İmam Şafii'ye Göre : KIYAS
Kıyâsın Kaidelerini Îlk Tesbit Eden Şafiî'dir:
Kaidelerini tesbit, esaslarını beyan ederek kıyas hakkında ilk konuşan imam Şafiî olmuştur. Gerek ondan önce ve gerekse onun çağında fukahâ re'y hakkında konuşurlar, ondan bahsederlerdi. Fakat onun hududunu beyana yönelmemişler, i'timad olunan ciheti açıklamamışlardı. Yâni doğru re'y ile doğru olmayan re'y arasına bir hudud koymamışlardı. Her ne kadar bundan bahsetmişlerse de hududu çizmemişlerdi; kaideleri kurmamışlardı; usûlü vaz' etmemişlerdi.
Şafiî'nin çağı gelince, o, doğruluğuna inandığı re'yin kaidelerini kurdu, sahîh olmayan- istinbat nev'ini bildirdi. Kıyasın hududunu çizdi, onu birtakım mertebelere ayırdı. Nassdan alman fıkha nisbetle kıyasa dayanan fıkıh hükümlerinin kuvvetçe derecelerini belli etti. Sonra kıyas yapan fakîhde bulunması gereken şartları heyan etti. Sonra kıyastan mâadasını bozuk gördüğü re'y ile istinbat nevi'lerinden kıyası ayırdı. Bu suretle İmam Şafiî, ilmin bu babının hakikatim beyan etme şerefini herkesten önce kazanmış oldu. Kendisinden sonra gelenlere bu yolu o açtı, onlar hazır yola koyuldular.
Şafiî'nin Kıyası Ta'rîfî :
Şafiî had veya resim (Had: Bir şeyin mahiyetini belirterek tarif; resim ise, cins ve husûsiye- tariftir.) suretiyle ta'rif etme yolunu tutmadı. Fakat verdiği misâllerden, yaptığı taksimlerden, konuştuğu şartlardan görülüyor ki o, doğrudan usûl ulemâsı ıstılahında malûm olan kıyasın hakikatini kasdetmiştir.
Öyle anlaşılıyor ki, onun zamanında ilimlerde mantıkî uslub ve şekiller henüz yerleşmiş ve hâkim olmuş değildi. Onun için mantıkî bir tarzda kıyası had ve resim suretiyle beyan etme yolunu tutmamıştır, ilimleri bablara ayırma, gerçekleri belirtme hususunda bu yola daha sonra girilmiştir.
Ulemâ kıyası şöyle tarif ederler:
Aralarındaki müşterek illet sebe-bıyle nassla sabit bir şeyin hükmünü, hakkında nass bulunmayan bir şeye de vermektir,
Şafiî'nin getirmiş olduğu misâller —ki onlar cidden çoktur— ve yapmış olduğu taksimler, kıyasın bu tarifine taraâmiyle uymaktadır. Onun için Şafiî'nin kabul ettiği kıyas, usûliyyûnun tarif ettiği kıyasın aynıdır.
Kıyasın Huccet Olduğunu Îsbat İçin Şafii'nin Getîrdiği Deliller, Kıyas Zarurîdir, Kıyas Zahire Göre Îlîmdir :
Şimdi Şafiî'nin kıyas hakkında dediklerini hulâsa olarak söyleyelim:
Şafiî, kıyasa dâir sözlerine giriş olarak iki mukaddime ile başlamaktadır.
Birinci Mukaddime: Vuku' bulan, yeni meydana gelen her hâdisenin Mâm Dîni'nde bir hükmü vardır. Çünkü şeriat umûmîdir, bütün hâdiseler hakkında hayır veya şer, yasak veya mubah olmak üzere bir hüküm verir. Her şeye bir hüküm terettüp eder, Şâri' o hükmü yerinde bulur veya o hükmün yerine başka bir hüküm verir. Her kaziyye ve her hâdise hakkında Şâri' tarafından veriimiş bir hüküm olduğuna göre, bu hükümler ya nassia, ya işaret suretiyle veyahut delâlet yoluyla beyan edilmiş olmalıdır ki, bu hükümleri bilmek isteyen kimse bunlar vasıtasiyle öğrenip bulabilsin. Hükümleri nassların delâletinden çıkarıp bilmek ise içti had yoluyla, benzeri mes'eleleri birbirine ilhak etmek suretiyle olur.. Birbirine benzeyen mes'elelere, misli misline bakarak hüküm vermek, hiç şüphe yok ki, kıyasa götürür.
Şafiî bunları şu sözleriyle anlatmaktadır:
"Müslümanlara indirilen nasslarda tutulması gereken hüküm vardır, hak yolunu gösteren delâletler mevcuttur. Nassda aynen bulunan hükümlere tabi' olmak lâzımdır. Aynen bir hüküm yoksa o Kaman ictihad suretiyle hakkı bulmak için nassların delâletlerine başvurulur. Bu ictihad ve kıyas demektir!
Şafiî'nin tutumuna göre Şâri'nin beyanları iki kısımdır:
1- Nassla bildirilen hükümler:
Bu nassların maksadı ve gayesi bilindikten, beyan tarzlariyle âmmı ve hâssı anlaşıldıktan sonra bu hükümlere tabi' olmak vâcibdir,
2- Delâlet yoluyla olan beyanlar ki, Allâhu Teâlâ bunları fikirleri, ; akıllara yol göstermek için birer alâmet olarak dikmiştir. Muctehid, Allâhu Teâlâ'nm kendisine verdiği akıl ile bu hükümleri anlamağa çalışır, çabalar. Şafiî'ye göre ictihad, nass bulunmayan ve icmâ vâki' olmayan hususlardadır ve bu kıyas yoluyla olur. Hattâ o: îctihad kıyasdır, demeği kendisine caiz görmüştür.
İkinci Mukaddime: "Şer'in ahkâmını bilmediği kısımdır. Biri ihata ilmidir, zahire ve bâtına şâmildir. Onu bilen, aşikâre ve gizlide hak olan o olduğunu bilir. Bu yakînen bilinen bir şeydir ki, kimsenin bunda şüpheye düşmesi caiz olamaz. Diğeri ise yalnız zahire göre olan bilgidir. Onun gerçeğini bilmek Allah'a mahsustur, onun ilmi kuldan gizli kalmıştır, hiç kimse onu hakkiyle bilemez. Bu ilim, tercih ve zan yoluyla olur, cezm ve kati hüküm yoluyla olamaz, ne önünden, ne ardından bâtıl ona yol bulamayacak şekilde bir bilgi değildir. Hükümleri birinci kısımdaki gîbi kesin olarak bilmek iki yol ile olur: Kitâb'ın nassiyle veya mutevâtîr Sünnetin nassiyle, yâni Şafiî'nin dediği gibi umûmun umûmdan rivayet ettiği nakille olur. Bu iki yoi ile helâl olan bir şeyin helâl olduğu, haram edilen geyin de haram olduğu bilinir, bunları kimse biknemezlik edemez ve şüpheye düşemez." (Şafiî, Er-Rlsâle, s. 482)
Haber-i vâhidle yâni Şafiî'nin tabiriyle haber-i hâssa ile, icmâ' ve kıyasla hâsıl olan ilim zahirî ilimdir. Bu üç delil ile olan bilgi zahire göredir. Bunlarla hâsıl olan bilginin sahibi, ilminin gerçekte ve nefsu'1-emirde Öyle olduğuna iddia edemez. Hakikatim Allâhu Teâlâ bilir. EUndeJd imkânlarla ulaştığı bilgi budur esasına göre onunla arnel olunur. Elinde olmayan, gücünün yetmediği şeylerin altına girerek onları yüklenmekle mükellef değildir.
Birçok kaziyyeler, bu nevi' ilim üzere yürür. Hâkim, şahidlerin şahidliğine dayanarak bir maznunun katline hüküm verir. Onların doğruluğunu gösterir emarelere i'tibar eder, halbuki şahidlerin yalancı olmaları, yanılmaları ihtimali de vardır. Fakat hâkim zahir olanla hükmeder, gizli olanı Allah'a bırakır. Muctehidler, delillerden hüküm alırken esbabın götürdüğü ve buldukları şeyle amel ederler.
Bulamadıkları, gözlerinden kaçan şeyden dolayı günah yoktur. Mükellef olanlar, bilgileriyle vâsıl oldukları, zahirde buldukları şeyleri îfâ etmekle teklif olunurlar. Bir kimse, kendisine helâl olduğunu sanarak bir kadınla evlense, onunla birleştikten sonra süt kız kardeşi olduğu anlaşılsa, Allah ile arasında günah işlemiş sayılmaz. Çünkü dudu bilmeyerek yaptı, araştırması onu gerçeğe götürmedi. Gizîi olan hakikat meydana çıkınca nikâh bozuldu. Zahire göre bir hüküm vardı, frâtma göre de hüküm vardır. Zahire göre yapılan nikâhla neseb sabittir, iddet ve mehr lâzınıgelir. Gerçekte ise nikâh bâtıl olduğundan; bilinmeksizin uzun zaman geçse de, mîras hakkı sabit olmaz.
Şafiî, zahiren bilinenle, işin hakikati, içyüzü arasındaki ihtilâflara dâir birçok misâller getirmektedir. Biz onlardan birini zikredelim, diğerleri ondan belli olur:
Bir kimse gelerek Müslüman olduğunu aşikâre söylese, Müslüman olmadığını açığa vuracak bir işaret ve alâmet görülmekçe, biz zahire göre hüküm veririz, ona Müslüman muamelesi yaparız. Müslüman olarak gördüğümüz için Müslümanlarla evlenmesine müsâade ederiz, arada mîras cereyan eder. Bâtınen belki de Müslüman olmamış olabilir, fakat biz bilmeyebiliriz. Eğer biri onun Müslüman olmadığını bilir, böyle alâmetler de belirirse, içinde gizlediklerini açığa vuran sözler uyulursa, o zaman bunu bilen kimse ona Müslüman muamelesi yapmaz. Onu Müslümanla evlendirmez, mirasçı yapmaz. Böylece iki şahsa nisbet bir kimse hakkında ayrı ayrı iki hüküm bulunmuş oluyor. Her ikisi de bildiklerine göre amel ediyorlar, bilgilerinin îcâbına uyuyorlar.
Kıyasın Muhtelif Neticelere Götürmesi, İ'timat Edilmesine Mâni Değildir :
Görülüyor ki, kıyâs zahiren bir bilgi veriyor, îşin içyüzüne nufuz edemiyor, bâtını keşfeyleyemiyor. Çünkü kıyas, zahirî ilim veren üç ilim yolundan biridir. Hem zahiri, hem, bâtını ihata eden bir ilim vermez. Her muctehid, kendisinin ulaştığı ilimden bulduğunu aur. Kıyas ancak zahirî ilme götürüp ihata ilmi vermediğinden muctehidler bir mesele hakkında ihtilâfa düşerler. Kıyas bir muctehidi bir neticeye, diğer bir muctehidi de başka bir netîceye götürebilir. Nasıl ki, iki hâkimden biri, bir şahidin şahidliğini kabul eder, çünkü onun hâlinde salâh cihetini üstün görür, her ne kadar bâzı işlerinde kusur bulsa da buna bakmaz, çünkü hiç günah iglememiş bir kimse bulunmaz. (Şafii, Er-Risâle, S. 482.)
Birinci hâkimin şahidliğini kabul ettiği kimsenin şahitliğini diğer hâkim ise, aynı mes'elede, reddedebilir. Çünkü onun hâlinde birinci hâkimin görmediği birtakım şeylere muttali' olmuştur. İşte muctehidlerin durumu da böyledir. Bir mes'elenin hükmünde, beyan ettiğimiz gibi, onlar da ihtilâfa düşebilirler. Her biri, üzerine düşeni ve lâzım geleni yapar, vâsıl olduğu neticeyi alır. Kıyas, böyle bir neticeye götürmekle beraber caiz bir şeydir, hattâ istenen bir iştir.
Amr b. Âs'dan rivayet olunuyor ki, Hz. Peygamber'i şöyle derken işitmiştir:
"Bir hâkim hükmünü verirken ictihad eder ve isabet de ederse ona iki ecir vardır. Hükmederken içtihadında hatâ. ederse ona da bîr ecir vardır." (Şâfii, Er-Risâle, s. 493)
Bu Hadîs-i Şerîf gösteriyor ki, Şafiî'nin nazarında ictihad demek olan kıyas, her ne kadar zahirî itme götürse ve düşünceler muhtelif olsa da, yine istenilen ve arzu olunan bir şeydir.
Şafiî, bu Hadîs-i Şerîften kendisince kıyas demek olan iutihada teşvik mânâsı çıkarmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz, bu Hadîsle isabet eden muctehide iki sevap, hatâ eden muctehide bir sevap verildiğini bildirmiştir. Müsaade edilmeyen bir şeye ise sevap yoktur. Vebali kaldırılan hatâya dahi sevap yoktur". (Şâfii, Er-Risâle, s. 496 - 497) Fakat, madem, ictihaddaki hatâ burada yalnız affedilmekle kalmıyor, üstelik sevap da veriliyor. Bu Hadîs gereğince hatâ etmek ihtimâli bulunmakla beraber ictihad istenen bir şeydir. Bu Hadîs-i Şerîf bize diğer bir şeyi de gösteriyor ki, muctehid ancak zahire göre ictihad etmekle mükelleftir.
Kıyas Nassla Sabit Bir Hüküm Üzerine Kurularak Yapılır:
Kıyas ancak nassla sabit bir hüküm üzerine kurulur. Çünkü ger'î hüküm Kitab ve Sünnetten aranarak bilinir. Kitab ve Sünnetin nassiyle bildirilen bir sebep ve illete göre hüküm verilir.
Hakkında nass bulunmayan şey ise hakkında nass bulunan mes'eleye benzetilerek hüküm alır. Yâni hükmü nassla bildirilen mes'elenin illetini, sebebi caiz olan ve hakkında da nass bulunmayan mes'ele bu müşterek illet dolayısiyle aynı hükmü alır. Bu da nassın mânâsım bilmek, hükmün illetini arayıp bulmak suretiyle yapılır. Eğer nassla sabit olan hükmün illeti, hakkında nass bulunmayan mes'elede de varsa kıyas yoluyla aynı hüküm ona da geçirilir.
Şafiî'nin sözü şöyledir:
"Kitab ve Sünnetin bildirdiği hüküm, sabit bir gerçektir, müctehid onun mânâsını araştırıp isabet etmeğe çalışır." (Şâfii, Er-Risâle, s. 504)
Şafiî kıyası, nass üzerine hamletmek, nassa tabi' olmak gibi i'tibar eder; yoksa kıyas, nassın kayıdlanndan âzâde kalmak değildir. Onun için şöyle demektedir: "ilim erbabı, nassın hayrına tabi olarak hakkında nassla haber verilmiş bir sey bulunmayan bir mes'eleyi o nassa kıyas ederek onun hakkında kıyas yoluyla sözünü söyleyebilir."
Kendilerine kıyas edilecek Kitab ve Sünnetten bir nass yoksa, o zaman, Şafiî re'y yoluyla içtihadı men'etmektedir. Nassdan bir haber bulunmaksızın hüküm vermek ve kıyas yapmak caiz değildir.
Bundan şu anlaşılıyor ki, Şâri'nin içtihadı emretmesi, işin hakîkatma delâlet eden delil ve karinelere bağlıdır. Çünkü ictihad ancak muayyen bir mânâyı aramak için yapılır. Bu arama ve talep kendisine delâlet eden deliller, onu gösteren emarelerle olur. Bu ise nasslann mânâlarını araştırıp benzeyen ve en yakın olan şeyleri ona katmak için yapılır, işte kıyas budur, Şafiî şu sözleriyle bunu kasdetmektedir:
"Hz. Peygamber Efendimiz (Ona salât ve selâm olsun) içtihadı mademki emretmiştir, ictihad ancak bir şeyi aramak için yapılır. Bîr şeyi araştırmak ise ancak delillerle olur, bu da kıyastır. Görmez misin ki, bir adamın kölesini aşırsa, o kölenin emsalinin pazarda kaça olduğunu bilen bir kimseye ona fiyat takdir etmesi söylenir, bu kölenin kıymetini takdir et, denir. O da, onun benzeriyle mukayese ederek ona fiat biçer. Bir malın fiyatı da ancak tecrübesi olan, bu işten anlayan birine takdir ettirilir. Kölelerin fiyatını bilmeyen bir fakîha: Bu köleye fiyat takdir et, denilmez. Bir işçinin ücretini takdir etmesi istenilmez. Çünkü bu kıymetleri emsaline bakmaksızın, onlarla mukayese yapmaksızın takdir ederse haksızlık yapmış olur. Malların kıymetinin takdirinde bu iş böyle olunca, dikkatsizlik ve emsalini itibâre almamak hatâya düşürürse, Allah'ın helâl ve haram kıldığı şeylerde haksızlık yapmaktan son derece sakınmak elbette daha lâzımdır." (Şâfii, Er-Risâle, s. 506 - 507)
Böylece Şafiî, fakîhın re'yle içtihadında tutacağı yolun ancak kıyas yoIu olduğu neticesine varmaktadır. Tâ ki hüküm nassın delaletiyle olmuş olsun. Çünkü o şeriatta ancak nassa i'tiraad etmektedir, ona dayanmaktadır. Hüküm nassm zahiriyle değilse bile hiç olmazsa ondan alman delâlet yoluyla olsun. Bu da nasslardan mânâlar çıkarmak, nassların illetini bilmek, sonra da nassla bildirilen hükmün illetini taşıyan mes'eleye, müşterek iliet dolayısiyle, aynı hükmü vermekle olur. Fıkıhta gözönünde tutulacak şey Kur'ân'ın nassıdır veya Peygamber'in Hadîsleridir, veyahut da kıyas yoluyla bunlara hamletmektir. Uyulması gereken bir nass veya bunlara göre yapılmış bir kıyas yokken hüküm vermek günaha daha yakındır.
Kıyasın Nevîlerî, Mertebeleri:
Kelimeleriyle hükme delâlet eden bir nass bulunmadığı zaman, kıyas mutlaka lâzımdır. Bu da nassların mânâlarını, gayelerini araştırmak, illetlerini, sebeplerini bilmekle, sonra da benzerlere birbirinin hükmünü vermekle olur.
Şafiî'nin Er-Risâle'deki sözünden ve diğer yerlerde dediklerinden çıkan şudur ki, o, kıyas, illetin açık veya kapalı olması, hakkında nass bulunmayan şeyde illetin ne miktarda bulunuşu bakımından üç kısma ayırmaktadır:
1- Feri' hükme asıldan daha evlâdır. "Anaya, babaya öf bile demeyin." âyetinden anayı, babayı dövmenin şiddetle yasak olduğunu anlarız. Öf demek yasak olunca, dövmenin yasak olması evleviyetle sabittir.
2- Feri' asla müsavidir; ikisi de aynı derecededir, aralarında birbirinden fazlalık ve eksiklik yoktur. Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer cariyeler fuhuş işlerlerse, onlara hur kadınlara olan azabın yarısı vardır."
Cariyeler hakkındaki bu hükme bakarak, köleler de had vurulmağı îcâbeden bir günah irtikâb ederlerse onlara da yarı ceza verilir.
3- Hükmün illeti bakımından feri', asıldan daha zayıftır.
Bu üç kısım hakkında Şafiî'nin dediklerini açıklayarak her kısımdan ayrı ayrı söz edelim:
Şafiî kıyası böyle mertebelere ayırıyor ve birinci kısmın kıyasın en kuvvetlisi olduğunu söyleyerek diyor ki:
"Kayasın en kuvvetlisi şudur: Allâhu Teâlâ Kitabında veya Hz. Pegyamber Sünnette bir şeyin en az olanını da haram eder. Azı haram olan şeyin çoğu da haram olacağı pek tabiî bulunduğundan azı yasak edilen o şeyin çoğunun daha çok haram olduğu bilinir. Yine böylece, tâatın azı öğülür, ona mükâfat verilirse, çoğu bu övgüye daha çok lâyık olur. Bir şeyin çoğu mubah olursa, azanın mubah olması daha evlâdır."
Şafiî bu üç nev'e üç misâl getiriyor:
a) Hz. Peygamber Efendimiz (Ona salât ve selâm oisun) şöyle buyurmuştur:
"Allâhu Teâlâ mu'minin canına, malına dokunmayı haram kıldı. Ona iyi zandan başkasını beslemek de haramdır."
Mu'mine iyi zandan başka bir şey beslemek yâni kötü zan haram, olunca, haksız yere sarih bir surette ona kötü söz söylemek evleviyetle haramdır. Hattâ bunun haram olması daha şiddetlidir.
b) Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: "Kim ki, zerre miktarı hayır işlerse mükâfatım görür, kim de zerre mikdarı kötülük yaparsa cezasını görür."
Zerre mikdarı olan hayır öğülür ve mükâfat verilirse, daha büyüğü övgüye daha lâyıktır. Zerre mikdarı kötülükte günah olup azap verilecekse daha büyüğü daha çok günahtır.
c) Allâhu Teâlâ, herhangi bir muahede ile bağlanmamış olan ve bize savaş açanların kazılarını ve mallarını helâl kıldı. Öldürmeden yaralamalar ve mallarından bir kısmı elbette evleviyetle mubahtır.
Gerçi Şafiî, ikinci kısmı Er-Risâle'de açıkça zikretmiyor, ancak bâzı sözlerinde buna işaret ediyor. Bu kısmı Fahruddini'r-Râzî ondan naklen söylüyor ve köle, haddi mûcib bir cinayet işlerse cariyeye kıyas ve nisbet ederek ona da yarı ceza verileceği misâlini getiriyor.
Şafiî'nin Er-Risâle'de bu kısma işareti, bâzı ulemânın bunu kıyastan saymadıklarını söylediği sırada şöyle der:
"Helâl edilen mânâsında olan, o illeti taşıyan helâl kılındı, haram mânâsında olan da haram kılındı."
Bu tâbir, şüphesiz ki, ikinci kısma işaret yoluyla zikrolunmuştur, yâni hükmün illetinde feri' asla musavidir. Bunda feri' ile aslın birbirine eşitliği o kadar açık ki, nass kadar açık olup, hattâ bâzı ulemâ bunu kıyastan bile saymıyor, şüphesiz ki bu, birinci kısımdan başka bir kısmıdır. Çünkü birinci kısımda mânâ yâni illet feri'de, asıldan daha kuvvetlidir.
Üçüncü kısım; bunda feri', asıldan daha zayıftır. Bunu Fahreddin Razî, Şafiî'den nakil ile diyor ki:
"Şafiî bunu iki nev'e ayırır. Birisi kıyas-ı mânâ illet kıyasıdır. Yâni uygun olarak hükmün illeti bulunup çıkarılır, sonra asıl illeti taşıyan feri'de de bu hükmün bulunduğu gösterilir, ikincisinde hükme sebep olan illet meydana çıkarılmaz, fakat iki muhtelif suret arasında hükümde bir, benzer oluş şekli bulunur. Bu ikisi arası olan seldin diğer iki suretten birine benzeyişi daha fazladır. îşte bu Çok benzeyiş onun bu surete katılmasını îcâbeder. işte kıyas-ı şebeh yâni benzeyiş kıyası da budur." (Fahreddin Râzî, Menâkib-ı Şâfii 99)
Er-Risâle'ye baktık. Gördük ki, Şafiî kıyası iki bahsin başında bu iki veçhi şöyle zikrediyor:
"Kıyas iki türlüdür. Birincide bir şey yâni feri' aslın illetini hâvidir, bu kıyasta ihtilâf yoktur. Diğerinde ise bir şey aslın benzeri olur, en çok benzeyen feri' asla ilhak olunur. Kıyasçılar bunda ihtilâf etmişlerdir." (Şafiî, Er-Risâle, s. 479.)
Şafiî birinciyi zikrederken, bunda kıyasçıların ihtilâ­fa düşmediklerini de söylüyor ki, bu sözün zahirine üç kısım bunda dâhildir; yâni: Evleviyyet yoluyla olan kuvvetli kıyas, feri' ile aslın musavi olduğu kıyas, fer'in asıldan zayıf olduğu kıyas. Bunlardan ilk ikisinin bu nev'e girdiği açıktır, aşikârdır. Çünkü bu ikisinde kıyasçüann ihtilâfa düşecekleri bir cihet yoktur. Muctehidlerin bunlara dâir sözleri birbiriyle çatışacak durumda değildir.
B undan ötürü bizce, Fahreddin Râzî'nin sözü, Şafiî'nin Er-Risâle'deki sözleriyle işaret ettiği taksime tamı tamına uygun düşmemektedir. Çünkü Şafiî'nin sözü şunu da içine alır ki, fer'in asıldan daha zayıf olduğu üçüncü kısmın birkaç benzeri olur ve onlardan en yakın olana ilhak olunur. Ma'kûl olan budur. Çünkü aslın hükmünün illetinden fer'in daha zayıf olması, fer'in asla ilhakiyle çarpışan birkaç suret bulunduğu zaman olur. Zîrâ böyle birkaç suretin bulunması asılla feri' arasındaki illetin zayıf ve mutereddit olmasından ileri gelir. Fakat asılda sabit olan illet taayyün ederse ve feri' ile diğer bir asıl arasında başka bir benzerlik veçhi de bulunmazsa o takdirde bu asla benzerliği kuvvetli olur, illeti meydana çıkarmak bâzan her ne kadar güç olsa da, bu illet artık sabit sayılır.
Şafiî'nin, fer'in asıldan zayıf olmasını yalnız bu kıyasda i'tibar ettiğini gösterir delilimiz vardır.
Bu delil iki şeye dayanmaktadır:
1- Şâfiî, benzerlik kıyasında kıyasçılar arasında ihtilâf cereyan etmediğini söylüyor. Halbuki illet kıyasında, kıyasçılar arasında hiçbir ihtilâf yoktur. Şüphesiz ki bu, her surette birincinin kuvvetli olduğunu, ikincinin de zayıf olduğunu gösterir. Daha önce bunu belirtmiştik.
2- Şafiî diyor ki, bâzı ulemâ, ancak benzerlik ihtimâli bulunana kıyas nâmım veriyor. Çünkü iki muhtelif mânâdan (illetten) benzerlik münâsebetiyle birine kıyas cihetine gidilir. (Şafiî, Er-Risâle, s. 516.)
Diğer iki kısım yâni feri' asıldan daha evlâ veya musavi olanlar, sözü geçen bu ulemâdan bâzısına göre kıyas nâmını almaz. Şafiî, bu sözü sayıyor ve ona bir veçhe buluyor.
Bunun böyle olması şundan ileri gelir: Şafiî'ye göre illete dayanan kıyasta feri', asıldan zayıf olamaz. Yoksa delâlet, nass derecesinde kuvvetli sayılamaz.
İşte bunun için biz, zayıf olan kıyası Şafiî'nin ancak benzerlik kıyasında i'tibar ettiğim mütemayiliz. Bu nevi'de feri', hakkında nass bulunan asıllardan birkaçına benzer ve bunlardan en çok benzeyenin ve en yakın olanının hükmünü alır.
Bu Hususta Şâfîî'nîn Getirdiği Misâller:
Buna dâir Şafiî birçok misâller getiriyor, biz onlardan birkaçını kaydedelim:
a) Hz. Peygamber'in bir köle hakkında verdiği hüküm şöyledir:
Kusurlu olduğu gizlenerek satılmıştır. İşletilip faydalandıktan sonra kusurlu olduğu meydana çıkınca ayıbından dolayı müşteri onu reddetse, aynını tazminden dolayı ondan hâsıl olan gaileyi hapseder, vermeyip tutar. Bu gaile müşterinin elinde hâsıl olmuştur, semenden bu gaileye tekabül eden bir hisse yoktur, öyle olunca damânî karşılığı gaile müşterinin mülküdür. Bu aymn zâtından doğmuş bir ziyâde değildir. Şâfii, satılan malın aynından doğan ziyâdeyi de buna kıyas etmektedir. Buna binaen hurma ağacının meyvesi, davarın sütü ve yavrusu müşterinin olur. Eğer bunlar satıştan sonra ve satış bozulmadan önce müşterinin elinde hâsıl olursa, böyledir. Çünkü bunlar müşterinin damânmda iken hâsıl olmuştur. Damânî karşılığı mülkü olur.
Fukahâdan bâzıları bu hususta Şafiî'ye muhaliftirler. Onlara göre malın zâtında doğan ziyâde, kazanma ve gallelendirme yoluyla hâsıl olan ziyâdeye kıyas edilemez. Hadîs-i Şerîf şöyle buyurur:
"Bir şeyin haracı, faydası; damanı karşılığıdır."
Mebî'in zâtından doğan, meydana gelen ziyâde ise haraç değildir.
Şâfii bu sözü şöyle diyerek reddediyor:
"Eğer aymn zâtından doğan ona ilhak edilse, köleye hibe edilen şeyin bâyi'in mülkü olması îcâbederdi, çünkü bu haraç değildir. Fakat onlar, bir şeyin haracı, daman karşılığıdır, kaidesince bunun müşterinin mülkü olduğunu söylüyorlar. (Hanefiyye mezhebi, bu meselede Şafiî mezhebinden ayrılır. Mebî'in ka-k gelir, ona hîbe olunan şey müşterinin mülküdür, ayıp sebebiyle bey'ı feshe mâni değildir. Muttasıl ve munfa'il olan ziyade feshe mânidir. Bayi' noksanı öder)
Hulâsa olarak bu mes'ele iki benzeri arasında kalmaktadır. Birisi şöyledir:
Meydana gelen ziyâde kazanca benzer ve mülkünde iken hâsıl olan müşterinin olur.
îkincisi: Aynın zâmana ilhak edilir. Çünkü Hadîs-i Şerîf: Haraç, daman iledir, diyor. Bu ise haraç değildir. Şafiî birinciyi alıyor, ikinciyi almıyor.
Birinciyi tercih etmesini şöyle açıklıyor:
Mülkiyetin illeti, bunun kendi mülkünde iken hâsıl olmasıdır. Mülkünde hâsıl olan her şeyin mülkiyeti sabit olur ve bu devam eder.
Bu hususta şöyle diyor: "Bunların hepsi musavidir. Çünkü müşterinin mülkünde iken hâsıl olmuştur. Doğru olan budur..."
Diğerleri ise, ziyâde hâlihazırda ve ileride mülkiyette ayne tabi'dir, diyorlar. Mebî'in aynı bâyi'a dönünce onların da bâyi'a dönmesi gerekir.
b) Hazret-i Peygamber altının altınla, gümüşün gümüşle, hurmanın hurma ile, buğdayın buğdayla, arpanın arpa ile fazlasına satılmasını yasak etti, ancak misli misliyle ve peşin olarak satılmasına müsâade etti. Bu sahîh. bir Hadîstir.
Şafiî hakkında nass bulunmayanları, nassla bildirilen bu mes'elelere kıyas etmek için bu yasağın illetini öğrenmek istedi. Bu nevi'lerin haram edilmesinden, insanlar arasındaki örf ve âdetten, taâmül usûlünden şu neticeye vardı ki, altının misli misliyle ve peşin olarak satışından ma'dâsının haram olmasının illeti semen olmasıdır. Diğer nevi'lerin haram, olmasının illeti ise yenir şey olmalarıdır. O takdirde haram olmanın illeti altında semen ve cinsin bir nevi'den olmasıdır. Yâni altın altınla fazlasına satılamaz. Diğerlerinde ise haram olmanın illeti yenir şey olmalariyle birlikte cinsin de bir olmasıdır. Eğer bu iki cüz de bulunursa o zaman ivazlardan birini veresiye yapmak da, fazla yapmak da haram olur. Eğer illet cüzlerinden birisi bulunursa, yâni cins birliği olmaksızın semen veya yenir şey olma bulunursa o zaman fazlalık helâldir, ivazlardan birini veresiye yapmak haramdır, fazla helâl, nesîe haram olur.
Şafiî, keyl ve vezni illet olarak almıyor. Şayet Şafiî böyle demiş olsaydı tartılanlardan olan bal ile yağın altın ve dirhemle veresiye satışına cevaz vermezdi, nasıl ki altının gümüşle, fazlasiyle, veresiye satışı caiz değildir.
Ulemâ birinci satışın veresiye yapılmasının sahîh olduğuna ittifak etmiş-lerdir, ikinci ise böyle değil. Öyle olunca haram olmanın illeti mikdar olamaz.
(Bu mevzu, satıştaki riba meselesidir. Riba iki türlüdür.
1- Câhiliyet ribası, bugün şayi olan budur. Câhiliyette Araplar fazla almak' şartıyle ödünç para verirler, borçlu Ödeyemeyince: Müddeti artır, ben de parayı artırayım, derdi. Böylece borç kat kat olurdu.
Hz. Peygamber'in Veda Haccı hutbesinde yasak ettiği riba budur:
"Cahiliyet ribasını kaldırıyorum. Ve ilk kaldırdığını riba da omacam Ahbas h. Abdulmuttalib'in ribasıdır."
Buna nesîe ribaaı denir, îbn-ı Abbas, haram olan ribanın bu olduğunu söyler. Ulemâdan bâzısı da ona tabi' olmuştur. İbn-i Abbas, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Riba ancak nesîe ribasıdır."
2- Alış verişte olan ribadir ki, o da Ubâde Hadîsiyle sabittir. Diyor ki, Hz. Peygamber:
"Altını altınla, gümüşü gümüşle, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla, hurmayı hurmayla, tuzu tuzla, ancak musavi olmak ve peşin olmak şartiyle satışına müsaade etti. Fazla alan vo veren riba yapmış olur." derken işittim.
Ulemâ bu Hadise bakarak aralarında ihtilâfa düşmüşlerdir. Zahiriye mezhebi ulemâsı benzerlik kıyasını reddedenler, ribanın bu altı şeye munhasır olduğunu söylerler.
Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, haram olma illeti, mikdar ile cinsdir. Yâni tartı ve Ölçü ile satılan şeylerin cinsi cinsine olması tahrîm illetidir. Bu iki şart bulunursa fazlalık haramdır, buna ribâ el-faal denir. Eğer ivazlardan biri veresiye olursa buîia neşîe ribâsi denir. Eğer tartı ve ölçü ile satılan şeylerden olup da mikdar bulunur, fakat cins birliği bulunmazsa o zaman veresiye fazlasiyle satış haram, fakat peşin olarak fazlastyle satış helâldir. Ancak öı-f ve âdet varsa veresiye satış da helâl olur: Demirin veya bakırın altın ve gümüşle satılması gibi.
Mâlikiyye ulemâsı diyor ki: Altınla gümüşün fazlasiyle satışının haram olmasının İlleti, semenin bağı olmaları ile sınıfın ittihadıdır. Altınla gümüşten başkalarında haram olmanın illeti, yenir şey ve iddihârı kaabil olmakla beraber cinsin de bir olmasıdır. Yâni altın ve gümüşte semen olmakla beraber cinsin muhtelif olması ve resiye satışı haram kılar. Diğerlerinde ise iddihârı mümkün yenir şey olmakla beraber cinsin ihtilâfı illettir.
Görülüyor ki, Hanefiyye mezhebi bir yanda, Mâlikî ve Şafiî mezhebleri diğer yanda kalmaktadır. Bu ikisi yenir şey olmanın ribâ illeti olmasında birleşiyorlar, iddihârı şart koşmakta ise ayrılıyorlar, tddihâri Mâlik şart koşuyor, Şafiî koşmuyor.)
c) Allâhu Tealâ Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur: "Analar, çocuklarını emzirmeyi tamamlamak isteyen için, tam iki sene emzirirler. Ananın yiyeceğini ve giyeceğini uygun bir şekilde sağlamak çocuk kendisinin olan babaya borçtur." (Bakara Sûresi: 233).
Âyetin alt kısmında Cenâb-ı Hak şöyle diyor; "Eğer çocuklarınızı süt anneye emzirtmek isterseniz, yereceğinizi uygun bir şekilde ödediğiniz takdirde size sorumluluk yoktur,'' (Bakara Sûresi: 233).
Hz. Peygamber de, Utbe'nin kızı Hinde, eşi Ebû Sufyan'ın malından oğlundan ötürü ma'rûf tarzda para almasını söylemiştir.
Gerek Allah'ın Kitabındaki âyetler ve gerekse Peygamber'in Sünneti gösteriyor ki, küçükken çocuğu emzirme ve besleme ücreti babaya düğmektedir. Bu noktanın farz olmasının sebebi çocukla baba arasındaki karabet bağıdır. Mademki bu alâka ve bağ sebebiyle, çocuk kendine bakmaktan âciz bir halde iken babanın çocuğa bakması farz oluyort baba kazanıp kendine bakmaktan âciz kaldığı zaman, mah yoksa, çocuğun babaya bakması aynı se-beple farz olur. Baba ve ana yukarı kuşağa doğru ne kadar giderse gitsin, derece derece bununla mükelleftir. Evlâtlar da aşağı kuşağa doğru ne kadar inerse insin hepsi mükelleftirler. Çünkü alâka ve bağ hep birdir. Yâni asıl ve feri1 alâkası, cüz'iyet veya doğuş karabeti mevcuttur.
( Hanefiyye ulemâsı, akrabanın nafakasının farz olmasına sebep, yalnız velâdeti göstermezler, illet yalnız bu olursa, yalnız doğuş karabeti olanların nafakası farz olurdu. Fakat Hanefiyye sebep ve illet olarak velâdetle beraber mahremlik akrabalığını da gösterirler. Delilleri emzirme âyetidir.
Orada şöyle deniyor: "Vâris üzerindede bunun misli vâcîbdi" Öyleyse emzirme âyetidir.
Orada şöyle deniyor: "Vâde bunun misli vâcîbdir." Öyleyse çocuğun nafakasının babaya farz olmasının illeti ondan doğmuş olmasıdır, diğerlerinde ise mahremlik akrabalığıdır. Onun için muhtaç akrabanın nafakası, derece derece, bütün mahrem akrabaya vâcibdir, derler.
Bu misâllerden görüldüğü veçhile, illet veya benzerlik veçhi hakkındaki ihtilâf, usûliyyûn ıstılahında tahrîc-i menât veya tenkîh-ı menât denilen şeyler etrafında ontip dolaşmaktadır. Usûlcülerin bu üç tâbirini burada bîraa anıklayalım: Tahkîk-i menât, tenkih-ı menât, tahrîc-i menât:
1- Tahrîc-i menât: Nassm veya icmâ'ın delâlet ettiği hükmün illetini bulup yaana çıkarmak için çalışmak ve inceleme yapmaktır. Meselâ şarap içmenin haram olnıasının illeti sarhoş edîp coşturmasıdır, Kasden adam öldürmede düşmanlık Asasın vucûbunun illetidir.
2- Tahkîk-i menât: İllet ister nassla, ister icmâ'yla, ister istinbat yoluyla olsun illeti bilip öğrendikten sonra: İllet ister nassla, ister icmâyla, ister istinbat yoluyla olsun, illeti bilip öğrendikten sonra bunun tatbik edilen şekillerde bulunup "araştırıp incelemektir. Meselâ adalet, şahidliğin kabul edilmesinin şartı - Adamın âdil olup olmaması ise şüphe götürür. O adamda adalet mevcut olup olmadığı incelenir. Şarabın haram olmasının illeti sarhoşluk vermesidir. Nebiz'de sarhoşluk verme olup olmadığını inceleme tahkîk-i menâttır.
3- Tenkîh-ı menât: illetin, vasıfların mecmu'undan hangisinde olduğunu tâyin etmeksizin nassdan anlaşılan illeti tâyin etmek için incelemek ve ictihad etmektir. Hükümde te'sirl olmayan, nazar-ı i'tibâre alınmayan vasıflar atılır; hükümde, te'siri olan alınır. Ramazanda karısiyle cinsî münâsebette bulunan a'râbiye keffâretle hükmolunmuştur. Keffâret ne a'râbiye ve ne de yalnız cimâ'a munhasırdır. Bu hususu inceleyen kimse, ne ile olursa olsun, orucunu bozan kimseye keffâret lâzım geldiğini anlar. )
Şafiî'ye Göre Delâlet-i Evlâ (Îktıza) Kıyastan Sayılır, Bu Hususta Ulemâ Arasında Tartışılması:
İmam Şafiî, kıyasın kısımlarını ve şekillerini zikrettikten sonra açıklıyor ki, fukahâdan bâzıları, fer'in, nassla bildirilen asıldan daha kuvvetli olduğu şeyi kıyastan saymamaktadırlar.
Aslın mânâsında olup başka bir şeye ihtimâli olmayan da böyledir.
Bu hususta şöyle diyor: "Bâzı ilim erbabı, buna (yâni fer'in, kıyasın illetinden asıldan daha çok olan kısmına) kıyas nâmını vermekten çekinirler. Bu, Allah'ın helâl ve haram kıldığı, öğdüğü veya zemmettiği şeyler cümlesindendir. Bunlar ayniyle sabittir, başkasına kıyasla değildir. Helâl olanın illeti bulunduğundan helâl edilen, haram olanın illetini taşıdığından haram kılınanlar hakkında da böyle söylenmektedir.
Ancak benzerlik dolayısıyla yapılan kıyasa, kıyas nâmını verir. îki muhtelif illet benzerliğinden daha yakın olana kıyas yapılırsa, bu kıyas olur. Diğer ilim erbabı ise Kitab ve Sünnetin nassından başkasiyle sabit olup onların illetini taşıyanlara kıyas nâmını vermektedirler. Doğrusunu Allah bilir. (Şafiî, Er-Risâle, s. 516.)
Şâfii bu iki kavilden hangisini aldığını açıklamaksızın bunları zikretmiştir. Sözünün gelişinin zahirine bakılırsa, üç kısmı da kıyastan saymaktadır. (Sözün gelişi, Şafiî'nin her üç kısmı da kıyastan saydığını göstermesi şöyledir. Şafiî evvelâ söze başlarken kıyasın birkaç türlü olduğunu söyledi ve en kuvvetlisi de illet bakımından fer'in asıldan daha kuvvetli olanı olduğunu zikretti. Buna dâir misâller getirdi. Sonra da feri' aslın illeti gibi olanı kıyastan saymayanların sözünü zikretti. Onların tutumunu, bu konuda ileri sürdüklerini anlattı. Bu yakın zahirî bütün kısımları kıyastan saydığını göstermektedir)
Bence, fer'in asıldan daha çok ve aslın illeti gibi olduğu, sori derece vazıh bulunmasından, illeti araştırıp meydana çıkarmağa hacet bile kalmadığı mes'eleler; kıyastan değil de nassm delâleti nev'inden sayılır. Çünkü illet nassla veya benzeriyle bilinir de bu da feri'de daha çok olduğundan açıkça anlaşılırsa hüküm feri'de nassla sabit olmuş olur. İnsan, mucerred nassı anlamakla bunu anlar. Şafiî'nin yoluna göre fark esasa taallûk eder, cevheridir. Çünkü hüküm, Kur'ân'm nassiyle veya mutevâtir hadîsle sabit olmuş bulunursa, onu bilmek, zahirde ve bâtında ilini, ilm-i ihata olur. Eğer nassm delâletiyledir, diye hüküm edersen böyledir. Eğer kıyasla sabit dersen, bu yalnız zahiren ilimdir.
Meselâ: "Anaya, babaya uf bile deme." âyetinden anlaşılan döğmenin haram olması, eğer kıyas ile sabittir dersen, bu haram olmayı, bilme yahuz zahirde olur, hem zâbir ve hem bâtında ihata ilmiyle olmaz.
Anaya, babaya öf bile dememek âyetin nassiyle zahir ve bâtında kat'î olarak sabit olsun da, döğmek yalnız zahirde sabit olsun, bu olamaz. Arabcanın siyakından anlayan bir kimse bu âyet, ibaresiyle, eziyetin azının hürmetine delâlet eder de, çoğunun haram olduğuna delâlet etmez diyemez. Bu âyeti mucerred işitmekle ibaresinden döğmenin haram olduğu anlaşılır ki, bu nasıl olur da yalnız zahiri ilim olur?
Eğer bu da hem zahir ve hem bâtında ilim sayılmazsa, insanlar için ihata ilmi hiç yok demektir.
(Ma'kûl ve menkûl Mmi gayet mükemmel bilen Hanefiyye usûlculeri, metfeleyi bu i'tirazlann hiçbirine yer vermeyecek surette halletmişlerdir.
Onlara göre hüküm bakımından Kur'ân'ın delâletleri dörde ayrılır: İbarenin delâleti, işaret Şartıyla delâlet, delâlet yoluyla delil olma, iktizâ yoluyla delâlet. "Anaya, babaya uf " « deme.»» âyeti, dövmenin haram olmasını evleviyyet yoluyla îcâbeder. Buna iktizâ J^ftbtl denir. Bu dört nevi' delâlet, hep nassdan çıkar. Gerçek ve hakîkî delalettir: «assa dayanır, kıyasa değil (Mutercim).)
Kıyas Cereyan Etmeyip Mevrîd-i Nassa Munhasır Kadan Nasslar, Ruhsata Dâir Nasslarda Kıyas Cereyan Etmez; Buna Dâîr Misaller:
Şafiî diyor ki, bâzı nasslara kıyas yapılmaz. Bunlar, sabit şeylere aykırı bir hüküm getiren nâsslardır. Bu türlü hükümler, yalnız mevrid-i nassa = nassın geldiği şeye munhasır kalır. Aynı hâl ve vasfı taşıyan başkaları buna kıyas yapılamaz.
"Alâ hılâfi'l-kıyas sabit olan bir şey başkasına makîs olamaz," Bunlar umûmî bir hükümden istisna yoluyla hafifletmek için yapılır.
Şâfii, bu konuda şöyle diyor: "Allâhu Teâlâ nassla bildirdiği bir hüküm olup da sonra Hz. Peygamber bâzı farzlarda onu tahfif ettiğini Sünnetiyle beyan ederse, Hz. Peygamber'in ruhsat verdiği bu ruhsatla amel olunur ve başkası ona kıyas edilmez. Yine böylece Hz. Peygamber bir şey hakkında umûmî bir hüküm verir de sonra umûmî hükümden ayrı bir Sünnet vaz'ederse bu da başkasına makîs olamaz." (Şafiî, Er-Risâle, s. 545)
Şafiî buna bâzı misâller getirmiştir ki, birkaçı şunlardır:
a) Allâhu Teâlâ abdesti farz kılarak şöyle buyurdu:
"Ey îman eden­ler, namaz kılacağınız zaman yüzünüzü, dirseklerimize kadar kollarınızı yıkayın, başınıza mesnedin, ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın."
Bu umûmî hüküm gereğince abdestte ayakların yıkanması abdestin bir rüknüdür, farzdır. Fakat Hz. Peygamber mest üzerine mesh edince, bu: umumî nassın hükmünü hafifleterek kolaylık için verilmiş bir müsâade oldu, aynı mahiyette olan şeyler, meselâ başa giyilen kavuk, ellere giyilen eldiven, meste kıyas edilemez. Çünkü bu hüküm, umûmî nasstau bir istisnadır, nassm umûmundan istisna edilen bir şey, başkasına kıyaslanacak bir şey olamaz.
b) Ribâ cereyan eden malların götürü pazar toptan satılması yasak edilmiştir. Hz. Peygamber ağaç üzerinde iken meyvelerin birbiriyle mübadele yoluyla satılmasını, tarladaki mezruâtm buğdayla satılmasını neh yetmiştir. Bu umûmî bir hükümdür. Fakat arayanın satışının caiz olduğuna dâir Hadîs vardır. Ağaç üzerindeki yeşil hurmaların kuru hurma ile satışına cevaz vermiştir. Bu, umûmî nass karşısında kolaylık için gösterilmiş hafif bir hükümdür, bu yalnız nassın varid olduğu şeye munhasır kalır, bu hüküm başkasına geçirilmez.
Şafiî yemişlerin ağaç üzerinde satılmasının yasak edilmesiyle, yeşil hurmaların satışına ruhsat verilmesi arasını şöyle birleştiriyor:
"Bunun iki türlü olmak ihtimali vardır, doğrusunu Allah bilir amma bence evlâ olan şudur:
Hz. Peygamber baştan umûmî olarak nehyederken, hurmalardan başkasını kasdetmiştir. Veyahut da toptan nehyettikten sonra onların satışına ruhsat vermiş olmak ihtimali de vardır. Her ne suretle olursa ,olsun, bize helâl olanı helâl, haram olanı haram bilip Peygamber'e itaat etmek düşer.” (Şafiî, Er-Risâle, s. 548)
c) Hz. Peygamber: «Tür şeyin faydası, damanı karşılığıdır." buyurarak umûmî bir hüküm vermiştir.
Bu, bütün tasarruflara, olaylara şâmil bir hükümdür. Bununla beraber sütlü görünsün diye sağılmadan satılmış olan deveyi ve koyunu müşteri sağdığı zaman az sütlü bulursa, muhayyerdir, isterse öylece kabul eder, isterse hayvanı sahibine iade eder, sağdığı süt için de bir sâ' hurma verir. Musarrât Hadîsi diye tanınan bu hüküm, "Bir seyisi menfaati, damanı karşılığıdır." Hadîsiyle bildirilen umûmî hükme aykırıdır. Çünkü hayvan müşterinin damam altında iken sağılan sütten alınan faydadan dolayı ivaz, bedel olarak bir sâ' hurma vermekle hükmolunmuştur. Ve bu ivaz, faydalanılanın cinsinden başka bir şeyflir. Bunun misli olan şeyler, buna kıyas yapılamazlar.
Bunun için Şafiî, bu hususta şöyle demektedir:
"Yelinlerine süt toplandıktan sonra satılan hayvanlar hakkında biz bu sözü, Hz. Peygamber'in emrine uyarak söylüyoruz. Ona başkasını kıyas etmeyiz. Çünkü pazarlık muayyen bir koyun üzerine yapıldı, onun belirli sütü de vardı. Fakat sütün kıymeti belli değildir. Hep biliriz ki, devenin ve koyunun sütleri muhtelif olur. Her cinsin sütü de birbirinden farklıdır. Fakat mademki Hz. Peygamber, muayyen bir şeyle, yâni bir sâ' hurma vermekle hükmetmiştir, biz de Hz Peygamber'in emrine uyarak aym şeyi söylüyoruz. (Şafiî, Er-Risâle, s. 557)
Kıyas Yapanda Bulunması Gereken Şartlar Şafiî'ye Göre Dörttür:
Şafii, herkese kıyas yapma hakkı tanımaz. Kıyas yapacak kimsede birtakım şartların bulunmasını ileri sürer. Bunlara kıyas âleti der. Ancak bu kıyas âletlerini (şartlarını) hâis olan kimse kıyas yapabilir. O şartlar da şunlardır:
1- Arab dilini bilmek. Çünkü bu din Arapların lisanı üzere gelmiştir. Muctehid olan herkesin bu lisanı hakkiyle bilir olması lâzımdır.
2- Kitâbullâh'ın ahkâmını, onun bildirdiği farzları, âyetlerin nâsih ve mensuh. olanını, âminim ve hâssını bilmeli, irşadîarma vâkıf olmalıdır.
3- Hz. Peygamber'in Sünnetini, Hadîsleri bildiği gibi selefin kavillerini, icmâ' mes'elelerini de bilir olmalıdır.
4- Akl-ı selîm ve hüsn-ü takdir sahibi olmalıdır. Doğru akıl ve sağlam muhakeme ile birbirine benzeyen şeyleri yerli yerince ayırt eder, doğru ve isabetli hüküm verir.
( Şafiî'nin şartları böyledir. Hanefiyye usûlculeri de ictihad için şu beş şartı ileri sürerler ki, aşağı yukarı aynı sayılırlar:
1- Kitâb'ın ahkâma mutaallik olanlarını, bunlarla ilgili bahisleri bilmek.
2- Ahkâma mutaallik Sünnetleri bilmek.
3- İcmâ' yapılan yerleri (mevârtd-i icmâ'ı) bilmek.
4- Kıyas yollarım, usûl ve vechini bilmek.
5- Usûl-u fıkıhta tam mehâret sahibi olup ma'kûl ilimlerle muhakemesi sâlim bir tarzda isler olmak.)
İmam Şafiî, kıyasçının dikkatli olması gerektiği bâzı noktaları şöyle belirtiyor:
"Kıyasçı, kendisine muhalif olanların sözünü dinlemekten asla çekinmemeli. Çünkü muhalifini dinleyince, gaflet ettiği bâzı noktaları hatırlar. Doğru olduğuna i'tikâd ettiği şeyin doğruluğundaki kanaati daha sağlamlaşır. Bu hususta bütün gücünü sarfedip katlanmadı, insaflı olması lâzımdır. Verdiği hükmü nereden alıp verdiğini, bıraktığı şeyi de neden bıraktığını bilmeli. Kail olduğu şey kadar muhalif olduğuna da önem vermelidir, tâ ki karar verdiğinin, terk ettiğine olan üstünlüğünü bilmiş olsun." (Şafiî, Er-Risale, s. 510)
Şafiî, El-Um'de Îmâlu'l-istihsân kitabında naklettiği bir munazarasında kıyas yapma salâhiyeti olanları değerli sözleriyle gayet güzel vasıflandırmaktadır.
İfadesi güzel, düşüncesi sağlam, temsili hoş olan o kısmı sana da nakledelim:
"Kitâbu'llâh'ı bilmedikçe, nâsihini, mensubunu, hasamı, âminini öğrenmedikçe, Hz. Peygamber'in Sünnetlerini, Hadîslerini bilmedikçe bir muftî, kimseye fetva vermeğe lâyık olamaz. Keza eski ve yeni ilim erbabının sözlerini de bilmeli, Arab diline vâkıf olmalı. Akıllı olup birbirine benzer karışık mes'eleleri ayırt edebilmeli, kıyas usûlune vukufu olmalıdır. Eğer bunlardan biri eksik olursa, onun kıyasla hüküm vermesi helâl olmaz, işte bunun için bir kimse usûlu bilse de, feri' olan kıyasa vâkıf olmasa, kıyas işlerine aklı ermediğinden, o adama kıyas yap, demek caiz olmaz. Kıyasa vukufu olsa da, usûlu bilmese ona da bilmediğin halde kıyas yap, demek caiz değildir.
Bu, kör olan bir adama, şuna bakarak şunun hakkında hüküm ver, demek gibi olur.
Meselâ köre: Şunu sağma al, şunu soluna al, filân yere varınca sağa sap, demek caiz olmaz. Çünkü o bu denilenleri görmüyor ki, hangisi sağında, hangisi solunda olduğunu bilsin. Yahut köre: Bilmediği bir ülkede, onun tanıyacağı işaretler olmaksızın bellediği bir hedef bulunmaksızın: Haydi yürü bakalım, denilemez. Çünkü o, tanımadığı yolda kılavuzsuz yürüyemez. Diğer bir misâl: Bir kimse çarşı pazarda alış veriş islerini eskiden biliyormuş, fakat bir sene kadar bunlardan el çekmiş. Ona, şu vasıftaki bir mala fiyat takdir et, denilemez. Çünkü pazar işleri değişir, fiyatlar oynar. Keza bir adam ticaretin bir kolunda mehâret sahibi olsa, fakat ticaretin diğer nevi'lerini bilmese, kendi sahasındaki bilgiyle, bilmediği hususta hüküm vermesi caiz olamaz. Nasıl ki mi'mara elbise fiyatı takdir ettirilmez, terziye de bina fiyatı sorulmaz. Biri çıkar da: Senin saydığın bu vasıfları hâiz olmayanlardan hüküm eden, fetva verenler oldu, derse, onlara verilecek cevap şudur: Onların hükümlerini ve fetvalarını gördüm. Onların çoğu birbirine zıd ve aykırı. Sonra iki taraftan her biri kendi hükmünün doğruluğunu iddia ediyor, diğerinin yanıldığını söylüyor. Yardım Allah'dan gelir."
Kıyascılar İhtilâfa Düşebîlir, Bu Mezmum Bir İhtîlâf Sayılmaz, Şafiî'ye Göre Mezmum Olan Ve Olmayan İhtilâflar :
Şafiî, kıyas şartlarına hâiz olanların da bâzan bir meselede ihtilâfa düşebileceklerini farzediyor. Birisi bir türlü hükmeder, diğeri başka türlü hüküm verir. Çünkü kıyas ilmi, zahiren ilmidir, her türlü gerçekleri içine alan ihata ilmi değildir.
Mademki ortada hükmolunacak muayyen bir nass yoktur, muctehidlerden biri, diğerine zahir olmayan bir şey görebüir. Her biri içtihadın ulaştığı şeyi alır, vardığı neticeyi kabul eder. Çünkü kendisince zahir olan hak odur. Bundan başkasiyle mükellef olmaz.
Muctehidin başkasına tabi' olmaksızın içtihadının götürdüğü şeyle mükellef tutulması ve ictihadiyle bulduğu şeyin onun katında zahir olan doğru olması nokta-i nazarlara göre hakikatin taaddüt etmesini îcâbetmez. Hak dâima birdir. Biz onun zâtına tam isabetle onu bulmakla teklif edilmeyerek, belki içtihadımızın müeddî olduğuna uymakla mükellefiz. Din-i İlâhîde hak birdir. Teklifin muteaddit olması, ictihadların ihtilâfından ileri gelir.
Şafiî bu konuda şöyle diyor: "Doğrusunu Allah bilir amma bize göre Allah indinde hakikat ancak birdir. Gizli ve aşikâre olan şeylerin hepsi Allah katında müsavi olduğundan ilra-i ilâhî'de hak birdir, Al-lâh'm ilmi her şey hakkında birdir, Ona göre gizli ve aşikâre müsavidir." (Şâfii El-Um C- VII, s. 274. Hak taaddud eder mi, etmez mi ihtilaflı bir meseledir)
Şafiî, kıyasta ihtilâfı zemmedenlere cevap vermeğe girişerek, bunun meznaum olan kötü ihtilâf kabilinden olmadığını açıklamıştır. Mademki ihtilâf edenler kıyas şartlarını hâizdirler, kıyasa ehildirler, ictihadları ve Zanaatları muhteremdir.
Şafiî ihtilâfı iki kısma ayırmaktadır: "Mezmum ihtilâf, mezmum olmayan ihtilâr.
Mezmum ihtilâf: Allâhu Teâlâ'nm kullarına delilleriyle bildirdiği hükümlerde ihtilâfa düşmektir. Halbuki kullara ancak bu hükümlere tabi' olmak düşer. Eğer ihtilâfa düşerlerse, bu Allâhu Teâlâ'nın zemmettiği bir şeydir. Çünkü Kitâb'in te'vil taşımaz nasslarma ve sahih Sünnete muhalefet etmek helâl değildir. îgte bu mezmum ihtilâftır. Cemaata muhalefet de mezmum ihtilâftır."
Şafiî diyor ki: "Sözlerinde her ne kadar Kitab ve Sünnet bulunmasa da Müslüman cemaata muhalefet etmek kıyascıya helâl olmaz sanırım. (Şâfii El-Um C- VII, s. 275)
İctihad konusu olan bir mes'elede ihtilâfa düşmek, mezmum, olmayan ihtilâf nev'indendir. Kıyascılardan her biri, o mes'elenin muhtemel olduğu bir mânâyı alır ve buna dâir delil de bulursa, bu tarzda düşülen ihtilâf mezmum sayılmaz. Çünkü bu takdirde Kitâb'ın nassına, sabit Sünnete ve cumhura muhalefet edilmesi gibi bir cihet yoktur. Muctehid bunda kıyasa bakıyor, içtihadı onu, diğerinin kıyasından başka bir görüşe götürmüştür. (Şâfii El-Um C- VII, s. 275)
Bundan sonra Şâfii kıyasın nasıl muhtelif olduğunu şöyle anlatıyor:
"Kıyas ihtimali olan bir olay meydana gelir. Ona benzer iki asıl bulunur. Kıyas yapanlardan biri onu bu asıllardan birine, diğeri de başkasına kıyas yaparak hüküm verirler. Böylece kıyaslar muhtelif olur. Böyle ihtilâf ettikleri bir şeyde birinuı diğerine karşı bir huccet göstermesine acaba bir yol yok mudur? Denirse, evet, olabilir dîye cevap verilir. Meselâ o olaya bakılır, eğer asıllardan birine bir illet, diğerine iki illet ve sebep yönünden benzîyorsa, iki bakımdan benzeyen alınır, bir yönden benzeyen bırakılır. O iki asıldan birine daha çok benziyorsa o zaman da çok benzeyen alınır."
Şafiî, bundan sonra misâl getiriyor. Meselâ: Hatâ ile katilde bir kölenin diyeti onun kıymetidir. Ulemâ bunda ihtilâf etmemişlerdir. Şayet «ölenin kıymeti, hür bir adamın diyeti olan onbin dirhemi bulur veya asarsa, o zaman da acaba durum aynı mıdır? Bâzılarına göre kölenin diyeti kıymetidir, fakat hür adamın diyeti olan onbin dirhemi geçemez. Hür kıymeti kadarı bulursa o zaman bu kıymetten bir miktarı düşürüp indirilir. Bâzılarına göre ise kölenin diyeti kıymeti olduğundan, m dirhemi aşsa da indirilmez, kıymeti kaç olursa olsun diyeti odur.
Şafiî'nin kaydına göre, kölelerde kol ve bacak gibi kısasan kesilmeği mucib halleri bâzı fukahâ hatâ iîe katle kıyas yaparak kısasa lüzum görmezler. Şafiî ise, bu türlü kısasa kölelerin birbiri arasında cereyan ettirir. Hür adamların arasında olduğa gibi kölelerde de kısas tatbik olunur. Burada iki asîl vardır, onlara göre Şafiî ile muhaliflerinin kıyası değişik olmuştur. Onlar kölelerdeki yaralama olaylarım, hatâ ile katle kıyas ediyorlar.
Şafiî ise bunu hür kimselerin yaralamasına kıyas ediyor. Birincilerin kıyaslarının esası şudur:
Köleler mal mesabesindedir, onun için diyetleri kıymetleri oldu. Onların maliyeti esas i'tibar edilir. Kıyas buna göredir. Şafiî ise kölelerin yaralamasını, hür kimselerin yaralamasına kıyas ediyor. Keza bir köle başka bir köleyi öldürse kısas yapılır. Bu dununda maliyet ortadan kalkar, însan olması bakımından kanının haram olması ortada kalır. Birkaç köle, bir köleyi öldürseler, katilde iştirakten dolayı hepsi kısas yapılır. Kıymeti, yüksek olan bir köle, kıymeti düşük olan bir köleden ötürü kısasen öldürülür. Demek burada maliyete değü, insan olma bakımından can emniyetine bakılır. Aklı bağında olan bir kimse amden öldürürse kısas îcâbeder, burada esas budur. Köle köleyi öldürünce kısas cereyan eder.
Hayvan hayvanı öldürünce kısas cereyan etmez. Demek kıymete bakılmıyor, insanın can emniyetine bakılıyor. Helâl, haram olan şeylerle, farzlarla köle de mükelleftir. Bunlar insanlara mahsus şeylerdir. Amden katilde köleye kısas düşer. Bu mes'eleden görülüyor ki, burada iki asıl vardır. Bu feri', o iki asıldan birine ilhak edilmek ihtimal dahilindedir. Şafiî bu asıllardan daha benzer bulduğunu seçiyor ve ona kıyas yapıyor.
Şafiî'ye Göre Re'y Yoluyla Îctîhad Ancak Kıyasla Olur:
Şafiî'ye göre kıyas böyledir. İsbat edici delilleri ile vaz' ettiği kaidelerini böylece ileri sürmekte ve hüküm verme yollarım göstermektedir. Şafiî'ye göre re'y yoluyla ictihad ancak kıyas suretiyle olur. Kıyastan başka re'y yolu yoktur. Örf ve âdete göre hüküm verilemez. İstihsan ile tercih yapılamaz. İctihad yoluyla kıyastan başkasına i'tibar yoktur. Çünkü dînin esas temeli Kitab ve Sünnettir.
Re'y ile ictihad yapılmağa Muaz b. Cebel'in Hadîsiyle cevaz verildiğinden ictihad muteberdir.
(Muâz Hadîsi meşhurdur. Hz. Peygamber, Muâz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak gönderirken ona:
"Ne ile hükmedeceksin?" diye sordu. O da:
"Allah'ın Kitabıyla" cevâbını verdi. Hz. Peygamber:
— "Kitab'da bulamazsan ne ile hükmedersin?".. diye sorunca, Muâz:
— "Rasûlullâh'ın Sünnetiyle", diye cevap verdi.
— "Ya onda da bulamazsan?" deyince, Muâz:
— "Re'yimle ictihad ederim", dedi. Hz. Peygamber de:
— "Peygamberin elçisini, Peygamberin hoşnud kalacağı şeye muvaffak halan Allah'a hamd u senalar olsun", buyurdu.)
Bu görüş, bu asıldan alınmak îcâbeder. Re'y de kıyas yoluyla nasslara hamlolunur. Çünkü islâm şerîatı hâdiselerin hükmünü nass suretiyle bu iki esasla bildirmiştir. Kitab ve Sünnetin nasslariyle bildirilmemiş olanları da bunlardan biri delâlet suretiyle bildirir, işte bu delâlet yoluyla bildirme kıyastır.
Şafiî, islâm'ın esaslarının Kitabla Sünnete munhasır olduğunu şu âyet-i kerîmelerle bildirir:
"Allah'a itaat edin, Rasulune itaat edin.", "Rabbin tarafından sana vahyolunana tabî' ol" "Rasulune itaat eden kimse, Allah'a itaat etmiş ofur."
Bu ve benzeri âyetler gösteriyor ki, bu dînin aslı, esası Kitab ve Sünnetten ibarettir.
Re'y yoluyla yapılan ictihad, bu ikisinden alınmış olmalıdır ki, bu da ancak bunlara kıyas yapma ile olur. Kitab ile Sünnete dayanmayan bir görüş ileri süren kimse, kendiliğinden bir gey ziyâde etmiş, nefsine uymuş olur. Kişi onlara uymakla emrolunmamıştır, Kitab ve Sünnete uymakla mükelleftir.
İmam Şafiî bu konuda şöyle demektedir:
"Bir muctehid ictihadda bulunur da kendi görüşünce bir şeyi iyi görürse, onun bu içtihadı sabit bir illete göre değildir. Bu kendisinin uydurduğu bir şey olur. Halbuki o nefsine uymakla değil, nefsinin gayrisine uymakla emrolunmuştur,
Allâhu Teâlâ'nın ittibaı emir buyurduğu iki asla yâni Kitab ile Sünnete tabi' olmak, tabi' olmakla mükellef bulunmadığı kendi görüşüne tabi' olmaktan elbette daha evlâdır. Aslolan nefsine tabi' olmak caiz olmamaktır, ictihad bir asla dayanmadan kendi nefsinin ortaya attığı bir şey halinde olmamalıdır. Bu bakımdan istihsan, Kitab ve Sünnete dayanmadan ictihad gibi makbul bir şey olmaz.” (Şafiî, El-Um, c. VI, s. 203)
İşte bundan dolayı Şafiî'ye göre, Kitab ve Sünnete hamledihnesine yol bulunmayan istihsan ile ahkâm-ı şer'iyye isbat edilemez. Onun için El-Um kitabına îbtâlu'l-îstihsan nâmı altında mustakil bir bahis eklemiştir. (Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 255 - 273)