Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Hallac'ın Öldürülmesi

Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
HALLAC'IN ÖLDÜRÜLMESİ

images


Bayezid-i Bestami ve başkalarından halık/mahlûk birliğiyle, arada bir farkın olmayışıyla ilgili sözler aktarıp da bu hususta onları mâzur görenler diyorlar ki:
Kişinin mahbubuna yönelik sevgisi ileri düzeye varıp kişiyi tamamen kuşatınca, ayrıca adamın da kalbi zayıfsa, duyduğu sevgisinden dolayı mahbubunda kaybolur. Mahbubunun varlığıyla kendi varlığını yitirir. Sürekli andığı sevgilisinden dolayı kendisini unutur. Derken hiç olmamış gibi yok olur, hep varmış gibi de baki olur. Anlatıldığına göre, bir adam kendisini suya atar. Sevgilisi de arkasından kendisini atar.
Adam:
Ben kendimi attım; sen niçin atladın? deyince, sevgilisi şöyle der:
Kendimi sende kaybettim ve seni ben sandım
.”

İşte bunun benzeri haller, kişinin Rabb ile kul, emredilen ile yasaklanan arasındaki farkı algılayamamasına, bilgi ya da hakkın bilincinde olmamasına neden olurlar. Hatta sonunda, şununla şunun farkını dahi bilmezler. Neticede mazur sayılırlar. Dolayısıyla bu gibi kimselerin sözlerinde bir gerçeklik aranmaz.
Ama tasavvuf ehlinden olduklarını iddia eden bir taife, bunu gerçek gibi algılıyor ve gerçek tevhidin bu olduğunu söylüyor.“Menazilu’s Sairin” yazarı ve İbn-i Arif gibiler bu kanaattedir. Öte yandan İbni Arabi et-Tai gibiler de genel varlık birliğinin bir gerçeklik olduğunu savunurlar.
Bir gruba göre Hallac da bunlardan biridir. Daha sonra Hallac’ın durumuyla ilgili iki görüş belirmiştir:

Birinci görüş: Hallac, böyle bir yokluğun girdabına düştü. Bu yüzden o, iç dünyası itibariyle mazurdur. Fakat zahire göre öldürülmesi vâcibdir.
Diyorlar ki: Onu öldürenler mucahid, o da şehiddir. Bir şeyhin şöyle dediğini anlatırlar:
Hallac tökezledi. Eğer onun zamanında olsaydım, elinden tutardım.”
Bunlara göre Hallac’ın durumu, aşk ateşine yanan, yokluk girdabına düşen birinin durumudur.


İkinci görüş:
Bunlar, fena ehlinin rububiyet tevhidine ilişkin anlayışlarını doğru bulan kimselerdir.
Diyorlar ki: Asıl gaye budur. Ve şunu ekliyorlar:
Hallac, hakikatin ve tevhidin son noktasına gelmişti.
Sonra bu gruplar onun öldürülmesi hakkında da iki farklı görüş ileri sürmüşler:

Cevab:
Birincisi:
"Hallac haksız yere öldürüldü. Onu öldürmek caiz değildi..."

Bu görüşte olanlar, Hallac’ın öldürülmesinden dolayı şeriata ve şeriat ehline düşmandırlar. Bu yüzden fakihlere ve ilim ehline düşman olanlar da var. Hallac’ın katilleridir bunlar, diyorlar...
Bu bakımdan şöyle diyenlere benziyorlar:
Bizim bir şeriatımız var, bir hakikatımız var, şeriattan farklı...
Bu sözü söyleyenler, Allah’ın kelâmında, Rasulullah’ın (s.a.v.) sözlerinde ve sair insanların konuşmalarında “şeriat” kavramıyla ne kastedildiğinin bilincinde değildirler. Yine Allah kelâmında, Rasulullah’ın (s.a.v.) sözlerinde ve sair insanların konuşmalarında hakikat, hak, zevk, vecd ve tevhid kavramlarının hangi anlamlarda kullanıldığını bilmiyorlar. Hatta bunların içinde şeriatın, kadı’nın verdiği hüküm olduğunu sananlar bile var.
Bazıları alim ve adil kadı ile cahil ve zalim kadıyı dahi birbirinden ayırmaz. Hakimin verdiği hüküm ne olursa olsun, ona şeriat adını verirler. Oysa, bir işte, hakimin verdiği hükme muhalif ve Allah ve Rasulu’nun sevdiği bir hakikat olabilir.
Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Bana gelerek birbirinizden davacı oluyorsunuz. Kiminiz, kiminize göre kendi kanıtını daha etkili ortaya koyabilir. Ben ancak dinlediklerime göre hüküm veririm. Kardeşinin hakkından olmak üzere kimin lehine bir hüküm verirsem, onu almasın. Aksi taktirde, bu verdiğim hüküm onun için bir ateş parçası olur.”
(Buhari, Şehadat, 27; Muslim, el-Akdiye, 4; Tirmizi, Ahkam, 11; Ebu Davud, Akdiye, 7)

Çünkü hakim, dinlediği belgelere ve ikrarlara göre hüküm verir. Karşı tarafın açıklayamadığı kanıtları olabilir. v.s.
Dolayısıyla şeriat, aynı zamanda batıni bir olgudur. Kadı’nın verdiği hüküm, zahiri bir uygulamadır. Birçok şeyin iç yüzü, insanlara görünen dış yüzünden farklı olabilir. Buna Musa ve Hıdır kıssasını örnek verebiliriz. Çünkü Hıdır’ın yaptığı maslahata uygundu ve O, Allah’ın kendisine emrettiği şeriattı. Allah’ın şeriatına muhalif uygulamalar değildi. Fakat Musa, iç yüzünü bilmediği için, görünürde bu, onun için caiz olmayan bir davranıştı. Fakat Hıdır, ona bu işlerin iç yüzünü anlatınca, ona hak verdi, onu onayladı. Çünkü Hıdır’ın yaptığı şeriata aykırı değildi.
Bu bağlamda:
Bir şey, iç yüzü itibariyle dış yüzünden farklı olabilir, denildiğinde, bu sahih bir değerlendirme olur. Ancak iç yüzün hakikat, dış yüzünse şeriat olarak isimlendirilmesi, tamamen ıstılahi bir isimlendirmedir.
Bazı insanlar, hakikatı mutlak olarak batıni olgu, şeriatı da zahir olgu olarak algılarlar. Aynı şekilde İslâm kavramı iman kavramıyla birlikte zikredildiğinde, bununla zahiri ameller, iman kavramıyla da kalpteki inanç kastedilir. Nitekim Cibril hadisinde de buna işaret edilmiştir. Bu bağlamda “İslâm hükümleri (yasaları) ve iman hakikatleri” denilirse, bu, doğru bir niteleme olur. Ancak bu kavramlardan hangisi yalnız başına kullanılırsa, diğerinin anlamını da kapsamış olur.

Dolayısıyla batıni hakikatı içermeyen bir şeriatın bağlısı gerçek mûmin olmadığı gibi, yüce Allah’ın Muhammed’e (s.a.v.) gönderdiği şeriata uygun olmayan bir hakikatin bağlısı da bırakın Allah’ın muttaki velisi olmasını, müslüman bile değildir.
Bazen “şeriat” kavramıyla fakihlerin içtihad yaparak çıkardıkları hükümler, “hakikat” kavramıyla da mutasavvıfların kalpleriyle algıladıkları manevi haz kastedilir. Hiç kuşkusuz, bu gruplara mensub muctehidler, bazen doğruyu bulurlar, bazen de yanılırlar. Ama hiçbirinin bilinçli olarak Rasulullah’a (s.a.v.) muhalefet etmeyi amaçladığı söylenemez. Şayet her iki grubun içtihadı örtüşürse, ne ala! Aksi taktirde, bu gruplardan biri, diğerini taklit etmek zorunda değildir. Ancak uymayı kaçınılmaz kılan şer'i bir kanıt getirilmesi başka.
Bazı insanlar, Hallac’ın, mutasavvıfların meşrebi olan zevksel hakikate aykırı olarak fıkhi içtihatla öldürüldüğünü ifade ediyorlar. Bu, birçok insanın zannıdır; ancak doğru değildir. Hallac, küfründen dolayı öldürülmüştür ve bu hususta fıkıhçılarla mutasavvıflar arasında görüş birliği oluşmuştur.
Örneğin Hallac, Kur’an’dan daha iyi bir kitab getirerek ona karşı çıkabileceğini iddia etmişti. Ayrıca hac ziyaretini kaçıran bir kimsenin, bir ev yaparak onu tavaf edebileceğini ve güç yetirdiği miktarda sadaka vererek hac yükümlülüğünü yerine getireceğini iddia etmişti. Bunun gibi daha birçok şey söylemişti ki, bunların tümü, Muhammed’in Allah’ın rasulu olduğuna şehadet getiren alimiyle, abidiyle, fakihiyle, dervişiyle ve mutasavvıfıyla bütün müslümanların ittifakıyle öldürülmüştür.


Bazıları diyorlar ki:
Hallac öldürüldü, çünkü açıklanmaması gereken tevhid ve hakikat sırrını açığa vurdu. Oysa bu ancak seçkin, özel insanlara (havas) söylenecek sırlardandır. Böyle bir sırrın gizlenmesi ve açıklanmaması gerekir.”
Bu hususta bir de şiir inşad etmişler:
Sırrı ifşa edenin cezası ölümdür

Kim olursa ve intikamı alınmaz
Sırrı ifşa ettiler, bu yüzden kanları mubah oldu

Mubah görenlerin kanı böyle mubah olur.

Bunların sözü aslında şöyle demeye geliyor:
Hıristiyanların İsa (a.s.) ile ilgili görüşleri haktır. Bu aynı zamanda onun dışındaki nebi ve veliler için de geçerlidir. Fakat bunu açıkça söylemek mümkün değildir. Çünkü şeriat sahibi buna izin vermemiştir. “Menazilu’s Sairin” yazarının ve başkalarının sözlerinden bunu anlamak mümkündür. Aşağıdaki şiirde tevhid anlayışını şöyle dile getiriyor:
Hiç kimse bir olanı birleyemez.

Çünkü onu birleyenler inkârcıdır.
Onun sıfatından söz edenin tevhidi
Çıplaktır ve bir olan bunu ibtal etmiştir.
Onun kendisini birlemesi tevhididir.
Ama onun sıfatlarını sırlayanın sıfatlarının sonu yoktur.
Bu görüşte olanların demek istedikleri şudur:

“Birleyen birin kendisidir. Kulun dilinde tevhidi söyleyen hakkın kendisidir. Kendisinden başkası O’nu birleyemez. Birleyen yine kendisidir.

Bu arada Firavun’un: Ben sizin en yüce Rabbinizim (Naziat, 24) sözü ile Hallac’ın:
Ben Hakkım. Subhani (Kendimi tenzih ederim) sözünü birbirinden ayırıyorlar. Çünkü Firavun bunu söylerken kendini muşahede ediyordu ve bu sözü kendisi ile ilgili olarak söyledi. Fena ehli olanlar ise, kendilerini kaybetmişlerdir. Onların dilinden konuşan bir başkasıdır.
Son kuşak mutasavvıfların çoğu bu yanlışa düşmüştür. Bu yüzden Cuneyd-i Bağdadi -Allah ona rahmet etsin-, kendisine Tevhid’le ilgili bir soru sorulduğunda, bu anlayışı reddeder tarzda şu cevabı vermiştir:
“Tevhid; kadim (ezeli-öncesiz) olan ile muhdes (sonradan olma) olanı birbirinden ayırmaktır.”
Böylece Tasavvufun önderi -Seyyidu’t Taife- Cuneyd-i Bağdadi, Tevhidin, ancak öncesiz-ezeli rab ile sonradan olma kulu birbirinden ayrı tutmakla gerçekleşebileceğini vurguluyor. Kadim ile sonradan olmayı bir ve aynı gören anlayışın tevhid olmadığını ifade ediyor.
Bunlar özel ve kayıtlı Birlikçi (vahdet-i vücud), hululcu (tanrının insana hulul etmesi) taifedir.
Genel ve mutlak hulul ve birliğe inanlar ise şunu söylüyorlar:
O, bizzat her yerdedir. Ya da O, mahlûkatın varlığının kendisidir.”
Başka yerlerde bu görüşe ilişkin düşüncelerimizi geniş bir şekilde sunma imkânını bulmuştuk.
Şunu demek istiyoruz:
Hallac, bu tasniflerin hiçbirine dahil değildi. Bilakis, bütün müslüman grupların ittifakiyle küfrü ve öldürülmeyi gerektiren sözler söylüyordu. Ki biz birçok yerde onun bu tür sözlerine yer vermiştik. Nitekim Cuneyd, Ömer b. Osman el-Mekki ve Ebu Yakub en-Nehrcuri gibi şeyhlerin birçoğu da onun görüşlerini inkâr edib onu yermişlerdi.

Hallac’ın durumunu ve söylediklerinin gerçek anlamını kavrayamayanlar -mutlak veya muayyen hulula inananlar dışında-, bunun Hallac’ın sözü olduğunu sanıyorlar ve ondan kaçınıyorlar. Nitekim Hallac’ın da içinde yer aldığı İbni Seb’in taifesi zalim adamlardan oluşuyordu. Tasavvuf şeyhlerinin büyük çoğunluğu ve ilim ehli nazarında Hallac salih meşayihten biri değildi, bilakis zındık biriydi. Zahidliğininse çeşitli sebebleri vardı. Bunları detaylı olarak anlatmak uzun zaman alacaktır. Ayrıca o, rububiyet tevhidinde fena makamına ermiş biri de değildi. Tam tersine, sihir eğitimini almış bir büyücüydü. Hizmetinde birçok şeytan vardı. v.s. Başka yerlerde bunlar uzun uzadıya anlatılmıştır.

(Şeyhu'l islam İbn Teymiyye ; Mecmuu'l Fetava, Cilt : 8)



*****

(İbn Kesir, EL-Bidaye we'n Nihâye, C. 11, Sf: 241-257)

Hallacın Hilelerine Örnekler
Hatib Bağdadî, şöyle rivayet etmiştir:
«Hallaç, kendi has adamlarından birini, Cebel beldesine gidip orada halka kendini âbid, salih ve zahid bir kimse olarak göstermesini emretti. Halk, onun âbid, salih ve zahid bir kimse olduğunu görüp kendisine yönelerek onu severek bağlandığında, onlara, aniden gözlerinin kör olduğunu söylemesini ve gözünü yummasını; aradan birkaç gün daha geçtikten sonrada kötürüm olduğunu söylemesini ve kesinlikle ayağa kalkmamasını, onu tedavi etmeye çabalamaları halinde ise onlara şöyle demesini emretti: "Ey iyiliksever cemaat! Bu yaptıklarınızın bana hiç faydası olmayacaktır." Böyle dedikten sonra aradan birkaç gün geçince onlara, Rasûlullah (s.a.v.)'ı ruyasında gördüğünü ve kendisine Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu söylemesini tembihledi: "Senin şifa bulman, ancak kutubun elleri ile mümkün olacaktır ve kutub, falan ayın falan gününde sana gelecektir, O’nun evsafı şöyle şöyledir."

Hallaç, yola çıkardığı adamına, falan ayın falan gününde onun bulunduğu şehire geleceğini de bildirdi. Adam kendisine emredilen Şehire gitti. Orada ikamete başladı. Kendini ibadete verdi. Salih bir olduğunu halka gösterdi. Kur'ân okumaya başladı. Bir müddet bu halde ikamet ettikten sonra halk onun veli bir kişi olduğuna inanıp onu sevdi. Bir süre sonra onlara gözlerini kaybettiğini söyledi gözlerini kapattı. Bir süre böylece kaldı. Aradan bir müddet geçtikten sonra da kötürüm olduğunu söyleyip yere çöktü ve hiç kalkmadı. Bütün imkanları seferber ederek onu tedavi etmeye çalıştılarsa da bundan hiçbir fayda elde edilemedi.
Adam onlara dedi ki: "Ey iyiliksever cemaat! Sizin bu yaptıklarınızın bana hiçbir faydası dokunmayacaktır ve bu hiçbir sonuç vermeyecektir. Çünkü ben ruyada Rasûlullah (s.a.v.)'ı gördüm. Bana: "Senin afiyete erip şifa bulman ancak kutub sayesinde mümkün olacaktır. O falan ayın falan gününde sana gelecektir." dedi.»

Önceleri elinden tutarak onu mescide götürüyorlardı, ama daha sonra kötürüm olunca onu sırtlarına alıp taşıyarak götürmeye başladılar. Kendisine ikram ettiler. Derken, söylediği vakit gelip çattı. Zaten o zamanı, Hallaçla aralarında kararlaştırmışlardı.

Hallaç, gizlice bu şehre geldi. Üzerinde beyaz yün elbiseler vardı. Mescide girdi. Bir sütunun yanına çöküp kendini ibadete verdi. Hiç kimseye bakmıyordu. Halk, o hasta kişinin kendilerine anlattığı evsafa bakarak Hallac'ı tanıdılar. Hemen koşup selam verdiler, eteğine el, yüz sürdüler. Sonra o afiyet ve şifa beklemekte olan kötürüm adamın yanına gittiler, yabancı birinin mescide geldiğini bildirdiler. Hasta adam: "Evsafını bana söyleyin." deyince Hallac'ın evsafını anlattılar. Hasta adam şöyle dedi: "İşte, Rasûlullah (s.a.v.)'ın ruyamda bana anlattığı ve kendisinin elinden şifa bulacağımı söylediği adam odur! Beni hemen ona götürün."

Hasta adamı alıp mescide, Hallac'ın yanma götürdüler. Birbirlerini tamdılar, konuştular. Hasta rolü yapan adam Hallac'a: "Ey Abdullah'ın babası! Ben ruyada Rasûlullah (s.a.v.)'ı gördüm..." dedi ve güya görmüş olduğu rüyayı ona anlattı. Hallaç da ellerini semaya kaldırıp onun için dua etti, sonra kendi avucuna biraz tükürüp eliyle hasta adamın gözlerine sürdü. Gözleri hemen açıldı. Sanki daha önce gözleri hiç kör olmamış ve hastalanmamış gibi görmeye başladı. Sonra tükürüğünden birazını alıp kötürüm olan ayaklarına sürdü, adam hemen ayağa kalkıp yürümeye başladı. Sanki hiç kötürüm olmamış gibiydi. Herkes onu seyrediyordu. Şehrin ümera ve büyükleri de oradaydılar. Büyük bir kalabalık ve gürültü meydana geldi. Cemaat tekbir getirip tesbihde bulundular. Hallac'a da, kendilerine gösterdiği yalan ve batıl kerametinden dolayı büyük bir saygı gösterdiler.

Hallaç, bir müddet yanlarında kaldı. Ona ikram ve saygı gösterdiler. Kendi mallarından ne isterse ona vereceklerini söylediler ve kendilerinden mallarını istemesini de gönülden arzuladılar. Hallaç o şehirden ayrılıp gitmek istediğinde ona çok miktarda para toplayıp vermek istedilerse de o; "Benim dünyaya ihtiyacım yoktur. Ben bu mertebeye dünyayı terk etmekle ulaşabildim. Fakat, şu hasta adamınızın Tarsus sınırında cihadda olan abdal kardeş ile ashabı vardır, onlar hacca gitmek, sadaka vermek isteyebilirler. Bu parayı onlara gönderin. Belki bu paranızla güçlenip bazı hayırlı işler yaparlar, dedi. Kötürüm rolü yapan adamı da: "Şeyh efendi doğru söylüyor. Cenâb-ı Allah, gözlerimi bana geri verdi ve afiyet ihsan etti. Artık kalan ömrümü Allah yolunda cihad etmek ve abdal, salih kardeşlerimizle birlikte Allah'ın beytini haccetmek yolunda sarf edeceğim." dedi. Sonra da gönüllerinden koparak topladıkları o paraları Hallac'a vermeleri için onları teşvik etti. Fakat Hallaç aralarından çıkıp gitti, o kötürüm rolü yapan adamı ise aralarında bir müddet daha kaldı. Nihayet binlerce altın ve gümüşten müteşekkil çok miktarda mal ve parayı toplayıp ona verdiler. O da bu paraları alınca vedalaşarak şehri terketti ve Hallacın yanma gitti. İkisi bu mal ve paraları kendi aralarında paylaştılar.»

Adamın birinin şöyle dediği rivayet edilir:

«Hallac-ı Mansur'un, birçok harika hallerinin olduğunu duyuyordum. Kendisini bu hususta denemek istedim. Yanına gittim, selam verdim. Bana: "Şu anda canın bir şey yemek istiyor mu?" diye sordu. Ben de: "Taze bir balık yemek istiyorum." dedim. Hemen evine girdi. Bir saat kadar kayboldu, sonra yanıma geldi. Elinde taze bir balık vardı. Balık canlıydı, elinde çırpınıyordu. Kendisinin ayakları ise çamurlanmıştı. Bana: "Allah'a dua ettim, bana şu balığı getirebilmem için derin vadilere gitmemi emretti. Ben de derin vadilere daldım, ayaklarımda gördüğün çamur işte ondan ötürüdür." dedi. Kendisine dedim ki: "Eğer sana kesin olarak inanmamı istiyorsan, izin ver de evinin iç kısımlarını kontrol edeyim. Eğer benim içeriye girmiş olduğum şu kapıdan başka dışarıya açılan bir kapı veya pencere gibi bir geçit yoksa, mesele yok, sana inanırım. Aksi takdirde inanmam."

Hallaç, bana: "İçeri gir ve kontrol et." dedi. İçeriye girdim, kapıyı kilitledi ve beni gözetlemeye başladı. Evi dolaştım, başka bir yere veya dışarıya açılan herhangi bir geçit göremedim. Balığı nasıl getirdiğine şaştım. Sonra bir baktım ki, karşı tarafta bir perde var! Perdeyi oynattım, aralandı. Perdenin gerisinde bir geçit gördüm. İçeriye girdiğimde muazzam bir bostana vardım. Orada eski yeni, çeşitli meyveler ve mahsûller vardı. Ama bütün bu meyveleri ve ürünleri güzelce mıuhafaza etmesini bilmişti. Orada yenmeye hazır birçok şeyler gördüm. Ayrıca büyük bir su sarnıcı gördüm ki, içinde irili ufaklı çok miktarda balık vardı! Sarnıca girip bir balık çıkardım. Tıpkı Hallac'ın ayaklan gibi benim de ayaklarım çamurlandı. Balığı aldım ve Hallacın yanma döndüm. Kendisine: "Kapıyı aç da yanına geleyim, çünkü artık sana inandım." dedim. Ama, kendisi gibi ayaklarım lanmış ve elimde bir balıkla görünce, beni öldürmek üzere koşarak peşimden geldi. Elimdeki balığı yüzüne çarpıp kaçtım ve şöyle dedim: "Ey Allah'ın düşmanı! Sen beni bu hususta bugün çok yordun." Kendisinden kurtulup gittim.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hallaç, yine benimle karşılaştı. Gülerek bana: "Sakın gördüklerini kimseye söylemeyesin, yoksa yatağında bile olsan, seni öldürecek birini sana gönderirim." dedi. Ben de sırrını ifşa ettiğim takdirde beni öldüreceğine inandım. Dolayısıyla kendisi idam edilinceye kadar bu olayı kimselere anlatmadım.»

Günün birinde Hallaç, bir adama şöyle dedi: "Bana iman et ki, sana bir serçe göndereyim. Öyle bir serçe ki, onun bir habbe ağırlığındaki tersini bir men (180-280 miskal arasındaki bir ölçek) bakır üzerine koyduğunda o bakır, altına dönüşür."
Adam da ona şu cevabı verdi: "Sen bana iman et de sana bir fil göndereyim, o fil sırtüstü uzandığında ayakları semaya kadar uzansın, onu saklamak istediğinde de alıp gözlerinden birinin içine koyup saklayabilirsin!"
Hallac, adamın bu cevabı karşısında şaştı, donup kaldı, bir cevab veremedi.

Hallaç, Bağdat'a geldiğinde halkı kendisine inanmaya davet etti. Onlara şeytani halleri, gözbağcılığını ve bazı olağanüstü fiilleri gösterdi. Çoğunlukla ona Rafıziler inanıyorlardı. Çünkü onların akılları kıttı. Ayırım güçleri zayıftı, hak ile batılı birbirinden ayırd edemiyorlardı.

Günün birinde Rafizilerin reislerinden birini yanına çağırdı ve onu kendisine imana davet etti. Rafızi reis de ona şöyle dedi: "Ben kadınları seven bir adamım, ama başım keldir, kalan saçlarım da ağarmıştır. Eğer bendeki bu kusuru giderebilirsen sana iman ederim ve senin masum imam olduğuna inanırım. Dilersen peygamber olduğunu, dilersen de Allah olduğunu bile söylerim!" Adamın bu cevabı karşısında Hallaç şaşkına döndü ve cevab veremedi.

Şeyh Ebu'l-Ferec b. Cevzî dedi ki: "Hallaç, kılıktan kılığa girerdi. Bazan ferace giyer, bazan kaftan giyer, bazen da bornoz giyerdi. Hangi topluluğun yanına giderse onlara göre elbise giyerdi. Gittiği kimseler Ehl-i Sünnet iseler onlara göre; Rafızi veya Mutezili iseler onlara göre; sofi iseler onlara göre, fâsık kimseler iseler de onlara göre elbiseler giyerdi. Ahvaz'da ikamet ettiğinde kudret dirhemleri dediği bazı dirhemler sarf etmeye başladı. Bunu Şeyh Ebu Ali el-Cubbaî'ye sorduklarında o şu cevabı vermişti: "Bütün bunlar insanın hile ile elde edebileceği birtakım şeylerdir. Ama onu hiçbir yere geçit vermeyen kapalı bir eve koyun, sonra da ondan iki demet diken bulup getirmesini isteyin. Bakın bakalım bunu yapabiliyor mu?" Hallaç bunu duyunca Ahvaz'dan ayrılıp gitti.»

Hatib Bağdadî, "Tarih"inde İsmail b. Ali el-Hatib'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Hallac Huseyin b. Mansur adında bir adamın adı duyulmaya başladı. O, aleyhinde yapılan bir jurnal nedeniyle sultanın hapsindeydi. Ali b. İsa'nın birinci vezirliği zamanında hapsedilmiş idi. Hallac'ın çeşitli zındıklıkları ve hilekarlıkları anlatılıyordu. İnsanları saptırdığı söyleniyordu. İnsanları büyücülük, göz bağcılığına benzer şeylerle aldatıyor, peygamber olduğunu iddia ediyordu.

Yakalandığı zaman vezir Ali b. İsa, onun durumunu belirledi. Onunla ilgili malumatı halife Muktedir Billah'a aktardı. Fakat Hallaç kendisine yapılan isnatları kabullenmedi. Halife de onu Rahbe-tu'l Cisr'de günlerce işkenceye maruz bıraktı. Her gün sabahleyin onu diri diri ağaca asıyor, sonra indiriyor ve hakkında söylenenleri halka duyuruyordu. Asıldığı ağaçtan indirildikten sonra tekrar zindana gönderiliyordu.

Uzun seneler zindanda kaldı. Ama bir zindandan diğer bir zindana naklediliyordu. Çünkü bir zindanda uzun süre kalması halinde, mahkumları saptırmasından korkuluyordu. Nihayet son olarak sultanın sarayında hapsedildi. Bu sırada sultanın kölelerinden bir grubu baştan çıkardı. Onlara kötü fikirler aşıladı, çeşitli hilelerle onları kendine meylettirdi. Neticede onlar da kendisini himaye edip savunmaya ve güzel yiyecekler getirerek onu beslemeye başladılar. Sonra katiplerden ve diğer görevlilerden bir gruba haber gönderdi, onlar da onun çağrısına icabet ettiler. Durumu güçlendi. Nihayet Rabb’lık iddiasında bulundu. Adamlarından bir grup sultana jurnallendi. Bunun üzerine yakalandılar. İçerinden birisinin yanında söylenenlerin doğruluğunu tasdik edici mahiyette mektuplar bulundu. Onlar da bunu dilleriyle itiraf ettiler.

Hallac'ın haberi her tarafa yayıldı. İnsanlar onun öldürülmesi gerektiğini söylediler. Halife, onun vezir Hamid b. Abbas'a teslim edilmesini; vezire de onu kadıların, âlimlerin huzuruna getirip durumunu açığa çıkarmasını, adamlarla yüzleştirilmesini emretti. Bu hususta uzun uzadıya karşılıklı konuşmalar cereyan etti. Sonra halife onun durumunu iyice anladı. Hakkında söylenenlerin doğruluğuna kanaat getirdi. Bu husus, kadıların huzurunda tesbit edildi. Alimler onun öldürülmesi gerektiğine dair fetva verdiler. Halife, öldürülüp ateşte yakılmasını emretti. Hicretin 309. senesinin zilkade ayının bitimine dokuz gün kala, salı günü, Bağdat'ın batı yakasındaki emniyet dairesi-ne getirildi. Orada kendisine 1.000 kırbaç vuruldu. Sonra elleri ve ayakları kesildi. Boynu vuruldu. Cesedi ateşte yakıldı. Kesik başı yeni köprünün surları üzerine dikildi. Elleri ve ayakları da asıldı

Ebu Abdirrahman b. Hasan es-Sulemî, Ebu Bekir b. Memşaz'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Dinever'de bir adam yanımıza geldi, yanında bir dağarcık vardı Gece gündüz bu dağarcığını yanından ayırmıyordu. Arkadaşlarımız onun bu durumundan kuşkulandılar. Dağarcığını açıp baktılar, içinde Hallac'a ait bir mektup buldular. Mektubun baş kısmında şöyle yazılıydı: "Rahman ve rahimden falan oğlu falana."

Mektupta Hallaç, onu dalalete ve kendisine iman etmeye davet ediyordu.
Bu mektub Bağdat'a gönderildi. Mektubtaki ifadeler Hallac'a soruldu. O da kendisinin yazmış olduğunu itiraf etti.
Kendisine şöyle dediler: - Sen daha önce peygamberlik iddia ediyordun, şimdi de ilahlık ve Rabb’lık mı iddia ediyorsun?
- Hayır, ama bu ifadeler bizce vahdet-i vucudun ta kendisidir yazan ancak Allah'tır. Ben ve elim ise onun birer aletiyiz!
- Senin bu görüşünü paylaşan birileri var mı?
- Evet, İbn Atâ, Ebu Muhammed el-Harirî ve Ebu Bekir eş-Şiblî de benim görüşümü paylaşmaktadırlar.
Bu durum Ebu Muhammed el-Harirî'ye sorulduğunda o: "Böyle diyen kafirdir." dedi. Ebu Bekir eş-Şiblî'ye sordular, o da: "Böyle diyen bir adam konuşmaktan menedilir." dedi.
İbn Atâ'ya sorduklarında ise o şu karşılığı verdi: "Hallac'ın bu konuda söyledikleri doğrudur." Böyle demesi üzerine kendisine işkence edildi, nihayet bu yüzden öldü.»

Ebu Abdirrahman es-Sulemî, Muhammed b. Abdurrahman er-Razî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

«Vezir Hamid b. Abbas, Hallac'ı huzuruna getirdiğinde ona itikadını sordu, o da itikadını içeren ifadeleri yazılı olarak verdi. Vezir bunu Bağdat fıkıhçılarına sordu. Onlar bunu protesto ettiler. Bu inanca sahib olan bir kimsenin kafir olacağım söylediler. Vezir de şöyle dedi: "Ebu'l-Abbas b. Atâ da öyle diyor." deyince fıkıhçılar: "Öyle diyen bir kimse kafirdir." diye karşılık verdiler.

Sonra vezir, İbn Atâ'yı kendi makamına çağırdı, İbn Atâ gelip vezirin makamında baş köşede oturdu. Vezir ona Hallac'ın demin nakletmiş olduğumuz sözlerinin hükmünü sordu. O da şu cevabı verdi: "Böyle demeyen kimse itikadsızdır!"
Vezir O'na şu karşılığı verdi: "Yazıklar olsun sana! Sen böyle sözleri ve böyle bir inancı tasvib mi ediyorsun?" İbn Atâ, onun bu sorusunu şöyle cevabladı: "Sen bunlardan ne anlarsın, sen ancak insanların mallarını gasbedip onlara zulmeder ve onları öldürürsün. Sen nerede, bu efendilerin ve velilerin sözlerini anlamak nerede!"

Bunun üzerine vezir, İbn Atâ'nın yüzünün tokatlanmasını, ayakkabıları çıkarılmasını ve kafasına vurulmasını emretti. Görevliler bu emri yerine getirdiler. Nihayet İbn Atâ'nın burun deliklerinden kan aktı. Vezir onun zindana atılmasını emretti. Kendisine: "Senin hu muameleni halk tasvib etmez, bundan rahatsız olurlar." demeleri üzerine îbn Atâ evine gönderildi.
İbn Atâ da: "Allah'ım, veziri öldür, İlerini ve ayaklarını kestir!" diye beddua etti. Yedi gün sonra İbn Atâ öldü. Bir süre sonra da vezir çok feci bir şekilde öldürüldü. Elleri ' ayakları kesildi, evi yakıldı. Halk, vezirin öldürülmesinin kendi inançlarına göre İbn Atâ'nın bedduası nedeniyle olduğuna kanaat getirdi. Sevdikleri bir kimseye eziyet edilmesinin buna neden olacağını söylediler. Hatta bazı ilim cemaatleri de İbn Arabi'ye veya Hüseyin el-Hallac'a ve diğerlerine eziyet etmenin buna yol açtığını söylediler ki bu da falan adamın günahı nedeniyle olmuştur diye beyanda bulundular. Bağdat âlimleri, Hallac'ın kafirliğine ve zındıklığına ve bu sebeble öldürülüp asılmasına ittifakla karar verdiler ki, o zamanın Bağdat âlimleri, dünyada sayılır kimselerdi.»

Ebu Bekir Muhammed b. Davud ez-Zahirî dedi ki: «Ebu Bekir'in öldürülmesinden önce, Hallaç ilk defa yakalandığında kendisine Ebu Bekir'in durumunu sordular, o da şu cevabı verdi: "Eğer Allah'ın peygamberi (s.a.v.)'ne indirdiği Kur'ân ve onun getirdiği şeriat hak ise, Hallac'ın söyledikleri batıldır." Ebu Bekir Muhammed, Hallac'a karşı şiddetli tavır takınanlardandı.»

Ebu Bekir es-Solî dedi ki: «Hallac'ı gördüm, onunla konuştum. Onun ukalalık yapan bir cahil, mubalağa yapan bir geri zekalı, iddiacı bir habis, zahidlik görüntüsü sergileyen ama dünyaya rağbet eden, facir ama ibadet ediyormuş izlenimi veren biri olduğunu gördüm."

Hallaç, ilk defasında asılıp dört gün müddetle sehpada kaldığında ve durumu halka ilan edildiğinde bazıları onun bir sığıra bindirilmiş olarak sehpanın yanma getirildiğini görmüşler ve onun: "Ben Hallaç değilim. Ona benzetildiğim için ben yakalandım, ama o kaçıp gitti." dediğini söylemişlerdir.

Darağacının yanına getirildiğinde asılacağı esnada şöyle dediği rivayet edilir:
"Ey yardım edici Allah'ım. Aramızdaki dostluk nedeniyle bana yardım et. Aramızdaki dostluk nedeniyle bana yardım et."
Asılı iken de şöyle dediğini bazıları naklederler: "İlahi, ben rağbetler diyarındayım. Şu tuhaflıklara bak! İlahi, sana eziyet edenleri sevdiğine göre, senin yolunda eziyet görenleri kim bilir ne kadar seversin!" (İbn Kesîr, El Bıdaye ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: C. 11, Sf: 241-247)


Hallacın Öldürülmesi

Hatib Bağdadî ve diğerleri dediler ki: Hallaç, Bağdat'a son gelişinde sofilerle arkadaşlık etti ve sofiliğe intisab etti. O zaman, Hanaid b. Abbas vezir idi. Hallacın saray erkanından, haciblerden bazılarını dalalete sürüklediğini, hacib Nasr el-Kaşverî'nin bir kısım kölelerini de yoldan çıkardığını duydu. Güya Hallaç onlara, ölüleri dirilttiğini cinlerin kendisine hizmet ettiklerini, dilediği ve arzuladığı şeyleri kendisine getirdiklerini iddia etmiş ve birkaç ölü kuşu dirilttiğini söylemişti.

Muhammed b. Ali el-Kınaî adındaki bir katibin Hallac'a ibadet ettiğini ve insanları Hallac'ın itaatına davet ettiğini duyan vezir Hamid, o adamı arattırdı, yerini tesbit etti. Evini kuşatma altına alıp onu yakaladı. Adam, Hallac'ın müridlerinden olduğunu itiraf etti. Evinde yapılan aramalarda Hallac'ın kendi eliyle yazdığı yazıların ipek sayfalar üzerine altın yaldızla yazılmış ve çok kıymetli ciltle ciltlenmiş olduğunu gördüler. Bu evde ayrıca, içinde Hallac'ın tersi, sidiği, bazı eşyaları ve yediği ekmekten bir parçanın da bulunduğu bir kap gördüler. Vezir Hamid, Muktedir'den Hallaçla ilgili olarak konuşma müsaadesi istedi. Muktedir de ona bu izni verdi ve Hallac'ın işini halletmesini emretti.

Vezir Hamid, Hallac'ın taraftarlarından bir grubu makamına çağırarak onları korkutup tehdit etti. Onlar da kendi inançlarına göre Hallac'ın, Allah'la beraber bir ilah olup ölüleri dirilttiğini itiraf ettiler. Kendileri Hallaçla bu konuları tartıştıklarını, bunu onun yüzüne karşı anlattıklarını, ancak Hallac'ın bütün bunları inkar edip kendilerini yalanladığını ve şöyle dediğini de naklettiler: "Rabb’lık veya peygamberlik iddiasında bulunmaktan Allah'a sığınırım. Ben ancak Allah'a ibadet eden, onun için çok oruç tutan, çok namaz kılan ve hayırlı işler yapan bir kimseyim. Bundan başka bir iş yaptığımı asla kabul etmiyorum."

Hallac'ın sırtında siyah bir zırh, ayaklarında da on üç zincir bağı vardı. Zırh ve zincir bağları, dizlerine kadar uzanmıştı. Bununla beraber her gün ve gecede 1.000 rekat namaz kılıyordu.

Vezir Hamid b. Abbas'ın yakalamasından önce Hallaç, Hacib Nasır el-Kaşverî'nin evinde bulunuyordu. İnsanların onunla görüşmesine engel çıkarılmıyordu. Kendine bazen Huseyin b. Mansur, bazen de Muhammed b. Ahmed el-Farisî adını takıyordu. Hacib Nasr ona aldanmış ve onun salih bir kimse olduğunu sanmıştı. Bir defasında onu halife Muktedir Billah'ın yanına götürmüş ve Hallaç, Muktedirdeki bir sancı için okuyup üflemiş, Muktedir de tesadüfen iyileşmişti. Aynı şekilde Muktedir'in annesi Seyyide hastalandığında Hallaç, ona da okuyup üflemiş ve Seyyide iyileşmişti. Böylece Hallacın işleri yoluna girmiş, artık sultanın sarayında itibar kazanmıştı. Aleyhindeki konuşmalar etrafa yayılınca Muktedir onu vezir Hamid b. Abbas'a teslim etti. O da ayaklarına zincirler vurarak onu hapsetti. Onun aleyhinde fetva vermeleri için fıkıhçıları toplantıya çağırdı. Onlar da Hal-lac'ın kafirliği, zındıklığı, sihirbazlığı, uydurukçu biri olduğu hususunda ittifak ettiler.

Hallac'a tabi olmuş ve ona inanmış iki salih adam bilahare ondan koptular. Bunlardan biri Ebu Ali Harun b. Abdülaziz el-Uracî, diğeri de ed-Debbas adıyla bilinen biri idi. Bunlar onun rezaletlerini ve insanları davet ettiği yalan, günah, büyü ve uyduruk birçok şeyleri anlattılar. Aynı şekilde Hallac'ın oğlu Suleyman'ın zevcesi de vezirin huzuruna çağırıldığında o da Hallac'ın birçok rüsvaylıklarını dile getirdi. Gelininin anlattığına göre, bir defasında kendisi uyumakta iken Hallaç onun üzerine atılmıştı, gelin uyanır uyanmaz Hallaç ona: "Haydi namaza kalk." demişti, ama aslında geliniyle cinsel ilişkide bulunmak istemişti.

Yine bir defasında kendi kızına, kendisine secde etmesini emretmiş, kızı da: "Hiç insan insana secde eder mi?" deyince Hallaç: "Evet, gökte bir ilah bulunduğu gibi yerde de bir ilah vardır." demiş, sonra da ona oturmakta olduğu hasırın altından dilediği bir şeyi çıkarıp almasını söylemişti. Kızı hasırı kaldırınca altında keseler dolusu dinarlar görmüştü.

Hallaç, vezir Hamid b. Abbas'ın evinde tutuklu iken kendisine vermek için kölenin biri elinde bir tabak yemekle yanma gitmişti. Fakat Hallac'ın gövdesinin büyüyerek evin içini doldurduğunu ve tabandan tavana kadar uzadığını görmüş ve korkup şiddetli bir paniğe kapılmış, elindeki yemeği düşürmüş ve adeta sıtmaya yakalanmış gibi olup geri dönmüş, birkaç gün de hasta yatmıştı.

Hallac'ın hakkında karar vermek için yapılan duruşmaların sonuncusunda Kadı Ebu Ömer Muhammed b. Yusuf hazır bulunmuş, Hallac'ı huzuruna getirmiş ve adamlarından bazılarının evlerinde yapılan aramalarda ele geçirilen bir mektubu kendisine göstermişti. Mektupta Hallaç şunları yazmıştı:

"Bir kimse hacca gitmek ister de buna imkan bulamazsa kendi evinin içinde bir beyt yaptırsın. Ancak ona pislik değmesin ve başkalarının oraya girmesine imkan verilmesin. Hac mevsimi olduğunda o adam üç gün oruç tutsun ve o beyti tıpkı Allah'ın Beyti'ni tavaf eder gibi tavaf etsin. Sonra hacıların Mekke'de yaptıkları işleri kendi evinde yapsın. Bundan sonra otuz öksüz çocuğu çağırıp onlara yemek yenirsin, onlara bizzat hizmette bulunsun. Sonra her birine birer gömlek giydirsin. Her birine yedi (ya da üç) dirhem versin. Bunu yaptığı takdirde tıpkı haccetmiş gibi olur."

"Yine bir kimse üç gün oruç tutar da sadece dördüncü günde hindiba yaprağı ile iftar ederse, ramazan ayının tümünü oruçlu geçirmiş gibi olur."

"Bir kimse gecenin başından sonuna kadarki süre içinde iki rekat namaz kılarsa, gece boyunca namaz kılmış gibi olur."

"Bir kimse şehitlerin ve Kurayşlilerin mezarlarının yanında on gün kalıp namaz kılar, dua eder, oruç tutar, sonra da orucunu arpa ekmeği ve tuz ile açarsa, bundan sonra ömrü boyunca ibadet etmesine gerek kalmaz."

Kadı Ebu Ömer, bu mektubu gösterdikten sonra Hallac'a şöyle sordu:
- Sen bunları nereden çıkarıyorsun?
- Hasan-ı Basrî'nin "el-İhlas" adlı kitabından çıkardım.
- Yalan söylüyorsun ey öldürülmesi helal olan kişi! Seni Öldürmek helaldir. Çünkü biz Hasan-ı Basrî'nin Mekke'de el-İhlas adlı kitabım duyduk, ama onun kitabında böyle bir şeyler yoktur.

Bundan sonra vezir Hamid, Kadı Ebu Ömer'e dönüp şöyle dedi: "Sen bu adama: "Ey öldürülmesi helal olan! Seni öldürmek helaldir." dedin, bu ifadeni şu kağıda yaz." Böyle dedikten sonra ısrar etti. Ona kalem ve kağıt verdi. O da aynı ifadeleri kağıda geçirdi. Vezir Hamid, duruşmada hazır bulunan diğerlerinin de ifadelerini kağıda geçirdi ve bunları halife Muktedir'e onaylatmak için gönderdi.

Hallaç, duruşmada hazır bulunanlara şöyle diyordu: "Benim sırtım, Allah'ın koruma altına aldığı bir candır, kanım haramdır. Kanımı mubah kılmak için çeşitli tevillerde bulunmaya hakkınız yoktur. Bu helal değildir, benim itikadım İslâm'dır, Ehl-i Sünnet mezhebindenim. Ebu Bekir, Ömer'e; Ömer, Osman'a; Osman, Ali'ye; Ali, Talha'ya; Talha, Zubeyr'e; Zubeyr, Sâd'a, Sâd, Said'e; Said, Abdurrahman b. Avf a; Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b. Cerraha nisbetle daha üstündür. Kağıtlar üzerine yazı yazan kimseler nezdinde benim sünnetle ilgili kitablarım vardır. Kanımı akıtmaktan Allah'tan korkun, Allah'tan!"

Fakat, onun bu söylediklerine hiç aldırış etmiyorlardı. O, sözlerini tekrarlıyor, ama onlar kendi yazılarını yazmakla meşgul oluyorlardı. Sonra Hallaç, zindana geri gönderildi.

Muktedir'in onayı, üç gün gecikti. Nihayet vezir Hamid bu hususta kötü zanna kapıldı. Halifeye bir mektup yazarak: "Hallac'ın durumu her tarafa yayıldı. Herkes onun halkı fitneye sürüklediği hususunda ittifak etmiştir." dedi. Gelen cevabda Hallac'ı, güvenlik kuvvetleri komutam Muhammed b. Abdussamed'e teslim etmesi ve komutanın ona 1.000 kırbaç vurması emrediliyordu. Ölürse ne alâ. Ölmediği takdirde de boynunun vurulması emir buyuruluyordu.

Vezir Hamid, buna sevindi. Güyenlik kuvvetleri komutanını çağırıp Hallac'ı ona teslim etti. Kendisini Bağdat'ın batı yakasında bulunan güvenlik kuvvetleri komutanlığı karargahına götürüp teslim etsinler ve bu arada ellerinden kaçıp kurtulanlasın diye, refakatine bir grup köle verdi. Hallac'ı teslim etme işi bu senenin zilkade ayının bitimine altı gün kala, salı günü yatsıdan sonra olmuştu. Hallaç, sekerli bir katıra bindirilmiş, etrafına güvenlik görevlilerinden bir grup sıralanmıştı. Nihayet götürülüp aynı gecede güvenlik kuvvetleri komutanının karargahına teslim edildi. Anlatıldığına göre o geceyi namaz kılıp dua etmekle geçirmişti.

Ebu Abdirrahman es-Sulemî, Ebu Hadid el-Mısrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hallaç, öldürüleceği gece kalkıp namaza durdu ve Allah'ın dilediği miktarda namaz kıldı. Gecenin sonu olunca ayağa kalkıp abasına büründü. Ellerini kıbleye doğru uzatarak, ezberlenmesi caiz olan bazı sözler söyledi ki, aklımda kaldığı kadarıyla söyledikleri şunlardı:

"Biz senin akisleriniz, şahitleriniz. Eğer izzetini bizim üzerimize sarkıtacak olsaydın dilediğin kadar senin şanın ve meşietin zuhur ederdi. Sen gökte de ilahsın, yerde de ilahsın. Dilediğine tecelli edersin. Meşietinde en güzel surette görünür ve tecelli edersin. Tecellindeki surette, konuşan bir ruh vardır. O ruh; ilim, beyan ve kudrette konuşur. Sonra senin şahidine doğru yolu buldum. Çünkü ben senin zatındaki aşkım. Sen nasılsın, onu bilirim. Zatın zatıma hulul ederek temessül ettiğinde seni bilirim. Kendi zatımla yine kendi zatıma insanları davet ettim, ilimlerimin ve mucizelerimin hakikatlerini izhar ettim. Miraçlarımda yaratıklarımdan yüz çevirip ezeliyatımın arşlarına yükseldim. Ben şimdi mahkeme huzuruna getirildim, öldürüldüm, idam edildim, yakıldım, küllerim çöllere ve nehirlere savruldu. Buhur ağacının bir dalı benim teceligahımın helak yeri olacaktır ki, orası dağlardan daha büyük olacaktır benim için."

Böyle dedikten sonra da şu şiiri okumaya başladı:

"Ölen bazı nefislerin ölüm haberlerini sana veriyorum ki, onların şahidleri, mekanın gerisindedir. Hatta ezeldedir.
Bazı kalblerin ölüm haberlerini veriyorum ki, uzun süre üzerlerine vahiy yağmurları yağdı ve hikmet denizlerine dönüştüler.
Senden gelen hakikatleri aktaran dilin ölümünü sana haber veriyorum.
Geçip gitti, ama hatırası vehimlerde tıpkı yok oluş gibi oldu.
Sana bir beyanın ölüm haberini veriyorum ki, bütün fesahat sahiblerinin sözleri onun karşısında hareket edemez ve sözleri anlaşılamaz oldu.
Sana akılların işaretlerinin ölüm haberini veriyorum ki, onlardan geride sadece çürümüş bilgiler kaldı.
Seni sevenin ve huyu güzel olanın ölüm haberini veriyorum sana
Onun bineği öfkeyi yutmada idi.
Hepsi geçip gittiler. Geride ne kendileri ne de izleri kaldı.
Hepsi geçip gittiler. Yok oldular, irem bahçelerine döndüler.
Geride giysilerini giyen bazı toplulukları bıraktılar.
Ama o topluluklar da hayvanlardan hatta davarlardan daha kördürler."»
Dediler ki: Hallaç, geceyi geçirdiği evden çıkarılıp öldürülmeye götürülürken şu şiiri okudu:
"Her yerde ikametgah aradım,
Ama hiçbir yerde rahat bir ikametgah bulamadım.
Zamandan bazı şeyler tattım, zaman da benden bazı şeyler tattı.
Zamandan tattığım şeylerin kimi acı, kimi tatlıydı.
Tamahıma uydum, tamahkârlığım beni kendime köle yaptı.
Eğer kanaatkar olsaydım hür yaşardım."


Anlatıldığına göre Hallaç bu şiiri, darağacına götürüldüğünde söylemiştir. Meşhur rivayete göre ise evden çıkarılırken söylemiştir.
Onu asmak için darağacına götürdüklerinde, ayaklarında on üç bukağı bulunduğu halde salınarak yürüdü. Sağa sola salınıp şu şiiri okumaya başladı:

"İçki sofrasındaki arkadaşım asla zulmetmiş değildir ve zulümle alakası yoktur.

O, misafirin ev sahibiyle içki içişi gibi içer.
İçki kasesi aralarında dolaştığında adam öldürmek için kullanılan deri pöstekiyi ve kılıcı hemen getirtir.
İşte ejderha ile yazın içki içen kişinin durumu böyledir."
Bu şiiri okuduktan sonra da şu ayet-i kerimeyi okudu:
"Ona inanmayanlar, acele olmasını beklerler; inananlar ise korku ile titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler." (eş-Şûrâ, 18)

Bundan sona hiç konuşmadı ve kendisine yapılanlar yapıldı.

Dediler ki: Sonra huzura getirildi. Kendisine 1.000 kırbaç vurulduktan sonra elleri ve ayaklan kesildi. Kendisine bütün bunlar yapılmakta iken bir tek kelime dahi konuşmadı. Yüzünün rengi bile değişmedi. Anlatıldığına göre kendisine her bir kırbaç vurulurken o, "Pir, bir!" (Ahad, ahad!) diyormuş.

Ebu Abdirrahman, İsa el-Kassar'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Öldürülürken son olarak şu sözü söyledi: "Tek olana, tek olanı birlemek yeter." Onun bu sözünü duyan âlimler ona çok acıdılar ve bu sözünü güzel buldular.»

Sulemî, Hallac'ın arkadaşı Ebu Fatik el-Bağdadî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hallac'ın öldürülmesinden üç gün sonra ruyada kendimi Aziz ve Celil olan Allah'ın huzurunda duruyor gördüm. O esnada Rabb'ime: "Yâ Rabb, Huseyin b. Mansur el-Hallac'a ne oldu?" diye sordum. Rabb’im de bana şu cevabı verdi: "Onu manen keşfettim, halkı kendisine davet etti. Ben de onu gördüğün şu mertebeye getirdim."»

Bazılarının anlattıklarına göre Hallaç öldürülürken çok sızlanmış ve çok ağlamıştı. Doğrusunu Allah bilir.

Hatib Bağdadî, Ebu Ömer b. Hayeviye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Hüseyin b. Mansur el-Hallac, öldürülmek üzere bulunduğu yerden çıkarılıp götürüldüğü sırada ben de halkla birlikte peşine takıldım, araya sokuldum. Nihayet onu görebildim, yanına yaklaştım.
O esnada kendi adamlarına: "Bu durumdan korkmayın. Çünkü ben otuz gün sonra size tekrar döneceğim." diyordu. Öldürüldü, ama geri dönmedi.»

Hatib Bağdadî'nin anlattığına göre, Hallaç kırbaçlanmakta iken güvenlik kuvvetleri komutanı Muhammed b. Abdussamed'e şöyle demişti: "Bırak da sana İstanbul'un fethi değerinde bir öğüt vereyim."
Komutan ona şu cevabı vermişti: "Senin buna benzer başka sözler söylediğin bana anlatılmıştır ama seni dayaktan kurtarmamın hiç çaresi yoktur."

Böyle dedikten sonra elleri ve ayakları kesildi, başı koparıldı, cesedi yakıldı ve külü Dicle nehrine atıldı. Kesik başı Bağdat'ta, köprü üzerinde iki gün süreyle bir direğin üzerine geçirildi. Sonra alınıp Horasan'a götürüldü ve oralarda dolaştırılıp teşhir edildi. Adamları onun otuz gün sonra kendilerine döneceğini sanıyorlardı.

Bir iddiaya göre adamın biri, öldürüldüğü günün akşamında Hallac'ı Nahrevan yolunda bir merkebe binmiş giderken görmüş ve Hallaç o adama şöyle demiş: "Şu adamlar benim kırbaçlanıp öldürüldüğümü sanıyorlar. Oysa ben ne kırbaçlandım, ne de öldürüldüm. Sadece bana benzer bir adamı yakaladılar ve kendisine gördüğünüz işkenceleri yaptılar."

Adamları, cahilliklerinden ötürü: "Hallaç değil de onun düşmanlarından biri öldürüldü!" diyorlardı. Bu sözler, zamanın âlimlerinden birine nakledildiğinde o şöyle demişti: "Hallac'ı Nahrevan yolunda merkeb üzerinde gördüğünü söyleyen adamın sözü doğru olsa bile ona görünen Hallaç değildir, aksine insanları bu vesile ile saptırmaları için Hallaç kılığında şeytan ona görünmüştür. Nitekim Hristiyanlar da İsa peygamberin benzeri birini çarmıha germiş oldukları halde İsa peygamberi çarmıha gerdiklerini sanarak sapıklığa sürüklenmişlerdi."

Hatib Bağdadî dedi ki: «Hallac'ın öldürülüp külünün Dicle'ye savurulduğu senede Dicle nehrinin suyu fazlasıyla yükseldi. Taraftarları: "Hallac'ın yakılan bedeninin külü sulara karıştığı için Dicle nehrinin suyu kabardı." dediler. Halk tabakası, öteden beri buna benzer saçmalıkları ifade ederler.

Bağdat'ta, öldürülmesinden sonra, "Hallac'ın kitabları alınıp satılmasın!" diye bir duyuru yapıldı.

Hallaç, hicri 309. senenin zilkade ayının bitimine altı gün kala salı günü Bağdat'ta öldürüldü.»

İbn Hallikan, "el-Vefeyat" adlı eserinde Hallac'tan bahsetmiş, insanların onun hakkında ihtilafa düşüp farklı görüşler ileri sürdüğünü nakletmiştir. Gazalî'nin de "Mişkâtu'l-Envâr" adlı eserde ondan bahsettiğim, sözlerini tevil edip uygun manaya yorumladığını ifade etmiştir. Sonra da İmamu'l-Haremeyn'den nakiller yaparak onun Hallacı yerdiğini ve Hallaç ile Cenabî ve İbn Mukaffa'ın, insanların inançlarım bozma hususunda ittifak ettiklerim, bu üçünün çeşitli yerlere dağılıp gittiklerini, Cenabî'nin Hecer ve Bahreyn'de ifsad faaliyetlerini sürdürdüğünü, İbn Mukaffa'ın Türk illerine gidip ifsad faaliyetlerini sürdürdüğünü, Hallac'ın ise Irak'a gittiğini söylediğini anlatmıştır. Iraklıların batıla aldanmayışlarından ötürü İbn Mukaffa ile Cenabî'nin Hallaç aleyhinde ölüm hükmünü verdiklerini de İmamu'1-Haremeyn'in söylediğini İbn Hallikan rivayet etmiştir. Ancak İbn Hallikan, bunun doğru olmadığını, çünkü İbn Mukaffa'ın halife Seffah ile Mansur zamanlarında, Hallac'dan çok önceleri, yani hicri 245. senede veya daha önce öldüğünü söylemiştir.

Belki de İmamü'l-Haremeyn, asıl adı Atâ olduğu halde Ömer adını kullanan İbn Mukaffa el-Horasanı'nin Hallaçla ittifak ettiğini kasdetmiştir. Bu Horasanlı İbn Mukaffa, Rabb’lık iddiasında bulunmuş ve hicretin 163. senesinde kendini zehirleyerek ölmüştür ki, bunun da Hallac'la aynı zamanda yaşamış ve bir araya gelmiş olması mümkün değildir.

İmamu'l-Haremeyn'in sözünü tashih etmek istersek deriz ki: Aynı zamanda bir araya gelip insanların akidelerini bozmak ve onları dalâlete sürüklemek hususunda ittifak etmiş olan üç kişi; Hüseyin b. Mansur el-Hallac, Ebu Cafer Muhammed b. Ali (İbn Sem'anî) ve Haccac tarafından öldürülen Ebu Tahir Suleyman b. Ebi Said el-Hasan b. Gehram el-Cenabî el-Karnıatî'dir. Bunların sonuncusu, Hacer-i Esved'i Kâbe'den almış, Zemzem kuyusunu köreltmiş, Kâbe'nin örtülerini alıp yağmalamıştı. Bunların; daha önceleri de teferruatlı olarak anlattığımız ve İbn Hallikan'ın ise özetle anlattığı gibi aynı zamanda bir araya gelmiş olmaları mümkündür.
(İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 11/248-257)
el Bidaye ven Nihaye.jpg
 
Üst Ana Sayfa Alt