Her ilim talibi müslümanın okuması gereken bir yazı. Allah istifademize sunandanda, istifade edendende razı olsun.
İmâm Ebû Hanîfe’nin Îmân Tarifi ve Büyük Günah Sahiblerinin Durumları Hakkındaki Görüşü
Muhammed Önder.
İmâm Ebû Hanîfe’nin Îmân Tarifi ve Büyük Günah Sahiblerinin Durumları Hakkındaki Görüşü
Îmânın tanımı ve bu tanımın delillerini bilmek, Akâid ilmini sağlıklı olarak algılamak ve Ehl-i Sünnet olarak hayata bakabilmek için çok önemlidir.
Günümüzde bazı Hanbeli mezhebi mensupları ve Akâid ilmini hazmetmemiş bazı Hanefî mezhebi müntesibleri hatalı mü’minleri günahları sebebiyle tekfir etmektedirler.
Onlara göre; Namazı terk etmek, müslümana silah çekmek, Allah’ın kanunlarıyla hükmetmemek,[1] İslâmî olmayan bir yönetimde devlet görevi almak küfürdür[2] ve bu görüş Ehl-i Sünnet’in görüşüdür.
Kanaatimizce bu nisbet bu genellemeyle hatalıdır. Günah sahibi günahı işlemeyi helal kabul etmediği müddetçe dinden çıkmaz. Tekfirde genel bir kural olarak; Bilmek[3], Kasdetmek[4] ve helal kabul etmek[5] nitelikleri oluşmadıkça bir mü’mini tekfirden uzak durmak gerekir.[6]
Her mü’min îmân ve küfür konularında îmânı küfürden ayırd edebilecek seviyede bir meleke kesb etmek durumundadır. Îmân tanımı ve îmân-amel ilişkisi hakkındaki görüş ve delilleri ayrıntılarıyla öğrenmek; büyük günah sahiplerinin hükmünü kritik etme yeteneğini okuyuculara kazandıracaktır.
Bu makalede İmâm Ebû Hanîfe’nin anlatımı ve delillendirme-leriyle bu konuları ele aldık[7].
Tevfîk ve hidâyet Allah’tandır.
1- Îmânın Tarifi
İmâm Ebû Hanîfe’ye göre îmân, kalbin tasdiki ve dilin ikrarından ibarettir.[8]
Tek başına ikrâr, tasdik ve marifet îmânın sahih olması için yeterli olmaz. Zira ikrârın yeterli olmasını kabul durumunda münafıkların, tasdikin yeterli olması durumunda îmânı ikrâr etmeyenlerin; marifetin yeterli olması durumunda da Şeytan’ın ve Ehl-i Kitab’ın îmânlarının sahih olması gerekir. Halbuki bütün bu sayılanlar Kur’ân âyetlerinin şehadetleriyle kafirdirler.[9]
Ona göre tek başına tasdikin yeterli olmayacağına ve ikrarın şart olduğuna Kur’ân’dan pek çok delil getirmek mümkündür. Örneklenecek olursa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rasûle indirileni duyunca gözlerinin, bildikleri doğrular sebebiyle dolu dolu olduğunu görürsün. Derler ki: Ey Rabbimiz biz îmân ettik... Allah da onları bu sözlerine karşılık altlarından ırmaklar aktığı cennetlerle mükafatlandırır.”[10] Bu âyete göre Allah, insanlara marifet ve ikrâra binaen cenneti vadetmektedir.[11]
Yine “Allah’a ve bize indirilene îmân ettik deyin”[12] ve “Allah onlara takva kelimesini farz kılmıştır”[13] “Onlar sözlerin en güzeline hidâyet olundular”[14] “Allah îmân edenleri dünya ve ahirette sabit söz üzerine sebat ettirir”[15] “Onlar sizin îmânınız gibi îmân ederlerse kurtulurlar”[16] buyurmuştur.
Allah Teâlâ mezkûr âyetlerde îmânı: “Sabit Söz”, “Takva kelimesi” “Sözlerin En Güzeli” şeklinde nitelemiş ve “İman ettik deyin” şeklinde ikrârı emretmiştir. Sonradan gelecek mü’minlerin de ifade edilen şekilde îmân etmeleri durumunda kurtuluşa ereceklerini haber vermiştir.
Bütün bunlardan îmânın sıhhati için tek başına tasdikin yeterli olmadığı ortaya çıkar.[17]
Tasdik ve ikrâr olmaksızın tek başına marifet de yeterli değildir.
Ebû Hanîfe buna delil olarak İblis, kafirler ve Ehl-i Kitab’ın îmânlarının sahih olmadığını ifade eden âyetleri göstermiştir.
İblis Allah’ı tanımaktadır. “Ey Rabbim beni dalalete düşürdün...”[18] “Bana onların tekrar dirileceği güne kadar mühlet ver”[19] “Beni ateşten onu topraktan yarattın”[20] dediği sâbittir. Bütün bu âyetlerin de ifade ettiği gibi İblis Rabbini tanımakta onun yaratıcısı olduğunu itiraf etmektedir. Ama buna rağmen Kur’ân onun kafir olduğunu haber vermektedir. Tek başına marifet yeterli olmuş olsaydı İblis’in kâfir olmaması gerekirdi.[21]
Yüce Allah kâfirlerin hakkında “Onu tanımalarına rağmen bile bile inkar ettiler”[22] “Allah’ın nimetlerini bilirler, sonrada inkar ederler, onların çoğu kafirlerdir.”[23] “Onlara, sizlere göklerde ve yerlerde kim rızık veriyor denildiğinde; Allah derler... Onlara öyleyse Allah’tan hiç korkmaz mısınız de.”[24] buyurmaktadır.
Âyetlerde de açıkça ifade edildiği gibi kâfirlerin bir kısmı Allah’ı bilmelerine rağmen küfürle vasfedilmiş-lerdir. Yani tek başına Allah’ın tanınması îmânın sıhhati için yeterli değildir.[25]
Ehl-i Kitap için de durum aynıdır. Onlar Allah Rasûlünün hak peygamber olduğunu bilmelerine rağmen ona îmân etmemişlerdir. Bu sebeple haklarında “Onlar onu çocuklarını bildikleri gibi bilirler”[26] buyurulmuştur.
Tek başına bilmek yeterli olmuş olsaydı Ehl-i Kitab’ın îmânlarının sahih olması gerekirdi.[27]
Ebû Hanîfe “İmanın tasdik ve ikrar oluşuna” Kur’an’ın yanı sıra sünnetten de delil getirmiştir.
Ona göre Allah Rasûlü’nün “Lâ ilâhe illallâh deyin, kurtulun”[28] sözü ile, müşrikleri îmâna davet ederken onları Allah’ın var, bir ve ortağının olmadığına, kendisinin de, Allah’ın katından getirdiklerinin hak oluşuna şehadet ve bunu ikrar etmeye davet edişi de[29] îmânın tasdik ve ikrar olduğuna delalet etmektedir.
Müşriklerden şehadet ve ikrârı istemesi ve bunarı kabul etmeyenleri kâfir sayması göz önünde bulundurulursa ikrârın îmânın rükunlarından olduğu şüpheye yer kalmayacak ölçüde anlaşılacaktır.
İşte Ebû Hanîfe bütün bu örneklerden hareketle îmânı; kalbin marifeti ve tasdiki, dilin de bunları ikrarı olarak tarif etmiştir. Luğavî ve Kur’anî kullanım esas alınarak yapılmış olduğu söyleyebileceğimiz bu îmân tarifi onun itikadla alakalı eserlerinde ve menâkıb kitaplarındaki konu ile ilgili metinlerde bu şekilde geçmektedir.
Bununla birlikte Hanefî kelâm ulemâsından bazıları[30] “İman kalbin tasdikidir, dil ile ikrâr ise İslâm hükümlerinin tatbiki için şart koşulmuştur” şeklindeki görüşü İmâm’a izafe etmişlerdir. Bütün bu delil ve delillendirmelerle de ortaya çıktığı gibi bu görüşün Ebû Hanife’ye nispeti hatalıdır.
Ebû Hanîfe îmânın mahiyeti hakkında eserlerinde değişik tanımlamalar getirir. Bütün tarifler bir araya getirildiğinde ortaya şu tarif çıkmaktadır:[31]
“İman: Allah’ın var, bir ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna, ortağının olmadığına, Kur’ân’a ve Kur’ân’ın getirdiği bütün hükümlere, Hz. Peygamber ve onun getirdiği her şeye, meleklere, kitaplara, peygamberlere, Cennet ve Cehenneme, kıyamet gününe, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, her mahlûkun bir kaderinin olduğuna ve niçin yaratıldıysa neticede ona ulaşacağına, şehadet etmek, bunları kalben tasdik edip dil ile ikrar etmek ve Kur’an ve Sünnetle sabit hiçbirşeyi inkar etmemektir.”[32]
2-Îman-Amel İlişkisi
a-Îmân Amel Farklılığı ve Amelin İmandan Bir Cüz Olup Olmaması:
Ebû Hanîfe îmânı tarifine uygun olarak; amelin îmândan bir cüz olmadığını söylemiştir. “Mürcietu’s Sünne”[33]den sayılmasına sebep olan bu görüşünü, Kur’ân ve Sünnet’ten delillere dayandırdığı bir takım genel kaidelerle desteklemiştir.
-Farzların teşriinden önceki dönemde îmânın, ameli emirlerden mücerretliği, -büyük günah ve özür sahiplerinin îmânlarının Kur’ân’la sübûtu, -Kur’ân’da “dalâlet” ve “hata”nın küfürle eş anlamlı olarak kullanılmaması ve -Sahabe-i Kirâm’ın amel ve tavırları bunların başlıcalarıdır.
İslâma giriş: Allah’ın var, bir ve ortağının olmadığına şehadetle olmuş, ameller ancak İslâm şehadetinde bulunulduktan sonra farz kılınmıştır.[34] Allah Teâlâ Kur’ân’da îmânla ameli birbirinden ayırmıştır. “Kim Allah’a îmân eder ve salih amel işlerse”[35] ve “İman edenler, salih amel işleyenler”[36] âyetleri bunu açıkça ifade etmektedir.[37]
Amelin îmândan bir cüz sayılması durumunda; hayızlı ve nifaslı bir kadına namaz kılmamasını emreden âyetlerin onları îmândan men ediyor olmaları gerekecektir. Bu ise caiz değildir. Aynı şekilde fakirlere,[38] “zekat vermeyin” demek caiz değildir, ama onlara “îmân etmeyin” ya da “sizin üzerinize îmân farz değil” demek caiz değildir.[39]
Kur’ân’da yanlış amel işleyenler, ya da hata edenler hakkında pek çok âyet vardır. Ama bunlarda hatalar ve yanlış ameller küfürle eş anlamlı kullanılmamışlardır. Oğulları Yakub (a.s.)’a: “Sen hala eski dalâletin üzerindesin”[40] demişlerdir. Amelin îmândan bir parça sayılması halinde bu âyetin manası “Sen hala eski küfrün üzerindesin” şeklinde olacaktır ki bunun da yanlışlığı açıktır.[41]
Allah Teâlâ: “Allah sizlere sapmamanız için doğruları açıklıyor”[42] ve “Birisi saparsa diğeri doğruyu hatırlatsın.”[43] buyurmuştur.
Kur’ân’da bir peygamberin hatasını itirafı “Ben onu bir hata olarak yaptım”[44] şeklinde geçmektedir. Amel îmândan bir parça olmuş olsaydı; bu âyetlerdeki sapma, hata vs. amel ve sözlerden sahiplerinin kâfir olmaları gerekirdi. Allah Teâlâ bu amelleri küfür olarak nitelememiştir.[45] Kaldı ki küfür olduğu iddia edilirse bundan peygamberlerin de kâfir olmaları gerekir. Bunun ise yanlışlığı ortadadır.
Büyük günah işleyenler de Kur’ân’da küfürle vasfedilmemek-tedir. “Eğer iki mü’min topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını bulun, birisi bir diğerine haksız yere saldırırsa Allah’ın emrine uyuncaya kadar hak üzere olan grupla birlikte olup diğer gruba karşı savaşın”[46] buyurulmuştur.
Âyette “Bağiler” de, “hak üzere olan grup” da îmânla vasfedilmek-tedir. Bu ise büyük günahın mü’mini îmân dairesinden çıkarmadığını gâyet açık bir şekilde göstermektedir. Amel îmândan bir parça olmuş olsaydı, bu îmâna aykırı amelin sahibini dinden çıkarması gerekirdi.[47]
Sahabe-i Kiram raşid halifeleri “Mü’minlerin Emirleri” olarak vasfediyorlardı. Halbuki tebeaların-da hatalı ameller işleyenler de vardı.[48]
Alî (r.a.) “Şam ordusunu” anlaşma metninde “Mü’min” olarak vasfetmişti. Amel îmândan bir parça olmuş olsaydı, halifeler ancak hatasızların emiri olur, Şam ordusunun da îmân dairesinden çıkmaları gerekirdi.[49]
b-Îmân ve Büyük Günah:
Ebû Hanîfe günahları üç gruba ayırmıştır. Bunlardan birincisi “Şirk”tir.[50] İslâm ümmeti bu günahın sahibinin îmân dairesinden çıkacağında ittifak etmişlerdir.
İkincisi şirkten başka diğer büyük günahlardır. Bunara “Kebâir” ismini vermektedir.[51]
Üçüncüsü de büyük günahların dışında kalan diğer günahlardır. Bunlara “Sağâir” ismini vermiştir.[52]
Kebîra sahibinin dünyadaki hükmü:
Büyük günah işlemek helal kabul edilmedikçe sahibini dinden çıkarmaz. Böyleleri mü’mindirler ama günahları sebebiyle fasık mü’minlerdir.[53]
Bir kimse İslâm’a girdiği yerden çıkmadıkça yani İslâm akdini bozmadıkça kâfir olmaz.[54] Kebira sahibinin dünyadaki hükmü budur.
Kebîra sahibinin âhiretteki hükmü:
Kebîra sahibinin ahiretteki hükmü ise; tevbe ederek ölenler ve tevbe etmeksizin ölenler olmak üzere iki grupta müteala edilir.
Ebû Hanîfe tevbe edenlerin hükümlerini kaydetmemiş, tevbe etmeden ölenlerin affedilip affedilmemesinin Allah’a havale edilmesini tercih etmiştir. Çünkü Allah: “Nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, diğer günahlarınızı affederiz.”[55] buyurmuştur. Büyük günahların hepsi bilinmediğinden Allah şunları affeder, şunları affetmez demek doğru olmaz. Âyette: “Allah şirkten başka bütün günahları diledikleri hakkında affedecektir.”[56] denilmektedir. Buna göre belki de şirk dışındaki bütün günahları affedecek, sahiplerini de direkt olarak cennetine sokacaktır. Belki de onları önce günahlarına karşılık azap edecek, sonrasında cennetine sokacaktır.
Bu sebeple tevbe etmeden ölen büyük günah sahiplerinin affedilip affedilmemesi hakkında kesin bir hükme varmak doğru olmayacaktır.[57]
Ebû Hanîfe kebîra sahiplerini işledikleri günahı helal kabul etmedikleri müddetçe tekfir etmemektedir.[58]
“Ehl-i Kıble”nin de tekfir edilmeyeceğini genel bir kaide olarak eserlerinde zikretmektedir.[59] Bununla birlikte eserlerinde yirmi üç meselede Ehl-i Kıble’yi tekfir etmiştir.
Bu durum bizi Ebû Hanîfe’nin kebîra sahipleriyle Ehl-i Kıble kavramını farklı farklı manalarda kullandığı neticesine götürmektedir.
O, Ehl-i Kıble kavramını bid’atlere düşmeyen kebîra sahipleri için de, bid’at sahibi kebîra sahipleri için de kullanırken, kebîra sahipleri kavramını yalnızca bid’ati olmayan büyük günah sahipleri hakkında kullanmaktadır.
Yani ona göre Ehl-i Kıble’den olan kebîra sahipleri tekfir edilmez, ama bid’atı olan kebîra sahipleri bid’atları küfrü gerektiriyorsa tekfir edilebilirler, denilmesi mümkündür.[60]
Ebû Hanîfe kebîra sahiplerinin îmân dairesinden çıkmayacağı itikadını Kur’an, Sünnet, sahabenin nakil ve uygulamaları ve ma’kulden delillerle ispat etmiştir.
Kur’ân’da Zü’n-Nûn (a.s) kendisinin zalim bir mü’min olduğunu itiraf etmiştir. Ama kendisini küfürle ve nifakla vasfetmemiştir. Günah işlemesine rağmen kâfir olmadığına göre, bu âyet günah sahibinin îmândan çıkmadığına delalet etmektedir.[61]
Ya’kup (a.s)’ın oğulları “Ey babamız bizim günahlarımız için Allah’a istiğfar et... Bizler yaptıklarımızda hatalıydık.”[62] demişler ama hatalarına rağmen kâfir olmamışlardır.[63]
Âyette: ”Allah senin bütün geçmiş ve gelecek günahlarını affetsin diye...”[64] denilmiş, günahlar küfür olarak nitelenmemiştir. Günah işlemek küfür olmuş olsaydı “küfrünü affetsin” denilmesi gerekirdi.[65]
Musa (a.s) bir insan öldürmüştür. Öldürmesi sebebiyle hata ettiği ifade edilmiş ama bu hatası sebebiyle kâfir olmamıştır.[66]
“Nehyolunduğunuz büyük günahlardan kaçınırsanız, diğerlerini affederiz”[67] ve “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez ama bunun dışındaki günahları diledikleri hakkında affeder”[68] buyurulmuştur. Şirkin affedilmemesinin sebebi küfür olmasıdır. Zira küfrün affedilmesi tevbe edilmesi hariç sözkonusu değildir. Diğer günahların affedilmesine cevaz verildiğine göre büyük günahların işlenmesi küfür değildir.[69]
“Zina eden kadın ve erkek”[70] ve “Sizden (zina edenler) bunu yapanlar” denilmiştir.[71] “Sizden” ifadesi zina edenlerin îmân dairesinden çıkmadıklarını gâyet sarih bir şekilde ifade etmektedir.
Savaşan iki grubun da “Mü’minlerden iki topluluk” şeklinde nitelenmesi de birbirleriyle savaşmalarının mü’minleri îmân dairesinden çıkarmadığına sarih bir şekilde delalet etmektedir.[72]
Yine “Onlar salih ameller ve kötü işleri birbirine kattılar, herhalde Allah onların günahlarını affedecektir” buyurulmuştur. Buna göre günahlarla birlikte salih ameller işleyenlerin günahlarının affedileceği bildirilmiş olmaktadır. Günah işlemek küfür olmuş olsa Allah’ın onları affetmesi sözkonusu olmazdı.[73]
Ebû Hanîfe bu meselede Sünnet’ten de delil getirmektedir.
“Kim Allah’a şirk koşmaksızın ölürse cennete girecektir, zina etse de hırsızlık etse de”[74] ve “kim Allah’tan başka ilah olmadığına, benimde onun rasûlu olduğuma şehadet ederse cennet ona vacip olur, zina etse de hırsızlık etse de”[75] hadisleriyle kebîranın, sahibini dinden çıkarmadığına delil getirmiştir.
Yine Ebû Saîd el- Hudrî’nin; bu ümmette şirkten başka sahibini küfre sokacak günah var mıdır diye Allah Rasûlu (s.a.v)’e sorduğunu, Allah Rasûlununde: “Hayır, yalnız şirk var” cevabını verdiğini müsnedlerinde rivâyet etmiştir.[76]
Bu hususta sahabenin nakil ve uygulamalarından da istifade etmiştir. Ona göre Alî (r.a.)’ın Şam ordusunu mü’min olarak nitelemesi[77] İbnu Ömer (r.a.)’ın kebira sahiplerini tekfir etmemesi[78] Muaz b. Cebel’in kebira sahiplerini tekfir etmeyip “Allah dilerse affeder dilerse de cezalandırır”[79] sözleri bu inancın aynı zamanda sahabenin de inancı olduğuna dalalet etmektedir.
İman ve amel farklı farklı olgulardır. Buna göre amelin yokluğundan veya yanlışlığından îmânın bozulması gerekmez. Büyük günahlar, amel çizgisindeki yanlışlık ve hatalar olduğuna göre bunların işlenilmeleriyle îmân bozulmaz, büyük günah sahibi îmân dairesinin dışına çıkmaz.[80]
Bununla birlikte eserlerinde yirmi üç meselede Ehl-i Kıble’yi tekfir etmiştir.
Bu durum bizi Ebû Hanîfe’nin kebîre sahipleriyle Ehl-i Kıble kavramını farklı farklı manalarda kullandığı neticesine götürmektedir.
O, Ehl-i Kıble kavramını bid’atlere düşmeyen kebîra sahipleri için de, bid’at sahibi kebîra sahipleri için de kullanırken; kebîra sahipleri kavramını yalnızca bid’ati olmayan büyük günah sahipleri hakkında kullanmaktadır. Yani ona göre Ehl-i Kıble’den olan kebîra sahipleri tekfir edilmez, ama bid’atı olan kebîra sahipleri bid’atları küfrü gerektiriyorsa tekfir edilebilirler, denilmesi mümkündür.[81]
3- Ebu Hanife’nin Ehli Kıbleyi Tekfir Ettiği Yirmi Üç Mesele
Bu tespit el-Beyâdî’nin tespitidir.[82] Söz konusu meselelerin altısı Allah’a noksan sıfat izafesi, onaltısı “Zarûrât-ı Diniyye”den olan bir esasın inkarı, birisi de bir âyetin yanlış te’vil edilmesi sebebiyledir.
El-Beyâdî bu tespiti yapmakla birlikte söz konusu yirmi üç meseleyi zikretmemiştir.
Bunlar tespitlerimize göre şunlardır:
1. Allah’a mekan, evlat, hanım izafe eden mü’min değildir.[83]
2. Eşyayı Allah’ın yarattığını inkar, mesela; herhangi birşey hakkında, “Şunun yaratıcısı kim bilmiyorum” demek.[84]
3. Allah’ın hayrın olduğu gibi şerrin de yaratıcısı olduğunun kabul etmemek,[85]
4. Nimetlerin Allah’tan başka bir varlığın nimetleri olduğuna itikad etmek,[86]
5. Rabbim yerde mi, gökte mi bilmiyorum demek,[87]
6. Allah Arş’ın üzerindedir demek,[88]
7. Hayrın ve şerrin Allah’tan başkasının tasarrufunda olduğuna inanmak,[89]
8. Allah’ın kelamı mahluktur demek.[90] Aynı şekilde Allah’ın zatî ve fiili sıfatlarının ezeli olduğunu inkar etmek, şüphe etmek, ya da bu meselede tevakkuf etmek,[91]
9. Allah’tan başka bir varlığın fayda veya zarar vermeye gücünün yeteceğine inanmak,[92]
10. Bir mahlûkun Allah’ın ilminin aksine hareket edebileceğine cevaz vermek,[93]
11. Allah’a ve Rasûlü’ne inanmıyorum demek,[94]
12. Kalplerde olanı ve gaybiyyâtı bildiğini iddia etmek,[95]
13. Allah ve Rasûlü’nden şüphe etmek,[96]
14. Allah’ı birlemesine rağmen Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkar etmek,[97]
15. Kâfiri kâfir olarak kabul etmemek,[98]
16. Kafirin nereye gideceğini bilmiyorum, kafir cennette mi yoksa cehennemde midir bilmiyorum demek,[99]
17. Mûsa ve İsa Peygamber miydiler bilmiyorum demek,[100]
18. Allah bana namaz, oruç ve zekatı farz kıldı mı bilmiyorum demek,[101]
19. Cennet ve Cehennemde ebedi kalışı inkar etmek,[102]
20. İslam daveti kendisine ulaştığı halde reddetmek,[103]
21. Bir müslümana ben senin dininden de ibadet ettiğin varlıktan da beriyim demek,[104]
22. Kabir azabını inkar etmek,[105]
23. İtikadla alakalı bir şüpheye düşen hemen o şüpheyi izale etmeye girişmezse kafir olur.[106]
[1] Burasının tafsîlata ihtiyâcı vardır. Zîrâ Allah’ın hükümleri ile hükmetmemek dört şekilde olur: Birincisi: Bu işi mübâh kabûl etmeden, günâhını kabûllenerek, hafîfe ve alaya almadan veya alternatif bir hüküm va’zetmeden. Burada günahkâr olur; kâfir olmaz. İkincisi: Bu işi mübâh kabûl ederek, günâhını kabûllenmeyerek, hafîfe ve alaya alarak veya alternatif bir hüküm va’zederek. Burada kâfir olur. Üçüncüsü: Allah celle celâlühû’nun hükmünün naslarda açıkça bulunmaması veya bulunan nasların sübûtunda yâhud ma'nâyı göstermesinde kesinlik olmayıp zann olması hâlinde ictihâd seviyesinde ilim sâhibi olmayanın Allah’ın hükümleriyle hükmetmesi. Burada, yukarıdaki maddenin aşağısında da olsa günaha girilir. Dördüncüsü: Allah celle celâlühû’nun hükmü nasslarda açıkça bulunmaması veya bulunan nasların sübûtunda yâhud ma'nâyı göstermesinde kesinlik olmayıp zann olması hâlinde ictihâd mertebesinde ilim sâhibi olanların ictihâd edip yanılması sûretiyle Allah'ın hükümleriyle hükmetmemesi. Bu takdîrde müctehid ne küfre, ne de günaha girer; aksine sevâb bile alır. Nitekim İmam Nesefî, Medârik’inde şöyle demiştir: “İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ inkâr ederek hükmetmeyen kâfir, inkâr etmeden hükmeden de zâlim ve fâsıktır, İbnu Mes’ûd da ‘bu hitâb Yehûdîleri de başkalarını da içine almaktadır’ demişlerdir.” (Medârik:1/289, Edâ Neşriyyât.) Nâşir.
[2] Bu da üç çeşit olur: Birincisi: Girilen iş küfür işi ise. Bu takdîrde elbette küfre girilmiş olur. İkincisi: Girilen iş harâm bir iş ise. Bu takdîrde şu günah ya tartışmasız kat’î bir günahdır veya değildir. Tartışmasız değilse, kat’î ise böyle bir işe giren onu günah saymazsa kâfir olur; günah sayarak işe girerse sadece günahkâr olur. Tartışmalı bir günah ise, ister günah kabûl ederek, isterse etmeyerek işe girerse sadece günahkâr olur. Ancak günah saymamasının günâhı diğerinden daha büyüktür. Üçüncüsü: Girilen iş mübâh bir iş ise. Bu takdîrde o işe girmekle mücâvir başka haramlar işleniyorsa, bu işe girmek de haramdır. Bu harâm kat’î bir harâmsa ve iş mübâh sayılıyorsa yine küfre girilir. Mübâh sayılmıyorsa, sadece günahkâr olunur. İslâmî Şahsiyyete leke gelip gelmediği de mes’elenin hükmünde te'sîri olur. Dördüncüsü: Yapılan iş meşrû’ bir iş ise ve gayri meşrû’ işlere bulaşılmıyor ise, bu işe girmek ne küfürdür, ne de harâmdır. Girib girmemenin hangisinin evlâ olduğu tartışmalıdır. Bu işe girmekte Ümmet’in zararının olup olmaması veya maslahatının bulunup bulunmaması her halde mes’elenin hükmünü değiştirecektir. Başka meşrû’ olmayan işlere bulaşılıyorsa, mes'ele yukarıdaki maddelere döner.
Bu mes’ele içün, Allâme Cessâs’ın Ahkâmu’l-Kur’ân’ı ile İ’lâu’s-Sünen’in “bir mü’minin kâfirin işinde çalışması câiz midir değil midir?” bahsine bakılsın. Nâşir.
[3] O şeyin küfür olduğunu bilmek.
[4] O sözü söylerken küfrü kasdetmek.
[5] Küfür olan bir şeyi helâl kabul etmek.
[6] Ancak, temel akîde mes’elelerinde cumhûra göre “bilmemenin mâzeret olmayacağı, bunun ancak bazı tâlî mes’elelerde ve dâru’l-harbde mâzeret olabileceği” erbâbınca bilinen bir husûstur. Bknz. Aliyyü’l-Kârî, Şerhu Bedi’i’l-Emâlî, Hızır Bey, el-Kasîdetü Nûniyye Nâşir.
[7] İmâm Ebû Hanîfe Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın en büyük imâmıdır. İmâm Tahâvî bütün Ehl-i Sünnet’in arasında kabul görmüş olan Akîde isimli eserini İmâm Ebû Hanîfe ve talebeleri İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’den nakleder.
[8] El-Fıkhu’l-Ekber, sahife:62; el-Vasiyye, s. 150; el-Âlim ve’l Müteallîm, s. 15; el-Mekkî, Menâkıbu Ebû Hanîfe, I. 76, 77; el-Kerderî, Menâkibu Ebû Hanîfe, II. 158; es-Semerkandî, Şemsuddîn, es-Sehâifû İlâhiyye, s. 450, 461, Mektebetu’l Felâh, Kuveyt, 1985; Şehzâde Abdurrâhim b. Ali, Nazmu’l Ferâid ve Cem’ul Fevâid fî Beyâni’l Mesaili’lleti Vekaa fihâ’l İhtilâfu Beyne’l Mâturidiyyetî ve’l Eş’arîyyetî fi’l Akâid, s.49, Kâhire, 1323 h.
[9] el-Vasiyye, s. 150
[10] el-Mâide, 5/83-85
[11] el-Mekkî, a.g.e., I. 124, 125; el-Kerderî, a.g.e., II. 201, 202.
[12] el-Bakara, 1/36
[13] el-Feth, 48/26
[14] el-Hac, 22/24
[15] İbrahîm, 14/27
[16] İbrahîm, 14/27
[17] el-Mekkî, , a.g.e., I. 124, 125; el-Kerderî, a.g.e., II. 201, 202
[18] el-Hicr, 15/39
[19] el-A’raf, 7/14
[20] el-A’raf, 7/12
[21] el-Mekkî, , a.g.e., I. 124, 125; el-Kerderî, a.g.e., II. 201, 202
[22] en-Neml, 27/14
[23] en-Nahl, 16/83
[24] Yûnûs, 10/31, 32
[25] el-Mekkî, , a.g.e., I. 124, 125; el-Kerderî, , a.g.e., II. 201, 202
[26] el-Bakara, 1/146; el-Enâm, 6/20
[27] el-Mekkî, , a.g.e., I. 124, 125; el-Kerderî, , a.g.e., II. 201, 202
[28] bkz. el-Mekkî, , a.g.e., I.125; el-Kerderî, , a.g.e., II. 202, Hadisin senet ve metni için bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II. 492, IV. 63-341, V. 371-376, Müessesetu’l Kurtuba, Kâhire, tsz.
[29] Ez-Zebîdî, Ukûdu’l Cevâhiri’l Münîfe, I. 195; el-Hârizmî, Câmiu’l Mesânid, I. 119.
[30] Nurûddîn, es-Sâbûnî, (el-Bidâye, s.8) 88, Ebu’l Mûîn en-Nesefî, (bkz. et-Temhid, s. 100); ve es-Semerkandî, (bkz. es-Sehâifu’l İlâhiyye, s. 450, 461) bunlardandır.
[31] Ebû Hanîfe bir insanın îmânının sahih olabilmesi için aşağıdaki esasların doğruluğunu kalben tasdik edilip dil ile ikrârını şart koşmuştur.
Allah’ın var, bir ve ortaktan münezzeh olduğuna ve Kur’ân ve Sünnette gelen Zâti fiilî ve bilâkeyf sıfatlarına îmân. Meleklerine îmân. Kitaplarına îmân. Peygamberlerine îmân. Öldükten sonra dirilişe îmân. Kazâ ve Kaderin hak olduğuna, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna îmân. Hesab’a, mizân’a, Cennet ve Cehennem’e îman. El-Fıkhu’l-Ekber, s. 58
[32] El-Fıkhu’l Ebsât, s. 38, 43; Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 67; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 16.
[33] bkz. eş-Şehristanî, el-Milel ve’n Nihal, I. 141; Ebû Hanîfe’nin kendisine Mürcie denilmesi hakkındaki görüşü için bkz. Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 66-70; Ebû Hanîfe’ye “Mürcî” denilmesi ile ilgili değerlendirmeler için bkz. el-Leknevî, er-Raf’u ve Tekmîl fi’l Cerhî ve’t Ta’dîl, s. 81 vd. Mektebetu’l Matbûâti’l İslamiyye, Halep, 1987.
[34] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 67
[35] et-Teğâbun, 64/9
[36] er-R’ad, 13/29
[37] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 67.
[38] “Ey fakirler zekât verecek derecede zengin değilsiniz, o halde zekât vermeyin” demek.
[39] El-Vasiyye, s. 151.
[40] Yûsûf, 13/95
[41] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68.
[42] en-Nîsa, 4/176
[43] el-Bakara, 2/282
[44] eş-Şuârâ, 26/20
[45] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68
[46] el-Hucûrât, 49/9
[47] el-Fıkhu’l-Ebsat, s. 40
[48] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68
[49] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 69
[50] el-Fıkhu’l Ekber, s. 61; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 18; el-Fıkhu’l Ebsat, s. 45
[51] el-Fıkhu’l Ekber, s. 60; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 19
[52] el-Fıkhu’l Ekber, s. 60; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 19
[53] el-Fıkhu’l Ekber, s. 61; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 21
[54] el-Fıkhu’l Ebsat, s.43; el-Mekkî, a.g.e., I. 170, 171, 435; el-Kerderî, a.g.e.
[55] en-Nisâ, 4/31
[56] en-Nisâ, 4/116
[57] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 43; Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 69
[58] el-Fıkhu’l Ekber, s. 61; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 21
[59] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 69; el-Mekkî, a.g.e., I. 70,71, 432, 435; el-Kerderî, II. 161.
[60] Ehl-i Kıble kavramının el-Bettî’ye risalesindeki kullanılışı bu kavramın günahkar mü’minler hakkında konulmuş genel bir kavram olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Sahabe arasında geçen olayları “Ehl-i Kıble tekfir edilmez” aslı çerçevesinde incelediğine göre Ebû Hanîfe bu kavramı Ehl-i Sünneti’in günahkarları için de kullanımıştır. Buna göre Ehl-i Kıble kavramı ile “Kebire sahibi” kavramları eş anlamlı kavramlar olurlar. Bu kavram Ehl-i Bid’at’ten olup da küfrü gerektirecek bir bid’ata düşmeyenler için kullanılıyorsa ki bu da mümkün görülmektedir. Mes’ele: el-Menziletu Beynel Menzileteyn nazariyesi ona göre bid’attir. Ama bu bid’at sahiplerini tekfir etmemiştir. (Bkz. Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68; el-Fıkhu’l Ekber, s. 4.) Bu durumda Ehl-i Kıble kavramıyla (kebîra sahibi) kavramı arasında “Umum ve Husus min Vech” var demektir. Bir başka ifadeyle bid’at da bir büyük günahtır. Ama îmânı iptal edecek bir şey olmadığı müddetçe kebîra olarak kalır. Ama îmâna muhalif bir şey olursa irtidad vukû bulur. Ebû Hanîfe’nin Ehll-i Kıble kavramını -Ehl-i Bid’at’ın küfre düşmeyenlerin hakkında da kullanmış oması- onları tekfir etmediğine göre vâki ve sabittir.
[61] el-Enbiyâ, 21/87; bkz. el-Fıkhu’l Ebsat, s. 51.
[62] Yûsûf, 12/97
[63] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 51
[64] el-Feth, 48/2
[65] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 52
[66] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 52, Bu olay Kur’an’da birçok âyette zikredilmiştir. Örnek olarak bkz. el-Kehf, 18/74; Tâhâ, 20/40; el-Kasâs, 28/19-33.
[67] en-Nîsa, 4/31
[68] en-Nîsa, 4/116
[69] el-Âlim ve’l Müteallim, s. 18.
[70] en-Nûr, 24/2-3.
[71] en-Nîsa, 4/16; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 27.
[72] el-Hucurât, 49/9; bkz. Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68.
[73] et-Tevbe, 9/102; bkz. el-Âlim ve’l Müteallim, s. 25.
[74] El-Hârizmî, Câmiu’l Mesânid, I. 157; ez-Zebîdî, Ukûdu’l Cevâhiri’l Münîfe, I. 30. Ayrıca bkz. el-Buhârî, İlim, 49, Cenâiz, 1, Bed’ul Halk, 6; Müslîm, İman, 150- 153; Zekat, 32, 33; et-Tirmizî, İman 18, Salât 1, Cihâd 18; İbnu Mâce, Diyât 1, Ebed 58, Zühd 37; Ahmed b. Hanbel I. 374, 382, 485, 442.
[75] El-Hârizmî a.g.e., I. 128, Ayrıca bkz. el-Buhârî, el-Cenâiz I., Bed’ul Halk 6, Tevhid 33, 35; Ahmed b. Hanbel, V. 152, VI. 166; Müslîm, İman 153- 154; et-Tirmîzî, İman 18.
[76] El-Hârizmî a.g.e., I. 141.
[77] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68, 69.
[78] El-Hârizmî a.g.e., I. 187.
[79] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 43, 44
[80] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 67.
[81] Sahabe arasında geçen olayları “Ehl-i Kıble tekfir edilmez” aslı çerçevesinde incelediğine göre Ebû Hanîfe bu kavramı Ehl-i Sünnet’in günahkarları için de kullanmıştır. Buna göre Ehl-i Kıble kavramı ile “Kebîre sahibi” kavramları eş anlamlı kavramlar olurlar. Bu kavram Ehl-i Bid’at’ten olup da küfrü gerektirecek bir bid’ata düşmeyenler için kullanılıyorsa ki bu da mümkün görülmektedir. Mesela: el-Menziletü Beyne’l Menzileteyn nazariyesi ona göre bid’attir. Ama bu bid’at sahiplerini tekfir etmemiştir. (Bkz. Risâletu Ebî Hanîfe İle’l-Bettî, s. 68; el-Fıhku’l-Ekber, s. 4.) Bu durumda Ehl-i Kıble kavramıyla (kebîra sahibi) kavramı arasında “Umum ve Husus min Vech” var demektir. Bir başka ifadeyle bid’at da bir büyük günahtır. Ama imanı iptal edecek bir şey olmadığı müddetçe kebîra olarak kalır. Ama imana muhalif bir şey olursa irtidad vukû bulur. Ebû Hanîfe’nin Ehl-i Kıble kavramını -Ehl-i Bid’at’ın küfre düşmeyenlerin hakkında da kullanmış olması- onları tekfir etmediğine göre vâki ve sabittir.
[82] Bkz. İşârâtu’l Merâm min İbârâti’l İmâm, s. 51.
[83] el_Âlim ve’l Müteallim, s. 32
[84] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 37
[85] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 39
[86] el-Âlim ve’l Müteallim, s. 34
[87] el-Fıkhu’l Ebsat, s.45
[88] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 45
[89] el-Vasiyye, s.73
[90] el-Vasiyye, s.73
[91] el-Fıkhu’l Ekber, s.58
[92] el-Âlim ve’l Müteallim, s.30
[93] el-Fıkhu’l Ebsat, s.39
[94] el-Âlim ve’l Müteallim, s. 29
[95] el-Âlim ve’l Müteallim, s.24
[96] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 43
[97] el-Âlim ve’l Müteallim, s. 23
[98] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 41
[99] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 43
[100] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 43
[101] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 37
[102] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 52
[103] Risaletu Ebî Hanîfe ile’l Bettî, s. 67
[104] el-Âlim ve’l Müteallim, s. 29
[105] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 48
[106] el-Fıkhu’l Ekber, s. 64
KAYNAK:http://www.gurabamecmuasi.com/Dergi...14&Itemid=489&option=com_content&view=article
İmâm Ebû Hanîfe’nin Îmân Tarifi ve Büyük Günah Sahiblerinin Durumları Hakkındaki Görüşü
Muhammed Önder.
İmâm Ebû Hanîfe’nin Îmân Tarifi ve Büyük Günah Sahiblerinin Durumları Hakkındaki Görüşü
Îmânın tanımı ve bu tanımın delillerini bilmek, Akâid ilmini sağlıklı olarak algılamak ve Ehl-i Sünnet olarak hayata bakabilmek için çok önemlidir.
Günümüzde bazı Hanbeli mezhebi mensupları ve Akâid ilmini hazmetmemiş bazı Hanefî mezhebi müntesibleri hatalı mü’minleri günahları sebebiyle tekfir etmektedirler.
Onlara göre; Namazı terk etmek, müslümana silah çekmek, Allah’ın kanunlarıyla hükmetmemek,[1] İslâmî olmayan bir yönetimde devlet görevi almak küfürdür[2] ve bu görüş Ehl-i Sünnet’in görüşüdür.
Kanaatimizce bu nisbet bu genellemeyle hatalıdır. Günah sahibi günahı işlemeyi helal kabul etmediği müddetçe dinden çıkmaz. Tekfirde genel bir kural olarak; Bilmek[3], Kasdetmek[4] ve helal kabul etmek[5] nitelikleri oluşmadıkça bir mü’mini tekfirden uzak durmak gerekir.[6]
Her mü’min îmân ve küfür konularında îmânı küfürden ayırd edebilecek seviyede bir meleke kesb etmek durumundadır. Îmân tanımı ve îmân-amel ilişkisi hakkındaki görüş ve delilleri ayrıntılarıyla öğrenmek; büyük günah sahiplerinin hükmünü kritik etme yeteneğini okuyuculara kazandıracaktır.
Bu makalede İmâm Ebû Hanîfe’nin anlatımı ve delillendirme-leriyle bu konuları ele aldık[7].
Tevfîk ve hidâyet Allah’tandır.
1- Îmânın Tarifi
İmâm Ebû Hanîfe’ye göre îmân, kalbin tasdiki ve dilin ikrarından ibarettir.[8]
Tek başına ikrâr, tasdik ve marifet îmânın sahih olması için yeterli olmaz. Zira ikrârın yeterli olmasını kabul durumunda münafıkların, tasdikin yeterli olması durumunda îmânı ikrâr etmeyenlerin; marifetin yeterli olması durumunda da Şeytan’ın ve Ehl-i Kitab’ın îmânlarının sahih olması gerekir. Halbuki bütün bu sayılanlar Kur’ân âyetlerinin şehadetleriyle kafirdirler.[9]
Ona göre tek başına tasdikin yeterli olmayacağına ve ikrarın şart olduğuna Kur’ân’dan pek çok delil getirmek mümkündür. Örneklenecek olursa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rasûle indirileni duyunca gözlerinin, bildikleri doğrular sebebiyle dolu dolu olduğunu görürsün. Derler ki: Ey Rabbimiz biz îmân ettik... Allah da onları bu sözlerine karşılık altlarından ırmaklar aktığı cennetlerle mükafatlandırır.”[10] Bu âyete göre Allah, insanlara marifet ve ikrâra binaen cenneti vadetmektedir.[11]
Yine “Allah’a ve bize indirilene îmân ettik deyin”[12] ve “Allah onlara takva kelimesini farz kılmıştır”[13] “Onlar sözlerin en güzeline hidâyet olundular”[14] “Allah îmân edenleri dünya ve ahirette sabit söz üzerine sebat ettirir”[15] “Onlar sizin îmânınız gibi îmân ederlerse kurtulurlar”[16] buyurmuştur.
Allah Teâlâ mezkûr âyetlerde îmânı: “Sabit Söz”, “Takva kelimesi” “Sözlerin En Güzeli” şeklinde nitelemiş ve “İman ettik deyin” şeklinde ikrârı emretmiştir. Sonradan gelecek mü’minlerin de ifade edilen şekilde îmân etmeleri durumunda kurtuluşa ereceklerini haber vermiştir.
Bütün bunlardan îmânın sıhhati için tek başına tasdikin yeterli olmadığı ortaya çıkar.[17]
Tasdik ve ikrâr olmaksızın tek başına marifet de yeterli değildir.
Ebû Hanîfe buna delil olarak İblis, kafirler ve Ehl-i Kitab’ın îmânlarının sahih olmadığını ifade eden âyetleri göstermiştir.
İblis Allah’ı tanımaktadır. “Ey Rabbim beni dalalete düşürdün...”[18] “Bana onların tekrar dirileceği güne kadar mühlet ver”[19] “Beni ateşten onu topraktan yarattın”[20] dediği sâbittir. Bütün bu âyetlerin de ifade ettiği gibi İblis Rabbini tanımakta onun yaratıcısı olduğunu itiraf etmektedir. Ama buna rağmen Kur’ân onun kafir olduğunu haber vermektedir. Tek başına marifet yeterli olmuş olsaydı İblis’in kâfir olmaması gerekirdi.[21]
Yüce Allah kâfirlerin hakkında “Onu tanımalarına rağmen bile bile inkar ettiler”[22] “Allah’ın nimetlerini bilirler, sonrada inkar ederler, onların çoğu kafirlerdir.”[23] “Onlara, sizlere göklerde ve yerlerde kim rızık veriyor denildiğinde; Allah derler... Onlara öyleyse Allah’tan hiç korkmaz mısınız de.”[24] buyurmaktadır.
Âyetlerde de açıkça ifade edildiği gibi kâfirlerin bir kısmı Allah’ı bilmelerine rağmen küfürle vasfedilmiş-lerdir. Yani tek başına Allah’ın tanınması îmânın sıhhati için yeterli değildir.[25]
Ehl-i Kitap için de durum aynıdır. Onlar Allah Rasûlünün hak peygamber olduğunu bilmelerine rağmen ona îmân etmemişlerdir. Bu sebeple haklarında “Onlar onu çocuklarını bildikleri gibi bilirler”[26] buyurulmuştur.
Tek başına bilmek yeterli olmuş olsaydı Ehl-i Kitab’ın îmânlarının sahih olması gerekirdi.[27]
Ebû Hanîfe “İmanın tasdik ve ikrar oluşuna” Kur’an’ın yanı sıra sünnetten de delil getirmiştir.
Ona göre Allah Rasûlü’nün “Lâ ilâhe illallâh deyin, kurtulun”[28] sözü ile, müşrikleri îmâna davet ederken onları Allah’ın var, bir ve ortağının olmadığına, kendisinin de, Allah’ın katından getirdiklerinin hak oluşuna şehadet ve bunu ikrar etmeye davet edişi de[29] îmânın tasdik ve ikrar olduğuna delalet etmektedir.
Müşriklerden şehadet ve ikrârı istemesi ve bunarı kabul etmeyenleri kâfir sayması göz önünde bulundurulursa ikrârın îmânın rükunlarından olduğu şüpheye yer kalmayacak ölçüde anlaşılacaktır.
İşte Ebû Hanîfe bütün bu örneklerden hareketle îmânı; kalbin marifeti ve tasdiki, dilin de bunları ikrarı olarak tarif etmiştir. Luğavî ve Kur’anî kullanım esas alınarak yapılmış olduğu söyleyebileceğimiz bu îmân tarifi onun itikadla alakalı eserlerinde ve menâkıb kitaplarındaki konu ile ilgili metinlerde bu şekilde geçmektedir.
Bununla birlikte Hanefî kelâm ulemâsından bazıları[30] “İman kalbin tasdikidir, dil ile ikrâr ise İslâm hükümlerinin tatbiki için şart koşulmuştur” şeklindeki görüşü İmâm’a izafe etmişlerdir. Bütün bu delil ve delillendirmelerle de ortaya çıktığı gibi bu görüşün Ebû Hanife’ye nispeti hatalıdır.
Ebû Hanîfe îmânın mahiyeti hakkında eserlerinde değişik tanımlamalar getirir. Bütün tarifler bir araya getirildiğinde ortaya şu tarif çıkmaktadır:[31]
“İman: Allah’ın var, bir ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna, ortağının olmadığına, Kur’ân’a ve Kur’ân’ın getirdiği bütün hükümlere, Hz. Peygamber ve onun getirdiği her şeye, meleklere, kitaplara, peygamberlere, Cennet ve Cehenneme, kıyamet gününe, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, her mahlûkun bir kaderinin olduğuna ve niçin yaratıldıysa neticede ona ulaşacağına, şehadet etmek, bunları kalben tasdik edip dil ile ikrar etmek ve Kur’an ve Sünnetle sabit hiçbirşeyi inkar etmemektir.”[32]
2-Îman-Amel İlişkisi
a-Îmân Amel Farklılığı ve Amelin İmandan Bir Cüz Olup Olmaması:
Ebû Hanîfe îmânı tarifine uygun olarak; amelin îmândan bir cüz olmadığını söylemiştir. “Mürcietu’s Sünne”[33]den sayılmasına sebep olan bu görüşünü, Kur’ân ve Sünnet’ten delillere dayandırdığı bir takım genel kaidelerle desteklemiştir.
-Farzların teşriinden önceki dönemde îmânın, ameli emirlerden mücerretliği, -büyük günah ve özür sahiplerinin îmânlarının Kur’ân’la sübûtu, -Kur’ân’da “dalâlet” ve “hata”nın küfürle eş anlamlı olarak kullanılmaması ve -Sahabe-i Kirâm’ın amel ve tavırları bunların başlıcalarıdır.
İslâma giriş: Allah’ın var, bir ve ortağının olmadığına şehadetle olmuş, ameller ancak İslâm şehadetinde bulunulduktan sonra farz kılınmıştır.[34] Allah Teâlâ Kur’ân’da îmânla ameli birbirinden ayırmıştır. “Kim Allah’a îmân eder ve salih amel işlerse”[35] ve “İman edenler, salih amel işleyenler”[36] âyetleri bunu açıkça ifade etmektedir.[37]
Amelin îmândan bir cüz sayılması durumunda; hayızlı ve nifaslı bir kadına namaz kılmamasını emreden âyetlerin onları îmândan men ediyor olmaları gerekecektir. Bu ise caiz değildir. Aynı şekilde fakirlere,[38] “zekat vermeyin” demek caiz değildir, ama onlara “îmân etmeyin” ya da “sizin üzerinize îmân farz değil” demek caiz değildir.[39]
Kur’ân’da yanlış amel işleyenler, ya da hata edenler hakkında pek çok âyet vardır. Ama bunlarda hatalar ve yanlış ameller küfürle eş anlamlı kullanılmamışlardır. Oğulları Yakub (a.s.)’a: “Sen hala eski dalâletin üzerindesin”[40] demişlerdir. Amelin îmândan bir parça sayılması halinde bu âyetin manası “Sen hala eski küfrün üzerindesin” şeklinde olacaktır ki bunun da yanlışlığı açıktır.[41]
Allah Teâlâ: “Allah sizlere sapmamanız için doğruları açıklıyor”[42] ve “Birisi saparsa diğeri doğruyu hatırlatsın.”[43] buyurmuştur.
Kur’ân’da bir peygamberin hatasını itirafı “Ben onu bir hata olarak yaptım”[44] şeklinde geçmektedir. Amel îmândan bir parça olmuş olsaydı; bu âyetlerdeki sapma, hata vs. amel ve sözlerden sahiplerinin kâfir olmaları gerekirdi. Allah Teâlâ bu amelleri küfür olarak nitelememiştir.[45] Kaldı ki küfür olduğu iddia edilirse bundan peygamberlerin de kâfir olmaları gerekir. Bunun ise yanlışlığı ortadadır.
Büyük günah işleyenler de Kur’ân’da küfürle vasfedilmemek-tedir. “Eğer iki mü’min topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını bulun, birisi bir diğerine haksız yere saldırırsa Allah’ın emrine uyuncaya kadar hak üzere olan grupla birlikte olup diğer gruba karşı savaşın”[46] buyurulmuştur.
Âyette “Bağiler” de, “hak üzere olan grup” da îmânla vasfedilmek-tedir. Bu ise büyük günahın mü’mini îmân dairesinden çıkarmadığını gâyet açık bir şekilde göstermektedir. Amel îmândan bir parça olmuş olsaydı, bu îmâna aykırı amelin sahibini dinden çıkarması gerekirdi.[47]
Sahabe-i Kiram raşid halifeleri “Mü’minlerin Emirleri” olarak vasfediyorlardı. Halbuki tebeaların-da hatalı ameller işleyenler de vardı.[48]
Alî (r.a.) “Şam ordusunu” anlaşma metninde “Mü’min” olarak vasfetmişti. Amel îmândan bir parça olmuş olsaydı, halifeler ancak hatasızların emiri olur, Şam ordusunun da îmân dairesinden çıkmaları gerekirdi.[49]
b-Îmân ve Büyük Günah:
Ebû Hanîfe günahları üç gruba ayırmıştır. Bunlardan birincisi “Şirk”tir.[50] İslâm ümmeti bu günahın sahibinin îmân dairesinden çıkacağında ittifak etmişlerdir.
İkincisi şirkten başka diğer büyük günahlardır. Bunara “Kebâir” ismini vermektedir.[51]
Üçüncüsü de büyük günahların dışında kalan diğer günahlardır. Bunlara “Sağâir” ismini vermiştir.[52]
Kebîra sahibinin dünyadaki hükmü:
Büyük günah işlemek helal kabul edilmedikçe sahibini dinden çıkarmaz. Böyleleri mü’mindirler ama günahları sebebiyle fasık mü’minlerdir.[53]
Bir kimse İslâm’a girdiği yerden çıkmadıkça yani İslâm akdini bozmadıkça kâfir olmaz.[54] Kebira sahibinin dünyadaki hükmü budur.
Kebîra sahibinin âhiretteki hükmü:
Kebîra sahibinin ahiretteki hükmü ise; tevbe ederek ölenler ve tevbe etmeksizin ölenler olmak üzere iki grupta müteala edilir.
Ebû Hanîfe tevbe edenlerin hükümlerini kaydetmemiş, tevbe etmeden ölenlerin affedilip affedilmemesinin Allah’a havale edilmesini tercih etmiştir. Çünkü Allah: “Nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, diğer günahlarınızı affederiz.”[55] buyurmuştur. Büyük günahların hepsi bilinmediğinden Allah şunları affeder, şunları affetmez demek doğru olmaz. Âyette: “Allah şirkten başka bütün günahları diledikleri hakkında affedecektir.”[56] denilmektedir. Buna göre belki de şirk dışındaki bütün günahları affedecek, sahiplerini de direkt olarak cennetine sokacaktır. Belki de onları önce günahlarına karşılık azap edecek, sonrasında cennetine sokacaktır.
Bu sebeple tevbe etmeden ölen büyük günah sahiplerinin affedilip affedilmemesi hakkında kesin bir hükme varmak doğru olmayacaktır.[57]
Ebû Hanîfe kebîra sahiplerini işledikleri günahı helal kabul etmedikleri müddetçe tekfir etmemektedir.[58]
“Ehl-i Kıble”nin de tekfir edilmeyeceğini genel bir kaide olarak eserlerinde zikretmektedir.[59] Bununla birlikte eserlerinde yirmi üç meselede Ehl-i Kıble’yi tekfir etmiştir.
Bu durum bizi Ebû Hanîfe’nin kebîra sahipleriyle Ehl-i Kıble kavramını farklı farklı manalarda kullandığı neticesine götürmektedir.
O, Ehl-i Kıble kavramını bid’atlere düşmeyen kebîra sahipleri için de, bid’at sahibi kebîra sahipleri için de kullanırken, kebîra sahipleri kavramını yalnızca bid’ati olmayan büyük günah sahipleri hakkında kullanmaktadır.
Yani ona göre Ehl-i Kıble’den olan kebîra sahipleri tekfir edilmez, ama bid’atı olan kebîra sahipleri bid’atları küfrü gerektiriyorsa tekfir edilebilirler, denilmesi mümkündür.[60]
Ebû Hanîfe kebîra sahiplerinin îmân dairesinden çıkmayacağı itikadını Kur’an, Sünnet, sahabenin nakil ve uygulamaları ve ma’kulden delillerle ispat etmiştir.
Kur’ân’da Zü’n-Nûn (a.s) kendisinin zalim bir mü’min olduğunu itiraf etmiştir. Ama kendisini küfürle ve nifakla vasfetmemiştir. Günah işlemesine rağmen kâfir olmadığına göre, bu âyet günah sahibinin îmândan çıkmadığına delalet etmektedir.[61]
Ya’kup (a.s)’ın oğulları “Ey babamız bizim günahlarımız için Allah’a istiğfar et... Bizler yaptıklarımızda hatalıydık.”[62] demişler ama hatalarına rağmen kâfir olmamışlardır.[63]
Âyette: ”Allah senin bütün geçmiş ve gelecek günahlarını affetsin diye...”[64] denilmiş, günahlar küfür olarak nitelenmemiştir. Günah işlemek küfür olmuş olsaydı “küfrünü affetsin” denilmesi gerekirdi.[65]
Musa (a.s) bir insan öldürmüştür. Öldürmesi sebebiyle hata ettiği ifade edilmiş ama bu hatası sebebiyle kâfir olmamıştır.[66]
“Nehyolunduğunuz büyük günahlardan kaçınırsanız, diğerlerini affederiz”[67] ve “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez ama bunun dışındaki günahları diledikleri hakkında affeder”[68] buyurulmuştur. Şirkin affedilmemesinin sebebi küfür olmasıdır. Zira küfrün affedilmesi tevbe edilmesi hariç sözkonusu değildir. Diğer günahların affedilmesine cevaz verildiğine göre büyük günahların işlenmesi küfür değildir.[69]
“Zina eden kadın ve erkek”[70] ve “Sizden (zina edenler) bunu yapanlar” denilmiştir.[71] “Sizden” ifadesi zina edenlerin îmân dairesinden çıkmadıklarını gâyet sarih bir şekilde ifade etmektedir.
Savaşan iki grubun da “Mü’minlerden iki topluluk” şeklinde nitelenmesi de birbirleriyle savaşmalarının mü’minleri îmân dairesinden çıkarmadığına sarih bir şekilde delalet etmektedir.[72]
Yine “Onlar salih ameller ve kötü işleri birbirine kattılar, herhalde Allah onların günahlarını affedecektir” buyurulmuştur. Buna göre günahlarla birlikte salih ameller işleyenlerin günahlarının affedileceği bildirilmiş olmaktadır. Günah işlemek küfür olmuş olsa Allah’ın onları affetmesi sözkonusu olmazdı.[73]
Ebû Hanîfe bu meselede Sünnet’ten de delil getirmektedir.
“Kim Allah’a şirk koşmaksızın ölürse cennete girecektir, zina etse de hırsızlık etse de”[74] ve “kim Allah’tan başka ilah olmadığına, benimde onun rasûlu olduğuma şehadet ederse cennet ona vacip olur, zina etse de hırsızlık etse de”[75] hadisleriyle kebîranın, sahibini dinden çıkarmadığına delil getirmiştir.
Yine Ebû Saîd el- Hudrî’nin; bu ümmette şirkten başka sahibini küfre sokacak günah var mıdır diye Allah Rasûlu (s.a.v)’e sorduğunu, Allah Rasûlununde: “Hayır, yalnız şirk var” cevabını verdiğini müsnedlerinde rivâyet etmiştir.[76]
Bu hususta sahabenin nakil ve uygulamalarından da istifade etmiştir. Ona göre Alî (r.a.)’ın Şam ordusunu mü’min olarak nitelemesi[77] İbnu Ömer (r.a.)’ın kebira sahiplerini tekfir etmemesi[78] Muaz b. Cebel’in kebira sahiplerini tekfir etmeyip “Allah dilerse affeder dilerse de cezalandırır”[79] sözleri bu inancın aynı zamanda sahabenin de inancı olduğuna dalalet etmektedir.
İman ve amel farklı farklı olgulardır. Buna göre amelin yokluğundan veya yanlışlığından îmânın bozulması gerekmez. Büyük günahlar, amel çizgisindeki yanlışlık ve hatalar olduğuna göre bunların işlenilmeleriyle îmân bozulmaz, büyük günah sahibi îmân dairesinin dışına çıkmaz.[80]
Bununla birlikte eserlerinde yirmi üç meselede Ehl-i Kıble’yi tekfir etmiştir.
Bu durum bizi Ebû Hanîfe’nin kebîre sahipleriyle Ehl-i Kıble kavramını farklı farklı manalarda kullandığı neticesine götürmektedir.
O, Ehl-i Kıble kavramını bid’atlere düşmeyen kebîra sahipleri için de, bid’at sahibi kebîra sahipleri için de kullanırken; kebîra sahipleri kavramını yalnızca bid’ati olmayan büyük günah sahipleri hakkında kullanmaktadır. Yani ona göre Ehl-i Kıble’den olan kebîra sahipleri tekfir edilmez, ama bid’atı olan kebîra sahipleri bid’atları küfrü gerektiriyorsa tekfir edilebilirler, denilmesi mümkündür.[81]
3- Ebu Hanife’nin Ehli Kıbleyi Tekfir Ettiği Yirmi Üç Mesele
Bu tespit el-Beyâdî’nin tespitidir.[82] Söz konusu meselelerin altısı Allah’a noksan sıfat izafesi, onaltısı “Zarûrât-ı Diniyye”den olan bir esasın inkarı, birisi de bir âyetin yanlış te’vil edilmesi sebebiyledir.
El-Beyâdî bu tespiti yapmakla birlikte söz konusu yirmi üç meseleyi zikretmemiştir.
Bunlar tespitlerimize göre şunlardır:
1. Allah’a mekan, evlat, hanım izafe eden mü’min değildir.[83]
2. Eşyayı Allah’ın yarattığını inkar, mesela; herhangi birşey hakkında, “Şunun yaratıcısı kim bilmiyorum” demek.[84]
3. Allah’ın hayrın olduğu gibi şerrin de yaratıcısı olduğunun kabul etmemek,[85]
4. Nimetlerin Allah’tan başka bir varlığın nimetleri olduğuna itikad etmek,[86]
5. Rabbim yerde mi, gökte mi bilmiyorum demek,[87]
6. Allah Arş’ın üzerindedir demek,[88]
7. Hayrın ve şerrin Allah’tan başkasının tasarrufunda olduğuna inanmak,[89]
8. Allah’ın kelamı mahluktur demek.[90] Aynı şekilde Allah’ın zatî ve fiili sıfatlarının ezeli olduğunu inkar etmek, şüphe etmek, ya da bu meselede tevakkuf etmek,[91]
9. Allah’tan başka bir varlığın fayda veya zarar vermeye gücünün yeteceğine inanmak,[92]
10. Bir mahlûkun Allah’ın ilminin aksine hareket edebileceğine cevaz vermek,[93]
11. Allah’a ve Rasûlü’ne inanmıyorum demek,[94]
12. Kalplerde olanı ve gaybiyyâtı bildiğini iddia etmek,[95]
13. Allah ve Rasûlü’nden şüphe etmek,[96]
14. Allah’ı birlemesine rağmen Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkar etmek,[97]
15. Kâfiri kâfir olarak kabul etmemek,[98]
16. Kafirin nereye gideceğini bilmiyorum, kafir cennette mi yoksa cehennemde midir bilmiyorum demek,[99]
17. Mûsa ve İsa Peygamber miydiler bilmiyorum demek,[100]
18. Allah bana namaz, oruç ve zekatı farz kıldı mı bilmiyorum demek,[101]
19. Cennet ve Cehennemde ebedi kalışı inkar etmek,[102]
20. İslam daveti kendisine ulaştığı halde reddetmek,[103]
21. Bir müslümana ben senin dininden de ibadet ettiğin varlıktan da beriyim demek,[104]
22. Kabir azabını inkar etmek,[105]
23. İtikadla alakalı bir şüpheye düşen hemen o şüpheyi izale etmeye girişmezse kafir olur.[106]
[1] Burasının tafsîlata ihtiyâcı vardır. Zîrâ Allah’ın hükümleri ile hükmetmemek dört şekilde olur: Birincisi: Bu işi mübâh kabûl etmeden, günâhını kabûllenerek, hafîfe ve alaya almadan veya alternatif bir hüküm va’zetmeden. Burada günahkâr olur; kâfir olmaz. İkincisi: Bu işi mübâh kabûl ederek, günâhını kabûllenmeyerek, hafîfe ve alaya alarak veya alternatif bir hüküm va’zederek. Burada kâfir olur. Üçüncüsü: Allah celle celâlühû’nun hükmünün naslarda açıkça bulunmaması veya bulunan nasların sübûtunda yâhud ma'nâyı göstermesinde kesinlik olmayıp zann olması hâlinde ictihâd seviyesinde ilim sâhibi olmayanın Allah’ın hükümleriyle hükmetmesi. Burada, yukarıdaki maddenin aşağısında da olsa günaha girilir. Dördüncüsü: Allah celle celâlühû’nun hükmü nasslarda açıkça bulunmaması veya bulunan nasların sübûtunda yâhud ma'nâyı göstermesinde kesinlik olmayıp zann olması hâlinde ictihâd mertebesinde ilim sâhibi olanların ictihâd edip yanılması sûretiyle Allah'ın hükümleriyle hükmetmemesi. Bu takdîrde müctehid ne küfre, ne de günaha girer; aksine sevâb bile alır. Nitekim İmam Nesefî, Medârik’inde şöyle demiştir: “İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ inkâr ederek hükmetmeyen kâfir, inkâr etmeden hükmeden de zâlim ve fâsıktır, İbnu Mes’ûd da ‘bu hitâb Yehûdîleri de başkalarını da içine almaktadır’ demişlerdir.” (Medârik:1/289, Edâ Neşriyyât.) Nâşir.
[2] Bu da üç çeşit olur: Birincisi: Girilen iş küfür işi ise. Bu takdîrde elbette küfre girilmiş olur. İkincisi: Girilen iş harâm bir iş ise. Bu takdîrde şu günah ya tartışmasız kat’î bir günahdır veya değildir. Tartışmasız değilse, kat’î ise böyle bir işe giren onu günah saymazsa kâfir olur; günah sayarak işe girerse sadece günahkâr olur. Tartışmalı bir günah ise, ister günah kabûl ederek, isterse etmeyerek işe girerse sadece günahkâr olur. Ancak günah saymamasının günâhı diğerinden daha büyüktür. Üçüncüsü: Girilen iş mübâh bir iş ise. Bu takdîrde o işe girmekle mücâvir başka haramlar işleniyorsa, bu işe girmek de haramdır. Bu harâm kat’î bir harâmsa ve iş mübâh sayılıyorsa yine küfre girilir. Mübâh sayılmıyorsa, sadece günahkâr olunur. İslâmî Şahsiyyete leke gelip gelmediği de mes’elenin hükmünde te'sîri olur. Dördüncüsü: Yapılan iş meşrû’ bir iş ise ve gayri meşrû’ işlere bulaşılmıyor ise, bu işe girmek ne küfürdür, ne de harâmdır. Girib girmemenin hangisinin evlâ olduğu tartışmalıdır. Bu işe girmekte Ümmet’in zararının olup olmaması veya maslahatının bulunup bulunmaması her halde mes’elenin hükmünü değiştirecektir. Başka meşrû’ olmayan işlere bulaşılıyorsa, mes'ele yukarıdaki maddelere döner.
Bu mes’ele içün, Allâme Cessâs’ın Ahkâmu’l-Kur’ân’ı ile İ’lâu’s-Sünen’in “bir mü’minin kâfirin işinde çalışması câiz midir değil midir?” bahsine bakılsın. Nâşir.
[3] O şeyin küfür olduğunu bilmek.
[4] O sözü söylerken küfrü kasdetmek.
[5] Küfür olan bir şeyi helâl kabul etmek.
[6] Ancak, temel akîde mes’elelerinde cumhûra göre “bilmemenin mâzeret olmayacağı, bunun ancak bazı tâlî mes’elelerde ve dâru’l-harbde mâzeret olabileceği” erbâbınca bilinen bir husûstur. Bknz. Aliyyü’l-Kârî, Şerhu Bedi’i’l-Emâlî, Hızır Bey, el-Kasîdetü Nûniyye Nâşir.
[7] İmâm Ebû Hanîfe Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın en büyük imâmıdır. İmâm Tahâvî bütün Ehl-i Sünnet’in arasında kabul görmüş olan Akîde isimli eserini İmâm Ebû Hanîfe ve talebeleri İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’den nakleder.
[8] El-Fıkhu’l-Ekber, sahife:62; el-Vasiyye, s. 150; el-Âlim ve’l Müteallîm, s. 15; el-Mekkî, Menâkıbu Ebû Hanîfe, I. 76, 77; el-Kerderî, Menâkibu Ebû Hanîfe, II. 158; es-Semerkandî, Şemsuddîn, es-Sehâifû İlâhiyye, s. 450, 461, Mektebetu’l Felâh, Kuveyt, 1985; Şehzâde Abdurrâhim b. Ali, Nazmu’l Ferâid ve Cem’ul Fevâid fî Beyâni’l Mesaili’lleti Vekaa fihâ’l İhtilâfu Beyne’l Mâturidiyyetî ve’l Eş’arîyyetî fi’l Akâid, s.49, Kâhire, 1323 h.
[9] el-Vasiyye, s. 150
[10] el-Mâide, 5/83-85
[11] el-Mekkî, a.g.e., I. 124, 125; el-Kerderî, a.g.e., II. 201, 202.
[12] el-Bakara, 1/36
[13] el-Feth, 48/26
[14] el-Hac, 22/24
[15] İbrahîm, 14/27
[16] İbrahîm, 14/27
[17] el-Mekkî, , a.g.e., I. 124, 125; el-Kerderî, a.g.e., II. 201, 202
[18] el-Hicr, 15/39
[19] el-A’raf, 7/14
[20] el-A’raf, 7/12
[21] el-Mekkî, , a.g.e., I. 124, 125; el-Kerderî, a.g.e., II. 201, 202
[22] en-Neml, 27/14
[23] en-Nahl, 16/83
[24] Yûnûs, 10/31, 32
[25] el-Mekkî, , a.g.e., I. 124, 125; el-Kerderî, , a.g.e., II. 201, 202
[26] el-Bakara, 1/146; el-Enâm, 6/20
[27] el-Mekkî, , a.g.e., I. 124, 125; el-Kerderî, , a.g.e., II. 201, 202
[28] bkz. el-Mekkî, , a.g.e., I.125; el-Kerderî, , a.g.e., II. 202, Hadisin senet ve metni için bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II. 492, IV. 63-341, V. 371-376, Müessesetu’l Kurtuba, Kâhire, tsz.
[29] Ez-Zebîdî, Ukûdu’l Cevâhiri’l Münîfe, I. 195; el-Hârizmî, Câmiu’l Mesânid, I. 119.
[30] Nurûddîn, es-Sâbûnî, (el-Bidâye, s.8) 88, Ebu’l Mûîn en-Nesefî, (bkz. et-Temhid, s. 100); ve es-Semerkandî, (bkz. es-Sehâifu’l İlâhiyye, s. 450, 461) bunlardandır.
[31] Ebû Hanîfe bir insanın îmânının sahih olabilmesi için aşağıdaki esasların doğruluğunu kalben tasdik edilip dil ile ikrârını şart koşmuştur.
Allah’ın var, bir ve ortaktan münezzeh olduğuna ve Kur’ân ve Sünnette gelen Zâti fiilî ve bilâkeyf sıfatlarına îmân. Meleklerine îmân. Kitaplarına îmân. Peygamberlerine îmân. Öldükten sonra dirilişe îmân. Kazâ ve Kaderin hak olduğuna, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna îmân. Hesab’a, mizân’a, Cennet ve Cehennem’e îman. El-Fıkhu’l-Ekber, s. 58
[32] El-Fıkhu’l Ebsât, s. 38, 43; Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 67; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 16.
[33] bkz. eş-Şehristanî, el-Milel ve’n Nihal, I. 141; Ebû Hanîfe’nin kendisine Mürcie denilmesi hakkındaki görüşü için bkz. Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 66-70; Ebû Hanîfe’ye “Mürcî” denilmesi ile ilgili değerlendirmeler için bkz. el-Leknevî, er-Raf’u ve Tekmîl fi’l Cerhî ve’t Ta’dîl, s. 81 vd. Mektebetu’l Matbûâti’l İslamiyye, Halep, 1987.
[34] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 67
[35] et-Teğâbun, 64/9
[36] er-R’ad, 13/29
[37] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 67.
[38] “Ey fakirler zekât verecek derecede zengin değilsiniz, o halde zekât vermeyin” demek.
[39] El-Vasiyye, s. 151.
[40] Yûsûf, 13/95
[41] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68.
[42] en-Nîsa, 4/176
[43] el-Bakara, 2/282
[44] eş-Şuârâ, 26/20
[45] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68
[46] el-Hucûrât, 49/9
[47] el-Fıkhu’l-Ebsat, s. 40
[48] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68
[49] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 69
[50] el-Fıkhu’l Ekber, s. 61; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 18; el-Fıkhu’l Ebsat, s. 45
[51] el-Fıkhu’l Ekber, s. 60; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 19
[52] el-Fıkhu’l Ekber, s. 60; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 19
[53] el-Fıkhu’l Ekber, s. 61; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 21
[54] el-Fıkhu’l Ebsat, s.43; el-Mekkî, a.g.e., I. 170, 171, 435; el-Kerderî, a.g.e.
[55] en-Nisâ, 4/31
[56] en-Nisâ, 4/116
[57] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 43; Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 69
[58] el-Fıkhu’l Ekber, s. 61; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 21
[59] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 69; el-Mekkî, a.g.e., I. 70,71, 432, 435; el-Kerderî, II. 161.
[60] Ehl-i Kıble kavramının el-Bettî’ye risalesindeki kullanılışı bu kavramın günahkar mü’minler hakkında konulmuş genel bir kavram olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Sahabe arasında geçen olayları “Ehl-i Kıble tekfir edilmez” aslı çerçevesinde incelediğine göre Ebû Hanîfe bu kavramı Ehl-i Sünneti’in günahkarları için de kullanımıştır. Buna göre Ehl-i Kıble kavramı ile “Kebire sahibi” kavramları eş anlamlı kavramlar olurlar. Bu kavram Ehl-i Bid’at’ten olup da küfrü gerektirecek bir bid’ata düşmeyenler için kullanılıyorsa ki bu da mümkün görülmektedir. Mes’ele: el-Menziletu Beynel Menzileteyn nazariyesi ona göre bid’attir. Ama bu bid’at sahiplerini tekfir etmemiştir. (Bkz. Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68; el-Fıkhu’l Ekber, s. 4.) Bu durumda Ehl-i Kıble kavramıyla (kebîra sahibi) kavramı arasında “Umum ve Husus min Vech” var demektir. Bir başka ifadeyle bid’at da bir büyük günahtır. Ama îmânı iptal edecek bir şey olmadığı müddetçe kebîra olarak kalır. Ama îmâna muhalif bir şey olursa irtidad vukû bulur. Ebû Hanîfe’nin Ehll-i Kıble kavramını -Ehl-i Bid’at’ın küfre düşmeyenlerin hakkında da kullanmış oması- onları tekfir etmediğine göre vâki ve sabittir.
[61] el-Enbiyâ, 21/87; bkz. el-Fıkhu’l Ebsat, s. 51.
[62] Yûsûf, 12/97
[63] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 51
[64] el-Feth, 48/2
[65] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 52
[66] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 52, Bu olay Kur’an’da birçok âyette zikredilmiştir. Örnek olarak bkz. el-Kehf, 18/74; Tâhâ, 20/40; el-Kasâs, 28/19-33.
[67] en-Nîsa, 4/31
[68] en-Nîsa, 4/116
[69] el-Âlim ve’l Müteallim, s. 18.
[70] en-Nûr, 24/2-3.
[71] en-Nîsa, 4/16; el-Âlim ve’l Müteallim, s. 27.
[72] el-Hucurât, 49/9; bkz. Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68.
[73] et-Tevbe, 9/102; bkz. el-Âlim ve’l Müteallim, s. 25.
[74] El-Hârizmî, Câmiu’l Mesânid, I. 157; ez-Zebîdî, Ukûdu’l Cevâhiri’l Münîfe, I. 30. Ayrıca bkz. el-Buhârî, İlim, 49, Cenâiz, 1, Bed’ul Halk, 6; Müslîm, İman, 150- 153; Zekat, 32, 33; et-Tirmizî, İman 18, Salât 1, Cihâd 18; İbnu Mâce, Diyât 1, Ebed 58, Zühd 37; Ahmed b. Hanbel I. 374, 382, 485, 442.
[75] El-Hârizmî a.g.e., I. 128, Ayrıca bkz. el-Buhârî, el-Cenâiz I., Bed’ul Halk 6, Tevhid 33, 35; Ahmed b. Hanbel, V. 152, VI. 166; Müslîm, İman 153- 154; et-Tirmîzî, İman 18.
[76] El-Hârizmî a.g.e., I. 141.
[77] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 68, 69.
[78] El-Hârizmî a.g.e., I. 187.
[79] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 43, 44
[80] Risâletu Ebî Hanîfe İle’l Bettî, s. 67.
[81] Sahabe arasında geçen olayları “Ehl-i Kıble tekfir edilmez” aslı çerçevesinde incelediğine göre Ebû Hanîfe bu kavramı Ehl-i Sünnet’in günahkarları için de kullanmıştır. Buna göre Ehl-i Kıble kavramı ile “Kebîre sahibi” kavramları eş anlamlı kavramlar olurlar. Bu kavram Ehl-i Bid’at’ten olup da küfrü gerektirecek bir bid’ata düşmeyenler için kullanılıyorsa ki bu da mümkün görülmektedir. Mesela: el-Menziletü Beyne’l Menzileteyn nazariyesi ona göre bid’attir. Ama bu bid’at sahiplerini tekfir etmemiştir. (Bkz. Risâletu Ebî Hanîfe İle’l-Bettî, s. 68; el-Fıhku’l-Ekber, s. 4.) Bu durumda Ehl-i Kıble kavramıyla (kebîra sahibi) kavramı arasında “Umum ve Husus min Vech” var demektir. Bir başka ifadeyle bid’at da bir büyük günahtır. Ama imanı iptal edecek bir şey olmadığı müddetçe kebîra olarak kalır. Ama imana muhalif bir şey olursa irtidad vukû bulur. Ebû Hanîfe’nin Ehl-i Kıble kavramını -Ehl-i Bid’at’ın küfre düşmeyenlerin hakkında da kullanmış olması- onları tekfir etmediğine göre vâki ve sabittir.
[82] Bkz. İşârâtu’l Merâm min İbârâti’l İmâm, s. 51.
[83] el_Âlim ve’l Müteallim, s. 32
[84] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 37
[85] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 39
[86] el-Âlim ve’l Müteallim, s. 34
[87] el-Fıkhu’l Ebsat, s.45
[88] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 45
[89] el-Vasiyye, s.73
[90] el-Vasiyye, s.73
[91] el-Fıkhu’l Ekber, s.58
[92] el-Âlim ve’l Müteallim, s.30
[93] el-Fıkhu’l Ebsat, s.39
[94] el-Âlim ve’l Müteallim, s. 29
[95] el-Âlim ve’l Müteallim, s.24
[96] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 43
[97] el-Âlim ve’l Müteallim, s. 23
[98] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 41
[99] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 43
[100] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 43
[101] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 37
[102] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 52
[103] Risaletu Ebî Hanîfe ile’l Bettî, s. 67
[104] el-Âlim ve’l Müteallim, s. 29
[105] el-Fıkhu’l Ebsat, s. 48
[106] el-Fıkhu’l Ekber, s. 64
KAYNAK:http://www.gurabamecmuasi.com/Dergi...14&Itemid=489&option=com_content&view=article