Hejemoni açısından bakarsak dediğiniz gibi bin yıldan bahsedilmez, ama Roma imparatorluğu da bin yıllık ömründe her dönem istikrarlı olmamıştır.
Pax Romana dönemi 200 yıl olarak geçiyor.
Allah rahmet etsin, Kadir Mısırlıoğlu'nun anlatımı tartışmaya açık olsa da, galiba buradaki asıl önemli soru,
Türklerin ümmete katkısıdır. Tarihteki Türk aktörlerde Türklük kimliği iddia edildiği kadar belirgin değildir ve Allah Resulü (s.a.v.) de zaten asabiyet namına atalar ile övünmeyi yasaklamıştır, ancak diğer taraftan bazı Arap yazarların menfi ve aşağılayıcı yorumları sebebiyle bu konuyu tartışmak zaruri oluyor. Tabi her türlü tarih anlatımı muvazeneli ve gerçekler üzere bina edilmiş olmalı.
Mısırlıoğlu'ndan farklı kelimeler kullanacak olursak, Türkler 10.yy.'dan başlayarak İslam dünyasında faal bir güç oluşturmuş ve başta Güney Doğu Avrupa ve Kafkasya olmak üzere bir çok bölgeye İslam'ı ulaştırmışlardır. Osmanlı Haçlıları defalarca yenmiş ve Hint Okyanusu'nda Hicazı dahi tehlikeye düşüren Portekiz nüfuzuna karşı direnmiştir.
Selçuklular 1050-1092 yıllarındaki istikrarlı saltanat döneminde başaralı merkezi bir devlet kurmuşlar ve Bağdat'ı İmamilere, Kudüs ve Horasan'ı da İsmaililer'e karşı savunmuşlardır. Ancak hakimiyet ve merkezi-mali idare açısından bu mesela Ömer (r.a.) ve belki de Emeviler dönemindeki kuvvete ulaşmamıştır.
Bu ve yukarıda aktardıklarınızdan yola çıkarak Mısırlıoğlu'na
ırkçı demek isabetli olmaz. Irkçılık kendi ırkını (çoğu zaman ırki ayrıcalıklarla) üstün görerek diğer ırkları aşağı görmektir. Kendi kavmini övmek veya liderlik iddiasında bulunmak ırkçılık değildir. Mısırlıoğlu bir konuşmasında İstiklal Marşı'ndaki "kahraman ırkım" lafzını eleştiriyor ve ırki söylemi açıkça reddediyor. Bir tür
bölgesel-kültürel taassub/tehazzubdan bahsedilebilir belki, ama bu da hadis-i şerifteki "asabiyet kavmine zulüm üzere yardım etmendir" kavlindeki asabiyet tarifine varmıyor, Allah'a şükür. Bu sorun en son Osmanlı dönemini meşgul etmişti ve çözülemeden Osmanlı yıkılmıştı. Devletin resmi dilinin Türkçe olması Arapları uzaklaştırıyordu. Ama sadece bu da değil, o dönemde Araplar yerel idarede ihmal ediliyor ve (Suriye'de) okullardaki Arapça öğretmenleri bile Türk oluyordu. Merkezi örgütlenme biçimi yeni olduğu için bu tür sorunlar mevcuttu. Sonraki yıllarda bazıları Halep'in ikinci başkten olarak tayin edilerek bir tür iki-merkezli devlet bile önermişlerdi, ama nihayet Suriye'de de, Türkiye'de milliyetçiler galip geldi. Liderlik düzeyinde bu sorunun çözümü gayet kolay bence ve tartışmaya mahal bırakmaz: başkent neresi olursa olsun, herkes istediği partiyi kursun ve liderliğe talip olsun, en çok oyu alan kazanır. Zaten sınırlar kalkınca bölge/ırk ayrımı da kalkar zamanla. Osmanlı döneminde bile partilerin her bölgeden mensubu vardı. Dil konusunda da yerel nüfusun isteklerine itibar edilir yerel idarede.
Bu konuda bence tek eksik olan
koordinasyondur (tensik). Kimse Kadiroğlu'ndan Suriye'ye gidip savaşmasını talep etmedi. Önemli olan bölgesel mücadelelerin, hele de komşu ülke olunca, koordine halinde olmasıdır. Komşu ülkeye belirtilen talebe göre yardım edilmeli (adam, malzeme, para). Kimse bana yardım et kendi mücadeleni bırak demiyor ki. İkisini aynı anda yürütmek mümkündür. Kimse diğerinin mücadelesini baltalamaya çalışmamalı. Bir bölgedeki mücadelede de o bölge ehlinin görüşüne itibar edilir. Suriye ehli mesela cihada karar vermiştir, öyleyse onlara onların kararı itibariyle destek olunmalı.
Türkler önce başladı sözü yanlış kesinlikle. Türkiye'de zikre şayan kuvvette bir
mücadele hareketi oluşamamıştır uzun bir süre. Mısır ve Hindistan bu konuda çok daha önde olmuştur. İslam dünyasındaki geniş uyanış yetmişli yıllara saptanıyor genellikle. Kral Faysal liderliğindeki Suudi-Arabistan'ın Filistin'de yenilen Cemal Nasır liderliğindeki Mısır'ı yenmesi ile insanlar batı menşeli ideolojileri terk etmeye başlıyor bu dönemde. Türkiye'nin belki de kendine has bir dinamiği vardır ve birçok grup yeraltında teşkilatlanmaya devam edegelmiştir uzun bir süre, ama ne fikri anlamda ne de kitlesel başarı olarak Türk hareketler Arap hareketlerinin nüfuz seviyesine ulaşamamıştır 50-70 yılları arasında. Hala da fikri anlamda Türkiye belirgin şahsiyetler çıkarmıştır demek zor gözüküyor, ama bunun yerel şartlar ile de alakası vardır.
İsyanlarda tek faktör zulüm değildir. Sosyal bilimciler mesela Arap baharını zulümden çok sosyo-ekonomik şartlara (ekonomik liberalleşme sonrası işsizlik, fiyat yükselmeleri ve fakirlik ile birlikte büyük bir genç nüfusu) bağlıyor. Zulmü kıyaslarsak bile Esat rejiminin Kemalistler'den aşağı kalır bir yönü yok. Dini aktivitelere karşı daha çok tahammül gösterseler de siyasi muhalefete çok daha acımasız tepki vermişlerdir. Ayrıca Türkiye'de göz önünde bulundurmamız gereken bir nokta da halkın o dönem taşra da yoğunlaşıyor olması ve Büyük Harp'te erkek nüfusun çoğunun helak olduğudur. O dönem birçok insan yetim büyümüş ve o fakirlik ve sefalet içerisinde insanların isyan etmesi de zordur. Ayrıca hükumet ilk başta dini bir söylem ile geldiği ve bir çok hocayı ve İslami kavramları (ulul emr gibi) kendine alet edindiği için eğitimsiz halkın buna aldanmamasını beklemek de büyük bir beklentidir. Kısacası, 1920leri 21. yy ile mukayese etmek mümkün değildir.
Not: Kusura bakma site mekaniğine alışık olmadığım için bu şekilde cevapladım.
Hejemoni açısından bakarsak dediğiniz gibi bin yıldan bahsedilmez, ama Roma imparatorluğu da bin yıllık ömründe her dönem istikrarlı olmamıştır.
Pax Romana dönemi 200 yıl olarak geçiyor.
Akhi beni yanlış anladın ben Roma kesintisiz 1000 sene süpergüçtü demedim.
Roma takriben MÖ 50 senesinde bir süpergüç oldu. 1071 mağlubiyetine kadar ekonomik krizler, taht kavgaları, savaş yenilgileri vs gibi pek çok istikrarsızlık yaşadı ancak genel olarak gücünü muhafaza etmeyi başardı.
Bunları yaşamayan devlet yoktur. Osmanlıda bahsini ettiğim süre zarfında pek çok taht kavgası, savaş yenilgisi yaşamıştır. Safavilerin, Irak işgali ve kadınlar saltanatı dönemi gibi. Keza Selçuklularda, Sultan Muhammed Alparslanın vefatından sonra kısa bir dönem taht kavgaları yaşadılar. Ama genel olarak onlarda güçlerini muhafaza ettiler.
Kaldıki yanlız Roma değil, Âsur, Pers, Çin ve Ruslarda; Türklerin rekorunu kıran kavimlerdir. Bu Türkleri aşağı çekmez
Allah rahmet etsin, Kadir Mısırlıoğlu'nun anlatımı tartışmaya açık olsa da, galiba buradaki asıl önemli soru, Türklerin ümmete katkısıdır. Tarihteki Türk aktörlerde Türklük kimliği iddia edildiği kadar belirgin değildir ve Allah Resulü (s.a.v.) de zaten asabiyet namına atalar ile övünmeyi yasaklamıştır, ancak diğer taraftan bazı Arap yazarların menfi ve aşağılayıcı yorumları sebebiyle bu konuyu tartışmak zaruri oluyor. Tabi her türlü tarih anlatımı muvazeneli ve gerçekler üzere bina edilmiş olmalı.
Türklerin, Ümmete katkılarını Arap Milliyetçileri ve Suudi Vahhabilerden başka inkar eden yok. Zaten aklı Selim bunu gerektirir. "Anlatımı tartışmaya açık" demişsiniz. Halbuki anlatım şekli değil, bizzat anlattığı şey Tarihen/İlmen hatalıdır, Türkler o kadar uzun müddet Süpergüç olmamışlardır, olsalar bile bu marifet değildir. Diğer dediklerinize aynen katılıyorum yanlız şunuda ekleyim, özellikle Kadim İslami şahsiyyetlerin hiçbirinde kendi kavmi öne çıkmaz.Yakın dönemdeki, Malik Eş-Şahbaz dahi üçüncü döneminde(Hacc Dönüşü) böyle olmuştur.
Mısırlıoğlu'ndan farklı kelimeler kullanacak olursak, Türkler 10.yy.'dan başlayarak İslam dünyasında faal bir güç oluşturmuş ve başta Güney Doğu Avrupa ve Kafkasya olmak üzere bir çok bölgeye İslam'ı ulaştırmışlardır. Osmanlı Haçlıları defalarca yenmiş ve Hint Okyanusu'nda Hicazı dahi tehlikeye düşüren Portekiz nüfuzuna karşı direnmiştir.
Buna aynen katılıyorum. Ancak Kadir Mısıroğlu'nun söylediklerinden bu anlaşılmaz. "Türkler, bin sene Ümmete liderlik etti" diye beyanıda var başka konuşmalarında. Ben bunu eleştirdim, zira Abbasilerde ordunun ekserisinin Türk oluşunu bile Türklerin liderliğine bağlamıştı. Bu isabetli değildir zira, Ordu Türklerden derğil Horasanlılardan kurulmuştur. Yani Farîsi'lerde askleriyede etkindiler. Bürokrasi ise hemen tamamen Farîsilerin elindeydi o dönem. Osmanlıdaki Devşirme sistemine benzetebiliriz bunu. Osmanlı, Ümera ve Ordusunun Slav ve Greklerden teşekkül etti diye Osmanlının, İslam'a hizmerlerini Slav yada Greklere atfetmek ne kadar isabetsiz ise buda öyledir.
İslam Aleminin lideri meşru halifedir. 1516 senesinde Hilafet, Sultan Selim'e(r.aleyh) geçmiştir. 1924'tede hilafet kaldırılmıştır. Yani 400 sene civarı Osmanlılar, ümmetin İmamet yani liderliğini üstlenmiştir. Kaldıki "Son Halife" Abdulmecid dahil, pek çok Osmanlı Halifesinin, hilafeti batıldır. Zira içlerinde; fâsık, deli ve çocuklarda vardır.
Selçuklular 1050-1092 yıllarındaki istikrarlı saltanat döneminde başaralı merkezi bir devlet kurmuşlar ve Bağdat'ı İmamilere, Kudüs ve Horasan'ı da İsmaililer'e karşı savunmuşlardır. Ancak hakimiyet ve merkezi-mali idare açısından bu mesela Ömer (r.a.) ve belki de Emeviler dönemindeki kuvvete ulaşmamıştır.
Buna aynen katılıyorum. Hatta yazıda bunada değinmiştim.
Bu ve yukarıda aktardıklarınızdan yola çıkarak Mısırlıoğlu'na ırkçı demek isabetli olmaz. Irkçılık kendi ırkını (çoğu zaman ırki ayrıcalıklarla) üstün görerek diğer ırkları aşağı görmektir. Kendi kavmini övmek veya liderlik iddiasında bulunmak ırkçılık değildir. Mısırlıoğlu bir konuşmasında İstiklal Marşı'ndaki "kahraman ırkım" lafzını eleştiriyor ve ırki söylemi açıkça reddediyor. Bir tür bölgesel-kültürel taassub/tehazzubdan bahsedilebilir belki, ama bu da hadis-i şerifteki "asabiyet kavmine zulüm üzere yardım etmendir" kavlindeki asabiyet tarifine varmıyor, Allah'a şükür. Bu sorun en son Osmanlı dönemini meşgul etmişti ve çözülemeden Osmanlı yıkılmıştı. Devletin resmi dilinin Türkçe olması Arapları uzaklaştırıyordu. Ama sadece bu da değil, o dönemde Araplar yerel idarede ihmal ediliyor ve (Suriye'de) okullardaki Arapça öğretmenleri bile Türk oluyordu. Merkezi örgütlenme biçimi yeni olduğu için bu tür sorunlar mevcuttu. Sonraki yıllarda bazıları Halep'in ikinci başkten olarak tayin edilerek bir tür iki-merkezli devlet bile önermişlerdi, ama nihayet Suriye'de de, Türkiye'de milliyetçiler galip geldi. Liderlik düzeyinde bu sorunun çözümü gayet kolay bence ve tartışmaya mahal bırakmaz: başkent neresi olursa olsun, herkes istediği partiyi kursun ve liderliğe talip olsun, en çok oyu alan kazanır. Zaten sınırlar kalkınca bölge/ırk ayrımı da kalkar zamanla. Osmanlı döneminde bile partilerin her bölgeden mensubu vardı. Dil konusunda da yerel nüfusun isteklerine itibar edilir yerel idarede.
Akhi, ben Kadir Mısıroğluna Irçkı demedim. Sadece Irkçılık yaptı dedim. Rical ilminde mesela bir kişiye "Rafıziyyun" demek başkadır "Onda Teşeyyu' vardır" demek başkadır. Benim demek istediğim ikinci kategoride, kendisi ırkçı olmasa bile ırkçı fikirleri vardır.
Mesela başka konuşmalarında: "Ben Ülkücüleri çok seviyorum zira teaddi(aksiyon/hareket) şansı var. Ancak yanlış yerde kullanılıyor. Bu aksiyonun İslam için kullanılması lazım" minvalinde sözler sarfetmişti. Metin Yükseli katledenler solcular değil Ülkücülerdi. Hemde Cuma çıkışı vurmuşlardı(İnsanın aklına, Ömer(r.a)'ı, kavmi hırslarla şehid eden Mecusi geliyor). Kendisine bu soruluncada "Ülkücülerin, Akıncı öldürdüğünü bilmiyorum. Olsa olsa yardım etmişlerdir birbirlerine" demişti.
İslam nazarında cahiliyyelerin farkı yoktur. Sosyalizm kötü cahiliyye, "Milliyetçilik" iyi cahiliyye gibi bir tuhaf durum olamaz. O devirlerdede en çok çatışma Ülkücüler ve Solcular arasında olmuştu. Akıcılar perde gerisinde kalmasına rağmen, Ülkücülerin Şerrinden nasiplenmişlerdi. Tabi akıncılarda buna karşı çıkmışlardı. Hatta o devirlerde yaşamış ve Ülkücülerin arasında bulunmuş olan bir akrabam, akıncılar için "Ellerinde orak ve bıçaklarla bizi bekliyorlardı, şayet ellerine geçirselerde keseceklerdi. Canımızı zor kurtardık" diye anlatmıştı. Ne varki kısa bir müddet sonra 80 ihtilali oldu.
Hüseyin Nihal Atsızıda keza dürüstlüğü ve vatanperverliği ile övüyor. Eğer dürüstlük ve vatan perverlik ile övecekse Deniz Gezmiş'ide övmesi gerekirdi.
Keza, Alparslan Türkeş'ide öven pek çok kelamı vardır. Buda anlaşılabilir bir şeydir. Zira MNP kurulana kadar, İslami kesim ancak "Milliyetçilik" adı altında varlık gösterebiliyordu.
Liderlik iddiasıda tek başına ırkçılık değildir, velakin -Allah Rahmet eylesin- Üstad'ınki ifrat denebilecek bir anlayıştaydı.
Liderlik ve kavim konusundaki teklifinize genel olarak katılmakla beraber bir kaç noktayı belirteyim;
1. Herkes istediği partiyi kursun ve liderliğe talip olsun, en çok oyu alan kazanır.
Bu noktayı biraz açmak isterim, Şeriatta üç şekilde halife tayin edilir:
a)Ehli Hal ve-l Akt bir halife seçer ve insanlar ona beyat eder. Ehli Hal vel Akt, Cumhura göre Ulemadır. Bir kısmı Umera'yıda dahil etmiştir. Bu şekilde Halife seçiminin en belirgin örneği Hz Ebubekir(r.a)'ın halife seçilmesidir. Bilindiği üzere bu seçim günümüz manası ile demokratik bir seçim değildir. Ehli Hal vel Akt, Ebubekir'i(r.a) münasib görmüş ve daha sonra halta ona beyat etmiştir.
Keza Osman'ın(r.a) hilafete gelişide böyledir. Yani hilafette en çok oyu alan gelsin diye bir durum sözkonusu olamaz. Her kavimden olan Ehli Hal vel Akt, birini seçer ve Ümmet ona beyat eder.
b) Önceki Halife, hilafet şartlarını kendisinde toplayan bir veliyaht atar. Ömer'in(r.a) hilafete gelişi böyle olmuştur. Daha sonraki, Saltanat hilafetide böyledir.
c)İmamet şartlarını üzerinde toplayan, İmam Zeyd'in(r.aley) tabiri ile "Zühdü, takvası, ilmi ve cihadı ile öne çıkan bir kişi kılıcı çeker; marufu emreder, münkerden nehyeder". Buda Hilafete geliş şekillerindendir. Allahu Alem, Hilafetin ilk defa ihyasıda bu şekilde olacaktır. Zira Ümmetin ezici çoğunluğunun sözüne itibar edeceği bir Ehli Hal vel Akt olmadığı gibi, veliyyul aht atayacak bir eski Halifede yoktur. İkinci ve üçüncü halifelerin belirlenmesinde diğer iki yol uygulanmalıdır.
Aynı şekilde, seçilen halife; Hilafet için gerekli şartlardan birini kaybetmedikçe halifedir. Şayet (ruhi/bedeni)hasta olursa iyileşene kadar bir başkası vekalet eder(İmam Ali'nin hilafetinde olduğu gibi). İyileşmeden vefat ederse yeni halife belirlenir. -Allah korusun- kafir olursada zaten mürtedlik hükmü ile katledilir. Ancak böyle bir durum oluşmadığı takdirde Hilafetten keyfi olarak azledilemez hiç kimse. Hatta halife istifa dahi edemez. Nunun delili Rasulullah'ın, Osman'a(r.a)
”Ey Osman! Çok zaman geçmez seni mazlum olduğun halde katlederler. Allah, bütün şehidlerin selâmını sana ihsan buyursun. O gün geldiğinde sabırlı ol! Allahın sana giydirdiği gömleği sırtından çıkarma! Çok zaman geçmez Allah sana bir gömlek giydirir. Münafıklar bunu senden soyup almak ister. Sen o gömleği çıkarma! Eğer çıkarırsan nefsimi kudret elinde tutan Allah’a kasem ederim ki; deve iğnenin deliğinden geçmeden cennete giremezsin!” (Taberânî, Mu’cemül Evsat, 5749/ İbn Kesîr, El-Bidâye, VI, 283; En Sevgilinin Dostları, s.213)
Buyurmasıdır. Bunun hikmetleride çoktur. ABD'de her eski başkan, yeni başkana enkaz bırakmaya çalışmaktadır. Bu durumda bu risk ortadan kalkar. Hiç kimse kendine enkaz bırakmaz çünkü.
Ancak hilafet dışındaki diğer kurumlarda seçim olabilir ama vucub yoktur. Siyasi partilerde şeran mahzursuzdur. Hatta -modern anlamda olmasa bile- parlemento veya senato dahi kurulabilir. Zira ilk kurulan parlementolar, hükümet belirlemek veya yasa çıkarmak için değil; hazineyi halk adına denetlemek ve halkın dertlerini devlet makamında dillendirmek gibi amaçlara binaen kurulmuştu.
Yerel İdarede son derece önemli. Bunun en güzel örneklerinden birini BK uyguluyor. BK kolonilerinin tamamının valisini Kral/Kraliçe atar. Bu kolonilerin hükümetleri dahi olmakla beraber, en ufak istikrarsızlık durumunda, vali, yerel hükümeti fesheder.
Bölgelere atanan Valiler bu konuda çok önemli, illa o bölgenin insanı olmasına gerek yok ancak vilayet ettiği bölgenin sosyolo-kültürel yapısından, din ve mezheb durumundan, konuşulan dillerinde kadar pek çok meseleden haberdar olması kısacası vilayet edeceği bölgeyi bilmesi şarttır. Bunun için illa o bölgeden olmak şart değildir, kendimden örnek vereyim; bir damla Kürt kanı taşımama karşı Kürdistanda her hangi bir yerde vilayet edersem yukarıda belirttiğim cinsten bir sıkıntı yaşamam. Ancak Kafkasya yada Türkistanda bu sıkıntıları yaşamam kaçınılmaz olur. Valiler buna dikkat edilerek atanırsa son derece etkili olur
Aynı şekilde, BK yada Japonya'da Kral/Kraliçe/İmparator devletin zirvesi olmakla beraber, birde parlemento hükümeti vardır. Bütün Ümmeti kapsayan bir meclis hükümetide kurulabilir ancak bu hükümet, Halife'nin iradesi ve izni olmadan bir karar alma yetkisine sahip olmamalıdır. Aksi taktirde bir iki başlılık olması kaçınılmazdır. Bunun en iyi örnekleri günümüzde; BK, Rusya ve Fransada uygulanmaktadır. Bütün bu devletlerde, parlemento hükümet kurar ancak Rusya ve Fransada CB, BK'da Kral/Kraliçe isterse bu hükümeti -hatta parlementoyu- fesheder.
Bu konuda bence tek eksik olan koordinasyondur (tensik). Kimse Kadiroğlu'ndan Suriye'ye gidip savaşmasını talep etmedi. Önemli olan bölgesel mücadelelerin, hele de komşu ülke olunca, koordine halinde olmasıdır. Komşu ülkeye belirtilen talebe göre yardım edilmeli (adam, malzeme, para). Kimse bana yardım et kendi mücadeleni bırak demiyor ki. İkisini aynı anda yürütmek mümkündür. Kimse diğerinin mücadelesini baltalamaya çalışmamalı. Bir bölgedeki mücadelede de o bölge ehlinin görüşüne itibar edilir. Suriye ehli mesela cihada karar vermiştir, öyleyse onlara onların kararı itibariyle destek olunmalı.
Buna kesinlikle katılıyorum. Bir zamanlar, bölgenin tartışmasız en büyük ve teşgilatçı cemaatinde bulunmuş birisi olarak bunun önemini biliyorum. Bu hatayada düşenler: genelde Mücahidler değil, Dai'ler oluyor! Davet'i cihad sınıfından saymak en çok onlarda görülen bir durum. Birisi onları cihada teşvik ettiğinde ise "Sen neden buradasın" diyorlar. Mesela Ebu Hanzala, TC'nin Daveti engellemek için İnsanların Cihad'a yönelmesini istesiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Akıl ve mantık dahilinde konuşmak lazım, herkes Cihad beldelerinde olursa oraya Para, Silah ve Muhacirleri kim ulaştıracak? Kaldıki o kişinin Cihad'a gitmemek için belki meşru bir manzereti olabilir.
Ama -Allahu alem- her cemaatin, cihad ile az çok bağlantılı olması gerektiğini düşünüyorum hele TC gibi bir ülkede.
Mesela, eskiden mensub olduğum Hizbullah cemaati bölgede PKK ile savaşın özellikle ilk yılında çok zorluk çekmiştir. Halbuki -her bölge insanı gibi- mensuplerı Silah kullanması bilirdi ve yine her bölgeli gibi Silaha ulaşma sıkıntıları yoktu. Buna rağmen, Silah temin edilip organize olunana kadar ciddi problemler yaşandı, çok fazla Şehid verildi.
Bunun olmaması için Cihad grupları ile iletişim halinde olunması ve her daim olası bir cihad haline hazır olunması gerektiğini düşünüyorum.
Şurayıda açayım, "Suriye ehli mesela cihada karar vermiştir, öyleyse onlara onların kararı itibariyle destek olunmalı." bu cihad sadece Suriyelilerin Cihadıdır demek değildir. Yalnızca orada yaşayanlar onlar olduğu için bu fetvayı vermek onların işidir demektir. Pek çok büyük mücahid komutan, memleketi dışındaki Cihad bölgelerinde bulunmuş hatta önemli görevler üstlenmiştir, en meşhurları: Ebu Musab Zerkavi, Komutan Hattab ve Ebu Muhammed Cevlani'dir.
Türkler önce başladı sözü yanlış kesinlikle. Türkiye'de zikre şayan kuvvette bir mücadele hareketi oluşamamıştır uzun bir süre. Mısır ve Hindistan bu konuda çok daha önde olmuştur. İslam dünyasındaki geniş uyanış yetmişli yıllara saptanıyor genellikle. Kral Faysal liderliğindeki Suudi-Arabistan'ın Filistin'de yenilen Cemal Nasır liderliğindeki Mısır'ı yenmesi ile insanlar batı menşeli ideolojileri terk etmeye başlıyor bu dönemde. Türkiye'nin belki de kendine has bir dinamiği vardır ve birçok grup yeraltında teşkilatlanmaya devam edegelmiştir uzun bir süre, ama ne fikri anlamda ne de kitlesel başarı olarak Türk hareketler Arap hareketlerinin nüfuz seviyesine ulaşamamıştır 50-70 yılları arasında. Hala da fikri anlamda Türkiye belirgin şahsiyetler çıkarmıştır demek zor gözüküyor, ama bunun yerel şartlar ile de alakası vardır.
Ben zaten bu durumdan ötürü TC halkını suçlamadım. Onların bana göre tek suçu "Fasıkların haberlerine güvenme" noktasında ayaklarının kaymasıdır. Kürdistan, nisbeten daha iyi durumdadır zira Medrese geleneğini sürdürmeye çalışmışlardır. Ancak, doğu medreselerinde okumuş birisi olarak söyleyimki bu medreselerdeki ilmi eiğitim son derece nakıstır ve ileriye dönük değildir. Önceki Ulemanın ictihadlarını ezbeletir fıkıhta, ancak güncel meselelerde sınıfta kalır. Bu medreselerde okuyan bir tilmiz, örneğin hangi şartlarda zina suçu sabit olur bilir ancak, "Meni tahlili vb adli tıp bu işte ne ölçüde delildir" diye sorsan cevap veremez. Suların hükümlerini su gibi bilir ancak "Su tahlil cihazı nerelerde kullanılabilir" dersen bilmez. Fıkıh yönü nakıstır.
Keza akide, tefsir, kelam gibi ilimlerdeki durumuda böyledir. Hadis ilminde ise zaten çok zayıftır.
Ama bütün bu sıkıntılarına rağmen en azından İslam bilinci oluşturmayı başarmıştır Şark medreseleri. Bu nedenledirki Hizbullah gibi, bir takım bidat ve arızaları olsada muvahhid bir hareket burada doğmuştur.
Diğer yerlerde ise, bu imkanlar yoktu. Ulema sınıfı canını zor kurtarmıştı, medrese geleneği ise ölmüştü. İslami mücadele yürütmeye kimse cesaret edemiyordu. MNP bunu kısmen kırdı velakin parti olarak doğduğu için bu kırılmadan AKP gibi bir fitne doğdu. Türkiyede fikri anlamda en belirgin şahsiyet Hüseyin Velioğlu(r.aleyh)'tir ancak bölge ile sınırlıdır. Ve o zaman için -Abdullah Azzam dahil- pek çok İslami liderin düştüğü hataya düşerek bir İran sempatisi oluştumuştur.
Erbakan, kısmen böyle bir kişiydi. Ancak özellikle AKP'den sonra etkisi kırıldı.
Ancak unutulmamalıdırki ikisininde etkisi yanlızca TC topraklarında olmuştur
İsyanlarda tek faktör zulüm değildir. Sosyal bilimciler mesela Arap baharını zulümden çok sosyo-ekonomik şartlara (ekonomik liberalleşme sonrası işsizlik, fiyat yükselmeleri ve fakirlik ile birlikte büyük bir genç nüfusu) bağlıyor. Zulmü kıyaslarsak bile Esat rejiminin Kemalistler'den aşağı kalır bir yönü yok. Dini aktivitelere karşı daha çok tahammül gösterseler de siyasi muhalefete çok daha acımasız tepki vermişlerdir. Ayrıca Türkiye'de göz önünde bulundurmamız gereken bir nokta da halkın o dönem taşra da yoğunlaşıyor olması ve Büyük Harp'te erkek nüfusun çoğunun helak olduğudur. O dönem birçok insan yetim büyümüş ve o fakirlik ve sefalet içerisinde insanların isyan etmesi de zordur. Ayrıca hükumet ilk başta dini bir söylem ile geldiği ve bir çok hocayı ve İslami kavramları (ulul emr gibi) kendine alet edindiği için eğitimsiz halkın buna aldanmamasını beklemek de büyük bir beklentidir. Kısacası, 1920leri 21. yy ile mukayese etmek mümkün değildir.
Akhi beni yanlış anladığın bir yer daha, ben Türkleri suçlamadım Kadir Mısıroğlunun aksine...
Siyasi Muhalefete, Tek parti cuntasıda en az Esad kadar sert tepki vermiştir. İstiklal mahkemelerinde asılanlar, İskilipli Atıf vb karşıtı olan değil sadece rejim taraftarı olmayan insanlar dahi asılmıştır.
Ama o devir halkının aksine bu devir halkını mazur görmiyorum(bazı kardeşler katılmayabilir).
Eskiden beri, Devletin aleyhine tek kelime konuştuğunuz zaman, "Vatan haini" ilan ediliyorsunuz. Tamam kıyam edin falan demiyorum, yalnızca askere dua etmeyin, çağımızın fitnesine oy vermeyin dersen bile vatan haini oluyorsun. Arap halkları, bir şekilde Devletinde terörist olabileceğini anladı. Ama Türkiyede, öyle fikirde olan yerler varki, birisine "O uyuşturucu ticareti yapıyor/ Hırsızlık yapıyor/Eşkiyalık yapıyor" dersen bile "Askere/Polise/Devlete kurşun sıktı" demişsin kadar ağır olmaz. Tamam Suriye olmaktan korkuyorsunda unutma Suriye, Devlet terörü yüzünden bu halde!
PKK devlet terörünün bir meyvesi!
Kıyamete kadar, Peygamberin Medinede kurduğu dahil hiçbir devlet baki olmamış, senin Tağuti küfür devletinmi baki olacak sanki!
Ve Son olarak, ben makaleyi Üstadı eleştirmek yada reddiye vermek için değil yanlızca onun kitap ve seminerlerinden istifade eden kardeşler bu hususlara dikkat etsin diye kaleme aldım.
Vesselam