İSLAM'DA CASUSLUK , AJANLIK ve SUİKASTLER
Casusluk, haberleri araştırmaktır.
Lugatte haberleri araştırmaya, soruşturmaya casusluk yaptı denir. Casus da bu işi yapandır. Zira bir kişi haberleri araştırırsa o, casustur. O haberler ister açık ister gizli olsun fark etmez. Casusluk olması için haberleri araştırmada, haberlerin gizli yani sırlar olması şart koşulmaz. Bilakis gizli olsun açık olsun yani sır olsun ve sır olmasın haberleri araştırmak casusluktur.
Fakat bazı şeyleri araştırma yapmaksızın, işi haberleri araştırmak olmaksızın gördüğünde ya da yayınlamak için haberleri topladığında, ya da haberlerle önem vererek ilgilendiğinde, haberleri araştırmadığı ve işi haberleri araştırmak olmadığı sürece, bunların her biri casusluk olmaz. Hatta bu gibi durumlarda haberler takip edilse de casusluk olmaz. Çünkü casusluk olan haber araştırması, sadece onların içyüzünü bilmek maksadı için onları izlemek ve tedkik etmek/iyice incelemekle olur. Ancak haberleri toplamak için izleyen kimse onları, onların iç yüzüne vakıf olmak maksadı için tedkik etmiyor, bilakis onları insanlara yaymak için topluyor. Buna binaen gazetelerin ve haber ajanslarının muhabirleri gibi haberleri takip eden ve toplayanlara casus denilmez. Ancak işi casusluk olup da gazete ve ajans muhabirliğini vesile edinenler hariç. Zira bu durumda, haber takib eden muhabir olduğundan değil, fakat işi casusluk olduğundan dolayı casus olmaktadır. Zira o özelliklere harbî kafirlerden olan bir çok muhabirde olduğu gibi muhabirliği bir kamuflaj olarak kullanmaktadır. Ancak sivil polis ve istihbarat elemanları gibi haberleri araştıranlar, işleri casusluk olduğu için casusturlar.
Casusluğun ve casusların vakıası işte budur.
Casusluğun hükmüne gelince:
Haklarında casusluk yapılanların değişmesi ile hükmü de değişir. Eğer casusluk, müslümanlar aleyhinde ya da müslümanlar gibi tebaa olan zımmiler aleyhinde olursa haramdır, caiz olmaz. Eğer casusluk, ister gerçekten harbî olsun ister hükmen harbî olsunlar, harbî kafirler hakkında olursa, müslümanlar için caiz, halife için vacib olur.
Müslümanlar ve İslâm Devleti tebaası aleyhine casusluğun haram olması, Kur’an ayetinin açıklığı ile sabittir. Allahu Teâlâ şöyle dedi:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِنْ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ وَلا تَجَسَّسُوا
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Casusluk yapmayın.”(Hucurat: 12)
Böylece Allah ayette casusluğu yasaklıyor. Bu genel bir yasaklamadır. Zira her casusluğu kapsamaktadır. İster kendisi için olsun, ister başkası için casusluk olsun, ister devlet için, ister fertler ya da kitleler için casusluk olsun, ister casusluğu yapan yönetici, ister yönetilen olsun fark etmez. Zira söz, casusluğa uygun düşen her şeyi kapsayana genel bir sözdür. Hepsi de haramdır.
Burada bir soru gelmektedir:
“Müslümanların istihbarat dairesinde ya da araştırma dairesinde v.b. işi casusluk işi olan ya da casusluktan bir işi olan bir yerde görevli/memur olarak çalışması caiz olur mu?”
Buna cevabta bakılır:
Eğer görev müslümanlar aleyhine ya da müslümanlar gibi tebaa olan zımmiler aleyhine casusluk ise caiz olmaz. Zira bu casusluk Kur’an’ın sarih/açık ayeti ile haramdır. Bu iş müslümana yasaklandığı gibi, zımmiye de yasaklanır. Çünkü Dâr'ul İslâm’da / İslâm ülkesinde zımmi, İslâm hükümlerinin kendisine tatbik edilmesi ile muhatabdır. Bu hükümlerden inançlar ve ibadetler ile alakalı olanlar mustesnadır. Bu hüküm ise onlardan değildir. Ancak görev, emanlı ya da anlaşmalılardan ülkemize giren harbî kafirler aleyhine casusluk ise caiz olur. Zira ister gerçekten harbî ister hükmen harbî olsunlar ister ülkelerinde olsunlar ister ülkemizde olsunlar harbî kafirler aleyhinde casusluk yapmak caiz olur.
Buna binaen istihbarat birimlerinin, sivil polislerin, araştırma bürolarının v.b. varlığı haram değildir, bilakis vacibtir. Onlarda haram olan, müslümanlar aleyhinde ve müslümanlar gibi tebaa olan zımmiler aleyhinde casusluk yapmaktır. Dolayısıyla devletin. Müslümanlar ve tebaadan diğer kimseler aleyhine casusluk için dairelerinin, bürolarının olması caiz olmaz, bilakis bunlar devlete haram olur.
Şöyle denilmez:
“Devletin maslahatı, entrikaları keşfedebilmesi ve suçlulara ulaşabilmesi için tebaanın haberlerini bilmesi gerekmektedir.”
Böyle denilmez. Çünkü devletin bunu polis ve gece devriyesi yolu ile bilmesi mümkündür, casusluk yoluyla değil. Ayrıca aklın o şeyi maslahat olarak ya da maslahat olmayarak görüyor olması, haram kılmanın ya da mubah kılmanın illeti olmaz. Sadece şeriatın maslahat olarak gördüğü husus maslahattır. Ayrıca Kur’an ayetleri, bir şeyin haram kılınması hususunda sarih/açıkça geldiğinde, onu helal kılmayı illetlendirmek için onda maslahat olduğu hususunda konuşmaya bir yer kalmaz. Zira açık Kur’an nassı önünde onun bir kıymeti yoktur. Kur’an diyor ki: ولا تجسسوا “casusluk yapmayın!” Yani casusluğu yasaklıyor. Ayetin kendisine delâlet ettiği husustan başkasını ve lafzındaki açıklılıktan başkasını anlamaya bir yol yoktur. Bu ayetin genelliğini tahsis eden ya da ondan bir şeyi istisna eden herhangi bir delil de geçmedi. Dolayısıyla ayet, her casusluğu kapsayan genelliğinde kalmaktadır. Böylece tebaanın tamamı aleyhinde casusluk haram olmaktadır.
Bu açıklama, müslümanlar ya da müslümanlar gibi tebaa olan zımmiler aleyhine casusluk yapma ile ilgilidir. Müslümanların ve zımmilerin, yeter gerçekten fiili harbî kafirler olsun ister hükmen harbî olsunlar harbî kafirler aleyhine casusluk yapmalarına gelince:
Bu ayetin genelliğinden istisna edilmiştir. Çünkü casusluğun haram kılınmasını, harbî kafir olmayanlara tahsis eden bir takım Hadisler geçmiştir.
Harbî kafirlere gelince:
Onlar aleyhinde casusluk yapmak, müslümanlara caizdir, müslümanların halifesine yani devlete ise vâcibtir.
İbn Hişam siretinde şu geçmektedir:
“Nebi (s.a.v), Abdullah b. Cahş’ı beraberinde muhacirlerden sekiz kişilik bir grup olduğu halde gönderdi. Ona bir yazı yazıp ona ancak iki gün yürüdükten sonra bakmasını emretti. O da kendisine emredileni uyguluyordu, arkadaşlarından kimseyi zorlamıyordu.
Abdullah b. Cahş iki gün yoluna devam ettikten sonra yazıyı açıp baktı. Onda şunun yazılı olduğunu gördü:
“Bu yazıma baktığında, Mekke ile Taif arasındaki hurma ağaçlığında konaklayasıya kadar yürü. Orada Kureyş’i gözetle. Onlar hakkında elde ettiğin haberleri bize bildir.”
Bu yazıda Nebi (s.a.v.), Abdullah b. Cahş’a kendisi için Kurayş hakkında casusluk yapmasını ve Kurayş’in haberlerini kendisine bildirmesini emretmektedir. Fakat arkadaşlarına kendisi ile beraber yürümeleri ya da yürümemeleri hususunda serbestiyet vermektedir. Fakat onda istenileni yapmasını talep ediyor. Böylece Rasul (s.a.v.), casusluk yapmayı o grubun hepsinden talep etmiş oluyor. Fakat Abdullah’a zorunlu kılarken diğerlerini bunu yapıp yapmamakta serbest bırakıyor. Bu talebin, cemaat/grup emiri için kesin, kendisi ile beraber olanlar için kesin olmadığına dair delildir. Dolayısıyla bu, düşmana karşı müslümanların casusluk yapmasının haram değil de caiz olduğuna ve casusluk yapmanın devlete vacib olduğuna dair delil olmaktadır. Ayrıca düşmana karşı casusluk yapmak, müslümanların ordusunun zorunlu olduğu işlerdendir. Zira düşmana karşı kendisi için casusluk beraberinde olmaksızın savaş için ordunun oluşturulması tamamlanmaz. Böylece orduda casusluk biriminin varlığı devlet üzerine vacib olur. Bu, “Vacibin yerine getirilmesi için gerekli husus da vacib olur.” şer'î kaidesi kapsamındadır.
Bu; haram, caiz, vâcib olması bakımından casusluğun hükmüdür.
Harbî kafirler için casusluk yapanın cezalandırılması hükmüne gelince:
Casusun tâbiyeti ve dinine göre bu hüküm farklı olur. Harbî kafirler casus olduğunda, onun hükmü öldürülmesidir. Bu konuda bir ihtilaf ve başka bir hüküm yoktur. O, casus olduğunun bilinmesiyle birlikte yani casus oluşunun sabit olmasıyla birlikte öldürülür.
Bunun delili aşağıdaki hadislerdir;
Seleme b. el-Kev’i’ (r.anh)dan rivayetle:
“Nebi (s.a.v.)’e bir yolculuk esnasında muşriklerden bir casus gelip ashabının yanına oturdu. Konuşuyordu. Sonra sıvıştı.
Bunun üzerine Nebi (s.a.v.); Onu arayın ve öldürün, dedi.
Bunun üzerine ben onları geçtim, onu yakalayıp öldürdüm. Bana onun kuşak ipini verdi.”
(Buhari, Cihad, Bab, 172, Hadis no : 250)
Bize Zuheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Ömer b. Yûnus EI-Hanefî rivayet etti. (Dedi ki) : Bize İkrime b. Ammâr rivayet etti. (Dedi ki) : Bana İyâs b. Seleme rivayet etti. (Dedi ki) : Bana babam Seleme b. Ekva' rivayet etti. (Dedi ki) :
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'le birlikte Hevâzin'de gaza ettik. Bir defa onunla beraber kahvaltı yaparken, ansızın kırmızı bir erkek deve üzerinde bîr adam çıkageldi. Devesini çöktürdü. Sonra heybesinden bir ip çıkararak onunla deveyi bağladı. Sonra cemaatla birlikte kahvaltı yapmağa geçti. Ama bakınmağa başladı. Bizde hayvan hususunda az'f ve yufkalık vardı. Bazılarımız piyade idik. Adam birden koşarak çıktı. Hemen devesine geldi ve bağını çözdü. Sonra çöktürdü ve üzerine oturarak onu ayağa kaldırdı. Deve onu koşa koşa götürdü. Derken boz bir dişi deve üzerinde bir adam onun peşine düştü.
Seleme demiş ki: Ben de koşarak çıktım; ve dişi devenin çantısı hizasına vardım. Sonra ilerliyerek erkek devenin çantısı hizasına yetiştim. Sonra ilerledim; nihayet erkek devenin yularından tutarak onu çöktürdüm. Dizini yere koyunca kılıcımı çekerek herifin başını kestim; derhal düştü. Sonra deveyi yederek getirdim. Adamın eşyası ve silâhı onun üzerinde idi. Derken beni Rasûlullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'le yanındaki insanlar karşıladılar.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): «Bu adamı kim öldürdü?» diye sordu.
— Ekva'ın oğlu! dediler.
«Bunun bütün eşyası onundur!:» buyurdular.
(Muslum, Cihad ve Siyer, Bab 45, Hadis no : 1754)
Muslum de ise; İkrime rivayetinde bu hususta şu ayrıntı vardır:
“Kuşağından bir ip çıkartıp onunla deveyi bağladı. Sonra topluluğa doğru ilerledi. Onlarla birlikte yemek yiyordu. Öğle vaktinde bizde bir cılızlık, zaaflık olduğuna, bazılarımızın da yaya olduğuna, öğle vakti çıkınca ise canlılık ve kuvvetliliğin arttığına bakıyordu.”
Ebu el-Âmi’den Yahya el-Hamânî yolundan istihraç edilmiş Ebu Na’im rivayetinde şu geçmektedir: “Onun bir casus olduğunu anladılar.”
Bu açıktır ki, Rasul (s.a.v.)’in yanında onun casus olduğu sabit olması ile birlikte “onu arayın ve öldürün” demiştir. Bu talebin kesin talep olduğuna dair bir karine olmaktadır. Böylece hükmü öldürmek olmaktadır. Bu hüküm ister anlaşmalı ister eman verilmiş olsun, ister ise anlaşmalı olmayan ve eman verilmiş olmayan olsun her harbî kafir hakkında geneldir. Dolayısıyla her harbî kafirin hükmü, casus olduğunda öldürülmek olmaktadır.
Zımmi kafir casus olduğunda bakılır:
Zımmet akdine dahil olurken casusluk yapmaması şart koşulmuşsa ve casusluk yaparsa öldürülür. Zira şartla amel olunur. Dolayısıyla casus olduğunda şarta göre öldürülür. Fakat ona bu şart koşulmamışsa, halifenin ona ölüm cezası vermesi hakkının olması caiz olur. Dolayısıyla o casus olduğunda öldürülür. Bunun delili Ahmed’in Fur’at b. Hıyan’dan yaptığı şu rivayettir:
“Nebi (s.a.v.), o zımmi olduğu halde öldürülmesini emretti. Zira o, Ebu Sufyan’ın casusu ve müttefiki idi. O bir ara Ensardan bir grubun yanından geçerken “ben müslümanın” dedi. Onlar, “müslüman olduğunu iddia ediyor” dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi:
إِنَّ مِنْكُمْ رِجَالاً نَكِلُهُمْ إِلَى إِيمَانِهِمْ مِنْهُمْ فُرَاتُ بْنُ حَيَّانَ
“Sizden bir takım insanlar vardır ki, biz onları imanlarına terk ediyoruz. Onlardan birisi de Fırât b. Hıyân’dır.”
(Ahmed b. Hanbel, Musned Kûfiyyîn, 18197)
Bu, Rasul (s.a.v.)’in casus zımminin öldürülmesini emrettiği hususunda sarihtir/açıktır. Ancak bu, imam için caizdir. Casusun harbî kafir olması halinde olduğu gibi imama vacib değildir.
Zımmi casusun devlet tarafından öldürülmesinin vacib değil de caiz olduğuna dair delil, Hadisin kesinliğe delâlet eden bir karineyle beraber olmamasıdır. Zira Hadisin metni Rasul (s.a.v.)’in casus olduğunu bilmesi ile birlikte hemen bu Fırât’ın öldürülmesinde aceleci olmadığına delâlet etmektedir. Halbuki harbî kafirde böyle değildi. Zira yukarıda geçen Seleme Hadisinde zikredilen harbî kafirin, casus olduğu kendi katında sabit olması ile birlikte Nebi (s.a.v.), onun hemen öldürülmesini emretmiştir. Müslümanlara; “onu arayın ve öldürün.” Rasul (s.a.v.)’in bildiği halde onu öldürmekte aceleci olmamasına dair delil, Hadisin sözünde açığa çıkmaktadır. Şöyle ki: “O bir zımmiydi ve bir casustu.” Yani o biliniyordu. Rasul (s.a.v.)’in de; “Onlardan birisi Fırât b. Hıyyân’dır.”
Buna ilaveten Rasul (s.a.v.), harbî kafir hakkında ise, “onu arayın ve öldürün” dedi. Fırât b. Hıyyân hakkında ise, onun öldürülmesini emretmiştir, fakat onu aramalarını müslümanlardan taleb etmemiştir. O ikisi arasındaki bu farktan; harbinin öldürülmesi talebinin kesin olduğu, zımminin öldürülmesi talebinin kesin talep olmadığı açığa çıkmaktadır. Bu da zımmi casusu öldürmenin ve öldürmemenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Müslümanlar ve zımmiler aleyhine düşman için casusluk yapan müslüman casusa gelince, o öldürülmez. Çünkü Rasul (s.a.v.), bir zımminin öldürülmesini emretti. Onun müslüman olduğu kendisine sabit olunca ondan elini çekti. Zira Fırât b. Hıyân’ın, zımmi ve casus iken öldürülmesini emretti. Ne zaman ki; “Ya Rasulullah, o müslüman olduğunu iddia ediyor” dediklerinde şöyle dedi:
إِنَّ مِنْكُمْ رِجَالاً نَكِلُهُمْ إِلَى إِيمَانِهِمْ مِنْهُمْ فُرَاتُ بْنُ حَيَّانَ
“Sizden bir takım insanlar vardır ki, biz onları imanlarına terk ediyoruz. Onlardan birisi de Fırât b. Hıyân’dır.”
(Ahmed b. Hanbel, Musned, Kûfiyyîn, 18197)
Böylece onu öldürmekten elini çekmesinin illeti onun müslüman olması olmaktadır.
- Buhari, Ali b. Ebu Talib (r.anh)’dan şöyle dediğini rivayet etti:
“Rasulullah (s.a.v.); beni, Zubeyr’i ve Mikdâd b. el-Esved’i bir yere gönderirken şöyle dedi:
انْطَلِقُوا حَتَّى تَأْتُوا رَوْضَةَ خَاخٍ فَإِنَّ بِهَا ظَعِينَةً وَمَعَهَا كِتَابٌ فَخُذُوهُ مِنْهَا
“Acele yola çıkın, Hâc otlağına varasıya kadar gidin. Zira orada mahfe içinde bir kadın vardır. Onun yanında bir yazı vardır. O yazıyı ondan alın.”
(Buhari, K. Cihâd ve’s Seyr, 2785)
Bunun üzerine biz atlarımızı hemen o otlağa varasıya kadar koşuşturduk. O mahfedeki kadının yanına vardık. Ona; “Yazıyı bize ver,” dedik. O, “Bende bir yazı yoktur,” dedi.
Biz ona; “Ya o yazıyı çıkartıp bize verirsin, ya da elbisen çıkar,” dedik. Bunun üzerine o saç topuzu içinden o yazıyı çıkarıp bize verdi. Biz de onu Rasul (s.a.v.)’e getirdik. Onda şu yazılı idi: “Hâtib İbn Ebu Bilte’a’dan Kureyş halkının insanlarına.” O, onlara Rasulullah (s.a.v.)’ın bazı işlerini haber vermektedir. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.); “Bu nedir, ya Hâtıb” dedi.
Dedi ki; “Ya Rasulullah (s.a.v.), benim hakkımda acele etme! Benim Kureyş’te bağlantılarım vardı. Ben ondan değildim. Seninle beraber olan muhacirlerden bir kısmının Mekke’de yakınları/ akrabaları vardı. Onlarla ev halkını ve mallarını koruyorlardı. Bunun üzerine ben de kendisi ile akrabalarımın kendisi korumaları için onlar yanında bir güç edinmek için onlar içindeki o bağlantılar aklıma geldi ve onu kullanmak istedim. Bunun küfür olarak, dinden dönme olarak, İslâm’dan sonra küfürden razı olarak yapmadım.”
Bunu üzerine Rasulullah (s.a.v.) dedi ki:
إِنَّهُ قَدْ شَهِدَ بَدْرًا وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّ اللَّهَ أَنْ يَكُونَ قَدِ اطَّلَعَ عَلَى أَهْلِ بَدْرٍ فقَالَ اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ فَقَدْ غَفَرْتُ لَكُمْ
“O Bedir’e katılmıştır. Nereden bileceksin? Belki Allah Bedir ehline şöyle dediğini duyurmuştur: İstediğinizi yapın. Ben sizi affettim.”
(Buhari, K. Cihâd ve’s Seyr, 2785)
Bu Hadiste, Hâtıb’ın müslümanlara karşı casusluk yaptığı ve Rasul (s.a.v.)’in onu öldürmediği sabit olmuştur. Dolayısıyla bu, müslüman casusun öldürülmediğine delâlet eder.
Şöyle denilmez:
“Bu Bedir ehline hastır. Çünkü Hadis, onun Bedir ehlinden olması ile illetlendirilmiştir.”
Böyle denilmez. Çünkü her ne kadar nass illetlendirmeyi ifade eden ibare ile geçmiş olsa da, ondan illetlik anlaşılan bir yönde geçse de; Ahmed’in Fırât b. Hıyân hakkındaki Hadisi, onun zımmi iken sonra müslüman olduğu için ondan ölüm cezasını kaldırmıştır. Dolayısıyla yukarıdaki Hadisteki illetliği nefyedip vakıa vasfı yapmaktadır. Çünkü Fırât b. Hıyân Bedir ehlinden değildir.
Şöyle denilmez: “Fırât b. Hıyân ile ilgili o Hadisin Ebu Davud isnadında, Ebu Hammâm el-Dellâl Muhammed b. Muhabbeb vardır. Sufyan el-Sevrî’den rivayet ettiği o Hadis delil getirilmez.”
Böyle denilmez. Çünkü bu Hadisi; Ahmed, Sufyân Beşir b. el-Sırrî el-Basrî’den rivayet etmiştir. Bu kişi ise, Buhari ve Müslim’in Hadisi ile delil getirmekte ittifak ettikleri kişilerdendir. Dolayısıyla Hadis, sabittir, kendisi ile delil getirilir. Böylece bu Hadis, müslüman casusun öldürülmediğine dair delildir. Ancak hapis cezası ile ve Halife ya da Kadının uygun gördüğü başka bir ceza ile cezalandırılır.
Bu açıklama, harbî kafir düşman için müslümanlar ve zımmiler aleyhine yapılan casusluk idi. Müslümanlar aleyhinde, düşman için yani harbî kafir için değil de sadece casusluk için ya da müslümanlar için ya da devlet için yapılan casusluğa gelince; bu haram olmakla birlikte Şeriat bu günah/suç için belirli bir ceza düzenlememiştir. Dolayısıyla onun cezası ta’zir cezası olmaktadır.
(en Nebhani : İslam Şahsiyeti Cilt 2)
Müslümanlar Aleyhine Casusluk Yapmanın Hükmü
İslâm alimleri adetleri gereği, cihad bölümünde, casusluk konularını kitaplarında işlemişlerdir. Bunun ise çok önemli bir hikmeti bulunmaktadır. Zira casusluk olayı, müslümanların durumlarını, düşmanına karşı en açık bir şekilde ortaya konulma konusunu içermektedir. Özellikle de tam savaşın kızıştığı bir anda böyle bir hareket daha büyük bir önem kazanmaktadır. Bunun içindir ki, İslâm alimleri cihad bahsinde, casusluk konusunu da dile getirmişler, bu konuda hükümleri açıklamışlardır. İşte ben de onların bu metodlarını izleyerek, bu konuyu cihad bölümünde ele aldım.Tecessus bir şeyi gözetleyip, onun içyüzünü ortaya dökme olayıdır. Dolayısıyla bir müslümanın başka bir müslüman aleyhinde mutecessis hareketlerde bulunması çirkin bir ihanettir ve büyük günahlardan biridir. Çünkü böyle bir davranış kâfirlere gösterilen dostluğun bir başka şeklidir. Zira böyle bir durumda hüküm, kişiyi dinden çıkaracak noktaya kadar vardırır. Evet, şayet yapıîan casusluk, kâfirlere olan sevgi, dostluk sebebi ile yapılıyor, bunların müslümanlara karşı üstün gelip zafer kazanmaları arzu ve inancından doğuyorsa böyle bir hareket, kişiyi dinden çıkarır. Şayet böyle değil de, herhangi bir dünyalık için, kişisel bir çıkar uğruna bir makam veya benzeri bir gaye hedeflenerek casusluk yapıyorsa, bu takdirde o kimse büyük günah işlemiş olur.
Allah (c.c), Hatıb b. Ebî Beltea kıssasında görüldüğü gibi, uyarı ve ikazda bulunmuştur. Rabbim Hatıb (r.anh) olayıyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
(Hatıb b. Ebû el-Lahmî, Kurayşlilerin andlaşmah ve sözleşmelisi bulunan bir zat idi. Bir rivayete göre de bu zat, Zubeyr b. Avvam'ın sözleşmelisiydi. Bedir ve Hudeybiye'de bulunmuştur. Medine-i Munevvere'de 65 yaşında iken vefat etmiştir. Medine'ye gelişinin otuzuncu yılında ölmüştür. Osman -Allah hepsinden razı olsun- cenaze namazını kıldirmıştır. Allah (cc), Mumtehine sûresinde, Hatıb'ın imanlı olduğuna şehadette bulunmaktadır. Peygamber (s.a.v.) hicretin altıncı yılında Mısır ve İskenderiye kralı Mukavkıs'a onu elçi olarak göndermiştir. Mukavkıs kendisini birçok hediyelerle yollamıştır. Mısır'lı Mariye de bu hediyeler arasında idi. İstîab, 1/348, İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî temyizi's-sahâbe, 1/300)
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Siz onlara sevgi (yüzünden peygamberin ve mu'minlerin maksadını) ulaştırıyorsunuz. Halbuki onlar, size hak olarak gelen Kur'an'ı inkâr etmişler; Rasûlu de, sizi de, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı yurdunuzdan çıkarmışlardır. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için çıkıp hicret etmiş senin, onlara sevgiyle (nasıl) sır veriyorsunuz? Ey kullarım oysa ben, gizlediğinizi de açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçinizden kim bunu yaparsa, muhakkak düz yoldan sapmış olur." (Mumtehine, 1)
Taberî bu âyeti yorumlarken tefsirinde diyor ki:
"Yakınlarınız, akrabanız, çocuklarınız, sizi Allah'ı inkâra sevketmesin. Böylece gidip Allah düşmanlarına sevgi kucağı açmak suretiyle dostluk kurmayasınız. Çünkü kıyamet gününde, Allah nezdinde, hiçbir yakınınız akrabanız ve çocuğunuz size yarar ve menfaat sağlamayacaktır. Allah'a itaat edenler cennete girecekler ve masiyet ehli ile küfür ehli ise cehennem ateşine girenlerden olacaklardır." (Taberî Tefsiri, 28/61)
İmam Buhari, "Sahih" adlı kitabında, senedi Ali (r.anh)'a varan şöyle bir rivayette bulunuyor:
Ali (r.anh.), diyor ki: Peygamber (s.a.v.), Beni, Zubeyr ve Mikdad b. Esved'i göndermek üzere (çağırdı) ve buyurdu ki: "Hemen Hâh bostanına kadar varın. Orada mahfe içinde yolcu bir kadın bulunmaktadır. Yanında bir mektup taşımaktadır. Hemen o mektubu onun elinden alıp getirin."
Biz hemen harekete geçtik. Atlarımızı koşturarak denilen bostana ulaştık. Bir de gördük ki, gerçekten orada mahfe içinde bir kadın bulunmaktadır.
Bunun üzerine kendisine: "Hemen yanındaki mektubu çıkar ver" dedik.
Kadın, bende herhangi bir mektub falan yoktur cevabını verdi.
Bu defa kendisine şöyle söyledik: "Ya yanındaki mektubu çıkarır bize verirsin veya biz senin üzerindeki elbiselerini soyar çıkarırız."
Kadın hemen mektubu başındaki saç örgülerinin arasından çıkarıp teslim etti. Biz de onu alıp Rasûlullah (s.a.v.)'a götürdük.
Mektubta şöyle yazılıydı:
- Hatıb b. Ebî Beltea'dan, Mekke halkının muşrik insanlarına!
Rasûlullah (s.a.v.) bunu görünce: "Ey Hatib! Nedir bu?" diye sordular.
Hatib dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlu, benim hakkımda acele davranma. Ben, Kurayş ile bağlantısı (andlaşması) bulunan bir kimseyim. Ben bizzat Kurayş'ten biri değilim. Halbuki muhacirlerden yanında olanların Mekke'de yakınları ve akrabası bulunmaktadır. Muhacirler bu sayede Mekke' de kalmış bulunan çocuklarının himaye ve korunmasını sağlamış bulunmaktalar. Malları da aynı şekildedir. Halbuki benim Mekke'lilere soy bakımından herhangi bir yakınlığım yoktur. Bu bakımdan ben, yakınlarımın himayesine bir vesile olur diye, yanlarında bir iyiliğim olsun istedim. Yoksa ben, herhangi bir küfür ve dinden dönme gibi bir sebeble böyle hareket etmediğim gibi, İslâm'dan sonra küfre rıza gösterme anlamında bir şey sebebiyle de bu yola tevessül etmedim.
Rasûlullah (s.a.v.): Gerçekten Hatıb size doğruyu söyledi.
Fakat bu durum karşısında Ömer (r.anh) dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, beni bırak da bu münafıkın boynunu vurayım.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Hatıb, Bedir savaşında bulunmuştur. Ne bilirsin, Allah'ın Bedir ehli hakkında bir bildiği var ki, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Dilediğinizi yapın, ben sizi bağışladım."
İşte bunun üzerine Rabbimiz yukarıda mealini verdiğimiz Mumtehine sûresinin birinci âyetini indirdi.
(Buhari, Cihad, Meğazî, Hadis no: 4890; Muslim, Fedailu's sahabe, 161)
Allâme İbn Kayyım (rahimehullah), bu kıssaya dayanarak, casus müslüman da olsa, öldürülmesinin câiz olduğunu söylemekte gerekçe olarak şunu göstermektedir:
Ömer (r.anh), Rasûlullah (s.a.v.)'dan, Hatıb b. Ebî Beltea'nın öldürülmesini istemişlerdir. Peygamber (s.a.v.), Ömer'in isteğine, "Bu adam müslümandır, dolayısıyla öldürülmesi helâl ve caiz değildir" diye cevab vermeyip, şöyle buyurmuşlardır: "Ne bilirsin, Allah'ın Bedir ehli hakkında bir bildiği var ki, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Dilediğinizi yapın..."
Peygamber (s.a.v.), cevab verirken, burada şu noktaya dikkat çekmektedir:
Hatıb'm öldürülmesi hususunda bir engel vardır, engel de, onun Bedir halkından olmuş olmasıdır. İşte Rasûlullah (s.a.v.)'ın böyle cevab vermiş olması, sanki casusluk yapan kimsenin öldürülebileceğine dair bir cevaz gibi anlaşılmaktadır. Burada olduğu gibi, bir engelin olmaması halinde câiz görülmektedir. Bu, İmam Mâlik'in mezhebidir. Aynı şekilde, Ahmed b. Hanbel'in iki görüşünden biri de bu merkezdedir. Her iki grup da, bu hususta Hatıb kıssasını delil olarak getirmektedirler.
Bu hususta en doğru olan durum şudur:
Bu gibi hallerde iş, devlet başkanına, İmama kalmıştır. Şayet İmam (devlet başkanı), casusun öldürülmesinde müslümanlar için bir maslahat ve yarar görürse, öldürtür. Eğer öldürülmeyip bırakılmasında hayır umuyorsa, bu takdirde öldürtmeyip bırakır. En iyisini bilen Allah'dır. (İbn Kayyım, Zadu'1-Mead, 3/422)
Allâme İbn Kayyım (rahimehullah) der ki: Bu kıssadan yine şu hususları da yararlanarak çıkarabilmekteyiz:
Derece itibariyle şirkten aşağı bulunan büyük günahlar, bazan o derecede bir iyiliğin yapılmasıyla silinebilir. Nitekim, Hatıb'ın casusluğu, kendisinin Bedir halkından olmasıyla bağışlanmıştır. Çünkü böyle büyük bir iyiliği kapsamış bulunması, bir maslahattır. Bu, aynı zamanda Allah sevgisini ve rızasını içinde bulunduran ve bununla da sevinip övünen bir haldir. Zira melekler böyle bir fiili işleyeni övmüşlerdir. Dolayısıyla buradaki casusluk sebebiyle doğabilecek olan bir seyyie ve kötülükten daha önemli ve büyük şeyleri kapsamaktadır. Gerçi burada aynı zamanda Allah'ın gazabı da söz konusudur. Ancak bununla birlikte en kuvvetli olan zayıfa tercih edilmiş oldu. Durum böyle olunca ona yapılması gereken şeyi izale etti ve muktezasını geçersiz kıldı.
İşte durumun bu şekilde değerlendirilip ele alınması Allah'ın bir hikmeti gereğidir. Yani iyilik ve güzelliklerden doğan sıhhat ve sağlık, kötülüklerden doğan hastalık sebebiyle Allah'ın bir hikmeti gereği olmaktadır. Kalbin sıhhat ve sağhğıhı veya hastalığım neticelendiren bir gerekçenin sonucu olmaktadır. Zira Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki iyilik (ve güzellik)ler kötülükleri (küçük hata ve günahları) giderir." (Hud, 1114)
Bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Eğer yasak edildiğiniz (günah ve hatalardın büyüklerin)den kaçınırsanız, sizin diğer kusurlarınızı örteriz." (Nisa, 31)
Daha sonra İbn Kayyım (rahimehullah) şöyle devam ediyor:
"Hatıb'ın imanını bir düşün hele. Bu iman, kendisini Bedir'de savaşmaya kadar götürmüştür. Bizzat kendisi Peygamberle birlikte bu uğurda hayatını ortaya koymuştur. Allah'ı ve Rasûlunu kavmine, yakınlarına, akrabasına tercih etmiş, onların hepsini düşmanın ortasında ve ülkesinde bırakıb hicret etmiştir. Hiçbir zaman bu hal, Hatıb'ın azminden bir şey kırmamıştır. İmanına bir zarar vermemiştir. Ailesinin ve yakınlarının, arasında bulundukları düşmana karşı çıkıp onlarla savaşmasına engel olamamıştır.
Ancak casusluk yapmak bir tür hastalıktır. İşte Hatıb'ta da bu hastalık tezahur edince buhran yani kriz başgöstermiş olmaktadır. (Tıb otoriteleri böyle, bir defa başgösterip kriz ve buhran halini alan hastaları böyle değerlendiriyorlar. Zadu'l- Mead, 3/425. Haşiye=dipnot).
Hastalık patlak verince, hasta sanki kendisinde hiçbir rahatsızlık ve yorgunluk yokmuş gibi bir patlama gösterir. Ancak tabib (hekim veya doktor) onun imanının kuvvet derecesini görünce, bu iman derecesi, casusluk hastalığının çok çok üstündedir ve onu kahredebilecek güçtedir. Bu durumda ondan kan almayı veya onu ikiye ayırmayı isteyen kimseye, şöyle diyor:
"Bu hastalık kan aldırmayı gerektirmez. Ne bilirsin ki Allah (c.c), Bedir ehline muttalidir, onları bilmektedir. Çünkü onlar için şöyle buyurmuşlardır: Dilediğinizi işleyin, ben sizi bağışladım."
Bunun tam aksi de Temimli Zulhaveysıra'dır.
(Temimli Zulhuvaysır: îbn Esîr onu, ondan öncekilere ek olarak "es-Sahabe"de zikretmektedir. Bunun tercemesinde, Buharî'nin el-Menakıb kitabında 6/617 (H.3610) ve Muslim'in Zekat bahsinde 2/740 (H.1063) de irade ettiğinin dışında bir şey yazmamıştır. Bu da Ebû Said hadisinden alınmıştır ki, Ebû Said şöyle diyor: "Biz Ra-sûlullah'ın yanında idik, kendisi ganimet paylaştırıyordu.
TemimoğuIIanndan Zul-huvaysıra adındaki bîr adam: "Ey Allah'ın Rasûlu, adil ol" dedi. İşte bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Yazıklar olsun sana, ben adil olmazsam, kim adil olacaktır?" İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî temyizi's-sahâbe, 1/485)
Bu ve Haricilerden benzerlerinin durumlarıdır. Sahabe bunların namaz, oruç ve Kur'an okumaktaki gayret ve üstünlüklerini gördüklerinde, kendi amellerini ve yaptıklarını adeta küçümsemişlerdir. Halbuki bunlar hakkında şu hadis gelmiştir:
"Şayet, onlara erişirsem, Ad kavminin öldürüldüğü gibi onları öldürürdüm."
(Muslim, Zekat, Hadis no: 1064)
Yine şöyle buyurmuşlardır:
"Öldürün onları. Çünkü onların öldürülmesinde, öldürenler için Allah nezdinde ecir vardır”
(Buhari, Menakıb, Nubuvvet alametleri bahsi, 6/618; Muslim, Zekat, 2/746, Hadis no: 1066; Buhari , Hadis no: 3611)
Gerçekten aklı ve düşüncesi olan kimse, bu meseleyi gerçek anlamı ile değerlendirebilir. Çünkü buna fazlasıyla muhtaçtır, bundan faydalanmak durumundadır. Bu sâyede herşeyden yüce ve munezzeh olan Allah'ın yaratması, emri, sevab vermesi ve cezalandırması konularındaki hikmetini ve mârifetinin kapılarını, hem de büyük, kapılarından birini aralamış olabilirsin. Dengeleme hükümlerini ve bu konudaki mertebelerin farklı farklı oluşunu sezebilirsin. Bunları öğrenebilmen, işi, sebeblerine bağlamanla sağlanabilir ki, bunlar her bir nefsin kazandığı şey ile kaim olmaktadır." (İbn Kayyim, Zadu'1-Mead, C. 3, Sf: 424-427'den özetlenerek)
"Gerçi en iyisini Allah bilir. Fakat benim kanaatim de şudur ki, İmam Malik'in ve Ahmed b. Hanbel'in ashabından İbn Akîl'in ve bu ikisi dışındakilerin şu husustaki görüşleri bence de uygun olanıdır. Buna göre, müs-lüman casus, öldürülmelidir. Zira Hâtıb olayındaki gerekçe gözönünde tutulursa, bu gerekçe Hatıb'ın öldürülmesini engellemektedir. Başkası konusunda ise herhangi bir gerekçe kabul edilmemektedir. Hatıb'ın özel bir durumu vardır. Yoksa öldürülmesine, onun müslüman olması bir gerekçe olmamaktadır. Eğer müslüman olması, casusun öldürülmesine bir engel teşkil etseydi, bu takdirde bundan daha özel bir gerekçe (Bedir ehli olma gerekçesi) getirilmezdi. Zira bir hüküm için genel olan bir şey, gevrekçe kabul edilirse, artık özel durumların bunda bir etkenliği olamaz. İşte bu çok daha kuvvetlidir. Yine de en iyisini bilen Allah'dır." (İbn Kayyim, Zadu'1-Mead, C. 3, Sf: 114 ; İbn Ferac el-Malikî, Akdiyetu'r-Rasûl, sf: 25)
Kur'an'ın iniş hitabı bakınız şöyledir:
"Ey îman edenler, benim de düşmanım sîzin de düşmanınız olanları dost edinmeyin (veliler olarak edinmeyin)." (Mumtehine, 1)
Bu ayete göre, Hatıb mu'min ismine sahibdir, bu vasfı taşımaya da haklıdır. Aynı zamanda âyet genel hatlarıyla yasaklamayı ve nehyi içermektedir. Ancak burada Hatıb'ın durumunu gösteren özel bir sebeb vardır. Gerçi ayet, Hatıb'ın yaptığı iş, bir tür muvalat yani onları dost edinmedir ve bu, meveddet (sevgi besleme) ile de daha aşırı gidildiği gösterilmiş olmaktadır. Gerçekten bunu işleyen kimse orta yolu kaybetmiştir, sapıtmıştır. Ancak Peygamber (s.a.v.)'in onun hakkındaki: "Size doğruyu söylüyor, firakın yolunu" ifadeleri, onun kâfir olmadığını bildirmektedir. Kişi Allah ve Rasûlune karşı şubhesiz bir imanla iman etmiş ve fakat bunu dünyevî bir amaçla yapmış ise, kafir olmaz. Şayet kafir olmuş olsaydı, Peygamber (s.a.v.), onun için şöyle buyurmazdı: "Bırakın yolunu." (Şeyh Suleyman b. Sehman, İrşadu't-Talib, s:15)
Eğer casusluk yapan kimse kâfir biri ise, bu kimse öldürülür ve öldürülmesi de gereklidir, vâcibdir. Çünkü Peygamber (s.a.v,) muşriklerden bir casusu öldürtmüştür.
İyas b. Seleme b. Evka rivayet ediyor. Bu zâtın babasından rivayetine göre, babası şöyle demiştir:
"Rasûlullah (s.a.v.) bir seferde bulunuyorken, yanına muşriklerden bir casus geldi. Rasûlullah (s.a.v.)'ın ashabının yanında oturdu, bir şeyler konuştu. Daha sonra ayrılıp gitti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), 'onu arayın ve öldürün' buyurdu.
(Ebu Seleme) onu buldu ve öldürdü", o casusun üzerinde ne varsa, Rasûlullah (s.a.v.) tümünü onu öldürene verdi."
(Buhari, Cihad, 6/168, Hadis no: 3051; Ebû Davud, Cihad, 3/112, Hadis no: 2653)
(Sâid el Kâhtani, İslam'a Göre Dost ve Düşman, C.2, Bölüm 3, Allah Yolunda Cihad Başlığı)
Casusun Hukmu:
Küfür diyarının kâfir casusu; öldürülür. Bu hususta bütün ulemânın ittifakı vardır. Hattâ Nesaî'nin rivayetinde Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ashabına bu adamı arayıp öldürmelerini emir buyurduğu bildirilmektedir.
Casus muâhed (yâni pasaportlu kâfir) veya zimmî (Musluman teb'ası olan kâfir) olursa; İmam Mâlik ile Evzâî'ye göre ahdini bozmuş sayılır. İstenilirse köle yapılır; öldürülmesi de caizdir. Cumhûr-u ulemâ ise muâhedin casusluk sebebi ile ahdi bozulmadığına kail olmuşlardır; meğer ki casusluk yapmaması vakti ile şart koşulmuş olsun!
Casus müslümansa; Düşman hesabına casusluk yaptığı tesbit edilen bir müslümanın öldürülmesi câiz değildir. Böyle bir casusun ölüm cezasının dışında bir ceza ile cezalandırılıb cezalandırılmayacağı hususu ulema arasında ihtilaflıdır.
Rey taraftarlarına göre eğer bu kimse müslümanların sırlarını düşmana bildirmişse şiddetli bir şekilde dövülür ve uzun zaman hapsedilir.
İmam Âzam, Şafiî, Evzâî ve bazı Mâlikîler'le cumhura göre öldürülmez. Hükümet ona munasib göreceği dayak ve hapis gibi cezalar verir ki, buna ta'zîr denir.
İmam Mâlik: «Böylesi hakkında hükümet reisi ictihâd eder.» demiş; fakat bu ictihadı tefsir etmemiştir.
Kaadî Iyâd: «Mâliki'yyenin büyükleri öldürüleceğini söylemişlerdir.» diyor.
Buhâri, 'düşman diyarından emansız ve izinsiz olarak gelen bir harbî, islam memleketine girdiğinde bunun hükmü'nün ne olabileceğine dâir açtığı bir babında rivayet etmiştir.
Fakat Buhâri: "Bu harbi öldürülür mü, öldürülmez mi? Bu konuda nefyen ve isbâten hiç hüküm bildirilmemiştir. Sebebi de meselenin âlimler arasında ihtilaflı olmasındandır.
İmam Mâlik, İslam diyarına izinsiz gelen harbî hakkında tayin edilecek cezâyı devlet reisinin ve hükümetin re'yine bırakmıştır ve bu makule harbînin (ictihadla cezalandırılması gerektiğine inandığını ifade) hükmü, diğer muhariblerin tabi oldukları hüküm gibidir," demiştir.
Evzâî ile Îmam Şâfıî; "Eğer emansız ve izinsiz gelen harbî, elçilikle ve düşman tarafından siyâsi bir vazife ile geldiğini iddia ederse bu iddiası kabul olunur," demişlerdir.
İmam Evzai'ye göre, eğer bu casus müslüman ise, devlet reisi veya onun vekîli bu casusu ibret teşkil edecek şekilde cezalandırır ve onu sürgün eder. Eğer zımmî ise müslümanlarla olan andlaşması bozulmuş olur.
İmam Şafiî'ye göre ise, eğer bu casus müslümanlara hizmet etmiş ve hizmetiyle onların güvenini kazanmış biri olursa ve bu suçu yanlışlıkla yaptığı anlaşılırsa ona ceza verilmez. Eğer bu özellikleri taşımıyorsa ta'zir cezasıyla cezalandırılır.
İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yûsuf ve Ahmed İbn Hanbel; "Harbî'nin bu tür bir iddiası kabul olunmaz. Bu, müslümanlar için fey'dir, kendisi esir ve selebi ganimettendir," demişlerdir.
Ebu Yûsuf, İslâm devletinin tebası olsun veya olmasın gayri muslim casuslara ölüm cezası ve islam dininde olanlara da hapis ve bedenî işkence cezaları verilmesi fikrindedir. Muasırı eş-Şeybâni, casusluğu hırsızlıktan daha hafif görür ve İslam devletinin tebaasının casusluktan dolayı boyunlarının vurulmaması mutalaasında bulunur. Yabancılara gelince onlara karşı hiç merhameti yoktur.
İmam Muhammed, "Harbî ve malları, onu yakalayan gaziye aittir," demiştir.
Eğer emansız ve izinsiz gelen harbî casus olursa mevzumuz olan İbni Ekvâ hadisinden istifâde edilen hükme göre bu casus öldürülür. Bu babda ulemânın icmâı vardır.
Casus harbi olmaz da, muâhid bir devlete mensub, yahut zımmî veya haraca bağlanmış birisi olursa, Mâlik'le Evzâi'ye göre bu casus, ahdini bozmuş sayılır. Devlet isterse onu köle yapar, dilerse katleder, katli câizdir; demişlerdir. Fakat ulemânın cumhuruna göre bu kimsenin ahdi bozulmuş olmaz. Fakat ahidnâmede taraflardan birinin casusluk yapması halinde ahdinin bozulacağı zikredilmişse o zaman ahdi bozulur.
Ceza bahis konusu olunca erkek ile kadın arasında hiç bir fark gözetilmez. Bununla beraber İslam hukukşinasları, ruşde varmamış bir kimsenin hiç bir şekilde ölüm cezasına çarptırılamayacağını söylerler. (M. Hamidullah, İslamda Devlet İdaresi, s. 189 - 190)
HADİS VE SİYERDEN
Zubeyr B. Avvam'ın Fazîleti
Peygamberimizin Emri İle Zubeyr'in Benî Kurayza'yı Tecessüsü ve Harb Câsusu Kullanmanın Cevâzını İfâde Eden Câbir Hadîsi
Ravi : Câbir b. Abdullah
Gelen rivâyete göre, Ahzâb günü (Kureyş ile birlikte bütün Arab kabîlelerinin İslâm aleyhinde harekete geçmesi, Benî Kurayza'nın da nakz-ı ahd etmesi üzerine vaziyet ciddîleşince) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: - Bana Benû Kurayza'nın (vaziyetine dâir) kim haber getirir? diye sordu.
Zubeyr: - Ben (yâ Rasûlallah!) dedi.
Sonra (harb şiddetlenince) Rasûlullah (bir kere daha): - Benû Kurayza'ya dâir bana kim haber getirir? diye sordu. (Yine) Zubeyr: - Ben, diye cevap verdi.
(Bunun üzerine) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: - Her peygamberin ashâbı içinde bir güzîdesi vardır. Benim güzîdem de Zubeyr'dir, buyurmuştur.
Sahih Buhari 1205
Ayrıca Hendek savaşında , Müslümanlarla andlaşmalı olmasına rağmen andlaşmaya uymayarak Kureyş'li Müşriklere destek veren Yahudilerin de etkisiyle müslümanların oldukça zor ve sıkıntılı olduğu bir esnada Yahudilerin içerisinden gelen Nuaym bin Mesud r.a. , Rasulullah s.a.v. ile görüşmesi esnasında " Kavmim benim müslüman olduğumu daha duymadı - bilmiyor , yardımcı olmak istiyorum" demiş Rasulullah da ona elinden geleni yapmasına izin vermiş.
Bunun neticesinde hem Yahudileri vem de Kureyş ordusunun içerisine girerek birbirlerine güvensizliği telkin etmiş ve böylece Yahudiler desteklerini çekmiş , Kureyş ordusu da daha da dayanamayıp geri çekilmek zorunda kalmıştır .
Nuaym b. Mesud'un Bu üstün davranışı esnasında Rasulullah kendisine Kafir olursun vs. gibi tekfir lafızları kullanmamış aksine Hendek savaşının kazanılmasında en etkili isimlerden olmuştır.
Yine sahih hadislerden siyerde de geçen Ka'b Bin Eşref münafığının öldürülme hadisesi de Bu manadadır.
Onu öldürmek isteyen sahabeler, Ka'b B. Eşref'in yanına kendilerindenmiş gibi davranarak yaklaşmışlar, hatta izin alarak Rasulullahın aleyhine sözler de söylemesine rağmen bu işi yapmasına izin verilmiştir.
M. Hamidullah, Peygamber (s.a.v.)'in Savaşları
Hicretle birlikte kurulan İslâm Devletinin kendisini yok etmeye uğraşan müşrik güçlere karşı başarılı bir mücadele vererek kısa zamanda Arab Yarımadasının nerdeyse tamamını hakimiyeti altına almasını sağlayan etkenlerden birisi de hiç şüphesiz haber alma ve karşı casusluk işinin göz ardı edilmeyerek düşmana ait gerekli bilgilerin zamanında elde edilmesidir. Rasulullah (s.a.v.)'ı suikast düzenleyerek ortadan kaldırmak isteyen Mekkelilerin, planlarında başarısız oluşu ve Rasulullah (s.a.v.)in bir zarar görmeden Medineye ulaşması olayında, onun gizlilik içerisinde yürüttüğü haber almanın payı büyüktür.
( M. Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1972 - s, 173-176)
Hicretten sonra Mekke kervanlarına karşı düzenlenen seriyyeler, Mekkeden bu kervanların hareketlerine dair ulaşan bilgiler çerçevesinde yola çıkarılıyorlardı. Yine Bedir Savaşı, kesintisiz sürdürülen istihbarat çalışmalarının sonucunda meydana gelmişti.
Rasulullah, Mekkeden hareket eden büyük bir kervanın Suriyeye doğru yöneldiğini öğrendiği zaman, ordusunun başında Zul-Uşeyreye kadar gitmiş, ancak kervanı yakalayamamıştı. Rasulullah (s.a.v), bu kervanı dönüşte vurmak için iki casustan (Talha b. Ubeydullah ve Said b. Zeyd) Suriyeye kadar kervanı takip ederek, gerekli bilgileri kendisine ulaştırmalarını istemişti. Diğer taraftan, Rasulullah (s.a.v) başka kaynaklardan aldığı bilgilerle kervanın dönüşünü bu iki kişinin Medineye bilgi ulaştırmalarından önce öğrenmişti.
O, bu kervana karşı hareket geçtiği zaman yine iki casusunu kervanın nerede olduğunu araştırmak için göndermiştir. Rasulullah (s.a.v) Bedire varıncaya kadar, istihbarat konusunda gereken titizliği göstermeye devam etmiştir (M. Hamidullah, age, 176. vd) onun giriştiği bütün askerî seferlerde başarıyla yürüttüğü casusluk faaliyetleri, kaynaklarda teferruatlı bir şekilde olayların anlatımı esnasında zikredilmektedir.
O, bazen askerî önemi olan haberlerin sızmasını önlemek için bütün yolları kapatırdı. Aynı şekilde düşmanı yanıltmak ve bölmek için de karşı casusluk faaliyetlerine giriştiği görülmektedir.
Hendek Savaşı esnasında başvurduğu bu yöntem Mekkeli müşriklerin, Yahudiler ve Gatafalılarla olan ittifaklarının bozulması ve böylece savaşı kaybetmeleri neticesini doğurmuştur. Bu iş için görevlendirdiği kimse henüz müslüman olmuş fakat bu durumu kimse tarafından bilinmeyen Eşca kabilesinin başkanı Nuaym b. Mesud'du
(Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 269-270).
YAKIN TARİHTEN


Yakın çağımızın (1981) Firavunlarından olan Enver Sedatın öldürülmesi için arkadaşlarıyla Mısır askeriyesinin içerisine girmeye cemaatinden izin alan Halid el İslamboli ve arkadaşları , kafiri öldürmüş , eylemi yapmış ve sonra idam edilerek şehid edilmişlerdir .
Kimse bu şehidleri tekfir edememiştir.
Enver Sedat, siyonist rejim başbakanı Menahem Begin ve ABD Başkanı Jimy Carter ile Camp Davit anlaşmasının imza töreninde


Enver Sedat ABD Başkanı Ronald Reagan ile
Enver Sedat öldürülmeden önce askeri törene giderken
Şehid Halid el İslambuli'nin Enver Sedat'ı vurduğu an



Muslum de ise; İkrime rivayetinde bu hususta şu ayrıntı vardır:
“Kuşağından bir ip çıkartıp onunla deveyi bağladı. Sonra topluluğa doğru ilerledi. Onlarla birlikte yemek yiyordu. Öğle vaktinde bizde bir cılızlık, zaaflık olduğuna, bazılarımızın da yaya olduğuna, öğle vakti çıkınca ise canlılık ve kuvvetliliğin arttığına bakıyordu.”
Ebu el-Âmi’den Yahya el-Hamânî yolundan istihraç edilmiş Ebu Na’im rivayetinde şu geçmektedir: “Onun bir casus olduğunu anladılar.”
Bu açıktır ki, Rasul (s.a.v.)’in yanında onun casus olduğu sabit olması ile birlikte “onu arayın ve öldürün” demiştir. Bu talebin kesin talep olduğuna dair bir karine olmaktadır. Böylece hükmü öldürmek olmaktadır. Bu hüküm ister anlaşmalı ister eman verilmiş olsun, ister ise anlaşmalı olmayan ve eman verilmiş olmayan olsun her harbî kafir hakkında geneldir. Dolayısıyla her harbî kafirin hükmü, casus olduğunda öldürülmek olmaktadır.
Zımmi kafir casus olduğunda bakılır:
Zımmet akdine dahil olurken casusluk yapmaması şart koşulmuşsa ve casusluk yaparsa öldürülür. Zira şartla amel olunur. Dolayısıyla casus olduğunda şarta göre öldürülür. Fakat ona bu şart koşulmamışsa, halifenin ona ölüm cezası vermesi hakkının olması caiz olur. Dolayısıyla o casus olduğunda öldürülür. Bunun delili Ahmed’in Fur’at b. Hıyan’dan yaptığı şu rivayettir:
“Nebi (s.a.v.), o zımmi olduğu halde öldürülmesini emretti. Zira o, Ebu Sufyan’ın casusu ve müttefiki idi. O bir ara Ensardan bir grubun yanından geçerken “ben müslümanın” dedi. Onlar, “müslüman olduğunu iddia ediyor” dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi:
إِنَّ مِنْكُمْ رِجَالاً نَكِلُهُمْ إِلَى إِيمَانِهِمْ مِنْهُمْ فُرَاتُ بْنُ حَيَّانَ
“Sizden bir takım insanlar vardır ki, biz onları imanlarına terk ediyoruz. Onlardan birisi de Fırât b. Hıyân’dır.”
(Ahmed b. Hanbel, Musned Kûfiyyîn, 18197)
Bu, Rasul (s.a.v.)’in casus zımminin öldürülmesini emrettiği hususunda sarihtir/açıktır. Ancak bu, imam için caizdir. Casusun harbî kafir olması halinde olduğu gibi imama vacib değildir.
Zımmi casusun devlet tarafından öldürülmesinin vacib değil de caiz olduğuna dair delil, Hadisin kesinliğe delâlet eden bir karineyle beraber olmamasıdır. Zira Hadisin metni Rasul (s.a.v.)’in casus olduğunu bilmesi ile birlikte hemen bu Fırât’ın öldürülmesinde aceleci olmadığına delâlet etmektedir. Halbuki harbî kafirde böyle değildi. Zira yukarıda geçen Seleme Hadisinde zikredilen harbî kafirin, casus olduğu kendi katında sabit olması ile birlikte Nebi (s.a.v.), onun hemen öldürülmesini emretmiştir. Müslümanlara; “onu arayın ve öldürün.” Rasul (s.a.v.)’in bildiği halde onu öldürmekte aceleci olmamasına dair delil, Hadisin sözünde açığa çıkmaktadır. Şöyle ki: “O bir zımmiydi ve bir casustu.” Yani o biliniyordu. Rasul (s.a.v.)’in de; “Onlardan birisi Fırât b. Hıyyân’dır.”
Buna ilaveten Rasul (s.a.v.), harbî kafir hakkında ise, “onu arayın ve öldürün” dedi. Fırât b. Hıyyân hakkında ise, onun öldürülmesini emretmiştir, fakat onu aramalarını müslümanlardan talep etmemiştir. O ikisi arasındaki bu farktan; harbinin öldürülmesi talebinin kesin olduğu, zımminin öldürülmesi talebinin kesin talep olmadığı açığa çıkmaktadır. Bu da zımmi casusu öldürmenin ve öldürmemenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Müslümanlar ve zımmiler aleyhine düşman için casusluk yapan müslüman casusa gelince, o öldürülmez. Çünkü Rasul (s.a.v.), bir zımminin öldürülmesini emretti. Onun müslüman olduğu kendisine sabit olunca ondan elini çekti. Zira Fırât b. Hıyân’ın, zımmi ve casus iken öldürülmesini emretti. Ne zaman ki; “Ya Rasulullah, o müslüman olduğunu iddia ediyor” dediklerinde şöyle dedi:
إِنَّ مِنْكُمْ رِجَالاً نَكِلُهُمْ إِلَى إِيمَانِهِمْ مِنْهُمْ فُرَاتُ بْنُ حَيَّانَ
“Sizden bir takım insanlar vardır ki, biz onları imanlarına terk ediyoruz. Onlardan birisi de Fırât b. Hıyân’dır.”
(Ahmed b. Hanbel, Müs. Kûfiyyîn, 18197)
Böylece onu öldürmekten elini çekmesinin illeti onun müslüman olması olmaktadır.
- Buhari, Ali b. Ebu Talib (r.anh)’dan şöyle dediğini rivayet etti:
“Rasulullah (s.a.v.); beni, Zubeyr’i ve Mikdâd b. el-Esved’i bir yere gönderirken şöyle dedi:
انْطَلِقُوا حَتَّى تَأْتُوا رَوْضَةَ خَاخٍ فَإِنَّ بِهَا ظَعِينَةً وَمَعَهَا كِتَابٌ فَخُذُوهُ مِنْهَا
“Acele yola çıkın, Hâc otlağına varasıya kadar gidin. Zira orada mahfe içinde bir kadın vardır. Onun yanında bir yazı vardır. O yazıyı ondan alın.”
(Buhari, K. Cihâd ve’s Seyr, 2785)
Bunun üzerine biz atlarımızı hemen o otlağa varasıya kadar koşuşturduk. O mahfedeki kadının yanına vardık. Ona; “Yazıyı bize ver,” dedik. O, “Bende bir yazı yoktur,” dedi.
Biz ona; “Ya o yazıyı çıkartıp bize verirsin, ya da elbisen çıkar,” dedik. Bunun üzerine o saç topuzu içinden o yazıyı çıkarıp bize verdi. Biz de onu Rasul (s.a.v.)’e getirdik. Onda şu yazılı idi: “Hâtib İbn Ebu Bilte’a’dan Kureyş halkının insanlarına.” O, onlara Rasulullah (s.a.v.)’ın bazı işlerini haber vermektedir. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.); “Bu nedir, ya Hâtıb” dedi.
Dedi ki; “Ya Rasulullah (s.a.v.), benim hakkımda acele etme! Benim Kureyş’te bağlantılarım vardı. Ben ondan değildim. Seninle beraber olan muhacirlerden bir kısmının Mekke’de yakınları/ akrabaları vardı. Onlarla ev halkını ve mallarını koruyorlardı. Bunun üzerine ben de kendisi ile akrabalarımın kendisi korumaları için onlar yanında bir güç edinmek için onlar içindeki o bağlantılar aklıma geldi ve onu kullanmak istedim. Bunun küfür olarak, dinden dönme olarak, İslâm’dan sonra küfürden razı olarak yapmadım.”
Bunu üzerine Rasulullah (s.a.v.) dedi ki:
إِنَّهُ قَدْ شَهِدَ بَدْرًا وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّ اللَّهَ أَنْ يَكُونَ قَدِ اطَّلَعَ عَلَى أَهْلِ بَدْرٍ فقَالَ اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ فَقَدْ غَفَرْتُ لَكُمْ
“O Bedir’e katılmıştır. Nereden bileceksin? Belki Allah Bedir ehline şöyle dediğini duyurmuştur: İstediğinizi yapın. Ben sizi affettim.”
(Buhari, K. Cihâd ve’s Seyr, 2785)
Bu Hadiste, Hâtıb’ın müslümanlara karşı casusluk yaptığı ve Rasul (s.a.v.)’in onu öldürmediği sabit olmuştur. Dolayısıyla bu, müslüman casusun öldürülmediğine delâlet eder.
Şöyle denilmez:
“Bu Bedir ehline hastır. Çünkü Hadis, onun Bedir ehlinden olması ile illetlendirilmiştir.”
Böyle denilmez. Çünkü her ne kadar nass illetlendirmeyi ifade eden ibare ile geçmiş olsa da, ondan illetlik anlaşılan bir yönde geçse de; Ahmed’in Fırât b. Hıyân hakkındaki Hadisi, onun zımmi iken sonra müslüman olduğu için ondan ölüm cezasını kaldırmıştır. Dolayısıyla yukarıdaki Hadisteki illetliği nefyedip vakıa vasfı yapmaktadır. Çünkü Fırât b. Hıyân Bedir ehlinden değildir.
Şöyle denilmez: “Fırât b. Hıyân ile ilgili o Hadisin Ebu Davud isnadında, Ebu Hammâm el-Dellâl Muhammed b. Muhabbeb vardır. Sufyan el-Sevrî’den rivayet ettiği o Hadis delil getirilmez.”
Böyle denilmez. Çünkü bu Hadisi; Ahmed, Sufyân Beşir b. el-Sırrî el-Basrî’den rivayet etmiştir. Bu kişi ise, Buhari ve Müslim’in Hadisi ile delil getirmekte ittifak ettikleri kişilerdendir. Dolayısıyla Hadis, sabittir, kendisi ile delil getirilir. Böylece bu Hadis, müslüman casusun öldürülmediğine dair delildir. Ancak hapis cezası ile ve Halife ya da Kadının uygun gördüğü başka bir ceza ile cezalandırılır.
Bu açıklama, harbî kafir düşman için müslümanlar ve zımmiler aleyhine yapılan casusluk idi. Müslümanlar aleyhinde, düşman için yani harbî kafir için değil de sadece casusluk için ya da müslümanlar için ya da devlet için yapılan casusluğa gelince; bu haram olmakla birlikte Şeriat bu günah/suç için belirli bir ceza düzenlememiştir. Dolayısıyla onun cezası ta’zir cezası olmaktadır.
(en Nebhani : İslam Şahsiyeti Cilt 2)
HADİS VE SİYERDEN
Zubeyr B. Avvam'ın Fazîleti
Peygamberimizin Emri ile Zubeyr'in Benî Kurayza'yı Tecessüsü ve Harb Câsusu Kullanmanın Cevâzını İfâde Eden Câbir Hadîsi
Ravi : Câbir b. Abdullah
Gelen rivâyete göre, Ahzâb günü (Kureyş ile birlikte bütün Arab kabîlelerinin İslâm aleyhinde harekete geçmesi, Benî Kurayza'nın da nakz-ı ahd etmesi üzerine vaziyet ciddîleşince) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: - Bana Benû Kurayza'nın (vaziyetine dâir) kim haber getirir? diye sordu.
Zubeyr: - Ben (yâ Rasûlallah!) dedi.
Sonra (harb şiddetlenince) Rasûlullah (bir kere daha): - Benû Kurayza'ya dâir bana kim haber getirir? diye sordu. (Yine) Zubeyr: - Ben, diye cevap verdi.
(Bunun üzerine) Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: - Her peygamberin ashâbı içinde bir güzîdesi vardır. Benim güzîdem de Zubeyr'dir, buyurmuştur.
Sahih Buhari 1205
Ayrıca Hendek savaşında , Müslümanlarla andlaşmalı olmasına rağmen andlaşmaya uymayarak Kureyş'li Müşriklere destek veren Yahudilerin de etkisiyle müslümanların oldukça zor ve sıkıntılı olduğu bir esnada Yahudilerin içerisinden gelen Nuaym bin Mesud r.a. , Rasulullah s.a.v. ile görüşmesi esnasında " Kavmim benim müslüman olduğumu daha duymadı - bilmiyor , yardımcı olmak istiyorum" demiş Rasulullah da ona elinden geleni yapmasına izin vermiş.
Bunun neticesinde hem Yahudileri vem de Kureyş ordusunun içerisine girerek birbirlerine güvensizliği telkin etmiş ve böylece Yahudiler desteklerini çekmiş , Kureyş ordusu da daha da dayanamayıp geri çekilmek zorunda kalmıştır .
Nuaym b. Mesud'un Bu üstün davranışı esnasında Rasulullah kendisine Kafir olursun vs. gibi tekfir lafızları kullanmamış aksine Hendek savaşının kazanılmasında en etkili isimlerden olmuştır.
Yine sahih hadislerden siyerde de geçen Ka'b Bin Eşref münafığının öldürülme hadisesi de Bu manadadır.
Onu öldürmek isteyen sahabeler, Ka'b B. Eşref'in yanına kendilerindenmiş gibi davranarak yaklaşmışlar, hatta izin alarak Rasulullahın aleyhine sözler de söylemesine rağmen bu işi yapmasına izin verilmiştir.
M. Hamidullah, Peygamber'in Savaşları
Hicretle birlikte kurulan İslâm Devletinin kendisini yok etmeye uğraşan müşrik güçlere karşı başarılı bir mücadele vererek kısa zamanda Arab Yarımadasının nerdeyse tamamını hakimiyeti altına almasını sağlayan etkenlerden birisi de hiç şüphesiz haber alma ve karşı casusluk işinin göz ardı edilmeyerek düşmana ait gerekli bilgilerin zamanında elde edilmesidir. Rasulullah (s.a.s)ı suikast düzenleyerek ortadan kaldırmak isteyen Mekkelilerin, planlarında başarısız oluşu ve Rasulullah (s.a.s)in bir zarar görmeden Medineye ulaşması olayında, onun gizlilik içerisinde yürüttüğü haber almanın payı büyüktür.
(M. Hamidullah, Peygamber (s.a.v.)'in Savaşları, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1972 - Sf: 173-176)
Hicretten sonra Mekke kervanlarına karşı düzenlenen seriyyeler, Mekkeden bu kervanların hareketlerine dair ulaşan bilgiler çerçevesinde yola çıkarılıyorlardı. Yine Bedir Savaşı, kesintisiz sürdürülen istihbarat çalışmalarının sonucunda meydana gelmişti.
Rasulullah, Mekkeden hareket eden büyük bir kervanın Suriyeye doğru yöneldiğini öğrendiği zaman, ordusunun başında Zul-Uşeyreye kadar gitmiş, ancak kervanı yakalayamamıştı. Rasulullah (s.a.v), bu kervanı dönüşte vurmak için iki casustan (Talha b. Ubeydullah ve Said b. Zeyd) Suriyeye kadar kervanı takip ederek, gerekli bilgileri kendisine ulaştırmalarını istemişti. Diğer taraftan, Rasulullah (s.a.v) başka kaynaklardan aldığı bilgilerle kervanın dönüşünü bu iki kişinin Medineye bilgi ulaştırmalarından önce öğrenmişti.
O, bu kervana karşı hareket geçtiği zaman yine iki casusunu kervanın nerede olduğunu araştırmak için göndermiştir. Rasulullah (s.a.v) Bedire varıncaya kadar, istihbarat konusunda gereken titizliği göstermeye devam etmiştir (M. Hamidullah, age, 176. vd) onun giriştiği bütün askerî seferlerde başarıyla yürüttüğü casusluk faaliyetleri, kaynaklarda teferruatlı bir şekilde olayların anlatımı esnasında zikredilmektedir.
O, bazen askerî önemi olan haberlerin sızmasını önlemek için bütün yolları kapatırdı. Aynı şekilde düşmanı yanıltmak ve bölmek için de karşı casusluk faaliyetlerine giriştiği görülmektedir.
Hendek Savaşı esnasında başvurduğu bu yöntem Mekkeli müşriklerin, Yahudiler ve Gatafalılarla olan ittifaklarının bozulması ve böylece savaşı kaybetmeleri neticesini doğurmuştur. Bu iş için görevlendirdiği kimse henüz müslüman olmuş fakat bu durumu kimse tarafından bilinmeyen Eşca kabilesinin başkanı Nuaym b. Mesud'du
(Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 269-270)