Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Iyad Kuneybi "Şeriat'a Destek Vaazları

Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Tevhidi davet çalışmalarından dolayı hapiste bulunan Ürdün’deki değerli âlim Dr. İyad Kunaybi’nin 30 bölümlük “Şeriata Destek” vaaz serisinde günümüzdeki İslami hareketlerin, özellikle de demokrasi yolunu benimseyenlerin şüphelerini ele alıp çürütüyor ve hak menheci delilleri ile takrir êdiyor.
Selamün Aleyküm,
Bu vaaz serisiniñ bir kısmınıñ yayınlandığı ümmetislam sitesine ulaşılamadığı için bu seriyi foruma taşımanıñ gerekli olduğuna karar vêrdim. Seriniñ daha düzenli ve ulaşılabilir olması için her bölümü ayrı bir mesaj'da paylaşacağım. Sizden ricam bu konuya seri tamamlanıncaya kadar (toplam 30 vaaz) cevap yazmamañız.


2-8jc_X3.jpg


İyad Kunaybi’den 30 Bölümlük “Şeriata Destek” Vaaz Serisi

Birinci Oturum:

“Şeriatın tatbikinden önce toplumun problemleri çözülmesi gerekir, diyenlere…”

Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu. Sevgili kardeşlerim merhabalar. Allah’ın izni ile yeni bir sohbet silsilesine başlamış bulunmaktayız.

Bu yazı dizisi, bazı beldelerdeki rejimlerin çöküşü sebebi ile kendilerine belde ve halklarını yönetme fırsatı doğmuş İslam için çabalayan kardeşlerime bir sesleniş mahiyetindedir.

Ey İslam için çalışanlar, kaymalardan ve tavizlerden sakının!

Ey halklar! Bu aynı zamanda size de bir çağrıdır.

Bugün henüz İslam fiili olarak kavgaya dâhil olmamıştır. Bu yüzden birçok alanda İslami diye adlandırılan metod ve oluşumların hiçbirisinin İslam’la ilgisi yoktur.

Dolayısıyla sizi kurtarmak için yapılan çaba ve çalışmalar sonucunda İslamcılar başarısız olunca “Biz İslam’ı denedik ve bu yolla başarılı olamadık.” demeyin.

Çünkü bugün İslam adına çıkmış birçok oluşum İslam’ın sahih bir temsilcisi değildir. O halde onların başarısızlığı da İslam’ın başarısızlığı olamaz.

Bu konuya başlamama iten sebep, İslam için çalışan bir takım insanların “Eğer yönetime gelirlerse İslam’ı bir defada değil de aşama aşama uygulayacaklarını” ifade eden sözlerini duymam oldu.

Bu zan, bırakın İslam için mücadele edenlerin, sıradan bir Müslümandan bile duymasına razı olamayacağımız “Kişinin İslam’ı aşamalı olarak tatbik etmesinin mümkün olabileceği” hatasına götürüyor. Bu yüzden bu yazacaklarım tüm kardeşlerime bir nasihat niteliğinde olacaktır. Allah’tan bizi hakka iletmesini niyaz ederim.

Konunun derin olması itibari ile ben her oturumda sadece bir noktayı ele alacağım. Bu yüzden silsile uzun olabilir ama faydalı olacaktır inşallah. Okuyucular konuları tamamlanmış eksiksiz bulamadıkları için birçok soru akıllarına gelebilir. Fakat her bir sorunun cevabını akabindeki bir sonraki oturumda bulabilecektir.

Birinci noktadan başlıyorum. Şeriatın tatbikinde tedriciliği dillendirenlerin delillerinden biri; önce yoksulluk, işsizlik, fesad ve güvenlik boşluğuna son vermenin gerekli olduğudur. Diyorlar ki; insanların karınlarını doyur, güvenliği sağla, sonra şeriatı tatbik et!

Oysa bu söz kendi içerisinde tenakuzlarla doludur.

Birincisi: Biz Müslümanlar olarak şuna iman ederiz ki, ne kadar fakirlik, işsizlik ve fesad varsa tümü şeriatın bir yokluğunun neticesidir.

“İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Allah onlara, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır umulur ki dönerler.” (Rum Suresi 41)

Müfessirlerin zikrettikleri gibi ayetteki fesadın anlamlarının içinde bereketin azlığı, yaşam koşullarının zorluğu ve ticaretin kesadı vardır. O halde bu fesadın kalkması için bizden istenen nedir? “Umulur ki döner.” Neye dönerler peki? Hem akide, hem uygulama ve hem de metod olarak şeriata tabiki.

“Allah, şöyle bir kenti misal verdi: Orası güven ve huzur içinde idi. Oraya her taraftan bolca rızık gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden yaptıklarına karşılık, Allah onlara şiddetli açlık ve korku ızdırabını tattırdı.” (Nahl Suresi 112)

Allah Teâlâ’nın şeriatını yürürlükten kaldırmak, onun nimetlerine karşı yapılmış bir nankörlüktür. Kul, Allah Teâlâ’nın nimetleri içinde yaşayacak sonra onun emirlerine boyun eğmeyecek! Sonra gidip onun şeriatının dışındaki kanunları tatbik edecek! İşte korkunun ve açlığın temel sebebi budur.

Nebi (sav) de İbn Mace, Hâkim, Bezzar, Munziri ve diğerlerinin tahric ettikleri sahih bir hadiste şöyle der:

“Ne zaman bir toplumda fahşa ortaya çıkıp, bunu açıktan işleseler orada hemen geçmiş toplumlarda olmayan taun hastalığı ve kıtlıklar baş gösterir.

Ne zaman tartıyı ve teraziyi sağlam yapmasalar orda hemen rızık sıkıntısı ve sultanların o topluma zulümleri baş gösterir. Ne zaman zekâtı vermeyi terk etseler hemen yağmur damlacıklarından mahrum kalırlar. Eğer oralarda hayvanlar olmasaydı yağmur asla yağmazdı. Her ne zaman Allah ve Resulünün ahdini bozmuşlarsa Allah onlara düşmanı musallat ederek ellerindekilerin bir kısmını alıverir. Yöneticileri Allah’ın kitabı ile aralarında hükmetmedikleri ve hakkı, Allah’ın indirdiğinde aramadıkları sürece de Allah onları birbirlerine düşürür.”

Bu hadiste vasfedilen duruma bakınız. Tüm bu olumsuzluklar şeriatın rafa kaldırılma sebebi iledir. Fahşa, zina haddinin kaldırılması ve kişisel özgürlükler diye isimlendirilen uygulamalar sonucu çıkmıştır. Zekâtın terki ise devletlerin İslami olmayışları sebebi ile farz kılmamaları sonucu kalkmıştır. Allah ve Resülünün ahdini bozma şekilleri ise günümüzde genel olarak şeriatı bütünüyle tatbik etmemenin neticesidir. Hadisin sonunda ise Allah Resulü özellikle üzerine basarak “Yöneticileri Allah’ın kitabı ile aralarında hükmetmedikleri sürece” dedi.

Hadiste sunulan tüm bu durumlar şeriatın rafa kaldırılarak uygulanmamasının sonuçlarındandır. Sonuç: Hastalıklar, yöneticilerin zulmü, ülkelerin işgali ve servetlerinin zayi olmasıdır. Sonra aralarındaki huzursuzluk, anarşi, korku, savaşlar ve yol kesicilikler. Kısacası güvensizlik ortamı.

Bugün insanlık sıkıntı ve buhran namına ne çekiyorsa bilin ki tümünün sebebi, şeriatın ikame edilmemesidir.

Bunlar ise diyorlar ki: “Hastalık, zulüm ve fakirlikten kurtulana kadar bir müddet şeriatı tatbik etmeyelim!”

Aslında bunların yaptığı, hastalığı hastalığa sebep olan şeylerle tedavi etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.

Bir diğer hadiste “İyne ile alışveriş yaptığınız zaman Allah size öyle bir zillet musallat eder ki, siz dininize dönünceye kadar asla sizden onu kaldırmaz.” buyuruluyor.

Demek ki çözüm neymiş? “Dinimize dönmemizdir” kardeşler. Yani şeriatımıza dönmemizdir. Aksi halde aynı yerde dönüp dolaşırız.

Toplumumuzun sorunlarını sorunların artmasını sağlayan şeylerle tedavi edeceğiz öyle mi? Sıcaktan kurtulmak için ateşten yardım almak gibi bir şeydir bu.

Çözüm nerededir çözüm? Tek çözüm; Allah Teâlâ’nın şeriatını ikame etmektedir elbette.

Allah Teâlâ şöyle der:

“Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketlerin kapılarını açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de kendilerini işledikleri günahlarından dolayı yakalayıverdik.” (Araf Suresi 96)

Yine bir başka yerde:

“Eğer kitap ehli iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, muhakkak onların kötülüklerini örterdik ve onları Naim cennetlerine koyardık.”

“Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni (Kur’an’ı) gereğince uygulasalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (bol bol rızık) yiyeceklerdi. Onlardan orta yolu tutan bir zümre vardır. Ama onların birçoğunun yaptığı ne kötüdür!” (Maide Suresi 66)

O halde eğer fakirlik, işsizlik, korku ve anarşiyi bitirmek istiyorsak Allah’ın şeriatından başka bir çözümümüz yoktur. Aksi halde sonu gelmeyen bir serabın peşinden koşmak olur.

SONUÇ: Toplumun problemleri şeriatın tatbikinden önce asla çözülmez.

Bir sonraki oturumda görüşünceye dek Allah’a emanet olun.

Selamun aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.

Tercüman: @ebusalep

Altyazı: Mavera Haber


Küresel Analiz / Özel Haber
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
İkinci Oturum: “Şeriatın Değerini Düşürmeyin”

Esselamu aleykum ve rahmetullah ve berakatuhu

Değerli kardeşlerim şeriata destek adlı silsilede ilk konu olan “Şeriatın tatbikinden evvel toplumun problemlerini çözmeliyiz” iddiasını ele almaya devam ediyoruz.

Bu tez haddi zatında aslında şeriatın değerini düşürmek anlamına da gelmektedir. Madem beşeri yasalar ve insan ürünü şeriata muhalif uygulamalar insanların hayatını ıslah ediyorlarsa veya problemlerini hallediyorlarsa o zaman şeriatın faydası nedir? Yoksa bu tez ile; “Dünyamızı beşeri kanunlarla ıslah edelim, ahiretimizi de şeriat ile ıslah edelim” mi demek istiyorsunuz? Zaten şeriat hem dünyanın hem de ahiretin salahı için gelmemiş miydi? Şeriatı indiren Allah (cc) insanların dünyalarında muhtaç oldukları şeyleri en iyi bilen değil mi?

“Yaratan bilmez mi? Ki o, hem latiftir hem de her şeyden haberdardır.” (Mülk Suresi 14)

Zaten Allah Teâlâ şeriatı insanlara olan şefkatinden dolayı indirmemiş miydi? Onların zaaflarını gözeterek, kendisinin yönlendirmesi olmadan hayatlarını tesis edemeyeceklerini bildiğinden dolayı şeriatı onlara yol gösterici olarak indirmemiş miydi? Allah Teâlâ Nisa Suresinde birçok hükmü tafsili olarak beyan ettikten sonra şöyle der:

“Allah, size (hükümlerini) açıklamak, size, sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa Suresi 26)

“Allah, sizin tövbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi istiyorlar.” (Nisa Suresi 27)

“Allah, sizden (yükümlülükleri) hafifletmek istiyor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa Suresi 28)

Allah Teâlâ bu ayetlerde bize; kullarını şeriatı vasıtası ile, şehvet ve hevalarına uyanların kanun ve düşüncelerinden kurtarmak istediğini beyan ediyor. Ki bu kimseler halkları hevalarından uydurdukları yasalarla ahiretin cehenneminden önce dünyanın cehennemine sürüklemekte ve tabiilerini hak yoldan, hak yolun bereketinden, kolaylığı ve hayrından meylettirmek ve uzaklaştımak istemektedirler. Sonunda ise Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

“Allah, sizden (yükümlülükleri) hafifletmek istiyor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa Suresi 28)

Ne demek? Yani Allah Teâlâ şeriatını zaten insanın zayıf olduğunu, başıboş kalması durumunda zorluklarla karşılaşacağını bildiği için gönderdi. Bununla insanı sonradan uydurulmuş kanunların ve beşer ürünü düşünce ve doktrinlerin zorluğundan ve sıkıntısından kurtarmak istedi.

“Bilin ki, aranızda Allah’ın elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârı, fasıklığı ve (İslâm’ın emirlerine) karşı çıkmayı da çirkin göstermiştir. İşte bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi 7)

Bu ayetlerde muhatap alınanlar sahabelerdi. Hâlbuki kalp bakımından en temizleri, akıl bakımından en uyanıkları, heva bakımından da en az heva sahibi idiler. Bununla birlikte Allah Teâlâ eğer Nebi’yi (sav) onlara tercihleri konusunda itaat ettirseydi meşakkat yaşayacaklarını bildirdi. Yani dünyada sıkıntılı durumlara düşerlerdi.

Peki, en temiz veya hevalarına çok az uyan sahabeler hakkında durum bu ise, zerre takvası bulunmayan, kalp bakımından en kirli olan insanların uydurdukları yasalara uyulduğunda durum nasıl olur hiç düşündünüz mü? Bu insanlar kanunlarını tamamen şahsi düşüncelerinden şahsi menfaatleri için çıkartıyorlar. O zaman kendimize şunu soralım: Dünyamızı bu gibi insanların kanunları ile mi ıslah edeceğiz?

Allah Teâlâ şöyle demişti: “Fakat Allah, size imanı sevdirmiş.” İman nedir peki? Onun şeriatı ve dinidir.

HULASA: Bu oturumda şeriatın tatbikinden önce toplumun problemlerini beşeri kanunlarla çözmeliyiz tezi, şeriatın değer ve kıymetini düşürmek anlamına geldiğini açıkladık. Oysa şeriat zaten toplumların problemlerini çözmek, dünya ve ahiretlerini ıslah edip mutluluğa erdirmek için gelmişti.

Bir sonraki oturumda görüşmek üzere.

Esselamu aleykum ve rahmetullah ve berakatuhu

Tercüman: @ebusalep


Ümmet-i İslam
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Tevhidî davet çalışmalarından dolayı hapiste bulunan Ürdünlü âlim Dr. İyad Kunaybî’nin 30 bölümlük “Şeriat’a Destek” vaaz serisi alt yazılı ve metin olarak yayınlayacağız. İyad el-Kuneybî’nin bu ders serisinde günümüzdeki İslami hareketlerin, özellikle de demokrasi yolunu benimseyenlerin şüphelerini ele alıp çürütüyor ve hak menheci delilleri ile takrir ediyor.

***

İyad Kunaybi – Üçüncü Oturum: “Şeriatı ‘Aşamalı Olarak Tatbik’ Tabirinin Tehlikesi”

Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuh. Şeriata destek adlı serimize devam etmekteyiz.

“Geçici olarak Allah’ın indirdiğinin gayrısıyla hükmedeceğiz!”

Kardeşler bu cümle bir Müslümanın söyleyebileceği bir söz müdür? Aslında bu cümle vakıada “Şeriatı aşamalı olarak tatbik edeceğiz” sözünden farksızdır.

Çünkü aşamalı olarak tatbik etmek geçici olarak Allah’ın şeriatı ile hükmetmek istemiyoruz demektir ki bu, geçici olarak Allah’ın indirdiğinin gayrısıyla hükmedeceğiz sözünden hakikatte hiç bir farkı yoktur. Çünkü hükmetme makamına gelenler kanunlardan soyutlanmış bir makama gelmiyorlar. Eğer içinde ne bir sistemin, ne kanunun ne de herhangi bir hükmün cari olmadığı bir makama gelselerdi belki başlangıçta şeriatın yüzde onunu uygulayacağını, sonra yüzde yirmisini ve böylece tedricen yüzde yüzünü uygulayacağını düşünebilirdik. Ancak bu süre zarfında İslam dışı hiç bir kanunu uygulamamak şartıyla tabi. Ancak o zaman bir başka kanunla hükmetmeden tedrici olarak şeriatın tatbikinden bahsetmek mümkün olabilirdi!

Ancak ne var ki günümüzde hükmetme makamına ulaşanlar, siyasi, iktisadi, toplumsal ve ceza kanunları ile donanımlı tam ve kâmil yerleşik bir nizamda iş başına geliyorlar. Bu kanunlar ise Allah’ın şeriatına muhaliftirler. “Şeriatı aşamalı olarak tatbik edeceğim” sözünün anlamı şudur: “Başlangıçta hem %50’lik şeriata muhalif yasalarla, hem de muvafık (!) olan %50’lik yasalarla hükmedeceğim” demektir.

Bu sözünün başka bir anlamı var mı kardeşler? Peki, Allah Teâlâ’nın Maide Suresindeki “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, o takdirde işte onlar, kâfirlerdir, zalimlerdir ve fasıklardır.” sözü nerede kaldı?

Burada Allah’ın indirdiğinin gayrısı ile hükmeden hâkimin durumuna, fiilen ve sözle istihlal yapma veya “kufrun dune kufr” konusuna girmeyeceğim. Şeriatın hâkimiyetini itiraf ederek özel bir meselede hükmedenle, şeriatın hükümlerine alternatif hükümlerle şeriatı tebdil etme konusuna da girmiyorum. Tüm bunları bir kenara bırakalım. En asgari hali ile hepimiz Allah’ın indirdiğinin gayrısı ile hükmetmenin haram olduğunda müttefik değil miyiz? Tüm hükmetmeme şekilleri ile? Peki, İslamcılar “Biz geçici bir süreliğine Allah’ın indirdiğinin gayrısı ile hükmetmeyi istiyoruz.” ibaresini kabul ediyorlar mı?

Peki, bu hallerini öven bir tane bile ayet var mıdır? Yani “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse muhsindirler, felah bulanlardırlar veya mazurdurlar.” diye bir ayet var mı?

Yoksa Allah’ın indirdiğinin gayrısı ile hükmetmek bu rejimlere haramdı da, niyetleri temiz olduğu için “İslamcılara” helal mi oldu? Temiz niyetliler…! Çünkü ilerde Allah’ın indirdiği ile birazcık da olsa hükmedecekler ya…!

Peki, daha önceleri, “Kim Allah Teâlâ’nın şeriatı dışında hükmederse, kendini teşri makamında gördüğü için Allah dışında ibadet edilen bir tağuttur” diye haykıranlar bunlar değil miydi?

İslamcılar belirli bir yüzdelik üzerinden Allah’ın indirdiğini aşamalı olarak tatbik edince onların tağut vasfını almasını engelleyen nedir? Temiz niyetleri ve kısmi de olsa uyguladıkları şeri hükümler mi? Yoksa genel olarak şeriatı istedikleri için mi onların bu vasfını almasına engeldir? Peki, şeriatta bunun delili var mıdır, muaf tutulmaları için sadece bu niyetleri, yeterli olacak mı?

O halde sevgili kardeşlerim. Ne zaman “Şeriatı aşama aşama uygulayacağız” ibaresini duyarsak gelin manasını ve lazımlarını anlamaya çalışalım. Maalesef bu ibarenin hakikatte “Miktarını da kendimiz belirleyeceğimiz geçici bir süre, Allah’ın indirdiğinin gayrısıyla hükmedeceğiz.” ibaresinden hiç bir farkı yoktur.

HULASA: Bu oturumda, “Şeriatı aşama aşama uygulayacağız” demenin manasının “Allah’ın indirdiğinin gayrısıyla hükmedeceğiz!” demek olduğu açıklanmış oldu.

Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuh.
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Dr. İyad Küneybî – Dördüncü Oturum: “Hangi Tedricilikten Söz Ediyorsunuz?”





Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuh.

Şeriata destek adlı yazı dizisine devam etmekteyiz. Konuya başlamadan önce şeriatın tatbikinde tedricilikten ne kastettiğimi beyan etmek istiyorum, ta ki karışıklık olmasın. İlk üç oturumdan sonra birçok açıklama isteği ve itirazlar aldım.

Tümü aşağı yukarı şeriattan sahih delillerin veya siyerden sahih nakillerin, günümüzde tedricilik diye adlandırdıkları gayri şeri yöntem üzerinde kullanılmasından ibarettir. İtiraz eden kardeşler getirdikleri bu sahih delilleri tedricilik diye isimlendiriyorlar maalesef. Sonra günümüzde tedricilik adı altında ortaya çıkardıkları amellerin sıhhatini ispat için kullanıyorlar. Bununla sanki ben aslen bu delillere karşıymışım gibi bir hava oluşuyor ister istemez.

Daha fazla açıklamak gerekirse: Bu kardeşlerin, kendilerini destekliyormuş gibi zannettikleri deliller aslında, ya vakıada şeriatın arzedilmesi ve insanlara beyan edilmesi konusundaki evveliyat-öncelikler fıkhı hakkındadır, ya da muayyen bir hükmün şartlar oluşmadığı için uygulanmayıp, şartlarının oluşumuna dek yerine bir başka şeri hükmün uygulanması durumu ile ilgilidir.

Birincisine, yani evveliyat fıkhı ile ilgili olup fakat kendilerine delil sandıkları delile gelince, Nebi’nin (sav) Muaz’ı (ra) Yemen’e gönderirken insanları önce Allah Teâlâ’yı birlemeye sonra namaz, zekât vs gibi ibadetlere davet etmesini emrettiği hadistir.

Şartları oluşmamış bir hükmün uygun zamana ertelenmesi deliline gelince ise, hırsızlık haddinin fakir hırsız hakkında tatbik edilmemesi durumudur. Ya da def’i konusunda aciz kalındığı zamanlarda veya müdahale etmeye muktedir olamama durumlarında İslam hükümetinin bazı münkerlere müdahale edememe halleri gibi.

Kardeşler bu gibi durumları önce tedricilik olarak isimlendiyorlar, sonra günümüz vakıasında kendilerine delil olarak kullanıyorlar maalesef.

Sonra da bana şöyle diyorlar: Eğer sen bugünkü tedriciliği inkâr edersen şeri nasslarda gelen bu gibi durumları da inkâr etmen gerekir.

Nedir o durumlar?

Mesela:

  1. İnsanlara şeriatı ilk anda arzedip beyan ederken uygulanması gereken önceliklerin sıralanması gibi.
  2. Şartları oluşmamış hükümlerin olgunlaşıncaya kadar durdurulması gibi.
  3. Herhangi bir acziyet sebebi ile uygulamak için güç bulamadığı durumlarda devletten sorumluluğun kalktığı haller gibi.
Kardeşlere açıkça, bu zikrettiğiniz üç şeyden hiç birini inkâr etmediğimi beyan etmek istiyorum. Bilakis bu üç şeyin meşru ameller olduklarını önümüzdeki oturumlarda açıklayacağım Allah’ın izni ile.

Ben, İslam devletinin toplumu ilk günde birden İslamlaştırması lazım demiyorum. Buna bağlı olarak, münkeratın bir günde kaldırılacağını veya tüm alanlarda bir kerede aniden kavganın başlatılıp sonlandırılmasını da söylemiyorum.

Lakin şunu söylemekteyim: “Kardeşlerin getirdikleri deliller haddi zatında İslami olmayan söz konusu tedrilik yöntemi için delil teşkil etmezler.”

Çünkü meşru olmadığını söyleyip tenkit etmekte olduğumuz dillendirilen sözde tedricilik yani aşama aşama İslam’ı tatbik etmek kavramında, aşağıda sıralayacağımız mahzurlardan ya biri ya da birkaç tanesi kaçınılmaz olarak tahakkuk etmiştir.

Şöyle ki:

  1. Ya Şeriatın egemenliği itiraf edilmemektedir. Yani kanunlar üzerinde en yetkili ve en yüce ana kaynağın İslam dini olduğu ilkesi ilk günden ilan edilmemektedir.
  2. Ya Şeriatın tatbik edilmesi millet meclisinin iznine tabi tutulmaktadır.
  3. Ya merhalelerde İslam şeriatına muhalif kanunların ikrar edilmesi durumu vardır.
  4. Ya İslam dışı yasalardan miras kalan İslam’a muhalif yasaların bizzat fiili olarak uygulanması durumları vardır.
  5. Ya sanki Allah Teâlâ’dan ilk gün ayetler nüzul ediliyormuş gibi bir tedricilikten söz ediliyordur.
  6. Ya şeriatın tatbik edilmesi ilk önce güvenliğin sağlanması ve ekonominin düzeltilmesi düşüncesine bağlı olarak sonraya bırakılmıştır.
  7. Ya önce insanların akidelerinin sağlamlaştırılması lazım veya insanlar İslam ahlakını oturtması lazım gibi laflar edilmektedir.
  8. Ya şeriatın tatbik edilmesi bazen İslam’a muhalif iç kanunların veya muhalif dış kanunların rızası şartına bağlanmıştır.
  9. Ya da İslamcılar, izi ve etkisi sürekli kalacak ve iktidara gelseler kendilerini bile şeriatı tatbik etmekten alıkoyacak bir takım tavizler vermektedirler.
İşte günümüzde bu kimselerin dillendirdikleri sözde İslam’ı uygulamada tedrici olma iddiasının hakikatinin özeti budur.

Allah’ın izni ile önümüzdeki oturumların birinde bu maddelerde geçen durumların meşru olmadıklarını tek tek ifade edeceğiz.

Geriye mühim bir nokta kalmaktadır. Konumuz çok büyük ve sonuç itibari ile dallı budaklı bir konudur. Bu yüzden her meseleyi bir diğerinden ayırarak ayrı ayrı sırayla reddiye yapmamız gerekmektedir ta ki reddiye yapılan iddia ile reddi yapılmayanlar karışmasın! Sonra tabi reddiye yapmak da yetmez. Aynı zamanda ümmetin rotasını belirleyip yol izleyeceği metodu ve işin şer’i çözümünü ortaya koymamız gerekmektedir. Ben şuan bununla ilgili muayyen bir çalışma yapmaktayım.

O halde kardeşlerden şunu istirham ediyorum: Her bir cevaba karşı itiraz olarak yeni bir takım şüphe ve sorular ihdas etmektense üzerinde konuştuğumuz özel hususu anlamaya çalışarak münazarayı söz konusu özel husus etrafına hapsedip sınırlasınlar.

Mesela ilk oturumda şeriatın tatbikinden önce toplumun problemlerinin çözülmesinin mümkün olmadığını açıklamıştım. Bu konuda ihtilaf eden varsa, muhaliften özellikle bu nokta üzerinde benimle tartışmasını bekliyorum. Mesela eğer o konuda itirazı varsa şöyle desin: “Delil olarak getirdiklerin ispatlamaya çalıştığın iddiayı desteklememektedir! Bilakis şeriatın tatbikinden önce de toplumun ıslahı mümkündür” gibi…

Fakat kardeşler bunu terk ediyor, hemen bir başka alakasız konuya geçerek şöyle diyorlar: “Kıtlık döneminde Ömer (ra) hırsızlığa ilişkin hadd cezasını rafa kaldırmıştı!”

Kardeşler bu konu, tamamen konuştuğumuz konu ile alakasız olup ilerde değineceğimiz konulardandır.

Eğer itiraz eden muhalifin tarzı ile konulara cevap vermeye kalkarsam meseleler hem birbirine karışır hem de yeterli doyurucu cevaplar verilmemiş olur!

Yine aynı şekilde ikinci oturumda “Şeriatın tatbikinden önce toplumun sorunlarının giderilmesi lazım” iddiasından “Şeriatın kıymeti düşürülmesi ve eksiltilmesi lazım gelir” demiştim.

Bu görüşüm hatalı mı idi? O halde bu konuyu özellikle tartışalım. Üçüncü oturumda ise ”iktidara gelecek olan boş bir koltuğa değil, bilakis koyulup, tertip ve dizayn edilerek koltuğa oturacak olan tarafından infaz edilmeyi bekleyen iktisadi, siyasi ve toplumsal hazır kanunların başına geçiyor” demiştim.

Sonra ‘”Her ne kadar bazen İslam’a uygun yasalarla hükmetse de diğer hallerde İslam’a muhalif yasalarla hükmetmekten kaçamayacaktır” demiştim. İşte itiraz edenlerden özellikle bu konularda benimle tartışmalarını istiyorum.

Aksi halde kardeşlerim, sahih esaslar üzerine kurulmuş mütekamil düzenli ve faydalı bir sonuca varamayız.

Acele eden kardeşlere şunu diyorum: Tavizler fıkhı diye bir video serisinde konuşmuştum. Bu videolar furkan sitesinde mevcuttur. Her ne kadar belki tüm sorulara cevap bulamasalar bile en azından aceleci kardeşlerin tatmin olacakları bir takım bilgilere ulaşabileceklerini umuyorum.

Kardeşler mesele; ümmetin içinde bulunduğu büyük bir kriz olup, ümmetin kurtuluşuna, Allah Teâlâ’nın ibadetini tahkik etmeye ve hayatını onun şeriatına amade kılma meselesidir.

Mesele iki cihanda mutlu olmaya bağlı bir meseledir. Bu yüzden büyük çaba sarf etmeyi ve uzun uğraşlar vermeyi hak etmektedir.

Buraya kadar geçmiş tüm oturumlarda özetle şunu ifade etmiş olduk: Aşamalı olarak şeriatı tatbik etmek anlamında kullandıkları tedricilik kavramının sıhhatini doğrulamak için getirdikleri deliller aslında, ya evveliyat dediğimiz öncelikler fıkhi ile alakalıydı, ya da muayyen bir konuda şartlar oluşmadığı için şartların oluşmasına dek bir başka şer’i hükmün uygulanması durumuydu.

Bundan sonraki oturumlarda Allah’ın izni ile tüm şüphe ve delilleri tek tek ele alıp vuzuha kavuşturmaya çalışacağız.

HULASA: Söz konusu tedricilik durumu için getirilen deliller savundukları hususlarda lehlerine delil değildir. Allah’ın izni ile bir sonraki oturumda görüşmek üzere.

Esselamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu

Tercüman: @ebusalep
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Dr. İyad Kûneybî – Beşinci Oturum: “Muaz Hadisi Aşamalı Tatbik Konusuna Delil Değildir”



***

Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu. Sevgili kardeşler bugün şeriata destek adlı konumuzun beşinci oturumundayız.

Şeriatı aşamalı olarak tatbik etme fikrini destekleyenler Allah rasulünün Muaz bin Cebeli Yemene gönderirken şu söylediği şu sözleri ile delil getiriyolar:

إنك تأتي قوما من أهل الكتاب، فإذا جئتهم فادعهم إلى أن يشهدوا أن لا اله الله أن محمدا رسول الله, فإن هم أطاعوا لك بذالك فأخبرهم أن الله قد فرض عليهم خمس صلوات في كل يوم وليلة, فإن هم أطاعوا لك بذالك فأخبرهم أن الله قد فرض عليهم صدقة تأخذ من أغنيائهم ترد على فقرائهم, فإن هم أطاعوا لك بذالك فإياك وكرائم أموالهم, واتق دعوة المظلوم, فإنه ليس بينه وبين الله حجاب

Ey Muaz! ”Sen kitap ehli bir kavme gidiyorsun. Bu yüzden onları ilk davet edeceğin şey la ilahe illallah Muhammedun rasulullah şehadet kelimesi olsun. Eğer onlar bu konuda sana itaat ederlerse, onlara Allah tealanın bir günde beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Eğer bu konuda da sana itaat ederlerse onlara Allah tealanın zenginlerden alınıp fakirlere verilmek üzere sadakayı farz kıldığını haber et. Eğer bunda da uyarlarsa sakın mallarına halel getirmeyesin. Mazlumun bedduasından sakın zira onun bedduası ile Allah teala arasında bir engel yoktur.”

Bu hadis İmam Buharinin rivayet ettiği sahih bir hadistir. Peki kardeşler bu hadiste şeriatı aşamalı olarak tatbik etme konusuna nasıl bir delil var? Bu hadisin vurguladığı şey, insanlara şeriatı anlatırken ve sunarken gözetilmesi gereken önceliklerden bahsediyor. Şehadet kelimeleri İslamın esası ve asıllarıdırlar. Dolayısı ile aslı ifa etmeyen insanlara namazdan zekattan bahsetmenin bir anlamı olmuş olmaz.

Allah rasulü Muaz (ra) ya şunu mu dedi: ”Ey Muaz onlara gidince şeriatın egemenliğini ilk etapta ilan edersen bunu redd ederler o yüzden buna yapma!” (?) Yoksa şunu mu dedi: ”Namazı ve zekatı öğreninceye kadar onlara dokunma ve islama muhalif olan yasalarını da olduğu gibi bırak.!”(?) Yoksa Muaz ra ya: ”Ey Muaz, Sana itaat etmezlerse onlarla tedrici olarak belirli bir zamana yayma süreci işleterek şeriatla bir kerede hükmetme, hatta onlara danışarak ancak onların muvafakat ettiği hükümleri uygula!” mı dedi? Yoksa ona: ”Ey Muaz, islam şeriatı ile hükmetmen için, sana belirli münasip bir zamana kadar mevcut kanunları ile hükmetme salahiyeti veriyorum!” mu dedi? Ya da ona: ”Ey Muaz Kur’an nasıl içkiyi bir kerede haram kılmadı ise sen de onlara bunu bir kerede aniden haram kılma!” mı dedi? Peki peygamberimiz bu hadiste ”Muaz ra ya: Şeriatı tatbik etmezden evvel, Yemenlileri fakru zaruret içinde bulursan önce onların karınlarını doyur, işsizlikle mücadele et, iş imkanları oluşturarak ekonomiyi sağlamlaştır!” mı dedi? Ya da şöyle mi dedi: ”Ey Muaz önce akide ve ahlak konusuna odaklan.! Haddleri daha sonraya bırak çünkü bunu kaldıramayabilirler. Zina eden veya hırsızlık eden olursa bi süreliğine onların yasaları ile hükmet!” Ya da şöyle mi dedi: ”Ey Muaz, şeriatın zıddına bile olsa onların rızasını kazanmaya bak. Çoğunluğun görüşüne saygı duy ki, gidip Rumlarla veya Perslerle senin aleyhine işbirliği yapmasınlar!” Ya da şunu mu dedi: ”Ey Muaz, şeriatı reddeden grupların bile güvence altına altınarak toplumun idaresine ortak yapılıcakları konusunda Yemen ehlini tatmin edici vaadler ver!”

Bu hadisin diğer varyantlarında yukarıda saydığımız türden herhangi bir şeyin zikredildiğine dair bir rivayet varmıdır? Üstelik Allah rasulünün böyle birşeyi Muaz ra ya önereceği düşünülebilirmi hiç? Sonra buna cevaben şöyle deriz: Hadis ramazan orucunu zikretmedi. O halde onların bu çıkarımına göre eğer Muaz ra ramazan ayında oraya gitseydi tedricilik iddiası ile onlara ramazan ayını bu sene tutmalarını emretmemesi gerekir! Peki Muaz ra böyle birşeyi onlardan o yılın orucunu derhal tutmayı talep etseydi, bu kimseler Muaz (ra) nın yaptığını Allah rasulünün tedricilik emrine muhalefeti sebebi ile hatalımı sayarlardı?

Şöyle soralım: Acaba Muaz ra oraya ramazan ayında gitseydi ona o yılın ramazan orucunu Yemen ehline tutturma konusunda salahiyyet özgürlüğümü verilecekti? Çünkü bu durumda Muaz ra ın uygulaması, iddia ettikleri tedricilikle yani şeriatı aşamalı tatbikle çelişmektedir.! Sonra değerli kardeşlerim şöyle deriz: İslamın hükümleri çoktur. Allah rasulü ise sadece şehadet kelimlerini, namazı ve zekatı zikretti. Peki zikredilmeyen diğer ahkam hakkındaki durum nedir? Peki Allah rasulünün gerek oruç, zekat ve mazluma yardım etmeği emretmede, gerekse faizi, içkiyi, hırsızılığı, açılıp saçılmayı, tekelciliği, rüşveti ve diğer şeylerin yasaklanması konusunda Muaz ra yı serbest bıraktığı düşünülebilirmi hiç? Sonra bizzat tedrici olarak şeriatı tatbik etme sloganını dillendirenler bile hükümleri tatbik etmezden evvel akide konusuna odaklanması gerektiğini söylemektedirler. Teşri edilen ahkamlar şeriattandırlar. Nebi (sav) ise burda sadece akideye yönelik şehadet kelimelerinden başka birşey zikretmedi. Bunların anlayışına göre meseleyi yorumlarsak ”Muaz ra nun akide konularından olan ahiret günü, kitaplar ve kadere iman konularından önce bile namazı ve zekatı emretmesi gerekir” gibi bir sonuç çıkıyor. Böyle bir şey mantığa sığar mı? Sonra hadiste eğer Yemen ehli şehadete icabet etmeselerdi Nebi sav in onları o halleri üzere bırakacağını ima eden bir işaret varmı?

O halde kardeşlerim buraya kadar anlattıklarımızdan da açıkça anlaşılıyor ki delil olarak getirdikleri hadiste söz konusu tedriciliği destekteleyen bir şey bulunmamaktadır. Aslında mesele çok az bir tefekkür ile açıktır. Bir çok hadiste Allah rasulü yeni islama girenlere birşeyleri emretmiş ve birşeylerden de nehyetmiştir. Bu, Allah rasulünün emir ve nehy etme çeşitlerinden bir türdür. Mesela Abdulkays heyeti gelince onlara dört şeyi emredip dört şeyden de nehyetti. Allah rasulü şöyle buyurmaktadır:

آمركمْ بِالْإِيمَانِ بِاللَّهِ وَحْدَهُ قَالَ أَتَدْرُونَ مَا الْإِيمَانُ بِاللَّهِ وَحْدَهُ قَالُوا اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ شَهَادَةُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ وَإِقَامُ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءُ الزَّكَاةِ وَصِيَامُ رَمَضَانَ وَأَنْ تُعْطُوا مِنْ الْمَغْنَمِ الْخُمُسَ وَنَهَاهُمْ عَنْ أَرْبَعٍ عَنْ الْحَنْتَمِ وَالدُّبَّاءِ وَالنَّقِيرِ وَالْمُزَفَّتِ

“Size dört şeyi emrediyor ve sizi dört şeyden sakındırıyorum. Size yalnız Allah’a iman etmeyi emrediyorum. Allah’a iman etmek ne demek biliyor musunuz? Al-lah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tut¬mak ve ganimetin beşte birini vermenizdir. Sizi dört şeyden: Hantem, dub-bâ, nakîr ve müzeffetten (denilen kaplara hurma, yahut üzüm şırası koymaktan) nehyediyorum.” Muttefekun aleyh yani Buhari ve Muslimin ittifak ettiği bir hadistir.

Allah rasulü burda Yemen ehli hakkına Muaz ra yaptığı tavsiyeden farklı olarak orucu ve ganimetin beşte birini vermeyi emretti. O halde şöyle mi diyecez: Allah rasulünün burdaki tedriciliği ile Yemen ehli hakkına uyguladığı tedricilik arasında fark var?! Kardeşler bu da gösteriyor ki konunun tedricilik ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Çünkü emirler ve nehiyleri kısıtlayıp hasretmek mümkün değil ki.

Hadisin vermek istediği mesaj şudur: ”Sen eğer şeriattan cahil kalmış bir topluma gidersen dini onlara sunarken öncelik sıralamasına dikkat ederek öğret” denmek istiyor. Ki hükümler onlara karmaşık gelerek zorlanmadan kolayca öğrenip amel etsinler. Namaz gündelik yaşamın bir parçası olduğu için iman getirir getirmez derhal öğretilir. Oruç ibadeti ve orucu bozan unsurlar ise eğer o an ramazanda değillerse öğretimi ertelenebilir. Yine hacc da öyledir. Ömürde bir kere yerine getirilen bir ibadettir. Nitekim usulculere göre de bazı şeylerin beyanı ihtiyaç anına ertelenebilir. Aynı şekilde hadisten çok mühim bir noktayı öğreniyoruz ki o da şudur: Yemen ehli tevhid kelimesi la ilah illallah Muhammedun rasulullah ı mücerred olarak ikrar etmekle ta işin başından beri Allah tealaya mutlak kulluğu ilan edip onun şeriatının egemenliğine boyun eğdiler.

Bu yüzden emredilen tüm emirler, vahdaniyetini ikrar ettikleri zatın emri olduğu için hemen yerine getirdiler. Dolayısı ile Muaz ra onlara; yeni çıkan her meselede rab ve kanun koyucu olarak ilk başta kabul ettikleri zatın kanunları hükmediyordu. O halde dillendirilen tedricilik hadisin neresinde var? Oysa hadiste sadece şeri hükümlerin öncelik sırasına göre tertip edilmesi durumu var. Yoksa sanıldığı gibi Allah tealaya aşamalı olarak ibadet etmek veya hükümlerini aşamalı olarak tatbik etmek yoktur. Yemen ahalisinin şeriatın tatbik etmesi ise ilk anda şehadet kelimelerini nutk etmekle başlamıştı. Yemen ahalisi bu ilandan sonra hemen hacca gitmedilerse nedeni o an hacc vakti girmediği için idi. Zina haddi uygulanmadıysa o an kimse zina etmediği için idi. Peki bu tür durumlarda şeriat tam olarak tatbik edilmedi denilebilirmi? Kesinlikle hayır.! Bilakis bu durumlarda da şeriat tam ve kamil manada tatbik edilmiştir. O halde bu durumlar nerede, bir de islama muhalif mevcut yasaları şeriatın kurulacağı (!) vakte kadar tatbik etmeye devam etmek ve o yasalara muhakeme olmaya devam edip demokrasi ile amel etmek durumuları nerede? Sonra kardeşler tarih boyunca islami fetihler boyunca Nebi savden, hulefai raşidinden veya onlardan sonra gelenlerin hiçbirinden kişilere haramlar islama girince tedrici olarak öğretilir diye birşey nakledilmişmidir? Mesela belirli bir zamana kadar içki içmelerine veya zina etmelerine müsaade edilip, sonra zaman dolunca yasaklanması gibi? Bilakis islamın tüm ahkamı tatbik ediliyor idi. Fetihlerin olduğu bölgelerde bu uygulamalar tevatür derecesinde nakledilir. Varmı bir kişinin bildiği bir örnek bilelim? Geriye hadiste değinilen önemli bir nokta kaldı fakat söz bu oturumda fazla uzadı diye o faideye bir sonraki oturumda değineceğim Allah ın izni ile.

HÜLASA: Muaz ra hadisi şeriata boyun eğmeyi kabul etmiş ve emirlerini uygulamak için hazıra geçmiş insanlara şeriatı arzederken izlenilmesi gereken önceliklerin tertip edilmesi ile ilgilidir. Yoksa sanıldığı gibi şeriatı tedrici olarak uygulamaya delil değildir. Bir daha ki oturumda görüşmek üzere. Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.

Tercüman: @ebusalep
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Dr. İyad Kunaybi – Altıncı Oturum: “Neden davamız kazançlıdır?”

%C4%B0yadKunaybi6.gif


Tevhidî davet çalışmalarından dolayı hapiste bulunan Ürdünlü âlim Dr. İyad Kunaybî’nin 30 bölümlük “Şeriat’a Destek” vaaz serisi alt yazılı ve metin olarak yayınlamaya devam ediyoruz. İyad el-Kuneybî’nin bu ders serisinde günümüzdeki İslami hareketlerin, özellikle de demokrasi yolunu benimseyenlerin şüphelerini ele alıp çürütüyor ve hak menheci delilleri ile takrir ediyor.

***

Altıncı Oturum: “Neden davamız kazançlıdır?”

Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.

Geçen oturumda Muaz (ra) Hadisinin faydalarını zikretmiş ve çok önemli bir faydayı önümüzdeki oturumda açıklayacağımızı söylemiştik. İşte bugün söz konusu o faydayı açıklayacağız.

Konuyu takip edenler bizim, İslamcılardan taviz vermemelerini talep etmemizden şunu kast ettiğimizi zannediyorlar; ”İnsanlara ilk başta çıkın ve ilan edin ki; başa geçtiğimizde kadınlara hicabı zorunlu kılacağız, içkiyi yasaklayacağız, hırsızın elini keseceğiz ve zina haddini tatbik edeceğiz.”

Günümüzde İslam’a hizmet derdi ve ikame etme projesi olan kişileri, usulleri bırakıp furuatların tartışmasına kendilerini sürüklememeleri konusunda şiddetle uyarıyoruz. Aynı şekilde akideyi beyan etmeyi bırakıp şeri ameli hükümleri tartışmaya sürüklenmesinler!

Kardeşler, İslam’ı egemen kılma çalışmalarının mensupları olarak biz, şeriatı kabule ikna etmek için bir kere insanların korku ve endişelerine reddiye yapmakla mükellef değiliz.

Ana meselemiz insanlara sadece Allah Teâlâ’ya kul olduklarını beyan etmek olmalıdır. Allah Teâlâ’nın kulluğunun dışında özgürlüğün olmadığını anlatmaktır. Sonra bu kulluğun ise ancak onun şeriatını şümullü bir şekilde tatbik etmekle tahakkuk edeceğini beyan etmektir.

Yine ana meselemiz; İslamlarının sıhhati ancak onun şeriatına boyun eğmeye bağlı olduğunu ve onun şeriatı dışında başka şeriatları hakem olarak kabul etmenin büyük şirk olduğunu insanlara beyan etmektir.

Aksi halde bunları terk edip şeriatın tafsilatlı furuatına dalarak laiklere karşı İslami cezaların savunmasını yapmaya çalışmak, bizi asli vazifemizden alıkoyacaktır.

Sonra yine şeriatın insanların problemleri hakkında sunduğu çözüm önerilerini izaha daldığımız zaman da asli görevimiz olan Allah Teâlâ’ya kulluğa daveti ihmal etmiş oluruz. Aksi halde malının reklamını yapmaya çalışan, müşterilerini ikna etmek için malının kusurlarını savunan bir tüccar durumuna düşeriz. Bu durumda insanlar nazarında “şeriatın tercih edilmesi meselesi, tıpkı diğer dünyevi özelliklere sahip tercihler gibi, kişinin alıp almaması konusunda seçim hakkı varmış!” anlayışının oluşmasına sebep oluruz!

Hâlbuki vakıada üzerimize vacip olan şey insanlara şunu dememizdir: Siz Allah a iman eden müminler değil misiniz? O halde sizin için bu ayete uymaktan başka tercihiniz mi var?

“Allah ve Resulü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir Mümin erkek ve hiçbir Mümin kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur.” (Ahzap-36)

O halde ey halklar! Şeriatın hükmüne daima muhtaçsınız ve ondan başka seçeneğiniz de yoktur.

Biz mal satan tacirler değiliz ki müşterilerimiz bizden satın alsınlar diye malımızı onlara süslemek zorunda olalım veya aldıktan sonra aldatıldık demesinler diye malın tüm meziyetlerini tafsilatı ile açıklamak zorunda olalım.

Bizim halklardan yegâne talebimiz şudur: Gece gündüz telaffuz ettiğiniz ve rabb, kanun koyucu ve hükmedici olarak Allah’tan razı olduğunuzun ikrarı demek olan “la ilahe illallah” şehadet kelimesinin gereklerine uyun.

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa-65)

Dolayısı ile biz çıkmaza düşmedik ki davamızı temize çıkarmak için müdafaa etmek zorunda kalalım.

Bilakis çıkmaza düşenler hem İslam iddiasında bulunup hem de şeriatı reddetmek sureti ile nifak ve çelişkiyi bünyelerinde barındıranlardır.

Bu faideyi Muaz hadisinden öğrenmekteyiz. Nitekim Nebi (sav) Muaz’ı (ra) Yemen ehline tüm teklifleri birden arz edip onların seçme ve tercihlerine bırakmadı. Yemen ehli şehadete şahitlik ettikleri andan itibaren şeriatın diğer tekliflerini sorgusuz sualsiz yerine getirip boyun eğmekten başka seçenekleri kalmadı.

O halde sevgili kardeşlerim! Bu nokta çok önemli bir noktadır. Şeriatın diğer beşeri hükümlerden ayıran özellikleri veya toplumların ıslahı için geliştirdiği çözümler pazarda rekabet aracı olarak kullanılamaz. Aksine bunlar ihlas ve sıdk ile şeriata boyun eğmenin bir bereketi ve bize hediyeleridir deriz.

Şeriatın diğer sistemlerden ayıran temel özelliği Allah Teâlâ’nın dini olmasıdır.

“Allah, sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır. Allah’a koştuğunuz ortaklardan, bunlardan herhangi bir şeyi yapabilen var mı?” (Rum-40)

Laikler yaratabilir, rızıklandırabilir, öldürür veya diriltebilirler mi?

Parlamentolar bunlardan birisini yapabilirler mi? (Kesinlikle hayır!)

O halde nasıl yasa yapabilirler?

“Allah onların ortak koşmalarından münezzehtir.” (Tur-43)

Sonra burada bir başka önemli nokta var. Şöyle ki: Biz eğer davetimizi şeriatın insanların problemlerini çözdüğü veya dünyevi refahı sağladığı şiarları üzerine bina edersek, insanlar şeriatı sadece bu sebepler yüzünden talep edeceklerdir kulluk kastı ile değil.

Peki, bu durumda biz maksadımızı gerçekleştirmiş olur muyuz? Kesinlikle hayır!

Çünkü şeriatı tatbik etmekten maksat, Allah Teâlâ’ya kulluk idi. Hâlbuki insanlar bunu dünveyi maksatlar sebebi ile tercih ederlerse ubudiyyet manası asla gerçekleşmeyecektir.

Bir diğer husus; Belki ilahi bir sünnet olarak falan beldede şeriatı tatbik etmek birçok zorlu imtihanı beraberinde getireceği, düşmanları karşısında kurbanlar vermeyi ve bedel ödemeyi gerektireceği için, dünya çıkarları için şeriatı tatbik etme amacı taşıyanlar bu türden zorluklara göğüs germeyecek, nihayetinde gerisin geri arkalarına döneceklerdir.

Kardeşlerim bu Allah azze ve celle’nin dinidir. Dolayısıyla aynı rafa konulup müşterilere beğendirmek için hevalarına muvafakat ettirilerek raftaki diğer aşağılık beşeri ürünlerle mukayese edilmekten çok yücedir.

Bu konu dizisinde Allah’ın izni ile şeriatta kendisinden utanç duyacağımız hiç bir şey olmadığını beyan edeceğim. Bilakis şeriatımızın her bir yönü, başımızı dik tutarak gurur duyacağımız haddi zatında övgü vesileleridirler.

Allah’ın izni ile İslami ceza sisteminin güzelliğini ve kullara rahmetini ilerde beyan edeceğim. Ceza sisteminin güzelliği mi olurmuş? Evet, ceza sisteminin güzelliği dedim.

Fakat öncelikli olarak bilmemiz gereken bunu, halkları ikna için bir yöntem olarak kullanmamalıyız. O halde mümtaz özelliklere sahip bir ürünmüş gibi piyasada diğer aşağılık beşeri kanunlarla aynı pazarda yarıştırmak caiz değildir.

Şairin dediği gibi: ”Kılıç asadan daha uzun ömürlüdür” dersen, bununla kılıcı övmüş değil asa konumuna indirdiğin için onun kıymetini düşürmüş olursun.

Oysa şeriatın üstünlük ve meziyeti her şeyden önce onun Allah Teâlâ’nın dini olmasıdır.

“Allah size açıklanmış bir şekilde Kitap indirmişken O’ndan başkasının hakemliğini mi isteyeceğim!” (Enam-114)

Tamam!

Mesela işi sulandırmaya çalışan mızıkçının biri sana şöyle sorabilir: ”Şeriatı ikame edince siz, şeriata muhalif olanlara ne tür bir ceza vereceksiniz?”

Ona denir ki: Kişi neden ona muhalefet eder ki?

Kardeşler bu türden sorular genelde soru soranın kötü niyet beslediğine delalet eder. Çünkü bizzat kendisi şeriata muhalefet etmek istiyordur. Sormak lazım: Bir kimse neden daha ilk başta ona muhalefet eder?

Kardeşlerim! Nebi’ye (sav) biat edenler, ”Sana biat etmezden evvel eğer ilerde şeriata muhalefet edersek nasıl bir cezaya çarptırılacağımızın cevabını ver?” diye bir soru asla sormazlardı. Çünkü onlar bu sorunun sorulmaması gereken bir soru olduğunu ve ciddiyetsizliğe delalet ettiğini biliyorlardı.

Şeriat karşıtları bizden, dinimizin en belirgin ve üstün özelliği olan Allah’ın şeriatı olma konusunu bırakıp, şeriatımız etrafında ortaya attıkları şüphelere reddiye yapmanın içinde boğulmamızı istiyorlar.

Oysa şeriatımızın sahibi insanı yaratan, ona fayda ve zarar verecek şeyleri en iyi bilen Allah Teâlâ’dır. İşte bizim meselemizi onlarınkinden ayıran yegâne hususiyet ve özellik budur. O halde üzerine odaklanmamız gereken de bu olgudur başka değil.

Dolayısıyla konu, ”halkların hakem olarak başvuracağı bir sistem olması bakımından şeriat nizamı” olunca, ortaya atılan şüpheler sebebi ile usulleri ve en önemli noktaları bırakıp cüzi furuatlarla meşgul olmaktan oldukça kaçınmalıyız.

Şöyle diyebilirsin: ”Biz onların şüphelerine cevap yetiştirmesek, bizi gizli bir ajandamız (hesabımız) varmış gibi onu saklamakla itham edeceklerdir?”

Sevgili kardeşler! Şeriat karşıtları ağzımızla kuş tutsak bile onların dinlerine tabi olmadıkça asla bizden razı olmayacaklar ki. Biz onların şüphelerine cevap yetiştirmeyi bırakıp asli görevimiz olan kulluk görevimizle meşgul olmaya odaklanırsak sakladıkları ve açıklayamadıkları bir açıkları var diyeceklerdir evet. Ama onların reddiyeleri ile meşgul olmak kulluk vazifemizi yerine getirmeyi zayi edecektir.

Hem, eğer başa geçerse onların rağbet ve düşüncelerine saygı duyma vaadi verene de bunlar yine ”içlerinde ihaneti gizliyorlar, yalan konuşuyorlar, şimdi demokrasi lafını terennüm ediyor ama başa geçince tam tersini yapacaklar” diyeceklerdir. Bunlar asla onların dinlerine uymadıkça bizden razı olmayacaklardır.

O halde biz sadece hakka tutunup Allah Teâlâ’nın maiyyetini (beraberliğini) kazanmak için çırpınmalıyız.

HÜLASA: Şeriatımız, mukayese edilip beğenilsin diye beşer ürünü aşağılık sistemlerle aynı kefede tercih şıkları arasına koyulamaz. Çünkü onun en üstün hususiyeti Allah Teâlâ’nın dini olmasıdır. Yaratıcımız, rızık vericimiz, bizi öldürecek ve diriltecek olan Allah’ın…

Bir sonraki oturumda görüşmek üzere; Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.




Tercüman: @ebusalep

Ümmet-i İslam
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Dr. İyad Kunabi – Yedinci Oturum – Kıtlık Zamanında Hırsızlık Haddinin rafa kaldırılması şüphesi

Esselamu aleykum ve rahmetullah, Şeriata destek sohbet dizisini takip eden kardeşlerim! Gelin, şimdiye kadar oluşan fikirlerimizi tertip haline getirelim. “Hangi tedricilikten söz ediyorsunuz?” başlıklı dördüncü oturumu anlamaya yoğunlaşalım.

Bu oturumun konusu gerçekten oldukça önemliydi. O yüzden onu bir defa daha dinleyelim. Orada tedriciliği delillendirme adına getirdikleri şeyler icmali olarak iki şeyden birisini ifade ediyordu. Getirdikleri deliller tedricilikten söz etmekten ziyade ya; insanlara şeriatı arz etme konusunda izlenilmesi gereken öncelikleri sıralamak ile ilgili idi. Ki bunu son iki oturumda açıklamıştım.

Ya da; o an mevcut olan bir hükmün şartları oluşmadığı için uygulanmayarak, şartlar oluşana kadar onun yerine şeriatın diğer hükümleri ile amel etme babından idi. Bu oturumda bu konuyu ele alacağız in şaa Allah. Kardeşler bu konuya başladığımdan beri aleyhime itiraz olarak getirilen meselelerden çoğu Ömer’in (ra) kıtlık zamanında hırsızlık haddini rafa kaldırması konusudur. Peki kardeşler bunu nasıl anlıyorlar? Şöyle zannediyorlar mesela: Ömer (ra) fakirlik ve kıtlık baş gösterip insanlar hayatlarını ölümden kurtarmak için çaldıklarında aklını hakem kılıp şeriatın bu konu ile ilgili hükmünü haşa izale etti. Çünkü şartlar şeriatın uygulanmasına imkan vermemişti. Kardeşler bu anlayış hatalı bir anlayıştır.

Önce rivayetin sıhhati açısından ele alacağım. Bu rivayetin Ömer (ra) hakkında sabit olduğu bile aslen sahih değildir. Bunu İbn Ebi Şeybe musannefinde, Elbani’nin İrvaul-Ğalil’de dediği gibi, isnadında iki meçhul Ravi ile nakletmiştir. Her halükarda sahih olduğunu varsayarak konuyu ele alsak bile bizim konumuza bir etkisi yoktur. İnsanlar kıtlık anında zor durumda kaldıkları için hırsızlık yaptıklarında Ömer (ra) bunu uygulamayacaktır elbette. Peki neden? Çünkü bunu Ömer’e (ra) bu gibi durumlarda uygulamamasını emreden de şeriatın kendisidir de ondan….Çünkü bir hükmün tatbik edilebilmesi için sahih deliller yolu ile tatbikinin şartları oluşması gerekir.

Bu şartlar ise: Gizliden yapılması, çalınan malının aslen haram bir mal olmaması, malın değerinin nisab miktarına ulaşması, korunaklı bir mal olması, hırsızlığın iki adil şahit veya hırsızın kendi aleyhine iki defa yaptığına dair ikrarı ile sabit olması gibi… Bu şartlar oluşmasa hakimin hırsızlık haddini uygulaması caiz olmaz.

Şartlardan biri olan, malın nisab miktarına ulaşması üzerinde örneklendirecek olursak; çalıntının bir altın dinarın dörtte birine varması gerekir ki bu, bir gram altın veya ortalama üç yüz Mısır cüneyhi yani bugünkü karşılığı elli Amerikan dolarına tekabül etmektedir. Çalan kişinin çaldığı mal eğer sadece açlığını giderip yaşamını sürdürmesini sağlayacak miktarı kadar bir ekmek, piliç veya bunlara benzer açlığını gidermesini sağlayacak kadar olursa bu durumlarda zaten şeriat el kesme haddinin tatbikini emretmez. Farz edelim ki, kıtlık dönemini yaşıyoruz ve bir fakir nisab miktarına ulaşacak derecede bir malı çaldı. Buna da hırsızlık haddi uygulanmaz. Çünkü bu kişi fakir olduğu için açlığını gidermek için bunu yapmıştır. O halde kardeşler mesele basittir aslında. Şeriat, Ömer’e (ra) bu gibi durumlarda hırsızlık haddini uygulamamasını emretmiştir. Uygulamama emri de şeriatın bir parçası ve dahilinde bir hüküm olmuş oluyor. Yoksa sanıldığı gibi Ömer (ra) kendi görüşü ile amel etmiyor. Bilakis yaptığı şeriatı tatbik etmektir. Çünkü Allah teala kendi nefsini helak olmaktan kurtarmak için hırsızlık yapmak zorunda kalana hırsızlık haddinin tatbikini emretmemiştir.

Malumdur ki mülci zaruretler bazı durumlarda kişilere mahzurlu olan şeyleri mubah kılmaktadır. Tıpkı yiyecek bir şey bulamadığı zamanlarda ölüm tehlikesi ile yüzleşince hayatta kalabileceği kadar ölü eti, kan veya domuz etini yemesinin mubah olduğu durumlar gibi… Bu durumlarda zengin kişi kendi gönül arzusu ile bu fakire bir şey vermese eğer; bu fakir kendisini helak olmaktan kurtarmak için onun malından çalması caiz olur. Bir diğer değişle, Ömer (ra) bu durumda haddi tatbik etseydi günahkar olurdu. Çünkü bu durumlarda şeriatın tatbik etme dediği hükmü şeriata muhalif olarak tatbik etmiş olurdu. Bir mümin diğer bir mümini hata ile öldürünce şeriatta bunun cezası nedir? Cevap: Kefaret ve diyet vermektir. Peki bu kişi kısas olarak öldürülür mü? Hayır, çünkü kasıtlı değil hata ile öldürmüştür. Peki bu durumda bir hakim gelip böyle birini kısas olarak öldürülmesine hükmetse isabet etmiş olurmu? Asla! Bilakis şeriatın yasakladığı bir suç işlemiş ve günahkar olmuş olur. Peki öldürmediğin de biz bu hakim için ”Kısas hükmü sabit olduğu halde şeriatın hükmünü tatbik etmedi” diyebilir miyiz? Tabi ki hayır! Çünkü bu hakim şeriatın hükmünü rafa kaldırmamaktadır.

Aksine kısas için gerekli olan kasıtlı öldürme şartı tahakkuk etmediği için bu hakim kısasa hüküm etmemiştir. Dolayısıyla bu gibi durumlarda katil için bir başka ceza söz konusu olmuş olur. Nedir peki? Diyet ve kefaret. Aynı şekilde zorda kalan hırsız hakkında da aynı şey söylenmelidir. Bu hırsız şeriatın hırsızlık için öngördüğü cezayı hak etmemiştir ki, ta ki Ömer (ra) bu cezayı tatbik etmemiş olsun. Kardeşler gördüğünüz gibi mesele fıkhi bir meseledir. Şeriata bedel olarak akıl işletilemez. Sonra bir sorumuz var. Ömer (ra) ile aramızda 1400 sene var. Şuana kadar Ömer’in (ra) durumunda şeriatın tedrici olarak tatbik edilmesine delil vardır diyen salih selefimizden bir kişi var mı?

Bugünlerde sıkça duyduğumuz bu sözü geçmiş muteber alimlerimizden kim söylemiş? Selefi salihinden bir kişi bile Ömer’in (ra) durumu hakkında ”Ömer (ra) şeriatın uygulanmasını geçici olarak durdurmuştur” demiş mi? Ebu Hanife, Malik, Şafii, Ahmed, İbn Teymiyye, Gazali veya İbnul
Kayyim gibi alimlerden kim bu ifadeyi kullanmış? Ümmetin alimlerinden kim demiş bunu? Ümmetin alimlerinin bu hadiseye değinirken nasıl yorumladıklarına bakalım. İbnul Kayyim (ra) İlamul Muvakkinde şöyle der: ”İnsanların içinde yaşadıkları sene kıtlık senesi olur da zaruret ve ihtiyaçlar insanlara galebe çalarsa, hırsızın son nefesi çıkmasın diye bunun önlemini alıp gidermesinden neredeyse emin olunmaz. Mal sahiplerinin mallarını gerek uygun bir bedel karşılığında veya ücretsiz olarak malını dağıtmakta ihtilaf olmasıyla birlikte gerektiğinde çabalaması lazım. Sahih olan görüşe göre ücretsiz dağıtmalıdır. Çünkü insanların hüznünü giderecek yadım takviyesi yapmak ve güç yettiği oranda canları kurtarmak vaciptir.” Yani kıtlık anında zenginin malını gönüllü olarak fakirlere dağıtması gerekir. Çünkü bu, fakirin onun malındaki hakkı kabilindendir.

Devamında ise; “Bu durumlar, muhtaç kimselerden hırsızlık haddini düşüren güçlü şüphelerdendir. Haddin uygulanmaması konusunda bu şüphe, fakirin zengin olanın malından canını helak olmaktan kurtarmak için zorla almasının caiz olduğu durumlarda daha da güçlüdür.” Yani sevgili kardeşler ”bu durumlarda fakir kendisini kurtarmak için zor kullanarak bile maldan alabilir”diyor. Yine devamında; ”Kıtlık yıllarında muhtaç ve zorda kalanlar çoğaldığı için durumu iyi olan ile ihtiyaç sahibi olan hırsız arasında bir ayrım yapmak mümkün olmaz. Hırsızlık haddinin üzerinde tatbik edilmesi vacip olan kişi ile vacip olmayan kişiler karıştığı için hadd külliyen kalkar.” O halde Ömer’in (ra) böyle yaptığını varsaysak bile o durumda kime uygulanacak kime uygulanmayacak şeklinde bir ayrım yapma güç olduğundan haddi tatbik etmemiş olur. Devam ediyor; “Ancak hırsızın ihtiyacı olmadığı halde çaldığı hususi olarak delilleri ile tespit edilirse bu durumda ona hadd uygulanır.

” O halde kardeşler Ömer’in (ra) haddi kaldırdığını varsaysak bile bu, istisnasız tüm hırsızlar için külli genel bir kaldırma değildir. Aksine eğer muayyen bir kişinin ihtiyacı olmadığı halde çaldığı tespit edilirse ona, “velev ki kıtlık zamanında olsa bile hırsızlık haddi tatbik edilir,” demektir. Mesele Allah tealanın kullarına lutfu gereği olarak zorda kalma, ikrah ve özür olabilecek cehalet durumlarında müsamahalı davranması ile ilgilidir. Bunun gereği olarak şeriatın tatbiki konusunda insanlara rıfk ile davranmak esas olmalıdır. O halde kardeşlerim, insanlara aşırı şevkatinden dolayı şeriatı uygulamayı rafa kaldıran kişi ya şeriatın zor durumda kalma, ikrah ve cehalet durumlarında zaten gözettiği hoşgörülü ahkamdan habersiz biridir, yada kendisini Allah tealadan kullara karşı daha merhametli görüyordur. Her iki durum şeriat hakkında suizan sahibi olmanın göstergesidir. Oysa Allah tealanın şeriatı herkesten daha merhametlidir. Mesela Mısırın bazı çöl bölgelerinde yaşayıp fatiha bile okuyamayan hatta Nebi’nin (sav) adını bile doğru dürüst telaffuz edemeyen halklar bulunmaktadır. Bunlar uzun yıllar boyunca katı ve gaddar sistemlerin cahilleştirme politikalarına tabi tutulmuşlar.

Dolayısı ile o bölgede bir İslam nizamı tesis edilir edilmez bu bölgelerde yaşayanlara ilim ulaştırılmaksızın hemen içkinin, faizin ve esrarın haramlığını bildirmeden direk cezalar tatbik edilir mi? Hayır! Çünkü bu insanların o cezayı hak etmeleri için önce onun hükmünü bilmeleri lazım. Belki bir çoğu duruma göre mazur bile olurlar. Cezanın şartlarından biri amelin haram olduğu bilgisini yaygın olmasıdır. Mücrim ve despot nizamlar ise onları tamamen bu bilgilerden cahil kalmalarını sağlamıştır. Bu durumlarda devletin görevi önce hücceti ulaştırıp bildirmek olmalıdır. İlim yaygınlaştıktan sonra yapanlar olursa artık şartlar kamil manada tahakkuk ettiği için haddin tatbik edilmesinde bir mani kalmaz. O halde insanların cehaletleri ile mazur olduğu durumlarda hırsız veya içki içene had uygulayan bir İslam devletinde, buna ilk karşı gelen biz olmalıyız. Bu konuda şimdi yaptığımız gibi, şeriata destek adlı reddiye silsileleri yapıp bunun yanlışlığına değinmeliyiz. Çünkü şartları olgunlaşmamış bir hükmü tatbik etmek, mukabilinde ki şeri bir hükmü iptal edip rafa kaldırmak demek olduğu için, bu da başka bir açıdan şeriatı tatbik etmemek demektir.

Ümmet-i İslam
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Dr. İyad Kunabi – 8. Oturum – Üç Kişi ve Şeriatın Tatbiki

Esselamu aleykum ve rahmetullahi. Yeni bir oturumda tekrar görüştüğümüz için mutluyum.

Evlerine dönünce evlerinin yanmakta olduğunu gören üç farklı kişi düşünün! Her bir evin durumu aşağıda zikredeceğimiz durumda olduğunu varsayalım.

Bahçede su azdır. Evi yakanlar alevi artsın diye daha çok yakıt taşımaktadırlar. Komşular yardım etmek istemiyorlar. Ateş, çocukların bulunduğu odaya ulaşmış. Anne, dumandan boğulmak üzere ve ayrıca ateş, servetini sakladığı kasaya doğru da ilerlemektedir!

Her bir adam ne yapacağını bilemeyecek derecede şok geçirmektedir. Ateşi söndürmekten mi başlasa? Peki, az derecede olan suyla mı yapacak bunu?

Acaba evi yakan kişilerle ve üstelik ateşi çoğalmak için yakıt taşıyanlarla mı savaşsın? Yoksa boğulmakta olan hanımına ilk yardıma mı koşsun, yoksa çocuklarımı odadan çıkartsın?

Ya da malını sakladığı kasayı mı yangından kurtarsın? Belki de yardım etmeleri için komşularını ikna etmesi gerekir?

Bu durumda bu üç kişinin her biri farklı yöntemler denerler.

Birinci adam; boğulmakta olan hanımını komşuların da görecekleri bir şekilde ev içinde giydiği kıyafetleri ile dışarı çıkarıp ilk yardıma başlar. Veya biriktirdiği malın ateşte yanmasını umursamayarak çocuklarını kurtarmaya gider. Peki, bu kişi hatalıdır diye bilir miyiz? Asla! Çünkü öncelikler arasından en öncelikli ve mühim olanı öne almıştır. Zira hanımının canını, onun tesettürsüz görünmesindeki duruma ve çocuklarının canının muhafazasını, malın muhafaza edilmesinin üzerine tercih etmiştir.

İkinci kişi: Çocuklarının ve hanımın canını kurtarmakla uğraşmayı bırakıp, biriktirdiği servetini yakmaya giden ateşi söndürmekle meşgul olur. Sonra iki rekât nafile namaz kılarak duayı ve secdeyi uzatıp Allah Teâlâ’dan yangını söndürmesini ister. Peki, bu adam hatalı mıdır? Cevap; tabiki hatalıdır.

Çünkü öncelik olan canın muhafazası işini terk edip malın muhafazasına yönelmiştir. Sonra namaz her ne kadar Allah Teâlâ’ya yaklaşma konusunda en sevimli ibadet ise de, o an ki anın vacibini yerine getirmekten onu alı koymuştur. Çünkü böyle bir durumda namaz kılması caiz değildir.

Üçüncü kişiye gelince; Bu kişinin hanımı sigara içen çocukları ise bilgisayar başında oyunlarla vakit zayi eden biridir. Komşuları da evinde parti ve eğlence geceleri düzenlemek istediğinde buna müsaade etmediği için kendisinden nefret ediyorlar. Ateşe yakıt taşıyan grup ise adamdan karısını bir geceliğine talep etmektedirler. (Bununla, Şii’lerin itikadındaki, hanımını belirli bir müddet komşusuna teslim etme uygulamasına işaret etmektedir.)

Adam eve girmezden evvel karısına şöyle dese: ”Seni kurtarmam için bana yardım edip çabalarsan sana söz veriyorum sigara içmene müsaade edeceğim.” Çocuklarına, ”Sizi kurtarmam konusunda bana biraz destek olursanız, size söz veriyorum tüm vaktinizi bilgisayar başında geçirmenize artık karışmayacağım.” Komşularına ”Ateşi söndürmeme yardım ederseniz evin anahtarının bir kopyasını size veririm istediğiniz gibi kullanırsınız.”

Ateşe yakıt taşıyanlara ise ”Bekleyin bu durumda hangisi daha ehven diye bir geceliğine eşimi size emanet vermemin hükmünü bir araştırayım.” diyor.

Bu durumda bu üçüncü kişinin yaptıkları hakkındaki düşünceniz ne olur?

Gelin bugün birinci kişi hakkında konuşalım.

Herhangi bir zamanda, yönetime gelme olasılığı olan İslamcılardan olmalarını istediğimiz kişi, birinci şıktaki kişidir. İslamcılar bir gün bir beldede yönetimi devralırlarsa mesuliyetleri korkunç olacaktır.

Dış düşmanlara karşı mukavemetinin yanı sıra içteki şeriat karşıtı olan laikler, münafıklar ve işbirlikçilerden oluşan kindarlara karşı mücadele edecekler. Fitne ve iç tartışmaları bitirmeleri gerekecek, güçlü bir İslami ekonomiye binaen şeriata muhalif olan tüm ticari anlaşmaları bitirmesi gerekecek, faizle alışverişi durduracak, orduyu imani bir terbiye ile terbiye edip bozuk yönetimini değiştirecek, silah sanayisini güçlendirip cihada karşı güçlendirecek, şeriatla hükmeden yargı sistemini tesis edecek, açları doyuracak, tıbbi ihtiyaçları güçlendirecek, rüşvet ve tekelciliği yasaklayacak, işsizlere istihdam alanı oluşturacak, içki ve uyuşturucuyu kökten kurutacak, eğitim yerlerinde karma eğitimi yasaklayacak, ortamları şehevi arzuları dürten etkenlerden arındıracak, eğitim yöntemine dair komisyonlar veya sahih İslami davet için komisyonlar oluşturacak, suçları durduracak, İslam ceza hukukunu ikame edecek, haksızca almış oldukları malları sömürgeci tabakadan alarak tekrar topluma iade edecek, din ve dünya işlerinde insanlara lazım olan dini vecibeleri öğretmek gibi burada saymakla bitiremeyeceğimiz birçok şeyi yapmaları gerekecektir.

Tüm bu saydıklarımız, şeriatı tatbik etmek kavramına dâhildir. Tümü şeriatı tatbik etmenin bir parçasıdır. Peki, tüm bu sayılanları herhangi bir İslami nizam bir kerede yapabilir mi? Yönetimi ilk devraldığı günden itibaren yapabilir mi? El-cevap; Tabiki hayır olacaktır. O halde talep edilen nedir? Bunu da bir sonraki oturumda anlayacağız Allah’ın izni ile.

Esselamu aleykum ve rahmetullahi

Tercüme: @ebusalep
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Dokuzuncu Oturum:

“İslamcılardan güç yetirdiklerinden fazlasını mı talep ediyoruz?”

Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu

Sevgili kardeşlerim. Geçen oturumda evlerini yandığını gören üç kişinin misalleri hakkında konuşmuştuk. Ve demiştik ki; yönetime gelen kişi, tıpkı birinci misaldeki kişi gibi öncelikler arasından en önemlisinden başlamalıdır.

Aynı şekilde İslam için çaba sarf eden herkes herhangi bir vacibi ifa ederken, muhakkak yerine getirdikleri vacibin doğal neticesi olarak o anda bir başka vacibi yerine getirmeye imkân bulamayacaklardır.

Bu durumda olan hiç kimse ise kınanamaz.

Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِن سَبِيلٍ

”İyilik eden muhsinlere bir sorumluluk yoktur” (Tevbe-91)

فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ

”Dinde size bir zorluk yüklemedi” (Hacc-78)

ملأ الله قبورهم وبيوتهم نارا ، كما شغلونا عن الصلاة الوسطى حتى غابت الشمس

”Allah’tan gücünüz yettiğince korkun” (Teğabun-16)

Nebi sav de şöyle buyurmaktadır:

”Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun. Güneş batıncaya kadar bizi orta namazdan bizi alıkoydular.”

Peki, yapılması talep edilen nedir?

Talep edilen şudur ki; İslamcılar başa geçtikleri ilk andan itibaren hükmün Allah Teâlâ’ya mahsus olduğunu, şeriata muhalif tüm hükümlerin ayaklarının altında olduğunu, mutlak ve tam egemenliğin islam şeriatına ait olduğunu ilan etmelidirler. Bundan sonra eğer herhangi bir farzı infaz etme konusunda acziyete düşerlerse, bu farzın sorumluluğu onlardan ta ki uygulama gücü buluncaya kadar kalkar.

Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا

”Allah kişiye kaldıramayacağı hiçbir şeyi teklif etmez” (Bakara-286) Tabi bu, devletin İslamiliği devam ettiği ve gücü yettiği oranda İslam’ı hükümleri uygulamaya devam ettiği müddetçedir. Birisi bize ”peki bu, önceki oturumlarda reddettiğiniz tedricilik yani aşamalı olarak şeriatı tatbik etmek değil midir?” diye sorabilir.

Cevaben deriz ki asla. Bunun tedricilik ile alakası yok. Allah’ın izni ile bunu bir başka oturumda müstakil olarak ele alıp cevaplayacağız.

Şimdi gelin hep birlikte uygulamalı olarak örneklendirerek meseleleri vuzuha kavuşturalım.

Birincisi: İslamcılar yönetime gelir gelmez hemen işgal altındaki Müslüman topraklarını kurtarmak için cihad ilanı yapamayabilirler elbette.

Fakat mesela bazı gençlerin İslam devletinden Filistin’e sızarak işgalcilere karşı cihad ettikten sonra geri gelip devlete sığındıklarında durum ne olacak? İslamcıların başında olduğu bu devlet, Müslüman mücahitlere karşı terörle mücadele kanunu uygulayıp bunları suçlayıp hapse mi atacak? Elbette ki hayır! Çünkü Müslümanlara yardım etmeyi yasaklayan terörle mücadele yasası, şeriatın egemenliği ilan edildiği günden itibaren lağvedilerek ayaklar altına alınmıştı. Onun yerine şeriatın ilanı ile birlikte وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ ”Size ne oluyor ki mustazaflar uğrunda savaşmıyorsunuz” (Nisa-75) ayetinin hükmü konulmuştu. Fakat herhangi bir devletin bu ayetin gereğince gücü yettiği oranda hükmedip, gücü yetmediğinde hükmedememesi ayrı, buna birebir muhalif olan zıt kanunlarla hükmetmesi ayrı şeylerdir.

Gücü yetmediğinde hâkimlerin bu mücahit gence karşı tutumu bazen şöyle olmalıdır: “Neden acele ediyorsun? Biz devlet olarak henüz yeniyiz ve toparlanma, hazırlık ve güçlenme aşamasındayız. Biz de tüm İslam toprakları özgürleştirilmediği sürece rahat edecek değiliz. Ancak şu aşamada kaldıramayacağımız bir yük olacağından yeni savaş cepheleri açma!”

Belki yöneticiler bu kişiyi henüz yeni kurulmuş devlete zarar verici eylemler yaptığı, daha önemli olan işlerinden alıkoyduğu veya kaldıramayacağı işlerin içine sürüklediği için kendi içinde tazir de edebilir.

Ancak terörle mücadele kapsamında bunu cezalandırır veya kâfirlere teslim ederse, bu devletin isim dışında İslam’ından geriye ne kalır?

İkincisi: İslam için çalışan kişiler; film çekim alanları, haram olan müziklerin çalındığı yerler, içinde masiyet işlenen internet kafeler, sinema ve kadınların çalıştığı masaj salonları, haram olan resimlerin yapıldığı yerler veya küfür olan söz ve inançların yazıldığı kütüphaneler mevcut olduğu bir beldede yönetimi devralabilir. Fakat bunları o an kaldırmaya güçleri yetmiyor da olabilir. Ancak ta ilk baştan şeriatı ilan etmekle zaten bu tür şeylerin hükmü açıkça bildirilmişti. Oysa bu yerler önceki kanunlara göre meşru yerler olarak sayılıp bizzat kanun tarafından güvence altına alınıyordu. Buralara dokunanı kanun suçlu sayıyordu.

Fakat şimdi ise, mücerred olarak şeriatın ilan edilmesi ile yasak sayılarak dokunulmazlıklarını yitirmiş mekânlar haline dönüştüler. Bilakis kapanıp yerle bir edilmesi sadece devletin güç yetirmesi durumuna bağlı hale gelen kanun dışı mekânlar haline geldiler. Dolayısıyla şeriatın ilanından sonra artık ortada bu gibi masiyet alanlarını ne güçlendirip destekleyecek bir devlet var, ne de onları muhafaza altına alacak bir kanun var.

Üçüncüsü: Münafıklar ve laikler, düşman devletleri kışkırtmakta ve şeriata karşı hücuma geçirmeye çalışmaktadırlar. Şeriatın yasalarını küçümsemekte ve hatta Allah, ayetleri ve Resul’ü ile istihza etmektedirler. Aynı şekilde bu kişilere bir kerede istitabe uygulamaya veya cezalandırıp haddlerini bildirmeye de devletin gücü yetmeyebilir. Ancak mücerred olarak şeriatın ilan edilmesi ile bu kişilerin yaptıkları İslam karşıtı ameller, cezalandırılması gereken ameller olarak isimlendirilmiş, cezalarının infaz edilmesi ise sadece uygun gücü elde etme durumunu beklemektedir. Ancak her ne kadar bunlara ceza o zamanki koşullara göre verilemese de, bu türden istihza içerikli beyanatlar veya Allah’ın dini ile taban tabana çelişen görüşler bir daha asla fikir özgürlüğü altında değerlendirilmek sureti ile muhafaza edilmeyecektir. Ne var ki; Eski yasalara göre Allah a davet etmek suç, küfrü açıkça yapıp ona davet etmek ise korunmaktaydı. Oysa yeni devlete göre ise; Allah’a davet etmek meşru ve üstelik tüm vesilelerle teşvik edilen bir şey iken, küfrü desteklemek ve açıklamak yasak olan işler kategorisine geçmiştir.

Bilakis küfür ve masiyet türünden tüm şeyleri imha etmek; Allah Teâlâ’yı tazim etme ve ona kulluğa dayalı bir devletin programında en öncelikli işler arasına girmiştir.

Dördüncüsü: Bazı beldelerde teberrük için gidilen birçok ziyaretgâhlar, türbeler ve toplanma makamları vardır. Oralarda kimi zaman bidat kimi zaman da şirke varan uygulama ve ayinler yapılmaktadır. Üstelik bu yerler bizzat eski yasalardan gücünü alarak ayakta kalıyorlardı. Bunlar da şeriatın mücerred olarak ilan edilmesinden sonra korunaklılığını yitirmiş ve izale edilip sıradan kabristanlara dönüşmesi için sırasını beklemeye geçerler.

Beşincisi: Devletin üzerine düşen asli görevlerinden birisi de şudur ki: Devlet derhal halkının gerek sağlık ihtiyaçlarını gidermek için gerekse de, halkı düşman devletlere muhtaç etmeyecek şekilde zirai ve hayvansal ihtiyaçlarını gidermek için çabalamalıdır. Ta ki tuzak kuranlar dış ve iç düşmanlar bu durumun zayıflığını kullanıp ülkenin siyasetine tahakküm etme gücünü bulamasınlar. Aynı şekilde bağımsızlığını muhafaza konusunda devlet, en önemli dal olan gerek hafif gerekse de ağır sanayisini de güçlendirmelidir. İşte tüm bu şeyler malı, canı ve nesli muhafaza altına alma anlamında şeriatı tatbik etmenin uygulamalı şekilleridir. Fakat yukarıdan beri vurguladığımız gibi tüm bu şeyleri yönetimi devralır almaz bir defada hemencecik yapmak mümkün olmayabilir.

Ancak ne var ki, Şeriatın egemenliğinin ilan edilmesi; Devleti şantaj ile güç ve yetkilerini düşmanın eline vermeye mecbur bırakacak hiçbir anlaşmaya bağlı kalmak zorunluluğundan kurtarmak demektir.

Altıncısı: Bazen İslam devleti kendisini önceki cahili nizamdan beslenen kötü niyetli fasit kişilerin karşısında bulabilir. Bu ifsat ehli kişiler halkların gelir kaynaklarını sömürerek, memleketin zenginlik kaynaklarını ve projelerini tekeline almış ve kendilerine hass özel bir takım mülkler veya sınırlar edinmiş de olabilirler. Veya bankalar aracılığı ile zor durumda kalan halklara faiz karşılığında ödünç para vererek borçlandırıp köleleştirmiş de olabilir. Bu kişilere ilk anda müdahale edip halka ait olan kaynak ve paraları iade etmek hemen mümkün olmayabilir. Fakat her ne kadar bunu yapamasa da, bir banka gelip ”ben falancaya falan tarihte falan vadeli tarihe kadar şu kadar para verdim ama o sadece borcun aslını ödeyerek fazla faizini vermedi. Ey devlet avukatınla icra memurunla gel benim o kişiden alacağım olan faizi al.” derse devlet ne yapmalı? Elbette ki bunu yapmamalıdır. Çünkü şeriatın ta ilk günden itibaren ilanı ile birlikte faizi haram olan işler kategorisine dâhil edilmişti. Diğer tüm örnekleri bunlara kıyas ederek cevaplayabilirsin.

Peki, o halde gelin soruyu yenileyelim. Biz, İslamcılardan güçlerinin yettiğinden fazlasını mı talep ediyoruz? Hayır vallahi.! Fakat mesele çok basit olarak ya İslam ya da gayri İslam’dır. Ya şeriatın kanunları ya da sonradan koyulmuş kanunlar meselesidir. Yukarıda verdiğimiz örneklerde çıkaracağımız birçok ders mevcuttur. O dersler nedir diye sorulacak olursa, bunun cevabını da önümüzdeki oturumda vereceğiz Allah’ın izni ile. Konuyu takip etmeye devam edin.

Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.

İyad Kunaybi

Tercüman twitter: Ebu Hasan Mehmet @ebusalep

Ümmeti İslam
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
10. Oturum:
Neden İlk Baştan Şeriatıñ Egemenliğiniñ İlan Êdilmesi Gerektiğini Söylüyoruz

Geçen oturumlarda, İslami projeleri hayata geçirmeye çalışan kişilerin, eğer yönetimi devralırlarsa tâ ilk baştan şeriatın tam ve mutlak egemenliğini ilan etmelerinin şeri nasslar açısından kaçınılmaz olduğunu söylemiştik.

Aynı zamanda böyle bir ilanın, tüm vacipleri yerine getirmek demek olmadığı veya tüm münkeratı bir kerede ilga etmek demek olmadığını da söylemiştik. Ancak yürürlükteki kanunlar mahza İslami olduğu sürece ve devlet, gücü yettiği oranda şeriatı tatbik ettiği sürece orada şeriat tatbik ediliyor demektir.

Sonra orada, şeriatın egemenliğinin ilan edilmesinin oluşturduğu büyük değişimlerden uygulamalı örnekler de vermiştik. Ardından da mezkûr örneklerden mühim dersler çıkaracağımızı vaad etmiştim. O halde muhterem kardeşlerim. Gelin bu dersleri birlikte arz edelim.

İlk olarak: Şeriatın egemenliğinin ilan edilmesinin toplumda çok büyük tesirleri olacağını mülahaza etmiştik. Nitekim toplum, söz konusu bu ilan ile; Allah Teâlâ’ya mutlak kulluk üzerine kurulmuş olacaktır. Çünkü bu ilan ile eski beşeri kanunların gölgesinde serbest bırakılmış işlenen bazı kötü ameller suç olarak addedilmiş, bazı kişiler veya kuruluşlar paylarını kaybetmiş, diğerleri de tam aksine kazanmış, zarar eden kazançlı, kazanan ise zararlı çıkmış, kimi anlaşmalar ilga edilmiş kimisi de yeniden imzalanmış olmaktadır. Tüm bu değişimler tâ ilk baştan şeriatın tatbik edilmesi ile meydana gelir.

Hatta her ne kadar devlet, tüm bu hükümleri ilk baştan bir kerede uygulayamasa da, sadece isminin şerî oluşu bile toplum üzerinde büyük bir tesiri olur. Fertlerin, yapılması konusunda devletin vatandaşlarını cesaretlendirdiği ve teşvik ettiği bir işi yapması ile, yasakladığı, dolayısıyla karşılığında ceza verdiği bir işi yapmaları arasında büyük bir fark olduğu aşikârdır. Her ne kadar yapanlara mükâfat ve ceza verilmesi, devletin uygulama konusunda güç bulacağı bir zamana ertelense bile bu böyledir. Çünkü toplumların gidişatı konusunda fiillerin mücerred olarak vasıflanmasının bile büyük bir tesiri vardır.

İkinci olarak: Yine mülahaza etmiştik ki; şeriatın egemenliğinin ilan edilmesinin mukabilinde alternatif olarak söz konusu devletin, cahili (sonradan uydurulmuş) vadî kanunlarla hükmetmesi realitesi vardır.

Her ne zaman İslamcılar yönetimdedirler denirse bundan onların devlet oldukları anlaşılır. Bu durumda onların gerek uygulamalara karşı, gerekse kişi ve sorunlara karşı kayıtsız kalmaları mümkün değildir. Ya İslam ile hükmederler ya da cahili beşeri kanunlarla.!

Allah Teâlâ şöyle der:

أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ

“Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir?” (Maide-50)

Bu konunun beyanı hakkında ziyade açıklama isteyenlerden ricam, ”Şeriatı aşamalı tatbik etmenin tehlikeli manası” başlığı ile sunduğumuz üçüncü oturumu bir daha okusunlar.

Ey devletin ilk baştan şeriatın egemenliğini ilan etmemesini talep edenler.! Bakın bu görüşünüz neye sebebiyet veriyor: Devlet İslami olacak ama sonrada konulmuş cahili kanunların bekçiliğini yaparak! O kanunları tatbik edecek, o kanunlara muhalefet edenleri cezalandıracak ve asileri de mükâfatlandıracaktır.!

Söyler misiniz o halde böyle bir devletin, mücerred olarak isimden başka neyi İslamidir? Peki, siz velev ki bir günlüğüne bile olsa, bir İslam devletinin böyle bir şeyi yapmasına razı olur musunuz, ey yavaş yavaş şeriatın geleceğini söyleyenler?

Davetçilerden birinin mescidde dinleyicilerine şu sözü söylemesini duymam beni oldukça üzmüştür:

”Sakın İslamcılar başa geçtiğinde, kanunları bir kerede veya iki veyahut ta üç senede değiştireceklerini düşünmeyin. Ancak insanlar temiz kalacaklardır.”

Bu söz, gördüğünüz gibi sonu çok tehlikeli yerlere uzanan bir sözdür. Yönetimde olmanın ne demek olduğunu ve Müslümanların toplumu cahili batıl kanunlarla yönetmesinin kötülüğünü kavramadıklarına delalet etmektedir. Çünkü kanunlar değişmese, haram işlenen mekânlar eskiden olduğu gibi yine kanuni yasal mekânlar haline gelecektir. Sonra devlet, bunları kabul etmeyenlere karşı bu gibi haram işlenen yerleri koruyup gözetecektir. Peki, herhangi bir İslam devletinin gece kulüplerinin veya meyhanelerin önüne bekçi dikerek korumaya çalışması düşünülebilir mi?

Allah Teâlâ şöyle der:

مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ

”Size ne oluyor, nasıl hükmediyorsunuz?”(Saffat-154)

Ey yavaş yavaş İslam’ı getirmeyi savunanlar. Bakın da, hakikatte neyi savunduğunuzu görün.!

Üçüncü olarak: Hak bir tek iken, batıl çeşit çeşittir. Davetçiler eğer ilk baştan şeriatın egemenliğini ilan etmeye iltizam etmeseler, bunun mukabilinde alternatif olarak neye tutunacakları konusunda bocayalacaklardır. Çünkü haktan taviz verdikleri için pusulayı şaşıracaklardır. Allah Teâlâ şöyle der:

فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلاَّ الضَّلاَلُ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ

”Hak’tan sonra sadece sapıklık vardır. O hâlde, nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz?” (Yunus-32)

Sonra sen şu davetçinin; ”kanunları ilk iki senede veya üç senede değiştiremeyebiliriz” dediğini görürsün. Bir diğerinin ise bir ayda değiştireceğini söylediğini, üçüncü bir kişinin ise bunlardan daha az veya daha çok bir zamanda yapabileceğini söylediğini görürsün. Kimisi önce ahlak ve sulüke ilişkin hükümleri tatbik edip, haddleri erteleyeceğiz der. Kimisi önce ekonomiyi güçlendireceğiz, ondan sonra şeriatı tatbik edeceğiz der. Böylelikle meselelerin en mühim meselesi olan Allah Teâlâ’ya şeriatını ikame etmek sureti ile kulluk gibi önemli bir mesele kişilerin kişisel takdirlerine bırakılmaktadır. Allah Teâlâ’nın halifeliği gibi bir mesele, hevaların, tahminlerin, yalan ve zannların insafına terkedilmiş oldu.

Oysa Allah teala şöyle der:

وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلاَّ ظَنًّا إَنَّ الظَّنَّ لاَ يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا

”Onların çoğu ancak zannın ardından gider. Oysa zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz.” (Yunus-36)

Peki, hiç Allah Teâlâ’nın; şeriatını tatbik etmek suretiyle ona kulluk yapmak gibi büyük ve insanların geleceğini kökünden etkileyen bir meseleyi beşerin zannlarına terk ettiği düşünülebilir mi?

O halde hakk bir tektir. O ise, hiç kuşkusuz tâ ilk baştan şeriatın egemenliğinin ilan edilmesidir. Kim bundan yüz çevirirse; bocalama, şaşkınlık ve değişik birçok batılın içine düşer.

Dördüncü olarak: Şeritatın tâ ilk baştan ilan edilmesi hâkim ile mahkûm arasında yapılmış, her iki tarafı da mutlak suretle bağlayan bir akittir. Bu suretle hâkim konumunda olanlardan bile dokunulmazlık zırhı düşer. Çünkü bu akit sayesinde eğer onlar onun şartlarına uymazlarsa, halkın bile onları şeriatın ölçüsüne göre hesaba çekmeleri mümkün olmaktadır. İslamcılar ise masum değillerdir. Yönetime geldiklerinde güç kibri veya yönetimin rahatlığından kaynaklanan zaafın onları alıkoymayacağı ne malum? Nitekim bu, onlardan önce birçok kişiye arız olmuştu. Bunun olması mümkün ve makul müdür diye sorulursa evet makuldür deriz. Çünkü hiçimse ismet sıfatı ile korunmuş değildir. Nitekim bu türden şeyler, henüz yönetime gelmeden önce bile cemaat içindeki konumlardan dolayı birçok kişide arız olmuştu. Yönetime geldikten sonra; makam, unvanlarla donanmış halde kırmızı halılarla bezenmiş yollarda yürüdükleri zamanki durumlarını var düşün.! Biz gerek hayır konusunda gerek şerr konusunda insanların zahirlerine göre hüküm vermekle mükellefiz. O halde falanın; benim niyetim temizdir demesinin bir faydası yoktur. Tüm niyetleri ancak Allah Teâlâ bilebilir.

O yüzden biz, ilk baştan şeriatı ilan etmenin alternatifinde türetilmiş bu türden bulanık sözleri asla kabul etmiyoruz. Kimisi ”yavaş yavaş şeriatı getirme konusunda ajandamız açıktır” demektedir, kimisi ”şeriatın ruhuyla uyuşan kanunları uygulayacağız” demektedir, kimisi ”şeriatın maksatlarını gerçekleştiren kanunlar koyacağız” demektedir, kimisi ”falan parti şeriatın tatbiki konusunda hızlı adımlar atmaktadır” demektedir, kimisi ”şeriatın tatbik edilmesi konusunda falan partinin kararlı olması gerekir” gibi öğütler vermektedir, kimisi ”şeriatı tatbik etmeye ulaşmak için toplumla ciddi bir beraberlik gerekir” gibi sloganlar atar, kimisi ”devlet yegâne meşruiyet mercisi olacaktır” demektedir.

Tüm bu ifadeler; her ne kadar içinde kararlılık, sıdk, ciddiyet gibi ifadeleri barındırsalar da, yüzeysel ve kaçamak ifadeler olmaktan öteye geçememektedirler. Bu açıdan kabul edilmeleri mümkün değildir.

Kardeşlerim şeriatın tatbiki meselesi bir akittir. Bir evi kiraladığında sözleşme metninde ”kiracının aylık beş yüz dinar ödemesi gerekir, mal sahibinin ise evi kullandırma konusunda niyetine bakılır veya evlenirken, ”erkeğin mihir ödemesi gerekir, ancak kadının velisinin ise onu kızı ile evlendirme konusunda kararlı bir niyeti olduğu konusunda taraflar anlaşmaya vardılar” gibi bir anlaşma metnini kabul eder misin?

Bu adamların niyetinin senin yanında ne bir kıymeti olabilir mi? Şeriatı tatbiki konusu da böyledir. Yönetilenler, yöneticilerin şeriatı tatbik etmeye devam etmelerinin mukabilinde, onlara itaat ve vela göstermek sureti ile Allah Teâlâ’ya kulluklarını sunarlar. Her şeyden önce bu mesele, Allah Teâlâ’ya boyun eğmek ve ona kulluk etmek demek olan bir akittir. O halde bu meselede İslamcıların terennüm ettikleri yüzeysel boş sözlerin bir faydası olamaz. Eğer bir ev kiralarken veya biri ile evlenirken bu tür ibareleri kabul etmiyorsan, kendisi sebebi ile yaşadığın Allah Teâlâ’ya kulluk konusunda kabul etmemen daha önceliklidir. Ki o, yeryüzünde şeriatını ikame etmek sureti ile Allah Teâlâ’ya mutlak ubudiyyet konusudur. Şeriatı tatbik etmek kavramı mundabıt değişmez ve sabit bir kavram olduğundan ona başkaları kıyas edilebilir. Ancak teveccüh, duruş, yavaş yavaş şeriatı tatbik etmek, temiz niyet, şeriatın tatbik edilmesi rüyası veya meşruiyet kaynağı gibi ifadeler sabit olmadıklarından onlar üzerine kıyas yapılması mümkün değildir.

Düşünsenize, bir gün bu ifadelerin sahiplerinin yönetimi devraldıkları bir gün, bunları koltuk zaafı veya koltuklarını kaybetme korkusu ile batılılarla iyi geçinme düşüncesi ile şeriatın emirlerini tatbik etme konusunda gevşeklik tutarsa, halklar bunlara nasıl ve neye göre hesap soracaktır? Peki, o zaman sözüm ona bu İslamcı yöneticiler yarın bir gün; ”bizde şeriatı tatbik etme konusunda doğru bir niyet ve gerçek bir teveccühümüz vardır, fakat görüyoruz ki halk, şeriatın tatbiki için hazır değildir, ya da merhale buna hazır değildir, o yüzden maslahat gereği şuan şeriatın bu kısmını uygulamıyoruz ama hala bizim şeriatı bir bütün olarak tatbik etme konusunda ajandamız ve programımız mevcuttur” deseler, kim bunlara engel olabilir?

Yöneticilerde sapma baş gösterir de yaptıklarını da bu türden şeylerle temize çıkartmaya çalışırlarsa kim buna karşı çıkabilir? Nitekim bu türden bahane içerikli ifadeleri tâ ilk başta kabul etmişlerdi.

Buna göre kişilerin niyetlerinden ne geçirdiklerine karar verme savaşına girmemiz gerekecektir. ”Acaba hangi aşamada ne kadar bir miktar şeriatla hükmedecekler, neye izin verip neyi yasaklayacaklar?” gibi… O halde buraya kadar bu halkada anlattıklarımızı, geçen dersten çıkartma sözü verdiğim ders olarak kabul edin. Peki, bundan sonra çıkartılacak ders kaldı mı diye sorulursa evet hala değinmediğimiz ders kalmıştır. Fakat bu halkada sözü uzatmamak için onu da bir sonraki oturuma bırakalım Allah’ın izniyle.

Şimdi ise bana ilk dört dersi özetleme fırsatı verin kardeşlerim.!

Birincisi: Şeriatın egemenliğinin ilan edilmesi toplumun yasalarında, anlayış, değer yargıları ve kıstaslarında büyük bir inkılap meydana getirmektedir.

İkincisi: Bu ilanın alternatifi, devletin sonradan uydurulmuş cahili yasalarla hükmetmesidir.

Üçüncüsü: Her kim şeriatın egemenliğini tâ ilk baştan ilan etmez ise, kaçınılmaz olarak birçok batıla düçar olacaktır.

Dördüncüsü: Şeriatın ilan edilmesi, yüzeysel ve belirsiz ibareleri geçerli olmadığı bir akittir.

HÜLASA: Şeriatın tâ ilk baştan ilan edilmesi tek ve yegâne hakktır. O ilan, yöneticinin de yönetilenin de hep beraber hesaba çekildiği değişmez ve sabit tek şerî ölçüdür. Bunun dışındakiler ise sınırı ve ölçüsü belli olmayan, hem yöneticileri hem de yönetilenleri haktan saptıran dallı budaklı batıl cahili hükümlerdir.

Bir sonraki oturumda görüşmek dileği ile Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.

İyad Kunaybi

Tercüman twitter: Ebu Hasan Mehmet
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
11. Oturum: “Yüce Gayeler Halkların Enerjilerini Harekete Geçirir”
Esselamu aleykum ve rahmetullah Sevgili kardeşlerim. Şeriata destek konusuna devam etmekteyiz.
Hatırlarsınız.! Dokuzuncu oturumda şöyle demiştim: ”İslamcılardan, yönetime gelir gelmez hemen işgal altındaki Müslüman topraklarını kurtarmak için cihad ilanı yapmaları talep edilmeyebilir.” Bunu dediğim zaman Kad’dan bahsettim. Kad’ın hikâyesini size anlatacağım. Nedir Kad kıssası? Selahaddin Eyyubi Mısır’da yönetimi devraldığında Mısır’ın durumu, şuan ki durumundan pek farklı değildi. 200 yıllık Fatımiler diye isimlendirilen Ubeydi devletinin işgali altında bitkin hale gelmişti. Ki Ubeydiler İslam’dan çıkmış bir devlet idi. Mısır’da Ehli Sünnet vel Cemaat akidesini söndürmek için çalışmıştılar. Bununla birlikte birçok fıskı fücuru da yaymıştılar. O dönemler diğer İslam beldeleri haçlıların saldırılarına maruz kalıyordu. Ne zaman ki Selahaddin Mısırı ele geçirdi, bunu gören haçlılar oraya da saldırmaya başladılar. Peki, buna karşın Selahaddin ne yaptı? Haçlılarla mütareke mi imzaladı? Önce Ubeydiler döneminde izleri silinmiş akideyi halka yavaş yavaş öğretmeliyim mi dedi? Bilakis ilk andan itibaren cihadı ilan ederek, Mısır halkına açık ve net bir hedef belirledi. Ki o hedef; Kudüs’ün ve diğer işgal altındaki Müslüman beldelerin özgürleştirilmesiydi. Nurettin Zengi, Kudüs’e konulması için bir tane minber bile yaptırmıştı. Bu suretle Mısır halkının elinde açık ve ulvi bir hedef çoktan oluşmuştu. Minberin El-Aksa’ya dikilmesi hedefi… 200 yıllık zındık Ubeydi devletinin gölgesinde bitmiş, aç, korkutulmuş, parçalanmış Mısır halkı… Ne zamanki önlerine yüce ve büyük bir hedef konuldu, -ki o hedef Müslümanların beldelerini özgürleştirme hedefidir- beklentileri, önemsedikleri ve maneviyatı da büyük oldu. Bunun sonunca Ubeydilerin yönetimlerinden eser kalmadı. İlginçtir Kudüs’ün kurtuluşu da bu halkın eli ile gerçekleşti. Nitekim Hıttin ordusunun büyük bir çoğunluğu Mısırlılardan oluşuyordu. Bu tarihi hakikat günün birinde yönetimi ele alan tüm İslamcılar için büyük bir ders niteliğindedir. Özetle şunu vurguluyor: ”Halkın için önce büyük bir hedef belirle, bunun ardında zaten tüm küçük sorunlar kendiliğinden yok olacaktır.” Ne var ki günümüzdeki hâkim anlayış şudur: Herhangi bir İslamcı bir hareket başa gelince yapacağı ilk iş; ”ekonomik, sosyal ve ahlaki koşulları ıslah etmesi ve herhangi askeri bir adımdan önce muhakkak insanların haram alışkanlıklarını ortadan kaldırması olmalıdır.” Oysa tarih bize bunun aksinin doğru olduğunu öğretmektedir. Büyük hedefler insanların gayret ve azimlerini doldurur, halkların enerjilerini harekete geçirir ve gizli kabiliyet ve güçlerini ortaya çıkartır. İşte Ebu Bekir ra. Nebi’nin (sav) vefatının ardına kabilelerin irtidat etmeleri hadisesi anında, Mekke, Medine ve Taif halklarının önüne büyük bir hedef koydu. Hâlbuki birçoğu küfürden daha yeni kurtulmuş, iki yıllık Müslümanlar idiler. Buna rağmen Allah Rasulünün emrine intisaben Usame’yi Rumlarla savaşa gönderdi. Sahabeler ona; Ey Ebu Bekir bunları çevir. Medine etrafındaki Araplar irtidat etmişken sen bunları Rumların üzerine mi yolluyorsun? O da cevaben; ”Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin olsun ki, köpekler Resulullah’ın kadınlarının ayaklarının etrafında dolaşsalar bile, ne Resulullah’ın yönlendirmiş olduğu bir orduyu çeviririm, ne de onun kaldırmış olduğu bir sancağı indiririm.” Tereddüt etmeden Usame’yi Rumlarla savaşması için gönderdi. Öyle ki irtidat eden çevre kabileler dediler ki eğer Medine’nin çok gücü olmasaydı, bu kadar zor bir zamanda Rumlar için ordu göndermezdiler. Yani ”demek ki hem bize karşı hem de Rumlara karşı savaşacak güçleri var” izlenimi uyandırarak kalplerine korku saldılar. Bunun üzerine dediler ki Müslümanların Rumlarla karşılaşmalarını bekleyelim bakalım sonuç ne olacak? Müslümanlar Rumları hezimete uğratarak dönünce, irtidat etmeyi düşünen bir kısım insanlar tekrar İslam’da sebat ettiler. Evet büyük hedefler.! (Ebu Bekir ra ve beraberindeki sahabelerin) Allah’ın Resulüne sunmuş oldukları mutlak itaat, insanlar için ne pratik ne de mantıklı bir hedef gibi durmuyordu. Fakat bu, onların enerjilerini harekete geçirip, azimlerini doldurdu. Düşünün ki Mısırda Şeriat hâkim oldu. Liderler ise ”Mısır ümmetin umududur”, ”ümmetin kurtuluşu bizim elimizle gerçekleşecektir”, ”biz Allah tan başkasına boyun eğmeyiz” veya ”Nübüvvet menheci üzere hilafeti yeniden ikame edeceğiz” gibi uhrevi yüce şiarları ümmet düzeyinde dillendirseler; bu söylemler gerek Mısır gerekse diğer beldelerin halkları üzerinde nasıl bir tesiri olur hiç düşündünüz mü? Bu şiarların dillendirildiği bir ortamda Mısır halkından birisi kalkıp hükümetten sanatçılar ve şarkıcılar için özgürlük talebinde bulunabilir mi? Çıplaklar hükümetten istediklerini giyinme konusunda özgürlük isteyebilirler mi? Turizm ve sahillerden gelen gelir konusu gündem olabilir mi? İslam’ı eleştirecek düzeyde fikir özgürlüğü gündeme getirilebilir mi? Bilakis, bu türden yüce hedeflerin insanları önüne konulur konulmaz insanlar bu türden boş ve faydasız şeyleri unutacaklardır. Genel hâkim anlayış bu tür şeyleri gündem yapanları hakir görecek ve ”biz ümmetin kurtuluşundan söz ederken sen şarkıdan bahsediyorsun öyle mi?” diye ayıplayacaktır. Kadına ise ”biz hilafeti yeniden diriltecek bir devleti isterken, sen çıplak giyinmekten bahsediyorsun öylemi?” diyecektir. Bu türden aşağılık istekleri dillendiren kitleler toplumda dışlanacaklardır. Çünkü ulvi değerler peşinde koşan halkın önünde aşağılık taleplerde bulunuyorlar. Bilakis halk, böylelerini duygularına şikâyet edecek hatta dış düşman güçlere çalışan uşaklar olmakla itham edeceklerdir. Çünkü bilirler ki bu türden aşağılık istekleri gündem yapanlar ümmetin cihad ruhunu söndürmek ve gençlerinin ahlakını bozmak isteyenlerdirler. Nitekim böyle bir şeyi ancak düşmanlar arzu ederler. Böyle bir ortamda laikler, münafıklar ve şehvetlerine uyan fasıkların bile halk ile birlikte bu yüce şiarları terennüm etmekten başka bir seçenekleri kalmaz. Dillerine gem vurup susar, ellerindeki aşağılık sermayelerini de gizlerler. Yüce gayeleri arzulayan toplumlar daima bu tür aşağılık isteklerde bulunan düşünce ve görüşleri dışlarlar. Nebi sav zamanın münafıklar bu türden aşağılık isteklerini dillendirebiliyorlar mıydı? Tabi ki de hayır. Çünkü yüce şeylerle meşgul olan mücahid toplum, onlardan tiksinerek ayıplardı. Burada çok önemli bir nokta vardır: Hâkimler veya İslami hükümetler büyük hedefler koyunca, daha önceleri hedef olan aslında boş ve haram şeyler, bunlarla meşgul olan insanların nezdinde onları büyük hedeflerinden engelleyen unsurlar olurlar. Devlet, halkı bu türden haramlardan bir kerede alıkoyma konusunda çaba harcayıp halkın tepkisinin ne olacağı konusundaki endişeyle karşı karşıya kalır. Oysa bunlara gerek kalmadan doğrudan Müslümanlar boş ve haramlara bakıp, bunların kendilerini gerçekten önlerine konulmuş yüce hedeflere varmaktan alıkoyduğunu görürler. Böylelikle bunları ayağıyla ezer ve yoluna devam ederler. Bu aşağılık dünyevi şeyler daha önceleri halkların hedefleri olabilir. Ancak bu, halkın maneviyat bakımından zayıf olduğu, beklentileri ve öncelikleri değersiz dünveyi şeyler olduğu zamanlarda öyleydi. Şimdi ise bunlar, halkın nezdinde yüce hedefin önündeki engellere dönüştü. Artık halk, bunlardan kurtulmak için hiçbir şeyi zor görmüyor, bilakis ona buğzediyor ve tekrar haramları işlediğinde ise kendisini hakir görüp ayıplayabiliyor. Eğer bir devlet halkını hak ile meşgul etmez ise batıl o halkı meşgul edecektir. Kardeşlerim bu sözlerim hayali şeyler değildir. Bilakis kâfir halklara bile baktığımızda kendilerine büyük hedefler konulduğunda, -bu hedef her ne kadar batıl da olsa- enerjilerini ortaya çıkartıp harekete geçirdiğini görmekteyiz. Mesela komünist liderler Rusya halkına feodalist sınıfı ortadan kaldırma hedefi koyarak koca bir devlet olmayı başardılar. Oysa halk kâfir, hedeflerinin hakikati ise batıl olmasına rağmen bu gerçekleşti. İslami halklar da öyledir. Layık olmamalarına rağmen yönetimleri kendileri için bir takım şiarlar ihdas edince bunun etkileri büyük olmuştur. Mesela ‘Mısır’daki ”Savaşın sesini bastıracak başka hiçbir ses yoktur” şiarının eserine bakalım. Bu şiar, her ne kadar batıl, kavmiyetçi duygularla ve mağrur hislerle söylenmiş olsa da vakıada etkisi büyük olmuştur. Peki, Sadık bir İslam Devleti samimice bir şiarı dillendirse etkisi nasıl olur düşündünüz mü? Gözlerin önüne büyük hedef konulur, düşmanlar da karşında dikilince; yüzlerin hakikati ortaya çıkar, düşman çehreler zahir olur ve halk artık kurbanlar vermeye başlamıştır. İşte o zaman meydan okuma ve direniş ruhu tutuşur, düşmanın aleyhine döner. Menhec ve tarzlarının sahih midir değil midir bunu göz önünde bulundurmadan İslami nizamların hâkim olduğu bazı beldeleri veya İslami şiarları dillendiren yönetimleri düşünün. Gazze’yi, Afganistan’ı veya Somali’yi düşünün. Örnekler arasındaki farklılıklar birlikte, her cemaat kendi yöresinin örfüne göre İslami olarak isimlendirdiği alternatiflerle halkın karşısına çıktılar. Dünya bunlara sessiz kalmadı. Ambargolar konuldu, saldırıların şiddeti arttırıldı, bastırmak için türlü silahlar denendi ve beşinci taburdan yardım istendi. Bunlara rağmen halklar, İslami şiarları dillendirenlere destek vermekten vazgeçmedi. Bu halkların önüne bir seçenek bırakıldı: İslami oluşumlara desteğinizi çekin ki hayat, destek ve huzura kavuşasınız.! Aksi halde açlık, mahrumiyet ve korku. Buna rağmen halkların direniş ruhu harekete geçti, İslami olarak addettikleri şiarları dillendiren liderlerinin etrafında kenetlendiler. Mühim olan halkın, kendilerine dinleri hususunda meydan okunduğunu, bunun üzerine pazarlık yapıldığını ve dinleri sebebiyle şantaj yapıldığını hissetmesidir. Tüm bu şeyler, mezkûr ülkelerin açlık sebebiyle parçalanmış ve tarihleri iç savaşlarla geçmesine rağmendir. Buna rağmen kendilerine yöneltilmiş bir meydan okuma, onları diriltip takatlarını harekete geçirmiştir. Öz yönetim ve şirketlerin başarı sebeplerini araştıran uzmanlar şöyle derler: ”Azmini bilemek için realitede pratiği olmayan ilham verici bir düş edin.” İşte ümmetin liderliğine sadece böyle bir düş sahipleri yükselebilirler. İnsan değerleri ile ölçülemeyen örneksiz ve uygulaması olmayan bir hayal. Fakat öyle bir düş ki, imanın olmayan şeyleri gerçekleştirdiğine inandırır. Tüm bunlar korkunun artık korkunun kalmadığı ve azmin yükseldiği ve yardımsız bırakanlara hüccetin kaim olduğu bu zamanda neden olmasın? Şayet İslami projelerle halkların önüne çıkan oluşumlar; dinlerinin, halkları harekete geçirme konusunda gücünün olduğuna ve olağanüstü şeyleri yapma konusunda emin değillerse, o halde demek ki hala, halkları yönetmeye ehil olamamışlardır demektir. Zaten böylelerine Allah’ın değişmez sünneti de lider olmaya izin vermez. Önce İslam onların kalplerinde büyük olmalı ki, sonra yönettikleri halkların nefislerinde büyük olsun. Çünkü aslen herhangi bir şeye sahip olmayanın, o şeyi başkalarına vermesi düşünülemez. Buraya kadar anlattıklarımız, önceki oturumlar kıssasını anlattığımız üç kişiden birincisi hakkındaki derslerdi. Birinci kişi büyük gayelerin sahibiydi. Karısını ve evlatlarını ateşten kurtarmak ve düşmanlarıyla da savaşmak istiyordu. Bunu ta ilk baştan ilan etti ve bu doğrultuda gücünü sarf etti. Peki ya ikinci kişi? Bunu ise bir sonra oturumda işleyeceğiz Allah’ın izni ile. Oturumun hülasası şudur: İslam adı ile başa gelmiş tüm yönetimlerin ilk başta yapması gereken şey, gizli takatlarını ortaya çıkartacak, onları eğitecek, problemlerinden kurtaracak ve olumsuz alışkanlıklarından kurtarıp tek çatı altında birleştirecek hedefleri halkların önüne koymak olmalıdır. Vesselamu Aleykum ve Rahmetullah İyad Kunaybi Tercüman twitter: Ebu Hasan Mehmet @ebusalep
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
12. Oturum – Başarının Sebeplerine Tutunmak

Alemlerin Rabbine hamd, salat ve selam ise peygamberlerin sonuncusu üzerine olsun. Selamun aleykum ve rahmetullah sevgili kardeşler.

Üç adam ile ilgili kıssayı anlatmaya devam ediyoruz. Geçen oturumda birinci adamın durumu hakkındaki konuşmamızı bitirmiştik. Bugün ise ikinci kişi hakkında konuşacağız. Öncelikle ikinci kişinin evi yandığında ne yaptığını hatırlatmama izin verin!

Demiştik ki; servetini sakladığı kasaya doğru yönelen ateşi söndürmekle meşgul olmuş, bu sebeple dumandan boğulmakta olan eşini ve ateşin çevrelediği çocuklarını terk etmişti. Sonra içinde secdeyi uzun tuttuğu iki rekat nafile namaz kılarak Allah tealadan bir mucize ile ateşi söndürmesini istiyordu. İkinci kişinin içinde bulunduğumuz vakıamıza örnek oluşu ne yöndendir? Basitçe şudur ki; herhangi bir İslam devletinin mücerred olarak şeriatı tatbik edeceğini ilan etmesi yeterli değildir. Evet biz, İslami projeler sahibi olan oluşumlardan ilk başta şeriatın egemenliğini ilan etmelerini istiyoruz. Ancak kuşku yok ki bu ilan yeterli değildir.

Bahsetmiş olduğumuz sembolik olan bu suretler bir kaç misalle açıklanabilir.

Birinci misal: Şeriatın tatbik edilmesini ilan etmekle birlikte insanların maslahatlarını gözetmek için dünyevi sebepleri ihmal ederek, bununla birlikte şeriata bağlandığını zannetmesi ve bu suretle Allah tealanın kendisi ile birlikte olduğundan başarıya ulaşacağını sanması bir İslam devletine yakışmaz. Çünkü insanları işlerini güzel idare etmek, onlara çalışma alanları ve araştırma-geliştirme ortamları oluşturmak, devleti iktisadi ve askeri olarak bina etmek, çeşitli uzmanlık alanları açarak farz-ı kifaye işleri yapmak, basın, idare ve insanların ihtiyaçlarını gidermek için projeler geliştirmesi ve insanları bu konularda vazifelendirmek, mesken, yiyecek, sağlık ve iş fırsatları oluşturmak gibi işlerin tümü dünyevi başarının sebeplerine tutunmak kabilinden olan şeriatı tatbik etmenin suretlerindendirler. Bir devlet gücü yettiği halde bunları yerine getirme konusunda ihmalkar davranırsa Allah tealanın yardımını ummaya hakkı yoktur.

İkinci kişinin; evini yanmaya terk ederek secdesi uzun olan iki rekat nafile namazı kılıp, Allah tealadan eşini ve çocuklarını kurtarmasını bir mucize ile kurtarmasını nasıl istediğini görmedin mi? Peki, bu kişi bu davranışı ile günahkar değil midir? O halde İslami proje sahibi olan oluşumların üzerine düşen de; güç ve takatlerini olabildiğince harcayarak çabalamalarıdır. Ancak bundan sonra Allah teala çabalarına büyük bereketler verebilir.

Dolayısıyla bu anlattıklarımız; şeriatın hakemliğini talep ettiği halde, ne dünya işinde ne de ahiret işi konusunda vaktinin çoğunu boşa geçiren, yaptığı işi de doğru dürüst yapmayanlara öğüt mesabesindedirler. Senin ilmi ve iş hayatındaki başarın, her ne kadar delilleri toplayarak güzel konuşmalar yapsan da şeriata davet etmenden insanları uzaklaştırır. Nitekim insanlar, kendi toplumuna muhtaç olan bir kişinin halkını koruyan güçlü bir devleti ikame edebileceğine asla ihtimal vermezler. Çünkü hiç bir uykucu, ümmeti gecenin karanlığından yeni bir fecre çıkartmayı başaramaz. O halde kim şeriata davet ediyorsa, mutlaka ümmeti ihya eden işlerle meşgul olmaları gerekir. Alanları davet, ilim, iş veya başka ne olursa olsun görevlerinde ciddi ve ihlaslı olmaları gerekir.

İkinci misal: Kişi şeriatın tatbik edilmesini ilan eder, bu konuda doğru sözlü olarak maddi sebepleri yerine getirir ama, insanlarla muamelesinde kötü davranır, onları galeyana getirir ve iş sıralamasındaki önceliklerini yapmaz. Bununla birlikte sırf şeriatın tatbiki konusundaki samimi olduğu için bu niyetinin açılmış yamaları kapatacağını düşünür. Oysa bu, Nebi’nin sav;

يَسِّرَا وَلَا تُعَسِّرَا ، وَبَشِّرَا وَلَا تُنَفِّرَا

”Kolaylaştırın zorlaştırmayın, sevdirin nefret ettirmeyin” şeklindeki Muaz ve Ebu Musa el-Eşari’ye yaptığı öğüde terstir. Yemen’e gönderirken Muaz’a:

فإِيَّاك وَ كَرائِم أمْوَالِهمْ

”İnsanların mallarının saygınlığına hürmet et” şeklindeki emri, İslam dinini insanlara arzederken öncelik sıralamasındaki fıkıha işaret etmektedir.

Biz her ne kadar İslami proje sahibi olan oluşumlardan Allah tealanın dinini ikame etme hususunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan ve halkın vereceği tepkiden çekinmeden bunu yapmaları gerektiğini söylesek de; bu, insanların idare edilmesin onlara katı davranılmasını gerektirmez. Bilakis İslami söylem ve proje sahibi olan oluşumlar, halka karşı rıfk ve yumuşak davranma konusunda öncü olmalıdırlar. Nitekim dinin ikamesi konusunda güç sahibi olmak, şeriatın sınırları içinde insanların kalplerini kazanmakla çatışmaz. Tam tersi Allah teala; hüccet ikame edilmesine ve dinin güçlü bir konumda olmasına rağmen kalpleri ısındırmak için insanlara zekattan pay verilmesini emretmiştir.

Allah rasulünün (sav) dediği gibi:

إِنَّ اللَّهَ رَفِيقٌ يُحِبُّ الرِّفْقَ، وَيُعْطِي عَلَى الرِّفْقِ مَا لَا يُعْطِي عَلَى الْعُنْفِ

”Allah şevkatlidir ve şevkati sever. Bu yüzdendir ki; şevkat sebebi ile verdiğini sertlik zamanlarında vermemektedir.” (Müslim)

Sadece şeriatın ilan edilmesinin başlı başına yeterli olmadığını zikrettikten sonra; geriye üçüncü misali açıklamak kaldı. Her ne kadar bu misalin ”üç adam kıssası” ile ilişkisi diğerlerine göre daha az da olsa, şeriatın egemenliğinin ilan edilmesinin yeterli olmadığı hususunu tekid etmek için onu zikretmek yerinde ve güzel olacaktır.
Üçüncü misale gelince: Bu kişi şeriatın tatbik edilmesini ilan ediyor fakat, tatbiki konusunda aslında hiç de samimi değildir. Hakikatte bu, aslen şeriatı tatbik etmeyi ilan etmeyeceğini söylemekle kötülük bakımından farklı kalır bir yanı yoktur. O yüzden bu, Allah Rasulünün dediği gibi helaka giden bir yoldur.

إِنَّمَا أَهْلَكَ الَّذِينَ قَبْلَكُمْ أَنَّهُمْ كَانُوا إِذَا سَرَقَ فِيهِمُ الشَّرِيفُ ، تَرَكُوهُ ، وَإِذَا سَرَقَ فِيهِمُ الضَّعِيفُ ، أَقَامُوا عَلَيْهِ الْحَدَّ

”Sizden öncekilerin helak olma sebepleri şuydu; Üst tabakadan birisi hırsızlık yaptığında onu serbest bırakırlardı, alt tabakadan zayıf birisi yaptığından ise ona haddi tatbik ederlerdi.”

Demek oluyor ki; sadece şeriatın ilan edilmesi yeterli değildir. Ümmetin zenginlik kaynakları yabancı yatırım adı altında düşmanlarına veriliyorsa, veya orduların modernize edilmesi adı altında Müslümanların çocukları üzerinde denenen silah anlaşmaları yapılıyorsa; bir devlette kuru kuruya şeriatın ilan edilmesinin ne faydası vardır?

Şayet şeriat düşmanlarının yakıt ihtiyaçları gideriliyor, onlara askeriyelerini kurmaları için araziler tahsis ediliyor, kafirler rahatça cümbüş yapıp eğleniyor; sonra Müslümanları öldürmek, onların ırzlarını kirletmek ve saygınlıklarını aşağılamak için oralardan harekete geçiyorlarsa; orada sadece şeriatın ilan edilmesinin ne faydası vardır?

Şayet emri bil-maruf ve nehi anil-münker yapan Allah tealanın dini ve Rasulullah’ın sünneti hususunda gayretli olan davetçiler cezalandırılıyor ve hapse atılıyorsa, aynı zamanda iftiracıların şeriat hakkında söz söylemeleri ve zehirlerini kusmalarına ses çıkarılmıyorsa; orada şeriatın ilan edilmesinin ne faydası vardır?

Şayet Allah’ın mescidlerinin asli rolleri engelleniyorsa, hatta mustazaf müslüman davetçiler engellenip, sadece ümmetin düşmanlarına dua ederek müsamaha gösteren kişiler minberlere çıkıyorsa; orada şeriatın ilan edilmesinin ne faydası vardır?

Şayet sadece şeriatı ilan eden kişiler ümmetin zenginlik kaynakları konusunda istedikleri gibi tasarrufta buluyor, diğer coğrafyalardaki milyonlarca Müslüman açlıktan ve susuzluktan ölüyorlarsa; bu durumda şeriatın ilan edilmesinin ne faydası vardır?

Peki, tüm bunlar şeriatı rafa kaldırmak, hatta şeriata karşı harp ilan etmek değil de nedir?

Allah teala, şeriatın ilanı abasının altında türlü masiyetler işlenen bir şeriat ilanından asla razı olmaz. Bilakis böyle çarpıtılmış bir şeriat ilanından olsa olsa; Haçlılardan veya diğer milletlerden oluşan Allah düşmanları razı olurlar. Nitekim çıkarları korunduğu, müslümanların servetleri gasbedildiği ve hapishaneler müslüman gençlerle tıka basa doldurulduğu müddetçe; devletin şeriat adıyla sadece zayıflara hırsızlık haddini tatbik ettiği bir ilanın, Allah düşmanlarına zararı olmadığı açıktır.

Bilakis bu türden çarpıtılmış bir şeriat anlayışı, insanların şeriattan kaçışları konusunda delil olarak tutunulmaktadır. Bu yüzdendir ki; her ne zaman insanları şeriatı tatbik etmeye çalışsak, -sanki bizim kastettiğimiz uygulama buymuş gibi- bize bu çarpık örnekleri itiraz mahiyetinde sunmaktadırlar. Her kim bu şekli ile bir şeriat tatbik ediyorsa müslümanlara yardımdan alıkoymayı temize çıkarmak istiyordur. Hatta -servet ve maslahatın korunması gerekçesiyle şer’i delillerle (!)- onlara saldırılmasını bile hoş görüyordur. Bu, tıpkı yangından sadece malını kurtarmaya çalışan, aynı zamanda eşini ve çocuklarının kurtarılması konusunda birşey yapma konusunda ise sadece dua ederek Allah tealaya havale eden kişinin durumu gibidir.

Bu konu üç adam kıssasında ikinci adamın durumuna ilişkin bir sohbetti. En önemli konumuz Allah’ın izni ile üçüncü adamın durumu hakkında olacaktır. O konu, bir çok ibret ve derslerle dolu bir derstir. O dersimizde; İslami proje ve söylem sahibi olan bir takım oluşumların ülkelerinde yaşadıkları veya yaşayacakları olayları göz önünde bulundurmadan konuşacağız. Nitekim onlardan bazıları yönetme fırsatı elde edince üçüncü adamın yaptığını yaptılar. Bizi takip etmeye devam edin o dersimizde bir çok faydalar bulacaksınız Allah’ın izniyle.

Hülasa: Sadece Şeriatın ilan edilmesi yeterli değildir. Bilakis tatbiki konusunda sadık olmak, insanları güzel idare etmek ve başarı için maddi sebeplere tutunmak şarttırlar.

Esselamu aleykum ve rahmetullah.

Mütercim: Ebu Hasan / Twitter: @asl__34
 
Cundullah el-Kürdî Çevrimdışı

Cundullah el-Kürdî

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
12. Oturum – Başarının Sebeplerine Tutunmak

Alemlerin Rabbine hamd, salat ve selam ise peygamberlerin sonuncusu üzerine olsun. Selamun aleykum ve rahmetullah sevgili kardeşler.

Üç adam ile ilgili kıssayı anlatmaya devam ediyoruz. Geçen oturumda birinci adamın durumu hakkındaki konuşmamızı bitirmiştik. Bugün ise ikinci kişi hakkında konuşacağız. Öncelikle ikinci kişinin evi yandığında ne yaptığını hatırlatmama izin verin!

Demiştik ki; servetini sakladığı kasaya doğru yönelen ateşi söndürmekle meşgul olmuş, bu sebeple dumandan boğulmakta olan eşini ve ateşin çevrelediği çocuklarını terk etmişti. Sonra içinde secdeyi uzun tuttuğu iki rekat nafile namaz kılarak Allah tealadan bir mucize ile ateşi söndürmesini istiyordu. İkinci kişinin içinde bulunduğumuz vakıamıza örnek oluşu ne yöndendir? Basitçe şudur ki; herhangi bir İslam devletinin mücerred olarak şeriatı tatbik edeceğini ilan etmesi yeterli değildir. Evet biz, İslami projeler sahibi olan oluşumlardan ilk başta şeriatın egemenliğini ilan etmelerini istiyoruz. Ancak kuşku yok ki bu ilan yeterli değildir.

Bahsetmiş olduğumuz sembolik olan bu suretler bir kaç misalle açıklanabilir.

Birinci misal: Şeriatın tatbik edilmesini ilan etmekle birlikte insanların maslahatlarını gözetmek için dünyevi sebepleri ihmal ederek, bununla birlikte şeriata bağlandığını zannetmesi ve bu suretle Allah tealanın kendisi ile birlikte olduğundan başarıya ulaşacağını sanması bir İslam devletine yakışmaz. Çünkü insanları işlerini güzel idare etmek, onlara çalışma alanları ve araştırma-geliştirme ortamları oluşturmak, devleti iktisadi ve askeri olarak bina etmek, çeşitli uzmanlık alanları açarak farz-ı kifaye işleri yapmak, basın, idare ve insanların ihtiyaçlarını gidermek için projeler geliştirmesi ve insanları bu konularda vazifelendirmek, mesken, yiyecek, sağlık ve iş fırsatları oluşturmak gibi işlerin tümü dünyevi başarının sebeplerine tutunmak kabilinden olan şeriatı tatbik etmenin suretlerindendirler. Bir devlet gücü yettiği halde bunları yerine getirme konusunda ihmalkar davranırsa Allah tealanın yardımını ummaya hakkı yoktur.

İkinci kişinin; evini yanmaya terk ederek secdesi uzun olan iki rekat nafile namazı kılıp, Allah tealadan eşini ve çocuklarını kurtarmasını bir mucize ile kurtarmasını nasıl istediğini görmedin mi? Peki, bu kişi bu davranışı ile günahkar değil midir? O halde İslami proje sahibi olan oluşumların üzerine düşen de; güç ve takatlerini olabildiğince harcayarak çabalamalarıdır. Ancak bundan sonra Allah teala çabalarına büyük bereketler verebilir.

Dolayısıyla bu anlattıklarımız; şeriatın hakemliğini talep ettiği halde, ne dünya işinde ne de ahiret işi konusunda vaktinin çoğunu boşa geçiren, yaptığı işi de doğru dürüst yapmayanlara öğüt mesabesindedirler. Senin ilmi ve iş hayatındaki başarın, her ne kadar delilleri toplayarak güzel konuşmalar yapsan da şeriata davet etmenden insanları uzaklaştırır. Nitekim insanlar, kendi toplumuna muhtaç olan bir kişinin halkını koruyan güçlü bir devleti ikame edebileceğine asla ihtimal vermezler. Çünkü hiç bir uykucu, ümmeti gecenin karanlığından yeni bir fecre çıkartmayı başaramaz. O halde kim şeriata davet ediyorsa, mutlaka ümmeti ihya eden işlerle meşgul olmaları gerekir. Alanları davet, ilim, iş veya başka ne olursa olsun görevlerinde ciddi ve ihlaslı olmaları gerekir.

İkinci misal: Kişi şeriatın tatbik edilmesini ilan eder, bu konuda doğru sözlü olarak maddi sebepleri yerine getirir ama, insanlarla muamelesinde kötü davranır, onları galeyana getirir ve iş sıralamasındaki önceliklerini yapmaz. Bununla birlikte sırf şeriatın tatbiki konusundaki samimi olduğu için bu niyetinin açılmış yamaları kapatacağını düşünür. Oysa bu, Nebi’nin sav;

يَسِّرَا وَلَا تُعَسِّرَا ، وَبَشِّرَا وَلَا تُنَفِّرَا

”Kolaylaştırın zorlaştırmayın, sevdirin nefret ettirmeyin” şeklindeki Muaz ve Ebu Musa el-Eşari’ye yaptığı öğüde terstir. Yemen’e gönderirken Muaz’a:

فإِيَّاك وَ كَرائِم أمْوَالِهمْ

”İnsanların mallarının saygınlığına hürmet et” şeklindeki emri, İslam dinini insanlara arzederken öncelik sıralamasındaki fıkıha işaret etmektedir.

Biz her ne kadar İslami proje sahibi olan oluşumlardan Allah tealanın dinini ikame etme hususunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan ve halkın vereceği tepkiden çekinmeden bunu yapmaları gerektiğini söylesek de; bu, insanların idare edilmesin onlara katı davranılmasını gerektirmez. Bilakis İslami söylem ve proje sahibi olan oluşumlar, halka karşı rıfk ve yumuşak davranma konusunda öncü olmalıdırlar. Nitekim dinin ikamesi konusunda güç sahibi olmak, şeriatın sınırları içinde insanların kalplerini kazanmakla çatışmaz. Tam tersi Allah teala; hüccet ikame edilmesine ve dinin güçlü bir konumda olmasına rağmen kalpleri ısındırmak için insanlara zekattan pay verilmesini emretmiştir.

Allah rasulünün (sav) dediği gibi:

إِنَّ اللَّهَ رَفِيقٌ يُحِبُّ الرِّفْقَ، وَيُعْطِي عَلَى الرِّفْقِ مَا لَا يُعْطِي عَلَى الْعُنْفِ

”Allah şevkatlidir ve şevkati sever. Bu yüzdendir ki; şevkat sebebi ile verdiğini sertlik zamanlarında vermemektedir.” (Müslim)

Sadece şeriatın ilan edilmesinin başlı başına yeterli olmadığını zikrettikten sonra; geriye üçüncü misali açıklamak kaldı. Her ne kadar bu misalin ”üç adam kıssası” ile ilişkisi diğerlerine göre daha az da olsa, şeriatın egemenliğinin ilan edilmesinin yeterli olmadığı hususunu tekid etmek için onu zikretmek yerinde ve güzel olacaktır.
Üçüncü misale gelince: Bu kişi şeriatın tatbik edilmesini ilan ediyor fakat, tatbiki konusunda aslında hiç de samimi değildir. Hakikatte bu, aslen şeriatı tatbik etmeyi ilan etmeyeceğini söylemekle kötülük bakımından farklı kalır bir yanı yoktur. O yüzden bu, Allah Rasulünün dediği gibi helaka giden bir yoldur.

إِنَّمَا أَهْلَكَ الَّذِينَ قَبْلَكُمْ أَنَّهُمْ كَانُوا إِذَا سَرَقَ فِيهِمُ الشَّرِيفُ ، تَرَكُوهُ ، وَإِذَا سَرَقَ فِيهِمُ الضَّعِيفُ ، أَقَامُوا عَلَيْهِ الْحَدَّ

”Sizden öncekilerin helak olma sebepleri şuydu; Üst tabakadan birisi hırsızlık yaptığında onu serbest bırakırlardı, alt tabakadan zayıf birisi yaptığından ise ona haddi tatbik ederlerdi.”

Demek oluyor ki; sadece şeriatın ilan edilmesi yeterli değildir. Ümmetin zenginlik kaynakları yabancı yatırım adı altında düşmanlarına veriliyorsa, veya orduların modernize edilmesi adı altında Müslümanların çocukları üzerinde denenen silah anlaşmaları yapılıyorsa; bir devlette kuru kuruya şeriatın ilan edilmesinin ne faydası vardır?

Şayet şeriat düşmanlarının yakıt ihtiyaçları gideriliyor, onlara askeriyelerini kurmaları için araziler tahsis ediliyor, kafirler rahatça cümbüş yapıp eğleniyor; sonra Müslümanları öldürmek, onların ırzlarını kirletmek ve saygınlıklarını aşağılamak için oralardan harekete geçiyorlarsa; orada sadece şeriatın ilan edilmesinin ne faydası vardır?

Şayet emri bil-maruf ve nehi anil-münker yapan Allah tealanın dini ve Rasulullah’ın sünneti hususunda gayretli olan davetçiler cezalandırılıyor ve hapse atılıyorsa, aynı zamanda iftiracıların şeriat hakkında söz söylemeleri ve zehirlerini kusmalarına ses çıkarılmıyorsa; orada şeriatın ilan edilmesinin ne faydası vardır?

Şayet Allah’ın mescidlerinin asli rolleri engelleniyorsa, hatta mustazaf müslüman davetçiler engellenip, sadece ümmetin düşmanlarına dua ederek müsamaha gösteren kişiler minberlere çıkıyorsa; orada şeriatın ilan edilmesinin ne faydası vardır?

Şayet sadece şeriatı ilan eden kişiler ümmetin zenginlik kaynakları konusunda istedikleri gibi tasarrufta buluyor, diğer coğrafyalardaki milyonlarca Müslüman açlıktan ve susuzluktan ölüyorlarsa; bu durumda şeriatın ilan edilmesinin ne faydası vardır?

Peki, tüm bunlar şeriatı rafa kaldırmak, hatta şeriata karşı harp ilan etmek değil de nedir?

Allah teala, şeriatın ilanı abasının altında türlü masiyetler işlenen bir şeriat ilanından asla razı olmaz. Bilakis böyle çarpıtılmış bir şeriat ilanından olsa olsa; Haçlılardan veya diğer milletlerden oluşan Allah düşmanları razı olurlar. Nitekim çıkarları korunduğu, müslümanların servetleri gasbedildiği ve hapishaneler müslüman gençlerle tıka basa doldurulduğu müddetçe; devletin şeriat adıyla sadece zayıflara hırsızlık haddini tatbik ettiği bir ilanın, Allah düşmanlarına zararı olmadığı açıktır.

Bilakis bu türden çarpıtılmış bir şeriat anlayışı, insanların şeriattan kaçışları konusunda delil olarak tutunulmaktadır. Bu yüzdendir ki; her ne zaman insanları şeriatı tatbik etmeye çalışsak, -sanki bizim kastettiğimiz uygulama buymuş gibi- bize bu çarpık örnekleri itiraz mahiyetinde sunmaktadırlar. Her kim bu şekli ile bir şeriat tatbik ediyorsa müslümanlara yardımdan alıkoymayı temize çıkarmak istiyordur. Hatta -servet ve maslahatın korunması gerekçesiyle şer’i delillerle (!)- onlara saldırılmasını bile hoş görüyordur. Bu, tıpkı yangından sadece malını kurtarmaya çalışan, aynı zamanda eşini ve çocuklarının kurtarılması konusunda birşey yapma konusunda ise sadece dua ederek Allah tealaya havale eden kişinin durumu gibidir.

Bu konu üç adam kıssasında ikinci adamın durumuna ilişkin bir sohbetti. En önemli konumuz Allah’ın izni ile üçüncü adamın durumu hakkında olacaktır. O konu, bir çok ibret ve derslerle dolu bir derstir. O dersimizde; İslami proje ve söylem sahibi olan bir takım oluşumların ülkelerinde yaşadıkları veya yaşayacakları olayları göz önünde bulundurmadan konuşacağız. Nitekim onlardan bazıları yönetme fırsatı elde edince üçüncü adamın yaptığını yaptılar. Bizi takip etmeye devam edin o dersimizde bir çok faydalar bulacaksınız Allah’ın izniyle.

Hülasa: Sadece Şeriatın ilan edilmesi yeterli değildir. Bilakis tatbiki konusunda sadık olmak, insanları güzel idare etmek ve başarı için maddi sebeplere tutunmak şarttırlar.

Esselamu aleykum ve rahmetullah.

Mütercim: Ebu Hasan / Twitter: @asl__34
 
Üst Ana Sayfa Alt