Neler yeni

'Hakikat-i Muhammediyye'' İnancı

KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
Mitolojik Din Tasavvuf'da ve bu Zihniyete Mensup olan tüm ''ŞİRK HİZİPLERİNDE'' -Hakikat-i Muhammediyye-anlayışı yatmaktadır.

Şirkin Kökünde ''Hakikat-i Muhammediyye'' Zihniyeti Yatmaktadır.

82d1257362644t-sirkle-mucadele-subesi-hakikat-i-muhammediyye-inancina-operasyon-hazirliginda-sirk.jpg


1.Görev ; ''Hakikat-i Muhammedi'' Anlayışını Benimseyen ve bu anlayışın Tarihi Uzantılarına kadar devamı ve Son köküne kadar bulmak ve İMHA etmek...

Araştırma Meteryaller;

a)Tasavvuf/Sufi Kitapları

b)Kitaba Ulaşamayanlar için /darulkitap.com ve Tasavvuf Web siteleri.

c)İsrailiyyat içeren Kitaplar

d)Kendi evinizde ki ''Pamuk yayınları/Bedir yayınları'' veyahut diğer bu çizgide giden Hurafeci yayınevlerinin kitapları ve Dergileri..






c)Kendi Birikiminiz..


ŞİRK'LE MÜCADELE ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜ

İHBAR HATTI; www.islam-tr.org

ŞUBE KOMUTANLARI

ABDULHAKEM İZZETLİ & İSLAM4EVER & SELAHADDİN EYYUBİ

ve ismini Eklemek istediğim ancak zamanla ekleyeceğim Nice Kardeşlerim...


YA ŞİRK BİTECEK TEVHİD HAKİM OLACAK,YA BİZ ŞEHİD OLACAĞIZ..

SELAM OLSUN HİDAYETE KOŞANLARA...

sirk.JPG
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
Rapor 1: Risale-i Nur Külliyatı ve basımını üstlenen yayınevleri tarafından basılıp çoğaltılan ''Şirk Unsur'' u olan ve Şer'i ve Vahye Kur'ana Muhalif ,''Tevhid Akidesini'' Tehdit eden Unsurlardan olan ''Hakikat-i Muhammediyye'' İnancına rastlanmıştır.

ŞİRK İNANCI (HAKİKAT-I MUHAMMEDİYYE)

Risale-i Nur Külliyatı ve Nurcular (Hakikat-i Muhammediyye) İnancına Tabiiler ve bu İnancı Desteklemektelerdir...


HAKİKAT-I MUHAMMEDİYE NEDİR?

Tasavvufi anlayışa göre, Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir. Alemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir.

Tasavvuftaki ilk yaratılışa dair bu bilgiler, Risale-i Nur’daki bilgilerle büyük benzerlikler göstermektedir. İlk yaratılan Hz. Peygamberin temsil ettiği nübüvvet nurudur. Kainat onun nurundan yaratılmıştır. Varlığın mebde ve müntehası Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir.

Risale-i Nur'dan ;

“Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zat, şu kâinat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlâhiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbâniyenin misali ve Hakkın en münevver bürhanı ve hakikatin en parlak sirâcı ve tılsım-ı kâinatın miftahı ve muammâ-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i âlemin şârihi ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı ve mehâsin-i san'at-ı Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat cihetiyle, o zat mevcudattaki kemâlâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyleyse, o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i mâneviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zat kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani, "O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi" denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur'âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakikate şahid-i kat'idir.”

"Levlake” hadisi


“Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen, ‘Sen olmasaydın ben kainatı yaratmazdım’ (Levlake...) (Acluni, II: 164; Hakim el Müstedrek, II: 615) ifadesiyle” varlığın Hz. Muhammed için yaratıldığı anlatılır.

Risale-i Nur’un birçok yerinde de bu hadis nazarlara sunularak kainatın yaratılış sebebi olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) gösterilir.

Hatta, Emirdağ Lahikasındaki bir mektupta, “Levlake...” hadis-i kutsisine dair yazılan “Bu hitap zahiren Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselama müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevil hayata racidir” şeklindeki bilgiyi Bediüzzaman tadile muhtaç görür ve şöyle izah getirir. “Çünkü, külli hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kainatın hayatı, hem İsm-i Azam’ın tecelli-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kainatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.”


Çekirdek ve Meyve
Tasavvufi anlayışta, “Rasül-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. Hz. Adem insanların maddeten babası (ebul beşer) Hz. Peygamber ruhların babası” olduğu söylenir. (*)
Risale-i Nur’da da Hz. Peygamber, yaratılmışların çekirdeği ve en mükemmel meyvesi olarak ifade edilir. Bu hakikat aşağıdaki alıntıda şöyle izah edilir:

“Ve herhalde, zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envâı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhalde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur içinde hadsiz terakkiyâta müstaid, insandır. Ve insanlar içinde, herhalde o fert Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez.

Zira, o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş; bidâyet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”

“Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır.

Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.), âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur'ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-ı Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-ı Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, Nur-ı Muhammedî o Sultan-ı Ezelî'nin makarr-ı saltanat (saltanat merkezi) ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mucizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine, sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayret-efza davet ediyor. Binaenaleyh İncil'de "Ahmed", Tevrat'ta "Ahyed" ve Kur’ân’da "Muhammed" ismiyle müsemma, iki cihanın güneşidir.

İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenâb-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemâlin ve belki nev'-i beşerin nısfının ittifakıyla efdal-ül halk, seyyid-ül enâm (herkesin efendisi) Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.

Bu kâinat sahibinin tezahür-ü rubûbiyetine ve sermedî (ebedî) ulûhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubudiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu kâinatta güneş lüzumu gibi elzemdir ki; nev'-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük peygamberi ve Fahr-i Âlem ve hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kâinatın hakikî kemalâtı ve sermedî Cemîl-i Zülcelâl'in bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli ef'alinin vazifedar eserleri ve çok manidar mektupları olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatları, hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Risalet-i Ahmediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kâinat O’nun risaletine gayet kuvvetli ve kat'î şehadet eder.

Fethullah Gülen Hocaefendi, bu konuda şunlara dikkat çeker:

Hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A'zam'ın tecelli-i a'zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya O’na bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete O’nun hesabına nazar eder.Efendimiz’in temsil ettiği bir Hakikat-ı Ahmediye var, bir de Hakikat-ı Muhammediye var. Dünyayı teşriflerinden önce O, Hakikat-ı Ahmediyesi ile vardır ve Kâ’be hakikatı ile tev’emdir. Bu sebeple O, İncil’de Ahmed ismiyle anılmıştır; Kur’an’da da geçtiği üzere, Hz. İsa (as) O’nu, Ahmed ismiyle müjdelemiştir. O, dünyayı teşrifleri ve risaletleriyle birlikte Hakikat-ı Muhammediye’yi temsil etmiştir. Vefatından sonra da, yine Hakikat-ı Ahmediye’nin tecellisi söz konusudur.

Meselenin bir diğer yönü de şudur: Hz. Peygamber'in (sav) risâlet ve nübüvveti temelde, diğer bütün peygamberlerden önce idi. Nitekim O, bir hadislerinde: "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim nûrumdur" buyurmaktadır.

Diğer bir hadislerinde de; "Hz. Adem henüz çamur ve balçık arasında debelenirken, Ben peygamber idim" ferman etmektedir. Demek ki, O'nun peygamber olarak planlanması, herkesten önceydi. Bu mesele, tasavvufçularca "hakikat-ı Ahmediyye" ünvanıyla ele alınmış ve uzun uzun üzerinde durulmuştur. Onların bu mevzudaki mülahazalarında, hakikat-ı Ahmediyye, aynı zamanda kainatın da hakikatı olarak işlenmiştir ki, bununla da, Hz. Peygamber'in (sav) büyüklüğü ve en büyük risâlete mazhariyeti anlatılmak istenmiştir.

Necip Fazıl, O’nu ifade için “O ki, o yüzden varız” derdi. Bu yaklaşım, hadis kriterleri açısından tenkid edilse de, mânâsı doğru olan “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsinden mülhemdir.

Evet Allah, kâinatı O’nun için yaratmıştır. Kâinat, Allah’ı anlatan bir kitapsa -ki, öyledir- bu kitabın tercümanı Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. O olmasaydı, kâinat kitabı okunamayan, anlaşılamayan bir sır olarak kalacaktı.

Dolayısıyla onun içinde yaşayacak ama, onunla Allah’ı tanıyamayacak ve O’na ulaşamayacaktık. Oysa ki, Allah, Kur’ân-ı Kerim’de beyan ettiği üzere, varlığı, kendisine ibadet etsinler, İbn Abbas’ın tefsirine göre de, kendisini tanısınlar diye yaratmıştır. Bu itibarla denebilir ki, Hz. Muhammed olmasaydı, varlık bilinmeyecek ve dolayısıyla Allah da tanınmayacaktı. Öyle ise O’na varlığın ille-i gaiyesi, yani, yaratılış sebebi denebilir.

O’nu, kendinden önce gelen her peygamber, misyonu ölçüsünde ve çerçevesinde anlatmış ve haber vermiştir. Meselâ, Endülüslü büyük alim Kadı Iyaz’ın Şifa-i Şerif’inde geçtiği üzere, Hz. Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâb-ı Allah’a O’nu şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir.

Cenâb-ı Allah’ın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün rasûlüllah’ yazısını gördüm. İsmi, Senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan biri, Sen’in yanında en kıymetli olmalıdır” şeklinde cevap vermiştir.

En son Hz. İsa da O’ndan çok bahsetmiş, İncillerin eldeki nüshalarında “Size daha çok söyleyeceklerim var; fakat, şimdi siz bunları kaldıramazsınız. Ben gideyim, ta ki, dünyanın Efendisi, gerçeğin ruhu, hakkı bâtıldan ayıran Zât gelsin ve size bütün hakikatleri anlatsın” (Yuhanna, Bab 16/12-14) demiştir.

Hz. İsa, O’nu Ahmed olarak haber vermiştir. İlâhî bir tevafuktur ki, dedesi Abdülmüttalib, “Gökte ve yerdekiler O’nu övsün” diyerek, O’na Muhammed ismini koymuştur.

İmam-ı Rabbanî gibi büyük zatlar, önemle Hakikat-ı Ahmediye ve Hakikat-ı Muhammediye üzerinde dururlar.

O, yeryüzüne gelmeden önce “Hakikat-ı Ahmediye”nin sahibiydi. Dolayısıyla Hz. İsa, O’nu Ahmed ismiyle müjdelemiştir. Dünyadaki misyonu itibarıyla de O “Hakikat-ı Muhammediye”yi temsil etmiştir. Nebiler Serveri bu temsil sonunda Hakikat-ı Ahmediye’ye bi’l-fiil ulaşarak veya Hakikat-ı Ahmediye’yi bilfiil gerçekleştirerek, yine “Hz. Ahmed” ünvanıyla işaret buyurulan varlığın ruhu olma âlemine dönmüştür.

O, en çok eza ve cefaya maruz bırakıldığı bir zamanda Mirac’la şereflendirilmişti. Bu, kâinat içinden kâinat ötesine yolculukla, kendisine rehberlik eden Cibril’i bile bir noktadan sonra geride bırakmış, yoluna devam etmişti de, kendisine “Top senin, çevkan senin bu gece” denmişti.

Mahzen-i Esrâr sahibi Nizamî’nin engin ve renkli ifadeleri içinde, “Yıldızlar, yolunda kaldırım taşları gibi dizilmiş, melekler kendisine teşrifatçılık yapmış, yarım ay atının ayakları altında bir nal gibi kalmış, Güneş O’nun ışık kaynağına sığınmıştı.” O, Kur’ân’da ifade buyurulan “Kâbe kavseyni ev ednâ”nın mânâsına göre, imkânla vücub arası bir noktaya gelmişti.

Bu şu demekti: Bir kere O da, bir insandı ve yerdi, içerdi, uyurdu, sokaklarda dolaşırdı. Fakat, Buseyrî’nin ifadesiyle, “bir beşerdi, ama herhangi bir beşer gibi değildi; taşlar arasında bir yakut gibiydi.” Bunu avâmî bir benzetmeyle şöyle izah edebiliriz:

Meselâ; Selimiye’nin önünden geçen herkes, kendince, bir şeyler hisseder: İyi ve zevk-i selim sahibi bir mimar, ondaki sanat karşısında zevkten zevke girer. Bir çoban da kendine göre onun karşısında bir şeyler hisseder. Bir diğer misal verecek olursak, mesela; iyi gelişmiş damak zevki olanlar, yemekleri çok iyi ayırırlar ve onlar sıradan insanlardan farklıdırlar.

Bunun gibi, onun her şeyi hissedişi bir başka idi. Dış görünümü ve yapısıyla bizim gibi bir beşer görünümündeydi ama bambaşka buudlarda yaşıyordu. Namaza durunca bazen, O’nun önünde cennet temessül eder, ona doğru adım attığı olurdu. Bazen de, bir başka şeyin temessülü karşısında geri çekilirdi. İşte, Mirac’la beşeriyetin en son sınırına varmıştı ki; ondan sonra sonsuzluk başlıyordu. Hiç bir şekilde Allah olunamayacağına göre, şüphesiz o Allah değildi ve olamazdı da.

Bu yüzden, O’nun ulaştığı makama “imkânla-vücub” arası mânâsına “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” dendi. O makamdaki, durumu itibarıyla kelamcılar, hadisçiler başka türlü değerlendirmelerde bulunsalar da, sufîler, O’nun Mirac’da zaman, mekân hususiyet ve kayıtlarından, müberra olarak Allah’ı gördüğünü söylerler.

İşte bu makamda iken bile O, yeryüzüne aramıza geri dönmek istemiş ve dönmüştü. Büyük velilerden Abdü’l-Kuddüs: “Eğer ben, o makama varıp, orada kalmak ile geriye dönmek arasında muhayyer bırakılsa idim, vallahi dönmez, orada kalırdım” der.

Ama O, geri gelmiş ve kendilerinden eza-cefa gördüğü insanların arasına inerek, onları da, bizi de, kaybettiğimiz cennete taşımıştı. Hiç olmazsa hepimizi o duyguya uyarmıştı. Mevlâna’nın ifadesiyle, bir ayağı hakikatte, diğer ayağı da 72 milletin arasında, ömrünün bakiyesini, halkın içinde Hak’la beraber sürdürmüştü.


Notlar:

(*)Hz. Peygamber ruhların babası söylemi tamamı ile Şirktir..


Nurullah SÖNMEZ (Doç. Dr)

Kaynak; Nur İklimi HAKİKAT-I MUHAMMEDİYE NEDİR?
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
Biyografi;

İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'abidin'dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü'l-Berekat'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır.

Halk arasında tanımı;

Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddid-i elf-i sani", ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in(radıyallahü anh) soyundan olduğu iddaa edildiği için ,"Faruki" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendi" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmam-ı Rabbanibirlikte ismi, İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir.


TEVHİD EHLİ MÜSLÜMANLARIN TANIMLAMASINDA;

Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi ; Hz.Buda (Budizm) in Kurucusu olan bu Kişi ile İslam'ı Sentezlemiş bir Felesefeci veya Platoncu da diyebiliriz..

Örnek olarak;

Abdulhakşm Arvasi'nin oğlu Ahmed Arvasi tarafından kaleme alınıp yazılan ''Türk İslam Sentezi'' gibi bir kitaptır ''Mektubat-ı Rabbani''..

Sinema'da ise; Herry Potter - Yüzüklerin Efensi ve diğer Sürrealist (Sıra Dışı) Filmlere konu olacak ''DİN ANLAYIŞINA'' sahiplerdir..

Hz.Buda'nın Sünneti ile Rasulullah (a.s) in Sünnetini birbirine karıştırmış olan İmam Rabbani adlı tarihi kişi bir çok Efsaneci Müslümanın Süper Kaharamanı ve İlham aldığı Manevi Şeyhi haline gelmiştir...

Bugüne kadar bu gibi (Budizm ve İslam) karışımı Şirk/Zulüm dolu inanca seslerini çıkarmayan Dinlerini geçim vasıtası haline getiren Cemaat Hocaefendileri ve sözde Tevhidcilerin gözlerine bu yazılarımızın batmasını istiyoruz...İnşallah bu çalışmalar Cemaatlerde ki Hocaefendilerin gözlerini ve ses tellerini açar dileklerimle...

MEKTUBAT-I İMAM RABBANİ


zBK982212YH056_250.jpg




HAZIRLANAN RAPOR 2:

Satışını Yapan Yayınevlerinin Toplam Rakamını yazamıyorum,nerdeyse kendini yıllardır ''Tevhidci'' olarak tanıtan Cemaatlerin yayınevleri bile basmış satmışlar...Bundan Dolayı bu yayıneveleri daha sonraları dosya şeklinde kayıt altına alınabilir..

HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYYE ŞİRK ANLAYIŞI TESBİT EDİLMİŞTİR..
4
DÖRDÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Kıymeti çok büyük olan Ramezân ayının üstünlüklerini ve (Hakîkat-i Muhammediyye)yi bildirmekdedir:


Hizmetçilerinizin en aşağısı olan Ahmed, yüksek katınıza sunar ki, çok zemândan beri yüksek kapınızın hizmetçilerinin hâllerini bildiren mubârek mektûbunuza kavuşmakla şereflenemedim; gözlerim yoldadır. Mubârek Ramezân ayının gelmesi hayrlı olsun. Bu ayın Kur’ân-ı kerîm ile tam bağlılığı vardır. Bu bağlılıkdan dolayı, Kur’ân-ı kerîm bu ayda inmeye başladı.

Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetinde, (Kur’ân-ı kerîm Ramezân ayında indirildi) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın zâtının ve şü’ûnlarının bütün kemâllerini kendinde toplamışdır, asl dâiresinin içindedir. Ona hiçbir zıl yaklaşmamışdır. (Kâbiliyyet-i Ûlâ) onun zıllidir. Ramezân-ı şerîf ayının Kur’ân-ı kerîm ile bağlılığı olduğu için, bu ayda bütün hayrları ve bereketleri kendinde toplamışdır. Bütün bir yıl içinde herhangi bir yoldan herhangi bir kimseye gelen bütün hayrlar ve bereketler, bu çok kıymetli ayın bereketleri denizinden bir damla gibidir. Bir kimse bu ayda kendini toparlarsa, bütün yılı iyi olarak geçer. Bu ayı kötülükle geçirirse, bütün senesi kötü geçer. Ramezân-ı mubârek ayı bir kimseden râzı olursa, o kimseye müjdeler olsun.


Bir kimseye gücenirse, bereketlerinden ve hayrlarından pay almazsa, o kimseye yazıklar olsun! Bu ayda, Kur’ân-ı kerîmi hatm etmek, aslın bütün kemâllerine ve zıllin bütün bereketlerine kavuşmak için olabilir. Ramezân-ı şerîfde Kur’ân-ı kerîmi hatm eden kimsenin bereketlerine kavuşması hayrlarından pay alması umulur. Bu ayın günlerinin bereketi başka, gecelerinin hayrları başkadır. İftârda acele etmenin ve sahûru gecikdirmenin, böylece gecesi ile gündüzünün tam ayrılmasının sünnet olması, bu incelikden ileri gelebilir. Yukarıda söylediğimiz (Kâbiliyyet-i Ûlâ)ya (Hakîkat-i Muhammediyye) de denir “alâ masdarihessalâtü vesselâmü vettehıyye”.


Bu, bütün sıfatları bulunan (Kâbiliyyet-i zât) demek değildir. Büyüklerden birkaçı böyle demiş ise de, öyle değildir. Zât-i ilâhînin ilm i’tibârının kâbiliyyetidir ki, Kur’ân-ı kerîmin hakîkati olan, zâtın ve şü’ûnlarının kemâllerinin hepsine bağlıdır. Sıfatlara bağlı olan ve zât ile sıfatlar arasında bir geçit olan (Kâbiliyyet-i ittisâf), ondan başka bütün Peygamberlerin hakîkatlarıdır “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât vettehıyyât”.


Bu kâbiliyyet, kendisinde birçok (İ’tibârat) bulunmak düşüncesi ile, birçok hakîkatlar olmuşdur. Hakîkat-i Muhammediyye olan kâbiliyyet, kendisinde, zılliyet bulunmakla berâber, sıfatlara benzemez. Zât-i ilâhî ile arasında hiç bir perde yokdur. Muhammedî yaratılmış olan evliyânın hakîkatları, Zât-ı ilâhînin ilm i’tibârı ile olan kâbiliyyetleridir. Bu kâbiliyyet-i Muhammediyye, Zât-i ilâhî ile o çeşidli kâbiliyyetler arasında bir geçitdir. Bu kâbiliyyete onlardan birinin adı da verilir.


Çünki, bu kâbiliyyet sıfatlara yakındır. Sıfatlarda olan ilerleme, bu kâbiliyyete kadar olur. Bunun için, bu kâbiliyyete (Hakîkat-i Muhammediyye) denilmişdir. Bu kâbiliyyet-i ittisâf, gözden hiç yok olmadığı için, buna o kâbiliyyetlerin de ismi verilmişdir.

Çünki, hakîkat-i Muhammediyye, arada hep perdedir.


Kâbiliyyet-i Muhammediyye, Zât-i ilâhîde bir i’tibârdır ve sâlikin gözünden yok olabilir. Yok olduğu da bilinmekdedir. Kâbiliyyet-i ittisâf da, i’tibâr ise de, arada geçit gibi olduğundan, sıfatlar gibi, zâtdan başka, ayrıca vardır ve gözden yok olamaz. Bunun için, bu perdenin aradan hiç kalkmadığını söylemişlerdir.


Asl ve zıllî bir arada toplayan makâmın böyle bilgileri çok gelmekdedir. Bunların çoğu kâğıd üzerine yazıldı. (Makâm-ı kutbiyyet), zıl makâmının bilgilerinin inceliğinin kaynağıdır.

(Ferdiyyet mertebesi), zıl dâiresinin ma’rifetlerinin gelmesine vâsıtadır. Zıl ile aslı birbirinden ayırmak, bu iki ni’mete kavuşmadan olamaz. Bunun içindir ki, büyüklerden çoğu, kâbiliyyet-i ûlâya (Te’ayyün-i evvel) diyorlar ve zâtdan ayrı değildir diyorlar. (Tecellî-i zâtî), bu kâbiliyyeti görmekdir diyorlar. İşin doğrusu, bizim bildirdiğimiz gibidir.

Allahü teâlâ, işin doğrusunu doğru olarak bildirir ve dilediğini doğru yola kavuşdurur. Yazmak emr olunan şeyleri bitiremedim. Yazılanlar öylece kaldı. Bu duraklamanın hikmeti acaba nedir? Mektûbu sıkılmadan dahâ uzatmak edebsizlik olur.

NOT:

Hazırlanan Metinlerin devamı gelecektir İmha Hedefimizde (Hakikat-i Muhammediyye) Kavramı ile İşlenen ŞİRK'in Halk arasında ki Tezahürlerini takip etmekteyiz... (S.E)
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
HAZIRLANAN RAPOR - 3 -

İMAM RABBANİ MEKTUBAT'DAN DEVAMLA

1
BİRİNCİ MEKTÛB

IMAM-I RABBANI Hz. bu mektubu, seyhi Muhammed Bakibillah'a yazmistir, Imam-i RABBANI Hz. nin seyhi olan bu zatin künyesi söyledir: Kâmil seyh, velayet derecelerine vâsil, nihayeti bidayetine dere eden bu tarikatta yol gösteren Yüce Hakkin hosnut oldugu bu Islâm Dini ugruna güç sarfeden seyhimiz Imamimiz Muhammed Baki Billah Naksibendî Ahrarî..

Yüce Allah, onun pek mukaddes sirrinin kudsiyetini artirsin. Temennilerinin de üstündeki nimetlere erdirsin..

Bu bir arzuhaldir.. Yani; Mektup.. Kullarin en küçügü Ahmed'den, hal anlatilan makamin yüce katina.. Mübarek emir icabi, kendisinden alinan cesaretle çesitli halleri anlatilmaktadir.

Söyleki: Bu tarikat edeplerine dair islere devamim sirasinda, Yüce Allah'in ZÂHIR ismine bir zuhur yeri olma serefine erdim; hem de tam manasi ile, her seyden ayri bir manada..

O kadar ki: Bütün esyada, tek tek bu tecelliyi gördüm, özellikle kadinlarin kisvesinde.. Hatta ayri ayri her yanlarinda.. Bu kadinlar zümresine o kadar ram oldum ki: Anlatamam. Bu ram olma isinde çaresiz bir duruma düstüm.

Bu, öyle bir zuhurdur ki, yalniz bu avret mahalde olmustur; bir baska mahalde zuhura geldigi olmamistir. Ne letaif hususiyetleri (insan duygularinin özellikleri) arasinda, ne acaip muhassenati (sasirtici islerin güzellikleri) meyaninda gördüm. Zuhur yerlerinin hiç birinde, asla böyle zuhur olmamistir.

Hâsili: Su gibi eridim; bu kadinlarin elinde eriyip aktim. Anlattigim manada bir tecelli her yemekte ve içmekte, her giyim isinde baska baska oluyordu. Lezzetli mükellef bir yemek sofrasinda (veya yenen seyin kendisinde) buldugum lezzeti, baskasinda bulamadim. Bu degisiklikler, tatli su ile tuzlu beyninde oluyordu: belki de her seyde..

Her seyin tadi, baskalarindan ayri olarak, kendi degisik derecelerine göre kemal hususiyetleri arasindaydi. O kadar ki: Bu tecellilerin özelliklerini yazi ile anlatmak mümkün degildir.

Ancak, huzurunuzda bulunmus olsaydim, bunlari belki dille anlatabilirdim. Halbuki ben, bu tecelliler esnasinda (Resulüllah S.A. efendimizin son nefesinde diledigi) refik-i âlâya müstaktim; ondan baska ele iltifat etmedim. O hale magluptum; baska yana iltifat gücünü kendimde bulamiyordum.

Bu arada su durum bana malum oldu;

Bu tecelli, tenzihe (sirf varliga) bagli nisbete münafi degildir. Çünkü, batin bu nisbetle alâkalidir. Onun, zahire aslâ iltifati yoktur. Bu tecelli ile teserrüf eden zahirdir. Ki o: bu nisbetten yana bostur; muattaldir. Hak adina yemin olsun; batini söyle buldum: Göz, baska yana kayma iptilâsina ugramamistir. O, bütün bilinenlerden ve zuhurlardan uzak durmustur. Ancak zahir, kesrete ve ikilige dönük oldugu için; bu tecelli saadetine ermistir.

Belli bir zamandan sonra, bu tecelli, gizli sakli yolu tuttu. Hayret ve cehalet nisbeti, oldugu gibi kaldi. O tecelliler, böylece; sanki, daha önce hiç gelmemis gibi oldular.


NOT:

Öyle bir Makama geliyor ki bize kadar Ulaşan hiçbir kaynakta ne Kur'an/ne Tahrif edilmiş İncil'de/ne Tahrif edilegelen Tevrat'ta böyle bir Makama Seyru Sülük yapılmamıştır...Hiçbir Sahabe veya Hiçbir Selef-i Salih'inde böyle haller ile Allah'a Ulaşma olayı olmamıştır...Bu tamamı ile Kafir olan İblis'in bir oyunu ve Şeytan işi bir Pisliktir.. (S.E)
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
Peygamberi Tanrılaştırma

(HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYE'NİN ÇIKIŞ NOKTASI OLARAK TOPLANAN VERİLER)

Hıristiyanlar İsa aleyhisselamı tanrı yaptılar. Onlara göre İsa olmasaydı kainat yaratılmazdı. Göklerde ve yer yüzünde görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar… Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır[1].

Yanlış inanç, bulaşıcı hastalık gibidir, çabuk yayılır.

Yukarıdaki inançlar müslümanlara da bulaşmıştır. Bir uydurma Allah Teâlâ’nın Peygamberimiz için şöyle dediği iddia edilmiştir:

“Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım[2]”.

Kimi tarikatlara göre Muhammed aleyhisselam, var oluşun başlangıcıdır. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. Hakîkat-i Muhammediye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Bu nur ölümsüz ve ebedi olduğundan Peygamber için “öldü” denmez. …

Hakîkat-i Muhammediye bütün peygamberlerin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Bu hakikat Hak’tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur[3]. Bu inancın tam şirk olduğu açıktır.

Katoliklere göre “Mesih İsa, gerçek Allah ve gerçek insandır. İşte bu nedenle insanlarla Allah arasında tek aracıdır[4]. Bu inanç kimi tarikatçılara da bulaşmıştır. Onlara göre Allah ile hakîkat-i Muhammediye aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir[5].

Bu konuda şöyle bir şiir söylerler:

“Ahad Ahmed’dir,kim mim eder fark,
Bütün âlem o mîm içre olur gark.”

Şiiri açıklamak için şu ilave de yapılır: “Ahadyani Allah’tır[6].”

Ahmed, Muhammed aleyhisselamın Kur’ân’da da geçen isimlerindendir.

“Ahad Ahmed’dir” “Ahad Allah’tır” sözünün tabii sonucu, “Allah Ahmed’dir yani Muhammed’tir” olur.

Bu da Hıristiyanların, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” iddialarıyla aynı anlamı taşır. Bu şiire göre, Ahad (أحد) ile Ahmed (أحمد) arasında farklı olarak sadece bir mim harfi vardır. Bu fark yazılıştadır ve Ahmed’in lehinedir. Çünkü onlara göre bütün alem o mimin içindedir!..

Bu inancın İslam ile ilgisi olmadığı açıktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

وَمَا مُحَمَّدٌ إِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِيْن مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللَّهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللَّهُ الشَّاكِرِينَ (144)

144-“Muhammed, başka değil, sadece bir elçidir; ondan önce de nice elçiler gelmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır” (Al-i İmran 3/144)

قُلْ اِنَّمۤا اَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحۤى اِلَيَّ اَنَّمۤا اِلَهُكُمْ اِلَهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقِيمۤوا اِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكِينَ (6)

6-“De ki: ‘Ben başka değil, tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana; Tanrınızın bir tek tanrı olduğu bildiriliyor. Artık ona karşı dürüst olun ve ondan bağış dileyin. Yazık o eş koşanlara.” (Fussilet 41/6)


قُلْ إِنِّي لَا أَمْلِكُ لَكُمْ ضَرّاً وَلَا رَشَداً {21} قُلْ إِنِّيلَن يُجِيرَنِي مِنَ اللَّهِ أَحَدٌ وَلَنْ أَجِدَ مِن دُونِهِ مُلْتَحَداً {22} إِلَّا بَلَاغاًمِّنَ اللَّهِ وَرِسَالَاتِهِ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ


خَالِدِينَ فِيهَا أَبَداً {23}


21-“De ki: “Benim size ne zarar vermeye gücüm yeter, ne de sizi olgunlaştırmaya.
22- De ki: “Beni Allah’ın azabından hiç kimse kurtaramaz. Ben ondan başka bir sığınak da bulamam.
23- Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, onun gönderdiklerini tebliğdir, o kadar.Artık kim Allah'a ve onun elçisine baş kaldırırsa, ona içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin 72/21-23)

Müslümanlarbeyaz bir sayfa açmaya, tefsir, hadis, fıkıh, akaid ve diğer ilimleri Kur’ân ışığında gözden geçirmeye mecburdurlar. Yoksa dünya da elden gider, ahiret de.

KAYNAKLAR:

[1] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 331.

[2]İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ (كشف الخفاء), Beyrut 1988/1408, c. II s. 164. Aclûnî bu eserini, halk arasında hadis diye bilinen sözleri, eğrisiyle doğrusuyla ortaya çıkarmak için yazmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma hadis vardır. Bu hadis de uydurmadır.

[3] Mehmet Demirci, “Hakikati Muhammediye”,Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA) c. XV, s. 179-180.

[4] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 480.

[5] Mehmet Demirci, “Hakikati Muhammediye”,DİA, c. XV, s. 179-180.

[6] Ali Ramazan Dinc, iki Cihan Serveri Peygamberi Zîşânımız, Yeni Dünya Dergisi, 58-59. sayılar, Ağustos-Eylül 1998, s. 32.

Bu şahıs, İlahiyat Fakültesi mezunudur ve Nakşibendi tarikatı şeyhlerdendir. Bu yazıyı dergide gördüğüm gün onu, İstanbul Gedikpaşa’da bulunan bir müridinin evinde ziyaret ederek gerekli uyarıyı yaptım. Ancak o, bunun sevgiden kaynaklandığını iddia edip kendini canla başla savundu. İnşaallah ölmeden tevbe eder. Günahı yazılı işlediği için tevbesi de yazılı olmalıdır.
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
HAZIRLANAN RAPOR -4-

HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYE (ŞİRK İNANCI)

Hz. Peygamberin (sav) insanlığa getirmiş olduğu hakikatlerin tümüne birden verilen isimdir. Mutasavvıflar ise peygamberimizin (sav) şeriatın zahirini ifade eden hakikatleri ve oluşturduğu manevi şahsiyeti bâtında aramışlar ve gizemli bir suret vermişlerdir. Yüce Allah mahlûkatı yaratmadan önce “Hakikat-i Muhammediye” denilen Hz.Peygamber'in Nur'unu yaratmış ve bütün varlıkları bu hakikatleri ifade eder ve kabul edebilir kabiliyette yaratmıştır,diyerek, Âlemin yaratılmasının amacı ve sebebi bu hakikatler olarak insanlara sunmuşlardır...

Hakikat-i Muhammediye Peygamberimizin (sav) Putlaştırmak için kullanılan bir deyimdir. Bu tabiri ilk kullanan Sehl b. Abdullah Tüsterî’dir. (v.283/896)

Sel b. Abdullah ilk olarak Allah-Subhanahu we Teala- Hz. Muhammed’in manevi şahsiyeti olan “hakikat-i Muhammediyeyi” kendi nurundan yarattığını ifade etmiştir.

Bu görüşü Muhiddin-i Arabî ve Abdülkerim El-Cilî tarafından en güzel bir şekilde açıklanmış ve yorumlanmıştır. Muhiddin-i Arabi, Füsûs-u Hikem isimli eserinde “Hakikat-i Muhammediye Vücûd-u Mutlakın taayyün ettiği ilk mertebe olarak açıklanmış ve ehadiyet-i ilahiye bu taayyün ile vâhidiyete dönüşmüştür” demektedir.

Yüce Allah “Sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2:164; Hâkim, El-Müstedrek, 2:615) Uydurma Hadisi ile desteklemişlerdir...

Peygamberimiz (sav) “Allah ilk olarak benim nurumu yarattı. Âdem su ile toprak arasında iken ben peygamberdim” (Tirmizi, Menâkıb, 1; Müsned-i Ahmed, 4:66; 5:379; Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 1:265; Abdul-Kerim Cilî, İnsan-ı Kâmil, 2:37) Uydurma hadisleri ile bunu ifade etmiştir.

Mevlâna Celaleddin-i Rumî de hakikat-i Muhammediyeyi anlattıktan sonra Hz. Peygamberin (sav) Cebrail (as) karşısındaki büyüklüğünü anlatmak için “Şayet Ahmed ulu kanatlarını açmış olsaydı Cebrail ebede kadar dehşet içinde kalırdı” demektedir.

(Mesnevî, 4:817) Allah’ın “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek ve tanınmak istedim, kâinatı yarattım” (Süyûti, ed-Dürerü’l-Müntesire, s. 125; Ali el-Kàrî, el-Esrârü'l-Merfûa’, s. 273) Uydurma Hadisi ile Desteklenmiştir..

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Hakikiat-i Muhammediye” gerçeğini izah ederken Kur’ân-ı Kerimin zat-ı Ahmediyeye verdiği yüksek makama dikkatimizi çeker ve İmanın dört rüknü olan peygamberlere, kitaplara, meleklere ve ahrete imanın ancak O’nun zatından tezahür ettiğine işaret eder. Bu sebeple iman “Lâ ilâhe İllallah” hakikatinin ancak “Muhammed Resulullah” gerçeği ile anlaşılacağından dolayı her iki kelamın birbirine denk tutulduğunu ifade eder. İmanın ancak her ikisine birden iman ile makbul olduğunu ifade eder. (Sözler, 2004, s. 745)

Bu sebeple risalet-i Muhammediye (sav) kâinatın en büyük hakikati ve zât-ı Ahmediye (sav) bütün mahlûkatın en eşrefidir. Hakikat-i Muhammediye (as) ise külli şahsiyet-i maneviyesi ve makam-ı kutsisidir ki iki cihanın parlak bir güneşidir.

Bu hakikatin en büyük delili de “Sebep olan yapan ve işleyen gibidir” hakikati gereği peygamberimizin (sav) manevi makamının ve küllî sevabının ümmetinin işlediği sevaplarla devamlı olarak arttığı ve makamının yükselmeye devam ettiği gerçeğidir ki milyonlarla ümmeti her gün ona selat-ü selam getirmekle ve manevi kazançlarını bağışlamakla bunu ispat etmektedir. (Age, 745)

“Sebep olan yapan ve işleyen gibidir” Sözü tamamı ile İlahlaştırmaktır ve Hristiyanlaşma Tezahürünün yankılarıdır,ki bu yüzdendir ki Risale-i Nur'culara göre Hristiyanlarda Cennete girebileceklerdir,Yahudilerde...Dinlerarası Diyalog zemini ise Said Nursi'nin bu Külliyat'ını takip eden Skolostizme Kurban gitmiş Türkiye Vatandaşları tarafından temellendirilmiştir,destek görmüştür..



Peygamberimizin insanlığa getirdiği hakikatlerle insanlık manevi karanlıklardan ve zulmetlerden kurtularak imanın nuruna çıkmaktadır. Sadece Allah’a ve ahrete iman ile insanlık ebediyen yok olmak korkusundan kurtularak ebedî saadete ve cennete ulaşma imkânına kavuşmaktadır ki bu hakikat dahi hakikat-i Muhammediyenin ne derece hak ve insanlığa lazım olduğunu ispata kâfidir. (Sözler, 748)

Mesnevi-i Nuriye'nin girişinde İmam Rabbani-Gavs Azam olarak tanıtan Said Nursi Hakikat-i Muhammediyye'yi tam anlamı ile Onlar gibi anlamakla beraber bu Şirki Temize çıkarma ve bu şahısları kurtarma görevini üstlenmiştir...


Bediüzzaman yine “hakikat-i Muhammediye”nin şahsiyet-i maneviye olarak Hz. Ali (ra) ile ve âl-i beyt ile devam ettiğine dikkatimizi çeker. (Lem’alar, 2005, s.47, 50, 86)

Bir Rivayette ise; “Her nebinin nesli kendindendir, benim neslim Ali’nin neslidir” (Tirmizi, Menâkıb, 19) hadisini kullanmaktadırlar..

Çünkü dinin hameleleri, muhafızları, istikametinin muhafaza edenler ve ümmete istikamet gösterenler daima ehl-i beytin vereseleri olmuştur ki onların son temsilcisi Bediüzzaman Said Nursi bu temsilcinin Nur Talebeleri -Şakirtleri ve kendisi olduğunu İddaa etmektedir..

Bediüzzaman’ın neşrettiği iman hakikatleri ile imanın muhafazası, anlaşılması ve kuvvetlenmesine ne derece hizmet ettiği ve şeriat-ı Muhammediyeyi koruduğu ve hakkaniyetini ispat ettiğini iddaa ederek. Bu sebepledir ki hakikat-i Muhammediyenin bu zamandaki temsilcisi Risale-i nurlardır,diyerek Kutup ve Gavs'lık ile Beraber Hakikat-i Muhammediye anlayışını da Sahiplenerek kendi taraftarlarını ŞİRK ZENGİNİ haline getiren Popüler bir Felsefecidir..
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
RASULULLAH'I KURUTAN SÖZLER
- UYDURMA HADİSLER -

HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYYE ŞİRKİ





1_

‘Sen olmasaydın Ya Muhammed! evreni yaratmazdım’


( لما اقترف آدم الخطيئة؛ قال: يا رب! أسألك بحق محمد لما غفرت لي. فقال الله: يا آدم! وكيف عرفت محمدا، ولم أخلقه؟ قال يا رب! لما خلقتني بيدك، ونفخت في من روحك؛ رفعت رأسي، فرأيت على قوائم العرش مكتوبا: لا إله إلا الله محمد رسول الله، فعلمت أنك لم تضف إلى اسمك إلا أحب الخلق إليك. فقال الله: صدقت يا آدم! إنه لأحب الخلق إلي، ادعني بحقه، فقد غفرت لك، ولولا محمد ما خلقتك)


''Hz Adem günah işlediğinde şöyle dua etti:
Ya Rabb! Muhammed'in hakkı için benim günahımı bağışlamanı diliyorum.
Allahu Teala dedi ki: Ey Adem! Sen Muhammed'i nereden biliyorsun, ben onu daha yaratmadım.
Adem: Ey Rabbim, Sen beni yarattığında ve ruhundan bana üflediğinde başımı kaldırdım ve arşın sütunları üzerinde 'Lailahe İllallah Muhammedun Rasulullah' yazılı olduğunu gördüm. Ve bildim ki, Sen kendi adının yanına ancak en çok sevdiğin kişinin ismini ilave edersin.
Allahu Teala dediki: Doğru söylüyorsun ey Adem, o (Hz. Muhammed sav) benim en sevdiğim kulumdur. Sen Benden onun (Hz Muhammed sav) hakkı için istedin, Ben seni bağışladım. Muhammed olmasaydı Ben seni yaratmazdım''
( Hakim Müstedrek 2/615 Hz Ömer (ra)'dan merfu olarak ;İbn Asâkir (2/323), el-Beyhâki, Delâil’un-Nübuvve (5/488) )

Uydurmadır.
Râvilerinden olan Abdurrahm an b. Zeyd b. Eslem hakkında İbn Hibbân şöyle der: «Hadis uydurmakla itham olunmuş, Leys, Malik ve İbn Lehi’a üzerine hadisler uydurmuştur. Dolayısıyla imâm ez-Zehebî rivâyet hakkında uydurma ve batıl derken, İbn Hacer el-Askalânî de ona katılır.
Zehebi, bu hadis hakkında: ''Hadis uydurmadır. Abdurrahman yalancıdır. Ve Abdullah İbni Meslem el-Fahri'nin kim olduğunu bilmiyorum'' demektedir.

Mizan'ul-İtidal'de bu hadis için ''batıl bir haberdir'' denilmektedir.

Beyhaki Delail Nübüvve'de ''Abdurrahman İbni Zeyd İbni Eslem zayıf ravilerdendir'' der.

El-Elbani bu hadisi aktardıktan sonra '' Sonuç olarak ben derim ki: Bu hadisin Peygamber (sav)'den aslı yoktur. Bu hadise iki muhterem hafız -Askalani ve Zehebi- batıl hükmü vermiştir.( Zayıf Hadisler Silsilesi 1/hadis no 25) diyerek hadisi eleştirmektedir.


Şeyhul İslam İbni Teymiyye (ra): ''Hakim bu rivayeti sahihi sakimden (zayıf) ayırma babının girişinde aktarmakta ve Abdurrahman İbni Zeyd İbni Eslem'in babasından rivayet ettiği hadisler uydurmadır'' demektedir.


El-Sagani “uydurulmuş” dedi. ( El-Sagani El-Hadis El-Mevzuat sy.7)
Elbanide aynı şeyi söylemiştir. (Silsile el-Zayif 1/450 no 282)
El Acluni Uydurma olduğunu söylemiştir( el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 214.)

Şeyh Molla Aliyyul Kari ’Zayıftır ama anlamı doğrudur…” (Aliyyul Kari El-Esrar El-Merfuat sy 67-68) der ve şu iki hadisi bu görüşüne delil getirir:

a. İbn Esakir tarafından nakledilen hadis ”sen olmasaydın dünya yaratılmazdı.” İbni Cevzi bunu nakletti ve şöyle dedi ”uydurulmuştur” (İbni Cevzi El-Mevzuat 1/288) ve Suyuti’de aynı şeyi söylemiştir. (Suyuti El-Laai 1/272)

b. Deylemi’den nakledilen bir hadis ”Ya Muhammed! Sen olmasaydın Bahce (cennet) yaratılmış olmazdı ve Sen olmasaydın ateş (cehennem) yaratılmış olmazdı

ElBani derki ”Deylemi’den hadisin sahih olduğunu ortaya koymadan gerçekliğini onaylamak doğru olmaz ki Hiç bir alimin bu konu üzerinde durmuş olmasına rastlamış değilim… Deylemi’nin bunu aktaran tek kişi olması benim için bu hadisin zayıf olduğuna inanmak için yeterlidir, dahası Musned’inde (Deylemi Musned 1/41/2) rastladığımda zayıf olduğuna inandım.
(El Elbani Silsile El-Zayıf 1/451 no.282)

Yukarıdaki sözün uydurma olduğuna bir delil de yine başka bir rivayetten ! Akıl sahiplerini çelişkiyi görmeye davet ediyorum :

Adem (a.s.)’ın Nebî (s.a.v.)’i, kendi yaratılışından sonra cennette iken yer yüzüne inmesinden bilmesidir. Halbuki zayıf, ancak daha iyi bir senedle gelen başka rivayette:
( Adem (a.s.) Hindistana iner ve yanlızlık hisseder, bunun üzerine Cebrâil inerek; Allâhu Ekber, Allâhu Ekber, Eşhedu En Lâ İlâhe İllallâh (iki defa), Eşhedu Enne Muhammeden Rasûlullâh (iki defa) deyip ezan okur. Adem şöyle der: «Muhammed de kim»? Cebrâil: «Peygamberlerden son oğlundur» der.)
İbn Asâkir (1/323/2).

Râvilerinden Ali b. Behrâm bilinmemekte, diğer bir râvi olan Muhammed b. Abdullâh b. Süleyman aynı şekilde bilinmemektedir.
Bir önceki rivâyette Âdem (a.s.) daha cennette iken Peygamber (s.a.v.)’i tanıyordu, bu ikinci rivayette ise, Âdem (a.s.) yer yüzüne indiği halde Muhammed (s.a.v.)’i tanımamıştır.
Menfaatları için birbirinden habersizce Panik halinde hadis peydahlayanların düştüğü bu trajikomik durum tam ibretlik !




2_

"Ben gizli bir hazineydim ve ben bilinmeyi diliyordum bundan dolayı ben yaratılmış olanı (insanoğlunu) yarattım sonra kendimi onlara bildirdim ve onlar beni tanıdı”. sözü


Sehavi (905 , İbni Hacer El-Askalani’nin öğrencisi) dedi ki “İbni Teymiyye derki “İbni Teymiyye derki ‘bu Peygamberin (SAV) hadislerinden değildir ve sahih yada zayıf oluşuna dair bilinen hiç bir isnad yoktur.’ Zerkaşi ve Şeyhimiz (İbni Hacer) onu (bu kararında) desteklemiştir.” ( Sehavi, el-Makasıdu’l-hasene, no. 838 )


Suyuti (911) dediki “bunun aslı yoktur” (Suyuti, Durural Muntasar, no. 330 )

El Acluni (1162) dediki “bu söylem genellikle ona itimat eden ve bazı temellerini onun üzerine kuran sufilerde vuku bulur.” (El-Acluni, Keşfu’l-hafa, no. 2016)

el- Elbani derki “bu hadisin aslı yoktur” (Muhammed Nasiruddin El-Elbani, Silsile El-Zayıf, 1/166 )



"kuntu kenzen mahfiyye" diye başlayan bu gizli hazine uyduruk hadisi de bir benzeri gibi "men arafe nefsehu fe kad arafe rabbehu" yani "kim kendini bilirse rabbini de bilir" rivayeti gibi "gizli kardeşlik" tarafından uydurulmuş bir sözdür. Bu tarz sözleri uydurmanın amacı vahdeti vücüd akidesine sözde islami dayanak hazırlamaktır.
Buna göre güya Allahu teala gizli bir hazineyken kendisinden bir parçayı yani kainatı yaratıp kendisini açığa vurmuştur. Buna göre kainat allahtan sudur etmiştir, doğmuştur.(sudur teorisi)
Alemlerin rabbini sofilerin bu tarz iftiralarından tenzih ederiz.

Zariyat 56- Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.


Hazırlayan; ABDULHAKEM İZZETLİ

Rumuz: ABDULHAK

Allah Kardeşlerimden Razı olsun...
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
Hazırlanan RAPOR -5-

İLGİNÇ BENZERLİK: HAKÎKAT-İ İSEVİYYE - HAKÎKAT-İ MUHAMMEDİYE

Müşriklerin ve Hıristiyanların yanlış Peygamber tasavvurunu gördükten sonra “peki, Müslümanlarda durum nasıldır ?” sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Ne yazık ki peygamber hakkındaki “bu yanlış inanç, (bazı) Müslümanların inancına da karışmıştır.”[[1]] Mesela halk arasında oldukça yaygın olan ve hadis-i kutsî olarak bilinen fakat hadis âlimleri tarafından açıkça “uydurma (mevdû’ = [ضوع)”[2] olduğu belirtilen “sen olmasaydın… Sen olmasaydın… Ben kâinatı yaratmazdım(لولاك لولاك لما خلقت الأفلاك= levlâke levlâke lemâ halaktu’l-eflâk) sözü bu iddiayı haklı çıkarmaktadır.

Çünkü bazı Müslümanlar tarafından aslı astarı olmayan bu rivayete dayanılarak ilk yaratılan şeyin hakikat-ı Muhammediye olduğu, her şeyin ondan ve onun adına yaratıldığı iddia edilmiştir. Tıpkı Hıristiyanların İsa için dedikleri gibi! Muhyiddin İbnü’l-Arabî başta olmak üzere birtakım sûfîler tarafından ortaya atılan ve geliştirilen hakikat-i Muhammediye inancı, kısaca şöyle özetlenebilir:

“Vücûd-ı mutlak’ın taayyün ettiği ilk mertebeye (taayyün-i evvel) hakîkat-i Muhammediyye adı verilir. Vücûd-ı mutlak açısından bakıldığında bu mertebe var oluşun başlangıcıdır. Mevcûdat açısından bakıldığında ise gerçek yaratma (halk = خلق) fiili, vücûd-ı mutlakın hakîkat-i Muhammediyye mertebesine tenezzülünden sonra olmuş ve her şey ondan yaratılmıştır.

Hz. Peygamberin altmış üç senelik zamanla sınırlı cismanî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediyye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir (yaratılmıştır) Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. (…) Resûl-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. (…) (Muhyiddin) İbnü’l-Arabî’ye göre hakikat-i Muhammediye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Varlık şeklinde zâhir olan ilâhî tecellinin ilk mertebesidir.” [[3]]

Menşeinin Yeni Eflatunculuktaki “logos” veya İskenderiyeli Aziz Clemens’in peygamberlik konusundaki görüşlerine dayandığı ve bunun önce Şii muhitine oradan da tasavvufa geçtiği ileri sürülen [[4] ] bu anlayışın, Kur’an’ın şekillendirdiği peygamber tasavvuru ile ne kadar uyuştuğu sorgulanmalıdır. Nitekim başta hadis ulemâsı ve Hanbelîler olmak üzere birçok âlim, Hz. Peygamberin bu şekilde anlaşılmasının onu ilahlaştırmak anlamına geleceğini söyleyerek bu inancı küfür ve şirk saymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini söylemişlerdir. [[5]]

Kaynak:

[1] Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Aracılık Ve Şirk, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2005, s. 82.


[2] Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkâni, el-Fevâidu’l-Mecmûa fi’l-Ahâdîsi’l-Mevdûa, Thk. Abdurrahman el-Muallimî, el-Mektebetu’l-İslâmî, 2. Bs., Beyrut, 1392 h., s. 326; hadis no: 1013; Molla Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevdûa (el-Mevdûatu’l-Kübrâ), Thk: Muhammed Lütfi es-Sabbâğ, el-Mektebetu’l-İslâmî, 2. Bs., Beyrut, 1986, s: 288; hadis no: 385; İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, 3. bs., Beyrut, 1988, c: 2, s: 335, hadis no: 2123.

Aliyyü’l-Kârî ve Aclûnî, bu hadisin senet yönünden uydurma olduğunu kabul etmekle birlikte mana yönünden sahih olduğunu söylemektedirler. Bu konu hakkında İbn Teymiye şöyle demektedir: “Bazıları yerlerin, göklerin, ayın, güneşin… kısaca her şeyin Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem için yaratılığını iddia etmektedir. Hâlbuki böyle bir şey ne sahih ne de zayıf, hiçbir şekilde Peygamberimizden rivayet edilmemiştir. Bütün ehl-i ilim bunu böyle kabul etmiştir. Sahabeden de böyle bir söz nakledilmemiştir. Bu, söyleyeni kesinlikle belli olmayan (anonim) bir sözdür.” İbn Teymiye, Mecmûu Fetâvâ, Cem’ ve Tertîb: Abdurrahmân Muhammed b. Kâsım, c: 11, s: 96.

İbn Teymiye devamla, yerlerin, göklerin, ayın, güneşin vs. insanoğlu için yaratıldığını bildiren ayetleri sıralayarak bu anlayışın doğru olmadığını açıklamaktadır.

[3] Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 1997, C: 15, s: 179–180.


[4]Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, C: 15, s: 180. Hakikat-i Muhammediyye veya Nûr-u Muhammedî adı verilen bu inancın İslam dünyasına Şiilerden onlara da Yeni Eflatunculuktan geçtiği, yahut bunda Hıristiyan etkisinin veya Yunan felsefesinin bulunduğuna dair açıklamalar için bkz: Hatice K. Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı, Ensar Neşriyat, 2. Bs., İstanbul, 2006, s: 184-186.

[5]Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, C: 15, s: 180.
 
samanpan Çevrimdışı

samanpan

.
Site Emektarı
güzel olmus okudum bu saatte . yalnız az ara ver okunsun sonra devam et.
dua da et.
 
Üst