H
Çevrimdışı
İSLÂM DİNİNDE ALLAH İLE KUL ARASINDA VASITA VAR MIDIR?
Her ihtiyacımıza yeterli olan Allah'a hamd, seçip beğendiği kullarına salât ve selâm olsun. Bu küçük risale iki kişi arasında geçen bir konuşmayı, tartışmayı dile getirmektedir. Kişilerden birisi "Allah ile bizim aramızda mutlaka bir aracı olması lâzımdır. Çünkü biz vasıtasız olarak Allah'a vasıl olmaya muktedir değiliz" diyor. İkincisi ise, bu sözlerin ifade ettiği anlamlara cevap veriyor... Alemlerin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah'a hamd olsun. Eğer vasıta deyimiyle, Allah'ın emirlerini bize tebliğ eden kimseler kast ediliyorsa, bu söz haktır ve doğrudur.
Mutlaka insanoğlu Allah'ın neleri sevdiğini neleri sevmediğini, nelerden razı olup, neleri istemediğini, neleri emredip, nelerden yasakladığını, dostlarına hangi nimeti, düşmanlarına hangi cezayı hazırladığını kendi başına bilemez. Yine insanlar, Allah'a lâyık olan güzel isimleri ve yüce sıfatlan idrak edemezler. Bunları kendi akıllarıyla bulmaktan aciz kalırlar. İşte bütün bunlar ve benzerlerini bilebilmek için insanın Allah ile kendisi arasında bir vasıtaya ihtiyaçları vardır. Ve bu vasıta da Allah'ın seçip görevlendirdiği Resullerdir. Ancak bunlar aracılığı ile Allah'ın istekleri bilinebilir. Bu aracı Resullere inananlar ve onları takip edenler doğru yola ulaşanlardır. Allah bunlara katında yüce makamlar verir, derecelerini yükseltir ve ahirette de nimet ve şeref bahşeder. Resul ve nebilerine karşı olanlar ise, melûn lanetliler, sapıp azıtanlardır.
Yüce Allah mealen buyuruyor: "Ey adem oğulları! Eğer size aranızdan âyetlerimi tebliğ eden nebi ve Resuller gelirse, artık kim onlara muhalefetten sakınır ve nefsini ıslâh ederse, onlar için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onları kibirlerine yedirmeyenler ise, onlar ötesin dostudurlar ve onlar o ateşte ebedî kalıcıdırlar." (A'raf: 35 ve 36)
"Artık ne zaman benden size doğru yola götürücü bir kitapla Resul gelirse de kim benim doğru yoluma uyarsa, o kimse sapıtmaz ve bedbaht olmaz. Kim de benim doğru yolumu kabul etmezse, onun da hakkı dar bir geçimdir. Ve biz onu kıyamet gününde gözleri kör olarak hasrederiz. O, "Rabbim! Beni neden kör hasrettin, halbuki ise ben görüyordum" der. Allah da ona şöyle cevap verir: "Sana âyetlerimiz geldiğinde sen onları görmedin ve unuttun. İşte bugün de sen görülmeyip unutuluyorsun!" (Taha: 123, 127)
İbni Abbas "Kur'anı Kerimi içindekileri anlayarak okuyan, ve âyetlere uygun hareket eden kimseyi Yüce Allah bu dünyada sapıtmamayı, öbür dünyada da bedbaht etmemeyi vaad etti ve garanti altına aldı." demektedir.
Cehennem ehlinden Yüce Allah şöyle haber veriyor: "Her gün cehenneme atıldıkça, muhafızları onlara sorarlar: "Size azab ile sakındırıcı bir nebi gelmedi mi?" Onlar cevap verir: "Evet! Gerçek o ki. Bize azapla sakındırıcı ve korkutucu nebi gelmiştir. Fakat biz onu yalanlayarak dinlemedik. Allah seninle hiçbir şey indirmemiştir. Sen ancak büyük bir sapıklık içine esin demiştik." (Mülk: 8, 9)
"O kâfirler ,ayrı ayrı bölükler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya geldikleri zaman onun kapıları açıldı. Cehennemin muhafızları onlara "Size aranızdan Rabbinizin âyetlerini karşınızda okuyacak, sizi bu günlere gelmekle korkutacak nebiler gelmedi mi?" diye sorarlar. Onlar "Evet, geldi" diyerek cevap verirler. Öyleyse azab hükmü kâfirlerin üzerine bir hak oldu." (Enam: 48, 49)
"Nuh'a ve ondan sonraki nebi ve Resullere vahyettiğimiz ve İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve evlâtları İsa, Eyub, Yunus, Harun ve Süleyman'a vahyettiğimiz ve Davud'a Zebur'u verdiğimiz gibi, ey Muhammed hiç şüphesiz sana da vahyettik biz. Gönderdiğimiz nebi ve Resûllerin menkıbelerini gerçek olarak sana bildirdik. Yine nebi ve Resuller yolladık ki, onların hayatlarından sana bir haber vermedik. Allak Musa ile de hitap ederek konuştu. Biz nebi* ve Resullerimizi rahmet müjdecileri ve azab habercileri olarak gönderdik. Ta ki bu elçilerimizden sonra, insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." (Nisa: 63, 65)
Bu âyetlerin birçok benzeri vardır Kur'an-ı Kerimde. Ve bu esaslar, Yahudi ve Hıristiyanların da birleştiği esaslardır. Bütün dinler Alları ile kulları arasında, Allah'ın yasak ve emirlerini tebliğ edici nebi ve resulleri aracı olarak kabul ederler. Böyle bir vasıtayı hiç kimse inkâr etmez herhangi bir semavî dine bağlı olarak.
Yüce Allah buyurur: "Allah, melekler ve insanlar arasından elçiler seçip gönderdi."(Hacc: 75)
Bütün dinlerde bu esası inkâr eden kâfir olur. Yüce Allah'ın Mekke'de indirdiği Enam, A'raf ve baş tarafında, elif, lam, ra, ha, mim, tâ sin gibi harfler bulunan sûreler, Allah'a, elçilere ve ahirete iman gibi İslâm dininin esaslarını beyan ederler. Yüce Allah bu sûrelerde elçilerini yalancı sayan kâfirlerin hallerini ve onları nasıl helak eylediğini .elçilerine ve onlara iman edenlere nasıl yardımcı olduğunu beyan buyurmuştur...
İşte bu konudaki âyetlerden mealen bir kaçı: "Andolsun ki elçiler olarak gönderilen kullarımız hakkında geçmiş bir sözümüz vardır. Muhakkak onlar behemehal onlar galibdirler. Muhakkak ki bizim ordumuz, herhalde onlar zafer kazanacaklardır." (Saffat: 171, 173)
"Muhakkak biz elçilerimizi ve iman edenleri, hem dünya hayatında hem de meleklerin şahit olacağı kıyamet gününde muzaffer kılacağız." (Mümin: 51)
Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, nebi ve resullere uyulur ve kayıtsız şartsız onlara itaat edilir: "Biz hiçbir elçiyi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." (Nisa: 64)
"Kim elçimize itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa: 80)
"De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olunuz, Allah da sizi sever ve günahlarınızı bağışlar." (Âl-i İmran: 31)
"İşte elçimize iman edenler, onu tazim edenler, ona yardım edenler, ve onunla indirilen Kur'an-a tabi olanlar. İşte onlar selâmete erenlerin tâ kendileridir." (Araf: 157
"Andolsun ki, Allah'ın Resulünde sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umar olanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için çok güzel örnekler vardır." (Ahzab: 21)
Şayet vasıta ile anlatılmak istenen anlam, faydaları celb, zararları defetmek için gerekli bir vasıta ise... Meselâ: Kulların rızıklandırılmasında, kendilerine imdat ve hidayet edilmesinde bir vasıtanın bulunması ve kulların bu menfaatleri böyle bir vasıtadan istemeleri ve ondan bunu ümit etmeleri gibi bir vasıtanın olması murat ediliyorsa...
İşte böyle bir vasıta telakkisi en büyük bir şirktir. Yüce Allah bu iddialarından ötürü Hıristiyan ve Musevileri kâfir saymıştır. Ki onlar Allah'tan gayrisini kendilerine dost ve şefaatçiler edinmektedirler. O dost ve şefaatçilerden menfaat bekliyorlar, belâları defetmelerini istiyorlar. Her ne kadar Allah'ın izin verdiği insanların şefaat etmeleri hak ise de...
Şefaat hakkında Yüce Allah buyuruyor ki: "Allah gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları altı günde yaratan ve sonra tahtına kurulandır. Sizin bunlardan başka hiçbir yeriniz, Allah'tan başka hiçbir şefaatçiniz yoktur. Artık iyice düşünmez misiniz? (Secde: 4)
"Rablerine götürülüp toplanacaklarından korkanları, sen Kur'an'la sakındır ki, onların O'ndan başka ne bir yeri ne de bir şefaatçisi yoktur. Senin bu inzarın onların sakınmaları içindir." (Enam 51)
"Kur'an ile anlat ki, hiç kimse günah kazanarak kendini helâke sürüklemesin. Hiçbir nefse Allah'tan başka ne bir yâr, ne de bir şefaatçi yoktur." (Enam: 70)
"De ki: "Allah'ı bırakıp, boş yere ilâh, veya Allah ile aranızda vasıta ve şefaatçi zannettiklerinizi çağırın. Onlar sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremeyecekleri gibi, herhangi bir şeyi de değiştiremezler. Onların dua edin istedikleri de Allah ile, kendileri arasında vasıta olarak kabul edip ,dua ve istimdat ederek yardım ve şefaatlerini istedikleri, melekler, elçiler ve şalin kimseler de, hangisi rablerine daha yakın olacak diye vesile arayıp duruyorlar. O'nun rahmetini umuyorlar. O'nun azabından korkuyorlar. Çünkü Rabbinizin azabı korkunçtur." (İsra: 56, 57)
"Müşriklere de ki: "Allah'tan başka ilah zannettiklerinize, istediğiniz kadar yalvarın, istimdat edin, onların ne göklerde ne de yerde bir zerre miktarınca bile güçleri yoktur. Onların buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, Allah'ın da bunlardan kendisine bir yardımcı kabul ettiği yoktur. O'nun nezdinde, kendisine izin verdiklerinden başkasının şefaati kimseye bir fayda sağlamaz." (Sebe: 22, 23)
Seleften bir grup diyor ki: Bir kısım kavimler, Hz. İsa, Hz. Üzeyr ve meleklere dua edip onlardan yardım dileniyorlardı. Yüce Allah birçok âyetlerle, meleklerin ve elçilerin herhangi bir zararı gidermeye veya değiştirmeye güçleri olmadıklarını, meleklerin de, elçilerin de Allah'tan istemek zorunda olduklarını onların da Allah'ın rahmetini umduklarını, azabından korktuklarını beyan buyurdu...
"Beşerden hiç bir kimseye yakışmaz ki, Allah kendisine, kitabı, hükmü ve elçiliği versin de, sonra onlar insanlara Allah'ı bırakın da bana kul olun desin. Fakat öğretmekte ve okuyup yazmakta olduğunuz kitap sayesinde, Rabbinize bağlanın der. Sizin melekleri ve elçileri Rabler edinmenizi de emretmez. O size, hiç İslâm'ı kabul ettikten sonra küfre dönün der mi?" (Âli İmran: 79, 80)
Görülüyor ki, Yüce Allah melekleri ve elçilerini Rabler edinenleri müşrik ve kâfir saymaktadır. Öyleyse, bir kimse melekleri ve elçileri, Allah ile kendileri arasında vasıta edinir, onlara dua ve tevekkül eder ve onlardan menfaat celbini ve bela defini isterse meselâ, onlardan günahların affını, kalplerin doğru yola gelmesini, sıkıntıların giderilmesini, yoksulluğun önlenmesini talep ederse, o kimse Müslümanların reylerine göre kâfir olur.
Yüce Allah buyurmaktadır meâlen: "Çok esirgeyici Allah bir evlât edindi dediler. O'nun şanı bundan yücedir, münezzehidir. Hayır, evlât dedikleri sadece ikrama nail olmuş kullardır. Bunlar sözle asla O'nun önüne geçemezler. Onlar Allah'ın emriyle hareket ederler. Önlerindekini ele arkadakilerini de o bilir. Bunlar O'nun korkusundan titreyenlerdir. Bunlar ki "ilah o değil benim derse" biz O'nu derhal cehennemle cezalandırırız. Biz o zalimleri de böyle cezalandıracağız." (Enbiya: 26, 29)
"Ne Mesih, ne en yakın melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse, düşünsün ki Allah onların hepsini huzurunda toplayacaktır." (Nisa: 172)
"Dediler ki: Rahman olan Allah bir evlât edindi. Yemin ederim siz çok kötü bir söz söylediniz. Onlar O Rahman olan Allah'a evlât izafe ettikleri için, böyle bir sözden dolayı nerede ise gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar çöküp dağılacaktır. Halbuki o çok esirgeyen Allah için bir evlât edinmek asla yakıştırılacak bir iş değil. Göklerde ve yerde olan herkes, hiç istinası olmamam üzere O Rahman olan Allah'a mutlak kul olarak gelecektir. Andolsun o bunlar cemiyet olarak da saymış, ferd olarak da saymıştır. Her biri kıyamet günü O'na tek başına gelecektir." (Meryem: 88, 95)
"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere bağlanırlar. Bir de, "bunlar Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyden mi haber veriyorsunuz?" Haşa! O şirk koşmakta oldukları her şeyden çok uzaktır, çok yücedir." (Yunus: 18)
"Göklerde nice melek vardır ki .onların şefaatleri bile hiçbir işe yaramaz. Ancak o şefaat Allah'ın dileyeceği ve razı olacağı kimseler için vereceği izinden sonra olursa, o başka." (Necm: 26)
"Onun izni olmayan kimseye şefaatçi olan kimmiş?" (Bakara: 255)
"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu kendinden başka hiç bir giderici yoktur. Eğer sana bir hayır da dilerse O'nun bu hayrını geri çevirici hiçbir kuvvet de yoktur." (Yunus: 107)
"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak yoktur. Tutacağı bir şeyi de salıverecek yoktur." (Fatır: 2)
"De ki: "O halde bana haber verin. Allah bana herhangi bir zarar dilerse, sizin Allah'ı bırakıp da taptıklarınız O'nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini geri çevirebilirler mi?" De ki: "Bana Allah yeter, güven ve dayanak arayanlar da ancak O'na güvenip dayanırlar." (Zümer: 38)
Bunlara benzer âyetler Kur'an'ı Kerimde daha bir çoktur. Nebi ve Resullerin dışındaki din ve ilim adamlarına gelince: Bunları, nebi ve Resullerin ümmeti arasında, Resullerin getirdiği emirleri ümmete açıklayıp talim ettiren, onlara edep ve terbiyeyi öğreten ve ümmet tarafından dinlenen birer vasıta olarak kabul eden kimseler bu inançlarında isabet kaydetmişlerdir, doğruyu görmüşlerdir.
Bu, din ve ilim adamları bir mesele üzerinde ittifak ettikleri zaman, böyle bir ittifak yeterli bir hüccet ve şüphe edilemeyecek bir delil niteliği kazanır. Çünkü Allah'ın dininin gerçek alimleri hata üzere birleşmezler. Şayet ilim ve din adamları bir mesele üzerinde birleşmişlerse, onu Allanın kitabına ve Resulünün hadislerine havale etmiş, bu iki mutlak kaynağın hükümleriyle halletmişlerdir. Çünkü gerçek din ve ilim adamlarından hiçbiri, şahsen, ferdî bakımdan asla masum değildirler. Onun için bütün insanlar bunların bazı hükümlerini kabul eder, bazılarını reddedebilir. Fakat Allah Resulünün hiçbir sözü ve hükmü asla reddedilemez. Onun için de din ve ilim adamları, ihtilafa düştüğü bir meseleyi Allah'ın ve Resulünün hükmüne müracaat ederek çözümlerler. Din ve ili adamları hakkında Allah'ın Resulü şöyle buyurmaktadır: "Alimler nebi ve Resullerin mirasçısıdır. Muhakkak ki Nebi ve Resuller insanlara altını ve parayı miras olarak bırakmazlar. Onların mirası sadece ilimdir. Kim onların bıraktığı ilmî elde ederse, çok büyük bir nasip elde etmiş demektir." (Ebu Davud).
Bir kimse hükümdara yakın olan kimselerin, hükümdar ile halkı arasında vasıta oluşu gibi, din ve ilim adamlarını veya şeyhleri Allah ile kulları arasında bir vasıta olarak görürse, böyle itikat ederse... Yani, kulların ihtiyaçlarını Allah'a onlar sunuyor ve Allah ancak kullarına onların aracılığı ile hidayet ediyor ve rızık veriyor... Halk onlardan, onlar da Allah'tan istiyor. Aynen hükümdarın yakınlarının, halk namına hükümdardan bir şey istemesi gibi... Elbette ki halk isteklerini doğrudan doğruya hükümdardan istememek için, onun yakınlarını araya koyar. Çünkü, halka karşı hükümdar, yanına varılması mümkün olmayan bir makamdadır. O bakımdan yakınlarından aracı olmasını bekler daima... Böylesin! daha uygun ve faydalı bulur.
Her kim yukarda anlattığımız biçimde, Allah'la kulları arasında bir vasıta olduğuna inanırsa, o kimse müşrik ve kâfir olur. Böyle bir kimsenin tevbe etmesi gerekir. Tevbe ederlerse kurtulurlar, etmezlerse katledilirler. Çünkü bu tesbihçiler, Haliki mahluka benzetmiş ve böylelikle Allah'a en büyük bir şirk koşmuş olurlar. Kur'an'ı Kerimde böyle bir itikadı reddeden âyetler, bu küçük kitaba sığamayacak kadar çoktur.
Hükümdar ile, tebası arasındaki vasıtaların varlığı şu üç sebebe dayanır:
1 - Hükümdar her şeyi bilmez. Onun için, halkın isteklerini bildirmesi ancak aracı ile olur. Halbuki ise Allah, gizli açık her şeyi bilendir. Bir kimse, Allah'a bilgisizlik izafe ederse şirke ve küfre düşmüş olur. Melekler, Nebi ve Resuller, yahut şeyhler haber verinceye kadar, Allah kullarının durumundan haberdar olmaz, gibi bir itikat sahibi, elbette 'ki küfrün en derin gayyasına düşer. Allah her türlü eksiklikten münezzeh olan mutlak bir kudrettir. Gökte ve yerde her ne oluyorsa, kim ne yapıyorsa, onu mutlak hakim bir kudrettir. Gökte ve yerde her ne oluyorsa, kim ne yapıyorsa, onu mutlak anlamda bilir. O her şeyi işitir, en küçük bir zerreyi bile görür. O, ayrı ayrı dillerden kendisine dua edip isteyen kullarının seslerini duyar, dillerini anlar. Birini dinlerken, öbürünü işitmekten uzak olmaz. İsteklilerin ve isteklerin çokluğu O'nu asla yanıltmaz.
2 - Hükümdar güçsüz ve iktidarsız olduğundan, her şeyi bilecek kabiliyet ve güçte olmadığından, vasıtalar olmaksızın halkın isteklerini ve halini bilemez. Ve bilemediği için de, idare etmekten aciz kalır. İşte bundan ötürü hükümdar, bilgi edinmek için, yardımcılar edinir, onları halkla kendi arasında vasıta olarak kullanır.Halbuki ise, yukarda da izah ettiğimiz gibi, Allah'ın haşa böyle bir eksikliği ve zaafı olmadığı için, yardımcıya ve kullan ile arasında bir vasıta kullanmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü o her şeye kadir, her şeye mutlak anlamda güç yetirendir.
O, bütün mevcudatın, o mevcudat içindeki bütün külli sebeplerin yaratıcısı, hükmedici, Rabbidir. O yarattığı hiçbir mahlûka muhtaç değildir. Halbuki ise, hükümdarın yardımcıları ve vasıta olarak kullandıkları, onun sultanlığına ortak olanlardır. Hükümdarlık haklarını bölüşenlerdir. Allah mahlûkuna mutlak anlamda, hiç ortağı olmayan bir hükümrandır. Allah hiçbir ortağı olmayan sultandır, mabuddur ve mülk mutlak anlamda O'nundur. Hamd O'nadır ve O her şeye hükmedecek kudrettedir.
3 - Hükümdar, kendi dışından bazı kimselerin tahriki ve teşviki olmadan, hiç kimseye bir şey vermek istemez, böyle bir arzu duymaz. Ancak,kendisine zarar vereceğinden korktuğu, desteğine muhtaç olduğu bir kimse, hükümdara nasihat ve tavsiye ederse, yol gösterirse, o zaman hükümdarın iradesi uyanır, bir şeyler vermek için faaliyete geçer. Bu hareket, nasihati verenin kalpte doğurduğu merhametten de doğar, ikaz edenin korkusundan da olabilir. Hatta belki de, ikaz edenin hatırı için olur sadece. Allah ise, her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. O, kullarına karşı, annenin çocuğuna duyduğu merhametin çok üzerinde bir merhamete sahiptir.
Her şey O'nun dilemesi ile olur. Ancak O'nun istediği şey olur, istemediği hiçbir şey de olmaz. Allah kullarından bir kısmını diğerleri üzerine yardım etmek için görevlendirirse, ancak o görev yerine getirilir. Bütün yardımlar Allah'ın isteği ile olur.Çünkü, aracıların öğüdü ve yol göstermesi ancak Allah izin verirse hükümdarın kalbini yumuşatır.İnsanı kalbindeki iradeyi yaratan da Allah'tır. Hiçbir kimse, Allah'a istemediği ve irade etmediği bir duygu sokamaz.
Allah'ın bilgisi dışındaki herhangi bir şeyi kimse kimseye öğretemez, anlatamaz. Bütün bir varlıkta Allah'ın ümit bekleyeceği ve korkacağı hiçbir yaratık yoktur. Bundan dolayıdır ki, Allah'ın Resulü, "Sizden hiç biriniz "Allah'ım, beni istersen affet, istersen rahmet eyle" demesin. İstediğini kesin olarak istesin. Zira Allah'ı zorlayıcı hiçbir kuvvet yoktur" buyurmuştur. Allah katında şefaat edecek şeyler, sadece Allah'ın izin verdiği şeylerdir ve ancak Allah'ın izni ile şefaat edebilirler.
Cenabı Hak buyuruyor: "Allah, o Allah'tır ki, kendinden başka hiçbir ilah yoktur. O, geriye ve ileriye doğru sonu olmayan diridir. Zatıyla ve kemaliyle kaimdir. O'nu uyuklama hali yakalamaz ve asla uyumaz O. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de ortaksız olarak O'nun. O'nun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek olan da kimmiş? O herkesin önünde ve ardında ne olduğunu kesin kes bilir. O'nun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kabil değil kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kucaklamıştır. Bunların varlığı O'na ağır gelmez. O çok yüce ve büyüktür." (Bakara: 255)
"Önlerindekini de arkalarındakini de hep O bilir. Bunlar Allah'ın rızasına kavuşmuş olan kimseden başkasına şefaat edemezler. Bunlar O'nun korkusundan tiril tiril titreyenlerdir." (Enbiya: 28)
"Ey Resulüm! Onlara de ki: "Allah'ı bırakıp da, O'nun yerine koyduklarınız efendilerinize istediğiniz kadar yalvarın. Onların güçleri ne yerde ne de gökte hayır ve şer yapmaya, bir zerre miktarı bile yetmez. Onların buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, Allah'ın da bunlardan hiçbir yardımcısı yoktur. O'nun nezdinde, ahirette O'nun izin verdiği kimselerden başka hiçbir şefaatçinin aracılığı fayda vermez. Nihayet ona izin çıktığı ve korku giderildiği zaman, birbirlerine: "Rabbimiz ne buyurdu?" derler. O şefaat ediciler de: "Hakkı söyledi" derler. O Allah çok yüce ve çok büyüktür." (Sebe: 22, 23)
Bütün bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Allah'tan başka hiç kimsede ne verilecek bir mülk ne de herhangi bir başka şey var. Halbuki ise, istenecek, dilenilecek kimsede mülk ve istenen şeylerin hepsi olmalıdır. Her yaratılmış şey ortaksız olarak sadece Allah'ın olduğuna göre O'ndan başkası kimseye herhangi bir şey veremez. Böyle olduğuna göre elbette ki, hiç kimse O'nun yardımcısı da olamaz. Allah'ın izni olmadıkça, kimse kimseye şefaat edemez. Hükümdarların durumu böyle değildir elbette. Hükümdara aracılık yapacak kadar yakın olan bir kimsede, verebileceği bir miktar mülk vardır. Bazen de mülkte hükümdarla ortaktırlar. Mülkün idare edilmesinde hükümdarın yardımcısı, hatta hükümdarın dayandığı kuvvettirler zaman zaman...
Hükümdarın yakınları ve yardımcıları, mülkünde ortak oldukları için, aracılık yapmak için ne hükümdardan ve ne de başkalarından izin almazlar. Hükümdar, bazen bu aracılara muhtaç olduğu için isteklerini yerine getirir, bazen de korktuğu için. Bazen de daha evvel kendisine aracılar tarafından yapılmış bir yardımın bedeli olarak yapar. Hatta hükümdarlar karılarının ve çocuklarının şefaatlerini bile kabul eder. Zira hükümdar karısına ve çocuğuna muhtaçtır. O kadar ki, karısı veya çocuğu kendisinden yüz çevirseler, o bu yüz çevirmeden zarara uğrar. Hükümdar kölesinin şefaatini bile kabul eder zaman zaman. Çünkü bazı is-teklerinin yerine getirmediği kölesinin kendisine iyi hizmet vermeyeceğinden ve hatta kötülük yapacağından korkar. Kulların bir kısmının diğer kısmı üzerindeki şefaati hep bu cinstendir. Bir insan diğer bir insanın şefaatini yapıyorsa, ya tamah ettiği, istediği bir şey vardır, ya da bir şeylerden korkmaktadır. Halbuki ise Allah ne kimseden bir menfaat bekler, ne tamah ve ihtiyaç sahibidir. Ne de herhangi bir şeyden korkar. O sonsuz zenginlik ve güç sahibidir.
Bütün bunları anlatışımızdaki sebep şudur Allah hiçbir kulun başka bir kuldan bir şey istemesini emretmemiştir. Ancak o istediği şeyde, kendisi için bir maslahat bahis konusu ise, böylesi bir istek yapmaya da engel bir hal yoktur. Bu maslahatın da, ya vacip ya müstehap olması lâzımdır. Yüce Allah kulun bundan başkası için kimseden bir şey istemesini hoş görmez. Hele sadece kendisinin gücü dahilindeki ortaksız sahibi olduğu şeylerin bir kuldan istenmesini hiçbir şekilde izin vermez. Mecbur olmadıkça, hayatı bir konu olmadıkça hiç kimsenin bir başkasından bir şey istemesini haram kılmıştır Yüce Allah buyuruyor: "O gün onların hepsini bir araya toplayacağız. Sonra mülk ve hükümde Allah'a ortak koşanlara: "Siz de, ortak koştuklarınız da durunuz durduğunuz yerde" diyeceğiz. Onları birbirinden tamamen ayırmışızdır. Bize hükümde ortak koştukları Rabbinler onlara: "Siz dünyada bize tapmıyor ve itaat etmiyordunuz ki" diyerek, onları yalanlayacak." (Yunus: 28)
"Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde her ne varsa şüphe yok ki Allah'ındır. Allah'tan başkasına itaat edenler dahi, gerçekte, Allah'tan gayri itaat ettiklerine itaat etmiş olmuyorlar. Onlar ancak kendi boş zanlarına uymuş oluyorlar ve yalan söylemiş oluyorlar." (Yunus: 66)
Müşrikler istediklerini elde etmek için şefaatçiler ediniyorlardı. Yüce Allah bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır mealen: "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar ne de bir yarar sağlayamayacak şeylere bağlanırlar. Bir de bu bağlandıkları şeyler hakkında" bunlar bizîmle Allah arasında bir aracıdırlar, Allah katında bizim şefaatçimizdir" derler. De ki: "Allah'a göklerce ve yerde bilmeyeceği, bilemeyeceği bir şeyden mi haber veriyorsanız?" Haşa, O eş tuttukları her şeyden münezzehtir."
"O vakit, Allah'ı bırakıp da kendilerine Rab ve şefaatçi edindikleri düzmece ilahları, onlara Allah'ın azabını savmada yardımcı olmalı değil mi idi? Tersine, bunlar, kendilerini terk edip başlarının çaresine düştüler. Bunlar onların yalanlarıdır, düzdükleri hayalleridir." (Ahkâf: 28)
"Gözünü aç! Halis ve tek geçerli hayat düzeni olan din Allah'ındır. O Allah'ı bırakıp da kendilerine bir takım başka dostlar edinenler derler ki: "Biz bunlara, bizi biraz daha Allah'a yaklaştırsınlar diye bağlanıyoruz." "Hiç şüphe yok yüce olan Allah, onlarla müminler arasında, ayrılıklara düşe geldikleri şeyler hakkında, hükmünü verecektir. Söyledikleri muhakkak ki yalandır ve gerçekten kâfir ölen böyle kimseleri Allah doğru yola götürmez." (Zümer: 3)
"Sizin melekleri ve nebileri ilahlar edinmenizi emretmez. O, size hiç Müslüman olduktan sonra, yeniden kafirliğe dönmenizi emreder mi? (Âli - İmran: 80)
"De ki: Allah'ı bırakıp da O'nun yerine kendinize ilah edindiklerinizi çağırın yardımınıza! Onlar sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremeyecekleri gibi, size gelecek herhangi bir belayı da değiştiremezler. Onların yardım istedikleri ve böylece kendilerine Rab edindikleri de, Allah'a daha yakın olmak için yol arayıp duruyorlar. O'nun rahmetini umuyorlar ve azabın-dan korkuyorlar. Çünkü Rabbin azabı ne kadar korkunç bir azaptır." (İsra: 56, 57)
Naklettiğimiz son âyette, Yüce Allah, kendi dışındaki varlıklardan yardım ve istimdat istenenlerin, beklenenlerin, hiçbir belayı defedemeyeceklerini, böyle bir güçleri olmadığını açıklıyor. O yardım beklenenlerin de aynı kendileri gibi, yani yardım isteyenler gibi yardıma muhtaç olduklarını, Allah'ın azabından korktuklarını ve aynen isteyenler gibi, Allah'a yaklaşmak ve sığınmak istediklerini beyan ediyor. Böylece müşriklerin melekler, nebiler ve şeyhlerden yardım istemelerini reddediyor. Onların anladığı ve iddia ettiği anlamda bir şefaat olmadığını kesin, kes açıklıyor. Kendisinden başka hiç kimseyi duaya muhatap saymıyor Yüce Allah... Şefaat bir biçimde duadır. Hiç şüphe yok ki, insanlardan bir kısmının bir başka kısım için yaptığı dua fayda verir. İnsanların birbirine dua etmesi Allah'ın emridir. Fakat, dua eden kimsenin duası ve aracılığı Allah razı olduğu, kabul edeceği, hak edilmiş bir istek olmalıdır. Mesela, bir kimse bir müşrik için dua etmiş olsa, karşılığı sadece bir hiçtir.Din düşmanlarına mağfiret dilese bir kimse, böyle bir kimsenin duası kendisine beddua olarak geri döner. Onun için hiçbir Müslüman, Allah'ın yasakladığı kimseler için dua edemez, böyleleri için Allah'tan hiçbir şey isteyemez.
Yüce Allah buyuruyor: "Müşriklerin, o çılgın ateşin yoldaşlarının cehennemlik oldukları kesinlikle ortaya çıktıktan sonra, artık onların lehine ister en yakın akrabaları isterse resul olsun, hiç kimsenin şefaat dilemeleri doğru değildir, İbrahim'in babası hakkında yapmış olduğu dua, ancak ona yapılmış bir vaadden ötürü idi. Yoksa ,onun Allah'ın düşmanı olduğunu öğrendikten sonra ona şefaatçi olmaktan vazgeçti ve ondan uzaklaştı. İbrahim cidden çok tazarru ve niyaz eden bir hassas kalbe ve ezaya sabırla göğün geren bir yüreğe sahipti." (Tevbe: 113. 114)
Cenab-ı Hak müşrikler hakkında şöyle buyurmaktadır mealen: "Ha istiğfar etmişsin onlara, ha etmemişsin, hiçbir şey değişmez. Allah onları asla yarlığamaz.(affetmez) Hiç şüphe yok Allah fasıklar grubunu doğru yola iletmez." (Münafikûn: 6)
Yüce Allah kendi elçisini müşrik ve münafıklar hakkında af dilemekten menetmiştir ve böyle bir af istediği takdirde af etmeyeceğini acık açık beyan buyurmuştur...
Bu durum sahih bir hadiste de dile getirilmiştir...
Meselâ şu âyeti celile de buyrulmaktadır: "Şüphesiz şanı Yüce Allah, kendisine ortak koşanları yarlığamaz (affetmez). Bundan başka suçlar için, dilediğini yarlığar.Kim Allah'a bir ortak koşarsa, hiç şüphe yok ki iftira etmiş ve büyük bir günah işlemiş olur." (Nisa: 48)
Bir başka âyette mealen: "Onlardan ölen bir kimse için asla dua etme! Defin veya ziyaret kastıyla bile olsa mezarı başında durma! Çünkü onlar, Allah'ı ve Resulünü reddederek kâfir oldular. Ve onlar fasık kimseler olarak öldüler." (Tevbe: 84)
Bir başkası: "Rabbinize yalvara yalvara, gizlice dua edin. Şu asla değişmez bir gerçektir ki, Allah haddi aşanları sevmez." (Â'raf: 55) Yukarda naklettiğimiz âyet, duada haddi aşmayın emrini vermektedir. Yüce Allah'ın yapmayacağı bir şeyi istemek, duada haddi aşmaktır ve karşılığı da cezadır.
Meselâ: Nebi ve Resullerin derece ve makamlarını istemek, yahut müşriklerin affını dilemek ve benzeri dualar, haddi aşan dualardır. Küfre, isyana yardım için dua edilmesi haddi aşmadır. Hasılı Allah'ın günah saydığı her hangi bir şeyi dua ederek Allah'tan istemek haddi aşmadır.
Yüce Allah, ancak içinde günah olmayan duayı istediği kimseden kabul buyurur. Bir bakıma böyle bir dua, zaten hakkedilmiş bir istektir. Kendisinin şefaati kabul edilebilir kullar, zaten bundan başkası için kimseye şefaat etmez. Şayet bilmeyerek, Allah'ın razı olmadığı, dua edilen kimsenin hak etmediği bir istekte bulunmuşsa, bu duasından hemen vazgeçer. Çünkü şefaat izni verilebilecek kullar, caiz olmayan bir .fiili yapmaya devam etmekten uzak kimselerdir.
Hz. Nuh'un duası ve Allah'ın verdiği cevapta olduğu gibi: "Nuh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim Dilemdendir. Senin vaadin şüphesiz ki haktır. Ve sen hakimlerin hakimisin." Allah da şöyle buyurdu: "Ey Nuh. O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı işlediği iş, bizim istemiş olduğum doğru iş değildir, tersine çok kötü bir iştir. O halde aslını bilmediğin bir şeyi benden isteme. Seni bilmez kimselerden olmaktan men ederim." Nuh: "Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir şeyi senden istemekten yine sana sığınırım. Eğer ,beni yarlığamazsan, esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum!" (Hud: 45, 46. 47)
Yüce Allah'a dua eden ve şefaat dileyen herkesin, bu dua ve şefaati ancak yaratanın kazası, kaderi ve dilemesi ile olur. Duaya muhatap olacak ve kabul edecek olan ancak O'dur çünkü. Sebebi de sonuçları da yaratan O'dur. Dua da Allah'ın takdir ettiği sebeplerden biridir. Gerçek bu olunca. Allanın sebeplerine yönelmek, sadece onlara güvenmek, tevhid inancına göre şirk sayılır. Sebepleri yok bilmek sebebi müsebbip yapmaktır ki, bu da büyük bir akıl eksikliğidir. Çünkü sebeplerden uzaklaşmak, onlara tevessül etmemek şeriata göre yasaktır. Kul için vacip olan, zorunlu olan, tevekkülünü, istemesini, duasını ve itibar ve rağbetini yalnız Allah'a yöneltmesidir. Yüce Allah, kendisine sebeplerden, insanların duasından ve şefaatinden dilediğini takdir ve nasip buyurur.
Derece ve makam olarak üstün olanın duasının kabul buyrulacağı gibi, derece ve mertebesi aşağı seviyede olanın da duası kabul buyrulur. Başka bir deyimle, derecesi yüksek olan bir kişinin kendinden aşağıda olan için yaptığı dua kabul olabileceği gibi, derecesi düşük olanın kendisinden daha üst derecede olan için yapmış olduğu dua da makbul olabilir. Her Müslüman'ın başka Müslüman hakkında dua etmesi caizdir. Resulden dua etmesi istendiği gibi. Hz. Ömer ve Müslümanlar, Resulün amcasından yağmur için dua etmesini talep etmişlerdir. İnsanlar kıyamet gününde. Hazret! Resulden ve diğer Nebilerden şefaat isteyeceklerdir. Allah'ın Resulü şefaat edicilerin efendisidir.
Onun kendisine mahsus şefaati vardır.Bununla birlikte, Müslim ve Buhari'de şöyle bir nakil bulunmaktadır: "Ezan okuyan bir müezzinin ezanını duyduğunuz zaman, siz de müezzinle birlikte dediklerini tekrarlayın. Sonra da üzerime salât okuyun. Kim bana bir salât okursa, Allah ona on rahmet gönderir. Sonra Allah'tan benim için vesile isteyin. Vesile cennette bir mertebedir. Allah'ın kullarından bir kula nasip olacaktır. Ümit ediyorum ki ben o kul olayım. Kim Allah'tan benim için bir vesile isterse, kıyamette şefaatim ona helâl olur."
Hz. Ömer Umre haccı yapmak üzere Resulle vedalaşırken, Resul ona şöyle söylemişti: "Ey kardeşim, beni de duadan unutma!" Anlaşılıyor ki, Allah'ın Resulü ümmetinden kendisi için dua etmesini istemiştir. Fakat bu istek, ümmetin istediği biçimde bir istek değildir. Bu, ümmetin amel ettiklerinde ve sevap kazandıkları diğer emirlerde olduğu gibi, ümmetine vermiş olduğu emirlerden bir emirdir. Allah'ın Resulüne de, emirleri ile hareket eden ümmetinin kazandığı ecir kadar sevap ve mükâfat ihsan buyrulur. Bu hususta bir gerçek hadiste buyrulmaktadır: "Bir kimse diğerlerini bir hidayete çağırsa, davetine uyan kimselerin sevabı kadar sevap kazanır. Davete icabet edenlerin ecirlerinden de zerre kadar eksilmez. Bir kimse bir başka kimseyi sapıklığa davet etse, aynen sapıklığa davet ettiği kişinin günahı kadar günah kazanmış olur. Davete icabet eden kişinin günahından da zerre kadar eksilmez."
Allah'ın Resulü de insanları doğru yola, yani hidayete çağırmaktadır. Elbette ki davetine uyanların kazandığı sevap ve mükâfatlar kadar mükâfat ve sevap kazanmıştır Allah'ın Resulü... Ümmeti ona salât ve selâm eylediği zaman da durum böyledir. Bir salâtu selâm gönderene Allah on rahmet eder. Allah'ın Resulüne de bu salâtu selâm gönderenlerin sevabı kadar sevap yazılır, mükâfat ihsan edilir. Çünkü, ümmetin Allah'ın rahmetine ulaşması için gerekli çalışmayı o yapmıştır. Bir başka deyimle, ümmeti onun çalışmaları sonucu ulaştıkları İslâm'dan dolayı mükâfatına ve ihsanına lâyık bulmuştur. Böyle olunca da ümmetinin hak ettiği mükâfatın aynısı Allah'ın Resulüne de verilmektedir. Bu, Yüce Allah'ın Resulüne lâyık gördüğü bir nimetidir.
Gerçek bir hadiste Allah'ın Resulü şöyle buyurmaktadır: "Bir insan yanında olmayan bir kardeşine dua ederse, Cenab-ı Hak ona muhakkak bir melek tayin eder ve yanına arkadaş olarak koyar ki, her dua edişte o görevli melek Amin, bir o kadar da senin için" der." Başka bir hadisle buyrulmuştur: "En çok kabul edilen dua, birbirinden uzak olan kişilerin birbirine ettiği duadır." Her ne kadar dua eden kişi dua edilen kişi değilse de, başkası için yapılan dua, dua edilen kişiye de dua eden kişiye de menfaat temin eder. Bir müminin diğer mümin kardeşi için yaptığı dua, hem ona hem de kendisine fayda verir. Bir kimse diğer bir kimseye "Bana dua et" dese, bu istekte her ikisi de kastedilse, takva üzere birbirileriyle yardımlaşmış sayılırlar. Dua isteyen kişi, talep ettiği kişiyi hayra teşvik etmiş ve böylece her ikisine fayda sağlayacak bir iş yapılmış olur. Bir insan bir başka insanı hayra teşvik eder, o da onu yerine getirirse, yerine getirmenin sevabı kadar teşvik edilene sevap isabet eder.
Kulun edeceği dualar hakkında Yüce Allah buyurmaktadır: "Öyleyse, fırsat elde iken şu "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" gerçeğini bil, hem kendinin, hem erkek hem de kadın müminlerin yarlığanmasını iste. Allah hem dolaştığınız, hem de barındığınız yeri çok iyi bilir." (Muhammed: 19)
Allah'ın Resulü müminler için istiğfar edilmesini emrediyor ve sonra da buyuruyor: "Biz hiçbir elçimizi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah'ta mağfiret dileselerdi, onlara sen de mağfiret isteseydin, elbette Allah'ı tevbeleri hakkıyla kabul edici ve çok esirgeyici bulacaklardı " (Nisa: 64)
Yüce Allah erkek ve kadın müminlerin günahları için af dilediklerini ve Allah'ın Resulünün de onlar için istiğfar eylediğini zikrediyor. Çünkü Allah Resulünün istiğfarı Allah'ın emirlerinden bir emirdir. Allah, Resulüne, mümin ve müminatın günahlarının affı için af dilemesini ve bizzat istiğfar eylemesini emretmiştir. Allah hiçbir insana diğer bir insan için bir şey istemesini emretmemiştir. Allah'ın böyle bir emri yok. Fakat müminlerin birbirlerine dua etmesini vacip veya müstehap olarak emretmiştir. Öyleyse böyle bir emri yerine getirmek Allah'a itaat etmenin ta kendisidir. Allah'a yakınlaşmak için yapılan güzel bir iştir. Bir başkasına dua etmek, onun için iyilik istemek, insan için en büyük bir nimet ve iman göstergesidir.
Belki de böylesi bir isteyiş Allah'ın kullarını gerçek anlamda imana götürecek zamana rastlar ve Allah da vakti denk gelen isteği yerine getirir.
İman; karar vermek, ve verilen karan yerine getirmek için çalışmaktır. Bu bakımdan kulun kararları ve bu kararlar çerçevesinde yaptıkları ne kadar çok olursa, imanı da o derece artmış olur. İşte bu, fatiha süresindeki "Kendilerine nimet ihsan ettiklerinin yoluna" ifadesinin ve Nisa Süresindeki 99. âyette geçen, zikredilen gerçek nimetin ta kendisidir. Dinî bir yanı olmayan salt dünya nimeti gerçek bir nimet midir, yoksa değil midir? Bu konu hakkında asrımızın alimlerinin ve evvelkilerin iki görüşü vardır. Gerçek şudur ki, tek başına dünya nimeti dört başı mamur bir nimet olmasa da, bir yönden yine de üstün bir nimettir. İstenmesi gereken dinî nimetlere gelince, onlar, farz, vacib ve müstehab gibi Allah'ın emirleridir. Bunlar bütün Müslümanların ittifakı ile, talip edilmesi gereken hayırlı nimetlerdir. Sünnet ehline göre, gerçek nimetler bunlardır. Zira ehli sünnete göre, Yüce Allah, kullarını hayırlı işler yapmaya sevk etmekle, onları nimetlendirmiş ve en büyük ihsanına mazhar etmiştir.
Söylediklerimizin maksadı şudur: Şüphesiz Yüce Allah, hiçbir yaratığın diğer yaratıktan bir şeyler istemesini emretmemiştir. Fakat mahlûkat için menfaat verici bir şey olursa, böylesi bir istek sözümüzün dışında kalır. Bu maslahat da, farz. vacib ve müstehab sayılmış olan işlerdir. Yüce Allah kulundan bundan başka bir şey istemiyor.
Gene anlatmak istediğimiz mânalardan biri de şudur: Kim hükümdar ile halkı arasında bulunan aracılar gibi bir aracı sınıfı, ya da kişileri Allah ile kulları arasında da var kabul ederse, böyle bir telakki sahibinin şirk koştuğunu vurgulamaktır. Böylesi bir inanç müşriklerin ve putperestlerin dinidir, gerçeğini anlatmak istedik...
Nitekim müşrikler "Bu heykeler nebilerin ve salih kimselerin sembolleridir. Bunlar Allah ile bizim aramızda bir vasıtadırlar. Bu vasıtalarla biz Allah'a yaklaşıyoruz." diyorlardı. Yüce Allah Hıristiyanların bu kabil inançlarını şirk sayarak reddetti.
Yüce Allah bu konuda buyuruyor ki: "Onlar Allah'ı bırakıp, bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i tanrılar edindiler. Halbuki bunlar da, ancak bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamıştır. O'ndan başka ilah yok. O, insanların eş tuttuğu her şeyden yüce ve münezzehtir." (Tevbe: 31)
Vasıtaya gerek yok. Çünkü Allah kuluna herkesten ve her şeyden yakındır. Cenabı Hak buyuruyor:
"Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben onlara muhakkak ki yakınımdır. Bana dua edince dua edenin duasına icabet ederim. O halde onlar itaat ve imanla davetime icabet etsinler. Doğru yolu buluncaya kadar..." (Bakara: 186)
Yukarda ki âyette Yüce Allah, emir ve yasaklanma uymaları için onları çağırdığımda, bu davetime icabet etsinler ve bana iman eylesinler. Ben de onların, isteklerine, yakarışlarına, dualarına ve çağırılarına icabet ederim, demek istemektedir. Aşağıdaki âyeti kerimeler de konumuz hakkında ikaz hüviyetindedir:
"O halde boş kaldın mı hemen doğrul ve her işinde ancak Rabbine sarıl." (İnşirah: 7, 8)
"Denizde size bir sıkıntı isabet ettiği zaman, O'ndan başka bütün kendinize efendi edindikleriniz kaybolup gider. Sadece gerçek efendi olan Allah'tan yardım istersiniz. Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine O'ndan yüz çevirirsiniz. Şu insan ne de nankördür." (İsra: 67)
"Yoksa bunalmışa, kendine dua ve iltica ettiği zaman, icabet eden, fenalığı gideren, sizi yeryüzünün efendisi ve hükümdarı kılana mı? Allah ile birlikte bir başka ilah ha? Siz ne rezilane düşünüyorsunuz!" (Nemi: 62)
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'ndan ister. O her an bir iştedir." (Rahman: 29)
Cenab-ı zülcelal hazretleri Kur'anı Kerim'inde tevhidin bütün esaslarını pek açık bir biçimde beyan buyurmuş ve şirkin her türlüsünü söküp atmıştır. Öyle ki, hiç kimse Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmasın. O'ndan başkasından ümit beklemesin ve O'ndan başka hiçbir kuvvete tevekkül etmesin. Maide 44, Ali İmran 175 inci âyetlerde Yüce Allah bizi şeytanın dostlarından korkutur. Nisa 77, Tevbe 15, Nur 52. âyetlerinde de, itaatin sadece Allah'a ve Resulüne yapılması gerektiğini beyan eder.
Haşyet ve hayranlık da sadece Yüce Allah'a duyulur!
Buyuruyor yaratan: "Onlar Ailen ve Resulü kendilerine ne verdiyse sadece buna razı olsalardı da "Bize yalnız Allah yeter, yakında bize kerim olan rızkından Allah da verir Resulü de. Biz yalnız Allah'a rağbet edicileriz" deselerdi." (Tevbe: 59)
Bir başkası: "Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine," düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun" dediler de, bu sözler onların imanlarını artırdı ve "Bize Allah yeter. O ne güzel vekildir" dediler." (Ali İmran: 173)
Allah'ın Resulü de bu tevhid anlayışını ümmetine telkin ve tavsiye ediyordu. Şirkin her çeşidinden ümmetini sıyırmaya ve uzaklaştırmaya çalışıyordu. Allah Resulünün bütün gayreti tevhidle ilgilidir. Her çalışmanın hedefi "La ilahe illallah" lafzının hakikatidir. Zira ilah, kalblerin bütün varlığı ile bağlandığı, bağlanacağı bir kudrettir. Onun için, kalp böyle bir kudrete, haşyet, korku ihtiram, ikram ve sonsuz ümitle bağlanmalıdır. Kısacası, insanın kulluk edebileceği kudret demektir ilah. O kadar ki, bir kısım kimseler" Maşallah ve şane Muhammed (Allah ve Muhammed böyle istedi) dediği zaman, Allah'ın Resulü "Böyle demeyin, önce Allah diledi, ondan sonra Resul diledi deyin" buyurmuştur.
"Allah ve sen diledin" diyen bir adama, Allah'ın Resulü "Beni Allah'a şerik mi koşuyorsun, sadece Allah diledi, de" buyurmuştur.
Bir hadis-i Şerifte şöyle buyruldu: "Kim yemin etmek diliyorsa Allah'a yemin etsin, yahut da sussun."
Bir başka hadiste: "Kim Allah'tan başkası için yemin etmişse, o kişi Allah'a şirk koşmuş olur."
İbni Abbas'a şöyle buyurmuştur: "İstediğin zaman Allah'tan iste. İstimdat ve yardım istersen Allah'tan iste. Kalemin mürekkebi kurumuştur, sen karşılaştığın şey ilesin. Bütün yaratıklar uğraşsa, sana Allanın yazdığı faydalı şeyden başkasını veremezler ve gene bütün yaratıklar çalışsa, sana Allah'ın yazdığından başka hiçbir zarar veremezler."
Bir başka hadiste: "Hıristiyanların İsa'yı göklere çıkardıkları gibi, onu yücelttikleri gibi beni de yüceltmeyin, uçurmayın. Ben de ancak bir kulum. Onun için bana Allah'ın kulu ve Resulü deyin."
Allah Resulü Allah'a şöyle yalvarıyordu: "Allah'ım! Benim kabrimi ibadet edilen bir put haline getirme." Böyle Dua eden Allah'ın Resulü, Müslümanlara da şöyle diyordu: "Kabrimi ziyaretgâh edinmeyin, ama bana dua ve salavat ediniz. Siz nerede olursanız olunuz, o dua ve salavat bana ulaşır."
Allah Resulü, hastalığı sırasında şöyle buyurdu: "Nebilerinin ve Resullerinin kabrini mescid ve secdegâh yapan Yahudi ve Hıristiyanlara Allah lanet eylesin!" Böyle ifade ederek şirkten, tevhidi anlayıştan sapmadan menetmeye çalışıyordu Allah'ın Resulü ümmetini.
Hz. Aişe: "Eğer Allah Resulü böyle demeseydi, kabrini daha geniş bir hale getirirdim, şimdi yapamıyorum, çünkü o, kabrinin mescid haline getirilmesini yasaklamıştır." diyor.
Bu konu çok geniş bir konudur. Mümin kişi her ne kadar, Allah'ın her şeyin rabbi olduğunu biliyor ve Allah'ın yarattığı sebepleri inkâr etmiyorsa da... Meselâ; Yağmuru, bitkileri yetiştirmeye sebep yaptığını (Bakara: 164) ve güneşle ayı onlar ile meydana getirdiği şeylere şefaat ile duayı onlar için icra edeceği şeye tayin buyurduğunu... Meselâ, Müslümanların cenazeye namaz kılmaları, Allah'ın o cenazeye rahmet eylemesine bir sebep teşkil ettiğini, ayrıca cenaze namazı kılanların da cevaplandığını biliyor ve inkâr etmiyorsa da...
Sebepler konusunda üç şeyi iyice bilmek lâzımdır:
1 - Bir istenen şeyi, muayyen tek bir sebep yerine getiremez. Belki bir çok sebebin bir araya gelmesi ile istenen şey elde edilebilir. Bununla birlikte, o istenen şeyin elde edilmesine engel olacak birçok sebepler de vardır. Şayet Allah elde edilmesini mümkün kılacak sebepleri bir araya getirmez, engelleyecek sebepleri de yok etmese, maksada ulaşmanın imkânı yoktur. Mutlaka ve mutlaka, Allah'ın dilediği şey meydana gelir, insanlar istese de istemese de...
2 - İnsanların istediğini elde etmesine ancak Allah izin verirse imkân vardır... Bir şeyin diğer bir şeye sebep olduğuna itikat etmek, inanmak, ancak onu iyice bilmekle olur. Bilmeden ve şeriata muhalif olarak bir şeyi diğerine sebep tanıyan kişi batıla itikat etmiş olur. Nezir'in veya Adağın bazı belâları defetmeye, bazı nimetleri de meydana getirmeye sebep olduğunu zanneden kimseler gibi... Çünkü gerçek bir hadisede Allah'ın Resulü böyle bir itikadı yasak etmiştir: "O hiçbir hayır getirmez, ancak o, cimri olan kimseden çıkarılır."
3 - Dinî amellerden herhangi birisi ancak meşru olacak bir şeye sebep teşkil eder. Çünkü ibadetlerin temeli, vakti belli olmaktır, sabit ve değiştirilmez olmaktır. Binaenaleyh, ibadet adına insanoğlunun Allah'tan başkasına dua ve istimdat ederek, Allah'a şirk koşması asla caiz değildir. İnsan her ne kadar bazı arzularının yerine gelmesine sebep sansa da...
Bu sebepten ötürü, şeriata muhalif, sonradan icat edilmiş şeylerle Allaha ibadet edilmez Böyle bir ibadetin doğru olduğu zannedilse de, sonuç değişmez. Çünkü insan Allah'a sirk koştuğu zaman, insanın istikametini şeytan gösteriyor demek olur. Böyle kimseleri şeytan kendi maksadı için kullanır...
İnsanların maksatlarını, şayet Allah'a şirk koşuyorsa, elbette ki şeytan yönlendirecektir...
Nitekim, küfür, fasıklık ve isyan ile bazı arzular elde edilebilmektedir: Fakat bunların hiçbiri helâl olamaz. Zira bunlarla ortaya çıkan kötülük elde edilen her şeyin üzerindedir. Kötülük ağır basar sonunda, elde edilen ne kadar faydalı görünürse görünsün. Yani, kısacası, kötü işler yapılarak elde edilmiş kârlar, zararları asla karşılamaz.
Allah'ın Resulü "Menfaatleri tahsil ve ikmâl etmek, ancak fesatları ve kötülükleri azaltmak için gönderilmiştir." buyurmaktadır. En faydalı ve en makbul olan şeyler, Allah'ın emrettiklerini yaparak elde edilen şeylerdir. Onun için bunlar tercih edilir gerçek Müslümanlar tarafından. Bu cümleleri satırlara sığmayacak kadar uzatmak mümkündür.
Her şeyin doğrusunu yalnız Yüce Allah bilir.
Her ihtiyacımıza yeterli olan Allah'a hamd, seçip beğendiği kullarına salât ve selâm olsun. Bu küçük risale iki kişi arasında geçen bir konuşmayı, tartışmayı dile getirmektedir. Kişilerden birisi "Allah ile bizim aramızda mutlaka bir aracı olması lâzımdır. Çünkü biz vasıtasız olarak Allah'a vasıl olmaya muktedir değiliz" diyor. İkincisi ise, bu sözlerin ifade ettiği anlamlara cevap veriyor... Alemlerin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah'a hamd olsun. Eğer vasıta deyimiyle, Allah'ın emirlerini bize tebliğ eden kimseler kast ediliyorsa, bu söz haktır ve doğrudur.
Mutlaka insanoğlu Allah'ın neleri sevdiğini neleri sevmediğini, nelerden razı olup, neleri istemediğini, neleri emredip, nelerden yasakladığını, dostlarına hangi nimeti, düşmanlarına hangi cezayı hazırladığını kendi başına bilemez. Yine insanlar, Allah'a lâyık olan güzel isimleri ve yüce sıfatlan idrak edemezler. Bunları kendi akıllarıyla bulmaktan aciz kalırlar. İşte bütün bunlar ve benzerlerini bilebilmek için insanın Allah ile kendisi arasında bir vasıtaya ihtiyaçları vardır. Ve bu vasıta da Allah'ın seçip görevlendirdiği Resullerdir. Ancak bunlar aracılığı ile Allah'ın istekleri bilinebilir. Bu aracı Resullere inananlar ve onları takip edenler doğru yola ulaşanlardır. Allah bunlara katında yüce makamlar verir, derecelerini yükseltir ve ahirette de nimet ve şeref bahşeder. Resul ve nebilerine karşı olanlar ise, melûn lanetliler, sapıp azıtanlardır.
Yüce Allah mealen buyuruyor: "Ey adem oğulları! Eğer size aranızdan âyetlerimi tebliğ eden nebi ve Resuller gelirse, artık kim onlara muhalefetten sakınır ve nefsini ıslâh ederse, onlar için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onları kibirlerine yedirmeyenler ise, onlar ötesin dostudurlar ve onlar o ateşte ebedî kalıcıdırlar." (A'raf: 35 ve 36)
"Artık ne zaman benden size doğru yola götürücü bir kitapla Resul gelirse de kim benim doğru yoluma uyarsa, o kimse sapıtmaz ve bedbaht olmaz. Kim de benim doğru yolumu kabul etmezse, onun da hakkı dar bir geçimdir. Ve biz onu kıyamet gününde gözleri kör olarak hasrederiz. O, "Rabbim! Beni neden kör hasrettin, halbuki ise ben görüyordum" der. Allah da ona şöyle cevap verir: "Sana âyetlerimiz geldiğinde sen onları görmedin ve unuttun. İşte bugün de sen görülmeyip unutuluyorsun!" (Taha: 123, 127)
İbni Abbas "Kur'anı Kerimi içindekileri anlayarak okuyan, ve âyetlere uygun hareket eden kimseyi Yüce Allah bu dünyada sapıtmamayı, öbür dünyada da bedbaht etmemeyi vaad etti ve garanti altına aldı." demektedir.
Cehennem ehlinden Yüce Allah şöyle haber veriyor: "Her gün cehenneme atıldıkça, muhafızları onlara sorarlar: "Size azab ile sakındırıcı bir nebi gelmedi mi?" Onlar cevap verir: "Evet! Gerçek o ki. Bize azapla sakındırıcı ve korkutucu nebi gelmiştir. Fakat biz onu yalanlayarak dinlemedik. Allah seninle hiçbir şey indirmemiştir. Sen ancak büyük bir sapıklık içine esin demiştik." (Mülk: 8, 9)
"O kâfirler ,ayrı ayrı bölükler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya geldikleri zaman onun kapıları açıldı. Cehennemin muhafızları onlara "Size aranızdan Rabbinizin âyetlerini karşınızda okuyacak, sizi bu günlere gelmekle korkutacak nebiler gelmedi mi?" diye sorarlar. Onlar "Evet, geldi" diyerek cevap verirler. Öyleyse azab hükmü kâfirlerin üzerine bir hak oldu." (Enam: 48, 49)
"Nuh'a ve ondan sonraki nebi ve Resullere vahyettiğimiz ve İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve evlâtları İsa, Eyub, Yunus, Harun ve Süleyman'a vahyettiğimiz ve Davud'a Zebur'u verdiğimiz gibi, ey Muhammed hiç şüphesiz sana da vahyettik biz. Gönderdiğimiz nebi ve Resûllerin menkıbelerini gerçek olarak sana bildirdik. Yine nebi ve Resuller yolladık ki, onların hayatlarından sana bir haber vermedik. Allak Musa ile de hitap ederek konuştu. Biz nebi* ve Resullerimizi rahmet müjdecileri ve azab habercileri olarak gönderdik. Ta ki bu elçilerimizden sonra, insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." (Nisa: 63, 65)
Bu âyetlerin birçok benzeri vardır Kur'an-ı Kerimde. Ve bu esaslar, Yahudi ve Hıristiyanların da birleştiği esaslardır. Bütün dinler Alları ile kulları arasında, Allah'ın yasak ve emirlerini tebliğ edici nebi ve resulleri aracı olarak kabul ederler. Böyle bir vasıtayı hiç kimse inkâr etmez herhangi bir semavî dine bağlı olarak.
Yüce Allah buyurur: "Allah, melekler ve insanlar arasından elçiler seçip gönderdi."(Hacc: 75)
Bütün dinlerde bu esası inkâr eden kâfir olur. Yüce Allah'ın Mekke'de indirdiği Enam, A'raf ve baş tarafında, elif, lam, ra, ha, mim, tâ sin gibi harfler bulunan sûreler, Allah'a, elçilere ve ahirete iman gibi İslâm dininin esaslarını beyan ederler. Yüce Allah bu sûrelerde elçilerini yalancı sayan kâfirlerin hallerini ve onları nasıl helak eylediğini .elçilerine ve onlara iman edenlere nasıl yardımcı olduğunu beyan buyurmuştur...
İşte bu konudaki âyetlerden mealen bir kaçı: "Andolsun ki elçiler olarak gönderilen kullarımız hakkında geçmiş bir sözümüz vardır. Muhakkak onlar behemehal onlar galibdirler. Muhakkak ki bizim ordumuz, herhalde onlar zafer kazanacaklardır." (Saffat: 171, 173)
"Muhakkak biz elçilerimizi ve iman edenleri, hem dünya hayatında hem de meleklerin şahit olacağı kıyamet gününde muzaffer kılacağız." (Mümin: 51)
Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, nebi ve resullere uyulur ve kayıtsız şartsız onlara itaat edilir: "Biz hiçbir elçiyi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." (Nisa: 64)
"Kim elçimize itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa: 80)
"De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olunuz, Allah da sizi sever ve günahlarınızı bağışlar." (Âl-i İmran: 31)
"İşte elçimize iman edenler, onu tazim edenler, ona yardım edenler, ve onunla indirilen Kur'an-a tabi olanlar. İşte onlar selâmete erenlerin tâ kendileridir." (Araf: 157
"Andolsun ki, Allah'ın Resulünde sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umar olanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için çok güzel örnekler vardır." (Ahzab: 21)
Şayet vasıta ile anlatılmak istenen anlam, faydaları celb, zararları defetmek için gerekli bir vasıta ise... Meselâ: Kulların rızıklandırılmasında, kendilerine imdat ve hidayet edilmesinde bir vasıtanın bulunması ve kulların bu menfaatleri böyle bir vasıtadan istemeleri ve ondan bunu ümit etmeleri gibi bir vasıtanın olması murat ediliyorsa...
İşte böyle bir vasıta telakkisi en büyük bir şirktir. Yüce Allah bu iddialarından ötürü Hıristiyan ve Musevileri kâfir saymıştır. Ki onlar Allah'tan gayrisini kendilerine dost ve şefaatçiler edinmektedirler. O dost ve şefaatçilerden menfaat bekliyorlar, belâları defetmelerini istiyorlar. Her ne kadar Allah'ın izin verdiği insanların şefaat etmeleri hak ise de...
Şefaat hakkında Yüce Allah buyuruyor ki: "Allah gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları altı günde yaratan ve sonra tahtına kurulandır. Sizin bunlardan başka hiçbir yeriniz, Allah'tan başka hiçbir şefaatçiniz yoktur. Artık iyice düşünmez misiniz? (Secde: 4)
"Rablerine götürülüp toplanacaklarından korkanları, sen Kur'an'la sakındır ki, onların O'ndan başka ne bir yeri ne de bir şefaatçisi yoktur. Senin bu inzarın onların sakınmaları içindir." (Enam 51)
"Kur'an ile anlat ki, hiç kimse günah kazanarak kendini helâke sürüklemesin. Hiçbir nefse Allah'tan başka ne bir yâr, ne de bir şefaatçi yoktur." (Enam: 70)
"De ki: "Allah'ı bırakıp, boş yere ilâh, veya Allah ile aranızda vasıta ve şefaatçi zannettiklerinizi çağırın. Onlar sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremeyecekleri gibi, herhangi bir şeyi de değiştiremezler. Onların dua edin istedikleri de Allah ile, kendileri arasında vasıta olarak kabul edip ,dua ve istimdat ederek yardım ve şefaatlerini istedikleri, melekler, elçiler ve şalin kimseler de, hangisi rablerine daha yakın olacak diye vesile arayıp duruyorlar. O'nun rahmetini umuyorlar. O'nun azabından korkuyorlar. Çünkü Rabbinizin azabı korkunçtur." (İsra: 56, 57)
"Müşriklere de ki: "Allah'tan başka ilah zannettiklerinize, istediğiniz kadar yalvarın, istimdat edin, onların ne göklerde ne de yerde bir zerre miktarınca bile güçleri yoktur. Onların buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, Allah'ın da bunlardan kendisine bir yardımcı kabul ettiği yoktur. O'nun nezdinde, kendisine izin verdiklerinden başkasının şefaati kimseye bir fayda sağlamaz." (Sebe: 22, 23)
Seleften bir grup diyor ki: Bir kısım kavimler, Hz. İsa, Hz. Üzeyr ve meleklere dua edip onlardan yardım dileniyorlardı. Yüce Allah birçok âyetlerle, meleklerin ve elçilerin herhangi bir zararı gidermeye veya değiştirmeye güçleri olmadıklarını, meleklerin de, elçilerin de Allah'tan istemek zorunda olduklarını onların da Allah'ın rahmetini umduklarını, azabından korktuklarını beyan buyurdu...
"Beşerden hiç bir kimseye yakışmaz ki, Allah kendisine, kitabı, hükmü ve elçiliği versin de, sonra onlar insanlara Allah'ı bırakın da bana kul olun desin. Fakat öğretmekte ve okuyup yazmakta olduğunuz kitap sayesinde, Rabbinize bağlanın der. Sizin melekleri ve elçileri Rabler edinmenizi de emretmez. O size, hiç İslâm'ı kabul ettikten sonra küfre dönün der mi?" (Âli İmran: 79, 80)
Görülüyor ki, Yüce Allah melekleri ve elçilerini Rabler edinenleri müşrik ve kâfir saymaktadır. Öyleyse, bir kimse melekleri ve elçileri, Allah ile kendileri arasında vasıta edinir, onlara dua ve tevekkül eder ve onlardan menfaat celbini ve bela defini isterse meselâ, onlardan günahların affını, kalplerin doğru yola gelmesini, sıkıntıların giderilmesini, yoksulluğun önlenmesini talep ederse, o kimse Müslümanların reylerine göre kâfir olur.
Yüce Allah buyurmaktadır meâlen: "Çok esirgeyici Allah bir evlât edindi dediler. O'nun şanı bundan yücedir, münezzehidir. Hayır, evlât dedikleri sadece ikrama nail olmuş kullardır. Bunlar sözle asla O'nun önüne geçemezler. Onlar Allah'ın emriyle hareket ederler. Önlerindekini ele arkadakilerini de o bilir. Bunlar O'nun korkusundan titreyenlerdir. Bunlar ki "ilah o değil benim derse" biz O'nu derhal cehennemle cezalandırırız. Biz o zalimleri de böyle cezalandıracağız." (Enbiya: 26, 29)
"Ne Mesih, ne en yakın melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse, düşünsün ki Allah onların hepsini huzurunda toplayacaktır." (Nisa: 172)
"Dediler ki: Rahman olan Allah bir evlât edindi. Yemin ederim siz çok kötü bir söz söylediniz. Onlar O Rahman olan Allah'a evlât izafe ettikleri için, böyle bir sözden dolayı nerede ise gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar çöküp dağılacaktır. Halbuki o çok esirgeyen Allah için bir evlât edinmek asla yakıştırılacak bir iş değil. Göklerde ve yerde olan herkes, hiç istinası olmamam üzere O Rahman olan Allah'a mutlak kul olarak gelecektir. Andolsun o bunlar cemiyet olarak da saymış, ferd olarak da saymıştır. Her biri kıyamet günü O'na tek başına gelecektir." (Meryem: 88, 95)
"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere bağlanırlar. Bir de, "bunlar Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyden mi haber veriyorsunuz?" Haşa! O şirk koşmakta oldukları her şeyden çok uzaktır, çok yücedir." (Yunus: 18)
"Göklerde nice melek vardır ki .onların şefaatleri bile hiçbir işe yaramaz. Ancak o şefaat Allah'ın dileyeceği ve razı olacağı kimseler için vereceği izinden sonra olursa, o başka." (Necm: 26)
"Onun izni olmayan kimseye şefaatçi olan kimmiş?" (Bakara: 255)
"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu kendinden başka hiç bir giderici yoktur. Eğer sana bir hayır da dilerse O'nun bu hayrını geri çevirici hiçbir kuvvet de yoktur." (Yunus: 107)
"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak yoktur. Tutacağı bir şeyi de salıverecek yoktur." (Fatır: 2)
"De ki: "O halde bana haber verin. Allah bana herhangi bir zarar dilerse, sizin Allah'ı bırakıp da taptıklarınız O'nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini geri çevirebilirler mi?" De ki: "Bana Allah yeter, güven ve dayanak arayanlar da ancak O'na güvenip dayanırlar." (Zümer: 38)
Bunlara benzer âyetler Kur'an'ı Kerimde daha bir çoktur. Nebi ve Resullerin dışındaki din ve ilim adamlarına gelince: Bunları, nebi ve Resullerin ümmeti arasında, Resullerin getirdiği emirleri ümmete açıklayıp talim ettiren, onlara edep ve terbiyeyi öğreten ve ümmet tarafından dinlenen birer vasıta olarak kabul eden kimseler bu inançlarında isabet kaydetmişlerdir, doğruyu görmüşlerdir.
Bu, din ve ilim adamları bir mesele üzerinde ittifak ettikleri zaman, böyle bir ittifak yeterli bir hüccet ve şüphe edilemeyecek bir delil niteliği kazanır. Çünkü Allah'ın dininin gerçek alimleri hata üzere birleşmezler. Şayet ilim ve din adamları bir mesele üzerinde birleşmişlerse, onu Allanın kitabına ve Resulünün hadislerine havale etmiş, bu iki mutlak kaynağın hükümleriyle halletmişlerdir. Çünkü gerçek din ve ilim adamlarından hiçbiri, şahsen, ferdî bakımdan asla masum değildirler. Onun için bütün insanlar bunların bazı hükümlerini kabul eder, bazılarını reddedebilir. Fakat Allah Resulünün hiçbir sözü ve hükmü asla reddedilemez. Onun için de din ve ilim adamları, ihtilafa düştüğü bir meseleyi Allah'ın ve Resulünün hükmüne müracaat ederek çözümlerler. Din ve ili adamları hakkında Allah'ın Resulü şöyle buyurmaktadır: "Alimler nebi ve Resullerin mirasçısıdır. Muhakkak ki Nebi ve Resuller insanlara altını ve parayı miras olarak bırakmazlar. Onların mirası sadece ilimdir. Kim onların bıraktığı ilmî elde ederse, çok büyük bir nasip elde etmiş demektir." (Ebu Davud).
Bir kimse hükümdara yakın olan kimselerin, hükümdar ile halkı arasında vasıta oluşu gibi, din ve ilim adamlarını veya şeyhleri Allah ile kulları arasında bir vasıta olarak görürse, böyle itikat ederse... Yani, kulların ihtiyaçlarını Allah'a onlar sunuyor ve Allah ancak kullarına onların aracılığı ile hidayet ediyor ve rızık veriyor... Halk onlardan, onlar da Allah'tan istiyor. Aynen hükümdarın yakınlarının, halk namına hükümdardan bir şey istemesi gibi... Elbette ki halk isteklerini doğrudan doğruya hükümdardan istememek için, onun yakınlarını araya koyar. Çünkü, halka karşı hükümdar, yanına varılması mümkün olmayan bir makamdadır. O bakımdan yakınlarından aracı olmasını bekler daima... Böylesin! daha uygun ve faydalı bulur.
Her kim yukarda anlattığımız biçimde, Allah'la kulları arasında bir vasıta olduğuna inanırsa, o kimse müşrik ve kâfir olur. Böyle bir kimsenin tevbe etmesi gerekir. Tevbe ederlerse kurtulurlar, etmezlerse katledilirler. Çünkü bu tesbihçiler, Haliki mahluka benzetmiş ve böylelikle Allah'a en büyük bir şirk koşmuş olurlar. Kur'an'ı Kerimde böyle bir itikadı reddeden âyetler, bu küçük kitaba sığamayacak kadar çoktur.
Hükümdar ile, tebası arasındaki vasıtaların varlığı şu üç sebebe dayanır:
1 - Hükümdar her şeyi bilmez. Onun için, halkın isteklerini bildirmesi ancak aracı ile olur. Halbuki ise Allah, gizli açık her şeyi bilendir. Bir kimse, Allah'a bilgisizlik izafe ederse şirke ve küfre düşmüş olur. Melekler, Nebi ve Resuller, yahut şeyhler haber verinceye kadar, Allah kullarının durumundan haberdar olmaz, gibi bir itikat sahibi, elbette 'ki küfrün en derin gayyasına düşer. Allah her türlü eksiklikten münezzeh olan mutlak bir kudrettir. Gökte ve yerde her ne oluyorsa, kim ne yapıyorsa, onu mutlak hakim bir kudrettir. Gökte ve yerde her ne oluyorsa, kim ne yapıyorsa, onu mutlak anlamda bilir. O her şeyi işitir, en küçük bir zerreyi bile görür. O, ayrı ayrı dillerden kendisine dua edip isteyen kullarının seslerini duyar, dillerini anlar. Birini dinlerken, öbürünü işitmekten uzak olmaz. İsteklilerin ve isteklerin çokluğu O'nu asla yanıltmaz.
2 - Hükümdar güçsüz ve iktidarsız olduğundan, her şeyi bilecek kabiliyet ve güçte olmadığından, vasıtalar olmaksızın halkın isteklerini ve halini bilemez. Ve bilemediği için de, idare etmekten aciz kalır. İşte bundan ötürü hükümdar, bilgi edinmek için, yardımcılar edinir, onları halkla kendi arasında vasıta olarak kullanır.Halbuki ise, yukarda da izah ettiğimiz gibi, Allah'ın haşa böyle bir eksikliği ve zaafı olmadığı için, yardımcıya ve kullan ile arasında bir vasıta kullanmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü o her şeye kadir, her şeye mutlak anlamda güç yetirendir.
O, bütün mevcudatın, o mevcudat içindeki bütün külli sebeplerin yaratıcısı, hükmedici, Rabbidir. O yarattığı hiçbir mahlûka muhtaç değildir. Halbuki ise, hükümdarın yardımcıları ve vasıta olarak kullandıkları, onun sultanlığına ortak olanlardır. Hükümdarlık haklarını bölüşenlerdir. Allah mahlûkuna mutlak anlamda, hiç ortağı olmayan bir hükümrandır. Allah hiçbir ortağı olmayan sultandır, mabuddur ve mülk mutlak anlamda O'nundur. Hamd O'nadır ve O her şeye hükmedecek kudrettedir.
3 - Hükümdar, kendi dışından bazı kimselerin tahriki ve teşviki olmadan, hiç kimseye bir şey vermek istemez, böyle bir arzu duymaz. Ancak,kendisine zarar vereceğinden korktuğu, desteğine muhtaç olduğu bir kimse, hükümdara nasihat ve tavsiye ederse, yol gösterirse, o zaman hükümdarın iradesi uyanır, bir şeyler vermek için faaliyete geçer. Bu hareket, nasihati verenin kalpte doğurduğu merhametten de doğar, ikaz edenin korkusundan da olabilir. Hatta belki de, ikaz edenin hatırı için olur sadece. Allah ise, her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. O, kullarına karşı, annenin çocuğuna duyduğu merhametin çok üzerinde bir merhamete sahiptir.
Her şey O'nun dilemesi ile olur. Ancak O'nun istediği şey olur, istemediği hiçbir şey de olmaz. Allah kullarından bir kısmını diğerleri üzerine yardım etmek için görevlendirirse, ancak o görev yerine getirilir. Bütün yardımlar Allah'ın isteği ile olur.Çünkü, aracıların öğüdü ve yol göstermesi ancak Allah izin verirse hükümdarın kalbini yumuşatır.İnsanı kalbindeki iradeyi yaratan da Allah'tır. Hiçbir kimse, Allah'a istemediği ve irade etmediği bir duygu sokamaz.
Allah'ın bilgisi dışındaki herhangi bir şeyi kimse kimseye öğretemez, anlatamaz. Bütün bir varlıkta Allah'ın ümit bekleyeceği ve korkacağı hiçbir yaratık yoktur. Bundan dolayıdır ki, Allah'ın Resulü, "Sizden hiç biriniz "Allah'ım, beni istersen affet, istersen rahmet eyle" demesin. İstediğini kesin olarak istesin. Zira Allah'ı zorlayıcı hiçbir kuvvet yoktur" buyurmuştur. Allah katında şefaat edecek şeyler, sadece Allah'ın izin verdiği şeylerdir ve ancak Allah'ın izni ile şefaat edebilirler.
Cenabı Hak buyuruyor: "Allah, o Allah'tır ki, kendinden başka hiçbir ilah yoktur. O, geriye ve ileriye doğru sonu olmayan diridir. Zatıyla ve kemaliyle kaimdir. O'nu uyuklama hali yakalamaz ve asla uyumaz O. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi de ortaksız olarak O'nun. O'nun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek olan da kimmiş? O herkesin önünde ve ardında ne olduğunu kesin kes bilir. O'nun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kabil değil kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kucaklamıştır. Bunların varlığı O'na ağır gelmez. O çok yüce ve büyüktür." (Bakara: 255)
"Önlerindekini de arkalarındakini de hep O bilir. Bunlar Allah'ın rızasına kavuşmuş olan kimseden başkasına şefaat edemezler. Bunlar O'nun korkusundan tiril tiril titreyenlerdir." (Enbiya: 28)
"Ey Resulüm! Onlara de ki: "Allah'ı bırakıp da, O'nun yerine koyduklarınız efendilerinize istediğiniz kadar yalvarın. Onların güçleri ne yerde ne de gökte hayır ve şer yapmaya, bir zerre miktarı bile yetmez. Onların buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, Allah'ın da bunlardan hiçbir yardımcısı yoktur. O'nun nezdinde, ahirette O'nun izin verdiği kimselerden başka hiçbir şefaatçinin aracılığı fayda vermez. Nihayet ona izin çıktığı ve korku giderildiği zaman, birbirlerine: "Rabbimiz ne buyurdu?" derler. O şefaat ediciler de: "Hakkı söyledi" derler. O Allah çok yüce ve çok büyüktür." (Sebe: 22, 23)
Bütün bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Allah'tan başka hiç kimsede ne verilecek bir mülk ne de herhangi bir başka şey var. Halbuki ise, istenecek, dilenilecek kimsede mülk ve istenen şeylerin hepsi olmalıdır. Her yaratılmış şey ortaksız olarak sadece Allah'ın olduğuna göre O'ndan başkası kimseye herhangi bir şey veremez. Böyle olduğuna göre elbette ki, hiç kimse O'nun yardımcısı da olamaz. Allah'ın izni olmadıkça, kimse kimseye şefaat edemez. Hükümdarların durumu böyle değildir elbette. Hükümdara aracılık yapacak kadar yakın olan bir kimsede, verebileceği bir miktar mülk vardır. Bazen de mülkte hükümdarla ortaktırlar. Mülkün idare edilmesinde hükümdarın yardımcısı, hatta hükümdarın dayandığı kuvvettirler zaman zaman...
Hükümdarın yakınları ve yardımcıları, mülkünde ortak oldukları için, aracılık yapmak için ne hükümdardan ve ne de başkalarından izin almazlar. Hükümdar, bazen bu aracılara muhtaç olduğu için isteklerini yerine getirir, bazen de korktuğu için. Bazen de daha evvel kendisine aracılar tarafından yapılmış bir yardımın bedeli olarak yapar. Hatta hükümdarlar karılarının ve çocuklarının şefaatlerini bile kabul eder. Zira hükümdar karısına ve çocuğuna muhtaçtır. O kadar ki, karısı veya çocuğu kendisinden yüz çevirseler, o bu yüz çevirmeden zarara uğrar. Hükümdar kölesinin şefaatini bile kabul eder zaman zaman. Çünkü bazı is-teklerinin yerine getirmediği kölesinin kendisine iyi hizmet vermeyeceğinden ve hatta kötülük yapacağından korkar. Kulların bir kısmının diğer kısmı üzerindeki şefaati hep bu cinstendir. Bir insan diğer bir insanın şefaatini yapıyorsa, ya tamah ettiği, istediği bir şey vardır, ya da bir şeylerden korkmaktadır. Halbuki ise Allah ne kimseden bir menfaat bekler, ne tamah ve ihtiyaç sahibidir. Ne de herhangi bir şeyden korkar. O sonsuz zenginlik ve güç sahibidir.
Bütün bunları anlatışımızdaki sebep şudur Allah hiçbir kulun başka bir kuldan bir şey istemesini emretmemiştir. Ancak o istediği şeyde, kendisi için bir maslahat bahis konusu ise, böylesi bir istek yapmaya da engel bir hal yoktur. Bu maslahatın da, ya vacip ya müstehap olması lâzımdır. Yüce Allah kulun bundan başkası için kimseden bir şey istemesini hoş görmez. Hele sadece kendisinin gücü dahilindeki ortaksız sahibi olduğu şeylerin bir kuldan istenmesini hiçbir şekilde izin vermez. Mecbur olmadıkça, hayatı bir konu olmadıkça hiç kimsenin bir başkasından bir şey istemesini haram kılmıştır Yüce Allah buyuruyor: "O gün onların hepsini bir araya toplayacağız. Sonra mülk ve hükümde Allah'a ortak koşanlara: "Siz de, ortak koştuklarınız da durunuz durduğunuz yerde" diyeceğiz. Onları birbirinden tamamen ayırmışızdır. Bize hükümde ortak koştukları Rabbinler onlara: "Siz dünyada bize tapmıyor ve itaat etmiyordunuz ki" diyerek, onları yalanlayacak." (Yunus: 28)
"Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde her ne varsa şüphe yok ki Allah'ındır. Allah'tan başkasına itaat edenler dahi, gerçekte, Allah'tan gayri itaat ettiklerine itaat etmiş olmuyorlar. Onlar ancak kendi boş zanlarına uymuş oluyorlar ve yalan söylemiş oluyorlar." (Yunus: 66)
Müşrikler istediklerini elde etmek için şefaatçiler ediniyorlardı. Yüce Allah bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır mealen: "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar ne de bir yarar sağlayamayacak şeylere bağlanırlar. Bir de bu bağlandıkları şeyler hakkında" bunlar bizîmle Allah arasında bir aracıdırlar, Allah katında bizim şefaatçimizdir" derler. De ki: "Allah'a göklerce ve yerde bilmeyeceği, bilemeyeceği bir şeyden mi haber veriyorsanız?" Haşa, O eş tuttukları her şeyden münezzehtir."
"O vakit, Allah'ı bırakıp da kendilerine Rab ve şefaatçi edindikleri düzmece ilahları, onlara Allah'ın azabını savmada yardımcı olmalı değil mi idi? Tersine, bunlar, kendilerini terk edip başlarının çaresine düştüler. Bunlar onların yalanlarıdır, düzdükleri hayalleridir." (Ahkâf: 28)
"Gözünü aç! Halis ve tek geçerli hayat düzeni olan din Allah'ındır. O Allah'ı bırakıp da kendilerine bir takım başka dostlar edinenler derler ki: "Biz bunlara, bizi biraz daha Allah'a yaklaştırsınlar diye bağlanıyoruz." "Hiç şüphe yok yüce olan Allah, onlarla müminler arasında, ayrılıklara düşe geldikleri şeyler hakkında, hükmünü verecektir. Söyledikleri muhakkak ki yalandır ve gerçekten kâfir ölen böyle kimseleri Allah doğru yola götürmez." (Zümer: 3)
"Sizin melekleri ve nebileri ilahlar edinmenizi emretmez. O, size hiç Müslüman olduktan sonra, yeniden kafirliğe dönmenizi emreder mi? (Âli - İmran: 80)
"De ki: Allah'ı bırakıp da O'nun yerine kendinize ilah edindiklerinizi çağırın yardımınıza! Onlar sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremeyecekleri gibi, size gelecek herhangi bir belayı da değiştiremezler. Onların yardım istedikleri ve böylece kendilerine Rab edindikleri de, Allah'a daha yakın olmak için yol arayıp duruyorlar. O'nun rahmetini umuyorlar ve azabın-dan korkuyorlar. Çünkü Rabbin azabı ne kadar korkunç bir azaptır." (İsra: 56, 57)
Naklettiğimiz son âyette, Yüce Allah, kendi dışındaki varlıklardan yardım ve istimdat istenenlerin, beklenenlerin, hiçbir belayı defedemeyeceklerini, böyle bir güçleri olmadığını açıklıyor. O yardım beklenenlerin de aynı kendileri gibi, yani yardım isteyenler gibi yardıma muhtaç olduklarını, Allah'ın azabından korktuklarını ve aynen isteyenler gibi, Allah'a yaklaşmak ve sığınmak istediklerini beyan ediyor. Böylece müşriklerin melekler, nebiler ve şeyhlerden yardım istemelerini reddediyor. Onların anladığı ve iddia ettiği anlamda bir şefaat olmadığını kesin, kes açıklıyor. Kendisinden başka hiç kimseyi duaya muhatap saymıyor Yüce Allah... Şefaat bir biçimde duadır. Hiç şüphe yok ki, insanlardan bir kısmının bir başka kısım için yaptığı dua fayda verir. İnsanların birbirine dua etmesi Allah'ın emridir. Fakat, dua eden kimsenin duası ve aracılığı Allah razı olduğu, kabul edeceği, hak edilmiş bir istek olmalıdır. Mesela, bir kimse bir müşrik için dua etmiş olsa, karşılığı sadece bir hiçtir.Din düşmanlarına mağfiret dilese bir kimse, böyle bir kimsenin duası kendisine beddua olarak geri döner. Onun için hiçbir Müslüman, Allah'ın yasakladığı kimseler için dua edemez, böyleleri için Allah'tan hiçbir şey isteyemez.
Yüce Allah buyuruyor: "Müşriklerin, o çılgın ateşin yoldaşlarının cehennemlik oldukları kesinlikle ortaya çıktıktan sonra, artık onların lehine ister en yakın akrabaları isterse resul olsun, hiç kimsenin şefaat dilemeleri doğru değildir, İbrahim'in babası hakkında yapmış olduğu dua, ancak ona yapılmış bir vaadden ötürü idi. Yoksa ,onun Allah'ın düşmanı olduğunu öğrendikten sonra ona şefaatçi olmaktan vazgeçti ve ondan uzaklaştı. İbrahim cidden çok tazarru ve niyaz eden bir hassas kalbe ve ezaya sabırla göğün geren bir yüreğe sahipti." (Tevbe: 113. 114)
Cenab-ı Hak müşrikler hakkında şöyle buyurmaktadır mealen: "Ha istiğfar etmişsin onlara, ha etmemişsin, hiçbir şey değişmez. Allah onları asla yarlığamaz.(affetmez) Hiç şüphe yok Allah fasıklar grubunu doğru yola iletmez." (Münafikûn: 6)
Yüce Allah kendi elçisini müşrik ve münafıklar hakkında af dilemekten menetmiştir ve böyle bir af istediği takdirde af etmeyeceğini acık açık beyan buyurmuştur...
Bu durum sahih bir hadiste de dile getirilmiştir...
Meselâ şu âyeti celile de buyrulmaktadır: "Şüphesiz şanı Yüce Allah, kendisine ortak koşanları yarlığamaz (affetmez). Bundan başka suçlar için, dilediğini yarlığar.Kim Allah'a bir ortak koşarsa, hiç şüphe yok ki iftira etmiş ve büyük bir günah işlemiş olur." (Nisa: 48)
Bir başka âyette mealen: "Onlardan ölen bir kimse için asla dua etme! Defin veya ziyaret kastıyla bile olsa mezarı başında durma! Çünkü onlar, Allah'ı ve Resulünü reddederek kâfir oldular. Ve onlar fasık kimseler olarak öldüler." (Tevbe: 84)
Bir başkası: "Rabbinize yalvara yalvara, gizlice dua edin. Şu asla değişmez bir gerçektir ki, Allah haddi aşanları sevmez." (Â'raf: 55) Yukarda naklettiğimiz âyet, duada haddi aşmayın emrini vermektedir. Yüce Allah'ın yapmayacağı bir şeyi istemek, duada haddi aşmaktır ve karşılığı da cezadır.
Meselâ: Nebi ve Resullerin derece ve makamlarını istemek, yahut müşriklerin affını dilemek ve benzeri dualar, haddi aşan dualardır. Küfre, isyana yardım için dua edilmesi haddi aşmadır. Hasılı Allah'ın günah saydığı her hangi bir şeyi dua ederek Allah'tan istemek haddi aşmadır.
Yüce Allah, ancak içinde günah olmayan duayı istediği kimseden kabul buyurur. Bir bakıma böyle bir dua, zaten hakkedilmiş bir istektir. Kendisinin şefaati kabul edilebilir kullar, zaten bundan başkası için kimseye şefaat etmez. Şayet bilmeyerek, Allah'ın razı olmadığı, dua edilen kimsenin hak etmediği bir istekte bulunmuşsa, bu duasından hemen vazgeçer. Çünkü şefaat izni verilebilecek kullar, caiz olmayan bir .fiili yapmaya devam etmekten uzak kimselerdir.
Hz. Nuh'un duası ve Allah'ın verdiği cevapta olduğu gibi: "Nuh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim Dilemdendir. Senin vaadin şüphesiz ki haktır. Ve sen hakimlerin hakimisin." Allah da şöyle buyurdu: "Ey Nuh. O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı işlediği iş, bizim istemiş olduğum doğru iş değildir, tersine çok kötü bir iştir. O halde aslını bilmediğin bir şeyi benden isteme. Seni bilmez kimselerden olmaktan men ederim." Nuh: "Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir şeyi senden istemekten yine sana sığınırım. Eğer ,beni yarlığamazsan, esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum!" (Hud: 45, 46. 47)
Yüce Allah'a dua eden ve şefaat dileyen herkesin, bu dua ve şefaati ancak yaratanın kazası, kaderi ve dilemesi ile olur. Duaya muhatap olacak ve kabul edecek olan ancak O'dur çünkü. Sebebi de sonuçları da yaratan O'dur. Dua da Allah'ın takdir ettiği sebeplerden biridir. Gerçek bu olunca. Allanın sebeplerine yönelmek, sadece onlara güvenmek, tevhid inancına göre şirk sayılır. Sebepleri yok bilmek sebebi müsebbip yapmaktır ki, bu da büyük bir akıl eksikliğidir. Çünkü sebeplerden uzaklaşmak, onlara tevessül etmemek şeriata göre yasaktır. Kul için vacip olan, zorunlu olan, tevekkülünü, istemesini, duasını ve itibar ve rağbetini yalnız Allah'a yöneltmesidir. Yüce Allah, kendisine sebeplerden, insanların duasından ve şefaatinden dilediğini takdir ve nasip buyurur.
Derece ve makam olarak üstün olanın duasının kabul buyrulacağı gibi, derece ve mertebesi aşağı seviyede olanın da duası kabul buyrulur. Başka bir deyimle, derecesi yüksek olan bir kişinin kendinden aşağıda olan için yaptığı dua kabul olabileceği gibi, derecesi düşük olanın kendisinden daha üst derecede olan için yapmış olduğu dua da makbul olabilir. Her Müslüman'ın başka Müslüman hakkında dua etmesi caizdir. Resulden dua etmesi istendiği gibi. Hz. Ömer ve Müslümanlar, Resulün amcasından yağmur için dua etmesini talep etmişlerdir. İnsanlar kıyamet gününde. Hazret! Resulden ve diğer Nebilerden şefaat isteyeceklerdir. Allah'ın Resulü şefaat edicilerin efendisidir.
Onun kendisine mahsus şefaati vardır.Bununla birlikte, Müslim ve Buhari'de şöyle bir nakil bulunmaktadır: "Ezan okuyan bir müezzinin ezanını duyduğunuz zaman, siz de müezzinle birlikte dediklerini tekrarlayın. Sonra da üzerime salât okuyun. Kim bana bir salât okursa, Allah ona on rahmet gönderir. Sonra Allah'tan benim için vesile isteyin. Vesile cennette bir mertebedir. Allah'ın kullarından bir kula nasip olacaktır. Ümit ediyorum ki ben o kul olayım. Kim Allah'tan benim için bir vesile isterse, kıyamette şefaatim ona helâl olur."
Hz. Ömer Umre haccı yapmak üzere Resulle vedalaşırken, Resul ona şöyle söylemişti: "Ey kardeşim, beni de duadan unutma!" Anlaşılıyor ki, Allah'ın Resulü ümmetinden kendisi için dua etmesini istemiştir. Fakat bu istek, ümmetin istediği biçimde bir istek değildir. Bu, ümmetin amel ettiklerinde ve sevap kazandıkları diğer emirlerde olduğu gibi, ümmetine vermiş olduğu emirlerden bir emirdir. Allah'ın Resulüne de, emirleri ile hareket eden ümmetinin kazandığı ecir kadar sevap ve mükâfat ihsan buyrulur. Bu hususta bir gerçek hadiste buyrulmaktadır: "Bir kimse diğerlerini bir hidayete çağırsa, davetine uyan kimselerin sevabı kadar sevap kazanır. Davete icabet edenlerin ecirlerinden de zerre kadar eksilmez. Bir kimse bir başka kimseyi sapıklığa davet etse, aynen sapıklığa davet ettiği kişinin günahı kadar günah kazanmış olur. Davete icabet eden kişinin günahından da zerre kadar eksilmez."
Allah'ın Resulü de insanları doğru yola, yani hidayete çağırmaktadır. Elbette ki davetine uyanların kazandığı sevap ve mükâfatlar kadar mükâfat ve sevap kazanmıştır Allah'ın Resulü... Ümmeti ona salât ve selâm eylediği zaman da durum böyledir. Bir salâtu selâm gönderene Allah on rahmet eder. Allah'ın Resulüne de bu salâtu selâm gönderenlerin sevabı kadar sevap yazılır, mükâfat ihsan edilir. Çünkü, ümmetin Allah'ın rahmetine ulaşması için gerekli çalışmayı o yapmıştır. Bir başka deyimle, ümmeti onun çalışmaları sonucu ulaştıkları İslâm'dan dolayı mükâfatına ve ihsanına lâyık bulmuştur. Böyle olunca da ümmetinin hak ettiği mükâfatın aynısı Allah'ın Resulüne de verilmektedir. Bu, Yüce Allah'ın Resulüne lâyık gördüğü bir nimetidir.
Gerçek bir hadiste Allah'ın Resulü şöyle buyurmaktadır: "Bir insan yanında olmayan bir kardeşine dua ederse, Cenab-ı Hak ona muhakkak bir melek tayin eder ve yanına arkadaş olarak koyar ki, her dua edişte o görevli melek Amin, bir o kadar da senin için" der." Başka bir hadisle buyrulmuştur: "En çok kabul edilen dua, birbirinden uzak olan kişilerin birbirine ettiği duadır." Her ne kadar dua eden kişi dua edilen kişi değilse de, başkası için yapılan dua, dua edilen kişiye de dua eden kişiye de menfaat temin eder. Bir müminin diğer mümin kardeşi için yaptığı dua, hem ona hem de kendisine fayda verir. Bir kimse diğer bir kimseye "Bana dua et" dese, bu istekte her ikisi de kastedilse, takva üzere birbirileriyle yardımlaşmış sayılırlar. Dua isteyen kişi, talep ettiği kişiyi hayra teşvik etmiş ve böylece her ikisine fayda sağlayacak bir iş yapılmış olur. Bir insan bir başka insanı hayra teşvik eder, o da onu yerine getirirse, yerine getirmenin sevabı kadar teşvik edilene sevap isabet eder.
Kulun edeceği dualar hakkında Yüce Allah buyurmaktadır: "Öyleyse, fırsat elde iken şu "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" gerçeğini bil, hem kendinin, hem erkek hem de kadın müminlerin yarlığanmasını iste. Allah hem dolaştığınız, hem de barındığınız yeri çok iyi bilir." (Muhammed: 19)
Allah'ın Resulü müminler için istiğfar edilmesini emrediyor ve sonra da buyuruyor: "Biz hiçbir elçimizi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah'ta mağfiret dileselerdi, onlara sen de mağfiret isteseydin, elbette Allah'ı tevbeleri hakkıyla kabul edici ve çok esirgeyici bulacaklardı " (Nisa: 64)
Yüce Allah erkek ve kadın müminlerin günahları için af dilediklerini ve Allah'ın Resulünün de onlar için istiğfar eylediğini zikrediyor. Çünkü Allah Resulünün istiğfarı Allah'ın emirlerinden bir emirdir. Allah, Resulüne, mümin ve müminatın günahlarının affı için af dilemesini ve bizzat istiğfar eylemesini emretmiştir. Allah hiçbir insana diğer bir insan için bir şey istemesini emretmemiştir. Allah'ın böyle bir emri yok. Fakat müminlerin birbirlerine dua etmesini vacip veya müstehap olarak emretmiştir. Öyleyse böyle bir emri yerine getirmek Allah'a itaat etmenin ta kendisidir. Allah'a yakınlaşmak için yapılan güzel bir iştir. Bir başkasına dua etmek, onun için iyilik istemek, insan için en büyük bir nimet ve iman göstergesidir.
Belki de böylesi bir isteyiş Allah'ın kullarını gerçek anlamda imana götürecek zamana rastlar ve Allah da vakti denk gelen isteği yerine getirir.
İman; karar vermek, ve verilen karan yerine getirmek için çalışmaktır. Bu bakımdan kulun kararları ve bu kararlar çerçevesinde yaptıkları ne kadar çok olursa, imanı da o derece artmış olur. İşte bu, fatiha süresindeki "Kendilerine nimet ihsan ettiklerinin yoluna" ifadesinin ve Nisa Süresindeki 99. âyette geçen, zikredilen gerçek nimetin ta kendisidir. Dinî bir yanı olmayan salt dünya nimeti gerçek bir nimet midir, yoksa değil midir? Bu konu hakkında asrımızın alimlerinin ve evvelkilerin iki görüşü vardır. Gerçek şudur ki, tek başına dünya nimeti dört başı mamur bir nimet olmasa da, bir yönden yine de üstün bir nimettir. İstenmesi gereken dinî nimetlere gelince, onlar, farz, vacib ve müstehab gibi Allah'ın emirleridir. Bunlar bütün Müslümanların ittifakı ile, talip edilmesi gereken hayırlı nimetlerdir. Sünnet ehline göre, gerçek nimetler bunlardır. Zira ehli sünnete göre, Yüce Allah, kullarını hayırlı işler yapmaya sevk etmekle, onları nimetlendirmiş ve en büyük ihsanına mazhar etmiştir.
Söylediklerimizin maksadı şudur: Şüphesiz Yüce Allah, hiçbir yaratığın diğer yaratıktan bir şeyler istemesini emretmemiştir. Fakat mahlûkat için menfaat verici bir şey olursa, böylesi bir istek sözümüzün dışında kalır. Bu maslahat da, farz. vacib ve müstehab sayılmış olan işlerdir. Yüce Allah kulundan bundan başka bir şey istemiyor.
Gene anlatmak istediğimiz mânalardan biri de şudur: Kim hükümdar ile halkı arasında bulunan aracılar gibi bir aracı sınıfı, ya da kişileri Allah ile kulları arasında da var kabul ederse, böyle bir telakki sahibinin şirk koştuğunu vurgulamaktır. Böylesi bir inanç müşriklerin ve putperestlerin dinidir, gerçeğini anlatmak istedik...
Nitekim müşrikler "Bu heykeler nebilerin ve salih kimselerin sembolleridir. Bunlar Allah ile bizim aramızda bir vasıtadırlar. Bu vasıtalarla biz Allah'a yaklaşıyoruz." diyorlardı. Yüce Allah Hıristiyanların bu kabil inançlarını şirk sayarak reddetti.
Yüce Allah bu konuda buyuruyor ki: "Onlar Allah'ı bırakıp, bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i tanrılar edindiler. Halbuki bunlar da, ancak bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamıştır. O'ndan başka ilah yok. O, insanların eş tuttuğu her şeyden yüce ve münezzehtir." (Tevbe: 31)
Vasıtaya gerek yok. Çünkü Allah kuluna herkesten ve her şeyden yakındır. Cenabı Hak buyuruyor:
"Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben onlara muhakkak ki yakınımdır. Bana dua edince dua edenin duasına icabet ederim. O halde onlar itaat ve imanla davetime icabet etsinler. Doğru yolu buluncaya kadar..." (Bakara: 186)
Yukarda ki âyette Yüce Allah, emir ve yasaklanma uymaları için onları çağırdığımda, bu davetime icabet etsinler ve bana iman eylesinler. Ben de onların, isteklerine, yakarışlarına, dualarına ve çağırılarına icabet ederim, demek istemektedir. Aşağıdaki âyeti kerimeler de konumuz hakkında ikaz hüviyetindedir:
"O halde boş kaldın mı hemen doğrul ve her işinde ancak Rabbine sarıl." (İnşirah: 7, 8)
"Denizde size bir sıkıntı isabet ettiği zaman, O'ndan başka bütün kendinize efendi edindikleriniz kaybolup gider. Sadece gerçek efendi olan Allah'tan yardım istersiniz. Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine O'ndan yüz çevirirsiniz. Şu insan ne de nankördür." (İsra: 67)
"Yoksa bunalmışa, kendine dua ve iltica ettiği zaman, icabet eden, fenalığı gideren, sizi yeryüzünün efendisi ve hükümdarı kılana mı? Allah ile birlikte bir başka ilah ha? Siz ne rezilane düşünüyorsunuz!" (Nemi: 62)
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'ndan ister. O her an bir iştedir." (Rahman: 29)
Cenab-ı zülcelal hazretleri Kur'anı Kerim'inde tevhidin bütün esaslarını pek açık bir biçimde beyan buyurmuş ve şirkin her türlüsünü söküp atmıştır. Öyle ki, hiç kimse Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmasın. O'ndan başkasından ümit beklemesin ve O'ndan başka hiçbir kuvvete tevekkül etmesin. Maide 44, Ali İmran 175 inci âyetlerde Yüce Allah bizi şeytanın dostlarından korkutur. Nisa 77, Tevbe 15, Nur 52. âyetlerinde de, itaatin sadece Allah'a ve Resulüne yapılması gerektiğini beyan eder.
Haşyet ve hayranlık da sadece Yüce Allah'a duyulur!
Buyuruyor yaratan: "Onlar Ailen ve Resulü kendilerine ne verdiyse sadece buna razı olsalardı da "Bize yalnız Allah yeter, yakında bize kerim olan rızkından Allah da verir Resulü de. Biz yalnız Allah'a rağbet edicileriz" deselerdi." (Tevbe: 59)
Bir başkası: "Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine," düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun" dediler de, bu sözler onların imanlarını artırdı ve "Bize Allah yeter. O ne güzel vekildir" dediler." (Ali İmran: 173)
Allah'ın Resulü de bu tevhid anlayışını ümmetine telkin ve tavsiye ediyordu. Şirkin her çeşidinden ümmetini sıyırmaya ve uzaklaştırmaya çalışıyordu. Allah Resulünün bütün gayreti tevhidle ilgilidir. Her çalışmanın hedefi "La ilahe illallah" lafzının hakikatidir. Zira ilah, kalblerin bütün varlığı ile bağlandığı, bağlanacağı bir kudrettir. Onun için, kalp böyle bir kudrete, haşyet, korku ihtiram, ikram ve sonsuz ümitle bağlanmalıdır. Kısacası, insanın kulluk edebileceği kudret demektir ilah. O kadar ki, bir kısım kimseler" Maşallah ve şane Muhammed (Allah ve Muhammed böyle istedi) dediği zaman, Allah'ın Resulü "Böyle demeyin, önce Allah diledi, ondan sonra Resul diledi deyin" buyurmuştur.
"Allah ve sen diledin" diyen bir adama, Allah'ın Resulü "Beni Allah'a şerik mi koşuyorsun, sadece Allah diledi, de" buyurmuştur.
Bir hadis-i Şerifte şöyle buyruldu: "Kim yemin etmek diliyorsa Allah'a yemin etsin, yahut da sussun."
Bir başka hadiste: "Kim Allah'tan başkası için yemin etmişse, o kişi Allah'a şirk koşmuş olur."
İbni Abbas'a şöyle buyurmuştur: "İstediğin zaman Allah'tan iste. İstimdat ve yardım istersen Allah'tan iste. Kalemin mürekkebi kurumuştur, sen karşılaştığın şey ilesin. Bütün yaratıklar uğraşsa, sana Allanın yazdığı faydalı şeyden başkasını veremezler ve gene bütün yaratıklar çalışsa, sana Allah'ın yazdığından başka hiçbir zarar veremezler."
Bir başka hadiste: "Hıristiyanların İsa'yı göklere çıkardıkları gibi, onu yücelttikleri gibi beni de yüceltmeyin, uçurmayın. Ben de ancak bir kulum. Onun için bana Allah'ın kulu ve Resulü deyin."
Allah Resulü Allah'a şöyle yalvarıyordu: "Allah'ım! Benim kabrimi ibadet edilen bir put haline getirme." Böyle Dua eden Allah'ın Resulü, Müslümanlara da şöyle diyordu: "Kabrimi ziyaretgâh edinmeyin, ama bana dua ve salavat ediniz. Siz nerede olursanız olunuz, o dua ve salavat bana ulaşır."
Allah Resulü, hastalığı sırasında şöyle buyurdu: "Nebilerinin ve Resullerinin kabrini mescid ve secdegâh yapan Yahudi ve Hıristiyanlara Allah lanet eylesin!" Böyle ifade ederek şirkten, tevhidi anlayıştan sapmadan menetmeye çalışıyordu Allah'ın Resulü ümmetini.
Hz. Aişe: "Eğer Allah Resulü böyle demeseydi, kabrini daha geniş bir hale getirirdim, şimdi yapamıyorum, çünkü o, kabrinin mescid haline getirilmesini yasaklamıştır." diyor.
Bu konu çok geniş bir konudur. Mümin kişi her ne kadar, Allah'ın her şeyin rabbi olduğunu biliyor ve Allah'ın yarattığı sebepleri inkâr etmiyorsa da... Meselâ; Yağmuru, bitkileri yetiştirmeye sebep yaptığını (Bakara: 164) ve güneşle ayı onlar ile meydana getirdiği şeylere şefaat ile duayı onlar için icra edeceği şeye tayin buyurduğunu... Meselâ, Müslümanların cenazeye namaz kılmaları, Allah'ın o cenazeye rahmet eylemesine bir sebep teşkil ettiğini, ayrıca cenaze namazı kılanların da cevaplandığını biliyor ve inkâr etmiyorsa da...
Sebepler konusunda üç şeyi iyice bilmek lâzımdır:
1 - Bir istenen şeyi, muayyen tek bir sebep yerine getiremez. Belki bir çok sebebin bir araya gelmesi ile istenen şey elde edilebilir. Bununla birlikte, o istenen şeyin elde edilmesine engel olacak birçok sebepler de vardır. Şayet Allah elde edilmesini mümkün kılacak sebepleri bir araya getirmez, engelleyecek sebepleri de yok etmese, maksada ulaşmanın imkânı yoktur. Mutlaka ve mutlaka, Allah'ın dilediği şey meydana gelir, insanlar istese de istemese de...
2 - İnsanların istediğini elde etmesine ancak Allah izin verirse imkân vardır... Bir şeyin diğer bir şeye sebep olduğuna itikat etmek, inanmak, ancak onu iyice bilmekle olur. Bilmeden ve şeriata muhalif olarak bir şeyi diğerine sebep tanıyan kişi batıla itikat etmiş olur. Nezir'in veya Adağın bazı belâları defetmeye, bazı nimetleri de meydana getirmeye sebep olduğunu zanneden kimseler gibi... Çünkü gerçek bir hadisede Allah'ın Resulü böyle bir itikadı yasak etmiştir: "O hiçbir hayır getirmez, ancak o, cimri olan kimseden çıkarılır."
3 - Dinî amellerden herhangi birisi ancak meşru olacak bir şeye sebep teşkil eder. Çünkü ibadetlerin temeli, vakti belli olmaktır, sabit ve değiştirilmez olmaktır. Binaenaleyh, ibadet adına insanoğlunun Allah'tan başkasına dua ve istimdat ederek, Allah'a şirk koşması asla caiz değildir. İnsan her ne kadar bazı arzularının yerine gelmesine sebep sansa da...
Bu sebepten ötürü, şeriata muhalif, sonradan icat edilmiş şeylerle Allaha ibadet edilmez Böyle bir ibadetin doğru olduğu zannedilse de, sonuç değişmez. Çünkü insan Allah'a sirk koştuğu zaman, insanın istikametini şeytan gösteriyor demek olur. Böyle kimseleri şeytan kendi maksadı için kullanır...
İnsanların maksatlarını, şayet Allah'a şirk koşuyorsa, elbette ki şeytan yönlendirecektir...
Nitekim, küfür, fasıklık ve isyan ile bazı arzular elde edilebilmektedir: Fakat bunların hiçbiri helâl olamaz. Zira bunlarla ortaya çıkan kötülük elde edilen her şeyin üzerindedir. Kötülük ağır basar sonunda, elde edilen ne kadar faydalı görünürse görünsün. Yani, kısacası, kötü işler yapılarak elde edilmiş kârlar, zararları asla karşılamaz.
Allah'ın Resulü "Menfaatleri tahsil ve ikmâl etmek, ancak fesatları ve kötülükleri azaltmak için gönderilmiştir." buyurmaktadır. En faydalı ve en makbul olan şeyler, Allah'ın emrettiklerini yaparak elde edilen şeylerdir. Onun için bunlar tercih edilir gerçek Müslümanlar tarafından. Bu cümleleri satırlara sığmayacak kadar uzatmak mümkündür.
Her şeyin doğrusunu yalnız Yüce Allah bilir.