E
Çevrimdışı
Ebu & Dücane
Misafir
MUKADDİME
Ahmet El mahmut
Hamd alemlerin Rabbına mahsustur. Alemlere rahmet olarak gönderilen, Nebilerin ve Rasullerin en sonuncusu Muhammedü’l Emin’e, onun ehli beytine, sahabesine ve en güzel bir şekilde ona tâbi olana; Kıyamete kadar sâlat ve selam olsun.
“İslâm'a Davet” adındaki bu kitap, İslâmi sahada çok önemli bir yer teşkil eden ve hakkında bir çok tez ileri sürülen bir konuda sahih çözümü göstermektedir. Öyle ki bu konu bir çok dal ve budağı bulunan, ayrıntıları olan çetin ve kolay olmayan hassas bir konudur. Selefimiz müçtehit imamlar (Allah onlardan razı olsun) ibadet, muamelat, münakahat ve miras v.b. konularda ayrı olarak bu mevzuyu ele almadılar. Onların (r.a.) “İslâm'a Davet” konusunda söyledikleri hep "emri bi'l maruf ve nehyi ani'l münker" ve ferdi davet ekseni etrafında dönüp dolaşıyordu. Zira onlar “İslâm Hilâfet'i”nin kaldırılacağını, “İslâm Devleti”nin yıkılacağını, “İslâm şeriatı”nın tatil edilip yürürlükten kaldırılacağını, “İslâm ülkesi”nin dar'ül küfre dönüşeceğini asla ve asla tahayyül bile edememişlerdi. Kaldı ki böyle biri şeyi düşünsünler bile ona hal çarelerini ortaya koymayacaklardı. Çünkü müçtehitler vukuu bulması muhtemel farazi hadiselere değil vukuu bulmuş olaylara çözüm ürettiler.
Bunun için biz onun yüzde yüz kuşatıcı ve mükemmel olduğunu iddia etmesek de bu kitap sadece ve sadece bu konuya hasredilmiş ve bir ölçüde çözüm göstermiştir. Bunu yaparken de ister istemez bu konuda bireysel olsun veya kafirleri taklid niteliğinde olsun belli başlı görüşler naklederek şer'i metot ve usul ortaya konmuştur.
Bu kitap “İslâm'a Davet” açısından ele alıp incelendiğinde İslâm'a davet konusunda neler yapılacağı meselesinden çok bunların nasıl yapılacağı üzerinde çokça durduğu görülecektir. Çünkü yapılacak şeylerin nasıl yapılacağı meselesi bugün büyük bir ihtiyaç haline geldi. Neler yapılması gerektiği meselesinden çok daha önem arz eder oldu. Bu kitapta daha ziyade “İslâm Hilâfet sistemini ikame etmeye davet keyfiyeti”ni anlatıyor. Çünkü bu yönü bugün İslâm'a davetin bel kemiğini teşkil etmektedir. Zira İslâm Devleti'nin mevcut olmadığı şu şartların gölgesinde yapılan her İslâm'a davet ve İslâm Devleti'ni kurmayı kendine eksen yapmayan her İslâm'a davet ameliyesi cüz'i bir uğraş olup gerçek davetten inhiraptır, sapmadır.
Bugün gücünü “İslâm'a Davet” konusunda yoğunlaştıran bu kitap; bu davetin nasıl yapılacağını, özellikle “İslâm Hilâfet sistemini ikameye nasıl davet edilir?” mevzusunu ele almaktadır. Bundan başka İslâm'ın temel meseleleri olan ve fakat bu kitapta ancak kısa değinilebilen de çok konu vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
İslâm'da saf ve duru akidenin önemi pek büyüktür.
İslâm akidesinin esaslarının zann veya zannı galibe dayanması caiz değildir. Kesin ve yakin olmalıdır. Bu konuda taklit veya hurefa türü inançlara ve batıl deccalımsı şahıslara tabi olmak asla caiz değildir.
Ancak akideyle ilgili fikirlerde yani akidenin esaslarının ayrıntılarında zanna veya zannı galibe uyulması caizdir. Şer'i hükümlerde olduğu gibi bunlarda da taklid caizdir.
Şer'i hükümler; Kitap, Sünnet, sahabe icması ve nasslarda şer'i illeti bildirilmiş olan illete dayalı kıyas olmak üzere bu dört şer'i delil çıkar. Başka hiç bir kaynaktan şer'i hüküm çıkmaz. Ayrıca şer'i delillerden şer'i hüküm ancak ve ancak müçtehit alimler çıkarır. Mukallide düşen de taklid ettiği müçtehidin istinbat ettiği görüşünü iyice kavramaktır.
Müslüman kişiye farz olan şeylerin hepsini yerine getirmek mümkün olmadığından şer'i delille farziyeti daha kuvvetli olan amellere yönelmesi gerekir. hangi vecibenin daha lazım ve farz olduğu şer'i bir delille tespit edilir. kişi bunu aklına veya heva ve hevesine göre değil..
Diğer taraftan Müslümanlar için tabii olan hal “İslâmi Hilâfet”in mevcut bulunduğu haldir. Bu durumda dahil de İslâm davetini yüklenme, marufu emretme ve münkerden sakındırma ve ülke içinde Müslüman olmayanları İslâm'a davet etme şeklinde olur. Onu hariçte yüklenme ise gayri müslimleri kesin bir delille dine davet etme ve gerekli gördüğünde halifenin cihad ilan ederek İslâm’ı aleme taşıması şeklinde olacaktır.
Fakat Hilâfet'in mevcut olmadığı ve Müslümanlar için tabii olmayan duruma gelince; bu durumda İslâm'a daveti yüklenme bütün gücünü, olmayan halifeyi ikame etmeye harcama şeklinde olur. İnsanları ıslah etme ameliyesi olan "emri bi'l maruf ve nehyi ani'l münker" ve Müslüman olmayanları dine davet işleri de devam eder. Ancak bunlar asgari seviyede olur. Zira İslâm ülkesinde İslâm Devleti olmayıp da İslâm şeriatı uygulanmadı mı dar'ül küfür olur. Islah ve iyileştirme kafi ve yerinde değildir. Yapılacak iş kesin çözüm ve inkilabi değişikliklere dönüşmüştür. Öyle ki küfür düzenini yıkıp İslâmi düzeni kursun.
İslâm Hilâfeti’nin olmadığı durumda İslâm'ın dış aleme taşınması meselesine gelince, gayri müslimlerin İslâm'a davet edilmesi şeklinde ancak olur. Ancak gayri İslâmi fikirlerin çürük ve düşüklüğünü görmek üzere batıl fikirleri saldırmakla olur. Bununla beraber İslâm ülkelerinin dışında yaşayan Müslümanların gayret ve güçleri İslâm Raşidi Hilâfet Devleti kurmak için biriktirmeleri gereklidir. Zaten büyük ihtimalle bu İslâm ülkelerinin birinde olacaktır.
“İslâm'a Davet” konusunu işleyen her kitap, bununla alakalı temel hükümleri çözüme kavuşturmayı kendine esas mesele yapacaktır. Bu temel hükümlerden bazılarını örnek olsun diye sunuyoruz:
Hilâfet'i ikame etme çalışması şu an için en son gayretle ve en son suretle yapılması gereken bir farzı ayındır.
Hilâfet'i ikame çalışmasının bir kitle tarafından örgütlü olarak yürütülmesi vaciptir. Çünkü bu ferdi olarak yapılacak bir iş değildir.
Bu kitlenin yetkileri şeriatça belirlenmiş kendisine itaat edilen bir emirin olması gerekir.
Bu kitle kadın ve erkek müslümanları kapsamına almalıdır. Zira İslâm'a davet erkeğe de kadına da farzdır.
Bu kitle organik bir bağla birbirine bağlı olması lazım. Şu var ki bu kitlenin tek ve vaz geçilmez bazı İslâmi akidesi ve İslâmi fikirleridir. Onları bir arada tutan yalnızca İslâm akidesi ve fikirleridir.
Bu kitle şahıslara değil de fikirlere tabi olması için her meseledeki fikirlerini ortaya koyup kendisine lazım gelen hükümleri ve görüşleri benimseyip oluşturmalıdır. Bu sayede ancak hedefini gerçekleştirebilir.
Bu kitle İslâm hilafetini ikame etmek için vardır. Bu iş te siyasi bir iştir. Öyle ise bu kitle siyasi bir kitle olması gerekmektedir.
Siyasi olarak çalışan bu kitlenin işi fikirler bazındadır. Kuvvetle ilgili değildir. Zira bu kitle ümmetin genel siyasi kanadından çıkan iradesi İslâm olunca, ümmet vasıtasıyla yönetimi eline geçirmek durumundadır.
Bu kitlenin küfür hükümleriyle hükmetmek üzere yönetime iştirak edip ortak olması asala caiz değildir.
Bu kitlenin mevcut yönetimden bir menfaat antlaşmasına girmesi caiz değildir. Çünkü mevcut nizamlar küfür akidesine mebni kılınmıştır. Ayrıca mevcut yönetimden mali destek v.b. konularda yardım istemek asla caiz değildir. Zaten bu da karşılıklı rehin alma meselesine girmektedir.
Bunun gibi “İslâm'a Davet” mevzuunu ele alan kitap, bu davetin nasıl yapılması gerektiği meselesi ile ilgili hükümleri de çözüme kavuşturmak durumundadır. Şöyle ki:
a-) Ameli Kaide: Gerçek şu ki hiç bir amel rastgele, ön hazırlıksız icra edilmez. Bilakis her amelin öncesinde ona yön veren bir fikir devresi vardır. Kaldı ki bu fikir de bir farazi olamaz. Mahsus bir vakıaya dayanır. Diğer taraftan bu fikir bu amelle birlikte bu gayeyi tahakkuk etmek içindir. Müslüman için gaye de amel de fikir de İslâm'dan olması lazım gelmektedir. Nihai gayi Allah rızasıdır. Ki bu da İslâm akidesine iman etme ameliyesi üzerine bina edilmiştir. Öyle ise daveti yüklenen kişi aynı zamanda kendini Allah'a imanın verdiği teşvik tahrik ve ölçü atmosferinde bulunur.
b-) Metot ve uslubun arasını ayırmak: Hakikatte İslâm ahkamının eda ediliş metodu Kıyamete kadar değişmez. Fakat usluplara gelince bunlar bir takım mübah amellerdir ki daveti yüklenen şartlara ve durumlara münasib olanı seçer.
c-) Siyasetin vakıasını kavramak: Siyasi vakıayı kavramak şer'i hükümleri kavramak kadar zaruri bir iştir. Çünkü şer'i hükmün tatbik edilmesi için şer'i hükmün ve şer'i hüküm ile ilgili olduğu durumun aynı derecede bilinmesini gerektirmektedir. Hükmün ilgili olduğu durumdan maksat şer'i hükmü çözmek üzeri indiği vakıadır. Bunun içindir ki eğer şer'i hükmü kavradığımız halde hükmün ilgili olduğu hadiseye yabancı kalırsak şer'i hükmü tatbik etmemiz mümkün olmaz. onu tatbik etmeye kalkışırsak hata ederiz. Çünkü muhtemelen onun ilgili olmadığı vakıaya tatbik edeceğiz. Öyle ise bir sistemi yıkıp o sistemin sahiplerinden sultayı almak için çalışan kişinin mahalli bir tarzda değil devlet ve bölgeler boyutunda siyasi vakıayı çok iyi bir şekilde kavramış olma dirayetine sahip olmalıdır.
d-) Sultayı ele alma ve Hilâfet'i ikame etme ameliyesi kuvvet ve sulta sahipleriyle başlayıp biten bir hadise değildir: Zira bazıları bunu böyle görmektedirler. Bilakis davetin en başta halk tarafından yüklenilmesi gerekmektedir. Davetin halka yönelik devresi yoğun bir kültürlendirme devresidir. Daveti yüklenenler bunu başarıyla tamamladıktan sonra küfürle yüz yüze mücadele etme ve eylem dönemine girilmiş olur. Eğer ümmetle birlikte küfürle yüz yüze mücadele etme devresi başarıyla yürütülürken ve ümmetin genel siyasi anlayışından çıkan görüşleri davet hareketinden yana ise işte bu durumda daveti yüklenen kitle kuvvet ve sulta sahiplerinden nusret talep edebilirler.
e-) Daveti yüklenen kitle, cemaat veya hiziplerin birden fazla olmaları şer’an caizdir. Ancak bunların akide ve amelde İslâmi esaslar üzerine kurulu olmaları her halükarda şarttır.
f-) Birden fazla İslâmi cemaat olduğunda bunların karşılıklı şer'i hükümlerin açıkladığı şekil ve adab üzere ihtilaflarla yaklaşmaları gerekir. sadece görüşüne muhalefet ettiği için Müslümanın diğer bir Müslüman küfür ve fasıkla suçlaması caiz değildir. Ancak bu ihtilafın şer'i hudutları dairesinde meydana gelmiş olması şartı vardır. Kuvvetli veya zayıf şer'i bir delile dayanan veya delile benzeyen bir delile dayanan her görüş şer'i bir görüştür. O görüş veya sahipleri dışlanamaz. Bilakis zayıf delile veya delil gibi görünen fakat hakikatte delil olmayan kişilere şöyle denilir: Sizin görüşünüz hatalıdır veya en azından zayıftır. Bu şekilde açık ve kesin delillerle en güzel bir tarzda onlarla tartışır. Fakat hiç bir zayıf veya şüpheli delile (şibhi delil) dayanmayan her görüş gayri İslâmi bir görüştür. Daha açıkça bir ifadeyle küfrün görüşüdür. Böyle durumlarda bu görüşlere saldırılır ve bu görüş sahipleri ayıplanır ve kınanır. Ne var ki küfür fikirlerini taşıyan kişi her halükarda kâfir olduğu söylenemez.
g-) İslâm şeriatını yürürlükten kaldıran ve buna zorlanmadıkları halde İslâm şeriatının dışında kanunlar ve nizamlar ihdas edenler, oruç tutup namaz kılıp haccetseler de çoğunlukta kafirdirler. Zira onlar küfür hükümlerini İslâm şeriatına tercih etmişlerdir. Fakat eğer bunlar İslâm şeriatının daha güzel olduğuna inanıyorlarsa İslâm şeriatını uygulayacak usul ve bilgiden yoksan olduğu için onları mukaveten geçici olarak yürürlükten kaldırsa, bu haliyle o kâfir değil fasık olacaktır. Şu halde daveti yüklenen kişilerin hatta hiç bir müslümanın susarak ta olsa bunlara karşı bir memnuniyet ve rıza içinde olması onları desteklemesi asla caiz değildir. Bunun gerekçesi şu hadisi şeriftir:
“Sizden kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle ona karşı buğuz beslesin. Bu da imanın en zayıf noktasıdır.”
Diğer taraftan “İslâm'a Davet” adlı bu kitapta Rasul (s.a.v.)’e İslâm'a davet hususunda uyulması gerektiği ayrıca bu uyulacak işlerin nasıl değerlendirildiğinin açıklanması amaç edinmiştir. Şöyle ki:
Rasul (s.a.v.) İslâm'a girmeleri için kafirleri davet ediyordu. Fakat biz çoğu defa müslümanları İslâm'ın gereklerini yerine getirmeye davet ediyoruz.
Rasul (s.a.v.) İslâm'a davet ederken şer'i hükümlerin inişi tamamlanmamıştı. Fakat bizim için bütün şer'i hükümler inmiş durumda. Bu demektir ki Rasul (s.a.v.)’in Mekke'de iken muhatap olmadığı hükümler şu anda mevcuttur. Zira onlar inmemişti. Fakat biz şu anda onlara muhatabız ve onlarla amel etme durumundayız. Ayrıca Rasul (s.a.v.)’in kendisiyle amel ettiği ve neshedildikleri için onunla amel etmemizin söz konusu olamayacağı hükümler de vardır. Meselâ; savaş Mekke'de caiz değildi. Fakat şu anda savaşmak meşrudur. Çünkü savunma savaşı sadece halifenin bulunduğu duruma bağlanmadığı için İslâm Devleti'nin mevcut olmadığı şu anda bile yapılması vaciptir. Diğer taraftan İslâm'a daveti yüklenme ameliyesi Mekke'de sadece Rasul (s.a.v.)’e vacip idi. Sahabe için mendup durumundaydı. Zira nisa biatında neler üzerine biat ettikleri malumdur. Bu durum bu hal üzere Evs ve Hazreç kabilelerin İkinci Akabe biatına kadar devam etti. İşti İkinci Akabe biatından beri İslâm'a davet işini yüklenmek sadece Rasul (s.a.v.)’e değil bütün müslümanlara vacip oldu. Neshedilen bazı hükümlere gelince Meselâ; Mekke'ni fethine kadar hicret etmek vacip sayıldı. Fakat Mekke'ni fethinden sonra hicret vacip sayılmadı.
Buna göre ortaya çıkan netice şudur ki; Mekke dönemine ait işler veya Medine dönemine ait işler dendiğinde bundan maksat şu olmalıdır: Demek ki ferdin bireysel durumuyla ilgili amelleri vardır. Bir de yönetici (halife) ile bağlantılı ameller vardır. Diğer bir ifadeyle yöneticiye özel onun yetkisinde ve onun mevcudiyetine bağlanmış kişilerin veya fertlerin icra ve infaz edemeyeceği ameller vardır. Meselâ; hadlerin uygulanması veya fetih amacıyla savaşın ilan edilmesi veya barışın akdedilmesi v.b. durumlar halifenin tasarrufundadır. Bundan başka diğer bir takım ameller de vardır ki onlar ferde bağlı kılınmıştır. Bunlar ibadet, ahlâk, giyecek, yiyecek, içecek ve muamelat v.b. şeylerdir ki fert, ülkenin dar'ül İslâm veya dar'ül küfür olmasına bakmaksızın onlarla amel etme durumundadır. Yine bir takım ameller de vardır ki fertlerde veya halifede onlarla amel edebilir. Meselâ; bir cami inşa etmek veya marufu emretmek münkerden sakındırmak ya da delil ve hüccet göstererek İslâm davetini yüklenmek v.b. işler.
İş, mahdut bir gayeyi gerçekleştirme meselesine yani İslâm Hilâfet'i’ni ikame etme gibi bir somut mahdut gaye ortada olunca İslâm'a daveti yüklenen kişinin karşı karşıya kaldığı bir sorun kendini gösterir. Şeyle ki: Bir gayenin gerçekleşmesi için on veya yirmi sene gibi mahdut bir süre var mıdır, yoksa onun mahdut bir süresi yok mudur? Bu soruda iki ayrıntı karşımıza çıkmaktadır.
Birincisi: Bu işin tabiatı yani ümmetin akidesi ve şeriatı esası üzerine devlet kurma ameliyesi birden fazla üç veya daha çok akideye mi muhtaçtır? Zira adı geçen kitle futuhat tarzıyla çalışmıyor. Bilakis bu kitle bağlı bulunduğu şeriatın gereğini icra etme durumundadır. Öyle ki bu şer'i hükümlerin tabiatının gerektirdiği süre içinde gayesini gerçekleştirecektir. Aksi takdirde adı geçen kitle yolundan sapmış şaşkın bir duruma düşmüş olur.
İkincisi: Kitle yapmak için uğraştığını başaramadığında ve makbul bir süre içerisinde gayesini gerçekleştiremediğinde bu söz konusu kitlenin programının bir kısmında hataya düştüğüne ve programını tekrar gözden geçirmesi ve hatta değiştirmesi gerektiğine delalet eder mi? Veya bu kitlenin ihlas ile hareket ettiğini gösterir mi? İhlaslı hareket etmediği ve dolayısıyla Allah'ın yardımının kendilerine ulaşmadığı manası çıkarılabilir mi? “İslâm'a Davet” içerilikli olan her kitabın bu sorulara cevap vermesi muhakkak surette gereklidir.
Ayrıca “İslâm'a Davet” adlı bu kitapta aşağıda örnekleri verilmiş olduğu üzere bir takım sorulara cevap verilmiş, bir takım şüpheler bertaraf edilerek mefhumlarla ilgili bazı yanlış anlayışlar giderilerek doğru ve sahih kavrayış göstermiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
a-) Meselâ Allahu Teâla'nın; “Ey iman edenler! Siz kendinizden sorumlusunuz. Siz hidayete ermişken sapmış olanlar size bir zarar veremezler.” şeklindeki kavli kerimini yanlış anlayanlar olmuştur. Zannetmişlerdir ki Müslüman sadece kendisinden ve ailesinden sorumludur. İslâm'ı diğer insanlara götürmek üzere onu yüklenmekten sorumlu olmadığı şeklinde kanaata vardılar.
b-) Yine şu hadisi şerifi de hatalı bir kavrayışla ele aldılar:
Mümine kendisini takat getiremeyeceği belalara atarak telef etmesi gerekmez.” Bu hadisi şeriften kişinin kendisinin hepsine veya görevinden atılmasına sebep olacak ya da hakim olan zalimlerin eziyetine maruz kalmasını netice verecek v.b. maksatlı işlere girişmesinin yanlış olacağı kanaatına vardılar. Bunun için karşısında adı geçen müeyyideleri bulduğunda gerekirse İslâm'a davetten vaz geçmesi gerektiğini savundular. Hatta zalimlerin dediklerini bile yapabileceğini ileri sürdüler.
c-) Diğer taraftan Huzeyfe b. Yemane’nin Rasul (s.a.v.)’den rivayet ettiği şu hadis de yanlış bir şekilde anlaşıldı. Hadiste şöyle bir ifade geçmektedir: “...Ben dedim ki, Müslümanların ne bir cemaatı ve ne de imamları yok ne yapayım? Dedi ki: "Ağaç kökleriyle beslensen de ölüm sana ulaşıncaya kadar bütün bu batıl fırkalardan ayrıl ve tek başına kal.” Bu hadisi şeriften şu neticeyi çıkardılar: Müslümanların halifesinin bulunmadığı durumda vacip olan Hilâfet'i ikame etmek değil, bilakis vacip olan, ölüme kadar fırkalardan ayrılıp tek başına kalmaktır.
d-) Şu hadisi şerifi de yanlış değerlendirdiler: “Öyle yıllar ve günler gelip çatacaktır ki siz Rabbınıza kavuşuncaya kadar şerr şerri takip edecektir.” Bu hadisi yanlış kavrayarak ümitsizliğe veya ye’se düştüler. Bir şey yapmalarının gereksizliğine karar verip oturup beklemeye başladılar. Kaldı ki bu hadis onlara bu hakkı vermiyordu.
e-) Yine bazıları çıkıp dediler ki; mevcut vakıayı iyi yönde değiştirmek Mehdi (a.s)’ın işidir. Bizim işimiz değildir. Bu anlayış ta bir şey yapmadan oturmalarına netice verdi.
İşte bu kitap, mukaddimede değinilen bütün bu mevzularda sahih ve doğru çözüm göstermektedir. Bu kitap bununla da kalmıyor, daha bir çok konuda doğru kavramayı sunmaktadır. Muhakkak ki kusur ve eksiği vardır. Zira kusur ve noksanlıktan beri olan yalnızca Allah sübhanehu Teâla'dır. Umarım ki Allah'ın yardımıyla İkinci Baskısı daha yeterli ve daha mükemmel olacaktır. Bu kitabı Müslümanlar için faydalı ve yararlı kılmasını, yazarını en güzel bir şekilde mükafatlandırmasını Allah'tan niyaz ediyorum.
Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’e ve onun ehli beytine ve sahabesine ve onun getirdiği hidayetle doğru yolu bulana Kıyamete kadar salat ve selam olsun. Hamd alemlerin Rabbı olan Allah’a mahsustur.
Ahmet El mahmut
Hamd alemlerin Rabbına mahsustur. Alemlere rahmet olarak gönderilen, Nebilerin ve Rasullerin en sonuncusu Muhammedü’l Emin’e, onun ehli beytine, sahabesine ve en güzel bir şekilde ona tâbi olana; Kıyamete kadar sâlat ve selam olsun.
“İslâm'a Davet” adındaki bu kitap, İslâmi sahada çok önemli bir yer teşkil eden ve hakkında bir çok tez ileri sürülen bir konuda sahih çözümü göstermektedir. Öyle ki bu konu bir çok dal ve budağı bulunan, ayrıntıları olan çetin ve kolay olmayan hassas bir konudur. Selefimiz müçtehit imamlar (Allah onlardan razı olsun) ibadet, muamelat, münakahat ve miras v.b. konularda ayrı olarak bu mevzuyu ele almadılar. Onların (r.a.) “İslâm'a Davet” konusunda söyledikleri hep "emri bi'l maruf ve nehyi ani'l münker" ve ferdi davet ekseni etrafında dönüp dolaşıyordu. Zira onlar “İslâm Hilâfet'i”nin kaldırılacağını, “İslâm Devleti”nin yıkılacağını, “İslâm şeriatı”nın tatil edilip yürürlükten kaldırılacağını, “İslâm ülkesi”nin dar'ül küfre dönüşeceğini asla ve asla tahayyül bile edememişlerdi. Kaldı ki böyle biri şeyi düşünsünler bile ona hal çarelerini ortaya koymayacaklardı. Çünkü müçtehitler vukuu bulması muhtemel farazi hadiselere değil vukuu bulmuş olaylara çözüm ürettiler.
Bunun için biz onun yüzde yüz kuşatıcı ve mükemmel olduğunu iddia etmesek de bu kitap sadece ve sadece bu konuya hasredilmiş ve bir ölçüde çözüm göstermiştir. Bunu yaparken de ister istemez bu konuda bireysel olsun veya kafirleri taklid niteliğinde olsun belli başlı görüşler naklederek şer'i metot ve usul ortaya konmuştur.
Bu kitap “İslâm'a Davet” açısından ele alıp incelendiğinde İslâm'a davet konusunda neler yapılacağı meselesinden çok bunların nasıl yapılacağı üzerinde çokça durduğu görülecektir. Çünkü yapılacak şeylerin nasıl yapılacağı meselesi bugün büyük bir ihtiyaç haline geldi. Neler yapılması gerektiği meselesinden çok daha önem arz eder oldu. Bu kitapta daha ziyade “İslâm Hilâfet sistemini ikame etmeye davet keyfiyeti”ni anlatıyor. Çünkü bu yönü bugün İslâm'a davetin bel kemiğini teşkil etmektedir. Zira İslâm Devleti'nin mevcut olmadığı şu şartların gölgesinde yapılan her İslâm'a davet ve İslâm Devleti'ni kurmayı kendine eksen yapmayan her İslâm'a davet ameliyesi cüz'i bir uğraş olup gerçek davetten inhiraptır, sapmadır.
Bugün gücünü “İslâm'a Davet” konusunda yoğunlaştıran bu kitap; bu davetin nasıl yapılacağını, özellikle “İslâm Hilâfet sistemini ikameye nasıl davet edilir?” mevzusunu ele almaktadır. Bundan başka İslâm'ın temel meseleleri olan ve fakat bu kitapta ancak kısa değinilebilen de çok konu vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
İslâm'da saf ve duru akidenin önemi pek büyüktür.
İslâm akidesinin esaslarının zann veya zannı galibe dayanması caiz değildir. Kesin ve yakin olmalıdır. Bu konuda taklit veya hurefa türü inançlara ve batıl deccalımsı şahıslara tabi olmak asla caiz değildir.
Ancak akideyle ilgili fikirlerde yani akidenin esaslarının ayrıntılarında zanna veya zannı galibe uyulması caizdir. Şer'i hükümlerde olduğu gibi bunlarda da taklid caizdir.
Şer'i hükümler; Kitap, Sünnet, sahabe icması ve nasslarda şer'i illeti bildirilmiş olan illete dayalı kıyas olmak üzere bu dört şer'i delil çıkar. Başka hiç bir kaynaktan şer'i hüküm çıkmaz. Ayrıca şer'i delillerden şer'i hüküm ancak ve ancak müçtehit alimler çıkarır. Mukallide düşen de taklid ettiği müçtehidin istinbat ettiği görüşünü iyice kavramaktır.
Müslüman kişiye farz olan şeylerin hepsini yerine getirmek mümkün olmadığından şer'i delille farziyeti daha kuvvetli olan amellere yönelmesi gerekir. hangi vecibenin daha lazım ve farz olduğu şer'i bir delille tespit edilir. kişi bunu aklına veya heva ve hevesine göre değil..
Diğer taraftan Müslümanlar için tabii olan hal “İslâmi Hilâfet”in mevcut bulunduğu haldir. Bu durumda dahil de İslâm davetini yüklenme, marufu emretme ve münkerden sakındırma ve ülke içinde Müslüman olmayanları İslâm'a davet etme şeklinde olur. Onu hariçte yüklenme ise gayri müslimleri kesin bir delille dine davet etme ve gerekli gördüğünde halifenin cihad ilan ederek İslâm’ı aleme taşıması şeklinde olacaktır.
Fakat Hilâfet'in mevcut olmadığı ve Müslümanlar için tabii olmayan duruma gelince; bu durumda İslâm'a daveti yüklenme bütün gücünü, olmayan halifeyi ikame etmeye harcama şeklinde olur. İnsanları ıslah etme ameliyesi olan "emri bi'l maruf ve nehyi ani'l münker" ve Müslüman olmayanları dine davet işleri de devam eder. Ancak bunlar asgari seviyede olur. Zira İslâm ülkesinde İslâm Devleti olmayıp da İslâm şeriatı uygulanmadı mı dar'ül küfür olur. Islah ve iyileştirme kafi ve yerinde değildir. Yapılacak iş kesin çözüm ve inkilabi değişikliklere dönüşmüştür. Öyle ki küfür düzenini yıkıp İslâmi düzeni kursun.
İslâm Hilâfeti’nin olmadığı durumda İslâm'ın dış aleme taşınması meselesine gelince, gayri müslimlerin İslâm'a davet edilmesi şeklinde ancak olur. Ancak gayri İslâmi fikirlerin çürük ve düşüklüğünü görmek üzere batıl fikirleri saldırmakla olur. Bununla beraber İslâm ülkelerinin dışında yaşayan Müslümanların gayret ve güçleri İslâm Raşidi Hilâfet Devleti kurmak için biriktirmeleri gereklidir. Zaten büyük ihtimalle bu İslâm ülkelerinin birinde olacaktır.
“İslâm'a Davet” konusunu işleyen her kitap, bununla alakalı temel hükümleri çözüme kavuşturmayı kendine esas mesele yapacaktır. Bu temel hükümlerden bazılarını örnek olsun diye sunuyoruz:
Hilâfet'i ikame etme çalışması şu an için en son gayretle ve en son suretle yapılması gereken bir farzı ayındır.
Hilâfet'i ikame çalışmasının bir kitle tarafından örgütlü olarak yürütülmesi vaciptir. Çünkü bu ferdi olarak yapılacak bir iş değildir.
Bu kitlenin yetkileri şeriatça belirlenmiş kendisine itaat edilen bir emirin olması gerekir.
Bu kitle kadın ve erkek müslümanları kapsamına almalıdır. Zira İslâm'a davet erkeğe de kadına da farzdır.
Bu kitle organik bir bağla birbirine bağlı olması lazım. Şu var ki bu kitlenin tek ve vaz geçilmez bazı İslâmi akidesi ve İslâmi fikirleridir. Onları bir arada tutan yalnızca İslâm akidesi ve fikirleridir.
Bu kitle şahıslara değil de fikirlere tabi olması için her meseledeki fikirlerini ortaya koyup kendisine lazım gelen hükümleri ve görüşleri benimseyip oluşturmalıdır. Bu sayede ancak hedefini gerçekleştirebilir.
Bu kitle İslâm hilafetini ikame etmek için vardır. Bu iş te siyasi bir iştir. Öyle ise bu kitle siyasi bir kitle olması gerekmektedir.
Siyasi olarak çalışan bu kitlenin işi fikirler bazındadır. Kuvvetle ilgili değildir. Zira bu kitle ümmetin genel siyasi kanadından çıkan iradesi İslâm olunca, ümmet vasıtasıyla yönetimi eline geçirmek durumundadır.
Bu kitlenin küfür hükümleriyle hükmetmek üzere yönetime iştirak edip ortak olması asala caiz değildir.
Bu kitlenin mevcut yönetimden bir menfaat antlaşmasına girmesi caiz değildir. Çünkü mevcut nizamlar küfür akidesine mebni kılınmıştır. Ayrıca mevcut yönetimden mali destek v.b. konularda yardım istemek asla caiz değildir. Zaten bu da karşılıklı rehin alma meselesine girmektedir.
Bunun gibi “İslâm'a Davet” mevzuunu ele alan kitap, bu davetin nasıl yapılması gerektiği meselesi ile ilgili hükümleri de çözüme kavuşturmak durumundadır. Şöyle ki:
a-) Ameli Kaide: Gerçek şu ki hiç bir amel rastgele, ön hazırlıksız icra edilmez. Bilakis her amelin öncesinde ona yön veren bir fikir devresi vardır. Kaldı ki bu fikir de bir farazi olamaz. Mahsus bir vakıaya dayanır. Diğer taraftan bu fikir bu amelle birlikte bu gayeyi tahakkuk etmek içindir. Müslüman için gaye de amel de fikir de İslâm'dan olması lazım gelmektedir. Nihai gayi Allah rızasıdır. Ki bu da İslâm akidesine iman etme ameliyesi üzerine bina edilmiştir. Öyle ise daveti yüklenen kişi aynı zamanda kendini Allah'a imanın verdiği teşvik tahrik ve ölçü atmosferinde bulunur.
b-) Metot ve uslubun arasını ayırmak: Hakikatte İslâm ahkamının eda ediliş metodu Kıyamete kadar değişmez. Fakat usluplara gelince bunlar bir takım mübah amellerdir ki daveti yüklenen şartlara ve durumlara münasib olanı seçer.
c-) Siyasetin vakıasını kavramak: Siyasi vakıayı kavramak şer'i hükümleri kavramak kadar zaruri bir iştir. Çünkü şer'i hükmün tatbik edilmesi için şer'i hükmün ve şer'i hüküm ile ilgili olduğu durumun aynı derecede bilinmesini gerektirmektedir. Hükmün ilgili olduğu durumdan maksat şer'i hükmü çözmek üzeri indiği vakıadır. Bunun içindir ki eğer şer'i hükmü kavradığımız halde hükmün ilgili olduğu hadiseye yabancı kalırsak şer'i hükmü tatbik etmemiz mümkün olmaz. onu tatbik etmeye kalkışırsak hata ederiz. Çünkü muhtemelen onun ilgili olmadığı vakıaya tatbik edeceğiz. Öyle ise bir sistemi yıkıp o sistemin sahiplerinden sultayı almak için çalışan kişinin mahalli bir tarzda değil devlet ve bölgeler boyutunda siyasi vakıayı çok iyi bir şekilde kavramış olma dirayetine sahip olmalıdır.
d-) Sultayı ele alma ve Hilâfet'i ikame etme ameliyesi kuvvet ve sulta sahipleriyle başlayıp biten bir hadise değildir: Zira bazıları bunu böyle görmektedirler. Bilakis davetin en başta halk tarafından yüklenilmesi gerekmektedir. Davetin halka yönelik devresi yoğun bir kültürlendirme devresidir. Daveti yüklenenler bunu başarıyla tamamladıktan sonra küfürle yüz yüze mücadele etme ve eylem dönemine girilmiş olur. Eğer ümmetle birlikte küfürle yüz yüze mücadele etme devresi başarıyla yürütülürken ve ümmetin genel siyasi anlayışından çıkan görüşleri davet hareketinden yana ise işte bu durumda daveti yüklenen kitle kuvvet ve sulta sahiplerinden nusret talep edebilirler.
e-) Daveti yüklenen kitle, cemaat veya hiziplerin birden fazla olmaları şer’an caizdir. Ancak bunların akide ve amelde İslâmi esaslar üzerine kurulu olmaları her halükarda şarttır.
f-) Birden fazla İslâmi cemaat olduğunda bunların karşılıklı şer'i hükümlerin açıkladığı şekil ve adab üzere ihtilaflarla yaklaşmaları gerekir. sadece görüşüne muhalefet ettiği için Müslümanın diğer bir Müslüman küfür ve fasıkla suçlaması caiz değildir. Ancak bu ihtilafın şer'i hudutları dairesinde meydana gelmiş olması şartı vardır. Kuvvetli veya zayıf şer'i bir delile dayanan veya delile benzeyen bir delile dayanan her görüş şer'i bir görüştür. O görüş veya sahipleri dışlanamaz. Bilakis zayıf delile veya delil gibi görünen fakat hakikatte delil olmayan kişilere şöyle denilir: Sizin görüşünüz hatalıdır veya en azından zayıftır. Bu şekilde açık ve kesin delillerle en güzel bir tarzda onlarla tartışır. Fakat hiç bir zayıf veya şüpheli delile (şibhi delil) dayanmayan her görüş gayri İslâmi bir görüştür. Daha açıkça bir ifadeyle küfrün görüşüdür. Böyle durumlarda bu görüşlere saldırılır ve bu görüş sahipleri ayıplanır ve kınanır. Ne var ki küfür fikirlerini taşıyan kişi her halükarda kâfir olduğu söylenemez.
g-) İslâm şeriatını yürürlükten kaldıran ve buna zorlanmadıkları halde İslâm şeriatının dışında kanunlar ve nizamlar ihdas edenler, oruç tutup namaz kılıp haccetseler de çoğunlukta kafirdirler. Zira onlar küfür hükümlerini İslâm şeriatına tercih etmişlerdir. Fakat eğer bunlar İslâm şeriatının daha güzel olduğuna inanıyorlarsa İslâm şeriatını uygulayacak usul ve bilgiden yoksan olduğu için onları mukaveten geçici olarak yürürlükten kaldırsa, bu haliyle o kâfir değil fasık olacaktır. Şu halde daveti yüklenen kişilerin hatta hiç bir müslümanın susarak ta olsa bunlara karşı bir memnuniyet ve rıza içinde olması onları desteklemesi asla caiz değildir. Bunun gerekçesi şu hadisi şeriftir:
“Sizden kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle ona karşı buğuz beslesin. Bu da imanın en zayıf noktasıdır.”
Diğer taraftan “İslâm'a Davet” adlı bu kitapta Rasul (s.a.v.)’e İslâm'a davet hususunda uyulması gerektiği ayrıca bu uyulacak işlerin nasıl değerlendirildiğinin açıklanması amaç edinmiştir. Şöyle ki:
Rasul (s.a.v.) İslâm'a girmeleri için kafirleri davet ediyordu. Fakat biz çoğu defa müslümanları İslâm'ın gereklerini yerine getirmeye davet ediyoruz.
Rasul (s.a.v.) İslâm'a davet ederken şer'i hükümlerin inişi tamamlanmamıştı. Fakat bizim için bütün şer'i hükümler inmiş durumda. Bu demektir ki Rasul (s.a.v.)’in Mekke'de iken muhatap olmadığı hükümler şu anda mevcuttur. Zira onlar inmemişti. Fakat biz şu anda onlara muhatabız ve onlarla amel etme durumundayız. Ayrıca Rasul (s.a.v.)’in kendisiyle amel ettiği ve neshedildikleri için onunla amel etmemizin söz konusu olamayacağı hükümler de vardır. Meselâ; savaş Mekke'de caiz değildi. Fakat şu anda savaşmak meşrudur. Çünkü savunma savaşı sadece halifenin bulunduğu duruma bağlanmadığı için İslâm Devleti'nin mevcut olmadığı şu anda bile yapılması vaciptir. Diğer taraftan İslâm'a daveti yüklenme ameliyesi Mekke'de sadece Rasul (s.a.v.)’e vacip idi. Sahabe için mendup durumundaydı. Zira nisa biatında neler üzerine biat ettikleri malumdur. Bu durum bu hal üzere Evs ve Hazreç kabilelerin İkinci Akabe biatına kadar devam etti. İşti İkinci Akabe biatından beri İslâm'a davet işini yüklenmek sadece Rasul (s.a.v.)’e değil bütün müslümanlara vacip oldu. Neshedilen bazı hükümlere gelince Meselâ; Mekke'ni fethine kadar hicret etmek vacip sayıldı. Fakat Mekke'ni fethinden sonra hicret vacip sayılmadı.
Buna göre ortaya çıkan netice şudur ki; Mekke dönemine ait işler veya Medine dönemine ait işler dendiğinde bundan maksat şu olmalıdır: Demek ki ferdin bireysel durumuyla ilgili amelleri vardır. Bir de yönetici (halife) ile bağlantılı ameller vardır. Diğer bir ifadeyle yöneticiye özel onun yetkisinde ve onun mevcudiyetine bağlanmış kişilerin veya fertlerin icra ve infaz edemeyeceği ameller vardır. Meselâ; hadlerin uygulanması veya fetih amacıyla savaşın ilan edilmesi veya barışın akdedilmesi v.b. durumlar halifenin tasarrufundadır. Bundan başka diğer bir takım ameller de vardır ki onlar ferde bağlı kılınmıştır. Bunlar ibadet, ahlâk, giyecek, yiyecek, içecek ve muamelat v.b. şeylerdir ki fert, ülkenin dar'ül İslâm veya dar'ül küfür olmasına bakmaksızın onlarla amel etme durumundadır. Yine bir takım ameller de vardır ki fertlerde veya halifede onlarla amel edebilir. Meselâ; bir cami inşa etmek veya marufu emretmek münkerden sakındırmak ya da delil ve hüccet göstererek İslâm davetini yüklenmek v.b. işler.
İş, mahdut bir gayeyi gerçekleştirme meselesine yani İslâm Hilâfet'i’ni ikame etme gibi bir somut mahdut gaye ortada olunca İslâm'a daveti yüklenen kişinin karşı karşıya kaldığı bir sorun kendini gösterir. Şeyle ki: Bir gayenin gerçekleşmesi için on veya yirmi sene gibi mahdut bir süre var mıdır, yoksa onun mahdut bir süresi yok mudur? Bu soruda iki ayrıntı karşımıza çıkmaktadır.
Birincisi: Bu işin tabiatı yani ümmetin akidesi ve şeriatı esası üzerine devlet kurma ameliyesi birden fazla üç veya daha çok akideye mi muhtaçtır? Zira adı geçen kitle futuhat tarzıyla çalışmıyor. Bilakis bu kitle bağlı bulunduğu şeriatın gereğini icra etme durumundadır. Öyle ki bu şer'i hükümlerin tabiatının gerektirdiği süre içinde gayesini gerçekleştirecektir. Aksi takdirde adı geçen kitle yolundan sapmış şaşkın bir duruma düşmüş olur.
İkincisi: Kitle yapmak için uğraştığını başaramadığında ve makbul bir süre içerisinde gayesini gerçekleştiremediğinde bu söz konusu kitlenin programının bir kısmında hataya düştüğüne ve programını tekrar gözden geçirmesi ve hatta değiştirmesi gerektiğine delalet eder mi? Veya bu kitlenin ihlas ile hareket ettiğini gösterir mi? İhlaslı hareket etmediği ve dolayısıyla Allah'ın yardımının kendilerine ulaşmadığı manası çıkarılabilir mi? “İslâm'a Davet” içerilikli olan her kitabın bu sorulara cevap vermesi muhakkak surette gereklidir.
Ayrıca “İslâm'a Davet” adlı bu kitapta aşağıda örnekleri verilmiş olduğu üzere bir takım sorulara cevap verilmiş, bir takım şüpheler bertaraf edilerek mefhumlarla ilgili bazı yanlış anlayışlar giderilerek doğru ve sahih kavrayış göstermiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
a-) Meselâ Allahu Teâla'nın; “Ey iman edenler! Siz kendinizden sorumlusunuz. Siz hidayete ermişken sapmış olanlar size bir zarar veremezler.” şeklindeki kavli kerimini yanlış anlayanlar olmuştur. Zannetmişlerdir ki Müslüman sadece kendisinden ve ailesinden sorumludur. İslâm'ı diğer insanlara götürmek üzere onu yüklenmekten sorumlu olmadığı şeklinde kanaata vardılar.
b-) Yine şu hadisi şerifi de hatalı bir kavrayışla ele aldılar:
Mümine kendisini takat getiremeyeceği belalara atarak telef etmesi gerekmez.” Bu hadisi şeriften kişinin kendisinin hepsine veya görevinden atılmasına sebep olacak ya da hakim olan zalimlerin eziyetine maruz kalmasını netice verecek v.b. maksatlı işlere girişmesinin yanlış olacağı kanaatına vardılar. Bunun için karşısında adı geçen müeyyideleri bulduğunda gerekirse İslâm'a davetten vaz geçmesi gerektiğini savundular. Hatta zalimlerin dediklerini bile yapabileceğini ileri sürdüler.
c-) Diğer taraftan Huzeyfe b. Yemane’nin Rasul (s.a.v.)’den rivayet ettiği şu hadis de yanlış bir şekilde anlaşıldı. Hadiste şöyle bir ifade geçmektedir: “...Ben dedim ki, Müslümanların ne bir cemaatı ve ne de imamları yok ne yapayım? Dedi ki: "Ağaç kökleriyle beslensen de ölüm sana ulaşıncaya kadar bütün bu batıl fırkalardan ayrıl ve tek başına kal.” Bu hadisi şeriften şu neticeyi çıkardılar: Müslümanların halifesinin bulunmadığı durumda vacip olan Hilâfet'i ikame etmek değil, bilakis vacip olan, ölüme kadar fırkalardan ayrılıp tek başına kalmaktır.
d-) Şu hadisi şerifi de yanlış değerlendirdiler: “Öyle yıllar ve günler gelip çatacaktır ki siz Rabbınıza kavuşuncaya kadar şerr şerri takip edecektir.” Bu hadisi yanlış kavrayarak ümitsizliğe veya ye’se düştüler. Bir şey yapmalarının gereksizliğine karar verip oturup beklemeye başladılar. Kaldı ki bu hadis onlara bu hakkı vermiyordu.
e-) Yine bazıları çıkıp dediler ki; mevcut vakıayı iyi yönde değiştirmek Mehdi (a.s)’ın işidir. Bizim işimiz değildir. Bu anlayış ta bir şey yapmadan oturmalarına netice verdi.
İşte bu kitap, mukaddimede değinilen bütün bu mevzularda sahih ve doğru çözüm göstermektedir. Bu kitap bununla da kalmıyor, daha bir çok konuda doğru kavramayı sunmaktadır. Muhakkak ki kusur ve eksiği vardır. Zira kusur ve noksanlıktan beri olan yalnızca Allah sübhanehu Teâla'dır. Umarım ki Allah'ın yardımıyla İkinci Baskısı daha yeterli ve daha mükemmel olacaktır. Bu kitabı Müslümanlar için faydalı ve yararlı kılmasını, yazarını en güzel bir şekilde mükafatlandırmasını Allah'tan niyaz ediyorum.
Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’e ve onun ehli beytine ve sahabesine ve onun getirdiği hidayetle doğru yolu bulana Kıyamete kadar salat ve selam olsun. Hamd alemlerin Rabbı olan Allah’a mahsustur.