Duyulan, verilen, çekilen, artan ve azalan bir duygunun adı: ıztırab...Iztırab duyuyoruz, ıztırab çekiyoruz, bazen de başkalarına ıztırab veriyoruz... Öyle ki ıztırabımız bazen artıyor, bazen de azalıyor...
Bu sözcük farklı şekillerde yazılabiliyor: ıztırab, ızdırab, ıztırap, ıstırap...
Niçin?
Bu, "lisan-ı dad" olarak da bilinen Arapça'daki 'dad' harfinin bir cilvesi... Bakınız biz bile Arapça'ya özgü bu sesi (dad), bugünkü Latince alfabemiz sayesinde 'd' ile yazmak zorunda kalıyoruz. Bu nedenledir ki hâlâ 'delâlet' (işaret) ile 'dalâlet"i (sapkınlık/şaşırmışlık) birbirinden kolay kolay ayıramıyoruz. Oysa ilki dal'la, ikincisi dad'la... Çaresiz, ince olanına 'de', kalın olanına 'da' deyip işin içinden çıkıyoruz. Fakat bu ses, kelime sonlarına gelince iş iyice karışıyor ve bu sefer 'z' harfi çıkıyor karşımıza: tevazu, mevzu, vaziyet, vs.
O kadar da önemli mi? Iztırab olsa n'olur, ıstırap olsa n'olur? En nihayet iki ağız, iki şîve, iki telâffuz biçimi... Anlamı da belli değil mi zaten: dert, acı, sıkıntı, azap, zahmet, eziyet... Dolayısıyla bizler Türkçe olarak da acı duyuyoruz, acı çekiyoruz, başkalarına acı veriyoruz... Bizim de acımız artıyor veya azalıyor... Öyleyse bu başa belâ sözcüğü kullanmakta niçin ısrar edelim?
Bu kolaycılığa kolayca prim vermeden önce biraz düşünelim isterseniz; durup düşünelim, önce duralım ve hiç değilse, sonra düşünelim:
"Darbe yapmak!"
Bu tabiri duyar duymaz aklınıza ne geliyor? İhtilâl yapmak, yönetime el koymak, vs.
Peki ya, "darbe vurmak", meselâ "adamı bir darbede yere yıkmak" gibi ifadeleri duyunca ne düşünüyorsunuz? Meselâ "bir darbede...."; yani "bir vuruşta..." (İyi ama, "vurmak, vuruş" demekse şayet, darbe nasıl vuruluyor o zaman? "Bir vuruş vurmak" gibi mi?)
Bir de "darbe indirmek" var ki aman aman, ihanete eş bir melânet, bazen "kalbe hançer sokmak" ya da "arkadan bıçaklamak" gibi beklenmedik sinsice bir davranış...
"Darbe yapmak", "darbe vurmak" veya "darbe indirmek"... Geçelim... Evet, darbe'den darb'a doğru geçelim. Tahmin edilebileceği üzere 'darb' sözcüğü 'vurmak' anlamına geliyor. Nitekim 'darphane'nin darb'ı da buradan gelir; "(para) basmak" demektir. (Her hâlde 'vurmak' ile 'basmak' arasındaki bağlantıyı farketmek güç olmasa gerek.)
Biraz güç olanı ise şu: "darb-ı mesel"; yani "bir misal vermek", bir deyiş, bir özdeyiş aktarmak... yani bir tür örneklendirme... yani bir nevi hikâyecilik...
Son olarak bir de sazın tellerine 'vuran' şu garip mızrab'ı hatırlayalım. Mızrab tellere vurunca teller titrer, titreşir ve o titreyişten de âhenk, uyum, ezgi, melodi, harmoni ortaya çıkar; çoğunluk hüzün veren, acı veren, kalbi yakan ezgiler...
Bizim peşine düştüğümüz ve "Amaan sende!" deyip bir tarafa attığımız 'ıztırab' sözcüğünün kökünde de işbu 'darb' var; ama basitçe 'vurmak' veya 'vuruş' mânâsıyla değil, bilâkis 'titreme', 'titreyiş' mânâsıyla...
Anlamı sadedinde zikredilen sözcüklerin hiçbiri ıztırab'ın eşanlamlısı, hatta yakınanlamlısı bile değildir. Bu bakımdan siz ıztırab'ın mânâsına bakmayınız, asıl mefhumundaki derinliğe ulaşmaya çalışınız.
Vurmak veya vuruş bir eylemdir. Burası açık. Her eylem bir harekettir. Burası da açık! O halde biraz gayretle şu sonuca varılabilir: Iztırab kalbin hareketidir, gönlün eylemidir; aşk sebebiyle kalpte oluşan titremedir, titreyiştir. Öyle nazlı, öyle ince, öyle yakıcıdır ki kalbin bu titreyişini derûnumuzda duyarız (ıztırabı hissederiz), bu titreyişe katlanırız (ıztırap çekeriz); dolayısıyla bu titreyişin miktarı elimizde olmaksızın bazen çoğalır, bazen de azalır. İşte bu titreyişin, bu eylemin, bu hareketin adı: ıztırap!
Aklın hareketine 'düşünme' (nazar) diyoruz. Şayet bu hareketin istikameti bilinenden bilinmeyene doğruysa, düşünme'yi 'doğru'; bilinmeyenden bilinene doğruysa 'yanlış' olarak adlandırıyoruz.
Arzuladığı şeye kavuşması hâlinde 'sevinç', kavuşamaması hâlinde de 'üzüntü' duyan kalbin hareketine ise 'titreyiş' (ıztırap) adını veriyoruz; artan veya çoğalan bir titreyiş...
Sevinç kalbin hareketini durdurur; gönül doyuma ulaşmıştır çünkü. Üzüntüyse kalpteki titreyişin sürmesi anlamına gelir; ıztırabın sürekliliğine yol açan da bu mahrumiyet duygusudur ve şiddeti artınca, ıztırab, ister istemez aşka dönüşür.
Sizin anlayacağınız, aşk tam anlamıyla bir ıztırabdır!
Iztırab sahiplerine ne mutlu! Hakikaten onlar mahzun ve fakat mutludurlar!
-Dücane Cundioğlu-
Bu sözcük farklı şekillerde yazılabiliyor: ıztırab, ızdırab, ıztırap, ıstırap...
Niçin?
Bu, "lisan-ı dad" olarak da bilinen Arapça'daki 'dad' harfinin bir cilvesi... Bakınız biz bile Arapça'ya özgü bu sesi (dad), bugünkü Latince alfabemiz sayesinde 'd' ile yazmak zorunda kalıyoruz. Bu nedenledir ki hâlâ 'delâlet' (işaret) ile 'dalâlet"i (sapkınlık/şaşırmışlık) birbirinden kolay kolay ayıramıyoruz. Oysa ilki dal'la, ikincisi dad'la... Çaresiz, ince olanına 'de', kalın olanına 'da' deyip işin içinden çıkıyoruz. Fakat bu ses, kelime sonlarına gelince iş iyice karışıyor ve bu sefer 'z' harfi çıkıyor karşımıza: tevazu, mevzu, vaziyet, vs.
O kadar da önemli mi? Iztırab olsa n'olur, ıstırap olsa n'olur? En nihayet iki ağız, iki şîve, iki telâffuz biçimi... Anlamı da belli değil mi zaten: dert, acı, sıkıntı, azap, zahmet, eziyet... Dolayısıyla bizler Türkçe olarak da acı duyuyoruz, acı çekiyoruz, başkalarına acı veriyoruz... Bizim de acımız artıyor veya azalıyor... Öyleyse bu başa belâ sözcüğü kullanmakta niçin ısrar edelim?
Bu kolaycılığa kolayca prim vermeden önce biraz düşünelim isterseniz; durup düşünelim, önce duralım ve hiç değilse, sonra düşünelim:
"Darbe yapmak!"
Bu tabiri duyar duymaz aklınıza ne geliyor? İhtilâl yapmak, yönetime el koymak, vs.
Peki ya, "darbe vurmak", meselâ "adamı bir darbede yere yıkmak" gibi ifadeleri duyunca ne düşünüyorsunuz? Meselâ "bir darbede...."; yani "bir vuruşta..." (İyi ama, "vurmak, vuruş" demekse şayet, darbe nasıl vuruluyor o zaman? "Bir vuruş vurmak" gibi mi?)
Bir de "darbe indirmek" var ki aman aman, ihanete eş bir melânet, bazen "kalbe hançer sokmak" ya da "arkadan bıçaklamak" gibi beklenmedik sinsice bir davranış...
"Darbe yapmak", "darbe vurmak" veya "darbe indirmek"... Geçelim... Evet, darbe'den darb'a doğru geçelim. Tahmin edilebileceği üzere 'darb' sözcüğü 'vurmak' anlamına geliyor. Nitekim 'darphane'nin darb'ı da buradan gelir; "(para) basmak" demektir. (Her hâlde 'vurmak' ile 'basmak' arasındaki bağlantıyı farketmek güç olmasa gerek.)
Biraz güç olanı ise şu: "darb-ı mesel"; yani "bir misal vermek", bir deyiş, bir özdeyiş aktarmak... yani bir tür örneklendirme... yani bir nevi hikâyecilik...
Son olarak bir de sazın tellerine 'vuran' şu garip mızrab'ı hatırlayalım. Mızrab tellere vurunca teller titrer, titreşir ve o titreyişten de âhenk, uyum, ezgi, melodi, harmoni ortaya çıkar; çoğunluk hüzün veren, acı veren, kalbi yakan ezgiler...
Bizim peşine düştüğümüz ve "Amaan sende!" deyip bir tarafa attığımız 'ıztırab' sözcüğünün kökünde de işbu 'darb' var; ama basitçe 'vurmak' veya 'vuruş' mânâsıyla değil, bilâkis 'titreme', 'titreyiş' mânâsıyla...
Anlamı sadedinde zikredilen sözcüklerin hiçbiri ıztırab'ın eşanlamlısı, hatta yakınanlamlısı bile değildir. Bu bakımdan siz ıztırab'ın mânâsına bakmayınız, asıl mefhumundaki derinliğe ulaşmaya çalışınız.
Vurmak veya vuruş bir eylemdir. Burası açık. Her eylem bir harekettir. Burası da açık! O halde biraz gayretle şu sonuca varılabilir: Iztırab kalbin hareketidir, gönlün eylemidir; aşk sebebiyle kalpte oluşan titremedir, titreyiştir. Öyle nazlı, öyle ince, öyle yakıcıdır ki kalbin bu titreyişini derûnumuzda duyarız (ıztırabı hissederiz), bu titreyişe katlanırız (ıztırap çekeriz); dolayısıyla bu titreyişin miktarı elimizde olmaksızın bazen çoğalır, bazen de azalır. İşte bu titreyişin, bu eylemin, bu hareketin adı: ıztırap!
Aklın hareketine 'düşünme' (nazar) diyoruz. Şayet bu hareketin istikameti bilinenden bilinmeyene doğruysa, düşünme'yi 'doğru'; bilinmeyenden bilinene doğruysa 'yanlış' olarak adlandırıyoruz.
Arzuladığı şeye kavuşması hâlinde 'sevinç', kavuşamaması hâlinde de 'üzüntü' duyan kalbin hareketine ise 'titreyiş' (ıztırap) adını veriyoruz; artan veya çoğalan bir titreyiş...
Sevinç kalbin hareketini durdurur; gönül doyuma ulaşmıştır çünkü. Üzüntüyse kalpteki titreyişin sürmesi anlamına gelir; ıztırabın sürekliliğine yol açan da bu mahrumiyet duygusudur ve şiddeti artınca, ıztırab, ister istemez aşka dönüşür.
Sizin anlayacağınız, aşk tam anlamıyla bir ıztırabdır!
Iztırab sahiplerine ne mutlu! Hakikaten onlar mahzun ve fakat mutludurlar!
-Dücane Cundioğlu-