İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler
İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
HADÎS İNKÂRCILIĞI FİTNESİ ve KENDİLERİNE SORULAR!
Hadîs munkirleri, Peygamberimizi postacı olarak kabul ederler:
Allah’a hamd, Rasûlüne salât ve selâm olsun.
Çağımızın en ciddi fitnelerinden birisi Hadîs inkârcılığıdır... Zira Sünnet ve Hadîslerin inkâr edilmesi, Peygamberle ve onun Ashâbıyla olan tüm bağların kopartılması anlamı taşımaktadır. Örneksiz, modelsiz, pratiği olmayan bir din algısının kabulü anlamına gelmektedir. Kur’ân’ın doğru anlaşılmasında Rasûlün pratik örnekliğinin yerine aklî ve fikrî yaklaşımları, kişisel anlayış ve tercihleri, hevâ ve hevesleri koymak demektir. Oysa Yüce Allah, bu uygulamaları ortadan kaldırıp, insanları vahye, kendi irâdesine ve murâdına çağırmak adına kendi içlerinden Peygamberler göndermiştir. O Peygamberler de insanlara Allah’tan gelenleri hem değiştirmeden ulaştırmışlar hem de kendilerinden bir şeyler katmadan Allah’ın emrettiği ve gösterdiği şekilde açıklamışlar, tebyîn etmişlerdir. Bu nedenle Allah’ın Kitâbının anlaşılmasında birinci kaynak yine Kitâbın kendisidir. Daha sonra ise Rasûlün açıklamaları ve Sünnetidir. Kur’ân ve Sünnet, et ile kemik ve ruh ile beden gibidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak, -mânen- hayat damarlarını koparmaya benzer. Kitâbı arkaya atmak ne kadar yanlış ise, Sünnet-i Seniyye’yi elinin tersiyle itip arkaya atmak da o denli yanlış bir davranıştır!
Peki, Hadîs inkârcılığı nedir?
Hadîs inkârcılığında gayr-i ilmî metod; zâhiren yani dış görünüşü itibariyle Kur'ân'a aykırı sanılan Hadîslerin "uydurma" olduğunu söylemektir. Hadîslere, ilimsizce olan bu yaklaşım tarzına, "Hadîs Meâlciliği" denmektedir. Hadîs inkârcıları, "Hadîs Usûlü" ilmini kabul etmezler. Usûl ilmini kabul etmedikleri içindir ki, pek çok Hadîsin Kur’ân'a aykırı olduğunu söylerler! Oysa o Hadîslerin, âlimler tarafından yapılmış meşru te'vîlleri (açıklamaları) bulunmaktadır. Hadîslere usulsüzce yaklaşanların yaptıkları, Peygambere ait olan sözleri -parçacı mantıkla- cımbızlayarak, onlara kendi anladıkları şekilde anlamlar vererek, onların Kur’ân'a aykırı olduğunu iddia etmekten ibârettir. Âdeta onlar, Peygamberimizin Hadîslerinin anlamları konusunda, Rasûlullah'ın niyetini okurcasına cur'etkâr davranmaktadırlar! Fakat Hadîs kitaplarında, o Hadîs'in altında yer alan, şerhlere bakmaya tenezzül dahi etmemektedirler. Zira onlara göre ilim; Kur'ân'ın metni üzerinden "zâhiricilik", meâli üzerinden de "meâlcilik" yapmaktan ibârettir! Onlar, ümmetin âlimlerinin ve tüm Ummet-i Muhammed'in yolunu terk ederek, Kur’ân'ı kendi anlayışlarına uydurmaya çalışmaktadırlar! Bâtıl olan bu yolda Hadîs, Hadîs Usûlü, Tefsîr, Tefsîr Usûlü, Fıkıh, Fıkıh Usûlü, Akâid gibi ilimlerin hiçbir kıymeti yoktur! Onlar, "ilim sadece Kur’ân'dır" derler! Gerekçe olarak da, korunmuş tek kaynak olduğunu söylerler. Elbette ki, Kur’ân'ın metni korunmuştur. Peki, insanların akılları da korunmuş mudur?
Zira o Kitâbı, kendi akıllarıyla yorumlamaktadırlar! Allah'ın Kelâmı olduğunda şubhe olmayan o mubârak Âyetlere, Allah'ın murâdına aykırı anlamlar yüklemek, o Kitâbın Âyetlerini tahrîf etmek/bozmak ve neticede de Allah'ın Âyetlerine iftirâ etmek değil midir?
Sormak lazımdır... Allah, gönderdiği Kitâbının pratiğini Peygamberinin şahsında göstermemiş midir?
Göstermişse -ki Kur’ân bunu açıkça ifade ediyor ve o Peygambere uymayı da emrediyor- ; bu durumda o Peygamberin, Kur’ân'ın canlı pratiği olan Sünneti delil değil midir?
"Peygamberin örnekliği, o günün insanları için delil idi; bugün itibariyle, onun Hadîslerine ve Sünnetine bâtıl şeylerin karışmış olma ihtimali vardır" deniliyorsa; deriz ki: Allah, o günün insanlarına ayrı, daha sonraki asrın insanlarına -hâşâ- kıyâmete kadar geçerli ayrı/başka bir din veya ayrı bir şerîat mı göndermiştir?
Ya da Allah, Peygamberimiz döneminde farz kıldığı ve Ashâba öğrettiği dini, daha sonraki asırlarda korumaktan âciz mi kalmıştır?
Yahud da Allah, Peygamberini göndererek ilk başlarda geçerli kıldığı dinin tamamlayıcı parçası olan Sünnet-i Seniyye’yi, -hâşâ- korumaktan âciz kaldıktan sonra, geçersiz kılarak, -el-Hakîm ismine zıt bir yaklaşım olarak- hikmetsiz bir iş mi yapmak zorunda kalmıştır?
Hadîs munkirleri bu ve bunun gibi sorular üzerinde Allah için tefekkür etsinler!
Peygamberi sadece "Allah'ın Postacısı" olarak görenlere sorarız: Sahabe-i Kirâm da, sizin gibi, Rasûlullah'a sadece postacı gözüyle mi bakıyorlardı?
"Evet" diyecek olursanız, bu durumda onların tüm hayatlarını, Rasûlün hayatına benzetme çabalarının anlamı ne idi, diye sorarız!
Ayrıca, Allah, neden postacı olarak bir insan gönderdi?
Kitâbını, bir insan vasıtasıyla olmadan kullarına ulaştırmaktan âciz miydi?
Ve bu Kitap, neden parça parça 23 yılda tamamlandı. Peygamberimiz, sadece bir postacı olsaydı, postacılık vazifesini yerine getirmekte acele etmesi gerekmez miydi?
Allah niye bu kadar uzun bir zaman diliminde parça parça Âyetlerini indirerek, Peygamberine böylesi bir vazife yükledi?
Bu vazife ne idi ki, böyle uzun sürdü?
Bu süre içinde başka sorumlulukları mı vardı acaba?
Rabbimiz, İsrâ Sûresinin 95. Âyetinde, eğer kendilerine Peygamber gönderilenler melekler olsaydılar, o zaman onlara "melek peygamber" göndereceğini haber vermektedir: "De ki: Eğer yeryüzünde yerleşmiş yürüyen melekler olsaydı, Biz onlara gökten melek bir Peygamber gönderirdik."(İsrâ, 95)
İnsana, "insan peygamber" gönderilmesinin hikmeti nedir o zaman? ...
Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "Nitekim aranızda size Âyetlerimizi okuyan, sizi tertemiz yapan, size Kitab ve Hikmeti öğreten, bilmediğiniz şeyleri size bildiren sizden bir Peygamber gönderdik." (Bakara, 151)
Bu Âyette, Peygamberimizin vazifeleri sayılıyor:
1- Allah'ın Âyetlerini okumak,
2- İnsanları tezkiye etmek (temizleyib arındırmak), 3- Onlara Kitâbı öğretmek,
4- Onlara Hikmeti öğretmek,
5- Onlara bilmedikleri şeyleri öğretmek.
Peygamberimizin bu vazifelerinin tamamına kısaca –getirdiği mektubu açıb okumadan sahibine teslim etmekle sorumlu bir postacının hali gibi- “Kur’ân'ı insanlara ulaştırıb, kenara çekilmek” anlamı vermeye kalkışmak ne kadar büyük bir cehâlettir?
Görüldüğü gibi; Âyetleri okumak ayrı bir görev, Kitâbı öğretmek ayrı bir görevdir. Bunun yanında Hikmeti öğretmek, insanların bilmedikleri şeyleri onlara bildirmek ve neticede de onları arındırmak ayrı görevlerdir. Bunların hepsini aynı anlama hamletmek nasıl mümkün olabilir?
Bu görevler; teblîğ, tebyîn, ta’lîm, terbiye, güzel örneklik, insanlara bilmediklerini ve anlamadıklarını bildirmek, gerektiği yerlerde onların sorularını cevablamak ve bizzat kendisi de Kur’ân’a uyarak Kur’ân’ın pratiğinin nasıl olacağını fiilî Sünnetiyle göstermek sûretiyle İslâm’ı en güzel şekilde ikmâl etmektir. Rabbimiz, Kitâbını hak olarak Rasûlüne indirmiştir ki, o da insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hükmetsin (Nisâ, 105).
Âyette geçen: “Allah’ın sana gösterdiği şekilde” kaydı çok önemlidir. Peygamberimiz bile Âyetlerin pratiğinde Allah’ın bildirdiği şekilde hareket ederken, bugün insanların Âyetlere keyfî anlamlar yükleyerek, indî görüşlerle hükümler çıkarmaları nasıl câiz olabilir?
Bunu Rasûlullah bile yapamaz! Hatta bu konuda Peygamberimize uyarılar bile bulunmaktadır (Mâide, 67; Hâkka, 44-47).
Bu dinde mutlak hüküm sahibi sadece Allah Teâlâ’dır. Birilerinin bu din adına bilmeden konuşmaları ve ilim sahiplerinin uyarılarını önemsememeleri doğru değildir. Rabbimiz, Allah ve Rasûlüne uyan İslâm âlimlerinin sözlerine itaati emretmektedir (Nisa, 59, 83; Nahl, 43; Enbiyâ, 7).
Usûl ilminde bir kâide vardır: İhtilâfu’l esmâ yedullu alâ ihtilâfi’l-ma’nâ.
Yani “isimlerin farklı olması (yani farklı kelimeler kullanılmış olması), mananın da farklı olduğunu gösterir...” Bakara, 151’de Rasûlün vazifeleri adına beş ayrı şey sayılmıştır. Bunların hepsi biri diğerinden farklılık arz eden görevlerdi. Bunların hepsi aynı anlama gelir ki, o da Kur’ân’ı insanlara ulaştırmaktır, denemez.
“Bize Kur’ân yeter” diyenlere, Allah Rasûlünün teblîğ ettiği din yetmiyor mu?
"Bize Kur'ân yeter, başka kaynaklara ne gerek var?" diyerek Kur'ân'dan başka hiç ama hiç kitap okumayan, başka kaynak kabul etmeyen kimselerin zaman içinde ya meâlci ya zâhirici ya Sünnet ve Hadîs inkârcısı ya ictihâd ve mezheb inkârcısı ya da diğer 72 bid'at fırkalarının savundukları görüşlere uygun yollar tuttukları ve Nisâ, 115'de zikredilen "mü'minlerin yolundan başka yollara" girdikleri görülmüştür. Bu Âyete dikkat edin, bir kimsenin Allah'ın dosdoğru yolundan çıkıp başka yollara girmesinin asıl nedeni Peygambere karşı gelmektir. Peygambere karşı gelmekten maksad, onun Sünnetine, Hadîslerine, Hakk'ın katından gelip de hak üzere açıkladığı dine ve o dinin hükümlerine karşı gelmektir. Yoksa "Peygambere karşı gelmek" sadece ona "yüz yüze karşı çıkmak" değildir. O günün muşrikleri ve kâfirleri, Rasûlullah aleyhisselâm'a yüz yüze de karşı çıkarak, Peygamberimizin teblîğ ettiklerini, söylediklerini ve açıkladıklarını kabul etmiyorlardı. Fakat Peygamberimizin vefâtından sonra ona karşı gelmek, onun Sünnetini ve Hadîslerini kabul etmemek suretiyle gerçekleşmektedir. Yüce Rabbimizin bu ve benzeri Âyetleri sadece Peygamberimizin yaşadığı dönemle sınırlı ve Râsulün vefâtından sonrasına hitab etmiyor denilemeyeceğine göre bu hususta daha dikkatli olmak gerekmektedir. Zira Rabbimizin bu uyarısı, insanların dalâlete nasıl düşeceklerini ortaya koymaktadır. Ve dalâlet yolunu seçen o kimseleri de, hakkı görüb, İlâhî gerçekleri kabul etmedikleri sürece o yolda bırakacağını ve sonuçta da cehenneme atacağını haber vermektedir. Unutmayalım, Kur’ân hem lafzıyla hem de manasıyla Allah’ın Kelâmıdır. Lafzını alıb da manasını atmak Kur’ân’a iman etmek anlamına gelmez. Bu nedenle de Peygamberimizin risâlet görevlerinden birisi, insanlara kendilerine indirilenleri tebyîn etmektir, açıklamaktır (Nahl, 44). Rabbimiz, hem Sünnet ile hem de Kur’ân’ın Kur’ân’la Tefsiri yöntemiyle Âyetlerini açıklamasaydı, herkes dilediği anlamı çıkarmaya kalkışırdı. Aynı asla (Kur’ân’a/vahye) iman iddiasına rağmen, ortaya çıkan farklı inançlara, farklı yaşam tarzlarına, farklı ahlâk öğretilerine –birbirlerinin zıddı olmalarına rağmen- Tevhîd ya da İslâm denilebilir miydi? Hüküm ve Hikmet sahibi Yüce Allah böyle bir şeyin olmasını dilemediği için, dinini bizzat Peygamberi vasıtasıyla açıklamalı ve uygulamalı olarak da kullarına gösterdi. Rasûl’ün ahlâkı Kur’ân’dır. O aleyhisselâm, - Allah’a ve âhirete iman eden, o günde necât ümidi taşıyan ve Allah’ı çokça zikredenler için- “Kur’ân’ın hayata nasıl aktarılacağı konusunda” ideal bir model ve en güzel örnektir (Ahzâb, 21). Kur'ân, "güzel bir örnek" olarak bize takdîm ettiği Rasûlullah'a uymamızı, tâbi olmamızı ve kendisini örnek almamızı emretmektedir (Âl-i İmrân, 31, 32).
"Bize Kur'ân yeter" cümlesi, İslâm'da ilk büyük fitneyi çıkarak Hâricilerin "Hüküm ancak Allah'ındır" sözüne benzemektedir. Ali (r.anh), nasıl ki o kimselerin bu sözüne karşı: "Kendisiyle bâtıl kastedilen hak söz" dediyse; "Bize ancak Kur'ân yeter" diyenlerin sözü de Kur’ân’ın eksik ve yetersiz olmadığı noktasında doğru/hak söz olsa da, herkesin İslâm adına her meseleyi açık olarak bu Kitab’da bulamayacağı gerçeğine nisbetle de –söyleyenin niyeti açısından- yanlış/bâtıl bir sözdür. Evet, bu sözün zâhiri hak ama bâtını bâtıl olan bir sözdür. Kur’ân’da olmamak ile bulamamak ayrı şeyler olduğu gibi, Kur’ân’a aykırı olmak ile bir meseleyi Kur’ân’da açık olarak görememek de farklı şeylerdir. Zira Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın Kelâmıdır, Kadîm’dir, Mûcizu’l Beyân’dır, Cevâmiu’l Kelim’dir. Mûcizu’l Beyân; beyanı/açıklamaları i’câzlı, belîğ, benzerini getirmekte akılları âciz bırakan, mu’cize bir Kitab demektir. Cevâmiu’l Kelim ise; câmialı anlamlar içeren sözler demektir. Kur’ân’ın Âyetlerinde, zâhirinin altında çok derin anlamlar, hükümler, hikmetler ve incelikler bulunmaktadır. Âyetin sadece zâhirine ve meâline bakarak hüküm vermek asla doğru değildir. İlimsizce Âyetler üzerinde konuşmak İslâm dininde helâl ve haram belirlemeye yeltenmek anlamına gelmektedir. Bu da Allah’a iftirâ etmektir ki, Allah’a karşı yalan uyduranlar iflâh olmazlar (Nahl, 116).
Hadîs inkârcılarına soruyoruz:
Yüce Allah, Ahzâb Sûresinin 21. Âyetinde Peygamberimizde güzel örnek olduğunu bildiriliyor. Yani her Müslümanın örnek alması gereken insan Muhammed aleyhisselâm’dır.
Diğer taraftan Kur’ân’da kâfirlerin ebedî azab yeri cehennemden bahsediliyor ve oradan sakınmamız emredilirken; iman edenlerin ebedî nimetler yurdu olan cennetlerden bahsediliyor ve orayı kazanmak için çalışmamız gerektiği söyleniyor.
Burada şöyle bir soru ortaya çıkıyor. Cenneti kazanmak için kimi örnek almamız gerekiyor?
Cevab ise: Kur’ân’ın haber verdiği gibi; Allah’ın Rasûlüdür.
O halde; cennetin yolu Peygamberi güzelce örnek almaktan geçiyor ise, Peygamberimizi nasıl örnek alacağız? Sorusunu soruyoruz…
Bu sorunun muhâtabı, Sünnet ve Hadîs inkârcılarıdır. Nitekim defalarca sorduğumuz halde cevab kaçamak bir üslupta: “Kur’ân’dadır” şeklindedir. Zaten bu insanlar savundukları her şey için “Kur’ân’da var” derlerken bir türlü açıkça o konuya dair Âyeti gösteremiyorlar!
Bu noktada Hadîs inkârcısına diyoruz ki: “Sen Kur’ân’ı bizden daha iyi biliyorsun(!). Buyur, Kur’ân-ı Kerîm’i; bize Peygamberin örnekliğinde cenneti kazanmamızı sağlayacak Âyetleri ve onun pratik örnekliğine dair tafsîlî Âyetleri göster, diyoruz. Göster ki, pratik olarak o Âyetlerle Rasûle uyabilelim.
Arkadaş, bir türlü Rasûlullah’ın örnekliğinin pratik ve tafsîlî misalleri olan Âyeti/Âyetleri bulamıyor. Sadece Peygambere itaat edilmesi, ona uyulması, onun örnek alınması vb. minvaldeki kullî Âyetlere rastlıyor. Peki, diyoruz ki bu örnek alma nasıl olacak?
Peygambere uymanın çerçevesi nedir?
O çerçeve nerededir?
Peygamberimizin Sünnetini yok sayarak veya reddederek Peygamberin örnekliğine uyulabilir mi?
Peygamberi örnek almayan kimse Kur’ân’a tâbi olduğunu nasıl iddia edebilir?
Yani kısaca soruyoruz. Peygamberi nasıl örnek alacağız?
Bunu bilmek zorundayız; çünkü Kur’ân bize bunu emrediyor.
Evet, Kur’ân bizleri, kendisinden sonra Peygambere itaat etmeye gönderiyor; Peygambere nasıl itaat edeceğiz?
Peygambere itaat, yalnızca Kur’ân’a uymak ise, Rabbimiz neden kendisine itaatten sonra bir de ayrıca Peygambere itaati emretmektedir (Nisâ, 59). Nisâ Sûresinin 59. Âyetinde Allah’a itaat emrinden sonra Rasûle itaat emri verilmektedir. Bu iki emir arasında atıf vâvı kullanılmıştır ki, atıf edatı muğâyerât iktiza eder. Yani Allah’a itaat Kur’ân’a uymak, Rasûle itaat ise onun Sünnetine uymaktır. Bu Âyette aynı şeyden yani sadece Kur’ân’a ittibâ etmekten bahsedilseydi, atıf vâvı ile ayrılan iki ayrı emir cümlesi gelmezdi. Âyetin devamında ise: “Ve sizden olan emir sahiblerine (âlimlere, Müslüman idarecilere)” buyrulmaktadır. Dikkat edilirse bu cümlede atıf vâvı kullanılmakla iktifa edilmiştir ve ayrıca “itaat edin” lafzı tekrar edilmemiştir. Bundan şu anlaşılmaktadır. Allah ve Rasûlüne itaat mutlaktır yani mutlaka itaat edilme zorunluluğu vardır. Âlimlere ve Müslüman idarecilere itaat ise mukayyeddir yani bu kimselere, Allah ve Rasûlüne uydukları, hakka tâbi oldukları, doğruyu söyledikleri ve adâletle hükmettikleri sürece itaat edilir. Mutlak anlamda, Hâlik’a isyan edilen bir hususta hiçbir mahlûka itaat yoktur.
Hadîs inkârcısı kimseler, Kur’ân’da her şeyin açıkça olduğunu söylemelerine rağmen –maatteessuf- kendilerine sorulan hiçbir soruya Âyetle cevab verememektedirler ve kimseyi ikna edememektedirler. O reddettikleri Hadîslerde, Hadîs inkârcılığının âhir zaman fitnelerinin büyüklerinden olacağı haber verilmektedir. Rasûlullah’ın sakındırdığı fitneden fazilet bekleme gafletinden uyanışın tez zamanda gerçekleşmesini dileriz.
Hadîs inkârcılarına cevabını ezberlemedikleri yani “ezber bozan” türden sorular yönelttiğinizde dünyanın doğusundaki Hadîs munkirleriyle dünyanın batısındaki Hadîs munkirlerinin verdiği cevaplar aynı olmamaktadır. Bu da davalarının bâtıl olduğunu ve esaslı bir temele dayanmadıklarını gösterir. Bir salât/namaz konusunda bile aralarında ittifak olmadığını görürsünüz. Sabah namazının farzını neden iki rek’at, akşam namazını neden üç rek’at, öğle, ikindi ve yatsı namazlarını ise neden dört rek’at kıldıklarını –eğer böyle kılıyorlarsa tabi- Kur’ân’a göre asla açıklayamamaktadırlar. Namazların rek’atlarının sayılarındaki farklılıkların olabileceğini kabul edip etmemeleri ayrı bir mevzudur. Namazın ıstılâhî anlamının yani şeklî kılınışının nasıl olduğu hususunu sadece Kur’ân zâhiriciliği ve meâlciliği i’tikâdıyla salt akılla açıklayabilmeleri ve bu konuda doğru/yanlış bir fikir üzerinde birleşmeleri bile mümkün değildir. O zaman sormak lazımdır. Kur’ân’da geçen kavramların içini nasıl ve neyle dolduruyorsunuz? Artı neden ve neye göre bunu yapıyorsunuz?
Akla, anlayışa, kültüre, inanca, zekâya, mantığa, pozitif bilimlere, hevâ ve heveslere vs. değerlere göre denilirse, ki –hakikatte durum budur- o zaman bu din nasıl Allah’ın dini oluyor?
Zira vahye bütün olarak teslim olmayan insanlar –bidâyetten beri- zaten bu değerler üzerine bir medeniyet inşa etmeye çalışmaktadırlar. Bunlar yetseydi, Yüce Rabbimizin vahiy göndererek kullarına yol göstermesine gerek olur muydu?
Böyle olsaydı, “her akıllı kimse aşağı yukarı doğru yapar; Allah da zaten affedicidir, yanlışları affeder ve herkes cennete gider” şeklinde tutarsız bir mantık ve bâtıl inanç ortaya çıkmaz mıydı! İnsan, akıl girdabında felsefenin tuzaklarıyla boğuşurken kurtuluşun Allah’ın ipine (hablullah’a) tutunmak olduğunu hatırlamalıdır; gücünü boş yere tüketmemeli ve tükenmemelidir. Allah’ın Kitâbı, Allah’ın vahyi, Allah’ın dini insanlara uzatılmış kurtuluş ipidir. Her kim bu ipe yapışırsa kurtuluş bulur. Her kim de câzibeli fakat hakikatte tuzak olan iplerden medet umarsa ya da şeytanın ipiyle kuyuya inerse su ve selâmet beklerken, hayal kırıklığına uğrar.
Kur’ân dışında inen vahiyler:
Bazıları, Kur’ân dışında vahiy olmadığını, Müslümanları bağlayıcı olanın sadece Kur’ân olduğunu, Hadîslerin ve Sünnetin nazar-ı itibara alınmaması gerektiğini söylüyorlar.
Bizzat Kur’ân bizlere kendisi dışında da vahiylerin olduğunu ifade etmektedir. Bu konuda Kur’ân’dan örnekler vermek istiyoruz. Daha doğrusu bu hatırlatmaları yaparken, diğer taraftan da Hadîs münkirlerine soru sormak istiyoruz. Böylece Allah’ın dininin tek kaynağının sadece Kur’ân-ı Kerîm olmadığı anlaşılsın.
İslâm’ın kaynağının yalnızca Kur’ân’dan ibâret olmadığına dair Kur’ânî deliler:
1- Kıblenin tayini:
“Kur’ân tek kaynaktır” diyen birisine cevâben yazdığımız:
“Tek Kaynak Kur’ân'dır” Diyen Birisine Verdiğimiz Cevabdır!”isimli yazımızda; Müslümanların Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılmalarına dair Kur’ân’da bir Âyet bulunmamasına rağmen, Rasûlullah’ın ve tüm Ashâbın Medîne’ye hicretten sonra on altı ya da on yedi ay -toplamda ise Mekke dönemiyle birlikte yaklaşık 14 yıl- boyunca o yöne doğru namaz kıldıklarını, daha sonra ise Mescid-i Harâm’a dönerek namaz kılınmasını emreden Âyetlerin geldiğini ifade etmiştik. Bundan hareketle soruyoruz: Müslümanlar, Kur’ân’da Mescid-i Aksâ’ya dönmelerini emreden bir Âyet olmamasına rağmen nasıl oluyor da o yöne doğru namaz kılıyorlar?
Bu durum Kur’ân-ı Kerîm’de yer almayan bazı hususlarda Peygambere itaat etmenin gerekli olduğunu ortaya koymuyor mu?
Ayrıca, Peygamberimize Kur’ân dışında herhangi bir vahiy gelmiyor, diyenlere sorarız; o zaman Peygamberimize “kıble” ile ilgili İlâhî emir nasıl gelmişti? Ve bu emir neden Kur’ân’da yok?
2- Ezân ve cuma namazı:
Kur’ân, Cuma, 9’da: “Cumua günü namaz için çağrıda bulunulduğu vakit…” ve Mâide, 58’de:“Namaza çağırdığınızda (nidâ ettiğinizde)…”buyruklarında namaz için nidâ edildiği yani ezan okunduğunu onaylamış olmasına rağmen Kur’ân’ın hiçbir yerinde ezanın sözleri bulunmamaktadır. Bu konudaki açıklamalar bizlere Rasûlullah’ın Hadîsleriyle gelmiştir ve Sünnetiyle karar kılmıştır. Bu da, Kur’ân dışında da vahiy geldiğinin açık delilidir.
Ayrıca Kur’ân’da Cuma namazından ve onun farz olduğundan bahsedilmiş ama bu namazın hangi vakitte kılınacağından, edasının şartlarından ve mahiyetinden bahsedilmemiştir. Cuma namazı da Peygamberimizin öğrettiği bir şeydir. Tıpkı beş vakit namazın ve diğer ibâdetlerin vaktini, edasını, şartlarını, mahiyetini Peygamberimizin Sünnetinden ve Hadîslerinden öğrendiğimiz gibi.
3- Müslümanların Bedir savaşıyla alâkalı yalvarışlarına Rabbimizin cevabı:
Peygamberimize Kur’ân-ı Kerîm’den başka vahiyler geldiğine dair Kur’ân’dan sunduğumuz delil niteliğindeki Âyetlere devam edelim.
“Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz da: ‘Muhakkak ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim’ diye duanıza karşılık vermişti.”(Enfâl, 9)
Müslümanların bu feryadına Yüce Allah’ın verdiği cevabın Kur’ân’ın herhangi bir yerinde olduğunu söyleyebilen var mıdır?
Peki, ya Âyetteki bu buyruk ne oluyor?
Rabbimiz, Müslümanların duasına yukarıdaki cümle ile karşılık verdiğini bildirmektedir.
Bu kadar açık delillere rağmen hâlâ insan nasıl olur da Peygambere Kur’ân’dan başka vahiy gelmemiştir, diyebilir. Bunu anlamak gerekten imkânsız!
4- Mekke’nin fethiyle ilgili müjde: “Andolsun Allah, Râsûlüne gösterdiği ruyayı hak ile tasdîk etmiştir. Elbette –ve Allah’ın izniyle- Mescid-i Harâm’a korkusuzca, emniyetle, başlarınızı traş ettirmişler ve kısaltmışlar olarak gireceksiniz. Sizin bilmediğinizi bilib ondan önce yakın bir fetih nasib etmiştir.” (Fetih, 27)
Bu Âyette, Peygamberimize gösterilen bir rüyadan bahsedilmektedir. Bu ruyada Peygamberimiz, Mekke’ye gireceğini, giriş şeklinin nasıl olacağını, kâfirlerin kendilerini engelleyeceklerini, sonra antlaşma yapılacağını, bundan sonra iki yıl süreyle Müslümanlara umre yapma imkânı sağlanacağını ve nihâyet Mekke’nin fethinin yolunun açılacağını tek tek görmüştü. Bu rüya, Kur’ân’da bulunmadığına göre, bu durum, Peygamberimize Kur’ân dışında da vahiyler ve ilhâmlar geldiğinin açık delili değil midir?
5- Peygamberimizin, Zeyneb (r.anha) ile nikâhlanması: “… Nihâyet Zeyd’in o kadın ile bir bağı kalmayınca Biz onu seninle evlendirdik…” (Ahzâb, 37)
Bu Âyet, câhiliyyedeki bâtıl bir inancı yıkmaktadır. Öteden beri evlatlık edinme uygulaması ve evlatlığın boşadığı kadınla evlenmenin yasak olduğu câhilî anlayışı süregelmekteydi. Bu uygulamaya göre evlatlığın boşadığı kadınla evlenmek yasaktı. Rabbimiz, bu geleneği ortadan kaldırmak adına, Peygamberimizi –evlat edinme konusunda yasaklayıcı hükmün gelmediği dönemde peygamberimizin kendisini evlat edindiği- Zeyd b. Hârise (r.anh)’nin boşadığı Zeyneb (r.anha) ile evlenmesine hükmetti. Peki, Rabbimizin Peygamberimize verdiği bu emir Kur’ân’ın neresinde geçiyor?
6- Bedir savaşından önceki İlâhî müjde: “Hani Allah size o iki tâifeden (Kurayş kervanı veya Kurayş ordusundan) birinin sizin olacağını va’dediyordu…” (Enfâl, 7)
Enfâl Sûresi Bedir savaşının sona ermesiyle ganimet mallarının taksîmi/dağıtımı meselesi ortaya çıkınca iner. Ve bu Sûrede Bedir savaşının tümü değerlendirilir.
Şimdi sorumuza gelelim: Bu sûrenin dışında Kur’ân’da, Rabbimizin bu vaadine dair bir Âyet var mıdır?
Yüce Allah, Müslümanlara bu müjdeyi Bedir savaşından önce vermişti. Ya Kurayş kervanı sizin olacak ya da Kurayş ordusuna galib geleceksiniz demişti. Peki, bu vaad, bu sûre dışında nerede geçmektedir?
Bu sûrede geçmesi, önceden verilen müjdenin sonradan hatırlatılmasından ibârettir. Bu da gösteriyor ki, Bedir savaşından önceki müjdeli vaad, Kur’ân dışında bir vahiy ile bildirilmiştir.
7- Peygamberimizin eşlerinden birine söylediği gizli söz: “Hani Peygamber, eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti de o eşi bunu haber verib Allah da ona bunu açıklayınca o da bu sözün bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. O bunu eşine haber verince: ‘Bunu sana kim haber verdi?’ dedi. O: ‘Her şeyi en iyi bilen, her şeyden haberdar olan bana haber verdi’ dedi.” (Tahrîm, 3)
Peygamberimiz, zevcelerinden birine gizli bir şey anlatır. Ama o zevcesi bu gizli şeyi başkalarına anlatır. Peygamberimiz bu sefer kendisine serzenişte bulunur ve gizli şeyi neden başkalarına anlattığını sorar. Zevcesi de hayret içinde ona sorar: “Ey Allah’ın Rasûlü, benim bu yaptığımı nerden öğrendiniz?” Peygamber (s.a.v.) de buyurur ki: “Bu bilgiyi bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah vermiştir.”
Bu Âyet dışında Kur’ân’ın herhangi bir yerinde bu sırra dair bir Âyet var mıdır?
Bu söz ne idi?
Eşi bunu kime haber verdi?
Rabbimiz, hâdiseyi Rasûlüne detaylarıyla bildirmiş, Peygamberimiz de, eşinin başkasına haber verdiklerinin bir kısmını söylemiş bir kısmını da bildirmemişti. Nerede bu gizli şeyin muhtevası?
8- Nadîroğulları kuşatmasında ağaç kesme izni:
Ben-i Nadîr kabilesinin anlaşmalara sâdık kalmamaları nedeniyle Peygamberimiz Ashâbıyla birlikte Medîne yakınlarındaki bu Yahûdî kabilesinin mahallelerine askerî harekât düzenler ve kuşatır. Kuşatma devam ederken Müslümanlar bahçelerdeki ağaçları keserler. Amaç hucumu kolaylaştırmak ve Nadîroğullarını savunmasız bırakmaktır. O esnada asıl amaçları bozgunculuk olanlar ise, yaygaraya ve fitneciliğe başlarlar. Müslümanlar dikili ağaçları kesiyorlar, meyveli ağaçlara zarar veriyorlar ve yeryüzünde fesâd çıkarıyorlar, diye.
Bu yaygaralara Rabbimiz şöyle cevab vermiştir: “Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz yahut onu kökleri üzere dikili bırakmanız hep Allah’ın izni ile olmuştur…” (Haşr, 5)
Şimdi soruyoruz: Rabbimizin Müslümanlara verdiği bu izin Kur’ân’ın neresinde geçmektedir?
9- Namaz nasıl kılınacak? “Bir kulu namaz kılarken engelleyeni gördün mü?” (Alak, 9-10)
Bu Âyette “kul” diye bahsedilen kişi Peygamberimizdir. Ebû Hurayra ve Abdullah İbn-i Abbâs radıyallahu anhum’den rivâyet edilen Hadîslere göre, Peygamberimizi Harem-i Şerîf’te namaz kılarken engellemeye çalışan kişi Ebû Cehil’dir.
Âyetten anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ, Peygamberimize risâlet verdikten sonra ona namaz kılmasını da öğretmiştir. Fakat namaz kılma şekli hakkında -korku namazı dışında- Kur’ân’ın hiçbir yerinde açıklama yoktur. Buradan da anlaşılıyor ki, Peygamberimize Kur’ân’da yazılı olan vahyin dışında da bazı talimatlar verilmiştir.
10- Abdest ne zaman farz kılındı? "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı mesh edin. Her iki topuğunuza kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cunub iseniz yıkanıb temizleniniz. Şayet hasta veya yolculukta iseniz yahut içinizden biri ayak yolundan gelirse ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız o vakit tertemiz toprakla teyemmüm edin. Bununla yüzlerinize ve ellerinize (dirseklerinizle birlikte) sürün. Allah size güçlük çıkarmak istemez. Ama sizi iyice temizlemeyi ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Tâ ki (bu nimetlerine) şükredesiniz."(Mâide, 6)
Mâide Sûresi, Hudeybiye anlaşmasından sonra Hicrî altıncı yılda ya da yedinci yılın başlarında nâzil olmuştur.
Yukarıda zikrettiğimiz Mâide, 6. Âyette abdest ve teyemmumden bahsedilmektedir. Bu Âyete "Teyemmum Âyeti" denilmiştir. Teyemmum Âyetlerinden biri de, Nisâ Sûresinin 43. Âyetidir.
Bu Âyetin nüzûl sebebi olarak; Âişe (r.anha) vâlidemizden gelen Hadîs'e göre, Mustalık oğulları gazâsından dönüş esnasında ordunun konakladığı yerde Âişe (r.anha)'nin gerdanlığını kaybettiği ve ordunun su bulamadığı bir sırada, namaz kılmak için Ashâbın nasıl abdest alacaklarını bilememeleri üzerine nâzil olduğu bildirilmektedir (Buhârî, Tefsîr, 5. Sûre, Bâb: 3; Teyemmüm, 1).
Âyet, bu durumlarda abdestin yerine geçmek üzere teyemmumu emretmektedir. Bu Âyetin baş tarafında abdestin farzları tesbît ediliyor olmasından dolayı "Abdest Âyeti" olarak biliniyor olsa da, Abdest, bu Âyet ile farz kılınmamıştır. Abdest, Mekke döneminin tâ başından itibaren namazın farz kılınmasıyla birlikte yani namazla beraber farz kılınmıştır. Peygamberimiz, Mi'râc da beş vakit namaz farz kılınmadan önce de sabah ve akşam ikişer rek'at halinde namaz kılardı. Namaz dinin direğidir ve Müslümanların namazsız bir dönemleri olmamıştır. Namaz kılmayı emreden Âyetlerin inmesi, namazın farz kılınmasından sonradır.
İslâm'ın hiçbir döneminde abdestsiz namaz kılınmadığına göre Mâide Sûresinin altıncı Âyeti doğrudan abdesti farz kılmak üzere inmemiştir. Bilindiği gibi Mekke döneminin başından itibaren abdest alınıb namaz kılındığına göre; abdestin farziyeti, Peygamberimizin vefâtına yaklaşık üç yıl kala sâbit olmamıştır. Öyle olsaydı, Rasûlullah'ın ve Ashâbının o zamana kadar abdestsiz namaz kıldığı iddia edilmiş olurdu. Öyle olmadığına göre, abdestin farziyeti Kur'ân dışında bir vahiy ile Peygamberimize emredilmiştir. Peygamberimiz de, Peygamberliğinin başından itibaren Allah'tan gelen abdest hakkındaki talimatları ümmetine de öğretmiştir. Hiç kimse abdestin farz olduğu zamanın, Hicrî yedinci yıl olduğunu ve bu tarihten önce Müslümanlara abdestin farz olmadığını yani abdestsiz namaz kılındığını söyleyemez. O halde, şu açığa çıkmaktadır ki, Peygamberimize Kur'ân dışında da vahiy gelmektedir.
Bütün bu delillere rağmen, bir kimse, - İmam Mevdûdî rahımehullâh’ın da dediği gibi- Kur’ân’ın tek kaynak olduğunu söyler, Sünnet ve Hadîslerin nazar-ı itibara alınmaması gerektiğini söylerse o kimse Kur’ân-ı Kerîm’in de inkârcısıdır.
Hadîslerin ve Sünnetin dinde bağlayıcılığına dair Kur'ân'dan o kadar çok delil getirilebilir ki; biz sözü kısa tutuyoruz. Kur'ân'dan getirdiğimiz delillerle şu açıklığa kavuşmuştur:
Peygamberimize Kur'ân dışında da emir ve talimatlar gelmiştir.
Bu delillerden sonra, kimse Rasûlullah'a Kur'ân'dan başka vahiy gelmemiştir, diyemez. Ya da Müslümanı sadece Kur'ân bağlar, iddiasında bulunamaz. Eğer bunları iddia ederse, bu sözler -yukarıda bazı delillerle belirttiğimiz gibi- Kur'ân'a da aykırıdır.
Kur'ân'ı kabul ettiğini söyleyenlere, Sünnetin ve Hadîslerin hucciyyetine (huccetliğine, delil olduğuna) dair bizzat Allah'ın Kitâbından çok sayıda deliller getirebiliriz.
Kur'ân'da geçen Âyetlerin nasıl anlaşılacağına ve meselelerin hükümlerinin Kur'ân'a göre ne olduğuna dair sorulara/mevzulara yer verecek olursak bu konuda serdedilecek deliller tükenmez.
Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu: “Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygambere karşı gelir, mu’minlerin yolundan başkasına uyub giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Nisâ, 115) Yusuf Semmak