İmam Şafiî (150 —204 h.) ve Mezhebi
Hicri II. asrın son yıllarında Beytullah'ı ziyarete gidenler, tavaf sırasında etrafa göz atınca, esmer benizli ve boyu Uzuna yakın bir delikanlı ile karşılaşır, genç ve yaşlı talebeleri onun etrafında halkalanmış görürdü. Bu delikanlı onlara, fakîh ve muhaddislerden dinlemeye alışık olmadıkları bir uslûbla şer'î hakîkatları anlatıyordu. Irak gibi re'y fıkhının hâkim olduğu ülkelerden gelenler de, Medine gibi muhaddislerin fıkhının hâkim olduğu yerlerden gelenler de aynı durumla karşılaşıyorlardı.
Hac ibâdeti için ve bu arada hadîs bilgisini artırmak maksadıyla buraya gelen İmam Ahmed b. Hanbel, îmam .Şafiî'yi görmüş ve arkadaşı îshak b. Râhûye (Râhveyh)'ye: «Birinin dersini dinledim, ondan daha akıllı hiçbir kimse görmedim.» demiş ve onu alıp götürmüştür. Arkadaşı kendisine; İbni Uyeyne ve emsalinin hadîsini bırakıp bu delikanlıyı mı dinleyelim? diye sorunca Ahmed b. Hanbel şöyle cevap vermiştir: «Bu delikanlının aklından faydalanmazsan onun yerini tutacak başka birini bulamazsın. Âli hadîsi kaçırır-san, nazil hadîsi de kaçırmazsın ya!»[2].
îşte bu delikanlı îmam Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî el:Kuraşî'dir. Usûl-i Fıkıh ilmini kurup ilk önce tedvin etmek ve esaslarını açıklamak şerefine ulaşan odur. Kendinden sonraki nesiller, ilmi, ondan miras olarak almışlardır.[3]
Doğumu Ve Nesebi
Bütün rivayetler, İmam Şâfii’nin 150 H. yılında Gazze şehrinde doğmuş olduğunda birleşir. O, kıyas İmamı ve Irak fakîhlerinin başı olan İmam Ebu Hanîfe'nin vefat ettiği sene dünyaya gelmiştir. Bâzı yazarlar hayâle kapılarak, Şafiî'nin, Ebu Hanîfe'nin öldüğü gece doğduğu ve böylece yeryüzünün fıkıh İmamlarından hiçbir zaman hâli kalmadığı düşüncesini uyandırmak istemişlerdir. Böyle bir iddia, herhangi bir temele dayanmadığı gibi bir fayda da sağlamaz.
İttifakla rivayet edildiğine göre Şafiî'nin babası Kurayş kabilesine mensup olup Peygamber 'in dedesi olan Hâşim'in kardeşi Muttalib oğullarına dayanır. Onun şeceresini tarihçilerin çoğu şöyle anlatır.- Muhammed b. îdrîs b. Abbas b. Osman b. Şâfi' b. Sâ-ib b. Ubeyd b. Abdiyezid b. Hâşim b. Muttalib b. Abdimenaf. Bu silsilede alman Muttalib, Abdumenaf’ın dört oğlundan biridir. Abdumenaf'uı oğulları şunlardı: 1 — Muttalib, 2 — Hâşim, 3 — Abduşems —Bu Emevîlerin dib dedesidir—, 4 — Nevfel —Bu da Cubeyr b. Mut'im'iri dedesidir—.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in dedesi Abdulmuttalib'i yetiştiren, adı geçen Muttalib'dir. Muttalib oğulları hem câhiliye, hem de islâm çağmda Hâşim oğullarının yardımcısı idiler. Hattâ Kurayşliler, Mekke'de insanları Allah yoluna çağıran Peygamber'e yardım ettikleri ve Peygamber'e karşı kendilerini desteklemedikleri için Haşimîlerle bütün munasebetlerini kestikleri zaman, Muttalib oğulları Hâşimîlerle birlik olmuşlar, Şi'b[4] de yaşamışlar ve Hâşimîlere uygulanan zulüm ve işkenceye onlar ila aynı şekilde katlanmışlardır. Yalnız Peygamber'in amcası olan Ebu Leheb, bu boykot sırasında Kurayşlilere katılmıştır.
Bu sebeple Peygamber (s.a.v.) Muttalib oğullarına da Hâşim oğulları gibi ganimetten hisse ayırmıştır. Rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz, Hâşim oğullan gibi Muttalib oğullarına da ganimetten hisse verdiği zaman Umeyye ve Nevfel oğulları da aynı şekilde hisse talep etmişlerdir. b. Mut'im bu konuda şöyle bir rivayette bulunmuştur:
Peygamber (s.a.v.)Hayber'de elde edilen ganimetlerden Hâşim oğullan ile Muttalib oğullarına «Akrabalığı olanlarda ayrılan hisseleri verince ben ve Osman b. Affâri gidip; Yâ Resûlullah, dedik, onlar Hâşim oğulları olarak senin kardeşlerindir. Üstünlükleri inkâr, edilemez. Çünkü, Allahu Teâlâ, seni onların içinden seçmiştir. Ancak sen, Muttalib oğullanna da hisse verdiğin halde bizi bıraktın. Biz ve Muttaliboğulları akrabalık yönünden aynı derecedeyiz. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)şöyle buyurdu: «Çünkü onlar hem câhiliye, hem de islâmiyet devrinde bizden ayrılmadılar» ve iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek, «Hâşim oğulları ile Muttalib oğulları bu bakımdan aynıdırlar» diye ilâve etti.
Şafiî'nin anası Yemenli olup Ezd kabîlesindendir. Kurayş kabilesine mensup değildir. Oğlunun yetişip olgunlaşmasında onun büyük bir payı vardır.[5]
Gençliği Ve Yetişmesi
Şafiî, Kurayşli bir babadan doğmuş, fakat beşikte iken onu kaybetmiş ve bu yüzden fakir olarak büyümüştür. Annesi, oğlunun neseb ve kendisini belki ihtiyaçtan kurtaracak olan hukukunun Kurayşlilerce tanınmayacak şekilde zayi olacağından korkmuştur. Bu sebeple oğlunu Mekke’deki makamına sahip kılmak için gayret sarfetmiştir. Hatîb Bağdadi, «Tarihu Bağdad» adlı eserinde Şafiî'ye dayanan bir senedle şöyle rivayet eder:
«Ben Yemen'de doğdum[6]. Anam, hukukumun zayi olmasından korktu ve bana; ailenin yanına gidip onlar gibi olman daha iyidir; çünkü ben nesebini kaybedersin diye korkuyorum, dedi ve yol hazırlığımı yaptı. Ben de Mekke'ye geldim. O zaman yaklaşık olarak on yaşımda idim. Bir akrabamın yanına indim ve ilim tahsiline başladım.»
Buna göre diyebiliriz ki: İmam Şâfii çocukluğunda, yüksek bir soya mensup olduğu halde fakir ve yetim çocuklar gibi yaşamıştır.. Yüksek soya mensup olan fakir çocuklar, gençlik çağlarında genel olarak bir eğitim bozukluğu olmazsa, soylarının tesiriyle yüksek işlere yönelirler. Şafiî'nin eğitiminde herhangi bir bozukluk veya gayri tabiîlik olmadığı için kendi özünden gelen bir insiyakla yüksek hedeflere yönelmiştir. Fakirliğine rağmen yüksek bir soya mensup oluşu, kendisini insanlara yaklaştırmış, cemiyete karışmasını sağlamış ve böylece içinde yaşadığı ortamın duygularına o da katılmıştır.
Şubhesiz bütün bunlar Şafiî'nin ruhunu içtimaî bir terbiye ile geliştirmiştir. Bu terbiye sayesinde O, insanlarla kaynaşmış, cemiyeti ve halkın duygularını yakından tanıyabilmiş tir. Çünkü cemiyeti yakından tanımak; toplumu ilgilendiren, toplumla ilgili muameleleri, toplumu'tanzim ve ferdler arasındaki ilişkileri sağlam esaslara göre tesis etmekle uğraşan kişiler için zarurîdir. Keza, şeriatı tefsir ve şeriatın hükümlerini çıkarıp ölçülerini ortaya koyma işi, cemiyeti yakından tanımayı gerektirir.
Şafiî'nin ruhunda yüksek işler yapma istidadı mevcuttu. Anası da oğlunu Gazze'den Mekke'ye gönderirken onu bu yola teşvik etmiş ve gerekli sebepleri hazırlamış, Şafiî de, ileride hedefine ulaşmıştır.
Şafiî, önce Gazze'de iken ilim tahsiline başlamış ve Kur'an-ı Ke-rîm'i hıfzetmiştir. Mekek'ye gelince de büyük hadis üstadlanndan Peygamberin hadislerini tahsile koyulmuştur. O, hadis-i şerifleri hem yazmak, hem de ezberlemek için büyük gayretler' gösteriyordu. Hadîsleri elde ettiği şeylere yazıyordu. Bazan onları saksı üzerine, bazan da deri üzerine yazıyordu. O, hükümet konağına gidip öteki yüzüne yazı yazmak için kullanılmış kâğıt isterdi.
Henüz çocuk yaşta, iken tahsilini ilerletince, Arabçada derinleşmek cihetine gitti; böylece şehir ve kasabalardaki yabancılarla meydana gelen karışma yüzünden Arab dilini tahrip eden yabancı kelimelerin tesirinden kurtulmaya çalıştı. Bu maksatla Şafii, çöle gitti ve HUzeyl kabilesinin içinde yaşadı. O, bu konuda şöyle der: «Ben Mekke'den çıktım, çölde Hüzeyl kabilesinin yanma gittim. Bu kabilenin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arabların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. MeMçe'ye döndüğüm zaman birçok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip oh ustum.»
İmam Şafiî çöldeki haber, rivayet ve şiirleri ezberlemiş, Hüzeyl kabilesinin şiirinde ihtisas sahibi olmuştur. Hattâ câhiliye ve ilk îs-lâm asrının sanat ve edebiyatını rivayet eden el-Asma'î der ki: «Huzeyl kabilesinin şiirlerini Muhammed b. İdris isimli bir Kurayş genci sayesinde düzelttim.».
Şafiî, çölde bulunan iyi şeylerin hepsini öğrenmiştir. O, Arabçayı öğrenip incelerken aynı zamanda ok atmayı da öğrenmiş; hattâ bu konuda en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Öyle ki on defa ok atsa hepsim hedefe isabet ettirirdi. Onun, bâzı talebelerine şöyle söylediği rivayet edilir: «Benim için iki mühim şey vardı: Biri ilim, diğeri de ok atmak. Ok atmak hususunda onda - on isabet kaydedecek bir dereceye geldim.» İlim konusunda bir şey söylememiş, fakat hazır bulunanlardan birisi; «Vallahi, sen, ok atma maharetinden daha çok ilme sahipsin.» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki İmam Şafii, çağının en üstün eğitimi ile yetişmiştir. Bundan sonra kendisini bütünü ile ilme verip Mekke'deki fakih ve muhaddislerden fıkıh ve hadis tahsil etmiştir. Nihayet Mekkeîi gençler arasında parmakla gösterilmeye lâyık olmuştur. Süfyan b. Uyeyne, Muslim b. Hâlid ez-Zen-cî gibi bilgin ve hadîsçiler, onu özel olarak koruyup gözetmiş ve takdir etmiştir.[7]
İmam Mâlikin Himayesinde
Delikanlı, yirmi yaşına değdiği zaman fetva verecek' ve hadis rivayet edecek bir mertebeye ulaşmıştı. Fakat onun ilim tahsilindeki gayreti, Mekke'nin surlarını aşmış ve bu şehrin ötelerine doğru Uzanmaya başlamıştı. Çünkü, ilmin hudut ve ülkeleri yoktur. Bu arada Medine'nin İmamı Mâlik b. Ene's'in adı Şafii'ye ulaşmıştı. Zîra, bu büyük İmamın adı o derecede etrafa yayılmıştı ki, gelip gidenler hep onu anıyorlardı. Bu durumda Şafiî'nin gayreti ondan ilim tahsiline yönelmiş ve bu yüzden o, Medine'ye gitmek mecburiyetinde kalmıştır.
Fakat Şafiî, İmam Mâlik'in yanına eliboş gitmek istememiştir. Yani dağarcığına îmam Mâlik'in ilminden de bir miktar koymuştu. , Şöyle ki; İmam Mâlik'in meşhur bir kitabı vardı. İsmi hertarafa yayılan bu eser “el-Muvatta'» idi. Şâfii, bu eseri Mekke'de birisinden emanet olarak alıp okumuştu. Medine'ye gitme arzusu üzerine bu kitabı defalarca okuyup îmam Mâlik'in fıkhına ünsiyet kazanmış ve onun rivayetteki yüksek derecesini öğrenmİşte
Şafiî, yola çıkmaya karar verince İmam Mâlik'le karşılaştığında kendisine kolaylık göstermesi için Mekke Valisinden Medine Valisine bir mektub almıştır.
Mu'cemu'l-Udebâ, adlı kitabında Yakut el-Hamevî bu mektup ve Şafiî'nin înıairi Mâlik'le karşılaşma hikâyesini bizzat İmam Şafiî'den naklen şöyle anlatır:
«Mekke Valisinin hUzuruna girdim ve ondan Medine Valisine bir mektup aldım. Medine'ye gelip bu mektubu valiye sundum. Vali, onu okuduktan sonra şöyle dedi: Benim için Medine'den Mekke'ye kadar yaya ve yalınayak gitmek, Mâlik b. Enes'in kapısına gitmekten daha kolaydır. Ben, onun kapısında dikilmek kadar hiçbir zillet görmedim. Bunun üzerine ben de; Allah valinin işini rasgetir-sin, çünkü Vali dilerse onu hUzuruna çağırabilir, dedim. Vali de; heyhat! Nola ben ve maiyetim, binitlerimize binsek ve üzerimize kırmızı toprak bulaşsa da bâzı arzularımızı elde etsek! dedi. Vallahi onun dediği gibi oldu. Üzerimize kıpkırmızı toprak bulaştı. [Bir müddet gidip Malik'in evine vardıktan sonra) bîr adam ilerledi ve kapıyı çaldı. Bunun üzerine dışarıya siyah bir câriye çıktı. Vali, ona; Efendine benim kapıda olduğumu söyle, dedi. Câriye içeri girdi ve biraz gecikti. Sonra dışarı çıkıp şöyle söyledi: Efendim size selâm ediyor ve diyor ki: Valinin bir meselesi varsa bir şeye yazıp versin, cevap verelim. Hadîs için geldiyse, hadîs meclisinin gününü biliyor, gitsin. Bunun üzerine Vali, cariyeye; Ona söyle, yanımda Mekke Valisinden kendisine yazılmış mühim bir mesele ile ilgili bir mektup vardır, dedi. Câriye içeri girdi. Sonra elinde bir kürsü (sandalye) ile dışarı çıktı ve onu bir yere koydu. Az sonra îmam Mâlik, heybet ve vakarla içeriden çıktı: Uzun boylu ve değirmi sakallı idi. Sonra yerine oturdu... Vali mektubu ona takdim etti. Onu okudu ve: «Bu şahsa durumuna göre muamele et, ona hadîs öğret ve iyilikte bulun.» sözlerine gelince mektubu elinden bıraktı ve: «Sübhânallâh, Allah'ın Resûlü'nün ilmi vâsıtalarla mı öğretilir oldu?» dedi. Valiye baktım, onunla konuşmaktan çekiniyordu. Ona doğru yaklaştım ve: Allah işinizi rasgetirsin. Ben şöyle bir kimseyim; maksadım, durum ve hikâyem şudur... dedim. Sözümü dinledikten sonra bana iyice baktı... Onun kuvvetli bir firâseti vardı. Adın nedir? diye sordu, Muhammed'dir, dedim. Ey Muhammed, dedi, Allah'dan kork, günahlardan sakın. Çünkü senin ileride büyük bir şânm olacaktır. Allah senin kalbine bir nûr vermiştir. Onu mâsiyetle söndürme. Sen yarın buraya gelirsin, seni okutacak olan da gelir.»
Bu çağlarda hadîs rivayetinde gelenek şöyle idi: Hadîs tahsil eden kimse, hadîs rivayet ettiği veya hadîs okuduğu üstaddan. bir hadîs kitabı alır, onu yazar ve rivayet.ederdi. Bunun için Şafiî,"ertesi gün gelmiş ve yanında da İmam Malik'in hUzurunda okumak üzere onun el-Muvatta' adlı kitabını getirmişti. Şafiî bu kitabı okumaya başlayınca, onun güzel okuyuşu İmam Malik'in çok hoşuna gitmiştir. Şafiî, kitabı fazla okumaktan çekinirse, îmam Mâlik, oha; Devam et, ey delikanlı, derdi. Bu sebeple Şafiî, el-Muvatta' kitabını İmam Malik'in huzurunda birkaç gün içerisinde okuyup bitirmiştir.
Şafiî, Hicaz fakîhlerinin başı olan İmam Malik'in yanından ayrılmamış ve onun himayesinde yaşamıştır. Bununla beraber arasıra çöle gidip Arab kabilelerini tetkik eder ve bir müddet onlarla düşüp kalkardı. Nitekîm ânnesini ziyaret etmek ve onun öğütlerini dinlemek için arasıra da Mekke'ye giderdi. Annesi de asalet, güzel anlayış ve olayları takdir kabiliyetine sahipti. Buna göre Şafiî'nin, arasıra hocasının yanında kalmadığını söyleyebiliriz.[8]
Vazifeye Tâyin Edilişi
Şafiî fakir bir hayat geçiriyordu. Ancak ömrünün sonuna doğru ona Beytu'l-Maldan, Muttalib oğullarına ayrılan fasıldan bir tahsisat bağlanmıştır. İmam Mâlik ölünce Şafiî geçimini temin için bir iş aramış ve îmam Malik'in yanında dokuz yıl kaldıktan sonra Mekke'ye dönmüştür. Bu sırada Yemen Valisi Hicaz'a gelmişti. Bâzı Kurayşliler vali ile konuşmuş, o da Şafii'yi yanma alıp götürmüştü. Şafiî bu hususta şöyle der: «Annemin yanında yol harçlığımı verecek bir şey yoktu. Evimizi rehin olarak verip onunla yol masrafımı karşıladım. Yemen'e gelince aldığım bu parayı ödemek için çalıştım.»
İmam Şafiî'nin dirayeti, bilhassa Yemen Valisinin maiyetinde aldığı ve kadılık mahiyetinde olan bu görevinde dikkati çekmiştir. Vazifesi Yemen'e bağlı olan Necrari'da idi. Şafiî, burada adaleti hakkıyla gerçekleştirmiştir. Her zaman ve her yerde olduğu gibi Necran'daki halk da vali ve kadılara karşı dalkavukluk ederek, kendi çıkarlarını temine çalışıyorlardı. Fakat onlar, Şafii'nin şahsiyetinde adaletle karşılaştılar ve dalkavukluk yapmak suretiyle onun ruhunu istilâya imkân bulamadılar. Şafiî bu durumu tasvir ederken şöyle der: «Necran'da çalışmak üzere vazifelendim. el-Hâris b. Abdilmedân ve Sâkîf kabilesinin azatlıları orada idiler. Vali buraya gelince ona dalkavukluk ettiler, aynı şeyi bana yapmak istedilerse de benden yüz bulamadılar.»
îmam Şafiî, böylece, ruhuna hiçbir kimsenin işlememesi için dalkavukluk kapısını kapamış oldu. Çünkü ifsatçılar, valilerin ruhlarına bu kapıdan nüfuz ediyorlardı. Şafiî bu kapıcı kapatmakla nefsini fesat, şer ve zulümden korumuş oldu. Dolayısıyla adaleti tam olarak gerçekleştirdi. Fakat adaleti yerine getirmek güç bir iş olup onu ancak azimkar valiler gerçekleştirebilirler. Onlar da zamanın merhametsizliği ve fesatçıların hileleri ile karşılaşırlar.[9]
Mihneti
Bu itibarla İmam Şafii'nin şiddetli bir mihnetle karşılaşması tabü görülmelidir. Bu sırada Necran'a zâlim bir vali gelmişti. Şafiî, onun idaresi altındakilere zulüm etmesini önlemişti. İhtimal ki İmam Şafiî diğer bilginlerin sahip olduğu tenkit kılıcına mâlik olup bunu gayet güzel kullanıyordu. Belki de Şafiî, valiyi hem zulümden alıkoyuyor, hem de emrinde.olduğu halde dili veya tenkidi ile onu hırpalıyordu. Bunun üzerine vâli, bir yolunu bulup Şafiî'ye karşı tezvir ve hileye başvurdu. Zîra herkes südünün icabını yerine getirecektir.
Abbasîler, Ali evlâtlarına karşı daima saltanatlarını kıskanıyorlardı. Çünkü onlar da, Abbasîler gibi Peygamberin soyuna dayanıyorlardı. Hattâ onlar, Peygamber'e Abbasilerden daha yar kın idiler. Ayrıca yapılan isyanların hepsi de Ali evlâtları tarafından oluyordu. Bu sebeple Abbasîler, daima onlardan çekmiyorlardı. Dolayısiyle herhangi bir alevî hareketi gördükleri zaman onu hızla bastırıyorlardı. Herhangi bir valinin Ali evlâtlarına karşı güzel davrandığını tesbit ederlerse derhal onu ya azlediyorlar, ya muhakemeye çekiyorlar, ya da öldürüyorlardı. Hattâ bunu, Şubhelendikleri şahıslara da tatbik ediyorlardı. Zîra, onlara göre, memleket düzeninin iyi gitmesi için suçsuz bir adamı öldürmek, bu düzenin bozulmasına sebep olabilecek itham altındaki kimsenin serbest bırakılmasından daha iyidir.
Adı geçen zâlim vali, Abbâsîlerin ruhlarındaki bu zaaf noktasından faydalanarak, Şafiî'ye karşı bir tuzak hazırlamak istedi ve onu alevîlerle birlik olmakla itham etti. Bu maksatla o zamanki hilâfet makamını işgal eden Hânın er-Raşîd'e bir mektup gönderdi. O, bu mektubunda şöyle diyordu: «Alevîlerden dokUz kişi harekete geçti. Ben, bunların ayaklanmasından korkuyorum. Onlardan birisi Muttalib oğullarından Şafiî denilen bir adamdır. Benim ona ne emrim, ne de yasaklarım tesir ediyor. O, diliyle, savaşçıların kılıçlarıyla yapamadıklarını yapıyor.»
İşte Şafiî böyle bir töhmet altında kaldı. Aslında bu töhmetin sebebi psikolo)ik idi. Fiilî bir şeye dayanmıyordu. Çünkü, Şafiî'nin Uz. Ali evlâtlarına karşı sevgi beslediği herkesçe biliniyordu. Fakat, onun bu sevgisi kendisini şiîlik propagandasına ve onların iktidara gelmesi için fiili bir harekete sevkedecek durumda değildi. Fakat o, bu yüzden râfizîlikle itham edildi. Gûyâ o, Ebu Bekr ve Ömer (r.anh)'in hilâfetini reddediyordu. Şubhesiz Şafiî bundan beri' idi. O, bu hususta bir beytinde şöyle der:
«Eğer Âli Muhammedi sevmem, râfizîHkse, îki cihan tanık olsun ben rafizîyim.»
Nihayet Şafiî, eli kelepçeli Bağdat'a gönderildi. Bu, Şafii'nin Bağdad'a ilk gelişidir. Bu olay 184 H. yılında cereyan etmiş olup Şafiî o tarihte takriben 34 yaşında idi. İmam Şafiî, Halîfe Harun er-Reşîd'in hUzuruna çıkarıldığı zaman güzel konuşması ve İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'nin hüsnü şahadeti sayesinde canını kurtarmıştır. İhtimal ki İmam Şafiî, İmam Muhammed ile îmanı Mâlik'in derslerinde tanışmıştı. Zîra Şafiî, İmam Mâlik'in hayatının sonuna kadar dokUz yıl onun yanından ayrılmamıştı. İmam Muhammed de bu sırada tam üç yıl İmam Mâlik'in derslerine devam etmişti. Şafiî'nin güzel konuşması ve ifade gücü, Harun er-Reşîd'e, kendisini sorguya çektiği zaman verdiği şu cevaptan anlaşılmaktadır:
«Ey Emir'u'1-Mü'minin, iki kişi farzedelim, birisi beni kardeş olarak görendir, dedi. Şâfü de şöyle cevap verdi: İşte sen böylesin, ey Emîru'l-Mü'nıinîn. Çünkü siz Abbas oğullarısınız, onlar ise Ali oğullarıdır. Biz Muttalib oğullarıyız. Siz Abbas oğullan bizi kardeş görüyorsunUz, onlar ise köle görüyorlar.» Şafiî, bu ifade ile alevî-lik iddia eden bâzı şiîlerin sözünü imâ etmiştir. Aslında gerçek alevîler kendi soylarına karşı böyle bir şey düşünmezler[10].
İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'nin tanıklığına gelince; o bu sırada Bağdat Kadısı idi. Şafiî, Harun er-Reşîd’in meclisinde itham edilerek sorguya çekilirken, İmam Muhammed'i görmüş ve ona yakınlık duymuştur. Çünkü, ilim sahipleri arasında manevî bir akrabalık vardır. Bunun için Şafiî, kendisini müdafaa sırasında şöyle demiştir: «Ben ilim adamıyım, bunu kadınız Muhammed b. el-Hasen bilir.» Bunun üzerine Hânın er-Reşîd, îmam Muhammed'e bu durumu sormuş, o da şöyle cevap vermiştir: «Evet, bunun ilimden büyük bir nasibi vardır, iddia edilen şeyle onun bir ilgisi olamaz.»
Pek kan dökmek heveslisi olmayan Harun er-Reşîd, bu işi incelemek için bir yol bulmuş ve acele etmemiştir. Büyük bir itimat duyduğu Muhammed b. el-Hasen'e, bunu yanma al ve durumunu incele, demiştir. Bu inceleme işi, Şafiî'ye yöneltilen töhmete iltifat edilmemekle neticelenmiştir.[11]
Şafiî'nin İlme Tekrar Dönüşü
Irak'ın büyük fakihi Muhammed b. el-Hasen, yalnız Şafiî'nin hayatım kurtarmamış, aynı zamanda onu kadılık memuriyetinin karanlığından çıkarıp tekrar ilmin nuruna kavuşturmuştur. İşte İmam Şafiî, bu tarihten, yani 184 H. yılından itibaren ölünceye kadar yirmi yıl ilimle uğraşmıştır. Memuriyet hayatı İmam Şafiî'nin kısa ve kıymetli ömrünün beş yıl kadarını işgal etmiştir. Çünkü O, 54 yaşında vefat etmiştir.
Denilebilir ki, onun uğradığı mihnet, kendisi için çok hayırlı olmuştur. Eğer o, bu mihnetle karşılamadaydı memurluğu devam edecek ve belki de ilme hiç dönemiyecekti. Dolayısıyla, gelecek nesiller onun ölmez ilmî mirasından yoksun kalacaktı.
İmam Şafiî, Muhammed b. el-Hasen'in evinde konakladı. Daha önce îmanı Mâlik'e sığındığı gibi bu kez de İmam Muhammed'e sığınmış oldu. İlk önce Iraklıların fıkhına göre îmanı Muhammed'in telif ettiği kitapları okumaya başladı. Bu kitapları bizzat İmam Mu-hammed'den okudu. Nitekim bundan önce el-Muvatta'i da İmam Mâlik'ten okumuştu. Allah cümlesinden razı olsun!
Böylece İmam Şafiî, hem Irak'ın hem de Hicaz'ın fıkhını birleştirmiş ve çağının en büyük fakîhlerinden ders almıştır. Bu konuda îbni Hacer el-Askalânî «Tevali et-Te'sis fî Maâlî İbni İdrîs» adlı kitabında şöyle der: «Medine'de fıkhı Mâlik b. Eries temsil ediyordu. Şafiî onun yanma gidip derslerine devam etmiştir. Irak'ta da fıkhı İmam Ebu Hanife temsil ediyordu. Şafiî, Ebu Hanîfe'nin talebesi Muhammed b. el-Hasen'den bizzat ders aldı. Böylece o, hem re'y taraftarlarının, hem de hadîs taraftarlarının ilmini kendisinde birleştirdi. Bu ilmin kaide ve prensiblerini tesbit edecek kadar yüksek bir mevki ihraz etti. Bu konuda muvafık ve muhalif herkes onun bu mevkiini tanıdı. Böylece onun ünü her tarafa yayıldı, itibarı yükseldi ve nihayet o, hakkıyla İmamlık mertebesine erişti.»
Şafiî, Muhammed b. el-Hasen'den ilim tahsil etti. Ondan nakil ve rivayetlerde bulundu. Yaptığı bu nakil ve rivayetleri yazdı. Kendisi bu konuda şöyle der: «Muhammed b. el-Hasen'den bizzat kendisinden işitmek suretiyle bîr deve yükü ilim öğrendim.» Şafiî, Muhammed b. el-Hasen'i daima hürmet ve -tazimle anardı. Onun hakkında şöyle der: «Ancak Muhammed b, el-Hasen hariç, kendisine münakaşalı bir mesele sorulan herkesin yüzünde bir nâhoşluk görürdüm.»
Burada belirtmeliyiz ki, Şâfü, îmam Muhammed'den yalnız re'y ve kıyas fıkhını tahsil etmemiş, aynı zamanda ondan Iraklılarca meşhur olan ve fakat Hicazlılarca meşhur olmayan rivayetleri de öğrenmiştir. Şafiî'nin îmam Muhammed'den yaptığı rivayetlere şunu misâl olarak söyleyebiliriz: «Muhammed b. el-Hasen, Yakub b. İbrahim (Ebu Yusuf) 'den, o da Abdullah b. Dinar'dan, o da Abdullah b. Ömer'den, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu bana haber verdi; «Velâ' (birinin azatlısı olma) soy bakımından akrabalık gibidir. (Azatlı) ne satılır, ne de hîbe edilir.» Şafiî, Bağdad'ta oturduğu sıralarda Iraklılarla fıkhî münakaaşlar yapar ve kendisini îmam Mâlik'in talebesi sayardı. Muayyen bir metod ortaya koymazdı. Fakat îmam Muhammed hariç, yaşça ona denk olanlarla tartışırdı, îmam Muhammed'le tartışmayı kendisine yakıştırmazdı. Çünkü, onu kendisinin hocası olarak görüyordu. Fakat, nasıl Ebu Hanîfe talebeleriyle münakaşa ediyor idiyse, Şafiî'nin hocası İmam Muhammed de onun kendisiyle münakaşa etmesini isterdi. Fakat, Şafiî, hocasıyla tartışırken utanırdı. Çünkü ilk hocası îmam Mâlik, talebelerine münakaşa kapısını açmaz ve onları cedelleşmeden menederdi.[12]
Beytü'l-Harâm'â Gelîşî
Tarihçiler, İmam Şafiî'nin Bağdat'ta İmam Muhammed'in yanında hoca ve talebelerle tartışarak, ne kadar kaldığını bildirmemektedirler. Büyük bir ihtimale göre o, burada iki sene kalmıştır. Bu müddet, ister Uzun ister kısa olsun, gerçek olan onun çok verimli oluşudur. Zîra, İmam Mâlik'in talebesi Şafiî, hocasından başka üstadlatın da görüş ve fıkıh metodlarım öğrenme imkânını bulmuştur. Bunun tabii bir neticesi olarak, Şafiî'nin, bu değişik görüş ve metodlar arasında karşılaştırmalı bir inceleme yapması zaruri idi. Keza, onun, bu karşılaştırmalı incelemelerinden sonra bu her iki görüş ve nıetodlardan birine yakın veya her ikisinden de Uzak bâzı görüşler ortaya atması gerekirdi.
Bu karşılaştırma, elbette görüş ve metodları süzgeçten geçirerek ve bunlardan hangisinin daha doğru ve gerçeğe daha yakın olduğunu ortaya koyacak esaslı ölçülere dayanmak mecburiyetinde idi. İmam Şafiî, böyle bir karşılaştırma yapmak üzere Beytü'l-Harâm'a çekilmiş; kendisini, keskin bir basiret ve anlayışlı bir teemmül içerisinde bu işe vermiştir. Şafiî, burada yaptığı karşılaştırmalarından şöyle iki netice elde etmiştir:
1 —Şafiî, kendisine has bir mezheble ortaya çıkmıştır. O,daha önce îmam Mâlik'in talebesi olup onun görüşlerini yaymaya çakışıyordu. Şimdi ise îmam Mâlik'in görüşlerini müstakil olarak ele alıp inceliyen ve yerine göre tenkit eden, bazen ona muvafakat, ba-zan da muhalefet eden bir ilim adamı olarak davranıyordu. O, bu konuda «Hilafu Mâlik» adında bir kitap yazmıştır. Keza, Şafiî, îmam Muhammed ve onun hocası Ebu Hanîfe ile Ebu Yûsuf'un görûşlerl-in incelemiş, tenkid etmiş; bâzan bunlara muhalefet, bâzan da muvafakat etmiştir. Bu konuda yazdığı kitaba da «Hilâfu'I-Irâkiyyîn» adını vermiştir, İşte böylece İmam Şafii, fakîhlerden herhangi bir guruba bağlı kalmaktan kurtulmuş, Allah'ın Kitabı ve Resûlullah'ın Sünnetinin gölgesinde hür ve müstakil olarak, ictihad mertebesine yükselmiştir.
2 —İstinbat (hüküm çıkarma) prensiplerini tesbit etmiştir ki, daha sonra bu usûl-i fıkıh adını almıştır. Şafiî, içtihadlarmda yalnız ortaya koyduğu bu prensiplere göre hareket ederdi. Ondan önceki-âlimler de, içtihatlarında birtakım metodlara bağlanırlar ve bu metodları kısaca işaret ederlerdi. Şafiî ise, bu metodlan işaret etmekle yetinmemiş, Muctehidin ictihad ve istinbat sırasında hatâya düşmemesi ve içtihadının verdiği imkân nisbetinde hakîkata ulaşması için bağlı kalması gereken prensip ve kanunları tesbit ederek açıklamıştır.[13]
Bağdad'a Tekrar Gelişi
İmam Şafiî, Mekke-i Mükerreme'de inceleme ve araştırmalarıyla öğrencilerine daha önce alışık olmadıkları bir ilmi öğretmeye devam etmiştir. O, fıkıh derslerinde Kur'an ve Sünnetin gölgesinden dışarı çıkmazdı. Bu sırada bilhassa hac mevsiminde bütün uzak islâm ülkelerinden gelen ilim adamları ondan feyz alırlardı. Meselâ, Iraklılar ve diğerleri gelip ondan faydalanırlardı. Mekke'de bu seferki ikameti dokuz yıl sürmüştür.
Şubhesiz Şafiî, ulaşmış olduğu neticeleri ve özellikle fıkh! istinbat için koymuş olduğu metodlan bütün islâm ülkelerine yayacaktı. O çağda islâm âleminde ilim nurunun yayıldığı yer islâm Devleti'nin merkezi olan Bağdad şehri idi. Şafiî bu şehre, bu şehir de ona ısınmıştı. Şafiî burayı, bura da kendisini tanımıştı. Bunun içindir ki Şafiî, 195 H. yılında tekrar Bagdad'a dönmüştür. Bu tarihte o, yaklaşık olarak 45 yaşında idi.
Bağdad'ta ona bütün âlimler önem vermiş ve talebeler etrafını' sarmıştır. Bağdad âlimleri, ondan ders almak konusunda büyüklük saİmamıştır. Meselâ, daha önce Mekke'de Şafiî ile görüşen Ahmed b. Hanbel ona talebe olmuş, onun akıl ve fikrine hayran kalmıştır. Aşağı yukarı kendisinin yaşıtı olan İshak b, Rahûye de ondan tahsil görmüştür. Bunlar ve benzerleri, îmam Şafiî'den ilim tahsil eden asıl talebelerden ayrıdırlar.
Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği cevaplara hayran kalıyordu. Çünkü O, Iraklıların alışık olmadıkları bir metoda dayanan yeni bir ilim getirmişti. Ayrıca o, kendisinden öncekilerde bulunmayan bir kısım sıfatlara sahipti. Şafiî'nin metodu, tafsilatıyla açıkladığı istinbat metodu olan usûl-i fıkıh ilmi idi. O, bu sayede açık lâfızlara dayanarak, kapalı olan mânaları ortaya koyuyordu. Bunun içindir ki İshak b. Rahûye: «Şafiî'den önce biz, nâsih ve mensûhu bilmiyorduk.» demiştir. Sahip olduğu sıfatlar ise, güzel ve açık konuşma, munazara ve münakaşa kudretidir. Onun ifadesi gayet açık, güzel ve tesir bakımından çok güçlü idi. Bunun için bir çağdaşı «O, âlimlerin hatibidir.» demiştir.
Şafiî, bu gelişinde Bağdad kitapları (el-Kütübu'1-Bağdadiyye) adını verdiği eserlerini yazdırmış (imlâ etmiş) tır. el-Umm veya el-Mebsût diye isimlendirilen eseri bunlar arasındadır. Bu eser, birkaç kitaptan meydana gelmiş olup çoğu fürû'a dairdir. Bunu kendisinden rivayet eden, talebesi ez-Zaferânî'dir. Keza, burada Şafiî, usûl-i fıkha ait olan kitabını imlâ etmiştir. Bu eser er-Risâle adını almış olup bunu rivayet eden de ez-Zaferânî'dir.
Böylece Şafiî'nin ilmi Irak'ın sınırlarını aşmış ve bütün Doğu İslâm ülkelerinde yayılmıştır. Onun ilmini yaymada talebelerinin tesiri çok olmuştur. Talebelerine tesir eden iki husus vardı:
Birisi ondan istifade arzusu, diğeri de Şafiî'nin eşsiz şahsiyetine karşı duydukları hayranlık idi.
Bu gelişinde Şafiî, iki seneden fazla Çalmış, sonra tekrar Mekke'ye dönmüştür. Belki Şafiî, tekrar Mekke'ye eşya ve işlerini toparlamak, Beytu'î-Harâm'ı ve Süfyayn b. Uyeyne gibi hocalarını ziyaret etmek için gelmiştir. Dolayısiyle burada fazla kalmamış, 198 H. yılında yeniden Bagdad'a dönmüştür.[14]
Bağdad'tâ Kısa Bîr Îkâmeti
Şafiî, Bagdad'a bu gelişinde kısa bir süre ikâmet ettikten sonra Mısır'a gitmek üzere yola çıkmış ve oraya 199 H. yılında varmıştır.
Şafiî, bu sefer Bağdad'ta niçin kısa bir süre kalmıştır? Halbuki umumî vaziyet onun bu şehirde Uzun müddet kalmasını gerektiriyordu. Çünkü burası, âlimlerin merkezi ve İslâm Devleti'nin başkenti idi. Öte yandan burada, Şafiî'nin birçok talebeleri vardı. Bu şehirden İslâm âleminin dört bucağına ilim nuru yayılıyordu. Öyle ise, İmam Şafiî burayı terkedip niçin Mısır'a gitmiştir? Halbuki Mısır, bu sırada ilim merkezi değildi. Gerçi yavaş yavaş bir ilim merkezi olmaya başlamıştı. İçimizi rahatsız eden bu soru bizden cevap beklemektedir.
Bu sorunun cevabı bizce şudur: 198 H. yılında hilâfet, Harun er-Reşîd'in oğlu Abdullah el-Me'mun'a geçmiştir. Arab.ve İranlılar arasında cereyan eden birçok savaş ve fitnelerden sonra el-Emin öldürülmüş (198 HÜ ve el-Me'mun .(öl. 218 H.) halifelik makamına oturmuştur. el-Me'mun devrinde hâkim bir durumda olan iki husus, Şafiî'nin Mısır'a gitmesinde etkili olmuştur ki, bu kanaati Şafiî'nin hayat ve ilmî metodu teyit etmektedir.
1 —el-Me'mun devrinde duruma İranlılar hâkim olmuşlardı. Çünkü el-Emin'le el-Me'mun arasındaki taht kavgası, gerçekte Arablarla İranlılar arasında cereyan etmiştir. Neticede de el-Me'mun mUzaffer olmuş, dolayısıyla İranlılar, Arablara galip gelmişler ve nüfuz onların eline geçmiştir. Bu durumda Kurayşli Şafiî, İranlıların nüfuz ve otoritesine boyun eğmek istememiştir.
2 —el-Me'mun, kelâmcı filozoflardan idi. Mu'tezilîleri. yanma almış, kendisini onlardan saymış, kâtip, hâcip ve nedimlerini onlardan seçmiş, ilimde ve âlimler arasında onları üstün tutmuştur. Şafii ise, mu'tezilîlerden ve onların metodlanndan nefret ederdi. Mu'-tezilîler gibi münakaşalara giren ve onların metoduyla akâid konularını anlatan kimselerin cezalandırılmasını isterdi. Şafiî gibi bir şahsiyet, elbette bunlarla beraber yaşıyamaz ve onlara yüzveren Halîfe el-Me'mun'un yanında kalamazdı. Öyle ki Hlîfe el-Me'mun, daha sonra mu'tezilîlerin tahrikiyle fakîh ve muhaddislere işkencelerde bulunmuştur. Bu işkencelerin başlıca sebebi, Kur'an-ı Ke-rîm'in yaratılmış olup olmaması meselesi idi. Bu yüzden îmanı Ah-med b. Hanbel de, türlü işkencelere uğramıştır.
Şafiî mezhebine bağlı olanlardan bâzısının rivayetine göre, Halîfe el-Me'mun, İmam Şafiî'ye kadılık teklifinde bulunmuş, o da bu konuda özür beyan etmiştir. Şubhesiz bu rivayet, İmam Mâlik'in talebesi olan Şafiî'nin hem düşüncesi, hem mantığı, hem de yaşayışla bağdaşmaktadır.[15]
Şafiî Mısır'da
Son gelişinde Bağdad'ta oturmak, Şafiî için hoş olmuyordu. Onun, ilim bakımından buraya yakın bir değer taşıyan başka bir memlekete gitmesi gerekiyordu. Gideceği bu memlekette O, Bağdad'taki gibi İranlıların Araplara tahakkümü ile karşüaşmamalıydı. Şafiî aradığını Mısır'da buldu. Çünkü İmam Mâlik'in talebeleri ve Leys b. Sa'd Mısır'da idiler. Ayrıca Mısır, ilim bakımından Bağdad'a benzememekte ise de, ona yakındı. Buraya Arablar hâkimdi. Buranın valisi Kurayş'e mensup olup Abbas oğullarından idi. Yakut el-Hamevî «Mu'cemu'l-Udebâ» smda bu konuda şöyle der: «Şafiî'nin Mısır'a gelişinin sebebi, bura valisinin Abbas b. Abdillah b. Abbas b. Musa b. Abdillah b. Abbas oluşudur.»
Şafiî, Mısır yolculuğuna karar verince şu mısraları söylemiştir:
«Durmadan Mısır'ı özlüyor ruhum?
Ondan gayri çöl ve ova kalmadı.
Kurtuluş ve zenginliğe mi? Vallahi bilmiyorum,
Yoksa kabre mi götürülüyorum?»
Kader, Şafii'nin bu arzusunu yerine getirdi ve onu burada zenginliğe ulaştırdı. Çünkü Mısır'ın Arab valisi, Peygamber'e akraba olanlara tahsis edilen ganimetlerden Şafiî için de bir hisse ayırmış ve böylece Şafii, nesebinin şerefiyle mütenasip bir duruma gelmiştir. Şafii, öte yandan ilmini, fıkhını ve görüşlerini burada yaymaya muvaffak olmuştur. Daha1 sonra ölümü tadarak Mısır'daki kabrine defnedilmiştir. Şafiî, Mısır'da 204 H. yılı Recep ayının son gecesi öldüğü zaman 54 yaşında idi. Halbuki İmam Ebu Hanîfe takriben 70 ve Şafiî'nin hocası İmam Mâlik 86 yaşma değinceye kadar hayatta kalmıştır. İmam Şafiî'nin hayatı mücadele içinde geçmiş olup hasta iken yatağında ölmüştür[16].
Zayıf bir rivayete göre Şâfü, Mâliki mezhebine mensup Fityan isimli budala ve yobaz bir kimsenin adamları tarafından dövülmüş ve bunun üzerine ölmüştür. Bu rivayeti Yakut el-Hamevi «Mulcemu'l-Udebâ» smda anlatırken aynen şöyle der:
«Mısır'da Fityan denilen ve Mâliki mezhebine bağlı olan hiddetli ve zâlim bir kimse sardı. Bu, çoğu zaman Şafiî ile münakaşa eder, halk da bunların etrafına toplanırdı. Bir gün hür bir insanın satılması meselesi üzerine tartışıyorlardı. Meselenin aslı şu idi: Rehin olarak verilmiş olan bir köleyi, onu rehin olarak veren sahibi âzâd etse ve borcunu verecek başka malı bulunmasa durum ne olacaktır? Şafiî, bir kavline göre bu âzâd edilmiş kölenin satılabileceğini söyledi. Görüşünü isbat için birçok delil serdetti. Bunun üzerine öfkelenen Fityan Şafiî'ye ağır şekilde küfretti. Şafiî, ona hiç cevap vermedi ve meseleyi açıklamaya devam etti. Bir şahıs bu durumu Mısır Valisine haber verdi, Vali de, Şafiî'yi çağırıp durumu sordu. Şafiî olanları anlattı ve bâzı kimseler de Fityan'm aleyhinde şahitlik ettiler. Bunun üzerine Vali, Şafiî gibi bir kişi daha Fityan aleyhinde şahitlik etseydi Fityan'ın boynunu vurdururdunı, dedi. Valinin emriyle Fityan kırbaçla dövüldü ve bir deve üzerine bindirilip sokaklarda dolaştırıldı. Önünden giden bir tellâl: İşte Peygamber'in soyuna küfredenlerin cezası budur, diye bağırdı. Daha sonra bayağı kimselerden meydana gelen bir topluluk, Fityan lehine harekete geçip. Şafii'yi takibe başladılar. Şafiî, talebelerinden ayrılıp yalnız kalınca üzerine saldırdılar ve dövdüler. Bundan sonra evine gelen Şafiî ölünceye kadar iyileşemedi.»
Bu rivayete göre, Şafiî'nin ölüm sebebi bu dövülme olayıdır. Biz, bu rivayeti yerinde bulmuyoruz. Çünkü Şâfiîye küfreden kimseyi, nerede ise ölüm cezası ile cezalandıracak olan Mısır Valisi onu dövenlere karşı susmaz, durumu Şafiî'den mutlaka sorup suçluları en ağır şekilde cezalandırırdı. Bu dövme olayı, ister doğru olsun ister doğru olmasın, gerçek olan şudur ki, Şafiî'nin ölümünün sebebi, basur hastalığına yakalanmış olmasıdır. Şafiî bu yüzden şiddetli bir kanama geçirmiş ve neticede Rabbma kavuşmuştur. Allah ondan razı olsun!
İmam Şafiî, kendisinden sonrakiler için zengin bir miras ve fıkıh için hâlâ tükenme bilmeyen bir hazine bırakmıştır. Bu sayede onun adı, her yerde hürmetle anılmaktadır.[17]
Şafiî'nin İlmi
İmam Şafiî, insanların dikkatini aklı, ilmi ve belagatı ile kendi üzerine çekmiştir. Bağdad'ta iken, buranın fakîhleri ile yaptığı munazaralarda onların dikkatini üzerine çekmiştir. Bu sırada O, İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'den ilim tahsil eden bir delikanlı idi. Beytu'l-Harâm'ı hac maksadıyla ziyarete gelen ve Peygamber'in hadîslerini hayatta bulunan tabiîlerden öğrenmek isteyen bilginlerin dikkatini çeken yine Şafiî idi. O, ikinci olarak Bağdad'ı, ulaşmış olduğu ilmin semereleriyle doldurmuştur. Şafiî, Beytu'1-Harâm'da iken İslâm hukukunun esaslarım, usûl-i fıkıh kaidelerini tesbit ediyor ve âlimlerin re'ylerini görülmemiş bir şekilde karşılaştırarak inceliyordu. O, daha sonra Mısır'a gelmiş ve buradaki insanları, geniş ilmi ile kendisine çekmiştir. Gerçi Mısırdaki-lerin de kendilerine göre bir .üstünlükleri mevcuttu.
Şafiî'yi ilim tahsil ettiği hocaları övmüş, kendisiyle münakaşa eden arkadaşları ona hoca muamelesinde bulunmuş ve öğrencileri onun çok zengin ilim mirasını gelecek nesillere aktarmışlardır.
Hocası İmam Mâlik, Sufyan b. Uyeyne ve Müslim b. Halid ez-Zencî, onun akli gücünü övmektedir. Abdurrahman b. Mehdi, Şafii'nin «Usûl» hakkındaki «er-RisâIe»sini okuduktan sonra: «İşte bu, gerçekten anlayışlı bir delikanlıdır.» demiştir. Şafiî'nin talebelerinden Muhammed b. Abdülah b. el-Hakem de şöyle demektedir. «Şafiî olmasaydı beri, bir kimseyi nasıl reddedeceğimi öğrenemezdim. Bildiklerimi hep onun sayesinde öğrendim. Bana kıyası öğreten o rahmetlidir. O, sünnete bağlı, her türlü fazilete, keskin ve açık bir dile, sağlam bir kafa ile üstün bir akla sahipti.»
Talebesi Ahmed b. Hanbel de şöyle der: «Peygamber (s.a.v.)'den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «Allahu Teâlâ, bu ümmetin dî nini doğru olarak uygulamak için her yüz yılda bir şahıs gönderir.» Birinci yüzyılın başında bu şahıs Ömer b. Abdilaziz olmuştur. İkinci yüzyılın başında da bu şahsın Şafiî olacağını umuyorum.»
İşte bu ilim adamlarının şahadetleri, İmam Şafiî'nin ilim, fazilet ve üstün bir kavrayışa sahib olduğunu açıkça göstermektedir. Gerçekten Şafiî, kendisini böyle yüksek bir mevkie getiren ilim vasıtalarının hepsine sahipti. O, Kur'an ilmini, Kur'an'm mâna, gaye ve sırlarını hakkıyla öğrenmişti. Bir talebesi şöyle der: «Şafiî tefsire başlayınca, Kur'an'ın inişine şahid olmuş gibi davranırdı. Şafiî, Hadîs ilmini de hakkıyle elde etmişti. O, Mekke'de bulunan tabiîlerin hayatta olanlarından birçok hadîs rivayet etmiş ve ilk hadîs kitabı olan el-Muvatta'ı da bizzat İmam Mâlik'ten okumuştur. îmam Muhammed'den tahsil gördüğü sırada, Iraklıların ilmine sahip olmuş ve bu ilmin de râvîleri arasına katılmıştır.
Bununla birlikte Şafiî, re'y'e dayanan fıkhı da tehsil etmiş; fıkıh, kıyas ve nesh'in kaide ve prensiplerini vaz'etmiştir.
O, —Allah kendinden razı olsun— her çeşit ilmin öğrenilmesini ister ve şöyle derdi: «Kur'an ilmini öğrenenin kıymeti yükselir. Hadîs ilmini öğrenip yazanın delil getirme gücü artar, fıkıh öğrenen kimsenin şerefi yükselir, dil üzerinde çalışanın duyguları incelir, matematik tahsil edenin görüşü artar ve nefsini koruyamıyanın ilmi kendisine hiçbir fayda vermez.»[18]
Îlme Yönelişi Ve Çağı
Şafii, akranı arasında en yüksek seviyeye ulaşmak için genç yaşta ilme yönelmiş ve ilmin her türlü imkânları içerisinde yetişmiştir. Çünkü O, Mekke'de oturuyordu. Bu sırada, tabiîlerden hayatta olanlar vardı. Beytü'l-Harâm'm civarında oturmayı tercih eden Abdullah b. Abbas'ın medresesi burada idi. Biraz büyüyüp delikanlılık çağına ulaşınca Peygamber şehrinin İmamı olan Mâlik'in yanına gelmiş ve dokuz yıl ondan ayrılmamıştır. Bu zaman, honı hocası için, hem de talebesi için en verimli yıllar olmuştur. Şafiî, ömrünü ilimden başka bir yerde harcamamıştır. Ancak kısa bir zaman vazife almış ise de, şevkle ve bütün şerefin ilme ait olduğunu kavrayarak, tekrar ilme dönmüştür. Kur'an ve Sünnet ilmini ve fakîh-lerin ihtilâflarını incelemeye başlamış ve bunlar için hakikati bildirecek ölçüler koymuştur. Önce dersine Beytu'l-Harâm'da başlamış, nihayet ilim dağarcığı dolunca Bağdad'a gitmiştir. Bağdad'ta da dersi için başka bir kürsüye sahip olmuştur. Bağdad kendisini sıkmaya ve bazı çevreler hoşuna gitmeyen bir takım ilmi görüşlere tkassup göstermeye başlayınca Şafiî, Mısır ülkesine gitmeye karar vermiştir, îşte bundan sonradır ki İslâm âleminin çeşitli felâketlerle karşılaştığı anlarda güzel Mısır'ımız, Doğu ve Batı âlimlerinin sığmağı haline gelmiştir. O çağlarda âlimler, emniyet ve hUzura kavuşmak için memleketlerinden ayrılmak zorunda kalmışlar, aradıkları emniyet ve huzuru da ancak Mısır'da bulabilmişlerdir.
Şafii'nin bütün hayati; dehâ derecesinde bir akıl, sağlam bir kalem, belâgatli ve tasvir gücüne sahip bir dil ile ilim uğrunda geçmiştir.
Şafii'nin içinde yaşadığı çağ, ilimlerin geliştiği, tedvin ve telifin başladığı, her ilmin esaslarının konduğu bir çağdır. Bu çağ da Arab dili tedvin ediliyor ve esasları konuyordu. Ebu'l-Esved ed-Duelî'nin ardından gelenler, nahiv ilminin esaslarını koymaya başlamışlardı. el-Aşma'î ve diğerleri, şiir rivayetlerini tesbit ve naklediyorlardı: Halil b. Ahmed, Arab şiirinin nağme ölçülerini ifade eden «Aruz» ilmini koymuştu. Câhız, dikkatleri edebî tenkit usûllerine çevirmişti. İşte bütün ilimler böyle gelişiyordu.
Âlimler, hadîslerin çeşitli kaynaklarından toplanmasına yönelmişti. Hadîs'in rivayet bakımından doğru olup olmadığını, râvîler (rical) ve metni itibariyle Peygamber (s.a.v.)'e nisbet bakımından elverişli bulunup bulunmadığını tesbit için esas ve ölçüler konmaya başlanmıştı.
Fıkıh konusunda da çeşitli ekol (medrese)'ler kurulmuştu. Mekke ekolü, Abdullah b. Abbas'ın görüşlerini; Medine ekolü, Ömer b. el-Hatlâb, Zeyd b. Sabit, Osman b. Affan, Ali b. Ebî Tâlib ve Peygamber (s.a.v.)'in ilmini kendilerinden sonrakilere olduğu gibi aktaran diğer bilgin sahâbîlerin fıkhını naklediyordu. Fıkıh, tedvin edilmeye başlanmıştı. Meselâ, İmam Mâlik, kendi fıkhını ve rivayet ettiği hadisleri, talebeleri vasıtasıyla nakledilen sahâbîlerin fetvalarını içine alan «el-Muvatta» adlı eserini tedvin etmişti. İmam Muhammed b. el-Hasen, Irak fıkhım tedvin etmiş ve bu fıkhın fürû'unu inceden inceye yazmıştı. İşte Şafiî, bütün bunlardan faydalanmıştır.
Burada söylenmesi gereken bir husus daha vardır ki o da çeşitli îslâm fırkalarıdır. Her fırka, kendi görüşlerini savunup yaymaya başlamıştı. Mu'tezilîler kendi görüşleri uğrunda mücâdele ediyorlar ve İslâmiyeti kendi açılarından savunuyorlardı. Şiîlerden îma-miyye, Zeydiyye ve sair siyasî fırkalar da böyle idiler. Kısaca bu çağ, mücadele ve munazara çağı idi.
Şâfü, bu fırkaların çoğundan memnun değildi. O, ne Mu'tezili-lerin, ne Şiilerin ve ne de Hâricilerin yolundan gitmiştir. Şubhesiz O, içinde yaşadığı çağın metod bakımından etkisinde kalmıştır. Onun çağı mücadele ve munazara çağı idi. Bu itibarla Şafiî de, büyük bir mücadele ve munazara gücüne sahipti. O, mücadele ve münakaşalarında bâtılı nasıl yıkacağını ve hakikati nasıl ortaya çıkaracağını biliyordu.
Şafiî, hadisi savunmak için Mu'tezilîlerle bilfiil mücadele etmiştir. Yâni, Basra'da bulunan bir gurup, mutevâtir olmayan hadîsleri delil olarak kabul etmiyordu. Şafiî, bunlara karşı mücadeleye girişmiş ve Resülüllah'ın Sünnetini savunmuştur. Bu konudaki mücadelelerini «el-Umm» adlı kitabında anlatan Şafiî, gerçekten «Sünnetin koruyucusu» unvanına hak kazanmıştır.
Şafiî'nin çağında Yunan, Fars ve Hint dillerinden çeşitli ilimler Arabçaya terceme edilmiştir.. Bu tercemelerle o çağda birçok ilimler yayılmıştır. Şafiî'nin bu ilimlerden uzak kaldığını sanmıyoruz.. Belki O, bu ilimlerden cedel ve munazara ile ilgisi nisbetinde faydalanmıştır. Ne olursa olsun, Şafiî'nin fıkhî görüşlerinde bu ilimlerin herhangi bir etkisi yoktur. Çünkü, Şafiî'nin fıkhî görüşleri tamamen İslâmî kaynaklardan gelmektedir. Hattâ.O, nass'lara bağlılıkta son haddine varmaktadır. Çünkü O, nass'lara dayanmayan her içtihadı iptal etmektedir. Bu hususu, ileride, inşaallah, kısaca açıklayacğız.[19]
Şafiî'nin Şahsiyet Ve Karakteri
Allh, İmam Şafiî'ye çağdaşları arasında ilim, ahlâk, din ve içtimaî mevki' bakımından onu yücelten birçok sıfatlar ihsan etmiştir.[20]
1- İdrâk Ve Hafıza Gücü
Şafiî, ilmî idrâk yönünden çok kuvvetli idi. Öyle sağlam bir hafızaya sahipti ki, îmam Mâlik'in «el-Muvatta'» ını okuyup hıfzetmişti. Onu, İmam Mâlik'in rivayet ettiği şekilde ezberden okurdu. Hattâ Şafiî, el-Muvatta'ı İmam Mâlik'le karşılaşmadan önce hıfzetmişti. Bu sağlam hafızasının yanında Şafii, hazircevaplı bir şahsiyetti, ihtiyaç duyduğu zaman bildiklerini rahatlıkla anlatırdı. O, fikri hiçbir tutukluk göstermezdi. Olayların altında kalmaz, aksine incelediği mes'eleleri düşüncesiyle aydınlatırdı. Onun önünde hakîkat-lar kendiliğinden açığa çıkar ve bunların mantik'ı doğru olarak belirirdi. O da, i bu mantık sayesinde gerçeklere nüfuz ederdi.
Şafiî derin bir düşünceye sahip olup mes'elelerin dış yüzünü incelemekle yetinmez, aksine onların derinliklerine inerdi. O, son derecede anlayışlı ölüp hakîkata tam olarak ulaşıncaya kadar hiçbir noktada duraklamazdı. Hadisler ve bunlarla ilgili hükümleri tetkik ederken, onları belli prensiplere bağlamaya çalışırdı. Onun araştırmaları külîî neticelere ulaşmak.içindi. O cüz'iyyatla yetinmezdi. İşte böyle külli neticelere yönelişinin sonunda, Şafiî, usûl-i fıkıh ilmini kurmuştur:[21]
2- İfade Gücü
Şafiî, konuşurken güçlü ve açık bir. ifadeye sahipti. O, dilinin fesahati, ifadesinin belagatı ve kalbinin kuvvetli oluşu yanında, derin tesirli bir sese sahipti. O, ifadeleriyle bir şeyi güzelce açıkladığı gibi, sesinin ihtizazı ile de maksadını anlatırdı. Şafiî, İmam Mâlikle görüştüğünde İmam Mâlik, ondan, el-Muvatta'ı arkadaşlarına okumasını istemiş ve ona; bir sahife oku, demiştir. Şafiî sahîfeyi bitirince, İmam Mâlik, onu daha çok dinlemek istemiş ve sonuna kadar ona el-Muvatta'ı okumuştur. İşte bu, onun sesindeki derin tesirin bir neticesidir.
Bir talebesinden şöyle rivayet edilmiştir: «Ben, Şafiî'den başka yazıları konuşmasından daha üstün (fasîh) olan birini görmedim. Bununla beraber Şafiî'nin dili, yazısından da üstün (fasih) idi.» Şafiî'nin yazdıkları, ifade ve düşünceleri tasvir bakımından son derecede güzel olursa, onun konuşması nasıl olur? Elbette onun konuşması, ifade bakımından daha kuvvetli, işaret bakımından daha mükemmel, ibare ve üslûp bakımından daha üstündü. O, sağlam ifadede öyle bir dereceye ulaşmıştı ki, İshak b. Rahûye, onun hakkında; «Şafiî, âlimlerin hatibidir.» demiştir.[22]
3- Basiret Ve Fîraseti
Şafii, hocası İmâm Mâlik gibi keskin bir basiret ve kuvvetli bir firaset sahibi idi. Bu sıfat, munazara ile uğraşan uyanık kişilerden ayrılmayan bir haslettir. Aynı zamanda bu sıfat, büyük üstadlann sıfatıdır. Çünkü Şafiî, talebelerine ders anlatırken onların marifet bakımından kavrıyabilecekleri kadar anlatırdı. O, bunu ancak fira-seti sayesinde bilir, dolayısiyle onların anlama ve açıklama bakımından tâkatlanna göre ders takrir ederdi. Bu basiret ve firaseti sayesindedir ki, sayı bakımından en çok talebe onun etrafında toplanmıştır. O, insanların ruhî durumlarını iyi bildiği için dinleyicilerine ancak tâkatlari nisbetinde ders verirdi. Bu konuda Yakut'un «Mu'cemu'l-Udebâ» sında anlattığına göre, Şafiî, bâzı dinleyicilerine Huzeyl kabilesinin şiirlerini okurdu. O, bu şiirlerden pek çok ezberlemiş ve bunları yanında okuduğu bir talebesine şöyle demiştir: «Bunu, hadîs ehlinden hiçbir kimseye belli etme; çünkü onlar, bunu hazmedemezler.»[23]
4- Îhlâsı
Şafiî hakikatlan araştırmada büyük bir ihlâs ve ulaşmak istediği gerçeğe yönelmede de sağlam bir görüş sahibi idi. îşrak felsefesine göre hakîkatlan aramada ihlâs, kalbi marifet nuru ile doldurur ve ruhta öyle bir safiyet meydana gelir ki bu sayede hâkîkatlar kendiliğniden açığa çıkar, akıl onları kavrar, düşünce dosdoğru olur, ifadeler gerçek mânaları sadakatle tasvir eder, dolayısiyle görüş doğru ve ifade sağlam olur.
Şafiî'nin hakikatları aramadaki ihlâsı, hayatının bütün devrelerinde kendisinden ayrılmamıştır. Hattâ O, nerede olursa olsun, hakikati bulmaya çalışmıştır. İhlâsı sayesinde Şafiî, insanların alışık bulunduğu görüşlerle çatışsa dahi kendi görüşlerini cesaretle açıklamıştır. Keza, hakîkatlar uğrundaki ihlâsı, hocalarına karşı duyduğu bağlılıkla çatıştığında da Şafiî, hakikatları tercih etmiştir. Onun İmamı Mâlik'e karşı beslediği bağlılık ve ihlâsı, kendisini,'hocasına muhalefet etmekten alıkoymamıştır. Gerçi Şafiî, hocasına karşı muhalefette biraz tereddüt göstermiştir. Fakat, Endülüs halkının, İmam Mâlik'in külahı iîe yağmur duasına çıktığını duyunca, İmam Mâlik'i tenkit maksadıyla yazmış olduğu kitabı halka açıklamıştır. Böylece Şafiî, İmam Mâlik'in beşer olduğunu, bâzan doğru düşündüğünü, bâ'zan ua yanıldığını göstermiştir. Kendisini kurtaran ve himayesine alan İmam Muhammed b. el-Hasen'e karşı beslediği ihlâsı da, onunla munazara ve şiddetli bir şekilde mücâdele etmesine ve Medînelilerin de haklı olduğunu kabul ettirmek için onun talebelerini yenilgiye uğratmasına mâni olmamıştır.
İşte İmam Şafiî, ilim hayatının bütün devrelerinde böyle davranmıştır. Bu sebeple O, kendisiyle munazara yapanları, hakikat uğrunda gösterdiği ihlâsla karşılar ve onları yenilgiye uğratırdı. Çünkü O, hakîkattan başka bir şey düşünmezdi.
Şafiî, İslâm şeriatı esasının Allah'ın Kitabı ve O'nun Elçisi'nin Sünneti olduğuna inanırdı. Kendisinin ilmi ile Resûlüllah'm Sünnetini ihata ettiğine inanmazdı. Dolayısiyle, talebelerini dâima hadîs araştırmaya teşvik ederdi. Kendi görüşüne muhalif olan sahîh bir hadîs bulursa, onu bırakıp hadîs ile amel etmelerini söylerdi. Yakut'un «Mu'cemu'l-Udebâ» sırida Rabi' b. Süleyman'dan şöyle rivayet edilmektedir: «Bir şahsın bir me's'ele sorması üzerine Şafiî'nin şöyle dediğini işittim: Peygamber (s.a.v.)den şöyle şöyle... buyurduğu rivayet edilmektedir. O adam Şafiî'ye, ey Abdullah'ın babası, buna göre mi fetva veriyorsun? dedi. Bunun üzerine Şafiî'nin tüyleri diken diken oldu, yüzü sarardı, durumu değişti ve şöyle dedi: Eğer Peygamber'den bir hadîs rivayet ettiğim halde onunla amel etmezsem, hangi yer beni taşır, harigi gök beni gölgelendirir? Peygamber'in hadîsinin başım gözüm üstünde yeri vardır.» Ayrıca Rabi' b. Süleyman, Şafiî'nin; «Herkes, Peygamber'in herhangi bir sünnetini bilmeyebilir. Ben, Peygamber'in sünnetine muhalif olarak herhangi bir fikir ileri sürer veya bir esas ortaya korsanı, uyulması gereken Peygamber'in sözüdür. İşte benim mezhebim budur.» dediğini ve bu sözü sık sık tekrarladığını söylemiştir.
Allah'ın, insanlara örnek olan seçkin kullarına ihsan ettiği başka bir ihlâs nev'i daha vardır. O da söyleyen kim olursa olsun, hakikata boyun eğmek için mü'minin sahip olduğu ve başkalarına vermeye çalıştığı düşünce içerisinde kendisinin eriyip gitmesi, yok olmasıdır. Çünkü kaybolan inci, onu çıkaran dalgıç'm önemsiz oluşu sebebiyle ihmal edilemez. Dost olsun düşman olsun, hakkın yanında olduğu müddetçe ona itaat etmek gerekir. Bu şekliyle ihlâs, çıkılması zor bir merdiven ve ulaşılması güç bir ameldir. Çünkü dilleriyle saldıran ve deliller getirerek mücâdele eden niceleri vardır ki, onların arasında bu türlü yüce ve hak âşıkı olan pek azdır. Şafiî İşte bu nâdir insanlardan biridir. Bunun içindir ki Şafiî, mücâdele sırasında öfkelenmez ve hiddetle başkalarına dil Uzatmazdı. Çünkü O, hakkı arıyor ve mevki sahibi olmak istemiyordu. O, zühd ve takvası sayesinde ilim mevkiine yükselmiştir. Dahası var: Şafiî, hakkı aramadaki ihlâsı ve hakikat içerisinde yok olma, eriyip gitme (fena) mertebesine ulaşması neticesinde kendi ilminden insanların, ona nisbet etmeksizin faydalanmalarını istemiştir. İbni Kesir'in Tarîh'inde Şafii'nin şöyle dediği rivayet edilir: «İsterim ki insanlar, bu ilmi öğrensin ve bana hiçbir şeyi nisbet etmesin. Ben, onun ecrini yeter ki Allah'dan göreyim de onlar beni övmesinler.»
İhlâs, Şafiî'ye kalb zekâsı, ruh kuvveti, bayağı şeylerden Uzaklaşma ve olgun insana yakışmayan şeylerden beri' olma gibi sıfatlar kazandırmıştır. Yahya b. Maîn, Şafii'nin ahlâkı hakkında, «Yalan mubah olsaydı Şafiî'nin mürüvveti kendisini yine de yalan söylemekten alıkordu. demiştir. İşte sâdık ve ihlâslı insanın ulaşabileceği en yüksek mertebe budur. Böylesi, vazifesini, vicdan ve kalbinin emrini yerine getirmek için yapar, sırf emir veya yasak edildiği için değil.[24]
Şafiî'nin Görüşleri
Şafiî çağında çeşitli fikirler ve birbirine zıt Mezhebler boğmuştu. Bu arada «îlm-i Kelâm»» adı verilen ve temelleri Mu'tezilîler tarafından atılan ilim de doğmuştu. Mu'tezilîler, Allah'ın Kelâm sıfatı ve Kur'ân'in yaratılmış olup olmadığı üzerinde konuşup tartışıyorlardı. Keza, onlar, Allah'ın sıfatları mânâlardan ibaret ve zâtından ayrı mıdır, yoksa Allahu Teâlâ ancak sıfatlarıyla bilindiğine göre, zâtı ile sıfatları aynı mıdır? Konusu üzerinde tartışıp duruyorlardı. Bir yandan Mu'tezilîler, öte yandan da Cebriyeciler kader ve Allah'ın takdiri yanında insan iradesinin sınırı üzerinde sert tartışmalara giriyorlardı. Bu arada Şiîler, Hâriciler ve Abbâsiiere dayanan çeşitli siyasî fırkalar da doğmuştu. Bu durum karşısında Şafiî'nin düşünce sisteminde müsbet veya menfî, kabul veya red bakımından bir vaziyet alması zarurî idi. Rivayete göre O, ilm-i kelâm ve bununla ilgili mes'elelere karşı menfî bir vaziyet almış ve bu ilimle iştigali nehyetmiştir. Kendisinden şöyle rivayet edilmektedir: «îlm-i kelâmla uğraşmaktan sakının; çünkü, bir kimseye fıkhı bir mes'ele sorulsa ve o, bunda hatâ etse, olsa olsa en çok gülünç bir duruma düşmüş olur. Meselâ, birine, bir kimseyi öldüren şahsın diyeti nedir? diye sorulduğu zaman onun, buna; bir tavuk yumurtasıdır, diye cevap vermesi böyledir. Eğer birine kelâm hakkında bir mes'ele sorulsa ve o, buna yanlış cevap verse, bit'at'a sapmakla suçlanır.»
Şafiî, kelâmla uğraşmayı menettiği halde kendisi kelâm hakkında çok şey bilirdi. Şafiî gibi bir şahsiyetin, bilmediği bir şeyi menetiği düşünülemez. Bir defasında O, talebelerinin yanma girmiş ve onları kelâm konusunda münakaşa halinde bulmuştu. Onlara: «Benim kelâm bilmediğimi mi sanıyorsunUz? Ben bu konuyla uğraştım, hattâ bunda büyük bir mertebeye ulaştım. Ancak kelâmın sonu yoktur. Öyle bir şey üzerinde münakaşa ediniz ki, yanılırsanız yanıldı desinler, küfre düştü demesinler.»
Şafii'nin talebelerini kelâm münakaşalarından men etmesi, onun kelâmcılarm dâima tartışma konusu yaptıkları mes'eleler hakkında bir görüş sahibi olmadığı mânâsına da gelmez. Şafiî'nin kıyamet günü Allah'ı görmek, kader ve Allah'ın sıfatları gibi mes'eleler üzerindeki görüşleri, kendisinin fıkıh metoduna uygundur. O, bu konularda da Kur'ân ve Sünnetin hükümlerine sarılır,, mütekellimler (kelâmcılar)in ileri sürdüğü delillere fazla dalmazdı. Ancak, bu delillerin nass'ları destekliyecek kadarım alırdı. Meselâ, Kur'ân ve Hadîs nass'larının zahirlerine bakarak îmanın artıp eksileceğine inanırdı.[25]
Hilâfet Hakkındaki Görüşü
Kelâmcılarla siyasi fırkaların ortaya attığı mes'elelerden biri de hilâfet mes'elesi ve hilâfetin şartlarıdır. Bu mes'elenin, yakın veya Uzaktan fıkıhla bir alâkası vardır. Şafiî'nin bu konuda üç türlü görüş sahibi olduğu rivayet edilmiştir:
1 —Şafiî, hilâfet (İmamet) in yerine getirilmesi gereken dînî bir emir olduğuna inanırdı. Dolayısiyle gölgesinde, hem müslümânların iş yapacağı, hem de kâfirlerin faydalanacağı.bir halîfenin bulunması şarttır. Tâ ki Ali'nin deyişiyle, «İyi insanlar huzura kavuşsun, kötü insanların da şerrinden korunulmuş olsun.»
2 —Şafiî, hilâfetin Kurayş'e ait olduğunu kabul ederdi. O, bu konuda Ömer b. Abdilaziz ve İbni Şihab ez-Zühri'den Peygamber'e ulaşan bir senedle; «Kim Kurayş'e ihanet ederse Allah da ona ihanet eder.» hadîsini rivayet ederdi. Yine O, Peygamber'in Kurayş'e hitaben şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Siz haktan ayrılmadıkça bu işe daha lâyıksınız. Ancak, adaletten ayrılırsamz hurma yaprağı gibi soyulursunuz.» Bu nass'dan anlaşıldığına göre halîfenin adaletli olması şarttır. Zâlim.bir kimse halîfe (İmam) olarak kabul edilemez.
3 —Şafiî, hilâfetin sahih olması için bîat'ın önceden yapılmış olmasını şart koşmazdı. Şubhesiz bîat'ın önceden yapılmış olması daha iyidir. Fakat, Şafiî'ye göre Kurayş'ten bir kimse zorla: iktidarı ele geçirse, sonra adaletle hareket etse ve halk onun halifeliği üzerinde fikir birliğine varsa bu kimse meşru bir halife sayılır.. Talebesi Harmele, Şafii'nin-. «Kılıçla hilâfeti ele geçiren ve daha sonra . halkın kabulüne mazhar olan Kurayş'li bir kimse halîfedir.» dediğini rivayet eder. Şafiî, hilâfet için ortaya atılan kimsenin Kurayş'li olmasını, iktidarı ele almadan önce veya sonra halkın onun etrafında birleşmiş olmasını şart koşardı. Daha önce belirttiğimiz gibi adaleti de şart koşardı. İmam Şafiî'ye göre insanların hilâfete en lâyık olanı Ebu Bekr Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman Zinnû-reyn, daha sonra da hidâyet yolunun İmamı Ali b. Ebî Tâlib'dir. Allah cümlesinden razı olsun!
Rivayete göre Şafiî, Hulefâ-i Râşidin'i beş olarak kabul ederdi. Yâni, dört halîfeye beşinci olarak Ömer b. Abdilaziz'i de eklerdi. Şafiî, Hulefâ-i Râşidin'in üstünlüğünü, halîfe oluşlarmdaki sıraya göre kabul ederdi. Fakat, kendisi de Kurayşli olan Şafii, üstünlük bakımından Ebu Bekr'den sonra geldiğini kabul ettiği Âli'yi, özel olarak, severdi. Şafiî'nin Ali (r.anh)'ye hayranlığını gösteren şöyle bir rivayet vardır: Ali hakkında konuşan bir kişinin; «İnsanlar, ancak, hiçbir -kimseye kıymet vermediği için Ali'den nefret etmiştir.» demesi üzerine Şafiî, şöyle söylemiştir: «Uz. Ali'nin dört meziyeti vardı. Bu meziyetlerden birine sahip olmak bir insanın başkalarına kıymet vermemesini haklı gösterir:
a) Ali zâhid idi. Zâhid, dünyaya ve dünya ehline önem vermez.
b) Ali âlim idi. Âlim, hiç kimseye kıymet vermez.
c) Ali yiğit idi. Yiğit de, kimseye önem vermez.
d) Ali şerefli idi. Şerefli insan da, kimseye kıymet vermez.» Öte yandan Ali'yi, Peygamber (s.a.v.), Kur'ân ilmi ile başkalarından ayırmıştır. Çünkü Peygamber, onu çağırmış ve insanlar arasında hüküm vermesini emretmiştir. Onun verdiği hükümler, Peygamber'e arzedilir, O da bunları imza ederdi.
İmam Şafii, Ali ile Muâviye arasındaki ihtilâf konusunda Ali'yi haklı ve Muâviye'yi de haksız bulurdu. Hattâ Muâviye'yi, bâgî. (âsî) sayardı. Keza, Hâricileri de bâğî sayardı. Bunun içindir ki Şafiî, bâgîlerle ilgili hükümlerde Uz. Ali'nin Hârici'lere karşı yapmış olduğu muameleyi esas olarak almıştır. Bu hususta şöyle bir rivayet vardır: Ahmed b. Hanbel'e, Yahya b. Maîn'in Şafiî'yi şiî saydığı söylenmiştir. Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn'e bunu nasıl teşhis ettin, diye sorduğunda Yahya, şu cevabı vermiştir: Şafiî'nin bâgî'lerie savaşmak konusunda yazdığı eseri inceledim. Gördüm ki, o başından sonuna kadar delillerini Ali'den almaktadır. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel: Aşk olsun sana! Şafiî bâgîlerle savaşmak konusunda delillerini kimden alacaktı? Çünkü, bu ümmet içerisinde bâgîlerle ilk olarak savaşma imtihanı ile karşılaşan Ali b. Ebi Tâlib'dir, demiştir.[26]
Şafiî'nin Fıkhı
Şafiî, Bağdad'tan Mekke'ye döndükten sonra hocası İmam Mâlik ve Irak fıkhını temsil eden Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybâni'ye bağlı kalmamış ve kendine özgü fıkhî bir çığır açmıştır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi Şafii, fürû' mes'elelerinin yanında külli kaideleri tesbite yönelmiştir. Bunun içindir ki, İmam Ahmed b. Hanbel onun hakkında şöyle demiştir. «Fıkıh kapısı, ehli üzerine kilitli idi. Nihayet onu Allah Şafii ile açtı. İnsanlar, bu ilim nev'ini, fıkhî çalışmalarda açılan yeni bir kapı olarak kabul ettiler. Bu ilmi, Şafii'den önce kimse ortaya koymamıştır. Hattâ 195 H. yılında Şafii bunu ilân ettiği zaman âlimlerin hayranlığını mucip olmuştur. Ebu Ali el-Kerabîsî[27] der ki: «Biz ne Kitabı, ne Sünneti, ne de İcma'ı biliyorduk. Nihayet Kitap, Sünnet ve İcma'ı Şafiî'den öğrendik.» Ebu Sevr el-Kelbî (öl. 240 H.) de şöyle demiştir: «Şafiî, memleketimize relince yanına vardık. O, Aİlâhu Teâlâ, bazan ânımı (genel bir hükmü) zikreder ve bununla hâssı (özel bir şeyi) muradeder; bâzan dalâssı zikreder, bununla da âmmı murad eder, diyordu. Halbuki biz tamları bilmiyorduk. Şafiî'ye sorduk, şöyle cevap verdi: Bakınız lur'ân'da «...İnsanlar sizlere karşı bir ordu topladılar...»[28] buyurmaktadır. Buradaki «İnsanlar» dan murat Ebu Süfyan'dır ki, İşte bu hâss'dır. Yine Kur'ân'da: «Ey Peygamber, kadınları boşuyacağınız vakit...»[29] buyurmaktadır. Burada da hâss zikredilmiş olduğu halde murat edilen âmm'dır, yâni insanlardır.
İşte görülüyor ki, Şafiî Bağdad'a .geldiği zaman çantası, Bağdadlılarm bilmediği böyle bir ilimle dolu idi. Bu ilmi, kuran, yani usûl-i fokh'ı açıklayan ve esaslarını tesbit eden Şafiî idi. Gerçi O, bu ilmi tamamen yoktan varetmemişti.
Şafiî'nin fıkhını incelerken iki hususu, burada kısaca, belirtmemiz gerekir:
1 —Şafii'nin, fıkhını üzerine bina etliği deliller veya fıkhının kaynakları,
2 —Şafiî'nin usûl-i fıkıh ilmine dair çalışmaları.[30]
Şafiî Fıkhının Kaynakları[31]
1, 2- Kîtab Ve Sünnet:
îmam Şafiî, fıkhını, beş kaynaktan beslemiştir. Kendisi bunları «el-Unun» adlı kitabında şöyle tesbit etmiştir: «îlim çeşitli tabakalara ayrılır: Birincisi, Kitab ve sabit olan Sünnettir. İkincisi, hakkında Kitab ve Sünnette bir hüküm bulunamayan mes'eleler üzerindeki icmâ'dır. Üçüncüsü Peygamber'in sahâbîlerinden bir kısmının söylemiş olduğu sözdür. Burada diğer sahâbilerden onlara muhalif olanlarm bulunduğunu bilmememiz şarttır. Dördüncüsü, üzerinde Peygamber (s.a.v.)'in sahâbîlerinin ihtilâfa düşmüş oldukları sözdür. Beşincisi Kıyastır. Bu da, Kitab ve Sünnette mevcut olandan başka bir şeye dayanmaz. İlim, ancak bu eh üst tabakadan elde edilir.»[32]
Buna göre Şafiî, istinbat mertebelerinin başına nass'ları koymaktadır. Bunlar da, Kitab ve Sünnettir. Şafiî, Kitab ve Sünneti İslâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmekte ve diğer kaynakları bunlara dayandırmaktadır. Sahâbîler, görüşlerinde ister ittifak etsinler, ister ihtilâfa düşsünler, Kitab ve Sünnete aykırı hareket edemezler. Hattâ onların görüşleri, ya bir nass sebebiyle Kitab ve Sünnete dayanmakta veya bunlara hamledilmektedir. Keza, icmâ'-da Kitab ve Sünnete dayanmakta ve bunların dışına çıkmamaktadır. O halde ilim, daima üst kaynaktan alınmaktadır ki bu da Kitab ve Sünnettir.
İmam Şafii'den sonra gelen fakîhlerin Kitabı önce, Sünneti de ikinci olarak zikrettiklerini görüyorUz. Keza, Şafiî'den önce Ebu Hanîfe'nin de delil olarak önce Kitabı kabul ettiğini, Kitabda bir nass bulamadığı zaman Sünnete başvurduğunu görüyor. Muaz b. Cebel'den rivayet edilen hadis-i şerîfde de Kitab önce gelmektedir. Yani Peygamber (s.a.v.), Muaz b. Cebel'e: Ne ile hükmedeceksin? diye sorduğunda Muaz.- Allah'ın Kitabıyla hükmedeceğini, Kitabda bir nass bulamazsa Resûlüllah'm Sünnetiyle hükmedeceğini, her ikisinde de bir nass bulamazsa re'y'i ile ictihad yapacağını söylemiştir;
Öyle ise Şafiî, Sünneti Kur'an ile niçin birleştirmiştir? Halbuki gerçekte bunun ikisi aynı mertebede değildir. Sünnetin huccet oluşu Kitab sayesindedir. Şubhesiz ki Şafiî, Sünneti her yönden Kur'an mertebesinde görmüyordu. En azından Kur'an, tevatürle nakledilmekte olup ibâdet maksadıyla okunan Allah'ın Kelâmıdır. Sünnetin çoğu tevatüre dayanmadıığ gibi, ibâdet kasdıyla da okunmaz, Allah kelâmı değildir. Peygamber'in kelâmıdır.
Şafiî, fıkhı incelemiş ve Kur'an'm külli kaideler ile birçok cuz'î mes'eleleri ihtiva ettiğini ve Sünnetin de Kur'an'm beyanını tamamladığını, kısa (mucmel) ifadelerini genişlettiğini, bâzı kimselerin kavrayamıyacağı incelikleri açıkladığını görmüştür. O halde Sünnet, Kitabın ihtiva ettiği bütün kullî nies'eleleri açıklamakta ve onun mücmel hükümlerini genişletmektedir. Buna göre Sünnetin açıklayıcı bir durumda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı şeyin mertebesinde olması gerekir. Birçok sahâbîler de Hadîs'e (Sünnet'e) bu gözle bakıyorlardı.
Şafii'nin maksadını başka bir yöne sapıİmamak veya onun sö-zünii yanlış anlamamak içiny bâzı kimselerce kavranması güç olan şu üç mes'eleye işaret etmemiz gerekir:
1 —Şafiî, fer'î mes'elelerin hükümlerini çıkarırken, Sünnetle elde edilen ilmi, Kur'an'la elde edilen ilim mertebesine koymakla Kur'an'm bu dinin aslı, esası ve Peygamber'in en büyük mu'cizesi oluşunu inkâr etmemektedir. Çünkü aslolan Kur'an'dır, Sünnet onun dalı mesabesindedir. Bu itibarla kuvvetini Kur'an'dan almaktadır. Ancak Sünnet, hüküm çıkarırken derece bakımından Kur'an mertebesindedir. Çünkü açıklamak hususunda ona yardımcı olmakta, insanlara dünya ve âhiret sa'âdetlerini temin etmeleri için getirmiş olduğu hükümleri beyan etmek babında onu desteklemektedir.
2 —Şafiî, fer'î mes'eleleri açıklarken umumî olarak Sünnete dayanan ilmi, Kur'an'a dayanan ilim mertebesine koymuştur. Tâ ki istinbat doğru ve sağlam olsun. Şafiî, rivayet tarzı ne olursa olsun, Peygamber'e nisbet edilen her şeyi mutevâtir olan Kur'an mertebesinde görmemektedir. Çünkü âhâd hadîsler, Kur'an âyetleri şöyle dursun, mutevâtir hadîsler mertebesinde bile değildir. Bizzat Şafii yukarıda kendisinden biraz önce naklettiğimiz ifadesinde, fer'i kümleri çıkarmada Sünneti Kur'an mertebesinde zikrederken, «Sabit olan Sünnet» demek suretiyle bu noktaya dikkati çekmiş ve : «Birincisi Kitab ve sabit olan Sünnettir.» demiştir.
3 —Şafiî, akâid esaslarını tesbit konusunda Sünnetin Kur'an derecesinde olmadığını açıkça ifade etmiştir.
Şafii'den sonra gelen birçok fakîhler onun bu görüşünü desteklemişlerdır. Şâtıbî, el-Muvafakat'ında şöyle der. «Kur'an'dan hü-)teüai istiabfti ederken sadece Kur'an'a dayanmak ve onun açıklaması mahiyetinde olan Sünneti gözönüne almamak caiz olmaz. Çünkü Kur'an'ın ifade ve hükümleri küllidir. Meselâ; namaz, zekât, hac, bruç vb. konularda Kur'an'in hükümleri böyledir. Bunların açıklanması zaruridir.»
Şafiî, Sünnetten sonra selef-i sâlihîn Kur'an tefsirini nazarı dikkate alır. Çünkü onlar, Kur'an'ı başkalarından daha iyi bilmektedirler. Selef-i sâlihîn tefsiri bulunmayan konularda, Şafiî'ye göre Arabçayı iyi bilmek Kur'an'ı anlamaya yeter. Şafiî delil getirme bakımından Kur'an ve Sünneti aynı derecede gördüğü halde, Kur'an'ın Sünneti, Sünnetin de Kur'an'ı nesh etmediğini söyler. Lâkin bununla birlikte Şafiî, eğer Kur'an Sünneti nesh etmişse böyle bir nesh olayını açıklayan bir Sünnetin bulunmasını şart koşar. O, bu noktada çok şiddetli davranır ve bunu şu iki esas üzerine bina eder:
1 —İstikrâ' (Endüksiyon) ile sabit olmuştur ki, Kur'an'ın nesh ettiği her hüküm Sünnet ile belirtilmiştir. Meselâ, kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Kâ'be'ye çevrilmesi böyledir. Peygamber (s.a.v.)Küba'da namaz kılanlara elçi göndermiş ve böylece onların Kâ'be'ye dönmelerini temin etmiştir. Burada, Kur'an-ı Kerîm'in bildirdiği nesih olayını Sünnet açıklamaktadır. Nesih olayı, amelî hükümlerin değişmesini gerektirir. Amelî hükümlerin değişmesi de. Peygamber (s.a.v.)'in nesih olayını adece açıklamasıyla değil, fiilî olarak tatbik etmesiyle belli olur.
2 —Sünnet, Kur'an'ı beyân etmektedir. Nesih ise, herhangi bir hükme göre amel etmenin sona erdiğini bildirmektedir. Sünnet, Kur'an'ı açıkladığına göre neshi ifade eden nassı açıklayan bîr Sünnetin bulunması gerekir.
Şafiî, Şubhesiz ki, Sünnet Kur'an ile nesh edilemez, derken fu-kahânın ekserisine muhalefet etmiştir. Bunun sebebi, Şafiî'nin Sünneti ihmal etmemek hususunda ve onun, Kur'an'ın bir açıklaması olduğunda çok sıkı davranışıdır. Çünkü O, şöyle düşünüyordu: Nşsh'i açıklayan bir Sünnet olmaksızın, Sünnetin Kur'an'la nesh edilmesi caiz olursa, Kur'an nass'lannın zahirine muhalif görünen birçok sünnetlerin nesh edilmiş olduuğ iddia edilebilir. Şafiî, —Allah ondan razı olsun— bu kapıyı kapatmış ve Sünnetin ancak Sünnetle nesh edileceğini söylemiştir. Şafii ys göre Sünnet, Kur'an'a aykırı düşerse Şubhesiz Kur'an tercih edilir. Kur'an'a muvafık olan veya nesh'i beyan eden sünnetler vardır. Sünnetle Kur'an arasındaki muhalefet, her ikisini birden almaya müsaade etmez. Bu durumda nesh'e delâlet eden bir Sünnet bulunmazsa, Kur'an'a aykırı düşen Sünnet zaîf sayılır, Uz. Peygamber'e nisbeti sabit görülmez.[33]
Şafiî'nin Sünneti Müdâfaası:
İşaret ettiğimiz gibi Şafiî'nin çağında çeşitli mezhebler vücut bulmuştu. Bâzı zümreler, bu çağda Sünnete hücum etmeye başlamıştı. Şafii «Cimâu'l-İlm» adlı kitabında bunları üç sınıfa ayırır:
1 —Sünneti toptan inkâr eden ve yalnız Kur'an'm huccet olduğunu ileri sürenler,
2 —Ancak, aynı mânâda Kur'an âyeti bulunan Sünneti kabul edenler,
3 __Mutevâtir olan Sünneti kabul eden ve mutevâtir olmayan Sünneti tanımayan kimseler. Mutevâtir diye, umûmun rivayet ettiği hadis veya habere denir. Mutevâtir olmayan diye de, özel şahısların rivayet ettiği hadîs veya habere denir.
Birinci ve ikinci sınıfa dâhil olanlar Sünneti tamamen yıkmakta ve onu kendi başına bir delil olarak tanımamaktadırlar. Şafiî, birinci sınıfa dâhil olanların sözüne göre hareket etmenin, çok tehlikeli bir şey olduuğnu, çünkü bu durumda bizim namazı, zekâtı, haccı, Kur'ari'da kısaca zikredilen ve Sünnet tarafından açıklanan diğer farzları anlayamıyacağıraızı, bunların ancak basit olarak lügat mânasına göre değerlendirebileceğimizi söyler. Buna göre namaz veya zekât adı verilebilecek pek az bir şey farz kılınmış olur. Meselâ, birisi günde iki rek'at namaz kılıp, Allah'ın Kitabında olmayan bir şey bana farz kılınmamıştır, dese ne lâzım gelir? Böyle bir anlayış, namazları, zekâtları ve haccı ortadan kaldırmak demektir.
Şafiî, —Allah ondan razı olsun— birinci sınıfa dâhil olanlar için söylenilenlerin, ikinci sınıfa dâhil olanlar için de söylenebileceğini beyan etmiştir. __
Üçüncü sınıfa gelince, bunlar: Âhâd haber (hadîs)'le istidlali inkâr etmektedirler. Şafiî bunların görüşünü de köklü ve sağlam delillere dayanarak reddetmiştir. O, Peygamber (Ş.A.V.)'in îslâma davet için tebliğleri tevatür derecesine ulaşmayacak miktarda elçiler gönderdiğini beyan etmiştir. Eğer tevatür zarurî olsaydı Peygamber (s.a.v.)bunlarla iktifa etmezdi. Çünkü îslâm'a davet için kendilerine elçi gönderilenler bu elçileri tevatür ifade etmediği iddiasıyla reddedebilirlerdi. Şafiî, ayrıca mal, can ve kanla ilgili dâvalarda iM kişinin şahitliği tevatür derecesine ulaşmayan bir haber olduğu halde şeriat-bu habere göre karar vermektedir. Üçüncü olarak, Şafiî, Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden hadis işitenlere bir kişi bile olsa duyduğu şeyi nakletmeleri için izin verişini delil olarak beyan etmiştir. Çünkü Peygamber (Aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: «Allah, benim sözümü işitip ezberleyen ve onu başkalarına tebliğ eden kulunu nurlandırsın. Bâzı fıkıh ehli vardır ki, aslında fakîh değildir. Bâzı fıkıh ehli de vardır ki, öğrendiği fıkhı kendisinden daha iyi anlıyacak olan birine nakleder. Üç şey vardır ki, müsiüin anın kalbi bu sayede paslanmaz. Bunlar: Allah'a amelde ihlâs, müslünıanlara nasihat ve müslümanların cemaatından ayrılmamaktır.»
Şafiî, görüşünü isbat için, dördüncü olarak, saîıâbîlerin, Peygamber (s.a.v.)'in hadîslerini münferit olarak birbirinden naklettiklerini ve birçok kimse tarafından rivayeti şart koşmadıklarını ileri sürer. İşte pu şekilde Şafiî, âhâd haberlerin kabul edileceğine dair birçok deliller getirir.
Burada hemen belirtelim ki, Şafiî'nin zikrettiği her üç sınıf da tarihin dalgaları içinde kaybolup gitmiş, onlardan İslâm tarihinde anılmaya değer bir kimse kalmamıştır. Gerçek odur ki, bu her üç sınıfa dâhil olan kimseler; hadîsi yıkmak ve onu kabul etmemek cihetine gitmişlerdir. Aslında bunlar, îslâmı yıkmak, Kur'an'ı bozmak veya Km'an'm mânaları ile oynamak isteyen, fakat buna imkân bulamayınca, hiç olmazsa, Kur'an'm bir açıklaması olan Sünneti ondan ayırmak ümidine kapılan kimselerdir. Onlar, Kur'an-ı açıklayan Sünneti Kur'an'dan ayırmakla Kur'an'm mânâlarını tahrif ve hükümleriyle oynamak imkânına kavuşmak ve bu suretle de kolayca İslâm'ı temelden yıkmak istemişlerdir.
İçinde yaşadığımız ve İslâm'ı yıkmak için bir sürü unsurların bulunduğu bu çağda da, geçmİşteki sapık ve İslâm'ı çürütmek isteyen kimselerin yolundan gidenler mevcuttur. Bunların bir kısmı, tersine, sadece Sünnete itimad edilmesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Bu İslâm düşmanları ikiye ayrılmış olup her ikisinin tuttuğu yol da yanlıştır:
Bunlardan birincisi, açıkça Sünnetin huccet olmadığını, ancak tek başına Kur'an'm huccet olduğunu söylemektedirler. Bunlardan bâzıları ile, Pakistan'ın Lahor şehrinde akdedilen Büyük İslâm Kongresinde karşılaştık[34]. Bu topluluk, kendisine «Kur'an Cemaatı» adını vermektedir. Aslında bunlar, Kur'an'm en büyük düşmanıdırlar. Bunlar, bir kelime Arabça bilmedikleri halde, yanlış yamalak tefsirlere dayanarak ve bu tefsirlerdeki sözleri, Peygamber ((S.A.V.)V)in Sünnetine hiçbir ihtiyaç duymaksızın huccet saymaktadırlar. Eğer onların metodu hâkim olursa, Kur'an-ı Kerîm, önceki ilâhî kitapların uğradığı felâkete uğrar. Çünkü o kitaplar, tercüme sebebiyle ve aslı zayi olduğu için tahrif ve tağyire uğramıştır. Bu topluluğa benzer bir zümre de Mısır'da mevcut idi. Bunlar, görüşlerini anlatan birçok kitaplar telif etmişler ve başları da bir «Bakan» idi. Fakat Allah, bu bakanı helak etmiş ve böylece cemaatı da dağılmıştır.
İkincisine gelince; onlar da, râvîleri yermek (ta'n etmek) ve ayıklayacağız, diye sahih hadîsleri tekzip etmek suretiyle Sünneti temelinden yıkmak istemektedirler. Bunların maksadı da, birincilerin maksadının aynıdır. Her iki fırka da, îslâm için kendilerinden iyilik beklenmiyen kimselerden yardım görmektedirler. îslâm düşmanları, onları mallarıyla, ilanlarıyla ve karşılarına çıkanları ezmek suretiyle desteklemektedirler. Bugün bir Şafiî'miz bulunsaydı, ne iyi olurdu. Fakat, bunların sesi de kısılacaktır. Allah, diğerleri gibi, Şubhesiz, onları da İslâm tarihinin dalgaları içerisinde boğacak ve yok edecektir.[35]
3- İcmâ'
Şafiî, icmâ'ın dîni bir huccet olduğunu kabul etmiş ve onu şöyle tanımlamıştır: îcmâ', herhangi bir çağdaki îslâm âlimlerinin bir delile dayanarak şer'i ve amelî bir hüküm üzerinde fikir birliğine varmasıdır. Şafiî bu konuda şöyle der: «Ben ve ilim sahiplerinden bir kimse bunun üzerinde icmâ' vardır demiş isek, mutlaka karşılaşacağınız her âlim onu söylemiş ve kendisinden öncekilerden aynı şeyi nakletmiştir. Meselâ, öğle namazı farzının dört rek'at oluşu, şArab ve benzerinin haram edilişi böyledir.»
Şafiî'nin kabul ettiği ilk icmâ, sahâbîlerin icmâ'ıdır. Şafiî'nin ifadelerinde, sahâbîîerden başkalarının icmâ'ı huccet olmaz, diye bir sarahat yoktur. Burada şu üç noktayı belirtmemiz gerekir:
1 —Şafiî, delil olma bakımından icma'ı, Kitab ve Sünnet'ten sonraya bırakır. Üzerinde icmâ' edilen bir şey, Kitab ve Sünnet'e aykırı ise delil olamaz. Gerçekten Kitab ve Sünnet'e aykırı bir mes'ele üzerinde icmâ' mümkün değildir. Böyle bir şey düşünülmiyeceği gibi İslâm tarihinde bunun aksini teyid edecek veya bu hususta misâl olacak bir şey vâki' de olmamıştır.
Şafiî'den sonra fakîhlerden bâzısı icmâ'm Kitab ve Sünnet'ten önce geldiği vehmine kapılmıştır. Bu nokta üzerinde bir kısım Batılılar bâzı fikirler ileri sürmüşlerse de, tamamen yanılmışlardır. Bunlara göre, Kitab ve Sünnet'in nassma muhalif bile olsa, birşey üzerinde yapılan icma' onu meşru kıldığından îslâm şeriatı durnadan inkişaf etmektedir. Onlar, önce böyle bir kuruntuya kapılıp sonra da müslümanların bu yolla İslâm'ı niçin inkişaf ettirmediklerine hayret ederler (!).
Hakikatte icmâ' iki kısma ayrılır:
a)Nass'Iar üzerindeki icmâ': Bu icmâ', tevatür derecesinde olup İslâm'ın ana çerçevesini meydana getiren mes'eleler üzerindeki icmâ'dır. Bu mes'eleler hakkında âlimler, dînin zaruri olarak bilinen emirleridir, derler. Bunlar beş vakit namaz ve namazın rek'at-ieri, hac ile ilgili ibâdetler, bütün çeşitleriyle zekât ve benzeri hususlardır. Birçok nass ve mutevâtir hadîslere dayanılarak bunlar üzerinde icma' hâsıl olmuştur. Âlimlerin bu mes'eleler üzerindeki icmâ'i nass'lar, sâdık haberler (hadîsler), bunların mânâ ve hükümlerinin anlaşılması ve yakinen bilinmesi üzerinde yapılmış olan bir icmâ'dır. Şubhesiz bu türlü icmâ'iar bunlara muhalif olduğu sanılan cüz'î nass'lardan önce gelir. Bu türlü icmâ'Iara aykırı düşen bir nass'a iltifat edilmez. Çünkü böyle bir nass, mânalarında icmâ' hâsıl olan nass'lara aykırı düşmektedir.
b)Âlimler arasında münakaşa konusu olan bâzı hükümler üzerindeki icmâ'lar: Sahâbîlerin bir mes'elede Uz. Ömer'in re'y'i üzerindeki icmâ'ı böyledir. Şöyle ki: Uz. Ömer, fethedilen arazînin mücâhitler arasında ganimet olarak dağıtılmasını emretmiş, sahâbî-ler de onun bu görüşü üzerinde icmâ' etmişlerdir. Bu icmâ' da nassa dayanmaktadır. Fakat bunu tanımayanlar, beş vakit namazı ve namazın rek'atlerini inkâr edenler gibi kâfir olmazlar. Şubhesiz bu türlü icmâ'lar, delil olma bakımından Kitab ve Sünnet'ten sonra gelir.
2 —Şafiî Medînelilerin icmâ'mın kabul etmezdi. îşte O, bu noktada hocası İmam Mâlik'e muhalefet etmiştir. Şafiî bu meseleyi ilmî yönden şöyle açıklamıştır: Medîneliler ancak, öğle namazının dört rek'at, akşam namazının üç rek'at ve sabah namazının iki ret'at oluşu gibi konular üzerinde icmâ' etmişlerdir. Diğer bütün İslâm memleketlerinde de bu gibi konularda icmâ' edilmiştir[36]. Fakat Şâfü, müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan meselelerde Medî-nelilerin ameline göre hareket edileceğini söylemiştir. İşte Şafiî, bu konuda hocasına nazarî olarak muhalefet ettiği halde, amelî bakımdan onunla birleşmektedir.
3 —Bir kimse, kendisiyle munazara yaparken kendi görüşünü destekleyen bir icmâ' bulunduğunu ileri sürerse, Şafiî bu konuda ic-ma'ın mevcudiyetini inkâr ederdi. Hattâ bu yüzden Şafii'nin icmâ'ı hiç tanımadığı iddia edilmiştir.
Hakîkaten bir kısım konularda icmâ' bulunduğu iddiası, muctehid İmamlar devrinde çok rastlanılan bir şeydir. Öyle ki hakkında icmâ' bulunmayan birçok meseleler üzerinde de icmâ' olduğu ileri sürülmüştür. Meselâ, Ebu Hanîfe'nin talebesi Ebu Yûsuf, îmam Evzâî'nin görüşlerini reddederken kendisini destekleyen birçok icmâ'-larm bulunduğunu ileri sürmüştür. Fakat Ebu Yûsuf, Evzâî'yi reddederken çoğu zaman ağır bir dil kullanmıştır.
Hulâsa; Şafiî, icmâ'ı huccet olarak kabul ederdi. Fakat, bir mesele üzerinde icmâ' iddia edildiği zaman, meseleyi incelemek için bu icmâ' iddiasına karşı çıkardı.[37]
4- Sâhâbîlerîn Sözleri
Şafii mezhebine bağlı olan usûl yazarlarının bâzısı, İmamlarının eski mezhebine göre sahâbîlerin sözlerini delil olarak aldığını, yeni mezhebine göre ise bundan vazgeçtiğim iddia etmiştir. Şafiî'nin eski mezhebi, Irak'ta yazmış olduğu ve Zaferâni'nin rivayet ettiği kitaplarındaki görüşleridir. Yeni mezhebi ise, Mısır'da yazmış olduğu ve Rabf b. Süleyman el-Muradî el-Müezzin'in rivayet ettiği kitaplarındaki görüşleridir.
Fakat biz, Rabî' b. Süleyman'ın rivayet ettiği «el-Risale» adlı eserinde Şafiî'nin, sahâbîlerin sözlerini delil olarak aldığını görüyoruz. Bundan Şafiî'nin, yeni mezhebinde de sahâbîlerin sözünü delil olarak kabul ettiği anlaşılıyor. Eski mezhebinde sahâbînin sözünü delil olarak kabul edişi üzerinde de ittifak vardır. Biz de, doğru olarak bu görüşü kabul ediyoruz.
Sözün kısası, Şafiî, sahâbîlerin re'y'ini şöyle.üç kısma ayırır:
1 —Sahâbîlerin üzerinde icmâ ettikleri meseleler: Sahâbîlerin fethedilen arazînin sahiplerine bırakılmasına dair yapmış oldukları icmâ' böyledir. Bu türlü icmâ'lar huccet olup icmâ'ın şümulüne da-. hildir ve hiç kimse bu konuda bir şey söyleyemez.
2 —Hakkında bir sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği, buna muhalif veya muvafık başka bir görüş bulunmayan meseleler: Şâfü, sahâbîlerin bu türlü görüşlerini de delil olarak alır. «er-Risale» adlı eserinde Şafiî, birisiyle şöyle bir munazarada bulunduğunu anlatır: «Munazara eden: Sahâbîlerden birisi bir mesele üzerinde herhangi bir görüş beyan etse, buna muvafık veya muhalif başka bir sahâbînin herhangi bir görüş beyan ettiği bilinmese, sen bu konuda Kitab, Sünnet veya icmâ'da bu sahâbî sözünün uyulması gereken bir huccet olduğunu gösteren bir delil bulabilir misin? dedi. Ben de: Bu konuda Kitab ve sabit olan Sünnet'te bir şey görmedik. Ancak ilim sahiplerinin, sahâbîîerden birine ait bir sözü bâzan kabul ettiklerini, bâzan da terk ettiklerini gördük... dedim. Bunun üzerine O: Sen bunlardan hangisini kabul ettin? dedi. Ben de: Kitab, Sünnet ve icmâ' ile sabit olan bir hüküm bulamadığım zaman, Sahâbîlerden birinin sözüne uymayı tercih ettim... dedim. Sahâbîlerden sadece birine ait olan bir söze, başka birinin muhalefet etmediği ise pek azdır.»[38]
3 —Sahâbîlerin ihtilâf ettiği mes'eleler: Şâfü bu konuda Ebu Hanîfe gibi sahâbilerin sözleri arasında istediklerini tercih eder ve bütün sahâbîlerin görüşlerine aykırı bir şey söylemez. Onların sözleri arasında Kitab, Sünnet ve icmâ'a yakın veya kuvvetli bir kıyas ile desteklenmiş olanları tercih eder. Size burada Şafiî'nin, konu ile ilgili kendi görüşlerini sunuyorum :
«Kitab ve Sünnet'de bulunan şeyleri işitenler için özür söz konusu değildir, mutlaka onlara uymak gerekir. Kitab ve Sünnet'de bir şey yoksa sahâbîlerin veya onlardan birinin sözlerine başvururuz. Eğer ihtilâf edilen meselede Kitab ve Sünnet'e daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebu Bekr, Önier ve Osman (r.anh)m sözüne uymamız daha iyi olur. Eğer bir sözün Kitab ve Sünnet'e daha yakın oîduuğna dair herhangi bir delâlet bulunursa o söze uyarız.»[39]
Bu ifadeden anlaşılıyor ki, sahâbîlerin ihtilâfa düştükleri bir meselede Şafiî, önce Kitab ve Sünnet'e daha yakın olan görüşü tetkik etme cihetine gidiyor. Sahâbîlerin görüşlerinden hiçbirisinin Kitab ve Sünnet'e delâlet bakımından daha yakın olduğunu tesbit etmemesi pek azdır. Bu sebeple Şâfü, ikinci cihete yani taklide yönelmemektedir. O, böyle bir durumda İmamın (halîfenin) benimsediği tarafı tercih etmektedir. Dolayısıyla bu gibi ihtilaflı bir konuda önce Ebu Bekr, sonra Ömer, daha sonra da Osman (r.anh)'ın benimsediği görüşü kabul etmektedir. Şafiî bu tutumunu, şöyle izah eder: «İmamın (halîfenin) sözü herkesçe bilineceği için halkın buna uyması gerekir. Halkın uyması lâzım gelen kimsenin görüşü, bir veya birkaç kişiye fetva veren kimsenin görüşünden elbette daha meşhurdur. Çünkü onlar, böyle bir kimsenin fetvasını ya kabul eder, ya reddeder. Ekseri müftîler evlerinde veya meclislerinde özel kişilere Fetva verirler. Halk bunların fetvalarına halîfenin fetvaları kadar önem vermez. Gördük ki, ilk halîfeler önce fetva vermek istedikleri bir konu üzerinde Kitab ve Sünnet'de bir şey bulunup bulunmadığını sormakla işe başlıyorlar ve görüşlerini açıklıyorlardı. Sonra onlara görüşlerine muhalif haberler bildiriliyor, onlar da takva ve faziletleri sayesinde kendi görüşlerinden vazgeçmekten çekinmiyorlar ve bu haberleri kabul ediyorlardı. O halde ilk halifelerden intikâl eden bir şey bulunmazsa, Peygamber (s.a.v.)'in diğer sahâbîleri de güvenümeye lâyık kimseler olduklarından onların sözlerini alırız. Sahâbilere uymak, onlardan sonrakilere uymaktan daha iyidir.»[40]
Bu ifade de gösteriyor ki Şafii, sahâbîlerin sözlerini delil olarak almakta, onların ihtilâf ettikleri konularda da birinin.delilini diğerinin deliline tercih edecek bir şey bulunmazsa, Hulefâ-i Râşidîn'i taklîd etmektedir.[41]
5- Kıyas
Yukarıda anlatılan kaynaklar konusunda, Şafiî, sadece nâkildir, Muctehid değildir. Ancak O, nass'larm mânâlarını kavramak, sahâbîlerin görüşleri arasında yaptığı gibi, mevcut görüşlerin bâzısını diğer bâzılarına tercih etmek için gayret göstermiştir.
Kıyas'a gelince; Şâfü, bu konuda uyulması gereken bir görüşü ortaya koymak hususunda bir ictihadda bulunmuştur. Bunun içindir ki Şafiî, kıyasın bir ictihad olduğunu söyler. Şafii'nin misâl olarak ileri sürdüğü birçok meselelerden anlaşıldığına göre onun kıyas anlayışı, diğer usûl âlimlerinin kıyas hakkında yapmış olduğu tarife uyar. Buna göre Kıyas: Hüküm bakımından hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, hükme esas teşkil eden. ortak bir illet sebebiyle hakkında nass bulunan bir mes'eleye bağlamaktır.
Şâfii, kıyasın, İslâm'ın bir esası olduğunu isbat eder. Çünkü mesele hakkında bir nass bulunmazsa, Kitab ve Sünnet'in delâlet ettiği hüküm ancak kıyasla bilinir. Şafiî, kıyası şu iki mukaddime (öncül) üzerine dayandırır:
1 —Şerîatin bütün Hükümleri umûmî olup muayyen hâdise ve zamanla kayıtlı değildir. Durum böyle olunca insanın karşılaştığı her hadisenin şer'î hükmünü açıklamak gerekir. Bu ise ya sarih bir nass'la sabit olur, ya nass'a atıfla olur. Buda hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, hakkında nass bulunan bir meseleye kıyasla mümkündür. Şafiî, bu konuda şöyle der: «Müslümanm karşılaştığı her mesele için ya apaçık bir hüküm veya hakîkata uygun şekilde bir delâlet mevcuttur. Eğer meseleyle ilgili doğrudan doğruya bir hüküm varsa, müslümanm ona .uyması gerekir. Eğer doğrudan doğruya bir hüküm yoksa, ictihad yapmak suretiyle hakîkata uygun olan delâleti araması icabeder. İctihad da, Kıyas demektir.»[42]
Bu sözün mânâsına göre şeriat umumîdir. Açık bir nass bulunursa ona uyulur, bulunmazsa şerîatin umûmî hükümlerinin işaretine göre Muctehid, meselenin hükmünü tâyin etmek için ictihad'a başvurur. Bu arada bâzı naşs'Iarm delâleti onu, bu nass'lar üzerine kıyas cihetine sevkeder.
2 —Şafiî, hükümlerle ilgili şeriat ilmini iki kısma ayırır:
a)Hükümlere kesin olarak delâlet eden (kat'î) nass'larla sabit olan kesin ilim.
b)Galip zan ile iktifa edilen zannî ilim.
İşte âhâd haberler ve kıyas bu kısma dâhildir. Şafiî, nass'lardan kat'î bir ilim elde edilmezse Muctehidin galip zanla elde edilen ilimle yetineceğini söyler.
Şafiî'ye göre; kesinlik ifade eden ilim, zahir, ve bâtına ait ilimdir. Yâni bir müslüman onu inkâr edemez ve onun icabına uyarak amel etmek zorundadır. Galip zanla hâsıl olan ilim ise, zahire ait olup bâtmda onun icabına göre amel etmek ve ona boyun eğmek gerekmediği gibi, bunu inkâr eden kâfir de olmaz. İmam Şafiî, şeriatın birçok hükümlerinde zahire göre hareket edilmesi gerektiğini misallerle anlatır. Meselâ, kadı şahitlerin şahadetiyle sanığı öldürür. Burada, şahitlerin doğruluk ve adaletli davrandıklarına, görünüşte durumlarının iyi olduğuna, yalancı olmadıklarına veya bir tarafı tutmadıklarına delâlet edecek emarelerin bulunması şarttır[43]. Şahitlerin yanılmış veya yalancı olmaları mümkündür. Fakat kadı, zahire göre amel eder, bâtını (işin içyüzünü) Allah'a bırakır. Bunda toplumun maslahatı vardır. Çünkü şahitlerin yalancı olmaları ihtimaliyle suçlular muhakeme edilmezse, nice mallar zayi ve kanlar heder olur. Böylece halk anarşi içinde kalır ve Allah'ın: «Kısasda sizin için hayat vardır...»[44] âyetindeki içtimaî yüksek mânâ gerçekleşemez.
O halde Muctehidler, hükümleri delillere dayanarak ortaya koymakla vazifeli oldukları gibi, imkânların kendilerini ulaştırdığı neticeye göre amel etmekle de mükelleftirler. Onlar, gözlerinden kaçan şeylerden ötürü günahkâr da olmazlar. Meselâ, bir kimse helâl diye bir kadınla evlense, karı-koca olduktan sonra onunla süt kardeşi olduğu anlaşılsa, bû kimse Allah'a karşı günah işlemiş olmaz. Çünkü, durumu bilmiyordu, öğrenmek için yapmış olduğu araştırma da onu böyle bir bilgiye ulaştırmamıştı. Nihayet bilinmeyen nokta ortaya çıkınca evlenme akdi feshedilir. Bu durumda zahire göre bir hüküm, batma göre de ayrı bir hüküm terettüp eder: Zahire göre nesep sabit olur. İddet ve mehir gerekir. Bâtına göre de miras ve nafaka gerekmez,
Şafiî, kıyasın bir ictihad olduğunu isbat etmiş; fakat bunu Muctehid tarafından ortaya konan bir hüküm saymamıştır. Aksine, Şafiî, bunu, Muctehid'in ictihad'da bulunduğu meselenin şer'î hükmünün bir açıklaması olarak kabul etmiştir. Bu hususta Şafiî şöyle der: «Kitab ve Sünnet'in habe,ri, Muctehidin isbat etmek için mânâsını araştıracağı bir madde (ayn) dir.»[45]. Yani kıyas, Muctehidin birtakım nass'larm mânâsını iyice kavraması, ictihad yaptığı mesele ile kıyasa esas teşkil eden mevcut nass'm delâlet ettiği mânâyı karşılaştırması bakımından Kitab ve Sünnete dayanır.
Şafiî, re'y'e dayanan içtihadın çeşitlerinden ancak kıyası kabul eder. Sarih nass'lardan i'cmâ' ve sahâbîlerin fetvalarından sonra sadece kıyasa başvurulacağını, söyler ve bu konuda da şöyle der:, «Peygamber, ictihad ile emretmiştir. İctihad ise, bir şeyi talep etmektir. Bu da, ancak delâletler vasıtasıyla olur. Delâletler de kıyastır. Görüyoruz ki, bir kimse başka birine bir köle satmak istese, bilen kimseler; alıcıya, eğer piyasayı, köle ve cariyenin o gün kaçtan satıldığını bilmiyorsa, bunun kıymetini takdir et, demezler. Zira onun doğru bir kıymet takdir etmesi ve sözünün muteber olabilmesi için bu köleyi diğeriyle.mukayese yapması ve her ikisinin değerini bilmesi gerekir. Aynı şey, piyasayı bilmiyorsa, 'mal sahibi için de böyledir. Kölenin kaçtan satıldığını bilmiyen bir fakîh'e de bu köle veya cariyenin kıymetini, yahut şu işçinin ücretini 'takdir et, denilemez. Çünkü o, emsal göstermeksizin buna bir kıymet takdir ederse haksızlık etmiş olur.»[46].
Bu ifadeden çıkarılan neticeye göre ictihad, ancak elde kendisine kıyas edilecek bir misâl bulunursa mümkün olur. Meselâ, bir kimse bir malın kıymetini takdir etmek istese, onun, önce bu malın mahiyet ve faydasını, sonra da çarşıdaki emsalinin değerini gözönüne alması gerekir. îşte fakih de böyledir. O da çıkaracağı hükmü, üzerine bina edecek mevcut bir aslı gözönüne almalıdır. Tâ ki yaptığı iş, temelsiz ve gelişi güzel olmasın. Allah'ın emir ve nehiyleri yanında basit bir şey olan eşyanın kıymeti ancak emsali gözönüne alınmak suretiyle takdir edildiğine göre; Muctehidin de, içtihadında en azından bir eşyanın kıymetini takdir ederken bağlı olduğu şeylerle mukayyet olması lâzım gelir. İşte bu da, onun içtihadını üzerine bina etmesi için mânâ yönünden benzeri bir nassın bulunmasıdır.
İctihad'da kıyasa başvuran ilk imara, Şafiî değildir; İmam Mâlik de kıyası kabul etmiştir. Ebu Hanîfe ise kıyas fakîhlerinin üstadı sayılır. İbrahim Nahaî'den beri Irak ekolünde ictihad, kıyasa dayanmakta idi. Fakat Şafiî, zaman bakımından Irak ekolünden sonra ise de ve kendisini, kıyasların illetlerini ortaya çıkarma bakımından Ebu Hanîfe derecesinde saymasa da, onun bu esas üzerindeki üstün hizmeti bir gerçektir. Çünkü kıyasın kaidelerini bir disipline bağlayan, fakîh veya Muctehidin kıyasa göre hüküm çıkarırken uyduğu takdirde yanılmamasmı sağlayacak olan şartlan ortaya koyan İmam Şafiî'dir. Kıyasın derece ve kısımlarını açıklayan yine O'dur.
Buna göre, daha önce kıyası kullananlar varsa da, kıyasın kanunlarını istinbat eden ve onu bir nizama sokan Şafiî olmuştur. Yâni Şafiî, kıyas İmamlarının açıklamadan bahsettikleri ilmin kâşifi sayılır.
Şafiî, kıyasın cereyan edip etmeyeceği yerleri zikretmiş ve onu fer'î meselelere nisbetle illetlerin açıklığı ve tesir kuvvetine göre derecelere ayırmıştır.
1 —Fer'i mes'elede illet daha açık ve tesir bakımından daha kuvvetli olursa kıyas birinci dereceyi teşkil eder. Meselâ: bir şeyin azı haram ise, çoğunun evleviyetîe haram oluşu böyledir.
2 —Fer'î mesele, illet bakımından asıl meseleye müsavi olursa, kıyas ikinci dereceye dâhil olur. Meselâ; yarı ceza alma bakımından köleyi cariyeye kıyas etmek böyledir.
3 —Fer'i mesele, hükmün illetine nisbetle asıl meseleden daha az açık olursa, kıyas, üçüncü derecede bir kıyas olur.
Fakihlerin ekserisi birinci ve ikinci dereceye dâhil olanları kıyas saymazlar. Yani onlar, birinciyi «Delâletu'n-Nass» denilen mef-hum-ı muvafakat'a dâhil etmişlerdir. Şafiî de buna cevaz vermiş ve onun, kıyas babından çıkarılıp nass'lara dâhil edilmesine itirazda bulunmamıştır. Yine fakıhlçrin ekserisine göre, ikinci dereceye dâhil olanlar da kıyas sayılmazlar. Belki bunlar, teklif ifade eden hükümlerde erkekle kadın arasındaki müsavat kanununa tabidirler. İşte kıyası inkâr edenler, bu çeşit istinbatı kabul ederler.
Şafiî kıyasın derecelerini saymakla iktifa etmez. Ayrıca kıyas ile uğraşan fakihin uyması lâzım gelen ve kitabın baş tarafında açıkladığımız ictihad şartlarını da tafsilatıyla [47]anlatır.[48]
Şafiî'nin Îstihsân'ı Îbtali
İmam Mâlik: «İstihsan, ilmin onda dokUzudur.» demişti. İmam Şafii de; «Kim istihsan yaparsa o, şeriata yeni bir ilâvede bulunur.» demiştir. O halde büyük bir İmamın değer verdiği ve aynı İmamın büyük bir talebesinin tanımadığı istihsan nedir? Mâlikîler, İmam Mâlik'in dilindeki istihsânı, masâlih-i mürseleyi almakla tefsir ederler. Masâlih-i mürsele de, şeriatin hükümlerine uygun düşen ve hakkında müsbet veya menfi bir nass bulunmayan maslahatlardır. İsterse bu maslahatlar, kıyas konusu olsun isterse olmasın. Eğer kıyas konusu olursa, bâzı Mâlikîler buna özel olarak «istihsan» adım verirler.
Kısaca, İmam Mâlik'in dilindeki istihsânm tefsiri, nass bulunmayan yerde şeriatın hükümlerine uygun olan maslahatı almaktır. Şafiî bu istihsânı kesin olarak reddetmiş ve "bu konuda şu delilleri ileri sürmüştür:
1 —İstihsânı kabul etmek, bâzı meselelerin hükmünü şeriat beyan etmemiştir, demek olur. Halbuki Allah Kur'an'da: «İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?»[49] buyurmaktadır. Buna göre apaçık bir nass veya ona hamledilen bir kıyas bulunmaksızın meselenin hükümsüz bırakılması, insanın başıboş bırakılması demektır. Bu ise bâtıldır.
2 —İtaat yalnız Allah'a ve O'nun Resulü'nedir. Hüküm de yalnız Allah'ın indirdiği iledir. Bu ise ya nass'm hükmü ile olur veya nass'a hamletmekle.
3 —Peygamber (s.a.v.), fıkhî hükümleri istihsâna dayanarak açıklamamıştır. Uz. Peygamber, kendisine bildirilmeyen meselelerde vahyin gelmesini beklerdi. Eğer bir kimsenin istihsân ile hüküm vermesi caiz olsaydı, kendiliğinden konuşmayan Peygamber (s.a.v.)'-in istihsân ile hükmetmesi gerekirdi.
4 —Peygamber (s.a.v.), sahâbîlerin istihsanları ile verdikleri hükümleri hoş karşılamamıştır. Meselâ, sahâbilerin bir ağaca sığınan kimseyi ağacı yakarak öldürmelerini kınadığı gibi, kılıç korkusu ile, Allah için müslüman oldum, diyen başka bir şahsı öldürmelerini de Peygamber (s.a.v.) hoş görmemiştir.
5 —İstihsânın belli bir ölçüsü ve kaidesi yoktur. Bu ise ihtilâfa ve başıboşluğa sebep olmaktadır. Böylece herkes kendi arzusuna göre hüküm vermektedir.Kıyas, böyle değildir. Çünkü kıyasın başvuracak bir kaide ve esası vardır. O da, kıyasa esas teşkil eden nass'dır.
6 —Maslahat hükmünde olan istihsân makbul olursa, şeriatı bilen de bilmeyen de onu kabul eder. Çünkü maslahatın bulunup bulunmadığım her ikisi de anlayabilir. Hattâ sanat erbabı, maslahatın bulunup bulunmadığını âlimlerden daha iyi bilirler.
Fakat bu noktaya şöyle bir cevap verilebilir: Maslahata dayanarak hüküm vermeyi kabul edenler, maslahatın şeriatça tanınmış olan maslahatlar cinsinden olmasını şart koşmuşlar ve hakkında nass bulunmayan konularda maslahata göre hüküm vermişlerdir. İşte bunların hepsini gözönüne alıp değerlendirecek olan kimsenin, ancak şeriatın kaynaklarını ve tanımış olduğu maslahat çeşitlerini bilen bir ilim adamı olması gerekir.
Hulâsa, İmam Şafiî, yukarıda anlattığımız delilleri el-Umm ve er-Risale adlı eserlerinde ileri sürerek, istihsânı reddetmiştir.[50]
Şafiî'nin Usûl-İ Fıkıh Çalışmaları
Şafiî'nin çağı gerçekten İslâm'ın ilim çağıdır. Âlimler, bu çağda ilimleri tedvine ve ilimlerin esaslarını tesbite yönelmişlerdir. Bu çağda Basra ve Küfe ekolleri, nahiv kaidelerini koymuş; Halil b. Ah-med, arUz ilmini meydana getirmiş ve Câhız, edeb'î tenkit usûlünü tesbite çalışmıştır.
Bu durumda Şubhesiz fıkhın da istinbat kaideleri tesbit edilmeli idi. İmam Şafiî, fer'î hükümleri ihtiva eclen, tedvin edilmemiş olmakla beraber, fakîhlerin istinbat esnasında tutmuş oldukları esasları gösteren fıkhî bir mirasa kavuşmuştur. O, çeşitli fıkıh ekolleri ile karşılaşmıştır. Meselâ, içinde yetiştiği Mekke ekolü, daha sonra gelmiş olduğu Medine ekolü ve kendisini sinesine çeken Irak ekolü burada anılmayı değer. Şafiî, bütün bu ekollerin içinde yaşamış ve bunlann hem ittifak, hem de ihtilâf ettikleri meseleleri incelemiştir.
Bu ekollerin ihtilâf ettikleri konular üzerinde bir hüküni verebilmek için bunların fıkıhda kullandıkları ölçüleri, görüşlerinin sakat ve sağlam yönlerini veya bunların en azından hakîkata yakın olanlarını bilmek gerekiyordu. İşte bu konuda sağlam metodu tâyin eden ölçüler, usûM fıkıh ilmini doğurmuştur.
Şafii'yi, bu yükü omUzlamaya sevkeden ve kendisini buna ehil gösteren âmiller vardır-.
a)Şafiî, Arab dilini tam olarak ve ihtisas derecesinde biliyordu. Hattâ çağdaşı olan Câhız, fakîhler arasında Şafiî gibi Arab dilini bilen bir kimse bulunmadığını söylemiştir. Öyle ki Şafiî, bu sayede Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'daki lâfızların delâlet bakımından derecelerini bilmek için gereken kaideleri koyabilmiştir.
b)Şafiî Sünneti biliyordu, yâni Sünnetin rivayetlerini hıfzetmiş, sahihlerini kavramış; hem Irak, hem de Hicaz'da bilinen bütün hadîsleri öğrenmişti. İşte bu sayede O, hadîslerin çeşitlerini, hükümleri isbat bakımından kuvvet derecelerini açıklamış, istidlal mümkün olan veya caiz olmayan hadîsleri tâyin edecek ölçüleri keşfedebil-mistir.
c)Şafii, İmam Mâlik'in el-Muvatta'mı ezberlemiş, bu eseri çeşitli yönlerden incelemiş ve diğer bütün ekollerin fıkhını öğrenmişti. Bu arada sahâbîlerin görüşlerini, ittifak veya ihtilâf ettikleri fıkıh meselelerini biliyor ve ihtilâf ettikleri meseleler arasında ortaya koyduğu ölçülere dayanarak tercihlerde bulunuyordu.
d)Şafiî, küllilere yönelen.ve cüz'îler içinde dolaşıp durmayan ilmî aklı sayesindedir ki, hüküm istinbatı sırasında uyulması gereken mevcut görüşleri ölçüp tartarak, bunların sağlam ve sakat olanlarını tanımak için kıstas teşkil eden umumî kaideleri ortaya koyma bakımından çağındaki fakîhlerin en kudretlisi idi.
İşte Şafiî, kendisini ehliyetli kılan bu âmiller ve kendisinden önceki ekollerin meydana getirdiği fıkhî mirasın hazırladığı imkân sayesinde usûl-i fıkıh ilmini kurmuştur.
Şafiî kurduğu bu ilmi veya tesbit ettiği usûl-i fıkıh kaidelerini iki maksatla kullanmıştır:
1 —Bu kaideleri sağlam (sahih) görüşleri tanımak için bir ölçü olarak kullanmıştır. O, İmam Mâlik'in, Iraklıların ve îmam Evzâî'nin görüşlerini bu ölçülere göre değerlendirmiştir.
2 —Yeni hükümleri çıkarırken, bu kaideleri uyulması lâzım gelen külli bir kanun olarak kabul etmiş ve kendisi bundan ayrılmamıştır, îmam Şafiî, bu kaidelerle hem amelî, hem de nazarî bir yol tutmuştur. Yani O, tasavvur ve faraziyelerin içinde boğulup kalmıyor, birçok meseleleri bir disipline bağlıyor ve sımsıkı sarılmak gereken metodun bu olduğunu söylüyordu.
İmam Şafiî'nin kıyası sadece tarifle değil, aynı zamanda misallerle açıklamasını sağlayan şey, belki de, kaideleri tesbit ve tatbik bakımından tutmuş olduğu bu yoldur.
Şafii'nin tekbaşma kendisini istinbat kaidelerini tesbite sevkeden bu amelî yönden çalışması, fıkhı, usûl ve kaideler üzerine oturan bir ilim haline getirmiş ve onu yalnız fetva, hüküm, vâki olan veya vâki olması farzedilen cüz'î meselelerin çözümünü içine alan bir mecmua olmaktan çıkarmıştır.[51]
Şafiî'nin Mezhebi
İmam Şafiî'nin mezhebi iki devreye ayrılır:
1 —Bağdad'ta yaymış olduğu mezheb: Bunu Za'ferânî[52] rivayet etmiş olup Şafiî'nin Bağdad'ta yazmış olduğu kitapları içine alır. Bu kitaplar da-, er-Risâle —usûl hakkındadır—, el-Umm ve el-Mebsut'dur.[53] Bunları Za'ferânî Şafiî'nin imlâsı (yazdırması) ile tedvin etmiş ve Bağdad'ta talebelerine okutmuştur. Za'ferânî bu kitapları, 260 Hicrî yılında ölünceye kadar - okutmaya devam etmiştir Halbuki İmam Şafii, Mısır'da görüşlerinin bir kısmını değiştirmiştir
2 —199 Hicrî yılında Mısır'a geldikten sonra yazdığı mezheb Şafiî, Mısır'a gelince Irak'ta yazmış olduğu kitaplarını yeniden gözden geçirmiş ve bâzı kısımlarını değiştirmiştir. Bu kitaplarından bi risi er-Risâle, diğeri de el-Mebsut'dur. O, bundaki görüşlerini yeni den incelemiş, bâzı görüşlerinden vazgeçmiş ve bâzılarında da ısraı etmiştir. İfadesinde iki çeşit görüşe ihtimal veren kısımları kesin biı şekle kavuşturmuştur. Halbuki Şafiî, daha önce bâzı meselelerir iki türlü halledilebileceğini söylerdi. Yeni mezhebine göre O, bu iki şekilden birini tercih etmiş veya her ikisinden vazgeçmiş, yahut üçüncü bir çözüm şekli ortaya atmış, veyahut daha önce bilmediğ: bir hadîs'e vâkıf olduğu için önceki görüşünün her ikisinden de vaz geçmiş, ya da hatırına gelen yeni bir kıyasa dayanarak birini ötekine tercih etmiştir.
Şafiî'nin sonraki görüşlerine göre yazdığı yeni kitaplarını Rabi b. Süleyman el-Muradî el-Müezzin[54] rivayet etmiştir. Şafiî'nin kitaplarını Mısır'da nakleden bu zattır. İslâm âleminin her tarafından Şafiî'nin kitaplarını okumak için onun yanına gelenler vardı. Rabf b. Süleyman, 270 H. yılında ölmüştür.
Şafiî, Mısır'da yazdığı kitaplarla Bağdad'ta yazdığı kitapları neshetmiştir. O, «Bağdad'ta yazdığım kitapları benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum.» demiştir.
Demek ki Şafiî, eski fikirlerini yeni fikirleriyle neshetmiştir. İsterseniz, Şafiî eski kitaplarını yeniden düzelterek kaleme almış ve bunlar yeni kitaplarını teşkil etmiştir, diyebilirsiniz ki, bu, daha doğru olur.
Şafiî'nin eski kitaplarında, yeni kitaplarında olduğu gibi, ba-zan bir konu üzerinde çeşitli görüşler yer alır. Bilhassa bunlar kıyas meselelerine aittir. O, kıyasa dayanan bir görüş (re'y) ü bâzan kesin olarak ifade eder, çoğu zaman bunu başka görüşlere tercih eder, bâzan da kıyas şekillerinden ikisi arasında tereddüde düştüğü için birini diğerine tercih etmez; hattâ üç kıyas şekli arasında tereddüt ettiği de vâkidir. İlim ve dînî hakikat uğrundaki ihlâsı, kendisini, böyle kıyasın üç şeklini birden, aralarında herhangi bir tercih yapmaksızın, kitabına koymaya sevketmiştir. Çünkü bunlar arasında tercihe medar olacak bir mesned bulamamıştır. Bu şekillerden her birini Şafiî'ye nisbet etmek doğru sayılır.
Bunlara şöyle bir misâl verebiliriz: Bir kimse zekâtını vermeden meyve veya tahılını satsa, sonra müşteri de bunların zekâtının verilmediğini anlasa, müşteri, malın tamamının mı, yoksa zekât olarak verilmesi gereken miktarının mı satış akdini feshetme hakkına sahiptir? Zekât olarak verilmesi gereken miktar da, arazîyi âletle sulamadıysa öşür (l/10) dur. Âletle suladıysa öşrün yansı (1/20) dır. Veya müşteri burada muhayyer midir? Yoksa zekât çıkarıldıktan sonra kalan kısmı paranın tamamı ile alır mı, yoksa satışı fesh mi eder? Şafiî bütün bu görüşlerin doğru olabileceğini zikreder.
Diğer bir misâl: Bir kimse, soyundan olmadığı birinin nesebinden olduğunu iddia etse ve bu iddia ettiği neseb esasına göre bir kadınla evlense, sonra da kendisinin hem iddia ettiği nesebden, hem de kadının nesebinden aşağı bir soydan olduğu anlaşılsa durum ne olacaktır? Şafiî bu meselede iki türlü görüş ileri sürmüştür: Birincisine göre kadının muhayyerlik hakkı vardır. İkincisine göre de nikâh bâtıldır.
Şafii mezhebinde görüşlerin çok oluşu bu mezhebin inkişafını sağlamıştır. Çünkü tercih kapısı daima açık bırakılmıştır. Şafiî, talebelerine furû'da ictihad îtapısmı açmış ve mezhebin gelişmesini kolaylaştırmıştır.
Şafiî fakîhleri için, İmam Şafii'nin eski ve yeni mezheblerini incelemek en büyük konuyu teşkil eder. Âlimlerden bir kısmı, bâzı meseleleri Şafiî'nin eski mezhebine göre ele almış ve fetva vermiştir. Şafiî'lerin ekserisi, İmam Şafiî'nin eski görüşünü destekleyen bir hadîs bulunursa ona uymayı ittifakla kabul etmişlerdir. Şafiî'nin yeni görüşü sadece kıyasa dayanıyorsa, eski görüşü ile amel edilir. Çünkü Şafiî, «Sahih bir hadîs bulunursa benim mezhebim odur.» derdi.
Herhangi bir hadîs desteklemediği halde Şafiî'nin eski bir görüşünü tercih etmek mümkün müdür? Âlimlerin bir kısmına göre mezheb d e müetehid olanlar, onun böyle bir- görüşünü tercih edebilirler. Çünkü, bu da İmama ait bir görüştür. Sonradan bunun aksini ileri sürmesi, önceki görüşünden dönmüş olduuğnu göstermez. Fakat, bundan, kendisinin iki görüşe sahip olduğu anlaşılır. Âlimlerin diğer bir kısmına göre ise, mezhebde müetehid olanlar, Şafiî'nin mezhebidir, diye eski görüşünü tercih edemezler. Çünkü yeni görüşüne nisbetle eski görüşü birbirine zıt ve bir arada mütalâa edilmesi imkânsız iki nass durumundadır. Ve sonraki görüşüne göre amel edilir. Bu anlayış, Şafiî'nin eski görüşünden vazgeçtiği yolundaki rivayetle bağdaşmaktadır.. Söylendiğine göre Şafii; «Ben, Bağ-dad'ta yazdığım kitaplarıma göre amel edenlerden beriyim.» diyerek, eski görüşleriyle amel edilmesini yasaklamıştır.
Bu ihtilâf meselesi ne olursa olsun, gerçek odur ki, muayyen mes'elelerde Şafiî fakîhleri, İmam Şafiî'nin eski görüşünü tercih etmişler, ona göre fetva vererek, yeni görüşünü terketmişlerdir. Bâzılarının tesbitine göre bu meselelerin sayısı ondörttür. Bâzılarına göre ise yirmiikidir. Gerçekte bunlar daha fazla olup bu mezhebin kitaplarında dağınık bir.şekilde mevcuttur.[55]
Şâfii Mezhebinde Tahric
Şafiî mezhebinde tahric, büyük bir yer işgal eder. Tahricle halledilen meselelerin bir kısmı Şafiî'ye, bir kısmı da mezhebe izafe edilir. Bir kısmı ise, tamamen mezhebin dışında sayılır. Mezhebin dışında sayılan bu meseleleri tahric eden fakîhler, Şafiî'nin nass ve kaidelerine aykırı olarak hareket etmişlerdir. Çünkü, kendisinden nakledildiği sabit olan fetvalara aykırı düşen her hangi bir şeyi, İmam Şafiî'ye nisbet etmek mâkul olamaz. Bir kısım tahricler vardır ki bunlar, İmam Şafiî'ye atfen mezhebe izafe edilmiştir. Bir kısım tahricler de Şafiî'nin usûlüne dayanmakta, fakat bunlar hakkında Şafiî'nin herhangi bir görüşü nakledilmemektedir. Şubhesiz ki bu tahricler, mezhebin görüş şekillerinden (vecihlerinden) birini teşkil eder; bunları İmam Şafiî söylememiş olsa da, onun usûlüne dayanmaktadır.
Bâzı tahricler de vardır ki âlimler bunların Şafiî mezhebine nisbetinde tereddüt etmişlerdir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
a)Hakkında İmam Şafiî'den bir şey nakledilmeyen ve onun usûlüne dayanmayan fürû'a dair tahricler: Tahriç yapan (muharric), Şafiî mezhebine mensup olduğu halde, mezhebin fürû'u ile bunlar arasında bir uygunluk yoksa, ekseriyete göre bunlar mezhebden sayılmaz. Eğer bunlarla mezhebin fürû'u arasında bir uygunluk varsa mezhebden sayılır.
Bu, tahriç yapan fakîhin mes'elede Şafiî'nin usûlüne bağlı kalmadığını açıkça söylemiş olmasına göre böyledir. Eğer tahric yapan fakîh, bunu açıkça söylemezse durum değişir: Şafiî fakîhlerinin ekserisine göre tahriç yapan kimse, Ebu Hâmid el-Gazzalî gibi Şafiî usûlüne bağlı olmakla tanınan biri ise, bu tahricler mezhebden sayılır, değilse sayılmaz.
b)Muctehid, İmam Şafiî'nin açık bir ifade ile vazgeçtiğini bildirdiği bir görüşünü tercih etmişse bu, ittifakla mezhebden sayılmaz.
c)Muctehid, bir mes'elede İmam Şafiî'nin re'y'ine muhalif olan bir görüşü tercih etmiş ve bu mes'elede bir hadîs'e dayannıışsa, Şafiî fakîhlerinin çoğuna göre bu, mezhebden sayılır. Çünkü Şâfii: «Sahih bir hadîs bulunursa benim mezhebim odur.» demiştir. Fakîhlerin diğer kısmı burada tereddüt etmiştir; fakat çoğunluk birinci görüşü benimsemiştir.[56]
Şafii Mezhebinde Müctehîdler
İmam Şafiî'nin Irak'ta, Mekke'de ve Mısır'da talebeleri vardı. Şam'da, Yemen'de, daha sonra Nişâbur ve Horasan'da yerleşmiş olan Şâfiîler bulunuyordu. Yâni, böyle birbirinden Uzak ülkelerde birçok kimseler aynı mezhebe mensup bulunuyorlardı. Bunlar arasında Şafiî mezhebine göre müntesip Muctehidler, Şafiî'den rivayet edilen fürû' mes'elelerine, Şafii'nin açıkladığı kıyas ve esaslara (usûle) göre tahric yapan Muctehidler vardı.
Şubhesiz bunlar, tahriclerde bulunurlarken değişik olan çevre ve meşreblerinin, karşılaştıkları hâdiselerin, bu hâdiseleri halletmede kullandıkları metodların tesirlerinde kalmışlardır. Şubhesiz ki bu da,, onların ayrı ayrı görüşe sahip olmalarına yol açmıştır. Gerçi hepsi de, aynı kaynaktan ilham alıyor, aynı usûle bağlı kalıyorlardı.
Eğer biz Horasan, Nisâbur ve Irak'taki Şafii fakîhlerinin görüşlerini araştırırsak ve onları bu araştırmanın ışığı altında tahlil edecek olursak, onlarda değişik çevre ve temayüllerin tesirini görürüz. Bu fakîhlerden bir kısmı, Şafiî'den nakledilen furû'a şiddetle bağlanıyor, bir kısmı da bu konuda şiddet göstermiyordu. İmam Muhyiddin en-Nevevi şöyle der: «Bilmiş ol ki, Irak'lı arkadaşlarımızın Şafiî'nin nass'larını, mezhebinin kaidelerini ve seleflerimizin çeşitli görüşlerini nakilleri, Horasanlıların nakillerinden umumiyetle daha sağlam ve daha esaslıdır. Horasanlılar ise tertip, fer'i mes'eleleri ortaya koyma ve Şafiî mezhebinin nass ve kaideleri üzerinde tasarruf bakımından ekseriya daha iyidir.»
Şafiî mezhebine mensup tahric yapan Muctehidler, Horasan ve Nisâbur'da Şiî - İmamî mezheb'le, Yemen'de de Zeydî mezhebi ile temas etmişlerdir. Farklı mezhebler arasında kimi yönlerden temasın bulunuşu, bir kısım mes'elelerde çatışma doğursa bile, bu Mezheblerden her birine mensup olanların birbirini anlamasını ve iyi bulduğu hususları kabul etmesini mümkün kılar. Çünkü fikrî ve maddî temaslar, görüşler arasında ister istemez mübadeleyi sağlar.
Şafii mezhebi, Arab ülkelerinden Uzak bu yerlerde Hanefî mezhebi ile de yüzyüze gelmiştir. Her iki mezheb arasında çok şiddetli bir çatışma başlamış ve bu son haddine varmıştır. Bu maksatla camilerde ve bütün toplantı yerlerinde munazaralar yapılıyordu. Her bilgin kendi mezhebini savunmak, mezheb ve görüşlerini destekleyen, diğer mezheb ve onun görüşlerini zayıflatan delilleri serdetme-yi Allah'a ibâdet sayıyordu. Hattâ yas törenleri bile mahalle mescitlerinde tertiplenen fıkıh munazaraları ile ihya ediliyordu. Bunun üzerine şu iki husus ortaya çıkmıştır:
1 —Mezheb taassubu şiddetlenmiş ve bâzı yazarlar bu hususta çok ileri gitmişlerdir. Hattâ bâzıları, İmam Şafii'nin; «İnsanlar, fıkıhta Ebu Hanife'nin îyâlidir» diye övdüğü ve herkesçe münâkaşasız bir şekilde, Irak fakîhlerinin üstadı olduğu kabul edilen îmanı Ebu Hanife'ye dil uzatacak kadar ileri gitmiştir. Bunun, hem Şafii hem de Hanefî âlimleri üzerinde çok kötü ve üzücü tesirleri olmuştur. Öyle ki, bir kısım Şafiî âlimleri, İmam Ebu Hanîfe'nin menkıbelerini yazmaya teşebbüs etmek suretiyle o büyük îmam'a karşı yapılan yergi (ta'an) damgasını Şâfiîlerden silmeye çalışmıştır.
2 —Doğu İslâm memleketlerinde, bilhassa Hanefîler, Şâfiîler, Zahiriler ve Şiîler (İmamîler - Ca'ferîler) arasında çok şiddetli mezheb münakaşalarına girilmiş ve bunlar, zaman zaman büyük fitnelerin doğmasına sebep olmuştur. Hattâ bu yüzden birçok insanların kanlan bile boşa akıp [57]gitmiştir.[58]
Şafiî Mezhebinin Yayılışı
Şafiî mezhebi, özellikle Mısır'da yayılmıştır. Çünkü İmam Şafiî, hayatının son kısmını burada geçirmiştir. Bu mezheb, Irak'ta da yayılmıştır. Zira Şafiî, fikirlerini neşretmeye önce orada başlamıştır. Irak yoluyla Horasan ve Maveran'ün-Nehr'de de yayılma imkânı bulmuş ve bu ülkelerde fetva ile tedrisatı Hanefî mezhebi ile paylaşmıştır.
Bununla beraber, bu ülkelerde Hanefî mezhebi hâkim durumda idi. Çünkü o, Abbasî Devletinin resmî mezhebi idi. Şafiî mezhebi, halk üzerinde Hanefî mezhebi ile hâkimiyet mücadelesi yapmış, Mısır ve Suriye'ye Fatura Devleti hakim olduktan sonra bile Mısır'da halk üzerindeki otoritesini korumuştur.
Mısır'da iktidar Eyyûbîlerin eline geçince, Şafiî mezhebi daha da kuvvetlenmiş, hem halk, hem de devlet üzerinde en büyük otoriteye sahip olmuştur. Şafiî mezhebinin bu durumu Kölemenler devrinde Sultan Zahir Baybars'a kadar devam etmiştir. Bu sultan, kadıların \dört mezhebe göre tâyin edilmesi fikrini ortaya atmıştır. Bunun üzerine her mezhebin kendi görüşlerine göre hükmeden ve mezheb mensuplarının dâvalarına bakan ayrı bir kadı tâyin edilmiştir. Fakat adı geçen sultan da, Şafiî mezhebine diğer mezheblerden üstün bir yer tanımıştır. Şöyle ki: Taşra şehirlerine kadı (nâib) tâyin etme hakkı ile yetim ve vakıf mallarını kontrol hakkı yalnız Şafiî mezhebine ait idi. Şafiî mezhebinden sonra Mâliki mezhebi, bundan sonra da Hanbelî mezhebi geliyordu. Fakat Subh el-A'şâ'da zikredildiğine göre İbni Batûta, Melik Nâsır'dan beri Mısır'da mezheblerin derecelendirildiğini ve Hanefî mezhebinin Mâliki mezhebinden önce geldiğini söyler.
Osmanlılar, Mısır'ı zaptedince, Hanefî mezhebini birinci dereceye almışlardır. Mehmet Ali Paşa Mısır'a hâkim olunca, Hanefî mezhebinden başka diğer mezheblerle resmiyette amel edilmesini ilga etmiştir. Fakat Şafiî ve Mâliki mezhebleri halk üzerindeki mevkiini korumuştur.
Şamlılar, kazâî konularda, 302 H. yılında ölen Ebu Zur'a ed-Dimaşki eş-Şâfiî[59] Şam Kadılığına tâyin edilinceye kadar, Evzâi mezhebine bağlı idiler. Lâkin Şafiî mezhebinin bundan önce de halk arasında yüksek bir mevkii vardı.
Bir kısım Iraklılar katında Şafiî mezhebinin büyük bir itibarı olduğu halde, bu mezheb, halk üzerinde tamamen bir kuvvet gösteremediği gibi, kaza (yargı) bakımından da Hanefî mezhebini yenememiştir. Nihayet Halîfe el-Kadir Billâh Bağdad'a Şafiî bir kadı tâyin etmiş; fakat halk, buna karşı ayaklanmıştır. Meydana gelen fitneler karşısında Halife, halkın çoğunluğunu memnun etmek zorunda kalmış ve Şafiî kadıyı vazifesinden ayırmıştır.
Şafiî mezhebi, İran'a da girmiştir. İbn u'-Subkî «Tabakâtu-Şâfiîyye» sinde; «İran'da Şafiî mezhebi ile Davud-i Zâhirî'nin mezhebinden başka bir mezheb yoktu» demiştir. Zannedirim ki, bu ifadede bir mübalâğa vardır.
Şafiî mezhebi, Hicrî üçüncü asrın sonunda Merv ve Horasan'a gelmiştir. Bu mezhebi buralara getiren âlimler, hem mezhebin kitaplarını münevverler arasında, hem de Şafiî fıkhını halk arasında yaymaya çalışıyorlardı. Bu Şafiî âlimleri, sadece bunlarla yetinmemişler, hâkim ve sultanları da ikna etmek için uğraşmışlar, onların yâli veya hâkim oldukları memleketlerde bu mezhebi uygulamalarını istemişlerdir.
Şafiî mezhebinin Endülüs ve Mağrib ülkelerinde bir yer işgal etmediği söylenebilir.
Bugün Şafii mezhebinin, mâzîde girmiş olduğu ülkelerde devam ettiği düşünülebilir. Şafiî mezhebi, günümüzde (Yemen taraflarında) Zeydî mezhebi ile halk üzerinde hâkimiyet mücadelesi yapmakta, İran'da da Şiî mezhebi ile yanyana bulunmaktadır.[60]
Allah, İmam Şafiî'ye rahmet etsin ve ondan razı olsun![61]
[1] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/307.
[2] Hadîsin senedini teşkil eden râvîler az ise, yani hadis sened bakımından Peygamber (s.a.v.)'e yakın ise buna «Alî Hadîs» denir. Hadîs, râvîler silsilesi fazlalaşmak suretiyle Peygamber (S.A,)'e yalan değilse buna da «Nazil Hadîs» denir. Çeviren.
[3] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/309.
[4] Şi'b: Mekke'de Ebû Talibin oturduğu semtin adıdır. Çeviren.
[5] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/310-311.
[6] Biraz önce «Şafii'nin doğumu ve Nesebi» başlıklı yerde Şafiî'nin Gaz-ze'de doğduğu söylenmiştir. Esasen Şafiî'nin doğum yeri ile ilgili bizzat Şâfiîye dayanan üç rivayet vardır: 1 — Gazze. Ekseri tarihçiler bunu kabul etmişlerdir. 2 — Askalân. Burası Gazze'ye üç fersah uzaklıkta bir kasabadır. 3 — Yemen. Bazısı da, bu üç rivayeti birleştirmek: ama-ciyle Şafiî'nin Yemen'de doğup Askalân ve Gazze'de büyüdüğünü' söylemiştir. (Bak: M. E. Zehra el-İmam eş-Şâfiî, Mısır 1948, s. 14.)Çeviren
[7] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/311-313.
[8] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/313-315.
[9] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/315.
[10] Bir kısım şiilerle mezheb taassubunda boğulup kalanlar İmam Şafii’nin ataları arasında yer alan Şafii b.Saib’in Kurayşlilerden Ebu Leheb’in azatlı kölesi olduğunu ve böylece İmam Şafii’nin soy bakımından Kurayş'e mensup olmadığını iddia etmişlerdir. Çeviren.
[11] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/316-317.
[12] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/318-319.
[13] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/319-320.
[14] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/320-321.
[15] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/321-322.
[16] İmam Şafii Fustat (Kahire)'da vefat etmiş olup el-Mukattam dağının eteğindeki Benû Abdilhakem türbesine defnedilmiştir. Türbesi üzerindeki bugünkü muhteşem kubbe, Eyyûbî sultanlarından el-Melik el-Kâmil tarafından 608 H. yılında yaptırılmıştır. Burası önemli bir ziyaret yeridir. Salâhuddîn Eyyûbî tarafından Şafii'nin türbesi yanma büyük ve geniş bir medrese yaptırılmıştır. Burada bugün, bir de Ulucâmi vardır.Çeviren.
[17] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/322-324.
[18] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/324-325.
[19] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/326-327.
[20] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328.
[21] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328.
[22] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/328-329.
[23] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/329.
[24] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/329-331.
[25] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/332-333.
[26] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/333-334.
[27] Asıl adı, Ebu Ali el-Hüseyin b. Ali'dir (öl. 256 H.) Çeviren.
[28] Ali İmrân Sûresi, 173.
[29] Talâk Sûresi, 1.
[30] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/335-336.
[31] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/336.
[32] el-Umm, c. VII, s. 246.
[33] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/336-339.
[34] Bu kongre, 29 Aralık 1957 -13 Ocak 1958 tarihleri arasında yapılmıştır.Çeviren
[35] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/339-341.
[36] Şâfiîye göre bir memleketin icmâ'ı, icmâ' olamaz. Bir asırdaki bütün müslüman memleketlerinde mevcut olan bilginlerin icmâ'ı, ancak bir icmâ' olur. Medînelilerin icmâ' ettiği ileri sürülen meselelerin aksini söyleyenler, bizzat Medîneliler arasında mevcuttur. Metinde de zikredildiği gibi Medînelilerin icmâ' ettiği konular, sadece onlara ait değildir. Diğer fslâm ülkelerinde de aynı şeyler üzerinde icmâ' edîlmiştr. (Bak. M. Ebu Zehra, el-İmam eş-Şâfîî, Kahire 1948, s. 259.)Çeviren.
[37] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/341-343.
[38] er-Rîsale, s. 597, el-Halebî baskısı ve merhum Ahmet Şakır neşri, Kahire 1940.
[39] el-Umm, c. VII. s. 246.
[40] Aynı eser, c. VII, s. 246.
[41] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/343-345.
[42] er-Risale, s. 477.
[43] Başka bir misâl: Bir kimse görünüşte müslüman olsa, içinden de gayrimüslim olsa, biz zahirine bakarab, ona müslüman muamelesi yapmak mecburiyetindeyiz.Çeviren.
[44] Bakara, 179.
[45] er-Risâle, s. 504.
[46] Aynı eser, s. 506.
[47] Bak. s. 103-110.
[48] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/345-349.
[49] Kiyâme Sûresi, 36.
[50] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/349-350.
[51] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/350-352.
[52] Asıl adı, Ebu Ali el-Hasen es-Sabbah ez-Za'ferânîdir. Çeviren.
[53] el-Mebsut veya el-Hucce adlı eserini Mısır'da yeniden kaleme almış ve el-Umm adım vermiştir. Bu eserinde O, fıkıh meselelerini enine boyuna ele almış ve ihtilaflı meselelere dair hem kendi görüşlerim hem de diğer fakîhlerin görüşlerini aynen anlatmıştır. er-Risale, el-Umm'ün mukaddimesi mahiyetini arzeder. er-Risale, Ahmed Muhammed Şakir tarafından tahkik edilerek, Kahire'de 1940 senesinde neşredilmiştir. el-Ümm de 7 cilt halinde Mısır'da 1321'de basılmıştır. Şafiî'nin hadîs'e dair el-Müsned adlı eseri de Mısırda 132Tde basılmıştır. İmam Şafii'nin Mekke'de iken eser telif ettiğini bilmiyoruz. Fakat Bağdad'a gelince kitap telifine başlamış ve burada Önce «er-Risale» sini neş-retmiştir. Daha sonra fıkıh ve füru'a dair görüşlerini büyük bir eser halinde toplamış ve ona «el-Hucce» adını vermiştir. İbni Nedim'e göre Za'ferânî'nin rivayet ettiği bu eser «el-Mebsut» adını almıştır. Şafiî Mısır'da yeniden gözden geçirerek ilâve ve çıkmalarda bulunduktan sonra bu eserine «el-Umm» adını vermiştir.
Menâkıbu Şafiî'de Beyhakî şöyle der: Şafiî'nin Bağdad'ta yazdığı el-Hucce'yi Zaferânî rivayet etmiştir. Hüseyin b. Ali el-Kerabîsî ile Ebu Abdirrahman b. Yahya eş-Şâfiî tarafından rivayet edilen kitapları da vardır. Ben, Ebu Abdirrahman'ın rivayet ettiği «es-Sîyer» kitabının bir nüshasını gördüm. Bunda başkalarında olmayan zryadelikler vardır. Ebul-Velid Musa b. Ebil-Cânıd'un da ondan rivayet ettiği bir muhtasarı vardır. Bunda da bâzı sdyadelikler mevcuttur. İmam Şafiî'nin Mısır'da yazdığı eserleri şunlardır:
1 — el-Umm,
2 — Kitabu's-Sünen,
3 — el-Emâlî el-Kübrâ,
4 — el-tmlâ' es-Sagîr.
Buvaytî (ÖL 231 H.) ile Müzeni (öl. 264 H.), Şafiî'den işittiklerini «el-Muhtasar» adh birer kitap halinde toplamışlardır. (Bak. M. Ebû Zehra, el-lmam eş-Şâfiî, Kahire 1948, s. 154. 155). Çeviren.
[54] Bu zat, Mısır fâtihi Arar b. el-As tarafından inşâ edilen Fnstat'dakl Ulu-câmî'de müezzin idi. Çeviren.
[55] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/353-356.
[56] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/356-357.
[57] Elimizdeki metinde (2) rakamı yazıldığı halde bu ikinci husus zikredilmemistir. Biz bu kısmı, yazarın el-Imam eş-Şâfiî (Kahire 1948) »dil eserinin 374-377. sayfalarından Özetliyerek tamamladık. Çeviren.
[58] İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/357-358.
[59] Asıl adı, Muhammed b. Osman'dır. Çeviren.
[60] Anadolu'muzun doğu kesimlerinde, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Filipin, Seylân ve Malaya müslümanlan arasında Şefiî mezhebine mensup olanlar nayli kabarıktır. Endonezya adalarında ise hâkim olan mez-heb, sadece Şafiî mezhebidir. Çeviren.
[61]İslam’da Fıkhi Mezhebler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi:2/358-360.