Ben; küçük siyah zeytin… Dile geldim. Dili buldum. Bulduğumu
kaybetmeden, dilden dile dolanan hikâyemi kendi dilimden kalp eşiğinizden
içeri fısıldamaya geldim. Yaşayana da, yazana da saklı tutar kimi hikâyeler
sırlarını ve sonlarını. Benimse çekirdeğimde saklı başlangıcım ve sonum.
Aş bulduğum yer değil, aş olduğum yer yurdum. Âşık olduğum değil, aşk
olduğum kalptir ancak mahzenim. İncir çekirdeğini doldurmasa da, zeytin
çekirdeğini dolduran hikâyem, kenar süsü olsun hafızanızın derinliklerine.
. . .
Kendime dair hatırladığım en eski karenin sislerini dağıtayım ilk olarak…
Başlangıç ilmeklerimden biriydi o güverte… İçi doluyordu anlamımın, daha
yaşanmaya açılmamış bir takvimin yapraklarından malum gemiye düşmemle
beraber. Her hayvandan bir çift, her nebattan da bir aşure yapımı kadar
bulunan bir bereket tufanına şehadet getirdik hep birlikte. Yeni bir başlangıca
hazırladı toprak kendini ve “zeytin dalı” uzattı, sakinleşip “susamayan” suya.
Duruldu bulanan ne varsa ve yerini buldu, berrak bir peygamber sofrasında
benim yanıma ilişerek. Bundan sonra başlıyormuş meğer tufan benim için…
Önümde serilmiş duran bir tarihin seyrinde oradan oraya yuvarlanarak
biriktirdim kendimi bugünlere…
Ben; küçük siyah zeytin… Zamana tutunarak uzandım Cudi Dağı’ndan Sina Dağı’na…
(23-Mu’minun–20) Akdeniz güzelliğince süzüldüm ağaç olup, dallarımdan sarkarak…
Her yürek yanığına da, her çalı yanığına da merhem oldu yağım Sina Dağı’nda.
Çölleri yüzerek geçmeyi bir mecnunun, nehri yürüyerek geçmeyi ise Musa’nın
avucuna düştüğümde anladım. Ten rengi sayısı kadar büründüm renklere.
Ömrümün her safhasında başka bir ırka boyadım kendimi ve hal diliyle ilan ettim
kardeşliğini insanlığın. Hiçbir saray sofrası misafir etmedi beni bu ilana rağmen,
fakat hazırdı her gariban sofrasında yerim. Yolculuklarımı çoğu zaman çobanların
azık torbasında yaptım. Unutulup, bırakıldığım yerlerde kendimi yeniden toprağa
sızıp filizlenerek hatırlattım. Benim kadar toprakla bütündü, damağında tat olarak
kaldığım…
Filistinli bir çocuğun “zeytin gözleri” oldum yolculuğumun kısacık bir lahzasında.
Oradan bakmak için, Nil’in ikinci bir defa daha ortadan yarılacağı sabahlara.
Uçurtmasının kuyruğuna takıldı yapraklarım ardından, selameti serpiştirmek için,
her ülkenin göğünde yüzerken özgürce…
Hayır… İşaretlemedim, cevapları önceden hazırlanmış şıkları. Doldurmadım
boşlukları ve “nokta noktaları”. Herkes kendi boşluğunun, kendi sorusunun cevabıdır
diyerek… Kendime cevap oluşumun ağırlığıdır üzerime edilen yeminin sebebi…
(95-Tin–1) O ağırlık ki, günden güne karartır ve olgunlaştırır beni. Siyaha döndükçe
asilliğe erişir ruhum. Herkes kendi hikâyesini bu soru işaretinin etrafına örerken,
ben her ramazan bir motif daha eklerim hikâyeme. Ve çoğalırım, bereketlenirim
kalabalıklaştıkça iftar sofraları. Kendimden yeni “ben”ler çıkar, birçok yerde aynı
anda görünebilmem için.
Ben; küçük siyah zeytin… Karalığıma gece karanlığını ekleyip, motifime başlarım
sahura tazelenmiş halimle. Her evde sabah ezanı öncesinde, akşam ezanı sonrasında
sahneye hazırlar beni hünerli eller. Bir insanlık tarihi boyunca attığım adımlar getirip
koyar beni, kucağını kutsala açmış tabaklarınızın gövdesine… Ramazan pidesinin
sıcaklığını duyar duymaz bırakıveririm kendimi, yatağını bulan dere gibi. Geçtiğim
dağ etekleri uçuşurken akşam ezanı serinliğiyle, “bismillah” lafzının ardından
sürüklenirim dudaklarınızın arasından, dilinizin kilidini açmaya adanmış olarak…
alıntı
kaybetmeden, dilden dile dolanan hikâyemi kendi dilimden kalp eşiğinizden
içeri fısıldamaya geldim. Yaşayana da, yazana da saklı tutar kimi hikâyeler
sırlarını ve sonlarını. Benimse çekirdeğimde saklı başlangıcım ve sonum.
Aş bulduğum yer değil, aş olduğum yer yurdum. Âşık olduğum değil, aşk
olduğum kalptir ancak mahzenim. İncir çekirdeğini doldurmasa da, zeytin
çekirdeğini dolduran hikâyem, kenar süsü olsun hafızanızın derinliklerine.
. . .
Kendime dair hatırladığım en eski karenin sislerini dağıtayım ilk olarak…
Başlangıç ilmeklerimden biriydi o güverte… İçi doluyordu anlamımın, daha
yaşanmaya açılmamış bir takvimin yapraklarından malum gemiye düşmemle
beraber. Her hayvandan bir çift, her nebattan da bir aşure yapımı kadar
bulunan bir bereket tufanına şehadet getirdik hep birlikte. Yeni bir başlangıca
hazırladı toprak kendini ve “zeytin dalı” uzattı, sakinleşip “susamayan” suya.
Duruldu bulanan ne varsa ve yerini buldu, berrak bir peygamber sofrasında
benim yanıma ilişerek. Bundan sonra başlıyormuş meğer tufan benim için…
Önümde serilmiş duran bir tarihin seyrinde oradan oraya yuvarlanarak
biriktirdim kendimi bugünlere…
Ben; küçük siyah zeytin… Zamana tutunarak uzandım Cudi Dağı’ndan Sina Dağı’na…
(23-Mu’minun–20) Akdeniz güzelliğince süzüldüm ağaç olup, dallarımdan sarkarak…
Her yürek yanığına da, her çalı yanığına da merhem oldu yağım Sina Dağı’nda.
Çölleri yüzerek geçmeyi bir mecnunun, nehri yürüyerek geçmeyi ise Musa’nın
avucuna düştüğümde anladım. Ten rengi sayısı kadar büründüm renklere.
Ömrümün her safhasında başka bir ırka boyadım kendimi ve hal diliyle ilan ettim
kardeşliğini insanlığın. Hiçbir saray sofrası misafir etmedi beni bu ilana rağmen,
fakat hazırdı her gariban sofrasında yerim. Yolculuklarımı çoğu zaman çobanların
azık torbasında yaptım. Unutulup, bırakıldığım yerlerde kendimi yeniden toprağa
sızıp filizlenerek hatırlattım. Benim kadar toprakla bütündü, damağında tat olarak
kaldığım…
Filistinli bir çocuğun “zeytin gözleri” oldum yolculuğumun kısacık bir lahzasında.
Oradan bakmak için, Nil’in ikinci bir defa daha ortadan yarılacağı sabahlara.
Uçurtmasının kuyruğuna takıldı yapraklarım ardından, selameti serpiştirmek için,
her ülkenin göğünde yüzerken özgürce…
Hayır… İşaretlemedim, cevapları önceden hazırlanmış şıkları. Doldurmadım
boşlukları ve “nokta noktaları”. Herkes kendi boşluğunun, kendi sorusunun cevabıdır
diyerek… Kendime cevap oluşumun ağırlığıdır üzerime edilen yeminin sebebi…
(95-Tin–1) O ağırlık ki, günden güne karartır ve olgunlaştırır beni. Siyaha döndükçe
asilliğe erişir ruhum. Herkes kendi hikâyesini bu soru işaretinin etrafına örerken,
ben her ramazan bir motif daha eklerim hikâyeme. Ve çoğalırım, bereketlenirim
kalabalıklaştıkça iftar sofraları. Kendimden yeni “ben”ler çıkar, birçok yerde aynı
anda görünebilmem için.
Ben; küçük siyah zeytin… Karalığıma gece karanlığını ekleyip, motifime başlarım
sahura tazelenmiş halimle. Her evde sabah ezanı öncesinde, akşam ezanı sonrasında
sahneye hazırlar beni hünerli eller. Bir insanlık tarihi boyunca attığım adımlar getirip
koyar beni, kucağını kutsala açmış tabaklarınızın gövdesine… Ramazan pidesinin
sıcaklığını duyar duymaz bırakıveririm kendimi, yatağını bulan dere gibi. Geçtiğim
dağ etekleri uçuşurken akşam ezanı serinliğiyle, “bismillah” lafzının ardından
sürüklenirim dudaklarınızın arasından, dilinizin kilidini açmaya adanmış olarak…
alıntı