Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale İSLAMI ILIMLAŞTIRMANIN SEYİR DEFTERİ

M Çevrimdışı

mümkündür

Üye
İslam-TR Üyesi
İslam’ı Ilımlılaştırmanın Seyir Defteri

Mehmed Durmuş

Giriş
Dünya ve onun bir parçası olarak Türkiye kamuoyu çok çeşitli ve çok hızlı olaylara tanıklık ediyor. Fakat hemen belirtelim ki bu hızlı gelişen gündemde Müslümanların payı neredeyse, ağustos sıcağında bir gölgeye oturmuş, elindeki bir yaprakla yüzüne konan sinekleri ancak savabilen bir 'acûze'nin durumundan öte gitmiyor.

Hızlı gelişen bu gündemde neler var? Aslında gündemde, alavere-dalavere misali, en nihayet, İslam'ın değiştirilmesi, dönüştürülmesi, ılımlılaş-tırılması, her türlü putperestlik için 'tehdit' olmaktan çıkartılması projeleri var. Takdir edersiniz ki, 'İslam'sız bir dünya, haydutlar tarafından daha kolay yönetilmektedir.

Ben bu yazıda, iki yazı ve bir girişim çerçevesinde, sözünü ettiğim, İslam'ın değiştirilmesi, dönüştü-rülmesi ve ılımlılaştırılması projesiyle ilgili seyir defterine dikkatlerinizi çekmeye çalışacağım.

Selman Rüşdi, Cihadcı İslam ve İslam'da Reform ya da, Selman Rüşdi İslam'ın Nesi Gelir?!

Gündemimizin birinci maddesi, Hint asıllı İngiliz vatandaşı Selman Rüşdi'nin İslam'da reform yapılmasını talep ve tavzif edici yazısı. Yukarıda değin-diğim, gündemin çok hızlı geliştiği görüşüme belki bir katkısı olur: şu anki genç kuşak için Selman Rüşdi adı hemen hemen hiçbir anlam ifade etmemektedir. Selman Rüşdi, Peygamber efendi-mize sövgüler ve küfürler yağdıran bir kitap yaz-dıktan sonra, İmam Humeynî'nin, onu öldüreni ödüllendireceği fetvasını vermesiyle yıllarca, adeta yaşayan bir ölü haline gelmiş, imi-timi kalma-mıştı. Tabi o zamanlar henüz 'Üsame' adı gündemde yoktu ve zannediyorum o günlerde de biz-deki bazı postmodern mollalar, "en iyi Humeynî ölü Humeyni'dir", ya da "Humeynî'den nefret ediyorum" diyorlardı fakat bunu şimdi Üsame için söyledikleri kadar aleni söyleyemiyorlardı.

Neyse…
Şimdi gel zaman, git zaman, aradan geçti epey bir zaman, köprülerin altından epeyce sular aktı ve dendiğine göre Selman Rüşdi, yeni yazdığı 'Soytarı Shalimar' (Shalimar The Clown) adlı romanını Eylül ayında piyasaya sürecek. (1) Rüş-di'nin, 'aşırılığı', 'İslamcı terörizmi' işlediği bu kitabıyla eski mesleğine yeniden dönmüş olduğunu görü-yor ve Müslümanlara, ağzı aldığı kadar sövgüler düzdüğünü tahmin ediyoruz. Tabi, Rüşdi'nin küfürlerine karşı fetva verecek bir Humeyni yoksa [ki Mahmud Ahmedi Necat'ın, Selman Rüşdi adını -yaş haddinden değil ama, stratejik olarak- unutanlardan olduğu endişesini taşıyorum…], bazı yaratıkların çıkardığı seslere karşılık, kervanın yine de yürüyeceğini hatırlatan ünlü özdeyişi anımsar, yolumuza devam edebiliriz; bu çok dert değil. Ama önemli olan, Selman Rüşdi'nin, "İslam'da reform olsun!" arzusu ve bu arzuya 'içerden' eşlik eden tanıdık seslerin varlığı…

Amerikan The Times dergisine yaptığı açıklamalarda Selman Rüşdi, "İslam'ın, yaşadığımız modern çağa göre yeniden yorumlanması, reformasyona gidilmesi" ve "cihat ideolojisiyle mücadele edilmesi gerektiğini" savunmuş. Diyecek-siniz ki, 'cihad ideolojisinden' çok çekmiş biri olarak, Rüşdi'nin böyle bir talepte bulunmaya hakkı yok mu? Elhak var… Tabi ki, bu onun görevi… Benim esas dikkat çekmek istediğim şey, onun bu talepleriyle, bizden gibi görünen, Müslüman olduğunu iddia edenlerin söylem ve taleplerindeki inanılmaz benzerlik… Müslüman olduklarını iddia edenlerin Rüşdi'yle bu ahbap-çavuş ilişkilerinin nereden kaynaklandığı…

Selman Rüşdi, "cihadcı ideolojiyle mücadele" kabilinden, "Kur'an'ın mutlak doğru bir metin olarak değil, tarihi bir belge olarak okunabileceğini" dile getiriyormuş.(2) İşin doğrusu bu 'dile getirmeler' bize hiç de yabancı gelmiyor. Biz bu tınıları yeni duymuyoruz. Türkiye'de, Selman Rüşdi'yi, yokluğunda birileri aratmadı ve aynen onun söylediklerini söylediler yıllarca. İşin esasına bakılırsa, İslam'ın reforme edilmesi projesi yeni, sekiz-on yıllık bir proje değildir. Bu, Cumhuriyet'le yaşıt bir projedir ve bu proje "ivmez, ihmal gelmez" düsturunca işletilmeye devam etmektedir. Bu proje, sahiplerinin istediği gibi gitmeyebilir (ve de kesinlikle gitmeyecektir, Allah'ın izni ile), bu aksaklıkları da zaman olur, Selman Rüşdi gibi, 'Şeytan Ayetleri'nin yazarı dile getirir, zaman olur, bir 'İlahiyatçı din uzmanı' dile getirir, zaman olur, diyalogcu bir cemaat lideri dile getirir. Tabi ki, bu cemaat lideri, kitlelere hükmeden 'büyük' bir din baronu ise, ona da, intihar eden koyunlar misali, sessizliği ve kafalarını yere eğmeleriyle ünlü kuzuları ürkütmemek için, doğrudan doğruya "Dinde reform lazım!" dedirtilmez de, mesela, cihadcı islam'ın, radikal İslam'ın v.b. İslam'ın 'drahşan yüzünü'(?) kirlettiği gibi spotlar söyletilir. İslam'ın ne şekilde olursa olsun (hiçbir şekilde) adam öldürmeyi tasvip etmediği söyletilir.

Muharref İncil'de, -başka bir bağlamda da olsa- "Zaten balta da ağaçların kökü dibinde duruyor" diye bir söz bulunmaktadır.(3) Ağaçlar herhalde en çok, sapı kendisinden olan bir aletin kendilerini kesmesine içerliyorlardır değil mi?!

Selman Rüşdi, The Washington Post'ta yayınlanan, oradan da ZAMAN'ın iktibas ettiği, "İslam'da Reform Lazım" başlıklı yazısında, bu yukarıda değindiğimiz, son on yılda gına getirildiğimiz, birçok din baronunun tellallığını yaptığı fikirleri dile getirmekte ve yazının başlığından da kolayca anlaşılacağı üzere, İslam'ın reforme edilmesi ge-rektiğini ileri sürmektedir.(4) Rüşdi'nin dediklerini özetlemeye çalışalım.

Rüşdi, Geleneksel İslam'ın çok geniş bir alanı kapsadığını; "bünyesinde milyonlarca hoşgörülü, uygar erkek ve kadını barındırdığı gibi, kadın haklarını kabul etmeyen, eşcinselliğin günah oldu-ğunu savunan, gerçek ifade özgürlüğüne hayat hakkı tanımayan, sürekli anti-Semitik fikirler öne süren ve içinde yaşadığı Hıristiyan, Hindu, inançsız veya Yahudi kültürleriyle birçok bakımdan sürtüşen unsurları da içerdiğini" ileri sürmektedir. Fakat diyor Rüşdi, geleneğin ötesine geçmeli, "yani İslam'ın temel bağlamlarını modern çağa uyduracak bir reform hareketi; sadece cihatçı ideolojilere değil, gelenekçilerin köhne, boğucu öğretilerine de karşı koyacak, içeriye taze hava dolması için pencereleri açacak bir Müslüman reformu başlatma"lı!(5) Nasıl? ABD'nin işgal politikalarına ve İslam'ı dönüştürme projelerine koşulsuz destek veren 'geleneksel' cemaat önderleri, işleri bittiği anda batılılar tarafından, kendi, çok güvendikleri din anlayışlarının bir çırpıda "köhne, boğucu" gibi sıfatlarla çöpe atılacağını görmekte midirler? Tabi ki şu an görmüyorlar, ama bir gün belki…

Dikkat edilecek husus nedir? Rüşdi'nin reform önerisi, "İslam'ın temel bağlamlarını modern çağa uyduracak bir reform hareketi"ni oluşturmaktır. İşte 'ılımlı İslam' ya ada 'Amerikancı İslam' denilen proje budur.
Rüşdi, 'Müslüman dünyanın' hükümetlerinden ve cemaat önderlerinden oldukça memnun:

"Hükümetlerin ve Müslüman dünyadaki cemaat liderlerinin ağırlıklarını bu fikirden yana koyduklarını görmek hayırlı bir gelişme olacaktır; zira bu tür bir reform hareketinin yaratılması ve sürdürülmesi, her şeyden önce, sonuçları bir nesil sonra hissedilebilecek yeni bir eğitimsel devinim gerektirecek; yanı sıra bugünün Müslüman düşüncesine musallat olan mutlak söylemleri ve dar dogmaları yerinden eden yeni bir bilimsel yaklaşımı kaçınılmaz kılacak." Rüşdi'nin bu cümlesindeki 'hükümetler'den biri, şu anda Türkiye'de iş başındadır ve ılımlı İslam projesine gerek fikrî planda ve gerekse siyasi alanda kusursuz hizmet vermektedir. Cemaat önderlerini ise aslında herkes çok iyi bilmektedir. Bir adres göstermek gerekirse, son yıllarda adı bilhassa diyalog ve hoşgörü kelimeleri ile özdeşleşen bir cemaat önderi, Selman Rüşdi'nin kastettiği hedefe en iyi hizmeti sunmaktadır. Bu açıdan, aralarında büyük bir hedef birliği gözlenmektedir.

Rüşdi'nin tespitleri çok yerinde. Son on yıllardır yürütülen ılımlı İslam projesi şu anda büyük oranda netice vermiş durumda. Dediği gibi, bir nesil sonra bu neticenin daha da şeytanî boyutlara ulaşacağını, sağlam bütün idrakler görmektedir. Müslümanların, Selman Rüşdi ve içeriden yoldaş-ları tarafından mıncıklanmamış kutsalları kalmadı. Fakat tabi ki, şeytanın hilelerinin zayıf olduğunu, mü'minlerin mevlasının Allah olduğunu bilerek ve kendi uğrunda mücadele edenlere Allah'ın yardımının çok muazzam olacağının farkında olarak ve buna iman ederek söylüyorum. Bu demektir ki, Selman Rüşdi'lerin projeleri ürün vermeye başlamışsa da, Allah'ı velî edinmiş mü'minlerden gayret beklenmektedir. Onların başarı-larının garantörü Allah'dır.

Selman Rüşdi'nin ılımlı İslam projesinde Müslü-manlara yönelik en Şeytanî işlem, onları, yer-yüzünün yegane sahih Kitabı Kur'an hakkında kuşkuya düşürmektir. Diyor ki Rüşdi, "Kur’an metninin Tanrı'nın mutlak sözü olduğu konusundaki ısrar, analitik, akademik söylemi imkânsız-laştırdı. Tanrı yedinci asır Arabistanı'nın sosyo-ekonomik koşullarından hiç etkilenmiş olamaz mıydı? Peygamber'in kişisel koşullarının Mesaj'ın üzerinde hiçbir etkisi olamaz mıydı?" Yani demek istiyor ki, Kur'an Allah'ın mutlak sözü olarak ka-bul edilmemeli, Allah'ın, 7. asır Arabistanı'nın koşullarından etkilendiği, dolayısıyla konjonktürel hükümler indirdiği kabul edilmeli. Böylece, İslam'ın reforme edilmesi kolaylaşır! Bir örnek vermek gerekirse, kadının örtünmesi, 7. asır Arabis-tanı'nda bir vesileyle gerekiyormuş demek ki, Tanrı bu vesileden etkilenmiş ve kadınlara "örtünün!" demiş. Ama artık 21. yüzyılda böyle bir örtüye gerek yok! (tanrı bugün o vesilelerden etki-lenmiyor, etkileniyorsa da bizim haberimiz yok!).
İşte şu sözlerinde Rüşdi bu yorumunu daha açık yapıyor: "Yedinci asırda yapılan yasalar, nihayetinde 21. yüzyılın ihtiyaçlarına göre yorumlanabilirdi. İslam reformu işte bu noktadan başlamalı; bütün fikirlerin, kutsal olanların bile, değişen gerçekliklere uyarlanması gerektiği kabul edilmeli."

Rüşdi, İslam'ın Hıristiyanlığa dönüştürülmesini arzu etmektedir. Onun bildiği tanrı, Kur'an'ı inzal eden âlemlerin Rabbi Allah değildir. Fakat Rüşdi gibi düşünenler, onun kafasındaki tanrı ile, Kur'an'ın Allahı'nı nasıl telif ediyorlar?

Son söz olarak Rüşdi, "Açık fikirli" ve "hoşgörülü" olmamız gerektiğini, "bombacıların 'esaslı meydan okumasıyla' ancak böyle başa çıkılabileceğini" salıklıyor.

Gördüğümüz gibi, bu 'hoşgörü' her türlü nâ-mertliğe deva.

Tony Blair'ın yazısı

İngiltere başbakanı Tony Blair, Londra'da Arapça yayınlanan eş-Şarkul Evsat gazetesine verdiği ve oradan Zaman gazetesinin iktibas ettiği yazısında(6) özet olarak şöyle diyor: Londra'daki bombalama eylemlerini 'köktendinci'lerin yaptığı kesindir! (Elbette bu köktendinciler 'Müslüman' kökten-dincilerdir, kafamız karışmasın!). İngil-tere'de, bir milyon kadar Müslüman yaşamaktadır. Bunların çoğunluğu terbiyeli, yasalara itaat eden, terörden uzak, demokratik yaşam tarzına uyum sağlamış, ılımlı insanlardır. Lakin çok az bir kesim vardır ki bunlar işte 'köktendinci' olarak adlandırdığımız insanlardır. Bunlar, çoğulculuğu ve hoşgörüyü esas alan Britanya toplumu içinde dinî iğrentiyi körüklemektedirler. [Selman Rüşdi'nin sözlerine benzerlik dikkat çekmiyor mu?]

İngiltere'de her hükümet, bir yasa çıkartacağı zaman özgürlükleri ve hoşgörüyü korumak için, toplumun bütün kesimleriyle istişarede bulunur idi. Ama artık böyle olmayacak! Oyunun kuralları değişti ve bizim buna hakkımız var! Bizi buna mecbur ettiler! İngiliz (Tony Blair) hükümetini kim buna mecbur etti? Elbette 'köktendinci' Müslümanlar! Zira bunlar, genç beyinleri, kendilerini bomba ile havaya uçuracak ve masum insanları öldürecek kadar etkilemektedirler! Blair, tedbir olarak adlandırdığı ama, fiili yansıması, belki de kara listeye alınan insanların bir sabah kafasına sıkılmış tek kurşunla ölü bulunmasına varıncaya kadar, bir dizi etkin önlemin sadece köktencilere karşı olacağını belirtmektedir. Bu köktencilerin "şekli ve iddia ettikleri din ne olursa olsun" fark etmediğini söylemekte fakat bunun ne kadar politik ve manipülatif bir dil olduğu çok açıktır. Çünkü ortada, başka bir dinden 'köktendinci' yoktur! Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinden beri bu böyle anlatılmaktadır, dünya kamuoyuna.

Blair, tedbirler cümlesinden olarak, dinî iğrentiyi teşvik eden, şiddete davetiye çıkartan kimseleri ülkeden çıkartacaklarını, din adamlarının da bu kapsama dahil olduklarını, bu tür din adamlarına hutbe vermeyi yasaklayacaklarını ve bu tür din adamlarının listesini çıkartacaklarını sözlerine eklemektedir.
Blair, Müslümanlar arasında ikilik doğurucu, Müslümanları birbirine düşman edici formülü nasıl da iyi tespit etmiş durumda. Diyor ki, (ılımlı) Müslümanlar, köktendincileri sevmediklerini, eylemlerinden (dolayısıyla onlardan) iğrenti duyduklarını, onların söz ve fiilleriyle Müslüman kuşakların saygınlığının nasıl da zedelendiğini ortaya koymalıdırlar! Yani İngiliz hükümetinin bu yeni siyasi ve sosyal baskı politikalarına maruz kalan Müslümanlar, "ya bizdensiniz ya da terörden yana!" ikilemi ile karşı karşıya kalacaklar ve bir tercih yapmak zorunluluğu duyacaklar.

Tony Blair bir başbakan olarak, tabi ki ülkesinin güvenliğini düşünecek, bu uğurda bir dizi değil, dizilerce önlemler de alacaktır. Buna bizim ha-riçten gazel okumamız söz konusu değildir. Ancak İngiliz başbakanının yazısında çok açık biçimde işlenen, kağıt üzerindeki demokrasi, hukuk dev-leti, özgürlükler, objektiflik gibi bütün parlak söylemleri bir anda yok eden bir bilinç yanıltması var. Başbakanın işlediği bilinç yanıltması şudur: Bir iyi Müslüman var, bir de kötü. İyi Müslüman, işte herkesin bildiği, birtakım günlük veya yıllık ibadetlerini yerine getiren veya getirmeyen ama inanan, adı sanı Müslüman, fakat demokratik, çağdaş yaşam biçimi denilen yaşam tarzına tamamen ayak uydurmuş, belirgin bir siyasi bilinci ve talebi olmayan kimselerdir. Kötü Müslüman ise, adını 'köktendinci' koyduğumuz, harcı âlem kalıplara sığmayan, İslam'ı, sıradan insanlar gibi anlamayan, siyasi talepleri olan, çağdaşlığa, batı medeniyetine itiraz eden, İslam'ın tevhid akidesini önceleyen kimselerdir. (Kuşkusuz batının 'köktendinci' tiplemesi homojen bir yapı değildir. Çok farklı 'köktendinci' eğilimler vardır, fakat onlar şimdilik bunun tefriki derdinde değiller). Sadece Tony Blair değil, bütün batılı siyasiler, batı medeniye-tine alternatif olan yegane güç, yegane sahih din olan İslam'ın yeniden dirilişini, hayata yeniden dönüşünü, yeniden bütün dünyaya müdahale etme tehdidi(!)ne soyunmuş olmasını asla hazme-dememektedirler. Daha doğrusu korkuları bundan, endişeleri bundandır. Müslümanları 'köktendinci', 'daldan dinci', 'uçtan dinci' filan gibi ka-tegorilere ayırmaları bu temel kaygıdan kaynaklanmaktadır.

Şimdi burada, Tony Blair'ın yazısıyla ilgili -bence- en can alıcı soruya gelmiş bulunuyoruz. Soru şudur: Blair ve onun gibiler, neden her türlü bombalama eylemini 'köktendinci' Müslümanlara fatura etmektedirler? 'Köktendinci' bütün Müslü-manlar gerçekten terör mü yapmaktadırlar? Şimdi bu sorunun cevabı kanaatimce şudur: Hayır, bir defa bütün 'köktendinci' Müslümanlar terörist değiller, terör yapmamaktadırlar, hatta birçok 'köktendinci' Müslüman grubun terörle hiçbir ilgisi olmadığı gibi, teröre de ilkesel olarak karşıdırlar. Fakat burada işte, 'terör' kavramının içine nasıl bir anlam yüklendiği çok önemlidir. Türkiye'de, 'terörle mücadele yasası'nı da hatırda tutarak söyleyecek olursak, son yıllarda ABD ve Avrupalı siyasilerin ve stratejistlerin söylemlerinden edindiğimiz fikre göre, putperest batı medeniyetini beğenmeyen, hele de alternatif olarak İslam'ı öne süren herkes teröristtir! Buna, şu anda karşılarına çıkmaları mümkün olsa, İsa Peygamber de, Muhammed Peygamber de dahil olacaktır! Onların da başına gelecek olan, derhal terörle mücadele yasası kapsamında yargılanmaktır!

Kısacası Blair'ın, "savaşım, kökten[din]cilere karşı"[dır] beyanını, "savaşım, İslam'ı İslam olarak anlayan herkesedir" şeklinde anlamak sağlıklı bir anlayıştır. Fakat bunu böyle anlamayan, Blair'dan çok Blair'cılar, Blair'ın kendilerini 'iyi Müslüman' kapsamında gördüğünü düşünmekte ve batılılar tarafından aklanmış olmanın verdiği kıvançla, 'köktendinci' Müslümanlara Blair'ca düşmanlık etmektedirler. Olsun, önemli değil. Bir Müslü-man eğer 'köktendinci' ise, düşman hanesine Blair'ın yanısıra birkaç da, adı Ahmed Mehmed olan birileri eklenmiş ne fark eder?…

Sonuç itibariyle Blair, 'terör' sorununun Müslü-man zihinlerdeki temel düşünce yapısıyla ilgili olduğunu düşünmekte ve köktendincileri bir şe-kilde susturmayı hedeflemektedir. Köktendinci Müslümanların susturulması, illa da onların bomba koydukları iddiasıyla bağlantılı değildir. Değil mi ki bu Müslümanlar Kur'an'ı, yeniden ferdin ve toplumun hayatına müdahale edecek bir biçimde okuyorlar? Değil mi ki bu Müslümanlar, İslam'ın bir dünya nizamı olduğunu çevrelerine yayıyorlar? İşte, mücadele edilmesi gereken esas 'terör' budur. Bu esnada Blair, geleneksel İslam'ı da olabildiğince destekleyecekleri sinyalini vermektedir. Hatırlanacağı üzere, Amerikan Rand şirketinin raporu da bu doğrultudaydı. Ilımlı İslam in, Kur'an İslam'ı out.

ABD: Diyanet Bize İmam Yetiştirsin!

Üçüncü örneğimiz, ABD'nin, kendilerine imam yetiştirme konusunda Diyanet'ten yardım istemiş olmasıdır.

Zaman gazetesi(7) ve Yeni Şafak'ta(8) rastladığım ha-bere göre, ABD Dışişleri bakanlığı müsteşar yar-dımcısı, Matt Bryza nâm bir bürokrat Ankara'da, Diyanet'ten, başkan yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Görmez'le görüşmüş. Gazetelerin haberine göre görüşmenin özü şu: ABD, 'Genişletilmiş Ortadoğu Projesi' (GOP) dahi-linde, Amerika ve Avrupa'da ılımlı İslam hedefine hizmet edecek 'Müslüman din adamları' ye-tiştirmek istiyor ve bu konuda Diyanet'i göreve davet ediyor. Bu işin ehlinin hakkını teslim ediyor ve mealen, "biz bu işi bilmeyiz", "sizin kadar tecrübeli değiliz, dolayısıyla sizin kadar başarılı olamayız" diyor. Aynen şöyle demiş, müsteşar yardımcısı:

"Biz ABD'liler nasıl imam yetiştirileceğini bilmi-yoruz; ama Diyanet İşleri Başkanlığı biliyor. Diyanet, bize ve Avrupa'ya yardımcı olabilir." ABD'li yetkili son derece mütevazi değil mi?! Nasıl da haddini bilen, kibar insanlar bunlar! Onu dinleyen bir Diyanet yetkilisinin, sırtının sıvazlandığını, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ne, tere yağından kıl çekmek misali angaje edildiğini fark etmesi kolay mı sanıyorsunuz?...

ABD'li yetkili, "harika bir kurum" olarak nitelediği Diyanet'ten Mehmet Görmez'le görüşmesinde, 'dinlerarası diyalog', 'dini çoğulculuk' ve 'aşırılığa karşı mücadele' gibi konular üzerinde durmuş ve Türkiye'nin, Müslüman ülkeler arasında laik-demokratik ülkelerin en başarılısı olduğuna dikkat çekmiş.(9) Müsteşar yardımcısı Matt Bryza, İn-giltere başbakanı'nın sözlerine atfen, sorunun, sadece 'terörist eylemler' olmadığını, "insanların kafa yapısı, aşırılık ve hoşgörüsüzlük olduğunu" dile getirmiş. Yukarıda 'terör' kavramını değerlendirirken demiştim, işte bakın, ABD'li yetkili, İngiliz başbakanı da referans göstererek tam da benim anlatmaya çalıştığım şeyi söylüyor. Yani diyor, bu tartışmaları biz her ne kadar Londra bombalamaları bağlamında gündeme getiriyorsak da, esas sorun bu değil. Esas sorun "insanların [yani Müslümanların] kafa yapısında"dır. Bu kafayı değiştirmek gerekiyor; gerek nûs ile, gerek tekdir ile ve gerekse kötekle!

İşte ABD'lilerin Diyanet yetkililerinden istediği şey, işin 'nûs' kısmıyla alakalıdır. Yani siz bize öyle imamlar yetiştirin, beraber yetiştirelim ki, bu imamlar halka, İslam'ın bir devlet talebinde bulunmadığı nasihatini versin. Bu imamlar şeytandan olduğu gibi siyasetten de Allah'a sığınsınlar! Bu imamlar sadece namaz kıldırsınlar, kandil gecelerini kutlasınlar, mehdiyi halkla birlikte beklesinler, abdestin ve teyemmümün faziletini anlatsınlar, seferîlikte namazın nasıl kılınacağını öğret-sinler, ama asla dini siyasete alet etmesinler!

Matt Bryza, "Türk hükümetinin ve toplumunun birçok başka özelliği gibi, aynı zamanda laik, demokrat ve Müslüman nüfusu var"(10) sözleriyle şunu demek istemiyor mu: Gerçekten siz bir hari-kasınız! Neden mi? halkınız 'Müslüman!' Devle-tiniz laik ve demokrat. Ve siz Diyanet olarak, laik-demokratik sistemle 'müslüman' halkın inanç-larını, değerlerini öyle bir uzlaştırıyorsunuz ki, buna şaşmamak elde değil! İşte amacımız, sizin bu tecrübenizden istifade etmek.

ABD Dışişleri yetkilisi ile görüşmeleri basında yer aldıktan sonra, yeniden bir açıklama yapma gereği duymuş olan Diyanet İşleri Başkan yardımcısı Mehmet Görmez, adı geçen yetkili ile bir saat görüştüklerini teyid ediyor, ancak bu görüşmenin ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ele aldığı Ortadoğu politikaları ile ilgisi olmadığını belirtiyor. Diyanet'in başka devletlerin uluslar arası politikaları ile bir ilgisi olmadığını kaydeden Görmez, Diyanet olarak hem Türkiye'de, hem de yurt dışında nitelikli din hizmetleri götürdüklerini söylüyor.(11) Görüldüğü gibi, başkan yardımcısı, haberin basına yansıyış şeklinden rahatsız olmuşa benzemektedir. Halbuki, ortada bir yanlış anlama yoktur. Tabi ki ABD'li yetkili, Diyanet temsilcisinin karşısına oturduğunda, "sizinle şu anda BOP çerçevesinde bir mesele konuşuyoruz; BOP'ta var mısınız, yok musunuz?" diyecek değildir. George Bush Ankara'ya, acemi bir diplomatı mı gönderdi sanıyorsunuz? M. Görmez, ABD'li yetkilinin, "Türkiye'nin yurt dışına gönderdiği din görevlilerinin çok iyi çalıştığını ifade edip, imamlarımızı nasıl yetiştirdiğimiz hakkında bilgi istediler. Biz de imamların eğitimleri konusunda nasıl bir yol izlendiğini izah ettik" demektedir. Zaten herkes de bunu böyle anlamaktadır…

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) (yeni adıyla Genişletilmiş Ortadoğu projesi), 'İslam ülkeleri' olarak adlandırılan bölgede, köklü sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel değişim ve dönüşümü amaçlayan, ABD başkanı Bush'un 2004 yılında ilan ettiği bir projedir.(12) Bu projenin işlerlik kazanmasında demektir ki imamlara da çok iş düşmektedir. İbrahim Karagül'ün şu cümlesi, Diyanet'in BOP'daki misyonu ile ilgili hem bir gerçeği ifade ediyor, hem de yakın geçmişi hatırlamamızı sağlıyor: "26 Şubat 2004 tarihinde Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu'nun ABD'de yaptığı görüşmeler, sivil toplum örgütlerinin yanı sıra Diyanet İşleri'nin de aslında projenin hiç de dışında olmadığını ortaya koyuyor."(13)

Yukarıda yer verildiği gibi, terör işin bahanesidir ve zaten gerek 11 Eylül olaylarının ve gerekse 7 Temmuz Londra patlamalarının sırf İslam'ı, mücadele edilmesi gereken yegane terör kaynağı olarak göstermek amacıyla yaptırılmış özel ope-rasyonlar olduğu, vicdanının sesini dinleyen herkesçe kabul edilebilir bir tespittir. Esas mesele İslam'ın dönüştürülmesidir. Amaç, oryantalist bakış açısıyla didiklenmiş, kendinden, kendi İslam anlayışından nefret eden, batılıların İslam yorumunu beğenen laik-demokratik bir İslam anlayışı oluşturmaktır.

ABD'li yetkili [tıpkı Tony Blair gibi, Selman Rüşdi gibi], ortada "yüzleşilmesi gereken ideolojik bir sorun bulunduğunu" söylüyor ve imamların eğitilmesini bu sorunun bir parçası olarak ortaya koyuyor. Peki bu "yüzleşilmesi gereken ideolojik" sorun nedir sizce? Bunu bilmemek için dünyadan tamamen bîhaber olmak gerekir. Bu sorun, İslam'ın dünya hayatına nizam veren, ahlaki, sosyal, siyasi hayatı düzenleyen bir din olduğu 'sorunu'dur. Evet bu, batılılar için ciddi bir sorundur. Sadece New York'un, Londra'nın, Bağdat'ın ya da Kabil'in değil, gerekirse uğruna bütün dünyanın yakılabileceği bir sorun…

Sonuç
Selman Rüşdi ve Tony Blair'ın yazısı ve ABD'nin Diyanet'ten yaptığı talep, belki ilk bakışta birbiriyle alaka kurulamaz üç ayrı 'şey' olarak dursa da, esasında birbiriyle hem de çok önemli bağlara sahiptir. Aslında şu anda dünya siyasetinde ve Türkiye'de (mesela PKK olayı da dahil), birbi- rinden tamamen bağımsız ve alakasız hemen he-men hiçbir gündem konusu yoktur.

İslam'a alternatif, mistik temaları yüksek, hurafelerin yeniden ambalajlanarak öne çıkartıldığı ve en önemlisi siyasi hiçbir talebi olmayan yeni bir din oluşturulması projesi elbette sürecektir. Bu yazının kapsam alanına giren konuda bir 'son dakika' haberini daha vererek bu yazıyı bitirelim: İslam Konferansı Örgütü 9-11 Eylül tarihlerinde Mek-ke'de 100 kadar aydın ve bilim adamını bir araya getirerek bir toplantı düzenleyecekmiş. (Belki de siz bu satırları okurken toplantı yapılıyor olacaktır). Toplantının gündem maddelerinden birinin de, "Ilımlı İslam öğretisinin bütün İslam toplumlarına yayılması" olduğunu sadece hatırlatmakla yetinelim…

Allah "Hak geldi, bâtıl zail oldu" buyurmaktadır. Fakat unutmamak gerekir ki, o 'hak' ancak bizim gelmemizle gelecektir. Hak'kın şahitleri, münte-sipleri, mensupları, bağlıları, bendeleri, hâdimleri biz olacağız. Yoksa 'hak' potansiyel olarak ve durduğu yerde zaten hak'tır ve güçlüdür, azizdir. Önemli olan, İslam reforme edilirken bizim 'hak'kın neresinde durduğumuzdur.



Dipnotlar
(1) Rüşdi Kavgaya Devam Ediyor, Radikal, 12.08.2005.
(2) Radikal, aynı yer.
(3) Matta İncili, 3.
(4) Selman Rüşdi, İslam'da Reform Lazım, Zaman, 09.08.2005.
(5) Rüşdi, Zaman, aynı yer.
(6) Tony Blaır, Savaşım Köktencilere Karşı, Zaman, 25.08.2005.
(7) ABD Diyanet'ten İmam Yetiştirmeyi Öğreniyor, Zaman, 26.08.2005.
(8) ABD Diyanet'in İmamlarına Talip, Yeni Şafak, 26.08.2005.
(9) Zaman, aynı yer.
(10) Yeni Şafak, aynı yer.
(11) Diyanet: BOP'ta Yokuz, Yeni Şafak, 29.08.2005.
(12) Yeni Şafak, 29.08.2005.
(13) İbrahim Karagül, Diyanet'in ABD Güvenlik Konseyi İle Ne İşi Olabilir?, Yeni Şafak,
30.08.2005
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Kardeşim Allah razı olsun çok iyi bir Mekale yazmış Mehmet Durmuş Kardeşimiz...Allah razı olsun...
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
10 senedir...ka. bilmem insanın yazdığı hatta üzerine romanlar yazdığı bir meselenin aynısını ben buldum gibi çıkmış yazmışşş...sanki bilmiyoduk bunları...komplo teorileriyle birbirinizi yiyip bitirin...zaten o kötü bu kötü ben hep iyiyim anlayışı islamı bu hale getirdi...fırkalaştıkça radikalleştikçe kaybetttik..

söyleyin bakalım...biz cemaat olgusunu bırakıp...o kötü bu kötü ben haklıyım...davasına başladığımızdan beri...müslümanlık ne kazandı ne kaybetti
 
M Çevrimdışı

mümkündür

Üye
İslam-TR Üyesi
10 senedir...ka. bilmem insanın yazdığı hatta üzerine romanlar yazdığı bir meselenin aynısını ben buldum gibi çıkmış yazmışşş...sanki bilmiyoduk bunları...komplo teorileriyle birbirinizi yiyip bitirin...zaten o kötü bu kötü ben hep iyiyim anlayışı islamı bu hale getirdi...fırkalaştıkça radikalleştikçe kaybetttik..

söyleyin bakalım...biz cemaat olgusunu bırakıp...o kötü bu kötü ben haklıyım...davasına başladığımızdan beri...müslümanlık ne kazandı ne kaybetti
sizde bakın yaptığınız yorumla bir fırka oluşturmuşsunuz.ve cemaat yanyana durmak değil,RABBANİ EYLEMLERLE DİRENÇ GÖSTERMEKTİR. Gelene ağam ,gidene paşam demek insanı birleştirsede İSLAMLAŞTIRMAZ ve islam kendisinden başka hertürlü yaşama biçimlerini ,ideolojileri tehdit eder,İSLAMDAN BAŞKA DİN OLMADIĞI İÇİN DİNLER ARASI DİYALOGÇULARIDA TEHDİD EDER... MÜSLÜMANLAR GERİLEYİNCE ACABA DÜNYA NELERİ KAYBETTİYE BAKMAK LAZIM.......TABİKİ ANLAYANA
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
sizde bakın yaptığınız yorumla bir fırka oluşturmuşsunuz.ve cemaat yanyana durmak değil,RABBANİ EYLEMLERLE DİRENÇ GÖSTERMEKTİR. Gelene ağam ,gidene paşam demek insanı birleştirsede İSLAMLAŞTIRMAZ ve islam kendisinden başka hertürlü yaşama biçimlerini ,ideolojileri tehdit eder,İSLAMDAN BAŞKA DİN OLMADIĞI İÇİN DİNLER ARASI DİYALOGÇULARIDA TEHDİD EDER... MÜSLÜMANLAR GERİLEYİNCE ACABA DÜNYA NELERİ KAYBETTİYE BAKMAK LAZIM.......TABİKİ ANLAYANA

müslümanlar ne zaman ilimle fenle uğraşmayı bıraktılar...ne zaman brbirleriyle didişmeye başladılar...kafirler bize galebe etti..biz ne zaman birbirmizle kavgaya tutuştuk...kafirler bize karşı birleşti...bize galebe etti...bakın şimdi müslüman alemine...filistin dibindeki müslüman devletlerine...birbiriyle kavga etmekten ...birbirleriyle didişmekten...filistini unuttular...hatta bazıları israilin duvarlarını tamamlamaya kalkışıyor...
eleştirirek bir yere varılsaydı...kavga etmekle bir yere varılsaydı...şu anda müslüman devletler dünyanın en gelişmiş ve en zengin devletleri olurdu...bakın bakalım şimdi nerelerde
 
M Çevrimdışı

mümkündür

Üye
İslam-TR Üyesi
müslümanlar ne zaman ilimle fenle uğraşmayı bıraktılar...ne zaman brbirleriyle didişmeye başladılar...kafirler bize galebe etti..biz ne zaman birbirmizle kavgaya tutuştuk...kafirler bize karşı birleşti...bize galebe etti...bakın şimdi müslüman alemine...filistin dibindeki müslüman devletlerine...birbiriyle kavga etmekten ...birbirleriyle didişmekten...filistini unuttular...hatta bazıları israilin duvarlarını tamamlamaya kalkışıyor...
eleştirirek bir yere varılsaydı...kavga etmekle bir yere varılsaydı...şu anda müslüman devletler dünyanın en gelişmiş ve en zengin devletleri olurdu...bakın bakalım şimdi nerelerde
Bilinçli müslümanlar hiç bir dönem birbirleri ile didişmemiştir.Aksine birbirlerine herdaim yardım etmişlerdir.Bu tabiki onların müslüman nasıl olunur,nasıl,yaşanır ve nasıl ölünüre kuran ve sahih sünnet ve hadislerle bilgiye dayalı AKLI VE DÜŞÜNCEYİ BÜTÜN BİLGİ KİRLİLİĞİNDEN KURTARMAKLA OLMUŞTUR.Onun dışında kalan sadece AKLI VE KENDİNİ MERKEZ ZANNEDİP KURANLADA kendi düşüncesine destek arayanlar HEP,FIRKA,GURUP,TARİKATLEŞMİŞLERDİR,ve kendilerini KURTULAN FIRKA İLAN ETMİŞLERDİR. Ama KURAN VE SAHİH SÜNNET VE HADİSLERLE ALLAHLI BİR DÜŞÜNCE Yİ YİNE KURAN VE SAHİH SÜNNET MERKEZLİ ARAŞTIRMA ,yapıp TEVİL VE TAKKİYEDEN UZAKDURAN VE KURANI YİNE kuranın istediği gibi gecenin bırkısmında kalkıp,şeytanın şerrinden Allah a sığınarak
TEFEKKÜR.TEDEBBÜR,TEZEKKÜR,ederek kuranın ayetlerini HİSSEDİP,AKLEDİP,TADİL ÜZERE,AZAR,AZAR ANLAMAYA ÇALIŞIP,FIKHEDENLER,her zaman kuran ve sahih hadisler üzerinde BİRLEŞMİŞLERDİR.
VE BU KURANDA BAHSEDEN KALBİ DERUNİLİKLE KURANI HİSSEDEREK KURANI ANLAMAYA VE YAŞAMAYA ÇALIŞANLARI TARİHİN HİÇ BİR DÖNEMİNDE EHLİ KIBLEYİ TEKFİR ETMEMİŞLERDİR.
Ama kuranı kuranın istediği gibi değilde kendi METODLARI İLE ANLAMAYA ÇALIŞANLAR HEM MÜSLÜMANLARI TEKFİR,HEMDE KENDİLERİNİ MÜSLÜMANLARDAN TECRİD ETMİŞLERDİR.

Bunuda müslümanlara MEKKEDEN ÖNCE ,MEDİNE VERİLDİĞİNDEN VE düşüncelerini,yani AKLI TEMİZLEMEDEN,PIRATİĞE ONUDA BİLİNÇSİZ İÇİ BOŞALTILMIŞ BİR KULLUK YAPTIRIMLARI İLE SUNMUŞLARDIR.

Ve böylece MÜSLÜMANLARI,RAHATÇILLIĞA ALIŞTIRIP ILIMLAŞTIRARAK
İslama ve müslümanlara ihanet etmişlerdir. Ben ve bu durumu anlatmaya çalışan her müslümanın fikirlerine ve cehdine SAÇMALIK DİYENLERE
GERÇEKTEN NEDİYECEĞİMİ BİLMEYİP SADECE RABBİM RAHMANDAN
HEM KENDİM İÇİN HEMDE DİĞER MÜSLÜMANLAR İÇİN RAHMETİNİ DİLİYORUM RABBİM KURANİ BİR BİLİNÇ VERSİN ,SAYGILAR....
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Ama kuranı kuranın istediği gibi değilde kendi METODLARI İLE ANLAMAYA ÇALIŞANLAR HEM MÜSLÜMANLARI TEKFİR,HEMDE KENDİLERİNİ MÜSLÜMANLARDAN TECRİD ETMİŞLERDİR.

bu sözünü biraz düşün...makaleyi iyi oku...makalenin amacını anla...sonra ne demek istediğini anla...ve makelenin nasıl bir düşüncede yazılıp...senin ne dediğine bak
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Soru : “Dinler arası Diyalog” tabiri dinen uygun mudur ? “Allah katında tek din İslam” (Ali İmran:19) değil midir ?

El-Cevab : İfade şayet “Hak dinler arası Diyalog” olsaydı , o zaman buna itiraz mümkün olabilir ve bu ifadenin dinen uygunsuzluğundan bahsedilebilinirdi.
Ancak , İslam Fıkhında “Dinler” denince , 3 şekilde bir tasnif söz konusu olmaktadır :
1-) Hak din ,semavi din (İslam)
2-) Aslı bozulmuş dinler (Hırsitiyanlık , Yahudilik gibi asılları semavi olmakla beraber günümüzda tahrif olmuş dinler)
3-) Batıl dinler (asılları itibariyle de semavi olmayan Budism , Mecusilik gibi dinler)
Dolaysıyla “Dinlerarası Diyalog” tabiri ile “Allah katında tek din İslamdir” Hakikatı birbiri ile çelişmemektedir. “Okullar arası yarışma” ifadesi ile nasıl ki okul mensubları arası bir yarış kastediliyor ise , aynen dinlerarası diyalog tabiri ile din müntesibleri arası bir diyalog kast dilmektedir. Hakdin İslam ile diğer dinler arası diyalog , hem Kur’anın hemde Efendimiz (SAV) min bir emri olduğu unutulmamalıdır.
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
SORU : Efendimiz (SAV) ‘min Ehl-i Kitaba muhalefeti emrettiği biliniyorken , Diyalogtan bahsetmek nasıl mümkün olabilmektedir ?
Soru sorma kriterleri noktasında ; bir kişi ile hem muhalif olma hemde diyalog kurabilmeye engel bir husus yok iken , sanki “muhalif” olarak diyalog kurulamayacağı anlatılmak isteniyorki , bu yanlıştır. Fikirlerini , inançlarını veya düşüncelerini beğenmediğiniz nice insanlar var ki, onlarla diyalog kurarak ve belki yanlış noktaları doğrulara kanalize etme zeminini oluşturmaya çalışmaktayız.
Hatta denebilir ki , muhalif olduklarınızla diyaloğu daha çok artırmalısınız ki , size muhalif olan yönlerini tadil ve tekmil edebilesiniz , yanlış veya sapık bir takım düşüncelerini revize edebilesiniz.
Efendimiz (SAV) nübüvvetin ilk dönemlerinde , vahye muhalif olmayan konularda müşriklere muhalefet ederek Ehl-i Kitaba muvafakatı (benzemeyi) prensib edinmiş ve Ehl-i Kitabın yaptığı gibi saçlarını alnına doğru serbest bırakmıştır.(1) Daha sonraki yıllarda , Ehl-i Kitabın kablarından (2) ve kestiklerinden yemeğe , onların kadınları ile evlenmeye (Maide:5) gereği ruhsat vermiştir. (3) Ehl-i Kitabın söylediği bir takım incitici sözlere (Ali-İmran:186) ve çekememezliklerinden ötürü yaptıkları nahoş muamelelere (Bakara:109) mukabele etmek yerine, af ve musamaha yolunu tercih etmiştir. (4)
Bununla birlikte giyim-kuşamda (5) , cenaze işlemlerinde (6) Ehl-i Kitaba muhalefet etmeyi öğütlediğ doğrudur. Hatta bu kapsamı sadece Ehl-i Kitabla sınırlı tutmamış , müşrikleride içine alarak : “Müşriklere muhalefet edin, sakallarınızı uzatın, bıyıklarınızı kesin” (7) demiştir.
Görüldüğü üzere Efendimiz (SAV) , Ehl-i Kitaba veya müşriklere benzeme noktasındaki fiil ve davranışlara muhalefet etmeyi önermesine mukabil , onlarla Diyalog kurmayı men etmemiştir: Habeş Meliki Hıristiyan Necaşiye Ashabını emanet etmesi , Medine’de Yahudi ve yerli müşriklerle Medine vesikası adı altında onlarıda “ümmet vasfında” zikretmesi , Hudeybiye Barış antlaşmasında müşrik Huzaa Kabilesi ile müttefik olması (8) gibi pek çok konuda Diyalog ve işbirliğide yapmıştır.
Acaba günümüzde Diyalog Hizmetlerini yapanlar , hangi konuda Ehl-i Kitaba benzemeye başladılar veya böyle bir tavır içine girdilerde , “Diyalog” eleştiri konusu ediliyor ? Şayet “muhalefet”i bahane ederek Diyalog yolları kapatılsaydı, Vatikan Dinlerarası Diyalog Sekreteri Prof.Dr.Thomas Michel (9) ile Vatikan Türkiye Temsilcisi Men.Marovitch’in (10) “Allah ‘üç’ değil ‘bir’dir” demeleri , acaba mümkün olabilirmiydi ?
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
SORU : Medya’da “nurcu papazlar” şeklindeki çıkan haberler , Diyalog faaliyetleri ile ilişkilendirilerek eleştirilmektedir. Konu ile ilgili düşüncelerinizi arz edermisiniz ?



El-CEVAB: “Sağır duymaz uydurur” kabilinden bu yaklaşımlar (1) iyi tetkik edildiğinde , bir süreliğine sizin yanınızda barınmış veya çalışmış insanların , ileriki hayatlarında başka dine mensub bir “din adamı“ olmayı tercih etmeleri , sanki sizin vesilenizle olmuş gibi lanse edilerek olay çarpıtılmaktadır.
Şayet bu iddia doğru olmuş olsaydı , belki bugün yüzbinlerce gencimiz “nurcu papaz” kategorisine terfi (!) etmiş olacaktı , lakin ne hikmetse (!) hadise 2-3 kişi ile sınırlı kalmış. İzninizle iddiaya muhatab bu kişileri kısaca bir tahlil edelim :
1-) Türk Dünyası Ankara Presbiteryen Kilisesi Başpastörü Yavuz Kapusuz :
Gençlik yıllarında ateist olan Kapusuz , olayın seyrini bakın nasıl anlatıyor : “1991’de Kırıkkale’de üniversite öğrencisi iken üç ay kadar bir öğrenci yurdunda kaldım. Ateisttim ve arayış içinde olduğum için sohbetlere katıldım. Kaldı ki bu sohbetler herkese açıktır, isteyen herkes gider, sonra da ayrılabilir. Nurculukla irtibatım bu kadar.”(Zaman Gazetesi , 01.04.2005 )
“Bu cemaatin mensupları gerçekten hoşgörülü insanlar, saygı gösteren insanlar. Onlar gibi düşünmeseniz bile size saygı gösteriyorlar. Sıkıntılı zamanlarımda da gerçekten büyük desteklerini gördüm, yardım ettiler. Ateist olduğumu bildikleri halde saygı gösteriyorlardı ve bundan etkilendim. Onların yurdunda kalmak istediğimde ‘Buyurun, kapımız herkese açık’ dediler ve aldılar. Bu tutumları beni çok etkilemişti, halen de değer veriyorum o cemaatin üyelerine. O zaman dinle bir yakınlaşmam oldu ve ilk kez Tanrı’ya inanmaya başladım. ‘Evet, böyle insanlar da varmış, demek ki herkes kötü değilmiş’ diye düşündüm.” (Tempo , 18 Mart 2005)
Görüldüğü üzere , ateistken barınma noktasında cemaat yurdunda kalan Kapusuz’a gösterilen ilgi ve alaka , herhalde onu ileride “papaz” olsun diye değil , kendi ifadesi ile Allah’a inanmasına ve içinde bulunduğu arayışa destek mahiyetinde olduğu aşikardır. Eğitimini yarıda kestiğinden dolayı 3 ay kaldığı yurt ile ilişkisini kesen Kapusuz , acaba nasıl “nurcu papaz” oluyor anlamış değiliz. Şayet 3 ayda “papaz” yapılabiliniyor idiyse , 3 yıl yurtta kalıp “papaz” olamayanlara ne demeli ?
2-) İstanbul Moda Presbiteryen Kilisesi Papazı Turgay Üçal :
13 Ekim 1982 ile 1 Mart 1984 tarihleri arasında (1.5 sene) Fatih Koleji’nde işçi statüsünde çalıştığı bilinen Üçal ‘ın bu çalışma sürecinde Fatih Kolejinde nasıl bir telkin alıp “nurcu papaz” olduğunu kendisi bile şaşırmış olacakki bu ithamların ‘art niyetli’ açıklamalar olduğuna dikkat çekerek, “Birileri politik çıkarlar için bunu kullanıyor.” diyor . (Zaman Gazetesi , 01.04.2005)
1979 yılında vaftiz olduğunuda bildiren Üçal’ın (Milliyet, 15 Aralık 2001) , Fatih Kolejinde çalışmadan 3 sene önce önce Hıristiyanlığı tercih ettiğini bildirmesine rağmen hala birilerinin Kolejde “nurcu“ olduktan sonra papazlaştığını iddia etmesi en hafif tabiri ile cehaletten öteye geçmiyor!
3-) Papaz Serkan Yüksek :
İddiaya göre , Aksiyon dergisinin internetteki 564. sayısında, Hatay kardeşliği haberinin altında , google reklamlarında bir misyonerlik sitesinin reklamı yayınlanmış. Aksiyon Dergisi Reklam Müdürü bu iddiayı yalanlamasına rağmen , biz bu reklamın sehven google tarafından yayınlandığını kabul edelim. Bahse konu internet sitesinin papazı olan Serkan Yüksek , kazara yayınlanan bu google reklamlarından dolayı birden “nurcu papaz” oluverdi !
Biri ateistken 3 ay yurtlarda kaldı diye , diğeri Hıristiyanken 1.5 sene çalıştı diye , bir diğeride google reklamlarında yayınlandığı iddia edilen misyonerlik sitesinin editörü diye “nurcu papaz” oluverdiler…
Bu “nurculuk” ne ilginç bir şeymiş , yanından geçeni bile “papaz” yapıveriyor….
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Soru:Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler" (Maide :44,45,47)ifadesi nasıl anlaşılmalıdır ?

Elmalı Hamdi Yazır ‘da olaya benzer bir yaklaşım sergiler :” Çünkü her kim Allah'ın indirdiği kitap ile hükmetmez, onun hakimiyetini tanımazsa, işte bunlar o kâfirlerdir” diyerek , Allah’ın hükümdarlığını tanımamaya vurgu yapmaktadır. (2) Tefsirinin devamında :” Küfürleri, ilâhî hükmü inkâr etmelerinden veya hakir görmelerinden; zulümleri, ölçüsü hak olan ilâhî hükmü atıp, başka hükümler ile hükmettiklerinden; fasıklıkları da hak hükümden çıktıklarından dolayıdır. Şu halde ya bu üç vasfın hepsi birliktedir veya her biri hükümden çekinmeye ilave olan bir hâle göre bağımsız sıfatlardandır.”(3) demektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki ; İman’da esas olan Allah’ın (C.C.) emir ve hükümlerini Kalben ve Lisanen “Tasdik“ tir. Amel diyeceğimiz hükümlerin uygulamalar ise , İmanı tahkikleştiren ve Allah’ın Rızasına vesile olan önemli bir rehberdir.
Evet, Allah’ın indirdiği Ahkam ve Nas’ları tasdik etmeyenler “kafirlerdir” , “zalimlerdir” , “fasıklardır”. Tasdik ettiği halde , elinde olmayan nedenlerle uygulama kısıtlılığı yaşanan hükümlerde iman açısından bir mesuliyet söz konusu değildir.
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Diyalog Karşıtlarının 'Kuran ve Sünnet'noktasındaki Çelişkileri

SORU (1)

'Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.'(Maide,51)

Ayeti Kerimesi acaba bütün Hristiyan ve Yahudilerimi kast etmektedir? Yoksa, zulüm eden, müslümanları ezmek isteyen Ehl-i Kitabı mı?


Bakınız Elmalı hamdi Yazır Tefsiri bu Ayeti kerime için ne diyor:

'Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz. Görülüyor ki 'Yahudiler ve hıristiyanlara dostlar olmayınız' buyurulmamış, 'Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz' buyurulmuştur. Çünkü 'Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez.' (Mümtehine, 60/ buyurulmuştur. Şu halde müminler yahudi ve hıristiyanlara iyilik etmekten,dostluk yapmaktan, onlara âmir olmaktan yasaklanmış ve men edilmiş değil, onları dost edinmekten, yardaklık etmekten yasaklanmışlardır.'

Şayet, sizin dediğiniz anlam çıksa idi, yani her hrsitiyan ve her yahudi ile

Sizin mantığınıza göre, ehl-i Kitab ile dost olmayın ama kızların alın mantığı ortaya çıkarki, bu mantık ile -yüzbin defa haşa- sanki Kuranı Kerim birbiri ile çelişiyor mantığı çıkarki, aslen çelişen Bu Ayetleri bir bütün olarak değerlendirmeyen

DİALOG KARŞITLARIDIR!
düşman olunması gerekse idi, o zaman, Kuranı Kerim neden Ehl-i Kitabtan kız alınmasına cevaz vermiş olurdu? (Maide,5) ve onların yemeklerinin yenmesini helal atfederdi? (Maide,5) .


SORU (2)

De ki: “Ey ehl-i kitap, sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler de edinmesin.” (Âl-i İmrân, 64)

Bu Ayeti Kerimede İfade edilen, Ehl-i Kitab ile düşman olun ve dost olmayın mı? Eğer Niyetimiz Tebliğ ise, o zaman dost olunmadan, güven telkin edinmden nasıl Tebliğ olacakki?

Diyalog olmadan Tebliğ nasıl olur? El-kol hareketleri ile mi, veya kaş-göz hareketleri ile mi?

Sizin iddia ettiğiniz üzere, Kuran-ı Kerim, tüm Yahudi ve tüm Hristiyanları Düşman telakki etmiş olsaydı, o zaman, -yüzbin defa haşa- Kuranı Kerim bir Ayetinde hepsi ile DÜŞMAN olun derken, bir AYETİ KERİMESİNDE, Diyalog kurun ve TEBLİĞ yapın demiş olacaktıki,
-haşa- çelişen bir Kuran izlenimi ortaya çıkardı, fakat aslen Kuran HAKTIR, ÇELİŞENLE İSE KURANI BİR BÜTÜN OLARAK DEĞERLENDİRMEYEN DİALOG KARŞITLARIDIR!


SORU (3)

“Zulmedenleri hariç, ehl-i kitap ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: “Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlah’ımız da sizin İlah’ınız da bir ve aynı İlah’tır ve biz O’na gönülden teslim olduk.” (Ankebut, 46)

Bu Ayeti Kerimede İfade edilen, Ehl-i Kitab ile düşman olun ve dost olmayın mıdır? Yoksa, EN GÜZEL BİR ŞEKİLDE MUAMELE EDİN VE ONLAR İLE AYNI KİTABA, AYNI İLAHA TAPTIĞIMIZ BELİRTEREK, bir tebliğ Stratejisi olarak, İSLAMI SEVDİRMEK Mİ?

Sizin iddia ettiğiniz üzere, Kuran-ı Kerim, tüm Yahudi ve tüm Hristiyanları Düşman telakki etmiş olsaydı, o zaman, -yüzbin defa haşa- Kuranı Kerim bir Ayetinde hepsi ile DÜŞMAN olun derken, bir AYETİ KERİMESİNDE, EN GÜZEL BİR ŞEKİLDE MUAMELE EDİN demiş olacaktıki,
-haşa- çelişen bir Kuran izlenimi ortaya çıkardı, fakat aslen Kuran HAKTIR, ÇELİŞENLER İSE KURANI BİR BÜTÜN OLARAK DEĞERLENDİRMEYEN DİALOG KARŞITLARIDIR!

SORU (4)

“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz.” (Mümtehine, 8,9,)


Bu Ayeti Kerimede İfade edilen, Ehl-i Küfür ile düşman olun ve dost olmayın mıdır? Yoksa, onlardan müminlerle savaşmayanlara İYİLİK YAPIP, ADİL DEAVRANMAK MIDIR? ve bu vesile ile İSLAMI TEMSİL etmekmidir?

Sizin iddia ettiğiniz üzere, Kuran-ı Kerim, tüm Kafir ve müşrikleri Düşman telakki etmiş olsaydı, o zaman, -yüzbin defa haşa- Kuranı Kerim bir Ayetinde hepsi ile DÜŞMAN olun derken, bir AYETİ KERİMESİNDE, İYİ ve ADİL DAVRANIN demiş olacaktıki,
-haşa- çelişen bir Kuran izlenimi ortaya çıkardı, fakat aslen Kuran HAKTIR, ÇELİŞENLER İSE KURANI BİR BÜTÜN OLARAK DEĞERLENDİRMEYEN DİALOG KARŞITLARIDIR!
SORU (5)

Efendimiz (SAV) vefat ettiğinde, bir yahudiden aldığı borçuna karşılık (ki bu borç yine İslam adına kullanılmış bir borçtur) rehin olarak Kalkanını vermiş, ve vefat ettiğinde Sahabe Efendilerimiz bu borcu ödeyip kalkanı geri almışlardır. Yani Efendimiz (SAV) bir yahudiden aldığı borca karşılık yahudileri dost mu edinmiştir? Hz.Ali (K.V.) bir dönem, bir yahudinin yanında emrinde para karşılığı işçi olarak çalıştığından dolayı, onu YAHUDİ DOSTU mu ilan edeceksiniz?

SORU (6)

Fatih Sultan Mehmet İstanbul fethinden sonra açılmalarına yardım ettiği kiliselerden dolayı onu Hristiyan dostu mu ilan edeceksiniz?

Soru (7)

Siyer Kitablarında Efendimiz (SAV) in Ebu Cehil (Ümmetimin deccalı dediği) kişiyi,tebliğ maksatlı 100 defayı aşkın ziyaret ettiği naklediliyor. Yani sizin mantığınıza göre Efendimiz (SAV) Ebu Cehil’i dost mu edinmiş oldu ki 100 defa ayağına gidip ziyaret etmiştir?

SORU (8)

Dialog çalışmalaı süreci içersinde, Biz İslami taraftan hiç: Hristiyanlık Hak Dindir, yahudilik Hak dindir diye bir ifade duydunuzmu? Biz diyoruzki, herkesi konumunda kabul edelim! Dileyen dilediği inanca sahib olsun. Ayrıca, şu an dünyada bir terörsit bir dinmiş gibi algılanan İslamın doğru yüzünü hrsitiyan ve yahudi ruhanilerine gösterelim! Bunda sizi rahatsız eden ne tür bir sakınca var?

SORU (9)
Şamın Valisi Ebu Ubeyde bin Cerrah, Şamı terk etmek zorunda kalıdığı Bizans istilasına karşın, kendi raiyetindeki papazları çağırmış, onlardan geçici bir süre Şamı terk etmek zorunda kalacakları için, onlardan aldığı vergiyi iade etmiş, ve papazlar üzülerek kiliselerine dönmüş tekrar Müslümanların raiyetine girmek için kendi halkları ile beraber dua etmişlerdir. Yani,gerek Efendimiz (SAV) gereksede Sahabe Efendilerimiz (R.A) her dönemde özellikle Ehl-i Kitab ‘a İrşad ve Tebliğ yapmış ve örnek olmuşlardır.

SORU (10)

Siyer Kitablarında Efendimiz (SAV) in Ebu Cehil (Ümmetimin deccalı dediği) kişiyi,tebliğ maksatlı 100 defayı aşkın ziyaret ettiği naklediliyor. Yani sizin mantığınıza göre Efendimiz (SAV) Ebu Cehil’i dost mu edinmiş oldu ki 100 defa ayağına gidip ziyaret etmiştir?

SORU (11)

Kuranı Kerim, hristiyan papazlara, kardinallere veya hahamlara İslamı tebliğ etmeyin mi diyor?

SORU (12)

Peygamber Efendimiz(SAV) , bir yahudi alimi olan Abdullah ibni Selem ile dialog kurup, onunla tanışmasa ve görüşmese idi, acaba Sahabe olma şerefine erişebilirmiydi?

SORU (13)

Peygamberimiz’in Hicret’ten önce ilk ilgi duyduğu ve Müslümanların hicret etmelerini arzu ettiği Hıristiyan ülke, Habeşistan olmuştur. Allah Resûlü, Mekke müşriklerinin amansız işkenceleri ve tazyikleri karşısında Mekkeli Müslümanların Habeşistan’a hicretlerini arzu etmiş ve bu hislerini şu ifadelerle belirtmiştir: “İsterseniz ve elinizden gelirse, Habeşistan’a iltica ediniz. Zira orada hüküm süren kralın topraklarında kimseye zulüm edilmez. Orası doğru ve emin bir yerdir, Allah âsân edinceye kadar orada kalın”

SORU (14)

2004 yılı Mevlüt Kandili kutlamaları AB nin Merkezi olan Brükselin en büyük Kilisesinde İsevi ruhanilerce (papaz ve kardinaller dahilinde) Peygamber Efendimizin (SAV) doğum günü kutlanmış ve bunu Dinler arası Dialog çatısı altında yapıldı. Bu tarihte bir ilk idi, peygamberliğini kabul etmedikleri Peygamberimiz (SAV) ruhaniyeti karşısında onun doğum gününü kutlanması.Bugün hürmet eden, yarın sizce iman etmezmi? Bundan daha iyi tebliğ mi olur?

SORU (15)

Dialog süreci ile Türkiye’deki Papaz ve hahamlara İslam dininin bir vecibesi olan Oruçu tanıtma gayesi ile İftar yemekleri verildi, hatta bazı papazların saygı gereği olsa gerek Ramazan ayında oruç tuttuklarını beyan etmeleri, hergün cevşen ve yasin okudukları beyan etmiş olmaları (Kardinal Men.Marovitch - Vatikanın Türkiye temsilcisi) , İslam camiyası adına sevindirici değilmidir?



SORU (16)

İnsanlığın İftihar Tablosu (sas) , Rabb’inden aldığı terbiye ile Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi demeden hemen her insana değer vermiştir. Allah Resûlü (sas) , bir gün yoldan bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkar. O esnada yanında bulunan bir sahabi, “Ya Resûlallah, o Yahudi’dir.” der. Nebiler Serveri (sas) hiç tavrını bozmadan ve yüz çizgilerini değiştirmeden, zamana “dur ve beni dinle” dedirtecek şu cevabı verir: “Ama bir insan! ” (Müslim, Cenâiz 78, 81)

Şayet, tüm yahudi ve ehl-i Kitaba düşmanca tavır takınılması istenseydi, acaba Efendimiz (SAV) böyle davranırmıydı?

Soru (17)

Kuran-ı Kerim, zekat verilecek 8 zümreden, bir tanesini, müellefe-i kulûb (kalbleri İslâm'a ısındırılacaklar) demektedir (Tevbe,60) . Siyer Kitablarında, Efendimiz (SAV) in Uyeyne b. Hısn, Akra' b. Hâbis ve Abbas b. Mirdas gibili azılı Kafirlere bu Ayeti Kerime gereği zekat dağıttığını naklediyorlar. Resulullah, bunların şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini, kendi kabilelerinden İslâm'a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemek, ve İslama ısındırmak için Kafirlere Zekat veriyor, onlar ile bir nevi DİYALOG kuruyor ve İslam ısındırmaya çalışıp, TEBLİĞ yapıyordu.

Şimdi, şayet Kuranda sizlerin delil olrak sunduğunuz, KAFİRLERE KARŞI SERT ve onları Dost edinmeyin, mealindeki Ayeti Kerimeler ile, her kafire düşman olma, hiçbirine TEBLİĞ YAPMAMA, gibi bir anlam çıksa idi, o zaman -haşa- Kuran-ı Kerimi çelişkili bir KİTAB olarak göstermiş olurdunuzki, -yüzbindefa haşa- çelişen Kuran değil, çelişen Kuran-ı bir bütün olrak görmeyen DAŞLOG KARŞITLArıdır

SORU (18)

İnsanlığın İftihar Tablosu (sas) , Rabb’inden aldığı terbiye ile Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi demeden hemen her insana değer vermiştir. Allah Resûlü (sas) , bir gün yoldan bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkar. O esnada yanında bulunan bir sahabi, “Ya Resûlallah, o Yahudi’dir.” der. Nebiler Serveri (sas) hiç tavrını bozmadan ve yüz çizgilerini değiştirmeden, zamana “dur ve beni dinle” dedirtecek şu cevabı verir: “Ama bir insan! ” (Müslim, Cenâiz 78, 81)

SORU (19)

Peygamber Efendimiz (sas) , Allah Resûlü sıfatıyla tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke’de bazı Hıristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta, kendisine vahiy gelmeye başladığı ilk günlerinde Hz. Hatice’yi ve Peygamber Efendimiz’i teselli eden Varaka b. Nevfel de İncil’in el yazmalarına sahip olan bir Hıristiyan’dı. (Buhârî, Bedu’l-Vahy 3)

Allah Resûlü’nün (sas) Mekke’de Ehl-i Kitab’a mensup kölelerle, hatta demircilik yapan Hıristiyan biriyle yakın dostluklar kurduğunu ve bu insanlara karşı oldukça olumlu yaklaştığını görmekteyiz.

SORU (20)

İslâmiyet’in beşiği olan Mekke’de daha başlangıçtan itibaren Allah Resûlü’nün (sas) , Hıristiyanlarla münasebeti, dostâne hudutlar içinde başlamıştı. Henüz risâletten üç yıl gibi kısa bir zaman sonra, Bizans’ın İran’a mağlubiyeti, Mekke’de Müslümanları üzmüştü. Çünkü Ehl-i Kitap olan Bizans, Mecûsî İran’a mağlup olmamalıydı. Nitekim Yüce Allah da kitap ehli Rumların galip geleceği tesellisini bildiren vahyini göndermişti (Rûm, 1-5) .

SORU (21)

Medine devrinde Hıristiyan münasebetlerinde bir artış görülmektedir. Allah Resûlü (sas) Medine’de komşu kabilelerle anlaşmalar yapmış ve Hıristiyan reislerinden Mısır Mukavkısı’na, Heraklius’e, Zağatur piskoposuna, Kayser’e ve diğer birtakım hükümdarlar ile yöneticilere mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etmiştir. Kur’ân’ın mesajını sadece kitap ehlinden olanlara ulaştırmakla kalmamış aynı zamanda, bir Mecusi olan Fars Kralı Kisra’yı da İslâm’a davet etmek için bir mektup göndermiştir.

Peygamberimiz’in yazdığı mektuplarda veya Necranlılarla bizzat karşılaşmada Hıristiyanlığa karşı tavrı, onların yanlış itikatlarını bizzat kendilerine duyurmak ve Hakk olan inancın tebliğini yapmaktır. Ama her şeye rağmen zorlama yoktur. O’nun (sas) , Necranlıları, Mescid-i Nebevî’ye alması, onlara ibadet izni vermesi, kendi dinlerinde kalmak üzere antlaşma isteklerini kabul etmesi, sadece İslâm’ın genel dinî tutumu içindeki müsamaha ruhu ile izah edilebilir

SORU (22)

Peygamber Efendimiz, muhacir Mekkeli Müslümanlarla yerli Arap ve Yahudiler arasında, karşılıklı hak ve vazifeleri tanzim edecek teşebbüslerde bulunma ihtiyacını duydu. Adliye, eğitim, maliye, askerlik gibi sahalarda toplumu teşkilatlandırmak gerekiyordu. İşte bu zaruretledir ki, Peygamberimiz, Medine ileri gelenlerini toplayıp şehir devleti nizamnamesi vücuda getirmiştir. Zamanımıza kadar ulaşan bu yazılı metin, aynı zamanda, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk anayasa olarak kabul edilir. Günümüzde ne Lahey ve Strasbourg, ne de Helsinki İnsan Hakları Sözleşmeleri, Allah Resûlü’nün 14 asır önce ortaya koyduğu bu hukukî ve insanî esaslar seviyesine ulaşmıştır. Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikanın pek çok yerinde Yahudiler ele alınmakta, Medineli ve muhacir Müslümanların onlarla oluşturdukları birliğe ümmet ismi verilmekte; mesela, 25. maddesinde, Yahudilere ve bunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmış olduğu ifade edilmektedir. Çeşitli ırk ve inançta kimselerin bir idare altında birleşebileceklerinin en güzel örneklerinden birisini işbu Medine şehir devleti teşkil ediyor olsa gerektir

SORU (23)

Peygamber Efendimiz, Yahudilerin Medine’deki ilim ve adliye merkezi durumunda olan Beytu’l- Midrâs’larına kadar gitmiş, onlara, “Ey Yahudi toplumu! İslâm olun, selamet bulursunuz.” demiştir. (Buhari, İ’tisâm 1 Yahudiler bu teklife kulaklarını tıkadılar ama hiçbir zorlamayla da karşılaşmadılar

SORU (24)

Peygamberimiz, 630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine’ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine şu talimatı vermektedir: “Bir Yahudi veya bir Hıristiyan, Müslüman oldukları takdirde, müminlerden olurlar (onlarla hukuken eşittirler) . Kim Yahudiliğinde veya Hıristiyanlığında kalmak istiyorsa, ona müdahale edilemez.”

SORU (25)

Bu inanç hürriyeti, sadece manevi sahada kalmadı, hukukî sahada da geçerli oldu. İslâm idaresinde yaşayan, Yahudi, Hıristiyan vs. çeşitli toplumların kendi hukuklarını uygulama hürriyetleri Kur’ân-ı Kerim’in garantisi altında idi. Gayrimüslim cemaatler bazen bunun dışına çıkıyor, kendi aralarındaki ihtilafı Peygamberimiz’e çözümletmek cihetine de gidebiliyorlardı. Bu durumda hâkimlik yapıp yapmaması, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimiz’in arzusuna bırakılmış, şayet hüküm vermek isterse, adaletten ayrılmaması, Allah’ın kendisine inzal ettiği ile hükümde bulunması emredilmiştir. (Mâide, 42, 48, 49)
 
laylay Çevrimdışı

laylay

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
"Amentüde ittifakımız" kimlerle var ?

Soru: “Amentüde ittifakımız var” cümlesi Ehl-i Sünnet anlayışına ters değil midir?



El-Cevab: Bahse konu 'Amnetüde ittifakımız var' ifadesini, muhterem Ahmet Şahin Hocamız, 17.04.2000 tarihli Zaman Gazetesindeki Köşe yazısında şu şekilde beyan etmişti:

” Zaten dikkatlice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır. Çünkü Allah'ın gönderdiği kitapların hemen hepsinde tekrarlanan amentüdür: Allah birdir. Peygamberler haktır. Melekler vardır. Kitaplar gönderilmiştir. Ahiret vardır. Ölen insanlar bir gün dirilecek, yaptıkları iyiliklerin mükafatını, kötülüklerin de mücazatını göreceklerdir.

Bu temel noktalar bir amentüden başkası değildir ve biz ehl-i kitapla bu amentüde müttefikiz. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz amentüyü öne geçirmiyor da ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. “

Aslında bu yazısında ki gayet makul ve doğru tesbitlere rağmen, Bardağın sürekli boş kısmını görmeye alışmış bazı Yazarların yanlış anlaşılmalarını bertaraf etmek için, değerli Hocamız yine Zaman Gazetesinde 15.03.2005 tarihli Köşe yazısında konuyu daha net bir şekilde açmıştır:

“Bakara Suresi ayet 4’te, müminler tarif edilirken, “Hem Kur’an’a, hem de Kur’an’dan önceki İlahi kitaplara iman ederler.” diye tarif ediliyor.

Bu sebeple biz müminler de hem Kur’an’a, hem de Kur’an’dan önceki İlahi kitaplara iman ediyor, onları tebliğ eden tüm peygamberleri de tasdik ediyoruz. Çünkü o peygamberlerin tebliğ ettikleri kitaplarda tüm insanlığın değişmeyen doğruları vardır. Bu değişmeyen doğrular: “Allah’a iman, peygamberlere iman, meleklere iman, öldükten sonra tekrar dirilerek ahirette hesap vermeye iman.” Bunlar semavi kitapların ittifak ettikleri bir bakıma amentüleridir....

Bizler de bu amentüde müttefikiz. “Ehli kitapla Amentüde ittifakımız var.” derken de bu değişmeyen doğruları saymıştım geçmişteki bir yazımda. Çünkü biz de Allah’a, peygamberlere, meleklere, ahirete iman ediyoruz. Yani ehli kitapla bu değişmez doğrularda ittifak ediyoruz. Ancak ehli kitabın bazılarının bu doğruları tarif ve tavsif ederken yanlışa düştüklerini de görüyor, Allah’a babalık, peygambere de oğulluk ve krallık sıfatını isnat etmeleri gibi yanılgılarına da şahit oluyoruz. Onlardan bazılarının bu gibi yanlış tarif ve tavsiflerinin doğrusunu anlatma görevi de yine bize düşüyor. Uzaktan seyirci kalma yerine yaklaşıp kendi doğrularımızı anlatma imkanı aramamız icap ediyor. Bunun için de diyaloğa, konuşmaya ihtiyaç oluyor. Zaten atasözünde, “İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar, hayvanlar da vuruşa vuruşa uzaklaşırlar.” deniyor. Bizler konuşa konuşa anlatmayı tercih ediyoruz, vuruşa vuruşa uzaklaşmayı hizmet telakki etmiyoruz. “Siz konuşa konuşa bir şey anlatamazsınız! ” diyenlere de “Siz de konuşmaya konuşmaya bir şey anlatın öyle ise...” diyerek kendi mantıklarıyla baş başa bırakıyor,”
SONUÇ:
Muhterem Ahmet Şahin Hocamız,

1-) Hz.Adem’den günümüze gelen tüm peygamber ve Kitablara İman noktasında Ehl-i Kitab ile Amnetüde bir birlikteliğe vurgu yapmaktadır, ki bu Kur’anın bir emridir!

2-) Bu İttifakın, günümüz Tahrif olmuş Hz.İsa (AS) mı Allah’ın oğlu kabul eden Hıristiyanlık veya yine tahrif olmuş yahudilik ile değil, Asılları ile olduğunu beyan etmiştir! Dolaysıyla bundada itiraz edilecek bir husus yoktur!

3-) Ayrıca, Amentüde İttifakımız olduğunu beyan ederken, bu hususu vesile yapıp, Allah’ın sıfatlarında yanlışa düşen Ehl-i Kitab ile bir konuşma zemini oluşturduklarını ve bunu başardıklarını yazının devamında görmekteyiz.

Tüm bu açık ve nezih yaklaşımlara rağmen, “Amnetüde ittifakımız var “ ifadedesinden sanki günümüz tahrif uğramış Ehl-i Kitab ile bir ittifak şeklinde anlamak, en hafif tabiri ile Anlayış Kıtlığı ile telif etmek mümkün olabilir!
 
M Çevrimdışı

mümkündür

Üye
İslam-TR Üyesi
DİALOG KARŞITLARIDIR!
düşman olunması gerekse idi, o zaman, Kuranı Kerim neden Ehl-i Kitabtan kız alınmasına cevaz vermiş olurdu? (Maide,5) ve onların yemeklerinin yenmesini helal atfederdi? (Maide,5).alıntı.
EHLİ KİTAP KİMDİR BAŞTA ONA BAKMAK LAZIM.....
cevab.kurana parçacı yaklaşmayın.bakara 221.
İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan kadınlarla evlenmeyin. Allah’a ortak koşan kadın hoşunuza gitse de, mü’min bir cariye Allah’a ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan erkeklerle, kadınlarınızı evlendirmeyin. Allah’a ortak koşan hür erkek hoşunuza gitse de, iman eden bir köle, Allah’a ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle, cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, insanlara âyetlerini açıklar ki, öğüt alıp düşünsünler.

EHLİ KİTAP KİMDİR VE NASIL EHLİ KİTAP DURUMUNA DÜŞÜLMÜŞ KURANDAN BAKALIM.....



GELENEKSEL DİNDARLARA YAKLAŞIM[ehli katap]

Hak ile batılın birbirine karıştırıldığı cahili bir toplumca yaşadığımız açık bir gerçektir. Bu toplumdaki büyük çoğunluk, kendilerini İslam'a ve Kur'an-i Kerim'e nisbet ederek müslüman olduklarını iddia eden insanlardır. “İslam bizim dinimiz, Kur’an bizim Kitab'ımız” diyen bu kitlenin, söz konusu iddialarını dinleyip, yaşantılarını gözlemlediğimiz zaman tabi ki şaşırıyoruz!. Çünkü biliyor ve iman ediyoruz ki, İslam böyle bir din ve Kur'an-ı Kerim'in emrettiği yaşam, böyle bir yaşam değildir!.
Peki bu iddiada bulunan insanların durumu nedir? Bu sorunun cevabını bulabilmek, “İslam bizim dinimiz, Kur’an bizim Kitab'ımız” diyerek kendilerini semavi bir dine nisbet eden bu insanları İlahi vahye göre tanıyabilmek ve ben değilim. Onları Ehl-i Kitab'a ben benzetmiyorum. Onlar kendileri, bizzat kendileri Ehl-i Kitab'a benzernişler. Çünkü Ehl-i Kitab'ın içine düştüğü yanlışlıkların, Ehl-i Kitab'ın içine düştüğü yanılgıların, Ehl-i Kitab'ın içine düştüğü sapıklıkların, benzer versiyonlarla “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de bulunduğuna şahit oluyorum.
Yahudiler ve hıristiyanlar, kendilerine verilen semavi kitabları sayfa ve satırlarda tahrif ederlerken; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de benzer tahrifat sayfa ve satırlarda değil, bu İlahi Kitab'a yaklaşım ve yaşama düzleminde yapılmıştır.
Yahudiler ve hıristiyanlar, peygamberlerini ilahlaştırıp, din adamlannı Rab telakki ederlerken; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de, Efendimiz (s.a.v.)'in sözleri (İlahi vahiy gibi telakki edilerek) ilahlaştırılıp, hocalar ve şeyhler Rab ittihaz edilmiştir.
Yahudiler ve hıristiy anlar, Allah'a verdikleri söz ve ahitlerden nasıl dönmüşlerse; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de Allah'a verilen söz ve ahitlerden dönülmüştür.
Yahudiler ve hıristiyanlar, dinle ilgili kelime ve kavramları nasıl tahrif etmişlerse; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de dinle ilgili birçok kavram tahrif edilmiştir.
Yahudilerin ve hıristiyanlann din adamları, az bir paha karşılığında Allah'ın ayetlerini nasıl gizlemişlerse; “Biz müslümanız” diyen bu kitlenin birçok din adamları da, az bir paha karşılığında Allah'ın ayetlerini gizlemişlerdir.
Yahudiler ve hıristiyanlar, Allah'a ve Allah'ın dinine nasıl iftiralarda bulunmuşlarsa; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de benzer iftiralarda bulunulmuştur.
Yahudiler ve hıristiyanlar, nasıl ki din adına küfür geleneğine, zan ve bidatlere uymuşiarsa; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de din adına birçok zan ve bidatlere uyulmuştur.
Yahudiler ve hıristiyanlar, nasıl ki dinde haddi aşmışlar, dinlerini bir alay ve oyun konuşu edinmişlerse; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de hadler aşılmış, din alay ve oyun konusu edinilmiştir.
Yahudiler ve hıristiyanlar, nasıl ki tağuta inanmışlar ve küfredenlerle dostluklar kurmuşlarsa; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de tağuta inşnılıp, küfredenlerle dostluklar kurulmuştur.
Yahudiler ve hıristiyanlar, nasıl ki günahta ve haram yiyicilikte birbirleriyle yarışmışlarsa; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de günah ve haram yiyicilikte birbirleriyle yarışılmıştır.
Yahudiler ve hıristiyanlar, nasıl ki fırkalaşarak birbirlerine düşman olmuşlarsa; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de fırkalaşarak birbirlerine düşman olunulmuştur.
Şimdi sormak istiyorum.,
“Sen müslümanları nasıl Ehl-i Kitab'a benzetirsin?” diyenlere apaçık bir şekilde sormak istiyorum. Kur'an-ı Kerim'den yüzlerce ayetle, günümüz yaşantısından binlerce örnekle delillendirebileceğimiz bu tanımlamaya göre biz mi onları Ehl-i Kitab'a benzetiyoruz, yoksa onlar mı Ehl-i Kitab'a benzemişlerdir?
Evet onlar, ne yazık ki “Biz de müslümanız” diyen bu şaşkınlar Ehl-i Kitab'a benzemişlerdir. Bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek Kiîab'ın tarihi yanılgılarını tekrarlayan bu insanlar, Kur'an-ı Kerim ifadesiyle birer Ehl-i Kitab durumuna düşmüştendir.
Peki bizlerin, biz müsiümanlann, Ehl-i Kitab'a benzeyen bu kitleye yaklaşımları nasıl olacaktır? Kur'an-ı Kerim bizleri bu konuda nasıl tavira, nasıl bir yaklaşıma davet etmektedir?
Kur'an-ı Kerimin Ehl-i Kitab'a yaklaşımdaki en önemli incelik, Ehl-i Kitab ifadesiyle geniş bir kitle kastediimesine rağmen bu kitlenin genel bir tanıma ve genef bir yargıya dahi! edilmemesi, “Onların arasında şöyle, şöyle kimseler vardır” şeklindeki İlahi hitaplarla bu kitlenen değişik zümrelere ayrılması ve bu zümrelere farklı yaklaşılmasının Altın: ç-zerek tekrarlamak istediğim bu incelik, yaşadığımız coğrafyadaki Ehl-i Kitab kitlesine doğru yaklaşımlarda bulunmak isteyen müslümanların mutlaka ve mutlaka dikkate almaiarı gereken bir inceliktir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in Ehl-i Kitab'a yönelik bu Kur’an-ı Kerim'in azapla müjdelediği bu kimseler, bazı dini gerçeklere vakıf olan ve bu gerçekleri gizleyen kimselerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde bu kimseleri belirtmek için “Kendilerine Kitab verilenler” ifadesi yerine “Kendilerine Kitab'tan bir pay (bir nasip) verilenler” ifadesi kullanılmaktadır.
Kendilerine Kitab'tan bir pay verilenleri görmedin mi? Onlar, tağuta ve cibt'e inanıyorlar ve diğer küfredenler için: “Bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır” diyorlar.
İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiçbir yardımcı bulamazsın.
Günümüz toplumunda da kendilerini Kur'an'a nis-bet etmelerine rağmen bu Kur’an'dan habersiz kitleler olduğu gibi; kendilerine bu Kur’an'dan bir pay, bir nasip verilen hocalar, üstadlar, akedemisyenler de bulunmaktadır. İşte kendilerine Kur'an'dan bir pay, bir nasip verilmesine rağmen üç-beş kuruş dünya menfaati ya da tağut korkusu gibi batıl nedenlerle bildikleri bu hakkı gizleyen, bu hakkı değiştirmeye çalışan kimseler, yukarıdaki ayet-i kerimelerle karşı karşıya gelen ve azapla müjdelenen kimselerdir.
Peki, kendilerini semavi bir dine, semavi bir Kitab'a nisbet eden kitlenin içindeki böylesi kimselere azap vaadeden Rabbimiz, aynı kitle içersinde bulunmasına rağmen salih yönelişlerde bulunan kimselere nasıl yaklaşmaktadır? Çünkü hepimizin bildiği gibi bu geniş kitlenin içersinde böylesi bel'amlar bulunduğu gibi Allah'a ve ahiret gününe iman eden, büyüklük taslamayan, emanete ve verdikleri söze sadakat gösteren, din adına ne biliyorsa onu yaşamaya çalışan, bildikleri kadarıyla iyiliği emredip-kötülükten sakındırmaya gayret eden, Allah ve ahiret korkusuyla hasenatta bulunan, samimî bir huşuyla namazlarını kılan kimseler de bulunmaktadır.
İşte bunlara, geleneksel bir din anlayışı içindeki bu dindarlara şanı yüce Rabbimizin yaklaşımı nedir ve bu geleneksel dindarlara bizlerin nasıl yaklaşması gerekmektedir?
Bu önemli sorunun bizle ilgili bölümünü cevaplandırmadan önce, Rahman olan Rabbimizin bu zümreyi nasıl tanımladığını ve bunlara nasıl yaklaştığını aşağıdaki ayet-i kerimeler ışığında anlamaya çalışmalıyız.
“Onların tümü bir değildin Kitab Ehli'nden ayakta (namaza) duran bir ümmet (grup) vardır ki gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.”,“Bunlar, Allah o ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar, İşte bunlar salih olanlardandır.”,“Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir.” [1]
“Gerçek şu ki, iman edenler ile yahudiler, sabiiler ve hıristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanıp, salih amellerde bulunanlara korku yoktur, onlar mahzun da olacak değildirler.” [2]
Düşünülmesi gereken ayet-i kerimelerdir bunlar!.
Tevhid dininin sahibi olan, tevhidi önemseyen ve önceleyen Rabbimiz, birçok tevhidi gerçekten bihaber olmalarına rağmen Allah'a ve ahiret gününe iman ederek, salih amellerde bulunan kimselere rahmetle yaklaşmaktadır. Çünkü birçok tevhidi gerçek, tebliğe muhtaç gerçekler olmasına rağmen; Allah'a iman meselesi, tebliğe muhtaç bir mesele olmadığı gibi, dünya insanlarının genel olarak bildiği ahirete iman meselesi de, bu insanlar için tebliğe muhtaç bir mesele değildir. Dolayısıyla tahrif edilmiş semavi bir dinde bulunmalarına rağmen bu dinin bozulmamış doğruları olan gerçeklere sarılan yani “Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunan kimselere” rahmetle yaklaşılmaktadır.
Günümüzdeki bazı kardeşlerimiz bu yaklaşımın aksine tevhidi gerçeklerin bilinmesi ve iman edilmesi şartını da ileri sürmekte, Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyi tek başına bir değer olarak kabul etmemektedirler. Nitekim böyle bir yaklaşımdan hareket ederek bu geleneksel dindarları tekfir ettikleri gibi “Allah'a ve ahiret gününe iman etmeme rağmen tevhidi gerçeklerle karşılaşmadan önce ben de müslüman değildim” diyerek, kendi geçmişlerini de tekfir etmektedirler. Oysa Kur'an-ı yaklaşım böyle değildir.
“Bu (Kur'an)dan önce, kendilerine Kitab verdiklerimiz buna inanmaktadırlar.”,“Onlara okunmakta olduğu zaman: “Biz ona inandık, gerçekten o, Rabbimizden olan bir haktır, şüphesiz biz bundan önce de müslümanlar idik” derler.”,“İşte onlar; sabretmeleri dolayısıyle ecirleri iki defa verilir ve onlar kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” [3]
Ayet-i kerimede yer alan “Biz bundan önce de müslümanlar idik” iddiası, dikkat edilirse Rabbimizin tekzip ettiği değil, “Ecirleri iki defa verilir” buyurarak tasdik ettiği bir iddiadır. Daha açık bir ifadeyle din adına bildiği doğrulara iman eden, bu doğruları yaşamaya çalışan kimseler, Rabbimiz nezdinde bu bildiklerinden sorumlu olmakta ve bildikleri bu doğrulara yönelik iman ve teslimiyetlerine göre değerlendirilmektedir.
Peki, bütün bu gerçekleri dikkate alması gereken bizlerin, bizlerin ne yapması gerekmektedir? Bu gerçeklerden hareketle “Ben Allah'a ve ahiret gününe inanıyorum” diyen herkesi müslüman görmek, müslüman kabul etmek durumunda mıyız?
Hayır, elbetteki hayır!.
Şimdiye kadar yazdıklarımıza tekfire eğilimli bazı kardeşlerimiz karşı çıkarlarken, bu “Hayır” cevabımıza da tasdiğe eğilimli kimseler karşı çıkacaklardır. Çünkü yukarıda zikrettiğim benzer ayet-i kerimelerden hareket ederek Allah'a ve ahiret gününe iman ettiklerini söyleyen herkesin müslümanhğını tasdik eden bu kimseler, bana “Bu ayet-i kerimeleri görmüyor musun? Yoksa görmemezlikten mi geliyorsun?” diyeceklerdir.
Allah'a hamdolsun ki görüyorum!.
Gördüğüm ve gözardı etmeden gündeme getirdiğim bu ayet-i kerimelerde, şanı yüce Rabbimizin “Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanlara” rahmetle yaklaşacağı beyan edilmektedir. Elbetteki bu İlahi gerçeğe iman ediyor, elbetteki bu İlahi gerçeği tasdik ediyorum.
Ancak büyük bir önemle belirtmek isterim ki, ayet-i kerimelerde beyan edilen bu müjdeli duruma kimlerin girip-girmediği; kişilerin hem amelleriyle ve hem de bu kişilerin din adına neleri bildiği, hangi gerçeklerle karşılaştığı, hangilerini tasdik, hangilerini tekzip ettiği ile, yani bu kişilerin iç dünyalarıyla, kalbi durumlarıyla, kalbi yaklaşımlarıyla ilgili bir hadisedir.
Ve ben bir beşerim, beşer olmam hasebiyle, iç dünyaların ve kalbi durumların mutlaka dikkate alınması gereken hususlarda hüküm vermeyi, kalblere vakıf olan Allah'a bırakıyorum. Zaten ayet-i kerimelerde beyan edilen gerçekler de, bu insanların bizlerin değil, Rabbimiz katındaki durumlarını beyan eden gerçeklerdir. Bu gerçeklerin bizle ilgisi ve ilişkilerimize yansıma şekli ise Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanlardan gördüğümüz böylesi geleneksel dindarların, ayet-i kerimelerde beyan edilen müjdenin kapsamına girebileceklerini dikkate alarak onları tekfir etmememiz ve onların salih amellerine değer vermemizdir.
Hüsnüzanna dayalı olan bu yaklaşımımızı daha ileri götürerek onların müslüman olduğuna hükmetmemiz ya da müslüman olduklarına şahadet etmemiz ise Kur'an-ı Kerim'deki müslüman tanımını dikkate almakla yükümlü olan bizler için mümkün değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in bizlere tarif ve tafsil ettiği bir müslüman tanımı vardır. Kelime-i tevhidin esas alındığı bu tanım, Kur'an-ı Kerim'le mükellef olan bizlerin mutlaka ve mutlaka dikkate alması gereken bir tanımdır. Daha açık bir ifadeyle bizlerin herhangi bir insana “Sen müslümansın” diyebilme yetkimiz, Kur'an-ı Kerim'deki bu tevhidi tanımın içinde, bu tevhidi tanımın sınırları dahilinde verilen bir yetkidir.
Bu nedenledir ki “Ben Allah'a ve ahiret gününe inanıyorum” diyen herkesi müslüman görebilmemiz, müslüman kabul edebilmemiz bir yana; kelime-i tevhidden bihaber olmasına rağmen “Ben Allah'a ve ahiret gününe inanıyorum” deyip beş tane cami yaptıran, bin tane fakiri doyuran ve gözyaşıyla namaz kılan bir kimseyi bile (ki bu kimse Rabbimiz katında bizlerden çok daha değerli de olabilir) “Müslüman” olarak sıfatlandırabilmemiz mümkün değildir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi bizlerin böyle bir yetkisi yoktur.
Kur'an-ı Kerim'in bizlere vazettiği müslüman tanımının dışına çıkarak o insana “Müslüman” sıfatını vermekten Allah'a sığındığımız gibi, “O insan Rabbimizin nezdinde müslüman değildir” demekten de Allah'a sığınırız. Çünkü kişilerin hem amelleriyle ve hem de iç dünyalarıyla, kalbi durumlarıyla ilgili olan bu mesele, sadece ve sadece Rabbimizin hükme bağlayacağı bir meseledir. Bizlerin bu kimseler hakkındaki temenni ve duaları, elbetteki hayr ve rahmet içerikli olacaktır. Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanlardan gördüğümüz bu kimseler, inşallahu Teala Rabbimizin rahmetle yaklaşacağını beyan ettiği kimselerdendir.
Evet, bütün bunları dikkate alarak kendilerini semavi bir dine ve İlahi bir Kitab'a nisbet ederek “Biz müslümanız” diyen kimselerin bu iddialarını tasdik veya tekzip etme telaşına kapılmadan, insani düzlemde muhatab aldığımız bu kimseleri, söz konusu iddialarını tasdik edebileceğim aydınlık bir düzleme davet etmemiz gerekmektedir. Böyle bir davetin sağlıklı ve sürekli bir zemine oturabilmesi ise bu insanlara sabırla ve insafla yaklaşmamıza bağlıdır. Birçok tevhidi gerçekle karşılaşmadıkları için önemli yanılgılara düşen insanları müşrik olarak tanımladıktan sonra “Müşriklerin kıldıkları namazın, tuttukları orucun hiçbir faydası yoktur” diyerek o insanların uzun yıllara dayalı amellerini bir çırpıda silivermek, bu ilişkileri başlamadan bitirecektir.
Müşriklerin kıldığı namazın, tuttuğu orucun elbetteki faydası yoktur. Kur'an-ı Kerim'in beyan ettiği bu gerçek, her müşrik için geçerli olan bir gerçektir. Bizler birçok kitab çalışmamızda bu gerçeği gündeme getirmemize ve bu gerçekle insanları sakındırmak istememize rağmen bu gerçekten hareketle kendilerini İslam'a nisbet eden böyle bir kitleyi hiçbir zaman genel olarak tekfir etmedik. Hiç kuşkusuz ki bu kitlenin içinde müşrik ve kafir olan kimseler vardır. Fakat böylesi kimselerin yanısıra birçok tevhidi gerçekten bihaber olmalarına rağmen din adına bildikleri bazı doğrulara iman eden ve bu doğrular istikametinde salih amellerde bulunmaya çalışanlar da vardır. Zaten bu başlıkta anlatmaya çalıştığımız Kur'an-ı yaklaşım da, bu insanların farklı statülerde değerlendirilmesi yani Allah'a ve ahiret gününe iman ederek salih amellerde bulunan kimselerin tekfir edilmemesi gerektiği değil midir? Kur'an-ı Kerim'in tahlile dayalı bu yaklaşımını gözardı ederek Ehl-i Kitab'ın genel itikadını dikkate aldığımız zaman, Ehl-i Kitab içindeki herkesi tekfir etmemiz ve bu kitle içersindeki hiç kimsenin salih amellerine değer vermememiz gerekir. Oysa biliyoruz ki Kur'an-ı Kerim, Ehl-i Kitab içindeki bazı insanların Allah'a ve ahiret gününe inanıp, salih amellerde bulunmalarını dikkate almakta ve bu insanların söz konusu amellerine değer vermektedir. Dolayısıyla bizlerin de meseleye bu dikkatle yaklaşmamız ve Rabbimizin kabul edebHeceai salih amelleri daha itidalli, daha insaflı değerlendirmemiz gerekir.
Daha açık bir ifadeyle, muhatap aldığımız.insanların Allah'a ve ahiret gününe iman etmelerini takdirle karşılayarak, bu imana tevhidi bir bakış, tevhidi bîr içerik kazandırmaya çalışmalıyız.
Allah'a ve ahiret gününe iman eden insanların salih amellerini, salih davranışlarını önemseyerek, bu amel ve davranışlara yine tevhidi bir berraklık, tevhidi bir anlam kazandırmalıyız. Çünkü İslam'ı ve İslam'ın öncelikli kaynağı Kur'an-ı Kerim'i esas alarak sabır, sebat ve merhametle sürdürmemiz gereken vahdet ilişkileri, insanları kazanmayı esas alan böylesi rahmetli ilişkilerdir.
Bu ilişkilerdeki öncelikli hedefimiz, tekfire yönelerek cehennemliklerin değil, tebliğe yönelerek cennetliklerin sayısını fazlalaştırmaktır. Dolayısıyla insanların güzel ve hak olma iddiaları varsa, bizlere düşen görev bu iddiaların boş ve yalan iddialar olduğunu ortaya çıkarmak değil, yumuşak bir üslupla insanları bu iddialarının gereğini yapmaya davet etmektir. Çünkü önemsenmesi ve öncelenmesi gereken husus, kötülüğün isbat edilmesi değil, iyiliğe teşvik ite iyiliğin ortaya çıkarılmasıdır.
Rahmeti esas alan bu ilişkilerdeki davetimizin odak noktasını ise hiç kuşkusuz ki Kur'an-ı Kerim oluşturacaktır. Çünkü din adına bildiklerini yaşamaya çalışan bu insanlara, bilmedikleri İlahi gerçekleri anlatmakla mükellefiz. Dolayısıyla en açık ve en öncelikli görevimiz.
Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunan ve kendilerini Kur'an-ı Kerim'e nisbet ederek “Kur’an bizim Kitab'ımızdır” diyen bu gibi geleneksel dindarlara iyilik ve güzellikle yaklaşıp, onları bu güzel iddialarına, yani kendilerini nisbet ettikleri Kur'an-ı Kerim'e davet etmek olacaktır.
.

1.aliimran,113,115---2.maide.69---3.kassas,52,54[insandergisiyayınları.m.alagaş]

not.el cevab dediğiniz kimin cevablarıdır yazarsanız.onlarada tek tek cevab vermeye çalışacam inşaallah.
 
Üst Ana Sayfa Alt