İslam’ı Ilımlılaştırmanın Seyir Defteri
Mehmed Durmuş
Giriş
Dünya ve onun bir parçası olarak Türkiye kamuoyu çok çeşitli ve çok hızlı olaylara tanıklık ediyor. Fakat hemen belirtelim ki bu hızlı gelişen gündemde Müslümanların payı neredeyse, ağustos sıcağında bir gölgeye oturmuş, elindeki bir yaprakla yüzüne konan sinekleri ancak savabilen bir 'acûze'nin durumundan öte gitmiyor.
Hızlı gelişen bu gündemde neler var? Aslında gündemde, alavere-dalavere misali, en nihayet, İslam'ın değiştirilmesi, dönüştürülmesi, ılımlılaş-tırılması, her türlü putperestlik için 'tehdit' olmaktan çıkartılması projeleri var. Takdir edersiniz ki, 'İslam'sız bir dünya, haydutlar tarafından daha kolay yönetilmektedir.
Ben bu yazıda, iki yazı ve bir girişim çerçevesinde, sözünü ettiğim, İslam'ın değiştirilmesi, dönüştü-rülmesi ve ılımlılaştırılması projesiyle ilgili seyir defterine dikkatlerinizi çekmeye çalışacağım.
Selman Rüşdi, Cihadcı İslam ve İslam'da Reform ya da, Selman Rüşdi İslam'ın Nesi Gelir?!
Gündemimizin birinci maddesi, Hint asıllı İngiliz vatandaşı Selman Rüşdi'nin İslam'da reform yapılmasını talep ve tavzif edici yazısı. Yukarıda değin-diğim, gündemin çok hızlı geliştiği görüşüme belki bir katkısı olur: şu anki genç kuşak için Selman Rüşdi adı hemen hemen hiçbir anlam ifade etmemektedir. Selman Rüşdi, Peygamber efendi-mize sövgüler ve küfürler yağdıran bir kitap yaz-dıktan sonra, İmam Humeynî'nin, onu öldüreni ödüllendireceği fetvasını vermesiyle yıllarca, adeta yaşayan bir ölü haline gelmiş, imi-timi kalma-mıştı. Tabi o zamanlar henüz 'Üsame' adı gündemde yoktu ve zannediyorum o günlerde de biz-deki bazı postmodern mollalar, "en iyi Humeynî ölü Humeyni'dir", ya da "Humeynî'den nefret ediyorum" diyorlardı fakat bunu şimdi Üsame için söyledikleri kadar aleni söyleyemiyorlardı.
Neyse…
Şimdi gel zaman, git zaman, aradan geçti epey bir zaman, köprülerin altından epeyce sular aktı ve dendiğine göre Selman Rüşdi, yeni yazdığı 'Soytarı Shalimar' (Shalimar The Clown) adlı romanını Eylül ayında piyasaya sürecek. (1) Rüş-di'nin, 'aşırılığı', 'İslamcı terörizmi' işlediği bu kitabıyla eski mesleğine yeniden dönmüş olduğunu görü-yor ve Müslümanlara, ağzı aldığı kadar sövgüler düzdüğünü tahmin ediyoruz. Tabi, Rüşdi'nin küfürlerine karşı fetva verecek bir Humeyni yoksa [ki Mahmud Ahmedi Necat'ın, Selman Rüşdi adını -yaş haddinden değil ama, stratejik olarak- unutanlardan olduğu endişesini taşıyorum…], bazı yaratıkların çıkardığı seslere karşılık, kervanın yine de yürüyeceğini hatırlatan ünlü özdeyişi anımsar, yolumuza devam edebiliriz; bu çok dert değil. Ama önemli olan, Selman Rüşdi'nin, "İslam'da reform olsun!" arzusu ve bu arzuya 'içerden' eşlik eden tanıdık seslerin varlığı…
Amerikan The Times dergisine yaptığı açıklamalarda Selman Rüşdi, "İslam'ın, yaşadığımız modern çağa göre yeniden yorumlanması, reformasyona gidilmesi" ve "cihat ideolojisiyle mücadele edilmesi gerektiğini" savunmuş. Diyecek-siniz ki, 'cihad ideolojisinden' çok çekmiş biri olarak, Rüşdi'nin böyle bir talepte bulunmaya hakkı yok mu? Elhak var… Tabi ki, bu onun görevi… Benim esas dikkat çekmek istediğim şey, onun bu talepleriyle, bizden gibi görünen, Müslüman olduğunu iddia edenlerin söylem ve taleplerindeki inanılmaz benzerlik… Müslüman olduklarını iddia edenlerin Rüşdi'yle bu ahbap-çavuş ilişkilerinin nereden kaynaklandığı…
Selman Rüşdi, "cihadcı ideolojiyle mücadele" kabilinden, "Kur'an'ın mutlak doğru bir metin olarak değil, tarihi bir belge olarak okunabileceğini" dile getiriyormuş.(2) İşin doğrusu bu 'dile getirmeler' bize hiç de yabancı gelmiyor. Biz bu tınıları yeni duymuyoruz. Türkiye'de, Selman Rüşdi'yi, yokluğunda birileri aratmadı ve aynen onun söylediklerini söylediler yıllarca. İşin esasına bakılırsa, İslam'ın reforme edilmesi projesi yeni, sekiz-on yıllık bir proje değildir. Bu, Cumhuriyet'le yaşıt bir projedir ve bu proje "ivmez, ihmal gelmez" düsturunca işletilmeye devam etmektedir. Bu proje, sahiplerinin istediği gibi gitmeyebilir (ve de kesinlikle gitmeyecektir, Allah'ın izni ile), bu aksaklıkları da zaman olur, Selman Rüşdi gibi, 'Şeytan Ayetleri'nin yazarı dile getirir, zaman olur, bir 'İlahiyatçı din uzmanı' dile getirir, zaman olur, diyalogcu bir cemaat lideri dile getirir. Tabi ki, bu cemaat lideri, kitlelere hükmeden 'büyük' bir din baronu ise, ona da, intihar eden koyunlar misali, sessizliği ve kafalarını yere eğmeleriyle ünlü kuzuları ürkütmemek için, doğrudan doğruya "Dinde reform lazım!" dedirtilmez de, mesela, cihadcı islam'ın, radikal İslam'ın v.b. İslam'ın 'drahşan yüzünü'(?) kirlettiği gibi spotlar söyletilir. İslam'ın ne şekilde olursa olsun (hiçbir şekilde) adam öldürmeyi tasvip etmediği söyletilir.
Muharref İncil'de, -başka bir bağlamda da olsa- "Zaten balta da ağaçların kökü dibinde duruyor" diye bir söz bulunmaktadır.(3) Ağaçlar herhalde en çok, sapı kendisinden olan bir aletin kendilerini kesmesine içerliyorlardır değil mi?!
Selman Rüşdi, The Washington Post'ta yayınlanan, oradan da ZAMAN'ın iktibas ettiği, "İslam'da Reform Lazım" başlıklı yazısında, bu yukarıda değindiğimiz, son on yılda gına getirildiğimiz, birçok din baronunun tellallığını yaptığı fikirleri dile getirmekte ve yazının başlığından da kolayca anlaşılacağı üzere, İslam'ın reforme edilmesi ge-rektiğini ileri sürmektedir.(4) Rüşdi'nin dediklerini özetlemeye çalışalım.
Rüşdi, Geleneksel İslam'ın çok geniş bir alanı kapsadığını; "bünyesinde milyonlarca hoşgörülü, uygar erkek ve kadını barındırdığı gibi, kadın haklarını kabul etmeyen, eşcinselliğin günah oldu-ğunu savunan, gerçek ifade özgürlüğüne hayat hakkı tanımayan, sürekli anti-Semitik fikirler öne süren ve içinde yaşadığı Hıristiyan, Hindu, inançsız veya Yahudi kültürleriyle birçok bakımdan sürtüşen unsurları da içerdiğini" ileri sürmektedir. Fakat diyor Rüşdi, geleneğin ötesine geçmeli, "yani İslam'ın temel bağlamlarını modern çağa uyduracak bir reform hareketi; sadece cihatçı ideolojilere değil, gelenekçilerin köhne, boğucu öğretilerine de karşı koyacak, içeriye taze hava dolması için pencereleri açacak bir Müslüman reformu başlatma"lı!(5) Nasıl? ABD'nin işgal politikalarına ve İslam'ı dönüştürme projelerine koşulsuz destek veren 'geleneksel' cemaat önderleri, işleri bittiği anda batılılar tarafından, kendi, çok güvendikleri din anlayışlarının bir çırpıda "köhne, boğucu" gibi sıfatlarla çöpe atılacağını görmekte midirler? Tabi ki şu an görmüyorlar, ama bir gün belki…
Dikkat edilecek husus nedir? Rüşdi'nin reform önerisi, "İslam'ın temel bağlamlarını modern çağa uyduracak bir reform hareketi"ni oluşturmaktır. İşte 'ılımlı İslam' ya ada 'Amerikancı İslam' denilen proje budur.
Rüşdi, 'Müslüman dünyanın' hükümetlerinden ve cemaat önderlerinden oldukça memnun:
"Hükümetlerin ve Müslüman dünyadaki cemaat liderlerinin ağırlıklarını bu fikirden yana koyduklarını görmek hayırlı bir gelişme olacaktır; zira bu tür bir reform hareketinin yaratılması ve sürdürülmesi, her şeyden önce, sonuçları bir nesil sonra hissedilebilecek yeni bir eğitimsel devinim gerektirecek; yanı sıra bugünün Müslüman düşüncesine musallat olan mutlak söylemleri ve dar dogmaları yerinden eden yeni bir bilimsel yaklaşımı kaçınılmaz kılacak." Rüşdi'nin bu cümlesindeki 'hükümetler'den biri, şu anda Türkiye'de iş başındadır ve ılımlı İslam projesine gerek fikrî planda ve gerekse siyasi alanda kusursuz hizmet vermektedir. Cemaat önderlerini ise aslında herkes çok iyi bilmektedir. Bir adres göstermek gerekirse, son yıllarda adı bilhassa diyalog ve hoşgörü kelimeleri ile özdeşleşen bir cemaat önderi, Selman Rüşdi'nin kastettiği hedefe en iyi hizmeti sunmaktadır. Bu açıdan, aralarında büyük bir hedef birliği gözlenmektedir.
Rüşdi'nin tespitleri çok yerinde. Son on yıllardır yürütülen ılımlı İslam projesi şu anda büyük oranda netice vermiş durumda. Dediği gibi, bir nesil sonra bu neticenin daha da şeytanî boyutlara ulaşacağını, sağlam bütün idrakler görmektedir. Müslümanların, Selman Rüşdi ve içeriden yoldaş-ları tarafından mıncıklanmamış kutsalları kalmadı. Fakat tabi ki, şeytanın hilelerinin zayıf olduğunu, mü'minlerin mevlasının Allah olduğunu bilerek ve kendi uğrunda mücadele edenlere Allah'ın yardımının çok muazzam olacağının farkında olarak ve buna iman ederek söylüyorum. Bu demektir ki, Selman Rüşdi'lerin projeleri ürün vermeye başlamışsa da, Allah'ı velî edinmiş mü'minlerden gayret beklenmektedir. Onların başarı-larının garantörü Allah'dır.
Selman Rüşdi'nin ılımlı İslam projesinde Müslü-manlara yönelik en Şeytanî işlem, onları, yer-yüzünün yegane sahih Kitabı Kur'an hakkında kuşkuya düşürmektir. Diyor ki Rüşdi, "Kur’an metninin Tanrı'nın mutlak sözü olduğu konusundaki ısrar, analitik, akademik söylemi imkânsız-laştırdı. Tanrı yedinci asır Arabistanı'nın sosyo-ekonomik koşullarından hiç etkilenmiş olamaz mıydı? Peygamber'in kişisel koşullarının Mesaj'ın üzerinde hiçbir etkisi olamaz mıydı?" Yani demek istiyor ki, Kur'an Allah'ın mutlak sözü olarak ka-bul edilmemeli, Allah'ın, 7. asır Arabistanı'nın koşullarından etkilendiği, dolayısıyla konjonktürel hükümler indirdiği kabul edilmeli. Böylece, İslam'ın reforme edilmesi kolaylaşır! Bir örnek vermek gerekirse, kadının örtünmesi, 7. asır Arabis-tanı'nda bir vesileyle gerekiyormuş demek ki, Tanrı bu vesileden etkilenmiş ve kadınlara "örtünün!" demiş. Ama artık 21. yüzyılda böyle bir örtüye gerek yok! (tanrı bugün o vesilelerden etki-lenmiyor, etkileniyorsa da bizim haberimiz yok!).
İşte şu sözlerinde Rüşdi bu yorumunu daha açık yapıyor: "Yedinci asırda yapılan yasalar, nihayetinde 21. yüzyılın ihtiyaçlarına göre yorumlanabilirdi. İslam reformu işte bu noktadan başlamalı; bütün fikirlerin, kutsal olanların bile, değişen gerçekliklere uyarlanması gerektiği kabul edilmeli."
Rüşdi, İslam'ın Hıristiyanlığa dönüştürülmesini arzu etmektedir. Onun bildiği tanrı, Kur'an'ı inzal eden âlemlerin Rabbi Allah değildir. Fakat Rüşdi gibi düşünenler, onun kafasındaki tanrı ile, Kur'an'ın Allahı'nı nasıl telif ediyorlar?
Son söz olarak Rüşdi, "Açık fikirli" ve "hoşgörülü" olmamız gerektiğini, "bombacıların 'esaslı meydan okumasıyla' ancak böyle başa çıkılabileceğini" salıklıyor.
Gördüğümüz gibi, bu 'hoşgörü' her türlü nâ-mertliğe deva.
Tony Blair'ın yazısı
İngiltere başbakanı Tony Blair, Londra'da Arapça yayınlanan eş-Şarkul Evsat gazetesine verdiği ve oradan Zaman gazetesinin iktibas ettiği yazısında(6) özet olarak şöyle diyor: Londra'daki bombalama eylemlerini 'köktendinci'lerin yaptığı kesindir! (Elbette bu köktendinciler 'Müslüman' kökten-dincilerdir, kafamız karışmasın!). İngil-tere'de, bir milyon kadar Müslüman yaşamaktadır. Bunların çoğunluğu terbiyeli, yasalara itaat eden, terörden uzak, demokratik yaşam tarzına uyum sağlamış, ılımlı insanlardır. Lakin çok az bir kesim vardır ki bunlar işte 'köktendinci' olarak adlandırdığımız insanlardır. Bunlar, çoğulculuğu ve hoşgörüyü esas alan Britanya toplumu içinde dinî iğrentiyi körüklemektedirler. [Selman Rüşdi'nin sözlerine benzerlik dikkat çekmiyor mu?]
İngiltere'de her hükümet, bir yasa çıkartacağı zaman özgürlükleri ve hoşgörüyü korumak için, toplumun bütün kesimleriyle istişarede bulunur idi. Ama artık böyle olmayacak! Oyunun kuralları değişti ve bizim buna hakkımız var! Bizi buna mecbur ettiler! İngiliz (Tony Blair) hükümetini kim buna mecbur etti? Elbette 'köktendinci' Müslümanlar! Zira bunlar, genç beyinleri, kendilerini bomba ile havaya uçuracak ve masum insanları öldürecek kadar etkilemektedirler! Blair, tedbir olarak adlandırdığı ama, fiili yansıması, belki de kara listeye alınan insanların bir sabah kafasına sıkılmış tek kurşunla ölü bulunmasına varıncaya kadar, bir dizi etkin önlemin sadece köktencilere karşı olacağını belirtmektedir. Bu köktencilerin "şekli ve iddia ettikleri din ne olursa olsun" fark etmediğini söylemekte fakat bunun ne kadar politik ve manipülatif bir dil olduğu çok açıktır. Çünkü ortada, başka bir dinden 'köktendinci' yoktur! Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinden beri bu böyle anlatılmaktadır, dünya kamuoyuna.
Blair, tedbirler cümlesinden olarak, dinî iğrentiyi teşvik eden, şiddete davetiye çıkartan kimseleri ülkeden çıkartacaklarını, din adamlarının da bu kapsama dahil olduklarını, bu tür din adamlarına hutbe vermeyi yasaklayacaklarını ve bu tür din adamlarının listesini çıkartacaklarını sözlerine eklemektedir.
Blair, Müslümanlar arasında ikilik doğurucu, Müslümanları birbirine düşman edici formülü nasıl da iyi tespit etmiş durumda. Diyor ki, (ılımlı) Müslümanlar, köktendincileri sevmediklerini, eylemlerinden (dolayısıyla onlardan) iğrenti duyduklarını, onların söz ve fiilleriyle Müslüman kuşakların saygınlığının nasıl da zedelendiğini ortaya koymalıdırlar! Yani İngiliz hükümetinin bu yeni siyasi ve sosyal baskı politikalarına maruz kalan Müslümanlar, "ya bizdensiniz ya da terörden yana!" ikilemi ile karşı karşıya kalacaklar ve bir tercih yapmak zorunluluğu duyacaklar.
Tony Blair bir başbakan olarak, tabi ki ülkesinin güvenliğini düşünecek, bu uğurda bir dizi değil, dizilerce önlemler de alacaktır. Buna bizim ha-riçten gazel okumamız söz konusu değildir. Ancak İngiliz başbakanının yazısında çok açık biçimde işlenen, kağıt üzerindeki demokrasi, hukuk dev-leti, özgürlükler, objektiflik gibi bütün parlak söylemleri bir anda yok eden bir bilinç yanıltması var. Başbakanın işlediği bilinç yanıltması şudur: Bir iyi Müslüman var, bir de kötü. İyi Müslüman, işte herkesin bildiği, birtakım günlük veya yıllık ibadetlerini yerine getiren veya getirmeyen ama inanan, adı sanı Müslüman, fakat demokratik, çağdaş yaşam biçimi denilen yaşam tarzına tamamen ayak uydurmuş, belirgin bir siyasi bilinci ve talebi olmayan kimselerdir. Kötü Müslüman ise, adını 'köktendinci' koyduğumuz, harcı âlem kalıplara sığmayan, İslam'ı, sıradan insanlar gibi anlamayan, siyasi talepleri olan, çağdaşlığa, batı medeniyetine itiraz eden, İslam'ın tevhid akidesini önceleyen kimselerdir. (Kuşkusuz batının 'köktendinci' tiplemesi homojen bir yapı değildir. Çok farklı 'köktendinci' eğilimler vardır, fakat onlar şimdilik bunun tefriki derdinde değiller). Sadece Tony Blair değil, bütün batılı siyasiler, batı medeniye-tine alternatif olan yegane güç, yegane sahih din olan İslam'ın yeniden dirilişini, hayata yeniden dönüşünü, yeniden bütün dünyaya müdahale etme tehdidi(!)ne soyunmuş olmasını asla hazme-dememektedirler. Daha doğrusu korkuları bundan, endişeleri bundandır. Müslümanları 'köktendinci', 'daldan dinci', 'uçtan dinci' filan gibi ka-tegorilere ayırmaları bu temel kaygıdan kaynaklanmaktadır.
Şimdi burada, Tony Blair'ın yazısıyla ilgili -bence- en can alıcı soruya gelmiş bulunuyoruz. Soru şudur: Blair ve onun gibiler, neden her türlü bombalama eylemini 'köktendinci' Müslümanlara fatura etmektedirler? 'Köktendinci' bütün Müslü-manlar gerçekten terör mü yapmaktadırlar? Şimdi bu sorunun cevabı kanaatimce şudur: Hayır, bir defa bütün 'köktendinci' Müslümanlar terörist değiller, terör yapmamaktadırlar, hatta birçok 'köktendinci' Müslüman grubun terörle hiçbir ilgisi olmadığı gibi, teröre de ilkesel olarak karşıdırlar. Fakat burada işte, 'terör' kavramının içine nasıl bir anlam yüklendiği çok önemlidir. Türkiye'de, 'terörle mücadele yasası'nı da hatırda tutarak söyleyecek olursak, son yıllarda ABD ve Avrupalı siyasilerin ve stratejistlerin söylemlerinden edindiğimiz fikre göre, putperest batı medeniyetini beğenmeyen, hele de alternatif olarak İslam'ı öne süren herkes teröristtir! Buna, şu anda karşılarına çıkmaları mümkün olsa, İsa Peygamber de, Muhammed Peygamber de dahil olacaktır! Onların da başına gelecek olan, derhal terörle mücadele yasası kapsamında yargılanmaktır!
Kısacası Blair'ın, "savaşım, kökten[din]cilere karşı"[dır] beyanını, "savaşım, İslam'ı İslam olarak anlayan herkesedir" şeklinde anlamak sağlıklı bir anlayıştır. Fakat bunu böyle anlamayan, Blair'dan çok Blair'cılar, Blair'ın kendilerini 'iyi Müslüman' kapsamında gördüğünü düşünmekte ve batılılar tarafından aklanmış olmanın verdiği kıvançla, 'köktendinci' Müslümanlara Blair'ca düşmanlık etmektedirler. Olsun, önemli değil. Bir Müslü-man eğer 'köktendinci' ise, düşman hanesine Blair'ın yanısıra birkaç da, adı Ahmed Mehmed olan birileri eklenmiş ne fark eder?…
Sonuç itibariyle Blair, 'terör' sorununun Müslü-man zihinlerdeki temel düşünce yapısıyla ilgili olduğunu düşünmekte ve köktendincileri bir şe-kilde susturmayı hedeflemektedir. Köktendinci Müslümanların susturulması, illa da onların bomba koydukları iddiasıyla bağlantılı değildir. Değil mi ki bu Müslümanlar Kur'an'ı, yeniden ferdin ve toplumun hayatına müdahale edecek bir biçimde okuyorlar? Değil mi ki bu Müslümanlar, İslam'ın bir dünya nizamı olduğunu çevrelerine yayıyorlar? İşte, mücadele edilmesi gereken esas 'terör' budur. Bu esnada Blair, geleneksel İslam'ı da olabildiğince destekleyecekleri sinyalini vermektedir. Hatırlanacağı üzere, Amerikan Rand şirketinin raporu da bu doğrultudaydı. Ilımlı İslam in, Kur'an İslam'ı out.
ABD: Diyanet Bize İmam Yetiştirsin!
Üçüncü örneğimiz, ABD'nin, kendilerine imam yetiştirme konusunda Diyanet'ten yardım istemiş olmasıdır.
Zaman gazetesi(7) ve Yeni Şafak'ta(8) rastladığım ha-bere göre, ABD Dışişleri bakanlığı müsteşar yar-dımcısı, Matt Bryza nâm bir bürokrat Ankara'da, Diyanet'ten, başkan yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Görmez'le görüşmüş. Gazetelerin haberine göre görüşmenin özü şu: ABD, 'Genişletilmiş Ortadoğu Projesi' (GOP) dahi-linde, Amerika ve Avrupa'da ılımlı İslam hedefine hizmet edecek 'Müslüman din adamları' ye-tiştirmek istiyor ve bu konuda Diyanet'i göreve davet ediyor. Bu işin ehlinin hakkını teslim ediyor ve mealen, "biz bu işi bilmeyiz", "sizin kadar tecrübeli değiliz, dolayısıyla sizin kadar başarılı olamayız" diyor. Aynen şöyle demiş, müsteşar yardımcısı:
"Biz ABD'liler nasıl imam yetiştirileceğini bilmi-yoruz; ama Diyanet İşleri Başkanlığı biliyor. Diyanet, bize ve Avrupa'ya yardımcı olabilir." ABD'li yetkili son derece mütevazi değil mi?! Nasıl da haddini bilen, kibar insanlar bunlar! Onu dinleyen bir Diyanet yetkilisinin, sırtının sıvazlandığını, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ne, tere yağından kıl çekmek misali angaje edildiğini fark etmesi kolay mı sanıyorsunuz?...
ABD'li yetkili, "harika bir kurum" olarak nitelediği Diyanet'ten Mehmet Görmez'le görüşmesinde, 'dinlerarası diyalog', 'dini çoğulculuk' ve 'aşırılığa karşı mücadele' gibi konular üzerinde durmuş ve Türkiye'nin, Müslüman ülkeler arasında laik-demokratik ülkelerin en başarılısı olduğuna dikkat çekmiş.(9) Müsteşar yardımcısı Matt Bryza, İn-giltere başbakanı'nın sözlerine atfen, sorunun, sadece 'terörist eylemler' olmadığını, "insanların kafa yapısı, aşırılık ve hoşgörüsüzlük olduğunu" dile getirmiş. Yukarıda 'terör' kavramını değerlendirirken demiştim, işte bakın, ABD'li yetkili, İngiliz başbakanı da referans göstererek tam da benim anlatmaya çalıştığım şeyi söylüyor. Yani diyor, bu tartışmaları biz her ne kadar Londra bombalamaları bağlamında gündeme getiriyorsak da, esas sorun bu değil. Esas sorun "insanların [yani Müslümanların] kafa yapısında"dır. Bu kafayı değiştirmek gerekiyor; gerek nûs ile, gerek tekdir ile ve gerekse kötekle!
İşte ABD'lilerin Diyanet yetkililerinden istediği şey, işin 'nûs' kısmıyla alakalıdır. Yani siz bize öyle imamlar yetiştirin, beraber yetiştirelim ki, bu imamlar halka, İslam'ın bir devlet talebinde bulunmadığı nasihatini versin. Bu imamlar şeytandan olduğu gibi siyasetten de Allah'a sığınsınlar! Bu imamlar sadece namaz kıldırsınlar, kandil gecelerini kutlasınlar, mehdiyi halkla birlikte beklesinler, abdestin ve teyemmümün faziletini anlatsınlar, seferîlikte namazın nasıl kılınacağını öğret-sinler, ama asla dini siyasete alet etmesinler!
Matt Bryza, "Türk hükümetinin ve toplumunun birçok başka özelliği gibi, aynı zamanda laik, demokrat ve Müslüman nüfusu var"(10) sözleriyle şunu demek istemiyor mu: Gerçekten siz bir hari-kasınız! Neden mi? halkınız 'Müslüman!' Devle-tiniz laik ve demokrat. Ve siz Diyanet olarak, laik-demokratik sistemle 'müslüman' halkın inanç-larını, değerlerini öyle bir uzlaştırıyorsunuz ki, buna şaşmamak elde değil! İşte amacımız, sizin bu tecrübenizden istifade etmek.
ABD Dışişleri yetkilisi ile görüşmeleri basında yer aldıktan sonra, yeniden bir açıklama yapma gereği duymuş olan Diyanet İşleri Başkan yardımcısı Mehmet Görmez, adı geçen yetkili ile bir saat görüştüklerini teyid ediyor, ancak bu görüşmenin ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ele aldığı Ortadoğu politikaları ile ilgisi olmadığını belirtiyor. Diyanet'in başka devletlerin uluslar arası politikaları ile bir ilgisi olmadığını kaydeden Görmez, Diyanet olarak hem Türkiye'de, hem de yurt dışında nitelikli din hizmetleri götürdüklerini söylüyor.(11) Görüldüğü gibi, başkan yardımcısı, haberin basına yansıyış şeklinden rahatsız olmuşa benzemektedir. Halbuki, ortada bir yanlış anlama yoktur. Tabi ki ABD'li yetkili, Diyanet temsilcisinin karşısına oturduğunda, "sizinle şu anda BOP çerçevesinde bir mesele konuşuyoruz; BOP'ta var mısınız, yok musunuz?" diyecek değildir. George Bush Ankara'ya, acemi bir diplomatı mı gönderdi sanıyorsunuz? M. Görmez, ABD'li yetkilinin, "Türkiye'nin yurt dışına gönderdiği din görevlilerinin çok iyi çalıştığını ifade edip, imamlarımızı nasıl yetiştirdiğimiz hakkında bilgi istediler. Biz de imamların eğitimleri konusunda nasıl bir yol izlendiğini izah ettik" demektedir. Zaten herkes de bunu böyle anlamaktadır…
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) (yeni adıyla Genişletilmiş Ortadoğu projesi), 'İslam ülkeleri' olarak adlandırılan bölgede, köklü sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel değişim ve dönüşümü amaçlayan, ABD başkanı Bush'un 2004 yılında ilan ettiği bir projedir.(12) Bu projenin işlerlik kazanmasında demektir ki imamlara da çok iş düşmektedir. İbrahim Karagül'ün şu cümlesi, Diyanet'in BOP'daki misyonu ile ilgili hem bir gerçeği ifade ediyor, hem de yakın geçmişi hatırlamamızı sağlıyor: "26 Şubat 2004 tarihinde Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu'nun ABD'de yaptığı görüşmeler, sivil toplum örgütlerinin yanı sıra Diyanet İşleri'nin de aslında projenin hiç de dışında olmadığını ortaya koyuyor."(13)
Yukarıda yer verildiği gibi, terör işin bahanesidir ve zaten gerek 11 Eylül olaylarının ve gerekse 7 Temmuz Londra patlamalarının sırf İslam'ı, mücadele edilmesi gereken yegane terör kaynağı olarak göstermek amacıyla yaptırılmış özel ope-rasyonlar olduğu, vicdanının sesini dinleyen herkesçe kabul edilebilir bir tespittir. Esas mesele İslam'ın dönüştürülmesidir. Amaç, oryantalist bakış açısıyla didiklenmiş, kendinden, kendi İslam anlayışından nefret eden, batılıların İslam yorumunu beğenen laik-demokratik bir İslam anlayışı oluşturmaktır.
ABD'li yetkili [tıpkı Tony Blair gibi, Selman Rüşdi gibi], ortada "yüzleşilmesi gereken ideolojik bir sorun bulunduğunu" söylüyor ve imamların eğitilmesini bu sorunun bir parçası olarak ortaya koyuyor. Peki bu "yüzleşilmesi gereken ideolojik" sorun nedir sizce? Bunu bilmemek için dünyadan tamamen bîhaber olmak gerekir. Bu sorun, İslam'ın dünya hayatına nizam veren, ahlaki, sosyal, siyasi hayatı düzenleyen bir din olduğu 'sorunu'dur. Evet bu, batılılar için ciddi bir sorundur. Sadece New York'un, Londra'nın, Bağdat'ın ya da Kabil'in değil, gerekirse uğruna bütün dünyanın yakılabileceği bir sorun…
Sonuç
Selman Rüşdi ve Tony Blair'ın yazısı ve ABD'nin Diyanet'ten yaptığı talep, belki ilk bakışta birbiriyle alaka kurulamaz üç ayrı 'şey' olarak dursa da, esasında birbiriyle hem de çok önemli bağlara sahiptir. Aslında şu anda dünya siyasetinde ve Türkiye'de (mesela PKK olayı da dahil), birbi- rinden tamamen bağımsız ve alakasız hemen he-men hiçbir gündem konusu yoktur.
İslam'a alternatif, mistik temaları yüksek, hurafelerin yeniden ambalajlanarak öne çıkartıldığı ve en önemlisi siyasi hiçbir talebi olmayan yeni bir din oluşturulması projesi elbette sürecektir. Bu yazının kapsam alanına giren konuda bir 'son dakika' haberini daha vererek bu yazıyı bitirelim: İslam Konferansı Örgütü 9-11 Eylül tarihlerinde Mek-ke'de 100 kadar aydın ve bilim adamını bir araya getirerek bir toplantı düzenleyecekmiş. (Belki de siz bu satırları okurken toplantı yapılıyor olacaktır). Toplantının gündem maddelerinden birinin de, "Ilımlı İslam öğretisinin bütün İslam toplumlarına yayılması" olduğunu sadece hatırlatmakla yetinelim…
Allah "Hak geldi, bâtıl zail oldu" buyurmaktadır. Fakat unutmamak gerekir ki, o 'hak' ancak bizim gelmemizle gelecektir. Hak'kın şahitleri, münte-sipleri, mensupları, bağlıları, bendeleri, hâdimleri biz olacağız. Yoksa 'hak' potansiyel olarak ve durduğu yerde zaten hak'tır ve güçlüdür, azizdir. Önemli olan, İslam reforme edilirken bizim 'hak'kın neresinde durduğumuzdur.
Dipnotlar
(1) Rüşdi Kavgaya Devam Ediyor, Radikal, 12.08.2005.
(2) Radikal, aynı yer.
(3) Matta İncili, 3.
(4) Selman Rüşdi, İslam'da Reform Lazım, Zaman, 09.08.2005.
(5) Rüşdi, Zaman, aynı yer.
(6) Tony Blaır, Savaşım Köktencilere Karşı, Zaman, 25.08.2005.
(7) ABD Diyanet'ten İmam Yetiştirmeyi Öğreniyor, Zaman, 26.08.2005.
(8) ABD Diyanet'in İmamlarına Talip, Yeni Şafak, 26.08.2005.
(9) Zaman, aynı yer.
(10) Yeni Şafak, aynı yer.
(11) Diyanet: BOP'ta Yokuz, Yeni Şafak, 29.08.2005.
(12) Yeni Şafak, 29.08.2005.
(13) İbrahim Karagül, Diyanet'in ABD Güvenlik Konseyi İle Ne İşi Olabilir?, Yeni Şafak,
30.08.2005
Mehmed Durmuş
Giriş
Dünya ve onun bir parçası olarak Türkiye kamuoyu çok çeşitli ve çok hızlı olaylara tanıklık ediyor. Fakat hemen belirtelim ki bu hızlı gelişen gündemde Müslümanların payı neredeyse, ağustos sıcağında bir gölgeye oturmuş, elindeki bir yaprakla yüzüne konan sinekleri ancak savabilen bir 'acûze'nin durumundan öte gitmiyor.
Hızlı gelişen bu gündemde neler var? Aslında gündemde, alavere-dalavere misali, en nihayet, İslam'ın değiştirilmesi, dönüştürülmesi, ılımlılaş-tırılması, her türlü putperestlik için 'tehdit' olmaktan çıkartılması projeleri var. Takdir edersiniz ki, 'İslam'sız bir dünya, haydutlar tarafından daha kolay yönetilmektedir.
Ben bu yazıda, iki yazı ve bir girişim çerçevesinde, sözünü ettiğim, İslam'ın değiştirilmesi, dönüştü-rülmesi ve ılımlılaştırılması projesiyle ilgili seyir defterine dikkatlerinizi çekmeye çalışacağım.
Selman Rüşdi, Cihadcı İslam ve İslam'da Reform ya da, Selman Rüşdi İslam'ın Nesi Gelir?!
Gündemimizin birinci maddesi, Hint asıllı İngiliz vatandaşı Selman Rüşdi'nin İslam'da reform yapılmasını talep ve tavzif edici yazısı. Yukarıda değin-diğim, gündemin çok hızlı geliştiği görüşüme belki bir katkısı olur: şu anki genç kuşak için Selman Rüşdi adı hemen hemen hiçbir anlam ifade etmemektedir. Selman Rüşdi, Peygamber efendi-mize sövgüler ve küfürler yağdıran bir kitap yaz-dıktan sonra, İmam Humeynî'nin, onu öldüreni ödüllendireceği fetvasını vermesiyle yıllarca, adeta yaşayan bir ölü haline gelmiş, imi-timi kalma-mıştı. Tabi o zamanlar henüz 'Üsame' adı gündemde yoktu ve zannediyorum o günlerde de biz-deki bazı postmodern mollalar, "en iyi Humeynî ölü Humeyni'dir", ya da "Humeynî'den nefret ediyorum" diyorlardı fakat bunu şimdi Üsame için söyledikleri kadar aleni söyleyemiyorlardı.
Neyse…
Şimdi gel zaman, git zaman, aradan geçti epey bir zaman, köprülerin altından epeyce sular aktı ve dendiğine göre Selman Rüşdi, yeni yazdığı 'Soytarı Shalimar' (Shalimar The Clown) adlı romanını Eylül ayında piyasaya sürecek. (1) Rüş-di'nin, 'aşırılığı', 'İslamcı terörizmi' işlediği bu kitabıyla eski mesleğine yeniden dönmüş olduğunu görü-yor ve Müslümanlara, ağzı aldığı kadar sövgüler düzdüğünü tahmin ediyoruz. Tabi, Rüşdi'nin küfürlerine karşı fetva verecek bir Humeyni yoksa [ki Mahmud Ahmedi Necat'ın, Selman Rüşdi adını -yaş haddinden değil ama, stratejik olarak- unutanlardan olduğu endişesini taşıyorum…], bazı yaratıkların çıkardığı seslere karşılık, kervanın yine de yürüyeceğini hatırlatan ünlü özdeyişi anımsar, yolumuza devam edebiliriz; bu çok dert değil. Ama önemli olan, Selman Rüşdi'nin, "İslam'da reform olsun!" arzusu ve bu arzuya 'içerden' eşlik eden tanıdık seslerin varlığı…
Amerikan The Times dergisine yaptığı açıklamalarda Selman Rüşdi, "İslam'ın, yaşadığımız modern çağa göre yeniden yorumlanması, reformasyona gidilmesi" ve "cihat ideolojisiyle mücadele edilmesi gerektiğini" savunmuş. Diyecek-siniz ki, 'cihad ideolojisinden' çok çekmiş biri olarak, Rüşdi'nin böyle bir talepte bulunmaya hakkı yok mu? Elhak var… Tabi ki, bu onun görevi… Benim esas dikkat çekmek istediğim şey, onun bu talepleriyle, bizden gibi görünen, Müslüman olduğunu iddia edenlerin söylem ve taleplerindeki inanılmaz benzerlik… Müslüman olduklarını iddia edenlerin Rüşdi'yle bu ahbap-çavuş ilişkilerinin nereden kaynaklandığı…
Selman Rüşdi, "cihadcı ideolojiyle mücadele" kabilinden, "Kur'an'ın mutlak doğru bir metin olarak değil, tarihi bir belge olarak okunabileceğini" dile getiriyormuş.(2) İşin doğrusu bu 'dile getirmeler' bize hiç de yabancı gelmiyor. Biz bu tınıları yeni duymuyoruz. Türkiye'de, Selman Rüşdi'yi, yokluğunda birileri aratmadı ve aynen onun söylediklerini söylediler yıllarca. İşin esasına bakılırsa, İslam'ın reforme edilmesi projesi yeni, sekiz-on yıllık bir proje değildir. Bu, Cumhuriyet'le yaşıt bir projedir ve bu proje "ivmez, ihmal gelmez" düsturunca işletilmeye devam etmektedir. Bu proje, sahiplerinin istediği gibi gitmeyebilir (ve de kesinlikle gitmeyecektir, Allah'ın izni ile), bu aksaklıkları da zaman olur, Selman Rüşdi gibi, 'Şeytan Ayetleri'nin yazarı dile getirir, zaman olur, bir 'İlahiyatçı din uzmanı' dile getirir, zaman olur, diyalogcu bir cemaat lideri dile getirir. Tabi ki, bu cemaat lideri, kitlelere hükmeden 'büyük' bir din baronu ise, ona da, intihar eden koyunlar misali, sessizliği ve kafalarını yere eğmeleriyle ünlü kuzuları ürkütmemek için, doğrudan doğruya "Dinde reform lazım!" dedirtilmez de, mesela, cihadcı islam'ın, radikal İslam'ın v.b. İslam'ın 'drahşan yüzünü'(?) kirlettiği gibi spotlar söyletilir. İslam'ın ne şekilde olursa olsun (hiçbir şekilde) adam öldürmeyi tasvip etmediği söyletilir.
Muharref İncil'de, -başka bir bağlamda da olsa- "Zaten balta da ağaçların kökü dibinde duruyor" diye bir söz bulunmaktadır.(3) Ağaçlar herhalde en çok, sapı kendisinden olan bir aletin kendilerini kesmesine içerliyorlardır değil mi?!
Selman Rüşdi, The Washington Post'ta yayınlanan, oradan da ZAMAN'ın iktibas ettiği, "İslam'da Reform Lazım" başlıklı yazısında, bu yukarıda değindiğimiz, son on yılda gına getirildiğimiz, birçok din baronunun tellallığını yaptığı fikirleri dile getirmekte ve yazının başlığından da kolayca anlaşılacağı üzere, İslam'ın reforme edilmesi ge-rektiğini ileri sürmektedir.(4) Rüşdi'nin dediklerini özetlemeye çalışalım.
Rüşdi, Geleneksel İslam'ın çok geniş bir alanı kapsadığını; "bünyesinde milyonlarca hoşgörülü, uygar erkek ve kadını barındırdığı gibi, kadın haklarını kabul etmeyen, eşcinselliğin günah oldu-ğunu savunan, gerçek ifade özgürlüğüne hayat hakkı tanımayan, sürekli anti-Semitik fikirler öne süren ve içinde yaşadığı Hıristiyan, Hindu, inançsız veya Yahudi kültürleriyle birçok bakımdan sürtüşen unsurları da içerdiğini" ileri sürmektedir. Fakat diyor Rüşdi, geleneğin ötesine geçmeli, "yani İslam'ın temel bağlamlarını modern çağa uyduracak bir reform hareketi; sadece cihatçı ideolojilere değil, gelenekçilerin köhne, boğucu öğretilerine de karşı koyacak, içeriye taze hava dolması için pencereleri açacak bir Müslüman reformu başlatma"lı!(5) Nasıl? ABD'nin işgal politikalarına ve İslam'ı dönüştürme projelerine koşulsuz destek veren 'geleneksel' cemaat önderleri, işleri bittiği anda batılılar tarafından, kendi, çok güvendikleri din anlayışlarının bir çırpıda "köhne, boğucu" gibi sıfatlarla çöpe atılacağını görmekte midirler? Tabi ki şu an görmüyorlar, ama bir gün belki…
Dikkat edilecek husus nedir? Rüşdi'nin reform önerisi, "İslam'ın temel bağlamlarını modern çağa uyduracak bir reform hareketi"ni oluşturmaktır. İşte 'ılımlı İslam' ya ada 'Amerikancı İslam' denilen proje budur.
Rüşdi, 'Müslüman dünyanın' hükümetlerinden ve cemaat önderlerinden oldukça memnun:
"Hükümetlerin ve Müslüman dünyadaki cemaat liderlerinin ağırlıklarını bu fikirden yana koyduklarını görmek hayırlı bir gelişme olacaktır; zira bu tür bir reform hareketinin yaratılması ve sürdürülmesi, her şeyden önce, sonuçları bir nesil sonra hissedilebilecek yeni bir eğitimsel devinim gerektirecek; yanı sıra bugünün Müslüman düşüncesine musallat olan mutlak söylemleri ve dar dogmaları yerinden eden yeni bir bilimsel yaklaşımı kaçınılmaz kılacak." Rüşdi'nin bu cümlesindeki 'hükümetler'den biri, şu anda Türkiye'de iş başındadır ve ılımlı İslam projesine gerek fikrî planda ve gerekse siyasi alanda kusursuz hizmet vermektedir. Cemaat önderlerini ise aslında herkes çok iyi bilmektedir. Bir adres göstermek gerekirse, son yıllarda adı bilhassa diyalog ve hoşgörü kelimeleri ile özdeşleşen bir cemaat önderi, Selman Rüşdi'nin kastettiği hedefe en iyi hizmeti sunmaktadır. Bu açıdan, aralarında büyük bir hedef birliği gözlenmektedir.
Rüşdi'nin tespitleri çok yerinde. Son on yıllardır yürütülen ılımlı İslam projesi şu anda büyük oranda netice vermiş durumda. Dediği gibi, bir nesil sonra bu neticenin daha da şeytanî boyutlara ulaşacağını, sağlam bütün idrakler görmektedir. Müslümanların, Selman Rüşdi ve içeriden yoldaş-ları tarafından mıncıklanmamış kutsalları kalmadı. Fakat tabi ki, şeytanın hilelerinin zayıf olduğunu, mü'minlerin mevlasının Allah olduğunu bilerek ve kendi uğrunda mücadele edenlere Allah'ın yardımının çok muazzam olacağının farkında olarak ve buna iman ederek söylüyorum. Bu demektir ki, Selman Rüşdi'lerin projeleri ürün vermeye başlamışsa da, Allah'ı velî edinmiş mü'minlerden gayret beklenmektedir. Onların başarı-larının garantörü Allah'dır.
Selman Rüşdi'nin ılımlı İslam projesinde Müslü-manlara yönelik en Şeytanî işlem, onları, yer-yüzünün yegane sahih Kitabı Kur'an hakkında kuşkuya düşürmektir. Diyor ki Rüşdi, "Kur’an metninin Tanrı'nın mutlak sözü olduğu konusundaki ısrar, analitik, akademik söylemi imkânsız-laştırdı. Tanrı yedinci asır Arabistanı'nın sosyo-ekonomik koşullarından hiç etkilenmiş olamaz mıydı? Peygamber'in kişisel koşullarının Mesaj'ın üzerinde hiçbir etkisi olamaz mıydı?" Yani demek istiyor ki, Kur'an Allah'ın mutlak sözü olarak ka-bul edilmemeli, Allah'ın, 7. asır Arabistanı'nın koşullarından etkilendiği, dolayısıyla konjonktürel hükümler indirdiği kabul edilmeli. Böylece, İslam'ın reforme edilmesi kolaylaşır! Bir örnek vermek gerekirse, kadının örtünmesi, 7. asır Arabis-tanı'nda bir vesileyle gerekiyormuş demek ki, Tanrı bu vesileden etkilenmiş ve kadınlara "örtünün!" demiş. Ama artık 21. yüzyılda böyle bir örtüye gerek yok! (tanrı bugün o vesilelerden etki-lenmiyor, etkileniyorsa da bizim haberimiz yok!).
İşte şu sözlerinde Rüşdi bu yorumunu daha açık yapıyor: "Yedinci asırda yapılan yasalar, nihayetinde 21. yüzyılın ihtiyaçlarına göre yorumlanabilirdi. İslam reformu işte bu noktadan başlamalı; bütün fikirlerin, kutsal olanların bile, değişen gerçekliklere uyarlanması gerektiği kabul edilmeli."
Rüşdi, İslam'ın Hıristiyanlığa dönüştürülmesini arzu etmektedir. Onun bildiği tanrı, Kur'an'ı inzal eden âlemlerin Rabbi Allah değildir. Fakat Rüşdi gibi düşünenler, onun kafasındaki tanrı ile, Kur'an'ın Allahı'nı nasıl telif ediyorlar?
Son söz olarak Rüşdi, "Açık fikirli" ve "hoşgörülü" olmamız gerektiğini, "bombacıların 'esaslı meydan okumasıyla' ancak böyle başa çıkılabileceğini" salıklıyor.
Gördüğümüz gibi, bu 'hoşgörü' her türlü nâ-mertliğe deva.
Tony Blair'ın yazısı
İngiltere başbakanı Tony Blair, Londra'da Arapça yayınlanan eş-Şarkul Evsat gazetesine verdiği ve oradan Zaman gazetesinin iktibas ettiği yazısında(6) özet olarak şöyle diyor: Londra'daki bombalama eylemlerini 'köktendinci'lerin yaptığı kesindir! (Elbette bu köktendinciler 'Müslüman' kökten-dincilerdir, kafamız karışmasın!). İngil-tere'de, bir milyon kadar Müslüman yaşamaktadır. Bunların çoğunluğu terbiyeli, yasalara itaat eden, terörden uzak, demokratik yaşam tarzına uyum sağlamış, ılımlı insanlardır. Lakin çok az bir kesim vardır ki bunlar işte 'köktendinci' olarak adlandırdığımız insanlardır. Bunlar, çoğulculuğu ve hoşgörüyü esas alan Britanya toplumu içinde dinî iğrentiyi körüklemektedirler. [Selman Rüşdi'nin sözlerine benzerlik dikkat çekmiyor mu?]
İngiltere'de her hükümet, bir yasa çıkartacağı zaman özgürlükleri ve hoşgörüyü korumak için, toplumun bütün kesimleriyle istişarede bulunur idi. Ama artık böyle olmayacak! Oyunun kuralları değişti ve bizim buna hakkımız var! Bizi buna mecbur ettiler! İngiliz (Tony Blair) hükümetini kim buna mecbur etti? Elbette 'köktendinci' Müslümanlar! Zira bunlar, genç beyinleri, kendilerini bomba ile havaya uçuracak ve masum insanları öldürecek kadar etkilemektedirler! Blair, tedbir olarak adlandırdığı ama, fiili yansıması, belki de kara listeye alınan insanların bir sabah kafasına sıkılmış tek kurşunla ölü bulunmasına varıncaya kadar, bir dizi etkin önlemin sadece köktencilere karşı olacağını belirtmektedir. Bu köktencilerin "şekli ve iddia ettikleri din ne olursa olsun" fark etmediğini söylemekte fakat bunun ne kadar politik ve manipülatif bir dil olduğu çok açıktır. Çünkü ortada, başka bir dinden 'köktendinci' yoktur! Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinden beri bu böyle anlatılmaktadır, dünya kamuoyuna.
Blair, tedbirler cümlesinden olarak, dinî iğrentiyi teşvik eden, şiddete davetiye çıkartan kimseleri ülkeden çıkartacaklarını, din adamlarının da bu kapsama dahil olduklarını, bu tür din adamlarına hutbe vermeyi yasaklayacaklarını ve bu tür din adamlarının listesini çıkartacaklarını sözlerine eklemektedir.
Blair, Müslümanlar arasında ikilik doğurucu, Müslümanları birbirine düşman edici formülü nasıl da iyi tespit etmiş durumda. Diyor ki, (ılımlı) Müslümanlar, köktendincileri sevmediklerini, eylemlerinden (dolayısıyla onlardan) iğrenti duyduklarını, onların söz ve fiilleriyle Müslüman kuşakların saygınlığının nasıl da zedelendiğini ortaya koymalıdırlar! Yani İngiliz hükümetinin bu yeni siyasi ve sosyal baskı politikalarına maruz kalan Müslümanlar, "ya bizdensiniz ya da terörden yana!" ikilemi ile karşı karşıya kalacaklar ve bir tercih yapmak zorunluluğu duyacaklar.
Tony Blair bir başbakan olarak, tabi ki ülkesinin güvenliğini düşünecek, bu uğurda bir dizi değil, dizilerce önlemler de alacaktır. Buna bizim ha-riçten gazel okumamız söz konusu değildir. Ancak İngiliz başbakanının yazısında çok açık biçimde işlenen, kağıt üzerindeki demokrasi, hukuk dev-leti, özgürlükler, objektiflik gibi bütün parlak söylemleri bir anda yok eden bir bilinç yanıltması var. Başbakanın işlediği bilinç yanıltması şudur: Bir iyi Müslüman var, bir de kötü. İyi Müslüman, işte herkesin bildiği, birtakım günlük veya yıllık ibadetlerini yerine getiren veya getirmeyen ama inanan, adı sanı Müslüman, fakat demokratik, çağdaş yaşam biçimi denilen yaşam tarzına tamamen ayak uydurmuş, belirgin bir siyasi bilinci ve talebi olmayan kimselerdir. Kötü Müslüman ise, adını 'köktendinci' koyduğumuz, harcı âlem kalıplara sığmayan, İslam'ı, sıradan insanlar gibi anlamayan, siyasi talepleri olan, çağdaşlığa, batı medeniyetine itiraz eden, İslam'ın tevhid akidesini önceleyen kimselerdir. (Kuşkusuz batının 'köktendinci' tiplemesi homojen bir yapı değildir. Çok farklı 'köktendinci' eğilimler vardır, fakat onlar şimdilik bunun tefriki derdinde değiller). Sadece Tony Blair değil, bütün batılı siyasiler, batı medeniye-tine alternatif olan yegane güç, yegane sahih din olan İslam'ın yeniden dirilişini, hayata yeniden dönüşünü, yeniden bütün dünyaya müdahale etme tehdidi(!)ne soyunmuş olmasını asla hazme-dememektedirler. Daha doğrusu korkuları bundan, endişeleri bundandır. Müslümanları 'köktendinci', 'daldan dinci', 'uçtan dinci' filan gibi ka-tegorilere ayırmaları bu temel kaygıdan kaynaklanmaktadır.
Şimdi burada, Tony Blair'ın yazısıyla ilgili -bence- en can alıcı soruya gelmiş bulunuyoruz. Soru şudur: Blair ve onun gibiler, neden her türlü bombalama eylemini 'köktendinci' Müslümanlara fatura etmektedirler? 'Köktendinci' bütün Müslü-manlar gerçekten terör mü yapmaktadırlar? Şimdi bu sorunun cevabı kanaatimce şudur: Hayır, bir defa bütün 'köktendinci' Müslümanlar terörist değiller, terör yapmamaktadırlar, hatta birçok 'köktendinci' Müslüman grubun terörle hiçbir ilgisi olmadığı gibi, teröre de ilkesel olarak karşıdırlar. Fakat burada işte, 'terör' kavramının içine nasıl bir anlam yüklendiği çok önemlidir. Türkiye'de, 'terörle mücadele yasası'nı da hatırda tutarak söyleyecek olursak, son yıllarda ABD ve Avrupalı siyasilerin ve stratejistlerin söylemlerinden edindiğimiz fikre göre, putperest batı medeniyetini beğenmeyen, hele de alternatif olarak İslam'ı öne süren herkes teröristtir! Buna, şu anda karşılarına çıkmaları mümkün olsa, İsa Peygamber de, Muhammed Peygamber de dahil olacaktır! Onların da başına gelecek olan, derhal terörle mücadele yasası kapsamında yargılanmaktır!
Kısacası Blair'ın, "savaşım, kökten[din]cilere karşı"[dır] beyanını, "savaşım, İslam'ı İslam olarak anlayan herkesedir" şeklinde anlamak sağlıklı bir anlayıştır. Fakat bunu böyle anlamayan, Blair'dan çok Blair'cılar, Blair'ın kendilerini 'iyi Müslüman' kapsamında gördüğünü düşünmekte ve batılılar tarafından aklanmış olmanın verdiği kıvançla, 'köktendinci' Müslümanlara Blair'ca düşmanlık etmektedirler. Olsun, önemli değil. Bir Müslü-man eğer 'köktendinci' ise, düşman hanesine Blair'ın yanısıra birkaç da, adı Ahmed Mehmed olan birileri eklenmiş ne fark eder?…
Sonuç itibariyle Blair, 'terör' sorununun Müslü-man zihinlerdeki temel düşünce yapısıyla ilgili olduğunu düşünmekte ve köktendincileri bir şe-kilde susturmayı hedeflemektedir. Köktendinci Müslümanların susturulması, illa da onların bomba koydukları iddiasıyla bağlantılı değildir. Değil mi ki bu Müslümanlar Kur'an'ı, yeniden ferdin ve toplumun hayatına müdahale edecek bir biçimde okuyorlar? Değil mi ki bu Müslümanlar, İslam'ın bir dünya nizamı olduğunu çevrelerine yayıyorlar? İşte, mücadele edilmesi gereken esas 'terör' budur. Bu esnada Blair, geleneksel İslam'ı da olabildiğince destekleyecekleri sinyalini vermektedir. Hatırlanacağı üzere, Amerikan Rand şirketinin raporu da bu doğrultudaydı. Ilımlı İslam in, Kur'an İslam'ı out.
ABD: Diyanet Bize İmam Yetiştirsin!
Üçüncü örneğimiz, ABD'nin, kendilerine imam yetiştirme konusunda Diyanet'ten yardım istemiş olmasıdır.
Zaman gazetesi(7) ve Yeni Şafak'ta(8) rastladığım ha-bere göre, ABD Dışişleri bakanlığı müsteşar yar-dımcısı, Matt Bryza nâm bir bürokrat Ankara'da, Diyanet'ten, başkan yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Görmez'le görüşmüş. Gazetelerin haberine göre görüşmenin özü şu: ABD, 'Genişletilmiş Ortadoğu Projesi' (GOP) dahi-linde, Amerika ve Avrupa'da ılımlı İslam hedefine hizmet edecek 'Müslüman din adamları' ye-tiştirmek istiyor ve bu konuda Diyanet'i göreve davet ediyor. Bu işin ehlinin hakkını teslim ediyor ve mealen, "biz bu işi bilmeyiz", "sizin kadar tecrübeli değiliz, dolayısıyla sizin kadar başarılı olamayız" diyor. Aynen şöyle demiş, müsteşar yardımcısı:
"Biz ABD'liler nasıl imam yetiştirileceğini bilmi-yoruz; ama Diyanet İşleri Başkanlığı biliyor. Diyanet, bize ve Avrupa'ya yardımcı olabilir." ABD'li yetkili son derece mütevazi değil mi?! Nasıl da haddini bilen, kibar insanlar bunlar! Onu dinleyen bir Diyanet yetkilisinin, sırtının sıvazlandığını, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ne, tere yağından kıl çekmek misali angaje edildiğini fark etmesi kolay mı sanıyorsunuz?...
ABD'li yetkili, "harika bir kurum" olarak nitelediği Diyanet'ten Mehmet Görmez'le görüşmesinde, 'dinlerarası diyalog', 'dini çoğulculuk' ve 'aşırılığa karşı mücadele' gibi konular üzerinde durmuş ve Türkiye'nin, Müslüman ülkeler arasında laik-demokratik ülkelerin en başarılısı olduğuna dikkat çekmiş.(9) Müsteşar yardımcısı Matt Bryza, İn-giltere başbakanı'nın sözlerine atfen, sorunun, sadece 'terörist eylemler' olmadığını, "insanların kafa yapısı, aşırılık ve hoşgörüsüzlük olduğunu" dile getirmiş. Yukarıda 'terör' kavramını değerlendirirken demiştim, işte bakın, ABD'li yetkili, İngiliz başbakanı da referans göstererek tam da benim anlatmaya çalıştığım şeyi söylüyor. Yani diyor, bu tartışmaları biz her ne kadar Londra bombalamaları bağlamında gündeme getiriyorsak da, esas sorun bu değil. Esas sorun "insanların [yani Müslümanların] kafa yapısında"dır. Bu kafayı değiştirmek gerekiyor; gerek nûs ile, gerek tekdir ile ve gerekse kötekle!
İşte ABD'lilerin Diyanet yetkililerinden istediği şey, işin 'nûs' kısmıyla alakalıdır. Yani siz bize öyle imamlar yetiştirin, beraber yetiştirelim ki, bu imamlar halka, İslam'ın bir devlet talebinde bulunmadığı nasihatini versin. Bu imamlar şeytandan olduğu gibi siyasetten de Allah'a sığınsınlar! Bu imamlar sadece namaz kıldırsınlar, kandil gecelerini kutlasınlar, mehdiyi halkla birlikte beklesinler, abdestin ve teyemmümün faziletini anlatsınlar, seferîlikte namazın nasıl kılınacağını öğret-sinler, ama asla dini siyasete alet etmesinler!
Matt Bryza, "Türk hükümetinin ve toplumunun birçok başka özelliği gibi, aynı zamanda laik, demokrat ve Müslüman nüfusu var"(10) sözleriyle şunu demek istemiyor mu: Gerçekten siz bir hari-kasınız! Neden mi? halkınız 'Müslüman!' Devle-tiniz laik ve demokrat. Ve siz Diyanet olarak, laik-demokratik sistemle 'müslüman' halkın inanç-larını, değerlerini öyle bir uzlaştırıyorsunuz ki, buna şaşmamak elde değil! İşte amacımız, sizin bu tecrübenizden istifade etmek.
ABD Dışişleri yetkilisi ile görüşmeleri basında yer aldıktan sonra, yeniden bir açıklama yapma gereği duymuş olan Diyanet İşleri Başkan yardımcısı Mehmet Görmez, adı geçen yetkili ile bir saat görüştüklerini teyid ediyor, ancak bu görüşmenin ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ele aldığı Ortadoğu politikaları ile ilgisi olmadığını belirtiyor. Diyanet'in başka devletlerin uluslar arası politikaları ile bir ilgisi olmadığını kaydeden Görmez, Diyanet olarak hem Türkiye'de, hem de yurt dışında nitelikli din hizmetleri götürdüklerini söylüyor.(11) Görüldüğü gibi, başkan yardımcısı, haberin basına yansıyış şeklinden rahatsız olmuşa benzemektedir. Halbuki, ortada bir yanlış anlama yoktur. Tabi ki ABD'li yetkili, Diyanet temsilcisinin karşısına oturduğunda, "sizinle şu anda BOP çerçevesinde bir mesele konuşuyoruz; BOP'ta var mısınız, yok musunuz?" diyecek değildir. George Bush Ankara'ya, acemi bir diplomatı mı gönderdi sanıyorsunuz? M. Görmez, ABD'li yetkilinin, "Türkiye'nin yurt dışına gönderdiği din görevlilerinin çok iyi çalıştığını ifade edip, imamlarımızı nasıl yetiştirdiğimiz hakkında bilgi istediler. Biz de imamların eğitimleri konusunda nasıl bir yol izlendiğini izah ettik" demektedir. Zaten herkes de bunu böyle anlamaktadır…
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) (yeni adıyla Genişletilmiş Ortadoğu projesi), 'İslam ülkeleri' olarak adlandırılan bölgede, köklü sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel değişim ve dönüşümü amaçlayan, ABD başkanı Bush'un 2004 yılında ilan ettiği bir projedir.(12) Bu projenin işlerlik kazanmasında demektir ki imamlara da çok iş düşmektedir. İbrahim Karagül'ün şu cümlesi, Diyanet'in BOP'daki misyonu ile ilgili hem bir gerçeği ifade ediyor, hem de yakın geçmişi hatırlamamızı sağlıyor: "26 Şubat 2004 tarihinde Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu'nun ABD'de yaptığı görüşmeler, sivil toplum örgütlerinin yanı sıra Diyanet İşleri'nin de aslında projenin hiç de dışında olmadığını ortaya koyuyor."(13)
Yukarıda yer verildiği gibi, terör işin bahanesidir ve zaten gerek 11 Eylül olaylarının ve gerekse 7 Temmuz Londra patlamalarının sırf İslam'ı, mücadele edilmesi gereken yegane terör kaynağı olarak göstermek amacıyla yaptırılmış özel ope-rasyonlar olduğu, vicdanının sesini dinleyen herkesçe kabul edilebilir bir tespittir. Esas mesele İslam'ın dönüştürülmesidir. Amaç, oryantalist bakış açısıyla didiklenmiş, kendinden, kendi İslam anlayışından nefret eden, batılıların İslam yorumunu beğenen laik-demokratik bir İslam anlayışı oluşturmaktır.
ABD'li yetkili [tıpkı Tony Blair gibi, Selman Rüşdi gibi], ortada "yüzleşilmesi gereken ideolojik bir sorun bulunduğunu" söylüyor ve imamların eğitilmesini bu sorunun bir parçası olarak ortaya koyuyor. Peki bu "yüzleşilmesi gereken ideolojik" sorun nedir sizce? Bunu bilmemek için dünyadan tamamen bîhaber olmak gerekir. Bu sorun, İslam'ın dünya hayatına nizam veren, ahlaki, sosyal, siyasi hayatı düzenleyen bir din olduğu 'sorunu'dur. Evet bu, batılılar için ciddi bir sorundur. Sadece New York'un, Londra'nın, Bağdat'ın ya da Kabil'in değil, gerekirse uğruna bütün dünyanın yakılabileceği bir sorun…
Sonuç
Selman Rüşdi ve Tony Blair'ın yazısı ve ABD'nin Diyanet'ten yaptığı talep, belki ilk bakışta birbiriyle alaka kurulamaz üç ayrı 'şey' olarak dursa da, esasında birbiriyle hem de çok önemli bağlara sahiptir. Aslında şu anda dünya siyasetinde ve Türkiye'de (mesela PKK olayı da dahil), birbi- rinden tamamen bağımsız ve alakasız hemen he-men hiçbir gündem konusu yoktur.
İslam'a alternatif, mistik temaları yüksek, hurafelerin yeniden ambalajlanarak öne çıkartıldığı ve en önemlisi siyasi hiçbir talebi olmayan yeni bir din oluşturulması projesi elbette sürecektir. Bu yazının kapsam alanına giren konuda bir 'son dakika' haberini daha vererek bu yazıyı bitirelim: İslam Konferansı Örgütü 9-11 Eylül tarihlerinde Mek-ke'de 100 kadar aydın ve bilim adamını bir araya getirerek bir toplantı düzenleyecekmiş. (Belki de siz bu satırları okurken toplantı yapılıyor olacaktır). Toplantının gündem maddelerinden birinin de, "Ilımlı İslam öğretisinin bütün İslam toplumlarına yayılması" olduğunu sadece hatırlatmakla yetinelim…
Allah "Hak geldi, bâtıl zail oldu" buyurmaktadır. Fakat unutmamak gerekir ki, o 'hak' ancak bizim gelmemizle gelecektir. Hak'kın şahitleri, münte-sipleri, mensupları, bağlıları, bendeleri, hâdimleri biz olacağız. Yoksa 'hak' potansiyel olarak ve durduğu yerde zaten hak'tır ve güçlüdür, azizdir. Önemli olan, İslam reforme edilirken bizim 'hak'kın neresinde durduğumuzdur.
Dipnotlar
(1) Rüşdi Kavgaya Devam Ediyor, Radikal, 12.08.2005.
(2) Radikal, aynı yer.
(3) Matta İncili, 3.
(4) Selman Rüşdi, İslam'da Reform Lazım, Zaman, 09.08.2005.
(5) Rüşdi, Zaman, aynı yer.
(6) Tony Blaır, Savaşım Köktencilere Karşı, Zaman, 25.08.2005.
(7) ABD Diyanet'ten İmam Yetiştirmeyi Öğreniyor, Zaman, 26.08.2005.
(8) ABD Diyanet'in İmamlarına Talip, Yeni Şafak, 26.08.2005.
(9) Zaman, aynı yer.
(10) Yeni Şafak, aynı yer.
(11) Diyanet: BOP'ta Yokuz, Yeni Şafak, 29.08.2005.
(12) Yeni Şafak, 29.08.2005.
(13) İbrahim Karagül, Diyanet'in ABD Güvenlik Konseyi İle Ne İşi Olabilir?, Yeni Şafak,
30.08.2005