir hediye idi. Daha da önemlisi İsmail (a.s.) Kâinatın Efendisinin atası olma şerefine nail edildi. İşte iyilik yapanlar işte böyle ödüllendirilir.
Hz. İsmail gençlerin önünde müstesna, mükemmel, canlı bir örnek olarak durmaktadır. Daha niceleri gibi!
Arşın gölgesini hak eden gençler
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah (c.c.) yedi grup insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır: Adil devlet başkanı. Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç. Kalbi mescidlere bağlı müslüman, birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan. Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine "Ben Allah'tan korkarım" diye yaklaşmayan yiğit. Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse. Tenhada Allah'ı anıp gözyaşı döken kişi.”5
İşte örnek bir genç, örnek bir yiğit: Allah'a kulluk içinde serpilip büyüyen genç.Gençlik yıllarını inandığı dinin çizdiği sınırlarda geçiren, nefsini Allah'ın emirlerine muhalefetten koruyan, heva ve heveslerin, şehevî duyguların, gemlenmesi güç arzuların etkisine karşı koyup kulluğa/ibadete sarılan genç… Şüphesiz ki böyle birinin bu tavrı Rabbine karşı saygısının, sorumluluğunun sonucudur. Allah'ın emirlerine sarılıp günahlardan kaçınmak büyük bir kazançtır. Hele bu, gençlik yıllarında gerçekleştirilmişse, her türlü takdirin üstündedir.
Kalbi mescidlere sevgi ile bağlı müslüman genç. Hem mescidleri seven, hem mescidlerin imarına katkıda bulunan ve her açıdan onları yaşatan, hem de mescidlere cemaat olarak devam eden bir genç övgüye layıktır.
Güzel ve mevki sahibi bir kadının gayr-i meşru davetine “Ben Allah'tan korkarım” diye yaklaşmayan yiğit (fetâ). Böylesine bir çağrıya “Ben Allah'tan ve koyduğu sınırları aşmaktan korkarım” diyerek yaklaşmayan, nefsini çok istemesine rağmen ğayr-i meşru bir ilişkiden koruyan genç gerçekten büyük bir yiğitlik göstermiş olur.
Bu şekilde bir takva ahlakı kuşananlara ne mutlu.
Kur’an Allah’tan hakkıyla korkanlara, ya da Allah’a karşı saygılı davrananlara pek çok ödül verir. Bu ödüllerden biri de şudur: “… Ve Allah, Kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıyan herkese, muhakkak bir çıkış yolu sağlar.” (Talak, 65/4)
Bu çıkış yoluna güzel bir örnek de Peygamber’in (s.a.s.) anlattığı kişilerin durumudur.
“Bir zamanlar üç kişi yolculuğa çıkmıştı. Akşam olunca geceyi geçirmek üzere bir mağaraya girdiler. Derken dağdan kopan bir kaya-mağaranın ağzına düştü ve çıkış yolunu kapattı. Bunun üzerine aralarında şöyle konuşmaya başladılar:
— Yaptığınız iyi işleri anarak Allah'a yalvarmaktan başka kurtuluş yolu yoktur.
Bundan sonra her biri kendince Allah katında kabul edildiğini umduğu bir salih ameli anlatarak Allah’tan yardım istedi. Onlardan biri şöyle dedi:
— Ya Rabbî amcamın bir kızı vardı. o*nu herkesten çok seviyordum. o*na sahip olmak istedim; fakat teklifimi kabul etmedi. Nihayet bir yıl çok kıtlık oldu. Amcamın kızı bana yardım için başvurdu. Kendini bana teslim etmesi şartıyla yüz yirmi dinar vermeyi teklif ettim; kabul etti. Tam o*na sahip olacakken:
— Allah' tan kork! Meşru olmayan bir şekilde beni elde etme! dedi.
O*nu herkesten çok sevdiğim hâlde; bu söz üzerine o*nu bıraktım. Verdiğim paraları da geri almadım. Allah'ım! Eğer bu işi senin rızanı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar!
Bu üç kişinin duası kabul olundu ve mağaradan kurtuldular.6
Günümüzdeki müslüman gençlerin bu gibi kimseleri, Kur’an’da öğütlenen tavırları ve Peygamberin hayatında şekillenen kulluk anlayışını örnek almalarını, bu gençler gibi olmaya azmetmelerini umarız.
Unutmamak gerekir ki Peygamber’e öncelikle inanan ve O’na davasında yardım eden gençlerdi. Ve bu gençler ileride hem İslâmın en büyükleri oldular, hem de Allah’ın yardımını gördüler. Hem dünya da, hem ahirette izzete ve şerefe kavuştular.
Dipnotlar:
1- İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/127-128. Isfehânî, el-Müfredat s: 560
2- Buharî, İlim/44, Enbiya/27. Müslim, Fezâil/170. Tirmizî, Tefsir/18. Darimî, F. Kur’an/24
3- Buharî, İlim/44 no: 122, Tefsir/18 no: 4726. Müslim Fedail/170 no: 6163. Tirmizî, Tefsir/18 no: 3179
4- Buharî, Tefsir/18 no: 4726
5- Buhari, Ezan/36, Zekat/16, Rikak/24. Müslim, Zekat/91. Tirmizî, Zühd/53; Nesaî, Kudat/2
6- Buhari, İcare/12. Müslim, Zikir/27 no: 2743
Hüseyin Kerim ECE / Vuslat Dergisi
Kur’an’da genç/fetâ
‘el-Fetâ’ الفَتَا Kur’an’da türevleriyle birlikte on âyette geçiyor.
‘Fetâ’, taze genç/delikanlı demektir. Araplarda genç hizmetçilere çoğunlukla bir edep
İfadesi olarak ‘fetâ/delikanlı’ denmesi âdet olmuştur.1
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hizmetçilerinize kölem, cariyem” demeyiniz; delikanlım/genç (fetâye, fetâyetî) deyiniz.”2
Şüphesiz ki bir kimseye ‘kölem, hizmetçim, yamağım’ demek ile ‘kardeşim, genç, genç arkadaşım veya ismiyle; Ahmedim, Hasanım demek arasında büyük fark vardır. Birinci hitap şeklinde karşıdaki aşağı görme, kibir vardır. Diğerinde ise mütevazılık, karşısındakine Allah’ın yarattığı gibi değer vermek onu onore etmek söz konusudur. Değil mi insan zaten keremli/değerli yaratılmıştır. (İsra, 17/70)
Eskiden ilim öğrenmek için bir âlimin yanına gelen öğrencilere de ‘fetâ’ denilirdi.
‘Feta’ köle ve cariye anlamına da gelmektedir. Kur’an’da bu manada kullanılıyor. (Yusuf, 12/30. Nisa, 4/25)
Hz. Musa’nın bir gençle yolculuğu
Kur’an şöyle diyor:
“Ey Muhammed! Bir vakit Musa genç yardımcısına demişti ki: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim yahut senelerce gideceğim.
Fakat iki (denizin) birleştiği yere vardıklarında balıkları bütünüyle akıllarından çıktı ve denize dalıp gözden kayboldu.
Ve biraz uzaklaştıktan sonra (Musa) yardımcısına: “Öğlen azığımızı çıkar” dedi, “doğrusu, bu yolculuk bizi bir hayli yordu!”
(Yardımcısı): “Olacak şey mi, bu” dedi, “O kayanın yanında dinlenmek için durduğumuzda, nasıl olduysa, balığı unutmuşum. Bunu olsa olsa bana Şeytan unutturmuş olacak! Tuhaf şey, nasıl da yol bulup suya ulaştı!”
(Musa heyecanla): “Demek, aradığımız yer orası(ydı)!” diye bağırdı. Ve izleri üzerine hemen geri döndüler.” (Kehf, 18/60-64)
Hz. Musa’nın bu yolculuğu ne zaman yaptığını, hangi iki denizin birleştiği yere kadar yürüdüğünü bilmiyoruz. Ama belli ki burada bir mesaj, bir ibret dersi veya bir hakikat saklı. Hem Hz. Musa’ya hizmet eden gencin sadakatinden, hem Hz. Musa’nın esrarengiz yolculuğunun başlangıcından bahsediliyor. Bu noktadan sonra Hz. Musa (a.s.), halkın Hızır bildiği, Allah’ın kendisine ilim verdiği bir kimse ile ilginç bir yolculuğa çıkacak.
Ubey b. Kâ’b Peygamber (s.a.s.)’den şöyle dinlemiş: “Musa (r.a.) İsrailoğullarına konuşmak için ayağa kalktı. Kendisine insanların en bilgilisi kim diye soruldu. O da Benim dedi. İlmi Allah’a havale etmediği için yüce Allah ona sitem etti. Ona şunu vahyetti: Benim iki denizin birleştiği yerde bir kulum var. O senden daha bilgilidir. Musa: Rabbim, onunla nasıl görüşebilirim diye sorunca; yüce Allah şöyle vahyetti: Beraberinde bir balık alırsın, onu bir zenbile koyarsın. Balığı kaybedeceğin yerde o kulumu bulursun.”3
Yine bir hadiste anlatıldığına göre Hz. Musa genç yardımcısına balığın ondan ayrılma zamanını ona bildirmesini söyledi. Ancak o uykuda iken balık zenbilde kıpırdamaya başladı. Genç, Hz. Musa’yı uyandırmayayım derken balık denize doğru süzülüp gitti. Ertesi gün Hz. Musa azığı isteyince genç balığın durumunu ona haber verdi. Hz. Musa bunun üzerine asıl aradıkları kimsenin orada olduğunu anladı.4
Bazı kaynaklar her ne kadar âyette geçen gencin Hz. Yusuf’un torunlarından Yûşa b. Nûn veya Hz. Musa’nın kız kardeşinin oğlu olduğunu söyleseler de, burada önemli olan onun kimliği değil, rolü, eylemi ve sembolize ettiği sadakattir.
Kaynaklar bu gencin Hz. Musa’ya uzun yıllar hizmet ettiğini ve ondan çok şey öğrendiğini, onun vefatından sonra da İsrailoğullarına peygamberlik ve yöneticilik yaptığını da eklerler.
Eğer kaynakların haber verdiği doğru ise bu ödül; onun Hz. Musa’ya bağlılığının, ona tabi oluşunun, onun terbiye halkasına dâhil oluşunun bir sonucudur. Allah’ın Hz. Musa aracılığıyla gönderdiği Hakka iman etmenin, onları hayatına ölçü olarak almanın bir neticesidir. Hz. Musa’ya yardımın, kurtuluşun ancak bir peygamberin tebliğ ettiği Hak din ile mümkün olacağını anlamanın ve bunun gereğinin yapmanın sonucudur.
Belli ki Hz. Musa, ‘haydi, birlikte gidiyoruz’ derken o hiç itiraz etmedi. ‘İki denizin birleştiği yer de neresi, niçin gidiyoruz?’ demedi. Hatta Hz. Musa gerekirse daha da ileriye gideceğim derken o ‘ben bu işde yokum’ diye sızlanmadı. Çünkü o Hz. Musa’nın Allah’ın izniyle hareket ettiğinden emindi. Verilen görevi hakkıyla yaptı. Yanına söylenilen yol azığını aldı ve efendisine tabi olarak yola çıktı.
Belki de bu yolculuğun hikmetini, hedefi ve güzel sonucunu tahmin etmişti. Zira peşine gittiği sıradan bir insan değil; vahiy alan bir peygamberdi. Mecara peşinde koşan bir maceracı, keşfe çıkan bir kâşif, define arayan bir define arayıcısı değil; insanları doğru yola davet etmekle görevli yüce bir elçi idi.
Burada genç bir adamın imanındaki samimiyetini, saflığını ve teslimiyetini, Allah yolundaki çabasını bulmak mümkün. ‘Feta’ kelimesinin anlamından herketle bunu ister genç/yiğit/delikanlı olarak, ister hizmetçi/yardımcı/köle diye anlayalım; sonuçta hem onun görevinin önemine, hem de onun bu görevi yerine getirmedeki samimiyetine işaret ediliyor.
O ismi gibi fetâ idi, yani yiğit ve delikanlıydı. Bu örnek zımnen günümüz gençlerine; siz de hakikat yolunun yolcuları olun, siz de insanları vahiyle doğru yola çağıran Elçiye tabi olun, siz de sormluluk alın ve bunu hakkıyla yerine getirin, siz de işinizde ciddi, iddiaanızda samimi, ibadetlerinizde ihlaslı olun, ümitlerinizde Allah’a güvenip dayanın denmektedir.
Genç dediğin böyle olur
Kur’an’da pek çok genç örnek olarak gösteriliyor. Onların hayatlarında ders alınacak pek çok sahneler görmekteyiz. Bunların içerisinde Hz. Âdem’in başka bir oğlu tarafından öldürülen ilk mazlum oğlu ciddi bir örnektir.
Âdem’in bir oğlu
Âdem’in oğullarından iki tanesi Allah'a yakınlaşmak amacıyla birer kurban adadılar. Ancak bir tanesinin kurbanı kabul edildi, diğerininki edilmedi. Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyen diğerine yekten, sebepsiz; “Seni mutlaka öldüreceğim” dedi. Kurbanı kabul edilenin tam inanmış ve ihlâslı mü’min cevabıydı:
“...Allah, ancak takva sahiplerinin (korkup-sakınanların) kurbanını kabul eder. Eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, seni öldürmek için ben sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben alemlerin Rabbi Allah'tan korkarım. (Maide, 5/27-28)
Bu olayda iblisin, insanın zaafları ve hırsları üzerinde icra ettiği ciddi ve tehlikeli bir faaliyetle karşılaşıyoruz. Âdem’in iki oğlu arasında geçen bu olay, tarih içerisinde var olan, zamanımıza kadar sürüp gelen iki zıt kutubun, iki ayrı seçimin mücadelesinin başlangıcıdır.
Bu iki zıt kutup; Allah'ı ve O'nun nebiler aracılığıyla gönderdiği ölçüleri kabul edip, hayatını bu ölçülere göre yaşamak isteyenlerle; iblisin iğvasıyla (kandırmasıyla) kendi görüşünü en doğru kabul edip, hayatını dilediği gibi yaşayanlardır.
Bu iki zıt kutup; Allah'ın mutlak hâkim olduğuna inanıp ona göre davrananlar ile Allah yokmuş gibi hareket edenlerdir. Ya da kendi helal-haram sınırını, hüküm koyma hakkını Allah’a rağmen çizmeye kalkışanlardır.
Bu mücadele bir anlamda iblisten yana olanlar ile Allah'tan yana olanların, ikin dünyalı yaşayanlar ile tek dünyalı yaşayanların mücadelesidir.
Bu mücadelede Allah'tan yana olanların tavrı; davet, irşad, merhamet, ısındırma, sakındırma, hatırlatma, öğüt verme ve yanlıştan vaz geçirmeye çalışmadır. İblis taraftarlarının tavrı ise; hile, aldatma, tehdit, gaddarlık, zulüm, baskı, yıldırma, hakları gasb, yalancılık, açgözlülük ve din istismarıdır.
Bir taraf yeryüzünü ve orada insanlar için var edilen geçinme kaynaklarını hak ölçüleri içerisinde paylaşmayı, başkasının elindekine göz dikmemeyi, aç gözlü ve kıskanç olmamayı öğütlerken, karşı taraf bütün adalet ölçülerini bir tarafa atıp her şeye sahip olmayı, hüküm ve otoritenin kendinde olmasını arzu etmektedir.
Belli ki mazlum oğul, kardeşine etki edip bu korkunç cinayetten vaz geçirmeye uğraştı. Kardeşinin ruhundaki ihtiras ve kıskançlık ateşini almayı denedi. “Böyle yapma, bu takvaya aykırıdır, senin ve benim günahımı yüklenirsin, zalimlerden olursun, cehenneme gidersin” dediyse de başarılı olamadı.
Burada, Allah’a ve O’nun ilk Peygamber ile gönderdiği hükümlere samimiyetle teslim olan, nefse değil vahyi esas alan, ilk toplum için indirilen bütün ölçüleri kabul edip o çerçevede yaşanaya çalışan, fitne, ihtiras, haksızlık ve kıskançlıktan uzak olan bir genç ile Allah'ın ölçülerini reddeden, kendi ihtiraslarının ve nefsinin esiri olan, iblisin vesveselerine aldanan isyancı genç tipi tanıtılıyor.
Mazlum oğul üzerine düşeni yaptı, payına düşene razı oldu, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi tercih etti. Diğeri ise iblisin yaptığının bir benzerini yaptı ve kardeşinin kanını akıttı. Allah’ın sınırlarını tanımadı, onları aştı ve sonunda zarar edenlerden oldu. Daha da kötüsü bu kötü genç günümüze dek sürecek olan haksız yere kan dökme âdetini başlattı. Artık bundan sonra bütün kan dökücüler, bütün muhterisler, bütün haksız iktidar tutkunları, bütün mülkiyete sahip olmayı üstünlük görenler bu genci, namı diğer Kabil’i örnek alacaklar.
Kur’an bu örneği verirken aslında bütün gençlere zımnen; ‘Âdem’in mazlum oğlu gibi olun, ama asla ilk katil oğlu gibi olmayın’ demektedir.
Mağarada uyuyan gençler
Kur’an, zamanın putperest sultanına karşı açık yüreklilikte karşı duran, onların atalarının dinlerinden yüz çeviren cesur gençlere ‘el-fetâ الفَتَا’ diyor ve onları ‘Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakim’ olarak şereflendiriyor. Kitabında onların kısasını bize anlatarak onları ölümsüzleştiriyor.
Ashab-ı Kehfi’in gençleri her açıdan müstesna, mükemmel ve ilginç örnektir. Bazı kaynaklara göre onlar saraya mensup prenslerdi. Belki de zengin, kuvvetli, otorite sahibi olan babaları veya çevreleri vardı. Bugün babalarının sahip olduğu saltanata yarın kendileri sahip olacaklardı. Hoşlarına gidecek her zevk, kullanabilecekleri her imkân, nefislerine hitap eden her eğlence, istediklerine ulaşabilecek her türlü kudrete sahiptiler. Belki de refah, bolluk, zevk ve süsler içinde yaşıyorlardı.
Ancak onlar, tıpkı tarihte nice hak yolunun yolcuları gibi, bu dünya hayatının süslü ve nefse hitap eden tarafını değil, kalplerine doğan ilahi nur ile kendilerini Allah’a götürecek, öldükten sonra da işlerine yarayacak bir inancı, bir hayat biçimini seçtiler. İçinde bulundukları ortamın, çevrelerinin yaşadığı hayatın, atalarının takip ettiği putperstlik dininin doğru yol olmadığını anladılar. Âlemlerin Rabbi Allah’a teslim oldular. Bütün o zevk ve sefayı, saltanatı ve kudreti, makamları ve asilzadeliği, süslü elbiseleri ve saltanat nişanlarını bir tarafa attılar. Her türlü tehlikeyi göze alarak bir olan Allah’a iman ettiklerini açıkladılar.
Gençliğin de ömür gibi fani olduğunu, elde olan her şeyin geçici olduğunu, her şeyin günün birinde biteceğini, son bulacağını anladılar ve son bulmayacak olan bir güce bağlandılar.
Allah (c.c.) onların çok zor şartlar altındaki bu samimi tercihlerinden razı oldu. Bir mağaraya sığınmalarını sağladı ve onları 309 sene mağarada uykuda sakladı. Böylece hem kendi gücünü, hem hayatın sınırlı oluşunu, hem de Allah rızası için bir şeyin tercih edilmesinin ne kadar büyük bir kazanç olduğunu göstermek istedi.
İşte gençlik, işte gençler... Mükemmel örnekler... Hayran bırakan bir tavır... Gıpta edilebilecek bir sonuç...
Mağarada 309 yıl ölmeden uyumak ve müslüman gönüllerde sonsuza kadar hakikatin güçlü şahitleri olarak yaşamak...
Bu mükemmel sonuç; her şeye rağmen kendilerine başkaları tarafından uygun görülen bir inancı, bir hayat biçimini, bir anlayışı değil, Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı ve O’na ibadeti tercih etmenin mükâfatıdır. Bu sonuç, nefsin değil kalbin sesini dinlemenin, geçici değil kalıcı olanı seçmenin, münker (kötülüğü) değil ma’rufu (iyi olanı) tercihin ödülüdür.
Gençlerin mağarada bu kadar uzun süre tutulmalarının bir sebebi de şu olabilir: Uyanık olun ey gençler, bugün gençsiniz, güçlüsünüz, deli dolusunuz. Ama bu dem geçicidir. Her şey fani olduğu gibi gençlik çağları da fanidir. Her şey gelip geçici olduğu gibi gençlik de gelip geçicidir. İşte Ashab-ı Kehf 309 yıl bir mağarada genç olarak uyutuldukları halde, nihayet o gençlik de gitti. Ne onlardan ne gençliklerinden hiç bir eser kalmadı.
Ama onların imanları, teslimiyetleri, cesaretleri ve salih amelleri gelecek nesillere miras ve örnek kaldı.
Ashab-ı Kehf kıyamete kadar gençlerin önünde neyi tercih etmeleri konusunda ölümsüz bir örnek olarak durmaktadır.
Peygamber oğlu peygamber
Kur'an henüz gençliğin başlarında olan İsmail'i (a.s.) de kıyamete kadar gelecek olan bütün gençlerin örneği yaptı.
“Ve (bir gün, çocuk, babasının) tutum ve davranışlarını anlayıp paylaşacak olgunluğa eriştiğinde babası şöyle dedi: “Ey yavrucuğum! Rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm: bir düşün, ne dersin?” (İsmail): “Ey babacığım” dedi, “sana emredilen neyse onu yap: İnşallah beni sıkıntıya göğüs gerenler arasında bulacaksın!”
Fakat ikisi Allah'ın emri (olarak gördükleri)ne kendilerini teslim edince ve (İbrahim) onu yüzüstü yatırınca, kendisine seslendik: “Ey İbrahim, sen şimdiden o rüya(nın amacı)nı yerine getirmiş oldun!” İşte iyilik yapanları Biz böyle ödüllendiririz: çünkü bu, gerçekten apaçık bir sınama idi.” (Saffat, 37/102-106)
Hz. İsmail, ucunda kesin ölüm olan bu denemeyi başarı ile tamamladı. Boynunu uzattı, teslim oldu, Rabbinin emrine razı oldu. Canı O verdi, O alacak. Er veya geç, bugün veya yarın... Ne fark ederdi. Kendisi çok çok güçlü olsa da ölümü başından savamayacağını iyi biliyordu. O Allah’ın takdirine hakkıyla iman etmişti. Bu imanın isbatı kişin en değerli varlığı olan canını en yüce kapıya yaklaşmak için armağan olarak da vermekti. O da buna hazırdı.
Ayette de görüldüğü gibi, bunun karşılığını da kat kat aldı. Allah (c.c.) ona babasıyla birlikte yeryüzünde ilk mabet olan Kâbe’nin yapımı şerefini bağışladı. Babasıyla birlikte kıyamete kadar hayır ile yâd edilenlerden oldu. Ne zaman zemzem söz konusu olsa veya içilse, onunla birlikte hatırlanır oldu. Zira zemzem ona ve fedakâr annesine ölümsüz bir hediye idi. Daha da önemlisi İsmail (a.s.) Kâinatın Efendisinin atası olma şerefine nail edildi. İşte iyilik yapanlar işte böyle ödüllendirilir.
Hz. İsmail gençlerin önünde müstesna, mükemmel, canlı bir örnek olarak durmaktadır. Daha niceleri gibi!
Arşın gölgesini hak eden gençler
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah (c.c.) yedi grup insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır: Adil devlet başkanı. Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç. Kalbi mescidlere bağlı müslüman, birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan. Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine "Ben Allah'tan korkarım" diye yaklaşmayan yiğit. Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse. Tenhada Allah'ı anıp gözyaşı döken kişi.”5
İşte örnek bir genç, örnek bir yiğit: Allah'a kulluk içinde serpilip büyüyen genç.Gençlik yıllarını inandığı dinin çizdiği sınırlarda geçiren, nefsini Allah'ın emirlerine muhalefetten koruyan, heva ve heveslerin, şehevî duyguların, gemlenmesi güç arzuların etkisine karşı koyup kulluğa/ibadete sarılan genç… Şüphesiz ki böyle birinin bu tavrı Rabbine karşı saygısının, sorumluluğunun sonucudur. Allah'ın emirlerine sarılıp günahlardan kaçınmak büyük bir kazançtır. Hele bu, gençlik yıllarında gerçekleştirilmişse, her türlü takdirin üstündedir.
Kalbi mescidlere sevgi ile bağlı müslüman genç. Hem mescidleri seven, hem mescidlerin imarına katkıda bulunan ve her açıdan onları yaşatan, hem de mescidlere cemaat olarak devam eden bir genç övgüye layıktır.
Güzel ve mevki sahibi bir kadının gayr-i meşru davetine “Ben Allah'tan korkarım” diye yaklaşmayan yiğit (fetâ). Böylesine bir çağrıya “Ben Allah'tan ve koyduğu sınırları aşmaktan korkarım” diyerek yaklaşmayan, nefsini çok istemesine rağmen ğayr-i meşru bir ilişkiden koruyan genç gerçekten büyük bir yiğitlik göstermiş olur.
Bu şekilde bir takva ahlakı kuşananlara ne mutlu.
Kur’an Allah’tan hakkıyla korkanlara, ya da Allah’a karşı saygılı davrananlara pek çok ödül verir. Bu ödüllerden biri de şudur: “… Ve Allah, Kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıyan herkese, muhakkak bir çıkış yolu sağlar.” (Talak, 65/4)
Bu çıkış yoluna güzel bir örnek de Peygamber’in (s.a.s.) anlattığı kişilerin durumudur.
“Bir zamanlar üç kişi yolculuğa çıkmıştı. Akşam olunca geceyi geçirmek üzere bir mağaraya girdiler. Derken dağdan kopan bir kaya-mağaranın ağzına düştü ve çıkış yolunu kapattı. Bunun üzerine aralarında şöyle konuşmaya başladılar:
— Yaptığınız iyi işleri anarak Allah'a yalvarmaktan başka kurtuluş yolu yoktur.
Bundan sonra her biri kendince Allah katında kabul edildiğini umduğu bir salih ameli anlatarak Allah’tan yardım istedi. Onlardan biri şöyle dedi:
— Ya Rabbî amcamın bir kızı vardı. o*nu herkesten çok seviyordum. o*na sahip olmak istedim; fakat teklifimi kabul etmedi. Nihayet bir yıl çok kıtlık oldu. Amcamın kızı bana yardım için başvurdu. Kendini bana teslim etmesi şartıyla yüz yirmi dinar vermeyi teklif ettim; kabul etti. Tam o*na sahip olacakken:
— Allah' tan kork! Meşru olmayan bir şekilde beni elde etme! dedi.
O*nu herkesten çok sevdiğim hâlde; bu söz üzerine o*nu bıraktım. Verdiğim paraları da geri almadım. Allah'ım! Eğer bu işi senin rızanı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar!
Bu üç kişinin duası kabul olundu ve mağaradan kurtuldular.6
Günümüzdeki müslüman gençlerin bu gibi kimseleri, Kur’an’da öğütlenen tavırları ve Peygamberin hayatında şekillenen kulluk anlayışını örnek almalarını, bu gençler gibi olmaya azmetmelerini umarız.
Unutmamak gerekir ki Peygamber’e öncelikle inanan ve O’na davasında yardım eden gençlerdi. Ve bu gençler ileride hem İslâmın en büyükleri oldular, hem de Allah’ın yardımını gördüler. Hem dünya da, hem ahirette izzete ve şerefe kavuştular.
Dipnotlar:
1- İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/127-128. Isfehânî, el-Müfredat s: 560
2- Buharî, İlim/44, Enbiya/27. Müslim, Fezâil/170. Tirmizî, Tefsir/18. Darimî, F. Kur’an/24
3- Buharî, İlim/44 no: 122, Tefsir/18 no: 4726. Müslim Fedail/170 no: 6163. Tirmizî, Tefsir/18 no: 3179
4- Buharî, Tefsir/18 no: 4726
5- Buhari, Ezan/36, Zekat/16, Rikak/24. Müslim, Zekat/91. Tirmizî, Zühd/53; Nesaî, Kudat/2
6- Buhari, İcare/12. Müslim, Zikir/27 no: 2743
Hüseyin Kerim ECE / Vuslat Dergisi