Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İstihsân

E Çevrimdışı

Ehli_Hadis

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
İstihsân



İbn Hazm rahımullah şöyle der: İstihsân ve istinbât’ı aynı baslık altında topladık çünkü bunların lafızlarıfarklı da olsa ma’nâları aynıdır. Bunların ma’nâsı da, Hâkim’in hâl ve istikbâlde daha uygun gördügü hükmü vermesidir. Bu re’y’i ile uygun buldugu istihsândır ve aynı zamanda uygun gördügü bu hükmü çıkartmaktır. Mâlikîler bir çok meselelerinde istisânla hüküm vermişler ve ilimde istihsân kıyâs’tan daha fazla kullanılır demişlerdir. İbn Hazm, ‘el-ihkâm fî Usûli’l-Ahkâm VI, 997

Hanefîler de istihsânı kullanmışlar, Şâfiîler ve Hanefîlerden Ahmed b. Muhammed et-Tahâvî istihsânı kabul etmemişlerdir. Kabul edenlerin çogu zaman şöyle dediklerini görüyoruz: ‘Bu meselede kıyâsla verilecek hüküm şöyle olmasına ragmen biz istihsânen böyle hüküm veriyoruz’. İstihsân’ı kabul edenlerin sarıldıkları âyette ‘sözün en güzeline tâbi’ olurlar’ lafzının mânâsı Kur’ân ve sünnete tâbi’ olmaktır ki bu da icma’ile sâbittir. Yoksa kendi güzel gördükleri degildir. Sözün en güzelinin Kur’ân ve sünnet oldugunu kabul etmeyen Müslüman degildir.

Hakkın, delilsiz olarak istihsân etmemizde olması muhâldir, eger böyle olsaydı Allah (c.c.) bizi güç yetiremeyecegimiz bir şeyle bizi mükellef kılmış olurdu. Hakîkatlar bâtıl, deliller zıtlaşmış, burhanlar tezat oluşturmuş, Allah (c.c.) bize, bizi nehyettigi ihtilâfı emretmiş olurdu, bu ise imkansızdır. Çünkü bütün âlimlerin, himmetlerinin, gayretlerinin, tabiatlarının farklılıklarından dolayı, bir istihsânda birlesmeleri mümkin degildir. Kiminin tabiatı serttir, kimininki yumuşaktır, kimi kararlıdır, kimi ihtiyatla hareket eder. Bu sebeplerden dolayı bütün âlimlerin bir istihsân’da birleşmeleri mümkin degildir.Hanefîlerin bir şeyi istihsân (güzel görme) ettiklerini, Mâlikîler’in istigbâh (kötü görme) ettiklerini görüyoruz. Mâlikîler’in istihsân ettiklerini, Hanefîlerin istigbâh ettiklerini görüyoruz. Bazı insanlar yüzünden Allah’ın dininde hakkın zuhûr etmesi imkansızlaşıyor. Bu durum, eger din eksik olsaydı olabilirdi. Amma din tamdır fazlalıga ihtiyâç yoktur, naslar yeterlidir her şey açıklanmıştır, istihsân edenin istihsânına, istigbâh edenin istigbâhına muhtaç olmayacak kadar tamdır. Hak, insanlar istikbâh etseler de haktır; bâtıl insanlar istihsân etseler de bâtıldır. İstihsân’ın şehvet oldugu, hevâ ve dalâleti ta’kip oldugu anlaşılmıstır. İbn Hazm, ‘el-ihkâm fî Usûli’l-Ahkâm VI, 998

İstihsân Delili İçin Dayanak Olarak Getirilen Bir Hadis



“Müslümanların güzel kabul ettikleri şeyler Allah katında da güzeldir; kötü kabul ettikleri şeyler Allah katında da kötüdür .Hâkim, Müstedrek, III, 79; Ahmed b. Hanbel, I, 379; Mecmeu’z-Zevâid, I, 177-178; Hatîbu’l-Bagdâdî Târîhu Bagdât, IV, 165; Taberânî, Mu’mecemu’l-Kebîr, IX, 112, 8583.Hadis, 115, 8593.Hadis

" ما رأى المسلمون حسنا فهو عند الله حسن , و ما رآه المسلمون سيئا فهو عند الله سيء " .
قال الألباني في " السلسلة الضعيفة و الموضوعة " ( 2 / 17 ) :
$ لا أصل له مرفوعا $ . و إنما ورد موقوفا على # ابن مسعود # قال : " إن الله
نظر في قلوب العباد فوجد قلب محمد صلى الله عليه وسلم خير قلوب العباد ,
فاصطفاه لنفسه , فابتعثه برسالته , ثم نظر في قلوب العباد بعد محمد صلى الله
عليه وسلم فوجد قلوب أصحابه خير قلوب العباد , فجعلهم وزراء نبيه , يقاتلون على
دينه فما رأى المسلمون ...... " إلخ . أخرجه أحمد ( رقم 3600 ) و الطيالسي في "
مسنده " ( ص 23 ) و أبو سعيد ابن الأعرابي في " معجمه " ( 84 / 2 ) من طريق
عاصم عن زر بن حبيش عنه . و هذا إسناد حسن . و روى الحاكم منه الجملة التي
أوردنا في الأعلى و زاد في آخره : " و قد رأى الصحابة جميعا أن يستخلفوا أبا
بكر رضي الله عنه " و قال : " صحيح الإسناد " و وافقه الذهبي . و قال الحافظ
السخاوي : " هو موقوف حسن " . قلت : و كذا رواه الخطيب في " الفقيه و المتفقه "
( 100 / 2 ) من طريق المسعودي عن عاصم به إلا أنه قال : " أبي وائل " بدل " زر
بن حبيش " . ثم أخرجه من طريق عبد الرحمن بن يزيد قال : قال عبد الله : فذكره .
و إسناده صحيح . و قد روي مرفوعا و لكن في إسناده كذاب كما بينته آنفا . و إن
من عجائب الدنيا أن يحتج بعض الناس بهذا الحديث على أن في الدين بدعة حسنة , و
أن الدليل على حسنها اعتياد المسلمين لها ! و لقد صار من الأمر المعهود أن
يبادر هؤلاء إلى الاستدلال بهذا الحديث عندما تثار هذه المسألة و خفي عليهم . أ
- أن هذا الحديث موقوف فلا يجوز أن يحتج به في معارضة النصوص القاطعة في أن "
كل بدعة ضلالة " كما صح عنه صلى الله عليه وسلم .
ب - و على افتراض صلاحية الاحتجاج به فإنه لا يعارض تلك النصوص لأمور : الأول :
أن المراد به إجماع الصحابة و اتفاقهم على أمر , كما يدل عليه السياق , و يؤيده
استدلال ابن مسعود به على إجماع الصحابة على انتخاب أبي بكر خليفة , و عليه
فاللام في " المسلمون " ليس للاستغراق كما يتوهمون , بل للعهد . الثاني : سلمنا
أنه للاستغراق و لكن ليس المراد به قطعا كل فرد من المسلمين , و لو كان جاهلا
لا يفقه من العلم شيئا , فلابد إذن من أن يحمل على أهل العلم منهم , و هذا مما
لا مفر لهم منه فيما أظن . فإذا صح هذا فمن هم أهل العلم ? و هل يدخل فيهم
المقلدون الذين سدوا على أنفسهم باب الفقه عن الله و رسوله , و زعموا أن باب
الاجتهاد قد أغلق ? كلا ليس هؤلاء منهم و إليك البيان : قال الحافظ ابن عبد
البر في " جامع العلم " ( 2 / 36 - 37 ) : " حد العلم عند العلماء ما استيقنته
و تبينته , و كل من استيقن شيئا و تبينه فقد علمه , و على هذا من لم يستيقن
الشيء , و قال به تقليدا , فلم يعلمه , و التقليد عند جماعة العلماء غير
الاتباع , لأن الاتباع هو أن تتبع القائل على ما بان لك من صحة قوله , و
التقليد أن تقول بقوله و أنت لا تعرفه و لا وجه القول و لا معناه " <1> . و
لهذا قال السيوطي رحمه الله : " إن المقلد لا يسمى عالما " نقله السندي في
حاشية ابن ماجة ( 1 / 7 ) و أقره . و على هذا جرى غير واحد من المقلدة أنفسهم
بل زاد بعضهم في الإفصاح عن هذه الحقيقة فسمى المقلد جاهلا فقال صاحب " الهداية
" تعليقا على قول الحاشية : " و لا تصلح ولاية القاضي حتى ... يكون من أهل
الاجتهاد " قال ( 5 / 456 ) من " فتح القدير " : " الصحيح أن أهلية الاجتهاد
شرط الأولوية , فأما تقليد الجاهل فصحيح عندنا , خلافا للشافعي " . قلت : فتأمل
كيف سمى القاضي المقلد جاهلا , فإذا كان هذا شأنهم , و تلك منزلتهم في العلم
باعترافهم أفلا تتعجب معي من بعض المعاصرين من هؤلاء المقلدة كيف أنهم يخرجون
عن الحدود و القيود التي وضعوها بأيديهم و ارتضوها مذهبا لأنفسهم , كيف يحاولون
الانفكاك عنها متظاهرين بأنهم من أهل العلم لا يبغون بذلك إلا تأييد ما عليه
العامة من البدع و الضلالات , فإنهم عند ذلك يصبحون من المجتهدين اجتهادا مطلقا
, فيقولون من الأفكار و الآراء و التأويلات ما لم يقله أحد من الأئمة المجتهدين
, يفعلون ذلك , لا لمعرفة الحق بل لموافقة العامة ! و أما فيما يتعلق بالسنة و
العمل بها في كل فرع من فروع الشريعة فهنا يجمدون على آراء الأسلاف , و لا
يجيزون لأنفسهم مخالفتها إلى السنة , و لو كانت هذه السنة صريحة في خلافها ,
لماذا ? لأنهم مقلدون ! فهلا ظللتم مقلدين أيضا في ترك هذه البدع التي لا
يعرفها أسلافكم , فوسعكم ما وسعهم , و لم تحسنوا ما لم يحسنوا , لأن هذا اجتهاد
منكم , و قد أغلقتم بابه على أنفسكم ?! بل هذا تشريع في الدين لم يأذن به رب
العالمين , *( أم لهم شركاء شرعوا لهم من الدين ما لم يأذن به الله )* و إلى
هذا يشير الإمام الشافعي رحمة الله عليه بقوله المشهور : " من استحسن فقد شرع "

. فليت هؤلاء المقلدة إذ تمسكوا بالتقليد و احتجوا به - و هو ليس بحجة على
مخالفيهم - استمروا في تقليدهم , فإنهم لو فعلوا ذلك لكان لهم العذر أو بعض
العذر لأنه الذي في وسعهم , و أما أن يردوا الحق الثابت في السنة بدعوى التقليد
, و أن ينصروا البدعة بالخروج عن التقليد إلى الاجتهاد المطلق , و القول بما لم
يقله أحد من مقلديهم ( بفتح اللام ) , فهذا سبيل لا أعتقد يقول به أحد من
المسلمين . و خلاصة القول : أن حديث ابن مسعود هذا الموقوف لا متمسك به
للمبتدعة , كيف و هو رضي الله عنه أشد الصحابة محاربة للبدع و النهي عن اتباعها
, و أقواله و قصصه في ذلك معروفة في " سنن الدارمي " و " حلية الأولياء " و
غيرهما , و حسبنا الآن منها قوله رضي الله عنه : " اتبعوا و لا تبتدعوا فقد
كفيتم , عليكم بالأمر العتيق " . <2> فعليكم أيها المسلمون بالسنة تهتدوا و
تفلحوا .

el-Elbânî rahımullah hadis hakkında şunları ifâde etmektedir: “Enes (r.a.)’ın (93/712) ref’ ederek rivâyet ettigi haber mevzu’dur. Abdullah b. Mesu’d’un (32/652) sözü olarak gelen rivâyetlere ancak mevkûf hükmü verilebilir. Dünyânın acâipliklerinden biri de kimilerinin bu rivâyetten hareketle dinde bida’t-ı hasenenin varlıgını ispatlamaya çalışmalarıdır. Müslümanların huy edinmelerinden dolayı bir seyi güzel gören delil! Bu öyle bir delil olmustur ki problemi çözemedikleri zaman bu delile dönerler! Bu hadis mevkûftur, kesin naslarla muâraza edemez. Bu haberle su sebeplerden dolayı naslara aykırı hüküm verilemez: ilk Önce: Bu haberden murad sahâbenin bir iş, olay, hüküm hakkında ittifak ve icma’ etmeleridir. Haberin gelişi de böyle degil midir? Abdullah b. Mesu’d bu haberin sonunda sahâbenin Hz. Ebû Bekr’in (13/634) halife olmasında ittifak ettiklerini nakletmiştir. Bazılarının zannettikleri gibi (el-Müslimûn) kelimesindeki harf-i ta’rif istigrâg için (herkese şâmil, umûmî) degildir, aksine o dönemdeki sahâbe nesli için geçerlidir. ikincisi: Harf-i ta’rif’in istigrâg için oldugunu kabul etsek bile bu müslümanlardan her birey için geçerli degildir. İlimden hiç anlamayan insanlarda dahil olabilir mi hiç? Şu halde bu ancak ilim ehline hamledilir. Zannediyorum ki bundan kaçacak noktaları yoktur. Mukallitler ilim ehline girer mi? İçtihât kapısı da kapandı denmişken, o halde ilim ehli kimdir? Âlim, ilmi yakini olarak bilen ve anlayandır. Taklît eden âlim olamaz. Çünkü o taklit ettigi insan ne diyorsa onu uygular. Bu nedenle ilk önce ictihâd ehli olmak şartı vardır. Naslar’da veya selef’te böyle bir uygulama yokken bir şeyi güzel kabul etmek şeriat ortaya koymak olur. İmâm-ı Sâfiî’de bu yüzden ‘men istahsene fegad serraa’ demedi mi ?! el-Elbânî, Silsiletu Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa, II, 16-19, 532, 533

Aclûnî (1162/1748) merfu’ rivâyetin sâkıt oldugunu (Aclûnî, Kesfu’l-Hafâ, II, 168, 2212) hadisin mevkûf olarak kabul edilmesi gerektigini söylemektedir. Aclûnî, Kesfu’l-Hafâ, II, 168, 2212.

İbn Hazm rahımullah şöyle der: “Aslında bu haberin Rasûlullah’a müsned olarak dayandırıldıgını bilmemekteyiz. Bu söz Abdullah b. Mesûd’un sözüdür. Bu söz sahih bir yolla gelmiş olsa bile istihsân delillerini ispat için tutunabilecekleri bir dayanakları yoktur bu haberde. Bu haber ispat etse etse, icma’ı ispat eder. Çünkü haberde ‘bazı müslümanların güzel gördügü’ demiyor, ‘müslümanların güzel gördügü’ lafzı eger anlasılacak olsa tartışmasız icma’dan baska bir sey degildir. Müslümanların bazısının güzel gördügüne ittiba’ etmek, diger bazılarının güzel gördügünden daha evlâ degildir. Eger böyle olsaydı biz hem bir şeyle sorumlu olabilecegimiz gibi, hem de sorumlu olmayabiliriz; hem bir fiili yapmakla, hem de terk etmekle sorumlu kılınabiliriz, bu ise muhaldir. İbn Hazm, ‘el-ihkâm fî Usûli’l-Ahkâm VI, 1000



 
H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
İSTİHSAN

Bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek. Hukukçunun adalet ve insafla hareket ederek, özel bir delile dayanılmak sûretiyle genel kuraldan ayrılması anlamında bir fıkıh usûlü terimi. Hanefî hukukçularından es-Serahsî (ö. 490/1097), istihsanın; Kıyası terkedip, insanlar için en uygun olanı almaktan, şahıs veya toplum bir meselede sıkıntıya düşünce müsamaha, kolaylık ve ruhsatlarla hareket etmekten ibaret olduğunu belirttikten sonra şöyle der: "Bunlardan çıkan sonuca göre istihsan; kolaylık sağlamak için zorluğu terketmektir. Bu da dinin aslı se esasıdır. Yüce Allah şöyle buyurulmuştur: "Allah, sizin itin kolaylık diler, zorluk murad etmez" (el-Bakara, 2/185). Hz. Peygamber de bir hadisinde şöyle buyurmuştur:"Dinininiz en iyisi, en kolay olanıdır" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 32). Buna göre, dinde zorluk çıkarılmaması, kolaylık yollarının ortaya konulması asıldır. İstihsanın aslı da bundan ibarettir (es-Serahsî, el-Mebsut, X, 145; M. Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire, t.y., 253, 254).
Hz. Peygamber, Alî b. Ebî Tâlib ve Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken, kendilerine; "kolaylaştırın, zorlaştırmayın, yaklaştırın, uzaklaştırmayın" buyurarak, toplumla olan ilişkilerinde izleyecekleri metodu belirtmiştir. (es-Serahsî, a.g.e., X, 145).
Ebu'l-Hasen el-Kerhî'nin tarifi şöyledir: "İstihsan, müctehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı bir meselede benzerlerinin hükmünden başka bir hükme yönelmesidir." (Şâtibî, el-İ'tisâm, Kahire, t. y., II, 118; Âmidî, el-İhkâm, Mısır 1914, IV, 212).
Mâlikîlerden İbn Rüşd'e göre, istihsân, hükümde aşırılığa götüren kıyası bırakıp, genel kural dışındaki istisna yoluyla başka bir hükme ulaşmaktır (Şâtibî, a.g.e., II, 119). Hanbelîlerden Tûfî'nin (716/1316) tarifi şöyledir: "İstihsân, şer'î özel bir delil karşısında, bir meselenin hükmünde benzerlerinden ayrılmaktır. Ahmed b. Hanbel'in mezhebi de budur" (Abdulvehhâb Hallâf, Masâdiru't Teşrîi'l-İslâmî, Kuveyt 1970, s. 70).
İstihsanın çeşitlerini de içine alan kapsamlı bir tarifi şu şekilde yapılabilir: İstihsan; müctehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerleri için verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass (ayet-hadis), icmâ, zaruret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak başka bir hüküm vermesidir.
Bazen bir mesele genel nitelikli ayet veya hadislerin yahut bazı mezheplerce benimsenip yerleşmiş bulunan bir genel kuralın kapsamına girer. Ancak aynı konuda, bu nass'ın veya genel kuralın aksi yönde hüküm vermeyi gerektiren nass, icmâ, zaruret, örf veya maslahat gibi başka özel bir delil daha bulunur. Müctehid bu özel delilin tercih edilmesi gerektiğine kanaat getirirse, genel nass veya genel kuraldan ayrılarak, özel delile göre hüküm verir. İşte bu, benzerlere uygulanan hükümden vazgeçmeye "istihsan" adı verilir. Bu yolla sabit olan hükme de "kıyasa aykırı olarak istihsan yoluyla sabit olan hüküm" denir. Burada kıyasa aykırılıktan maksat, genel nass veya genel kurala aykırılıktır (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, terc. İbrahim Kâfî Dönmez, Ankara 1990, s. 162).
İslâm hukukunun aslî delilleri Kitap, Sünnet, icma ve Kıyastır. istihsân ise; örf, maslahat zerâyi' ve geçmiş Şeriatlar gibi tâli delillerdendir. Sahâbe ve Tabiin bilginleri re'y, kıyas ve istihsan gibi terimlere önem vermeksizin Hz. Peygamber'in verdiği müsaadeye dayanarak ictihada başvururlardı. Onlar ictihadlarında İslâm'ın ruhundan ve genel prensiplerinden hareket ederek fetva verirler;
"Zarar verme ve zarar ile karşılıkta bulunma yoktur" (Mâlik, Muvatta', II, 122; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 327; Mecelle, Madde, 19) hadisi gibi genel nitelikli prensiplerin ışığı altında yeni meselelere çözüm getirirlerdi.
Ashab-ı Kirâm'dan Dahhâk b. Halîfe el-Ensârî'nin bir tarlası vardı. Buraya sulama suyu ancak Muhammed b. Mesleme'nin tarlasından geçerek ulaşabiliyordu. Muhammed b. Mesleme kendi tarlasından suyun geçirilmesine izin vermeyince Dahhâk, Halife olan Hz. Ömer'e başvurdu. Ömer (r.a), O'na sordu: "Kardeşinin yararlanmasına niçin engel oluyorsun? Halbuki aynı su kanalından sen de yararlanabilirsin ve sana bunun bir zararı da olmayacak". Muhammed ise: "Vallahi kanal açılmasına izin vermem" deyince, Halîfe Ömer: "Senin karnının üzerinden bile olsa Dahhâk bu kanalını geçirecektir" dedi ve gerekli emri verdi (Mâlik, Muvatta', II, 122, 123; Yahya b. Âdem, Kitabü'l-Harâc, Kahire 1347, s. 111, 112).
Hâtip adlı bir şahsın köleleri, Müzeyneli birisinin devesini çalıp kesmiş ve etini de yemişlerdi. Hz. Ömer'e şikayet edilince, kölelerin hırsızlık suçundan dolayı ellerinin kesilmesini emretti. Ancak olayın özel şartlarını inceleyince, kölelerin çalıştırıldığı halde aç bırakıldıklarını tesbit etti ve el kesme cezasını kaldırarak, kölelerin sahibi olan Hâtibin, devenin kıymetinin iki katı olan 800 dirhem gümüş parayı deve sahibine ödemesine hükmetti. imam Mâlik bu olayı naklettikten sonra şöyle der: "Böyle bir malı iki katıyla ödetme işi Medîne yöresinde cari değildir. Ancak kişi, böyle bir malı, aldığı günkü rayiç kıymetine göre tazmin etmektedir" (Mâlik, Muvatta', II, 124; el-Bâcı, el-Müntekâ, Mısır 1332, VI, 65). Hz. Ömer'in verdiği bu kararlar Kitap, Sünnet ve Kıyas'a dayanmamaktadır. Çünkü kıyasa göre, Muhammed b. Mesleme, komşusu Dahhâk'a, kendi toprağından su yolu verip vermemekte serbest olduğu gibi, Müzeyneli'nin devesini çalanların da elleri kesilmeli idi. Ancak o, bu konuda dinin genel prensiplerine, zararı def ve maslahatı celbetme esasına göre hüküm vermiştir. İşte genel nitelikli nassların kapsamı dışında, özel bir nass, icma, örf veya maslahat gibi bir delil sebebiyle yapılan bu gibi ictihadlara daha sonra "istihsan" adı verilmiştir (Muhammed Yusuf Mûsa, Tarihu'l-Fıkhı'l İslâmî, Mısır 1958, s. 256).
İ. Goldziher, istihsan prensibini bizzat Ebû Hanîfe'nin (ö. 150/767) koymuş olduğunu söyler (Vienna Oriental Journal, I, 228). J. Schacht'a göre ise, bu terim Ebû Hanife'den önce vardı. Ancak istihsan metodu Ebû Hanîfe ve öğrencileri Ebû Yusuf ve İmam Muhammed tarafından geliştirilmiştir (J. Schacht, The Origins of Muhammadan Jurisprudence, s. 112).
İstihsan ile kıyas arasındaki fark şöyle açıklanabilir: Ferdî düşünce ürünü olan ictihad, Sahabe devrinde "re'y" adını alıyordu. Bu metod geliştirilip, sistematik hale gelince "kıyas" adı verildi. Fakîh'in kendisine uygun gelen ve genel kuralın istisnası olarak tercih ettiği kıyas şekline de "istihsan" denildi. Bu duruma göre, istihsan, toplumda karşılaşılan problemleri çözmede daha elverişli ve etkisi daha çok olan bir metoddur.
Bazen bir mesele nass'ın kapsamına girmez ve bu yüzden kıyas yoluna başvurulur. Bu takdirde iki kıyas ile karşılaşılır. Bu kıyaslardan biri açık (zâhir)dir. Çünkü asıl hükümle, bu hükme bağlanacak olan mesele arasındaki illet bağı kolayca kurulabilir. İkinci kıyas ise, kapalı (hafi)dir. Burada illet bağı ilk bakışta kurulamamakta ve gizli kalmaktadır. Müctehid, bazı delillere dayanarak bu gizli kıyas yolunu tercih ederek buna göre hüküm verebilir. Buna "açık kıyasa aykırı olan istihsan" adı verilir. işte Hanefî hukukçuları ile istihsana göre hüküm veren diğer hukukçuların, özellikle Mâlikîlerin, istihsandan anladıkları budur. Çünkü istihsan ve kıyas kelimelerinin açıkça kullanıldığı meseleler incelenirse, genel olarak iki durumla karşılaşılır: Müctehid, ya özel bir delil sebebiyle genel kuraldan ayrılmıştır, ya da, hakkında biri açık diğeri kapalı iki kıyas söz konusudur ve müctehid, kapalı kıyası daha güçlü bulduğu için açık kıyası terketmiştir.
İstihsanın Çeşitleri:
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir müctehidin genel nitelikli nass veya genel kuraldan ayrılıp, başka bir hüküm vermeye yönelmesi, ya bu konuda mevcut olan özel bir nassa (ayet hadis) binâen veya bir icmâ, bir zarûret, bir kapalı kıyas yahut da bir maslahat sebebiyle olmaktadır. istihsanın dayanağını teşkil eden bu deliller dikkate alındığında, altı çeşit istihsan ortaya çıkar:
1. Nass sebebiyle istihsan:
Bir mesele hakkında özel bir nass bulunur ve bu nass, aynı konudaki genel nitelikli nass veya genel kuralın aksine bir hüküm ihtiva ederse, bu çeşit istihsandan söz edilir:
Selem veya selef akdi, peşin para karşılığında, mislî (standard) bir malın vadeli olarak satımı demektir. Bu ise, bir kimsenin elinde mevcut olmayan bir malı satması anlamına gelir. Bu konuda iki nass bulunmaktadır. Birisi genel nitelikli olup, böyle bir sözleşmenin geçersizliğini gerektirmektedir. Hz. Peygamber, Hakîm b. Hızâm'a; "Sahip olmadığın bir şeyi satma" (Ebû Dâvud, Büyû', 70) buyurmuştur. İkinci nass ise özel nitelikli olup selem akdinin mümkün ve caiz olduğunu ifade eder. Hz. Peygamber Medîne'ye geldiğinde Medînelilerin meyveleri hakkında bir veya iki yıllığına selem (para peşin, mal veresiye) sözleşmesi yaptıklarını gördü. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Selem yoluyla satış yapan, bunu belirli ölçüye, belirli tartıya göre ve süresini belirleyerek yapsın" (Ebû Dâvud, Büyû', 57; Nesâi, Büyû', 63). Bu duruma göre, selem; kıyasa aykırı olmakla birlikte istihsan yoluyla caiz görülmüştür. Ancak istihsanın temelde dayanağı da sünnettir. Burada özel şartlar ve toplumun ihtiyacı nedeniyle bir hadisten başka bir hadîsin hükmüne gidiş söz konusudur (es-Serahsi, Usûl, Beyrut t.y., II, 203).
Mal vasiyetinin geçerli oluşu da istihsana dayanır. Çünkü vasiyette mülkiyetin karşı tarafa geçişi, mülkiyetin ortadan kalkacağı zamana bağlanmıştır. Halbuki temlik konusundaki genel prensibe göre, temlik, mülkiyetin ortadan kalkacağı zamana bağlanamaz. Bu prensibe göre, vasiyet tasarrufunun geçersiz olması gerekir. Ancak vasiyet konusu özel nasslarla meşrû kılınmıştır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "(Bütün bu miras payları, ölenin) yapmış bulunacağı vasiyet yerine getirildikten ve borcun ödenmesinden sonradır" (en-Nisâ, 4/11). Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Allah, amel defterinizin hayrı-hasenat kısmına eklenmek üzere yaptığınız iyiliklerden ayrı olarak, size vefatınız sırasında da mallarınızın üçte biri üzerinde tasarruf yetkisi vermiştir" (İbn Mâce, Vesâyâ, 5; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 399-401).
Unutarak yiyip-içenin orucunun bozulmaması istihsan yoluyla sâbittir. Burada genel kurala göre orucun bozulması gerekir. Çünkü, orucu bozan şeylerden sakınmak (imsâk), orucun rükünlerindendir. Unutarak da olsa yeme-içme ile bu rükün ortadan kalkmış olur. Ancak özel bir nass olan hadisle orucun bozulmadığına hükmedilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Oruçlu iken unutarak yiyip içen kimse orucunu tamamlasın, zira onu Allah yedirip içirmiştir" (Buhârî, Eymân, 15, Savm, 26; Tirmizî, Savm, 26; Müslim, Sıyâm, 171). Ebû Hanîfe'nin; "Bu hadis olmasaydı, kıyasa göre amel edip, unutarak yiyip içenin orucunun da bozulacağına hüküm verirdim" dediği nakledilir (Zekiyüddin Şa'bân, a.g.e. s. 165).
Namaz kılarken kahkaha ile gülenin abdestinin bozulması kıyasa uymaz. Çünkü kıyas yalnız namazın bozulmasını gerektirir. Ancak namaz kılarken, gözleri görmeyen birisinin çukura düştüğünü görünce gülenlerin abdestlerinin bozulduğunu bildiren hadis karşısında bu kıyastan vazgeçilmiştir (Zeylaî, a.g.e., I, 47).
Şart muhayyerliği de istihsana dayanır. Çünkü, bir satım akdinin, sözleşmenin yapıldığı andan itibaren bağlayıcı olması (lüzûmu) asıldır. Muhayyerlik bunu ihlâl eder ve kıyasa göre, geçersiz olması gerekir. Ancak, Hz. Peygamber'in Hıbbân b. Munkız'a söylediği şu söz bu konuda özel nass'tır: "Alış-veriş yaptığında; aldatmaca yok. Benim için üç gün süreyle muhayyerlik hakkı vardır, de" (Buhârî, Buyû', 48; Müslim, Büyû', 48). Burada genel kural, akdin tek taraflı olarak feshedilememesi, özel nass ise, şart muhayyerliğinin caiz görülmesidir.
2. İcmâ sebebiyle istihsan:
Bu, herhangi bir mesele hakkında teşekkül etmiş bulunan icmâ' sebebiyle kıyası terketmektir. Meselâ; müslümanlar istisnâ' (san'atkâra bir iş ısmarlama, eser sözleşmesi yapma) akdinin sıhhati üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Kıyasa göre böyle bir akdin geçersiz olması gerekir. Çünkü akdin konusu olan şey, sözleşme sırasında mevcut değildir. Olmayan bir şeyin satımı ise hadisle yasaklanmıştır (Ebû Dâvud, Büyû', 70). Ancak insanlar Hz. Peygamber devrinden beri, bu muâmeleyi yapagelmişler ve hiçbir müctehid buna karşı çıkmamıştır. Hanefîlere göre, istisnâ' sözleşmesi, kıyasa aykırı olmakla birlikte, temelde icmâ' deliline dayalı olarak istihsan yoluyla geçerlidir.
Hamamlarda yıkanma ile ilgili sözleşme de istihsana dayanır. Bu bir çeşit kira sözleşmesidir. Ancak kullanılacak su miktarı ve kalınacak süre önceden belirlenmediği için, bu bilinmezliklerin akdi fasit kılması gerekir. Fakat insanlar bunu teâmül hâlinde uygulayageldikleri halde, ictihad ehlinden hiçbir kimse buna karşı çıkmamıştır. Bu yüzden konu hakkında icmâ' meydana gelmiş ve akdin geçersizliğini gerektiren kıyas terkedilmiştir.
3. Zarûret ve ihtiyaç sebebiyle istihsan:
Buna genellikle aşağıdaki örnekler verilir.
Doğan, akbaba, karga ve atmaca gibi yırtıcı kuşların artığı sularla dinî temizliğin yapılabilmesi istihsana dayanır. Bunlar aslında leş yiyen kuşlardır. Gagaları bu pisliklerle temas halindedir. Diğer yandan su içerken salyaları suya akabilir. Buna göre, arslan, kaplan, pars vb. yırtıcı hayvanlarda olduğu gibi, bu kuşların artığı olan suyun -eğer az ise- pis olduğuna hükmetmek gerekir. Bu, açık kıyasın bir sonucudur. İstihsana göre ise, gizli (hafi) kıyasa yönelerek, bu kuşların durumu dikkatlice incelenirse, dört ayaklı yırtıcı hayvanlardan farklı oldukları görülür. Çünkü yırtıcı hayvanların artıkları, salyaları karıştığı için pistir. Bunun sebebi de salyalarının pis olan etlerinden meydana gelmesidir. Yırtıcı kuşlar ise, suyu gagalarıyla içtikleri için, artıkları salyalarıyla temas etmez. Gagaları kemik olduğundan, artıkta herhangi bir eser bırakmaz. Bu yüzden onların artığı olan su pis sayılmaz. Ancak ihtiyat bakımından böyle bir suya mekruh denir. Diğer yandan meseleye zarûret açısından bakılınca, bu kuşların suya havadan indikleri, özellikle çöllerde ve yerleşik nüfusun olmadığı yerlerde yaşayanların, bunların artıklarından kaçınmalarının çok güç olduğu dikkate alınarak, kıyas terkedilmiş ve bu kuşların artığı istihsan yoluyla temiz kabul edilmiştir.
Pislenen kuyu ve havuzların temizlenmesi. Genel kurala göre, bu kuyu ve havuzlar pislenme sırasındaki suyun bir kısmı veya tamamı boşaltılsa bile temiz hale gelmez. Suyun bir kısmı boşaltılsa, ger kalan kısmında pisliğin kalacağı açıktır. Suyun tamamı boşaltılsa bile, duvar ve tabanda kalan pislik yeni gelen suyla karışır. Fakat müctehidler zarûret karşısında, pislenen suyun bir kısmının veya tamamının boşaltılması hâlinde kuyu veya havuzun temiz sayılmasına hükmetmişlerdir (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, I, 67 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, I, 147 vd.). Günümüzde bu gibi kuyuların temiz olup olmadığı suyun tahlili ile anlaşılabileceği gibi, klorlama yoluyla mikropların etkisiz kılınması da mümkün olmaktadır. Diğer yandan su motorları, suyu boşaltmada büyük kolaylıklar sağlamaktadır.
4. Kapalı kıyas sebebiyle istihsan:
Bu çeşit istihsan, hakkında birbiriyle çatışan ve biri açık diğeri kapalı iki kıyas imkânı bulunan meselelerde ortaya çıkar.
Yırtıcı kuşların artığı meselesini buna örnek verebiliriz. Burada iki ayrı kıyas yapılabilmektedir. Birisi arslan, kapları gibi dört ayaklı yırtıcı hayvanların artığına kıyas yapılması olup, bu açık kıyastır. Çünkü her iki hayvanın salyasının oluşumu şer'an pis sayılan etleri ile bağlantılıdır. ikinci kıyas ise kapalı (gizli) kıyas olup, iyice düşünülünce anlaşılabilmektedir. Bu, yırtıcı kuşların artığının insan artığına kıyas edilmesidir. Çünkü yırtıcı kuşlar suyu gagaları ile içerler. Gagaları temiz kemiktir. Salyaları ise suya karışmaz. Bulla göre, insanın artığı temiz olunca, bu kuşların artığı da temiz olur (Zekiyüddin Şa'bân, a.g.e., s. 169).
Alacaklıya teminat olmak üzere verilen rehnin vediaya benzetilmesi kapalı kıyas olup, istihsan adını alır. Ebû Hanîfe ve imam Muhammed bu kıyas tarzım benimsemişlerdir. Rehnin, borcu ödemeye (ita) benzetilmesi ise acık kıyas olup, Ebû Yusuf ve Zufer buna göre hükmetmişlerdir.
5. Örf Sebebiyle İstihsan:
İnsanlar genel kurala veya kıyasla belirlenen bir hükme aykırı düşen bir uygulamayı örf hâline getirirlerse, bu çeşit istihsan söz konusu olur. Buna, aşağıdaki meseleleri örnek verebiliriz.
Hanefî hukukçularının çoğunluğuna göre, sözleşmelerde örfen benimsenmiş olan her şart geçerlidir.
Bu, örfe dayalı istihsan yoluyla benimsenmiş bir hüküm olup, genel kurala aykırıdır. Bu konudaki genel kural şu hadistir: "Hz. Peygamber (s.a.s.), şartlı alış-verişi yasakladı" (Tirmizî, Büyû', 19; Nesâî, Büyû', 71; Zeylaî, a.g.e., IV, 17, 18).
Mezhebin benimsediği ana kurala göre, vakfın ebedî olması gerekir. Bu kural, bizi, menkul malların vakfedilemeyeceği sonucuna götürür. Çünkü menkuller bir süre sonra yok olup gider. Fakat imam Muhammed eş-Şeybânî kitap ve benzeri, vakfedilmesi örf hâline gelmiş şeylerin - kıyasa aykırı da olsa- vakfa konu olabileceğine hükmetmiştir. Burada, mezhebin benimsediği genel kurala aykırı olarak, örf deliline dayanmak sûretiyle istihsan yoluna gidilmiş ve menkullerin vakfı caiz görülmüştür (Zekiyüddin Şa'bân, a.g.e, s. 170). Ayrıca bk. Vakıf mad.
6. Maslahat sebebiyle istihsan:
Bir meselede maslahatın gözetilmesi genel kuralın dışına çıkmayı gerektirecek nitelikte ise, maslahata dayalı istihsan söz konusu olur. Meselâ; Hanefîlerin benimsediği genel kurala göre, ziraat ortakçılığı (muzâraa), kira sözleşmesinde olduğu gibi, âkitlerin veya âkitlerden birisinin ölümü ile sona erer. Ancak maslahat düşüncesiyle bazı özel durumları, bu genel kuraldan istisna etmişlerdir.
Meselâ; toprak sahibi ölmüş ve ürün henüz yetişmemiş ise, bu durumda kıyasa aykırı düşmekle birlikte, istihsana göre sözleşmenin devam edeceğine hükmedilir. Burada istihsanın gerekçesi, emek sahibinin menfaatini korumak ve zarara uğramasını önlemektir. Maslahat sebebiyle istihsan çeşidini daha çok Malikiler kullanmıştır. Ancak Hanefî uygulamasında da yer alır.
Haşimoğullarına zekât vermenin caiz olmadığı Hanefî ve Mâlikî mezheplerinin ve daha birçok hukukçunun benimsediği genel bir hükümdür: "Zekât, Muhammed'e ve Muhammed'in ailesine helâl değildir" (Müslim, Zekât, 168). ve"Beste birin beste birinde onlara (Hâşimoğullarına) yetecek ve başkalarına muhtaç etmeyecek bir hak verilmiştir" (Nesâî, Fey', 15, Zeylaî, Nasbu'r-Râye, II, 404). Fakat, Ebû Hanîfe ve Mâlik, kendi devirlerinde Hâşimoğullarına zekât verilebileceğine hükmetmişlerdir. Bu istihsan, maslahat düşüncesiyle yapılmıştır. Çünkü onların devrinde, Haşimoğullarına ganimetlerden ayrılması gereken pay ayrılmaz olmuştur. işte Ebû Hanîfe ve Muhammed, onların maslahatını korumak için bu cevaz hükmünü vermek ihtiyacını duymuşlardır.
Kıyas ile istihsanın Çatışması:
Bazı meselelerde biri kıyas, diğeri istihsan olmak üzere iki hüküm mü vardır? Meselâ; erginlik çağına ulaştıktan sonra akıl hastası olan kimse üzerindeki velayet hakkı, kıyasa göre, hâkimin tayin edeceği kimseye ait olmalıdır. Çünkü çocuk erginlik çağına ulaşınca babasının velayet hakkı sona erer. Ancak Ebû Hanîfe, burada istihsan yaparak velâyeti tekrar babaya döndürür. Çünkü bunun sebebini teşkil eden zaaf hâli, akıl hastalığı ile yeniden ortaya çıkmıştır. Kıyas terkedilip, istihsana başvurulunca artık, kıyasa dönüş söz konusu olmaz. Çünkü, pek çok meselede; "... Fakat biz bu konuda kıyası terkettik" sözü geçmektedir. Terkedilen şeyle amel etmek caiz olmaz. Bazan istihsan tercih edilirken "... Ancak ben kıyası çirkin görüyorum" denilmektedir. Bu gibi ifadelerden anlaşılmaktadır ki, istihsana aykırı olan kıyas tamamen terkedilmiş demektir (es-Serahsî, Usûl, II, 201).
İstihsanın Hükmü:
Sünnet, icmâ' ve zarurete dayan olarak yapılan istihsanın hükmü, ortak bir illete bağlı değildir ve bu yüzden de benzer meselelere uygulanmaz. Kıyasa dayalı istihsanda ise ortak bir illet bulunur ve bu yüzden de benzer meselelere uygulanabilir (Pezdevî, Usûl ve Şerhi Keşfu'l-Esrâr, IV, 1130, 3l).
İstihsan konusu meselede terkedilen kıyasın artık hiç bir hükmü kalmaz. Fakat bazı usulcüler ve özellikle Pezdevî, bu durumda Kıyas ile amel etmenin câiz olduğunu ancak istihsan ile amel etmenin daha iyi (evlâ) olduğunu söylemişlerdir (Pezdevi, Usûl, IV, 1124). Ancak imam Serahsî; bu görüşe katılmadığını ve bunun bir vehimden ibaret olduğunu ifade etmiştir (es-Serahsî, Usûl. II, 201).
Bazı usulcülerin, istihsanın Hanefi mezhebinin delillerinden biri olduğunu, diğer fakihlerin hüküm elde etmede bu metoda başvurmadıklarını söylemeleri gerçeği yansıtmamaktadır. İstihsanı bir delil olarak kabul etmeyenler sadece Şâfiîlerle, Zâhirîler ve Zeydîler dışındaki Şiilerdir. imam Şafii, el-Umm adlı eserinde "Kitâbü ibtâli'l İstihsan" (el-Umm, VII, 267-277) baslıklı bir bölüm ayırarak istihsana hücum etmiştir. O'nun, er-Risâle ve el-Umm'ün çeşitli yerlerinde istihsan aleyhinde ileri sürdüğü delilleri şu noktalarda toplamak mümkündür:
Şerîatin hükümleri ya nass'lara dayanır veya kıyas yoluyla nass'lara hamledilir. Bu arada istihsan kıyasın içinde mi yoksa dışında mıdır'?" Birçok ayette, Allah ve Resulune itaat emredilir; nefsi arzulara uyulması yasaklanır (bk. en-Nisâ, 4/59). ihtilaf halinde Allah ve Resulune başvurulması bildirilir. İstihsan ise ne kitap, ne de Sünnete başvurmadır. Ancak o, bunlara bir şey ilâve etmektir. Hz. Peygamber istihsan ile fetva vermez ve hevadan söz söylemezdi. Uzakta oldukları zaman, istihsanla fetva veren sahabîlerin durumlarını tasvip etmezdi. İstihsanın bir kuralı, hak ve batılı mukayese edecek bir ölçüsü yoktur. Halbuki kıyas böyle değildir. Sadece akla dayanan istihsan caiz olsaydı, Kitap ve Sünnet ilmine sahip olmayanların da istihsan yapması caiz olurdu.
Ancak yukarıdaki delil ve isnatların hiçbirisi, örf sebebiyle istihsan hariç, Hanefîlerin istihsanları aleyhine delil sayılamaz. Çünkü istihsan, temelde ya nass'a, ya icmâ'a veya zarurete dayanmaktadır. Zaruretin haram olan şeyleri mübah kılışında ise bilginler arasında görüş birliği vardır. Zaruret karşısında nass'a bile muhalefet edildiğine göre, kıyasa öncelikle muhalefet edilebilir. Şafiî'nin bu delilleri, Mâlikîlerin maslahat sebebiyle istihsanı aleyhine delil olabilir.
Diğer yandan istihsana temelden karşı çıkan imam Şafiî'nin kendisinin de bazı meselelerde istihsana göre hüküm verdiği görülür. Meselâ, Âmidî, el-ihkâm adlı eserinde imam Şafiî'nin şöyle dediğini nakleder: "Mut'anın (teselli mehri) 30 dirhem olmasını uygun görüyorum". "Şuf'a hakkı sahibinin bu hakkını üç gün içinde kullanmasını uygun görüyorum". Burada uygun bulmak, istihsan yapmaktan ibarettir (bk. Âmidî, el-İhkâm. III, 138)
Hamdi DÖNDÜREN
 
E Çevrimdışı

Ehli_Hadis

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Şabi’şöyle der: Sana Muhammed s a v’in ashabından rivayet edileni al rey’leriyle söylediklerinin üzerine işe...İbn Kayyım a.g.e.I,254 Hatib Bağdadi a.g.e.74.n.159

Ehl’i-Kelam ve Re’y bilsinler ki


Hadis ilmi bir kimseyi kurtuluşa erdirir


Keşke bilselerdi asarı kendilerini kurtaracaktı



Lakin onlar cahil kimselerdir.(Hatib Bağdadi Şerefu Ashabi’l-Hadis.79.n.169)
 
Üst Ana Sayfa Alt