İslâm'ı Modern Dünyayla Barıştırmak: SORUNLAR, ÇIKMAZLAR
“İslâm'ın reforme edilmesi lazım”, “din vicdan işidir” gibi formüllerin arkasında yatan İslâm'ı sekülerleştirme çabasını doğru anlamazsak, hayati bir hata yapmış oluruz. Bu yüzden İslâm'ı “bugüne getirme” ya da “modern dünya ile barıştırma” adına sunulan projelerin arkasında ne tür varsayımların yattığını ve ne tür beklentilerin olduğunu tahlil etmek zorundayız.
Bir din ve medeniyet olarak İslâm'ın, gittikçe sekülerleşen günümüz dünyasında nasıl bir kimlik kazanacağı tartışması, uzun zamandır devam ediyor. Bu tartışma, hem İslâm dünyasında hem de Batıda çeşitli biçim ve seviyelerde sürdürülüyor. Ekonomiden mühendisliğe eğitimden toplumsal barışa kadar acil çözüm bekleyen pek çok sorun müslüman birey ve toplumların bu tartışmada bir taraf olmasını zorunlu kılıyor.
Bunun İslâm dünyası için aynı zamanda bir hayat-memat meselesi olduğunu görmek zor değil. Zira İslâm, Yahudilik ve Hıristiyanlığın geçtiği süreçlerden geçerek kendi varlık iddiasını, modern- seküler dünya kültürünün ona uygun gördüğü alana indirgediği gün, gerçek manada kâmil ve yaşayan bir din olma özelliğini yitirecektir.
Reform propagandasının arka yüzü
Uzun bir süredir dile getirilen “İslâm'ın reforme edilmesi lazım”, “din vicdan işidir” gibi formüllerin arkasında yatan İslâm'ı sekülerleştirme çabasını doğru anlamazsak, hayati bir hata yapmış oluruz. Bu yüzden İslâm'ı “bugüne getirme” ya da “modern dünya ile barıştırma” adına sunulan projelerin arkasında ne tür varsayımların yattığını ve ne tür beklentilerin olduğunu tahlil etmek zorundayız. Aksi halde modern sekülerizmin Yahudilik ve Hıristiyanlık karşısında kazandığı başarıların İslâm'a ve müslüman toplumlara yayılması ve İslâm'ın bu mücadelede kaybeden taraf olması kaçınılmaz hale gelecektir.
İslâm dünyasına modernleşmesi için “öğüt” veren pek çok Batılı yazarın sunduğu çözümü hepimiz ana hatlarıyla biliyoruz. Avrupa medeniyetinin son üç asırda geçirdiği tarihi evrimi esas alan bu bakış açısına göre “insanlık” (yani Batılı insan), dini aşmış ve yeni bir ergenlik dönemine girmiştir. Bu ‘olgunluk' dönemi, geçmişteki gibi dini inanç ve hurafelere değil, bilimin ve aklın öncülüğüne, bireyin özerkliğine, kapitalist pazar ekonomisine ve seküler bir toplumsal-siyasi yönetim biçimine dayalıdır.
Hıristiyanlığın dini ve tarihi manada sonunu getiren Reform ve Rönesans hareketleri, dini inanç ve yaşamı kamu alanından bütünüyle çıkartarak onu bireylerin vicdanına hapsetmiştir. Dini inanç özgürlüğü, din bir hakikat olduğu ve bu yüzden saygıyı hakettiği için değil, bireylerin şahsi tercihi olduğu için vardır. Ahlâk, kendi zatında bir değer olduğu için değil, toplumsal barış ve huzura katkıda bulunduğu ölçüde anlamlı ve gerekli bir kavramdır. Ahlâk ve maneviyatın toplumsal faydanın ötesinde bir anlamı yoktur. Akla ve bilime inanan rasyonel bireylerin, bir gün bu tür inanç kalıntılarından kurtulması ve ‘özgürleşmesi', bir süreç meselesedir . İnsanlık maddi olarak ilerlemeye devam ettiği müddetçe, onun aklî ve zihnî olgunlaşması -evrimi- de devam edecektir.
Seküler bir din anlayışı
Çok özet halinde sunduğumuz bu seküler dünya görüşünün bugün tek rakibi, İslâm'dır. Bunun bir abartı olmadığını teyid eden önemli göstergeler var.
Yahudilik ve Hıristiyanlık, modern dünya görüşünün temel varsayımlarını reddedip, yeni bir dini metafizik geliştirebilecek güce sahip değil. Avrupa medeniyetinin kalbi olan Fransa ve Almanya gibi ülkelerdeki dindarlık oranı, yüzde 4-5'lere düşmüş durumda. Avrupa kıtasına kıyasla daha dindar olan Amerika'da din, kişisel inanç ile tüketim ekonomisi ve maddi refah arasına sıkışıp kalmış durumda. Batılı pek çok insan Tanrıya inanıp dini reddetmenin kendileri için en ‘rasyonel' davranış olduğunu düşünüyor. Yani bir bakıma Kureyşlilerin Hz. Peygamber Efendimiz'e söylediği gibi, modern seküler toplumlar bir Tanrıya ya da ilâhi güce inanıyor ama o tanrının kendi hayatlarında söz sahibi olmasını istemiyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, insanlar Tanrıya evet, peygamberine hayır diyorlar.
Bu batılı din tasavvurunda tahrif edilmiş Hıristiyanlığın önemli bir payı var. Tarih sahnesine çıktığı ilk günlerden bu yana bağımsız bir ‘hukuk' kavramına sahip olmayan Hıristiyanlık, uzun bir mücadele döneminden sonra, Roma hukukunu kabul etmek zorunda kaldı. Bunun, Hıristiyanlığın tarihi gelişimi üzerinde derin izler bıraktığını söylemek mümkün. Bugün en dindar Hıristiyanların dahi modern dünya ile ‘sorunları', birkaç maddenin ötesine gitmiyor ve bunda Hıristiyanlığın yaşadığı bu tarihi tecrübenin önemli bir yeri var.
Dini öncelikle bir inanç ve dogma olarak gören Hıristiyanlığın tersine, İslâm, hem bir inanç sistemini hem de yaşam biçimini içeriyor. İşte tam da bu noktada İslâm ile diğer dinler arasında kesin bir çizgi çizmemiz kaçınılmaz hale geliyor.
Yahudi-Hıristiyan geleneğini esas alarak bir din tanımı yapan Batılı yazarlar (ve onların ismi müslüman takipçileri), İslâm'ın kamu alanına ve kollektif kimliğe yönelik söz sahibi olma iddiasını anlamakta büyük zorluk çekiyorlar. Hatta bazılarına göre İslâm'ın Mekke dönemi ile Medine dönemi iki farklı paradigmayı temsil ediyor. İnanç (“teori”) dönemini ifade eden Mekke'ye karşılık İslâm, Medine'de bir toplumsallaşma ve kurumsallaşma (“pratik”) sürecinden geçti ve hayata hükmeden bir din haline geldi. Bazı Yahudi ve Hıristiyan yazarlarına göre İslâm Mekke'de kalsa ve Medine dönemini hiç yaşamasaydı, bugün modern dünyaya ayak uydurmada daha az sancılı bir dönemden geçiyor olacaktı!
Mekke'den Medine'ye
Medine dönemini neden atlamak istiyorlar? Medine, Kur'an'ın ana mesajından bir sapmayı mı ifade ediyor? Seküler hümanistler Medine döneminin neyinden rahatsızlık duyuyorlar?
İslâmî bir açıdan baktığımızda, Mekke ve Medine dönemlerinin mesaj ve misyonu arasında herhangi bir fark yoktur. Fark, bu iki dönem arasındaki tarihi, sosyal ve siyasi objektif şartlardan kaynaklanıyor.
Mekke'de yeni yeni oluşmaya başlayan ve bir azınlık olan Hz. Peygamber Efendimiz ve onun takipçileri, Medine'de güçlü bir siyasi-ekonomik yapı oluşturdular ve bağımsız bir İslâm toplumu haline geldiler. Bunun anlamı şu: Kökleri Mekke'de atılan İslâm, bir inanç sistemi ve yaşam biçimi olarak Medine'de hayatiyet alanı buldu ve yayıldı. Bu yüzden İslâm hukukunun toplumsal hayata yönelik pek çok kural ve ilkesi, Medine dönemine geri gider.
İslâm'ı protestanlaştırarak sekülerleştirmeye ve böylece -güya- modern dünya ile uyumlu hale getirmeye çalışanların en büyük sorunu da burada başlıyor. İslâm salt bir inanç sistemi olsaydı ve bir kısım kelâmî prensiplerin ötesine gitmeseydi, onu teorik varsayımlarını esas alarak reforme etmek kolay olurdu. Eğer gündelik hayatınızda bir karşılığı yoksa, herhangi bir şeye şu veya bu şekilde inanmanın ne farkı var?
Hıristiyanlığın son dört asırda yaşadığı süreç, bu gözlemimizi teyid ediyor. Fakat din salt inanmanın ötesinde, eylemde bulunmayı zorunlu kıldığında, durum değişiyor. İmanın amelden, Kur'an'ın hadis ve sünnetten, vahyin nübüvvetten (yani Hz . Peygamber Efendimiz'in örnek hayatından ve amellerinden) ayırt edilememesi, İslâm'ın protestanlaştırılmasını ve sekülerleştirilmesini imkansız hale getiriyor.
Din sadece vicdan işi midir?
“Din vicdan işidir” ifadesi de bu yüzden benzer bir hata üzerine kurulu. Vicdanlarında iman nimeti olmadan insanların Allah'ın emir ve yasaklarına uyması şüphesiz mümkün değildir. Bu yüzden Kur'an ve Hz. Peygamber Efendimiz Mekke'de İslâm'a giren ilk müslümanların önce vicdan ve “dimağ”larını müslüman yaptı.
Aynı şekilde ahlâklı bir toplumun inşası da ancak tek tek bireylerin vicdanlarının İslâm olması ile mümkün olabilir. Zira hiçbir toplumda her kişinin başına bir polis dikerek toplumsal huzuru temin edemezsiniz. Fakat buradaki sorun su: Sosyal hayata ve insan ilişkilerine yansımayan, kamusal alanda hiçbir karşılığı olmayan bir vicdan, nasıl bir vicdandır? İnsanın iyiyi kötüden vicdanen ayırması ama bunu hayatına geçirmek için çaba göstermemesi anlamlı ve hatta mümkün bir şey midir? O zaman vicdanın ne anlamı olabilir?
Bu, seküler hümanizmin ve İslâm'ı modernleştirme adına protestanlaştırmaya çalışanların çözemediği, bu yüzden sürekli kaçtığı ana sorudur.
Dinin salt bir vicdan meselesi haline indirgenmesi, onun aynı zamanda bir kültür ve medeniyet olarak varolmasının da sonunu getirir.
Modern Avrupa medeniyeti, dini unsurlar taşımakla beraber, özünde seküler ve hümanist bir medeniyettir. Burada “ sekülerlik ” ile siyasi manadaki laikliği ve dini inanç özgürlüğünü değil, bir insanın dünya görüşünün ve yaşam biçiminin din dışı ve din karşıtı bir referans çatısına sahip olmasını kastediyoruz.
Bu açıdan bakıldığında dinin “kişiselleşmesi”, onun tedrici olarak sekülerize edilmesini de beraberinde getirir. İslâm ile modern dünyayı barıştırma adına seküler ve protestan projelerin gündeme getirilmesi, İslâm'ı bu sürece dahil etme çabasının bir neticesidir ve bu yüzden reddedilmelidir.
Aynı şekilde bugünlerde sık sık duyduğumuz “İslâm'ın reforme edilmesi” fikir ve arzusunun arkasında da benzer saikler yatıyor.
İslâm dünyasının misyonu
Hiç abartmadan söyleyebiliriz ki, bugün İslâm'ın modern dünya görüşüne ve yaşam biçimine yönelik meydan okuması, batılı ve yerli pek çok seküler modernisti rahatsız ediyor. Avrupa ve Amerika'dan yükselen “İslâm geliyor, karanlık çağa geri dönüyoruz…” çığlıklarının arkasında, Müslüman toplumların siyasi ya da askeri gücü değil, İslâm'ın fikri ve manevi meydan okuması yatıyor.
İslâm ülkelerinin Avrupa ve Amerika'yı ayağa kaldıracak siyasi, ekonomik, askeri gücü var mı? Elbette yok. Olmadığını Filistin, Çeçenistan, Keşmir ve en son Afganistan ve Irak'ta gördük. Bu ‘korku' ve ‘telaş'ın arkasında, İslâm'ın fikri ve manevi bütünlüğü, enerjisi, gücü yatıyor.
Tüm zorluklarına ve sorunlarına rağmen, İslâm dünyasındaki dini yaşama tecrübesi, Avrupa aydınlanmasıyla ortaya çıkan yeni seküler -hümanist-rasyonalist yaşam modelinden farklı, yaşanabilir ve çoğu zaman daha başarılı olduğunu pek çok kere ispat etti. İslâm'ın dini ve medeniyetsel bir kimlik olarak yaşamaya devam etmesi, seküler dünya görüşünün ana tezini çürütüyor. Zira yukarıda işaret ettiğimiz bu tarihi kehanete göre bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle beraber insanların dinden daha fazla uzaklaşması ve nihayet dini insanlığın tarihi bir ‘kalıntı'sı olarak geride bırakması öngörülüyordu.
Modernizmin İslâm dünyasında iflas eden her projesi, dini hassasiyetlerin biraz daha güçlenmesine sebep oldu. Bir başka ifadeyle modern seküler kültür müslüman toplumların üzerine saldırgan bir şekilde gelmeye devam ettiği müddetçe, insanlar dini kimlik ve şuurlarını farklı seviyelerde yeniden keşfediyorlar. Modernleşme teorileri bu paradoksu aşamadığı için, İslâm'ı bir ‘sorun' olarak görüyor. Oysa burada sorunun kaynağı İslâm değil, bize empoze edilen moderleşme ve sekülerleşme kuramlarıdır.
İslâm, Cenab-ı Hakk'ın gönderdiği son hak din olarak, ilâhi kökenli bir dinin nasıl olması gerektiğini bütün dünyaya gösteriyor. Dinin anlamının bozulduğu ve her şeyin maddi olana indirgendiği günümüz dünyasında İslâm'ın din tasavvuru ve tecrübesi, sadece müslümanlar için değil, bütün dünya toplumları için bir örnek mahiyetindedir.
İslâm'ın fikir, maneviyat ve medeniyet düzeyinde hayatiyetini sürdürebilmesi, ancak dayandığı otantik kaynaklara daha sıkı sarılmasıyla mümkün olacaktır.
“İslâm'ın reforme edilmesi lazım”, “din vicdan işidir” gibi formüllerin arkasında yatan İslâm'ı sekülerleştirme çabasını doğru anlamazsak, hayati bir hata yapmış oluruz. Bu yüzden İslâm'ı “bugüne getirme” ya da “modern dünya ile barıştırma” adına sunulan projelerin arkasında ne tür varsayımların yattığını ve ne tür beklentilerin olduğunu tahlil etmek zorundayız.
Bir din ve medeniyet olarak İslâm'ın, gittikçe sekülerleşen günümüz dünyasında nasıl bir kimlik kazanacağı tartışması, uzun zamandır devam ediyor. Bu tartışma, hem İslâm dünyasında hem de Batıda çeşitli biçim ve seviyelerde sürdürülüyor. Ekonomiden mühendisliğe eğitimden toplumsal barışa kadar acil çözüm bekleyen pek çok sorun müslüman birey ve toplumların bu tartışmada bir taraf olmasını zorunlu kılıyor.
Bunun İslâm dünyası için aynı zamanda bir hayat-memat meselesi olduğunu görmek zor değil. Zira İslâm, Yahudilik ve Hıristiyanlığın geçtiği süreçlerden geçerek kendi varlık iddiasını, modern- seküler dünya kültürünün ona uygun gördüğü alana indirgediği gün, gerçek manada kâmil ve yaşayan bir din olma özelliğini yitirecektir.
Reform propagandasının arka yüzü
Uzun bir süredir dile getirilen “İslâm'ın reforme edilmesi lazım”, “din vicdan işidir” gibi formüllerin arkasında yatan İslâm'ı sekülerleştirme çabasını doğru anlamazsak, hayati bir hata yapmış oluruz. Bu yüzden İslâm'ı “bugüne getirme” ya da “modern dünya ile barıştırma” adına sunulan projelerin arkasında ne tür varsayımların yattığını ve ne tür beklentilerin olduğunu tahlil etmek zorundayız. Aksi halde modern sekülerizmin Yahudilik ve Hıristiyanlık karşısında kazandığı başarıların İslâm'a ve müslüman toplumlara yayılması ve İslâm'ın bu mücadelede kaybeden taraf olması kaçınılmaz hale gelecektir.
İslâm dünyasına modernleşmesi için “öğüt” veren pek çok Batılı yazarın sunduğu çözümü hepimiz ana hatlarıyla biliyoruz. Avrupa medeniyetinin son üç asırda geçirdiği tarihi evrimi esas alan bu bakış açısına göre “insanlık” (yani Batılı insan), dini aşmış ve yeni bir ergenlik dönemine girmiştir. Bu ‘olgunluk' dönemi, geçmişteki gibi dini inanç ve hurafelere değil, bilimin ve aklın öncülüğüne, bireyin özerkliğine, kapitalist pazar ekonomisine ve seküler bir toplumsal-siyasi yönetim biçimine dayalıdır.
Hıristiyanlığın dini ve tarihi manada sonunu getiren Reform ve Rönesans hareketleri, dini inanç ve yaşamı kamu alanından bütünüyle çıkartarak onu bireylerin vicdanına hapsetmiştir. Dini inanç özgürlüğü, din bir hakikat olduğu ve bu yüzden saygıyı hakettiği için değil, bireylerin şahsi tercihi olduğu için vardır. Ahlâk, kendi zatında bir değer olduğu için değil, toplumsal barış ve huzura katkıda bulunduğu ölçüde anlamlı ve gerekli bir kavramdır. Ahlâk ve maneviyatın toplumsal faydanın ötesinde bir anlamı yoktur. Akla ve bilime inanan rasyonel bireylerin, bir gün bu tür inanç kalıntılarından kurtulması ve ‘özgürleşmesi', bir süreç meselesedir . İnsanlık maddi olarak ilerlemeye devam ettiği müddetçe, onun aklî ve zihnî olgunlaşması -evrimi- de devam edecektir.
Seküler bir din anlayışı
Çok özet halinde sunduğumuz bu seküler dünya görüşünün bugün tek rakibi, İslâm'dır. Bunun bir abartı olmadığını teyid eden önemli göstergeler var.
Yahudilik ve Hıristiyanlık, modern dünya görüşünün temel varsayımlarını reddedip, yeni bir dini metafizik geliştirebilecek güce sahip değil. Avrupa medeniyetinin kalbi olan Fransa ve Almanya gibi ülkelerdeki dindarlık oranı, yüzde 4-5'lere düşmüş durumda. Avrupa kıtasına kıyasla daha dindar olan Amerika'da din, kişisel inanç ile tüketim ekonomisi ve maddi refah arasına sıkışıp kalmış durumda. Batılı pek çok insan Tanrıya inanıp dini reddetmenin kendileri için en ‘rasyonel' davranış olduğunu düşünüyor. Yani bir bakıma Kureyşlilerin Hz. Peygamber Efendimiz'e söylediği gibi, modern seküler toplumlar bir Tanrıya ya da ilâhi güce inanıyor ama o tanrının kendi hayatlarında söz sahibi olmasını istemiyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, insanlar Tanrıya evet, peygamberine hayır diyorlar.
Bu batılı din tasavvurunda tahrif edilmiş Hıristiyanlığın önemli bir payı var. Tarih sahnesine çıktığı ilk günlerden bu yana bağımsız bir ‘hukuk' kavramına sahip olmayan Hıristiyanlık, uzun bir mücadele döneminden sonra, Roma hukukunu kabul etmek zorunda kaldı. Bunun, Hıristiyanlığın tarihi gelişimi üzerinde derin izler bıraktığını söylemek mümkün. Bugün en dindar Hıristiyanların dahi modern dünya ile ‘sorunları', birkaç maddenin ötesine gitmiyor ve bunda Hıristiyanlığın yaşadığı bu tarihi tecrübenin önemli bir yeri var.
Dini öncelikle bir inanç ve dogma olarak gören Hıristiyanlığın tersine, İslâm, hem bir inanç sistemini hem de yaşam biçimini içeriyor. İşte tam da bu noktada İslâm ile diğer dinler arasında kesin bir çizgi çizmemiz kaçınılmaz hale geliyor.
Yahudi-Hıristiyan geleneğini esas alarak bir din tanımı yapan Batılı yazarlar (ve onların ismi müslüman takipçileri), İslâm'ın kamu alanına ve kollektif kimliğe yönelik söz sahibi olma iddiasını anlamakta büyük zorluk çekiyorlar. Hatta bazılarına göre İslâm'ın Mekke dönemi ile Medine dönemi iki farklı paradigmayı temsil ediyor. İnanç (“teori”) dönemini ifade eden Mekke'ye karşılık İslâm, Medine'de bir toplumsallaşma ve kurumsallaşma (“pratik”) sürecinden geçti ve hayata hükmeden bir din haline geldi. Bazı Yahudi ve Hıristiyan yazarlarına göre İslâm Mekke'de kalsa ve Medine dönemini hiç yaşamasaydı, bugün modern dünyaya ayak uydurmada daha az sancılı bir dönemden geçiyor olacaktı!
Mekke'den Medine'ye
Medine dönemini neden atlamak istiyorlar? Medine, Kur'an'ın ana mesajından bir sapmayı mı ifade ediyor? Seküler hümanistler Medine döneminin neyinden rahatsızlık duyuyorlar?
İslâmî bir açıdan baktığımızda, Mekke ve Medine dönemlerinin mesaj ve misyonu arasında herhangi bir fark yoktur. Fark, bu iki dönem arasındaki tarihi, sosyal ve siyasi objektif şartlardan kaynaklanıyor.
Mekke'de yeni yeni oluşmaya başlayan ve bir azınlık olan Hz. Peygamber Efendimiz ve onun takipçileri, Medine'de güçlü bir siyasi-ekonomik yapı oluşturdular ve bağımsız bir İslâm toplumu haline geldiler. Bunun anlamı şu: Kökleri Mekke'de atılan İslâm, bir inanç sistemi ve yaşam biçimi olarak Medine'de hayatiyet alanı buldu ve yayıldı. Bu yüzden İslâm hukukunun toplumsal hayata yönelik pek çok kural ve ilkesi, Medine dönemine geri gider.
İslâm'ı protestanlaştırarak sekülerleştirmeye ve böylece -güya- modern dünya ile uyumlu hale getirmeye çalışanların en büyük sorunu da burada başlıyor. İslâm salt bir inanç sistemi olsaydı ve bir kısım kelâmî prensiplerin ötesine gitmeseydi, onu teorik varsayımlarını esas alarak reforme etmek kolay olurdu. Eğer gündelik hayatınızda bir karşılığı yoksa, herhangi bir şeye şu veya bu şekilde inanmanın ne farkı var?
Hıristiyanlığın son dört asırda yaşadığı süreç, bu gözlemimizi teyid ediyor. Fakat din salt inanmanın ötesinde, eylemde bulunmayı zorunlu kıldığında, durum değişiyor. İmanın amelden, Kur'an'ın hadis ve sünnetten, vahyin nübüvvetten (yani Hz . Peygamber Efendimiz'in örnek hayatından ve amellerinden) ayırt edilememesi, İslâm'ın protestanlaştırılmasını ve sekülerleştirilmesini imkansız hale getiriyor.
Din sadece vicdan işi midir?
“Din vicdan işidir” ifadesi de bu yüzden benzer bir hata üzerine kurulu. Vicdanlarında iman nimeti olmadan insanların Allah'ın emir ve yasaklarına uyması şüphesiz mümkün değildir. Bu yüzden Kur'an ve Hz. Peygamber Efendimiz Mekke'de İslâm'a giren ilk müslümanların önce vicdan ve “dimağ”larını müslüman yaptı.
Aynı şekilde ahlâklı bir toplumun inşası da ancak tek tek bireylerin vicdanlarının İslâm olması ile mümkün olabilir. Zira hiçbir toplumda her kişinin başına bir polis dikerek toplumsal huzuru temin edemezsiniz. Fakat buradaki sorun su: Sosyal hayata ve insan ilişkilerine yansımayan, kamusal alanda hiçbir karşılığı olmayan bir vicdan, nasıl bir vicdandır? İnsanın iyiyi kötüden vicdanen ayırması ama bunu hayatına geçirmek için çaba göstermemesi anlamlı ve hatta mümkün bir şey midir? O zaman vicdanın ne anlamı olabilir?
Bu, seküler hümanizmin ve İslâm'ı modernleştirme adına protestanlaştırmaya çalışanların çözemediği, bu yüzden sürekli kaçtığı ana sorudur.
Dinin salt bir vicdan meselesi haline indirgenmesi, onun aynı zamanda bir kültür ve medeniyet olarak varolmasının da sonunu getirir.
Modern Avrupa medeniyeti, dini unsurlar taşımakla beraber, özünde seküler ve hümanist bir medeniyettir. Burada “ sekülerlik ” ile siyasi manadaki laikliği ve dini inanç özgürlüğünü değil, bir insanın dünya görüşünün ve yaşam biçiminin din dışı ve din karşıtı bir referans çatısına sahip olmasını kastediyoruz.
Bu açıdan bakıldığında dinin “kişiselleşmesi”, onun tedrici olarak sekülerize edilmesini de beraberinde getirir. İslâm ile modern dünyayı barıştırma adına seküler ve protestan projelerin gündeme getirilmesi, İslâm'ı bu sürece dahil etme çabasının bir neticesidir ve bu yüzden reddedilmelidir.
Aynı şekilde bugünlerde sık sık duyduğumuz “İslâm'ın reforme edilmesi” fikir ve arzusunun arkasında da benzer saikler yatıyor.
İslâm dünyasının misyonu
Hiç abartmadan söyleyebiliriz ki, bugün İslâm'ın modern dünya görüşüne ve yaşam biçimine yönelik meydan okuması, batılı ve yerli pek çok seküler modernisti rahatsız ediyor. Avrupa ve Amerika'dan yükselen “İslâm geliyor, karanlık çağa geri dönüyoruz…” çığlıklarının arkasında, Müslüman toplumların siyasi ya da askeri gücü değil, İslâm'ın fikri ve manevi meydan okuması yatıyor.
İslâm ülkelerinin Avrupa ve Amerika'yı ayağa kaldıracak siyasi, ekonomik, askeri gücü var mı? Elbette yok. Olmadığını Filistin, Çeçenistan, Keşmir ve en son Afganistan ve Irak'ta gördük. Bu ‘korku' ve ‘telaş'ın arkasında, İslâm'ın fikri ve manevi bütünlüğü, enerjisi, gücü yatıyor.
Tüm zorluklarına ve sorunlarına rağmen, İslâm dünyasındaki dini yaşama tecrübesi, Avrupa aydınlanmasıyla ortaya çıkan yeni seküler -hümanist-rasyonalist yaşam modelinden farklı, yaşanabilir ve çoğu zaman daha başarılı olduğunu pek çok kere ispat etti. İslâm'ın dini ve medeniyetsel bir kimlik olarak yaşamaya devam etmesi, seküler dünya görüşünün ana tezini çürütüyor. Zira yukarıda işaret ettiğimiz bu tarihi kehanete göre bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle beraber insanların dinden daha fazla uzaklaşması ve nihayet dini insanlığın tarihi bir ‘kalıntı'sı olarak geride bırakması öngörülüyordu.
Modernizmin İslâm dünyasında iflas eden her projesi, dini hassasiyetlerin biraz daha güçlenmesine sebep oldu. Bir başka ifadeyle modern seküler kültür müslüman toplumların üzerine saldırgan bir şekilde gelmeye devam ettiği müddetçe, insanlar dini kimlik ve şuurlarını farklı seviyelerde yeniden keşfediyorlar. Modernleşme teorileri bu paradoksu aşamadığı için, İslâm'ı bir ‘sorun' olarak görüyor. Oysa burada sorunun kaynağı İslâm değil, bize empoze edilen moderleşme ve sekülerleşme kuramlarıdır.
İslâm, Cenab-ı Hakk'ın gönderdiği son hak din olarak, ilâhi kökenli bir dinin nasıl olması gerektiğini bütün dünyaya gösteriyor. Dinin anlamının bozulduğu ve her şeyin maddi olana indirgendiği günümüz dünyasında İslâm'ın din tasavvuru ve tecrübesi, sadece müslümanlar için değil, bütün dünya toplumları için bir örnek mahiyetindedir.
İslâm'ın fikir, maneviyat ve medeniyet düzeyinde hayatiyetini sürdürebilmesi, ancak dayandığı otantik kaynaklara daha sıkı sarılmasıyla mümkün olacaktır.