Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale Kadir MISIROĞLU'na dair!

İmam Malik Çevrimdışı

İmam Malik

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Forumda şimdiye kadar başlığı açılmamış olmasına şaşırdım. Zamanında kendisini çok dinlemiş, kendisinden çok istifade etmiş birisi olarak bu böyle bir yazı yazmayı uygun buldum. Bizden olan kardeşlerde bu zat'ın kitaplarını ona göre incelesinler İnşallah.

Benim kuşağım ve benden bir evelki kuşağın Tevhid'i bulmasında az çok rol oynamıştır Kadir MISIROĞLU. Ancak benim hikeyemdeki rolü daha fazladır.
Evvela, Mustafa Kemal hakkında söyledikleri -Hissi davranarak bazı meselelerde zayıf kaynaklar kulansada- gayet yerindedir, lakin kanun yüzünden kekeme konuşur genelde. Elbette katılmadığım noktalar vardır.
Şeriat ilmindeki zayıflığı nedeniylede: Oy verme, Askerlik vb husularda yalpalasada Rejim aleyhtarıdır
Tasavvuf konusuda keza ciddi olarak yalpaladığı bir konudur.
Nurcularda görülen tatlı su İslamı onada zirayet etmiştir. "İslam en özgürlükçü rejimdir" gibi tuhaf bir ifadesi vardır.

En büyük yalpalaması ise ırkıçılık yönünden olmuştur.
"Türkler 300 küsür sene selçuklu 600 küsür sene Osmanlı olmak üzere 1000 sene süpergüç olmuş. Dünyada bu kadar uzun süpergüç olan başka millet yok" demişti.
O zamanlar çok istemiştim, İstanbula gidip " Üstad, Selçuklu 1071 Malazgirt harbinde Süpergüç oldu. Melikşah'ın ölümü(1092) ile İmparatorluk dağıldı. Anadolu Selçuklularıda, Anadoluya bile tam hakim olamamıştı. Osmanlı ise beylik olarak kuruldu, 1453 zamanında süpergüç oldu desek, 1918 senesinde ise fiilen yıkıldı. Toplasan 500 sene bile etmez. Bunuda -mesela- Roma ikiye katlamıştır."
"Allah'ın iki milleti vazifelendirdiğini düşünüyorum, birisi Araplar birisi Türkler. Araplar, edebiyat alanında ileri gittiler böylece kalem ile İslamı savunma noktasına geldiler. Türkler ise savaşçı bir milletti bu yüzden Allah onlara cihadda ileri gitmeyi nasib eyledi" dedi bir sohbetinde.
Yine sormak istemiştim "Üstad, Araplar senelerce kabileler halindeyken savaşçı bir millet değilmiydi? Dünyanın iki büyük gücünü dize getirmedilermi? Kuteybe bin Müslim ve Nasır bin Seyyar(r.aleyhuma) zamanında Türklerde mağlub edilmedimi? Kılıçla hizmet eden Osmanlı ordusunun önemlice bir kısmınıda devşirmeler oluşturmuyormuydu?"
"Bizde 1950 senesinde başlayan uyanış Arap ülkelerinde yeni başladı, biz onlardan evvel gidiyoruz." demiş ve buradanda İslam aleminin liderliğinin tekrar Türklere nasib olacağı neticesine varmıştı.
Halbuki, Arapların -Esad dahil- İsyan çıkardığı hiçbir hükümet, M Kemal'in zulmünün zekatına yetişememişlerdi. Kaldıki Türkler buna rağmen gıkını çıkarmamış, Sovyet tehtidi ve Batının baskısı ile çok partili hayata geçilmişti. Bunu oda çok iyi biliyordu.
Selahaddin-i Eyyubi hakkında söylediği galiz kelimeleri tekrarlamak bile ağırıma gider. Eğer Selahaddin, Türk olsaydı böyle yapmazdı. Zira İmameddin Zengi'de(r.aleyh) Selahaddin ile aynı şekilde iktidara gelmişti. Halbuki onun hakkında böyle bir kelamı yok aksine "Muhtasar İslam Tarihi" isimli eserinde medhiyeler var.
Moğolların ise Türk olmadığını ısrarla savunup duruyor. Evet, Moğollar; Türk değildir ancak akraba iki kavimdir. Sarı-Beyaz ırk hikayesine gelince orada "Beyaz ırk" denilen Türkler, Anadolu Türkleridir. Yani Hititlilerden, Greklere kadar damarlarında belki 30 kavmin kanı akan, ve orta-asyadan geleli bin yıl olan, yani genetiğinin değişmemesi mümkün olmayan bir Türk kolu. Moğollarında, İslam öncesi Türkler ile yaşayışı aynıydı. Aynı Törelere, Dine ve Ananeye sahibdiler. Cengiz Hanında zaten ümerasının tamamına yakını ve eşi Türktü.
"Türkiyede İslam için iki taşı üst üste koymak Afganistanı yada Suriyeyi kurtarmaktan daha mühimdir. Çünki İslam aleminin lideri biziz!" dahi diyerek ırkçılığın zirvesini teşgil etmişti adeta.
Farzedelimki dediği doğru, o halde Afganistanı veya Suriyeyi ilk kurtarması gereken biz değilmiyiz? İstanbulun ikinci fethinin Şam'dan oraya giden Müminlerce gerçekleşeceğini bilmiyormu?

Güncele dair tesbitleride isabetsiz ve hatalıdır. 11 eylül yorumu bunun en önemli örneklerinden birisidir. Keza Türkiyede en iyi Müslümanlığın yaşandığını iddia eder. Bu iddialara cevap vermeyeceğim zira site zaten bunların cevapları ile dolu.

Bu arada şunuda belirtmeden geçmeyeyim, evet Diyarbekirde yaşıyorum ama aslım Konya'nın Ilgın ilçesi. Yani Türklere dair yaptığı yorumlara karşı çıkma sebebim kıskançlık felan değil. Başka şeyler düşünmeyin!
 
عبد الرحمن Çevrimdışı

عبد الرحمن

قُل آمَنتُ بِاللهِ ثُمَّ استَقِم
İslam-TR Üyesi
En büyük yalpalaması ise ırkıçılık yönünden olmuştur.
"Türkler 300 küsür sene selçuklu 600 küsür sene Osmanlı olmak üzere 1000 sene süpergüç olmuş. Dünyada bu kadar uzun süpergüç olan başka millet yok" demişti.
O zamanlar çok istemiştim, İstanbula gidip " Üstad, Selçuklu 1071 Malazgirt harbinde Süpergüç oldu. Melikşah'ın ölümü(1092) ile İmparatorluk dağıldı. Anadolu Selçuklularıda, Anadoluya bile tam hakim olamamıştı. Osmanlı ise beylik olarak kuruldu, 1453 zamanında süpergüç oldu desek, 1918 senesinde ise fiilen yıkıldı. Toplasan 500 sene bile etmez. Bunuda -mesela- Roma ikiye katlamıştır."

Hejemoni açısından bakarsak dediğiniz gibi bin yıldan bahsedilmez, ama Roma imparatorluğu da bin yıllık ömründe her dönem istikrarlı olmamıştır. Pax Romana dönemi 200 yıl olarak geçiyor.

Allah rahmet etsin, Kadir Mısırlıoğlu'nun anlatımı tartışmaya açık olsa da, galiba buradaki asıl önemli soru, Türklerin ümmete katkısıdır. Tarihteki Türk aktörlerde Türklük kimliği iddia edildiği kadar belirgin değildir ve Allah Resulü (s.a.v.) de zaten asabiyet namına atalar ile övünmeyi yasaklamıştır, ancak diğer taraftan bazı Arap yazarların menfi ve aşağılayıcı yorumları sebebiyle bu konuyu tartışmak zaruri oluyor. Tabi her türlü tarih anlatımı muvazeneli ve gerçekler üzere bina edilmiş olmalı.

Mısırlıoğlu'ndan farklı kelimeler kullanacak olursak, Türkler 10.yy.'dan başlayarak İslam dünyasında faal bir güç oluşturmuş ve başta Güney Doğu Avrupa ve Kafkasya olmak üzere bir çok bölgeye İslam'ı ulaştırmışlardır. Osmanlı Haçlıları defalarca yenmiş ve Hint Okyanusu'nda Hicazı dahi tehlikeye düşüren Portekiz nüfuzuna karşı direnmiştir.

Selçuklular 1050-1092 yıllarındaki istikrarlı saltanat döneminde başaralı merkezi bir devlet kurmuşlar ve Bağdat'ı İmamilere, Kudüs ve Horasan'ı da İsmaililer'e karşı savunmuşlardır. Ancak hakimiyet ve merkezi-mali idare açısından bu mesela Ömer (r.a.) ve belki de Emeviler dönemindeki kuvvete ulaşmamıştır.

"Türkiyede İslam için iki taşı üst üste koymak Afganistanı yada Suriyeyi kurtarmaktan daha mühimdir. Çünki İslam aleminin lideri biziz!" dahi diyerek ırkçılığın zirvesini teşgil etmişti adeta.

Bu ve yukarıda aktardıklarınızdan yola çıkarak Mısırlıoğlu'na ırkçı demek isabetli olmaz. Irkçılık kendi ırkını (çoğu zaman ırki ayrıcalıklarla) üstün görerek diğer ırkları aşağı görmektir. Kendi kavmini övmek veya liderlik iddiasında bulunmak ırkçılık değildir. Mısırlıoğlu bir konuşmasında İstiklal Marşı'ndaki "kahraman ırkım" lafzını eleştiriyor ve ırki söylemi açıkça reddediyor. Bir tür bölgesel-kültürel taassub/tehazzubdan bahsedilebilir belki, ama bu da hadis-i şerifteki "asabiyet kavmine zulüm üzere yardım etmendir" kavlindeki asabiyet tarifine varmıyor, Allah'a şükür. Bu sorun en son Osmanlı dönemini meşgul etmişti ve çözülemeden Osmanlı yıkılmıştı. Devletin resmi dilinin Türkçe olması Arapları uzaklaştırıyordu. Ama sadece bu da değil, o dönemde Araplar yerel idarede ihmal ediliyor ve (Suriye'de) okullardaki Arapça öğretmenleri bile Türk oluyordu. Merkezi örgütlenme biçimi yeni olduğu için bu tür sorunlar mevcuttu. Sonraki yıllarda bazıları Halep'in ikinci başkten olarak tayin edilerek bir tür iki-merkezli devlet bile önermişlerdi, ama nihayet Suriye'de de, Türkiye'de milliyetçiler galip geldi. Liderlik düzeyinde bu sorunun çözümü gayet kolay bence ve tartışmaya mahal bırakmaz: başkent neresi olursa olsun, herkes istediği partiyi kursun ve liderliğe talip olsun, en çok oyu alan kazanır. Zaten sınırlar kalkınca bölge/ırk ayrımı da kalkar zamanla. Osmanlı döneminde bile partilerin her bölgeden mensubu vardı. Dil konusunda da yerel nüfusun isteklerine itibar edilir yerel idarede.

Farzedelimki dediği doğru, o halde Afganistanı veya Suriyeyi ilk kurtarması gereken biz değilmiyiz? İstanbulun ikinci fethinin Şam'dan oraya giden Müminlerce gerçekleşeceğini bilmiyormu?

Bu konuda bence tek eksik olan koordinasyondur (tensik). Kimse Kadiroğlu'ndan Suriye'ye gidip savaşmasını talep etmedi. Önemli olan bölgesel mücadelelerin, hele de komşu ülke olunca, koordine halinde olmasıdır. Komşu ülkeye belirtilen talebe göre yardım edilmeli (adam, malzeme, para). Kimse bana yardım et kendi mücadeleni bırak demiyor ki. İkisini aynı anda yürütmek mümkündür. Kimse diğerinin mücadelesini baltalamaya çalışmamalı. Bir bölgedeki mücadelede de o bölge ehlinin görüşüne itibar edilir. Suriye ehli mesela cihada karar vermiştir, öyleyse onlara onların kararı itibariyle destek olunmalı.

"Bizde 1950 senesinde başlayan uyanış Arap ülkelerinde yeni başladı, biz onlardan evvel gidiyoruz." demiş ve buradanda İslam aleminin liderliğinin tekrar Türklere nasib olacağı neticesine varmıştı.
Halbuki, Arapların -Esad dahil- İsyan çıkardığı hiçbir hükümet, M Kemal'in zulmünün zekatına yetişememişlerdi. Kaldıki Türkler buna rağmen gıkını çıkarmamış, Sovyet tehtidi ve Batının baskısı ile çok partili hayata geçilmişti. Bunu oda çok iyi biliyordu.

Türkler önce başladı sözü yanlış kesinlikle. Türkiye'de zikre şayan kuvvette bir mücadele hareketi oluşamamıştır uzun bir süre. Mısır ve Hindistan bu konuda çok daha önde olmuştur. İslam dünyasındaki geniş uyanış yetmişli yıllara saptanıyor genellikle. Kral Faysal liderliğindeki Suudi-Arabistan'ın Filistin'de yenilen Cemal Nasır liderliğindeki Mısır'ı yenmesi ile insanlar batı menşeli ideolojileri terk etmeye başlıyor bu dönemde. Türkiye'nin belki de kendine has bir dinamiği vardır ve birçok grup yeraltında teşkilatlanmaya devam edegelmiştir uzun bir süre, ama ne fikri anlamda ne de kitlesel başarı olarak Türk hareketler Arap hareketlerinin nüfuz seviyesine ulaşamamıştır 50-70 yılları arasında. Hala da fikri anlamda Türkiye belirgin şahsiyetler çıkarmıştır demek zor gözüküyor, ama bunun yerel şartlar ile de alakası vardır.

İsyanlarda tek faktör zulüm değildir. Sosyal bilimciler mesela Arap baharını zulümden çok sosyo-ekonomik şartlara (ekonomik liberalleşme sonrası işsizlik, fiyat yükselmeleri ve fakirlik ile birlikte büyük bir genç nüfusu) bağlıyor. Zulmü kıyaslarsak bile Esat rejiminin Kemalistler'den aşağı kalır bir yönü yok. Dini aktivitelere karşı daha çok tahammül gösterseler de siyasi muhalefete çok daha acımasız tepki vermişlerdir. Ayrıca Türkiye'de göz önünde bulundurmamız gereken bir nokta da halkın o dönem taşra da yoğunlaşıyor olması ve Büyük Harp'te erkek nüfusun çoğunun helak olduğudur. O dönem birçok insan yetim büyümüş ve o fakirlik ve sefalet içerisinde insanların isyan etmesi de zordur. Ayrıca hükumet ilk başta dini bir söylem ile geldiği ve bir çok hocayı ve İslami kavramları (ulul emr gibi) kendine alet edindiği için eğitimsiz halkın buna aldanmamasını beklemek de büyük bir beklentidir. Kısacası, 1920leri 21. yy ile mukayese etmek mümkün değildir.
 
Kozsoy Çevrimdışı

Kozsoy

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
kudus'ü kurtaran mumine laf eden bir şerefsizdir . bir kaç nesil sonra kendi ve uydurduğu her zırvası unutulacak laf ettiği ise her daim hayırla anılacaktır . bu arada gene ilave yapayım zırvananın doruklarında tarihçi havasında uçarken belkide o bahsettiği cinlerden sebep veya başka bir nedenden dolayı , kaş yapacağım derken göz çıkarıp rahmetli abdülhamid'i pezevenk ilan ettiğinin bile farkında değildir BOP raportörü eleman .
 
Son düzenleme:
İmam Malik Çevrimdışı

İmam Malik

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Hejemoni açısından bakarsak dediğiniz gibi bin yıldan bahsedilmez, ama Roma imparatorluğu da bin yıllık ömründe her dönem istikrarlı olmamıştır. Pax Romana dönemi 200 yıl olarak geçiyor.

Allah rahmet etsin, Kadir Mısırlıoğlu'nun anlatımı tartışmaya açık olsa da, galiba buradaki asıl önemli soru, Türklerin ümmete katkısıdır. Tarihteki Türk aktörlerde Türklük kimliği iddia edildiği kadar belirgin değildir ve Allah Resulü (s.a.v.) de zaten asabiyet namına atalar ile övünmeyi yasaklamıştır, ancak diğer taraftan bazı Arap yazarların menfi ve aşağılayıcı yorumları sebebiyle bu konuyu tartışmak zaruri oluyor. Tabi her türlü tarih anlatımı muvazeneli ve gerçekler üzere bina edilmiş olmalı.

Mısırlıoğlu'ndan farklı kelimeler kullanacak olursak, Türkler 10.yy.'dan başlayarak İslam dünyasında faal bir güç oluşturmuş ve başta Güney Doğu Avrupa ve Kafkasya olmak üzere bir çok bölgeye İslam'ı ulaştırmışlardır. Osmanlı Haçlıları defalarca yenmiş ve Hint Okyanusu'nda Hicazı dahi tehlikeye düşüren Portekiz nüfuzuna karşı direnmiştir.

Selçuklular 1050-1092 yıllarındaki istikrarlı saltanat döneminde başaralı merkezi bir devlet kurmuşlar ve Bağdat'ı İmamilere, Kudüs ve Horasan'ı da İsmaililer'e karşı savunmuşlardır. Ancak hakimiyet ve merkezi-mali idare açısından bu mesela Ömer (r.a.) ve belki de Emeviler dönemindeki kuvvete ulaşmamıştır.



Bu ve yukarıda aktardıklarınızdan yola çıkarak Mısırlıoğlu'na ırkçı demek isabetli olmaz. Irkçılık kendi ırkını (çoğu zaman ırki ayrıcalıklarla) üstün görerek diğer ırkları aşağı görmektir. Kendi kavmini övmek veya liderlik iddiasında bulunmak ırkçılık değildir. Mısırlıoğlu bir konuşmasında İstiklal Marşı'ndaki "kahraman ırkım" lafzını eleştiriyor ve ırki söylemi açıkça reddediyor. Bir tür bölgesel-kültürel taassub/tehazzubdan bahsedilebilir belki, ama bu da hadis-i şerifteki "asabiyet kavmine zulüm üzere yardım etmendir" kavlindeki asabiyet tarifine varmıyor, Allah'a şükür. Bu sorun en son Osmanlı dönemini meşgul etmişti ve çözülemeden Osmanlı yıkılmıştı. Devletin resmi dilinin Türkçe olması Arapları uzaklaştırıyordu. Ama sadece bu da değil, o dönemde Araplar yerel idarede ihmal ediliyor ve (Suriye'de) okullardaki Arapça öğretmenleri bile Türk oluyordu. Merkezi örgütlenme biçimi yeni olduğu için bu tür sorunlar mevcuttu. Sonraki yıllarda bazıları Halep'in ikinci başkten olarak tayin edilerek bir tür iki-merkezli devlet bile önermişlerdi, ama nihayet Suriye'de de, Türkiye'de milliyetçiler galip geldi. Liderlik düzeyinde bu sorunun çözümü gayet kolay bence ve tartışmaya mahal bırakmaz: başkent neresi olursa olsun, herkes istediği partiyi kursun ve liderliğe talip olsun, en çok oyu alan kazanır. Zaten sınırlar kalkınca bölge/ırk ayrımı da kalkar zamanla. Osmanlı döneminde bile partilerin her bölgeden mensubu vardı. Dil konusunda da yerel nüfusun isteklerine itibar edilir yerel idarede.



Bu konuda bence tek eksik olan koordinasyondur (tensik). Kimse Kadiroğlu'ndan Suriye'ye gidip savaşmasını talep etmedi. Önemli olan bölgesel mücadelelerin, hele de komşu ülke olunca, koordine halinde olmasıdır. Komşu ülkeye belirtilen talebe göre yardım edilmeli (adam, malzeme, para). Kimse bana yardım et kendi mücadeleni bırak demiyor ki. İkisini aynı anda yürütmek mümkündür. Kimse diğerinin mücadelesini baltalamaya çalışmamalı. Bir bölgedeki mücadelede de o bölge ehlinin görüşüne itibar edilir. Suriye ehli mesela cihada karar vermiştir, öyleyse onlara onların kararı itibariyle destek olunmalı.



Türkler önce başladı sözü yanlış kesinlikle. Türkiye'de zikre şayan kuvvette bir mücadele hareketi oluşamamıştır uzun bir süre. Mısır ve Hindistan bu konuda çok daha önde olmuştur. İslam dünyasındaki geniş uyanış yetmişli yıllara saptanıyor genellikle. Kral Faysal liderliğindeki Suudi-Arabistan'ın Filistin'de yenilen Cemal Nasır liderliğindeki Mısır'ı yenmesi ile insanlar batı menşeli ideolojileri terk etmeye başlıyor bu dönemde. Türkiye'nin belki de kendine has bir dinamiği vardır ve birçok grup yeraltında teşkilatlanmaya devam edegelmiştir uzun bir süre, ama ne fikri anlamda ne de kitlesel başarı olarak Türk hareketler Arap hareketlerinin nüfuz seviyesine ulaşamamıştır 50-70 yılları arasında. Hala da fikri anlamda Türkiye belirgin şahsiyetler çıkarmıştır demek zor gözüküyor, ama bunun yerel şartlar ile de alakası vardır.

İsyanlarda tek faktör zulüm değildir. Sosyal bilimciler mesela Arap baharını zulümden çok sosyo-ekonomik şartlara (ekonomik liberalleşme sonrası işsizlik, fiyat yükselmeleri ve fakirlik ile birlikte büyük bir genç nüfusu) bağlıyor. Zulmü kıyaslarsak bile Esat rejiminin Kemalistler'den aşağı kalır bir yönü yok. Dini aktivitelere karşı daha çok tahammül gösterseler de siyasi muhalefete çok daha acımasız tepki vermişlerdir. Ayrıca Türkiye'de göz önünde bulundurmamız gereken bir nokta da halkın o dönem taşra da yoğunlaşıyor olması ve Büyük Harp'te erkek nüfusun çoğunun helak olduğudur. O dönem birçok insan yetim büyümüş ve o fakirlik ve sefalet içerisinde insanların isyan etmesi de zordur. Ayrıca hükumet ilk başta dini bir söylem ile geldiği ve bir çok hocayı ve İslami kavramları (ulul emr gibi) kendine alet edindiği için eğitimsiz halkın buna aldanmamasını beklemek de büyük bir beklentidir. Kısacası, 1920leri 21. yy ile mukayese etmek mümkün değildir.

Not: Kusura bakma site mekaniğine alışık olmadığım için bu şekilde cevapladım.

Hejemoni açısından bakarsak dediğiniz gibi bin yıldan bahsedilmez, ama Roma imparatorluğu da bin yıllık ömründe her dönem istikrarlı olmamıştır. Pax Romana dönemi 200 yıl olarak geçiyor.



Akhi beni yanlış anladın ben Roma kesintisiz 1000 sene süpergüçtü demedim.
Roma takriben MÖ 50 senesinde bir süpergüç oldu. 1071 mağlubiyetine kadar ekonomik krizler, taht kavgaları, savaş yenilgileri vs gibi pek çok istikrarsızlık yaşadı ancak genel olarak gücünü muhafaza etmeyi başardı.
Bunları yaşamayan devlet yoktur. Osmanlıda bahsini ettiğim süre zarfında pek çok taht kavgası, savaş yenilgisi yaşamıştır. Safavilerin, Irak işgali ve kadınlar saltanatı dönemi gibi. Keza Selçuklularda, Sultan Muhammed Alparslanın vefatından sonra kısa bir dönem taht kavgaları yaşadılar. Ama genel olarak onlarda güçlerini muhafaza ettiler.
Kaldıki yanlız Roma değil, Âsur, Pers, Çin ve Ruslarda; Türklerin rekorunu kıran kavimlerdir. Bu Türkleri aşağı çekmez


Allah rahmet etsin, Kadir Mısırlıoğlu'nun anlatımı tartışmaya açık olsa da, galiba buradaki asıl önemli soru, Türklerin ümmete katkısıdır. Tarihteki Türk aktörlerde Türklük kimliği iddia edildiği kadar belirgin değildir ve Allah Resulü (s.a.v.) de zaten asabiyet namına atalar ile övünmeyi yasaklamıştır, ancak diğer taraftan bazı Arap yazarların menfi ve aşağılayıcı yorumları sebebiyle bu konuyu tartışmak zaruri oluyor. Tabi her türlü tarih anlatımı muvazeneli ve gerçekler üzere bina edilmiş olmalı.


Türklerin, Ümmete katkılarını Arap Milliyetçileri ve Suudi Vahhabilerden başka inkar eden yok. Zaten aklı Selim bunu gerektirir. "Anlatımı tartışmaya açık" demişsiniz. Halbuki anlatım şekli değil, bizzat anlattığı şey Tarihen/İlmen hatalıdır, Türkler o kadar uzun müddet Süpergüç olmamışlardır, olsalar bile bu marifet değildir. Diğer dediklerinize aynen katılıyorum yanlız şunuda ekleyim, özellikle Kadim İslami şahsiyyetlerin hiçbirinde kendi kavmi öne çıkmaz.Yakın dönemdeki, Malik Eş-Şahbaz dahi üçüncü döneminde(Hacc Dönüşü) böyle olmuştur.

Mısırlıoğlu'ndan farklı kelimeler kullanacak olursak, Türkler 10.yy.'dan başlayarak İslam dünyasında faal bir güç oluşturmuş ve başta Güney Doğu Avrupa ve Kafkasya olmak üzere bir çok bölgeye İslam'ı ulaştırmışlardır. Osmanlı Haçlıları defalarca yenmiş ve Hint Okyanusu'nda Hicazı dahi tehlikeye düşüren Portekiz nüfuzuna karşı direnmiştir.


Buna aynen katılıyorum. Ancak Kadir Mısıroğlu'nun söylediklerinden bu anlaşılmaz. "Türkler, bin sene Ümmete liderlik etti" diye beyanıda var başka konuşmalarında. Ben bunu eleştirdim, zira Abbasilerde ordunun ekserisinin Türk oluşunu bile Türklerin liderliğine bağlamıştı. Bu isabetli değildir zira, Ordu Türklerden derğil Horasanlılardan kurulmuştur. Yani Farîsi'lerde askleriyede etkindiler. Bürokrasi ise hemen tamamen Farîsilerin elindeydi o dönem. Osmanlıdaki Devşirme sistemine benzetebiliriz bunu. Osmanlı, Ümera ve Ordusunun Slav ve Greklerden teşekkül etti diye Osmanlının, İslam'a hizmerlerini Slav yada Greklere atfetmek ne kadar isabetsiz ise buda öyledir.
İslam Aleminin lideri meşru halifedir. 1516 senesinde Hilafet, Sultan Selim'e(r.aleyh) geçmiştir. 1924'tede hilafet kaldırılmıştır. Yani 400 sene civarı Osmanlılar, ümmetin İmamet yani liderliğini üstlenmiştir. Kaldıki "Son Halife" Abdulmecid dahil, pek çok Osmanlı Halifesinin, hilafeti batıldır. Zira içlerinde; fâsık, deli ve çocuklarda vardır.

Selçuklular 1050-1092 yıllarındaki istikrarlı saltanat döneminde başaralı merkezi bir devlet kurmuşlar ve Bağdat'ı İmamilere, Kudüs ve Horasan'ı da İsmaililer'e karşı savunmuşlardır. Ancak hakimiyet ve merkezi-mali idare açısından bu mesela Ömer (r.a.) ve belki de Emeviler dönemindeki kuvvete ulaşmamıştır.

Buna aynen katılıyorum. Hatta yazıda bunada değinmiştim.

Bu ve yukarıda aktardıklarınızdan yola çıkarak Mısırlıoğlu'na ırkçı demek isabetli olmaz. Irkçılık kendi ırkını (çoğu zaman ırki ayrıcalıklarla) üstün görerek diğer ırkları aşağı görmektir. Kendi kavmini övmek veya liderlik iddiasında bulunmak ırkçılık değildir. Mısırlıoğlu bir konuşmasında İstiklal Marşı'ndaki "kahraman ırkım" lafzını eleştiriyor ve ırki söylemi açıkça reddediyor. Bir tür bölgesel-kültürel taassub/tehazzubdan bahsedilebilir belki, ama bu da hadis-i şerifteki "asabiyet kavmine zulüm üzere yardım etmendir" kavlindeki asabiyet tarifine varmıyor, Allah'a şükür. Bu sorun en son Osmanlı dönemini meşgul etmişti ve çözülemeden Osmanlı yıkılmıştı. Devletin resmi dilinin Türkçe olması Arapları uzaklaştırıyordu. Ama sadece bu da değil, o dönemde Araplar yerel idarede ihmal ediliyor ve (Suriye'de) okullardaki Arapça öğretmenleri bile Türk oluyordu. Merkezi örgütlenme biçimi yeni olduğu için bu tür sorunlar mevcuttu. Sonraki yıllarda bazıları Halep'in ikinci başkten olarak tayin edilerek bir tür iki-merkezli devlet bile önermişlerdi, ama nihayet Suriye'de de, Türkiye'de milliyetçiler galip geldi. Liderlik düzeyinde bu sorunun çözümü gayet kolay bence ve tartışmaya mahal bırakmaz: başkent neresi olursa olsun, herkes istediği partiyi kursun ve liderliğe talip olsun, en çok oyu alan kazanır. Zaten sınırlar kalkınca bölge/ırk ayrımı da kalkar zamanla. Osmanlı döneminde bile partilerin her bölgeden mensubu vardı. Dil konusunda da yerel nüfusun isteklerine itibar edilir yerel idarede.

Akhi, ben Kadir Mısıroğluna Irçkı demedim. Sadece Irkçılık yaptı dedim. Rical ilminde mesela bir kişiye "Rafıziyyun" demek başkadır "Onda Teşeyyu' vardır" demek başkadır. Benim demek istediğim ikinci kategoride, kendisi ırkçı olmasa bile ırkçı fikirleri vardır.
Mesela başka konuşmalarında: "Ben Ülkücüleri çok seviyorum zira teaddi(aksiyon/hareket) şansı var. Ancak yanlış yerde kullanılıyor. Bu aksiyonun İslam için kullanılması lazım" minvalinde sözler sarfetmişti. Metin Yükseli katledenler solcular değil Ülkücülerdi. Hemde Cuma çıkışı vurmuşlardı(İnsanın aklına, Ömer(r.a)'ı, kavmi hırslarla şehid eden Mecusi geliyor). Kendisine bu soruluncada "Ülkücülerin, Akıncı öldürdüğünü bilmiyorum. Olsa olsa yardım etmişlerdir birbirlerine" demişti.
İslam nazarında cahiliyyelerin farkı yoktur. Sosyalizm kötü cahiliyye, "Milliyetçilik" iyi cahiliyye gibi bir tuhaf durum olamaz. O devirlerdede en çok çatışma Ülkücüler ve Solcular arasında olmuştu. Akıcılar perde gerisinde kalmasına rağmen, Ülkücülerin Şerrinden nasiplenmişlerdi. Tabi akıncılarda buna karşı çıkmışlardı. Hatta o devirlerde yaşamış ve Ülkücülerin arasında bulunmuş olan bir akrabam, akıncılar için "Ellerinde orak ve bıçaklarla bizi bekliyorlardı, şayet ellerine geçirselerde keseceklerdi. Canımızı zor kurtardık" diye anlatmıştı. Ne varki kısa bir müddet sonra 80 ihtilali oldu.
Hüseyin Nihal Atsızıda keza dürüstlüğü ve vatanperverliği ile övüyor. Eğer dürüstlük ve vatan perverlik ile övecekse Deniz Gezmiş'ide övmesi gerekirdi.
Keza, Alparslan Türkeş'ide öven pek çok kelamı vardır. Buda anlaşılabilir bir şeydir. Zira MNP kurulana kadar, İslami kesim ancak "Milliyetçilik" adı altında varlık gösterebiliyordu.
Liderlik iddiasıda tek başına ırkçılık değildir, velakin -Allah Rahmet eylesin- Üstad'ınki ifrat denebilecek bir anlayıştaydı.
Liderlik ve kavim konusundaki teklifinize genel olarak katılmakla beraber bir kaç noktayı belirteyim;
1. Herkes istediği partiyi kursun ve liderliğe talip olsun, en çok oyu alan kazanır.
Bu noktayı biraz açmak isterim, Şeriatta üç şekilde halife tayin edilir:
a)Ehli Hal ve-l Akt bir halife seçer ve insanlar ona beyat eder. Ehli Hal vel Akt, Cumhura göre Ulemadır. Bir kısmı Umera'yıda dahil etmiştir. Bu şekilde Halife seçiminin en belirgin örneği Hz Ebubekir(r.a)'ın halife seçilmesidir. Bilindiği üzere bu seçim günümüz manası ile demokratik bir seçim değildir. Ehli Hal vel Akt, Ebubekir'i(r.a) münasib görmüş ve daha sonra halta ona beyat etmiştir.
Keza Osman'ın(r.a) hilafete gelişide böyledir. Yani hilafette en çok oyu alan gelsin diye bir durum sözkonusu olamaz. Her kavimden olan Ehli Hal vel Akt, birini seçer ve Ümmet ona beyat eder.
b) Önceki Halife, hilafet şartlarını kendisinde toplayan bir veliyaht atar. Ömer'in(r.a) hilafete gelişi böyle olmuştur. Daha sonraki, Saltanat hilafetide böyledir.
c)İmamet şartlarını üzerinde toplayan, İmam Zeyd'in(r.aley) tabiri ile "Zühdü, takvası, ilmi ve cihadı ile öne çıkan bir kişi kılıcı çeker; marufu emreder, münkerden nehyeder". Buda Hilafete geliş şekillerindendir. Allahu Alem, Hilafetin ilk defa ihyasıda bu şekilde olacaktır. Zira Ümmetin ezici çoğunluğunun sözüne itibar edeceği bir Ehli Hal vel Akt olmadığı gibi, veliyyul aht atayacak bir eski Halifede yoktur. İkinci ve üçüncü halifelerin belirlenmesinde diğer iki yol uygulanmalıdır.
Aynı şekilde, seçilen halife; Hilafet için gerekli şartlardan birini kaybetmedikçe halifedir. Şayet (ruhi/bedeni)hasta olursa iyileşene kadar bir başkası vekalet eder(İmam Ali'nin hilafetinde olduğu gibi). İyileşmeden vefat ederse yeni halife belirlenir. -Allah korusun- kafir olursada zaten mürtedlik hükmü ile katledilir. Ancak böyle bir durum oluşmadığı takdirde Hilafetten keyfi olarak azledilemez hiç kimse. Hatta halife istifa dahi edemez. Nunun delili Rasulullah'ın, Osman'a(r.a) ”Ey Osman! Çok zaman geçmez seni mazlum olduğun halde katlederler. Allah, bütün şehidlerin selâmını sana ihsan buyursun. O gün geldiğinde sabırlı ol! Allahın sana giydirdiği gömleği sırtından çıkarma! Çok zaman geçmez Allah sana bir gömlek giydirir. Münafıklar bunu senden soyup almak ister. Sen o gömleği çıkarma! Eğer çıkarırsan nefsimi kudret elinde tutan Allah’a kasem ederim ki; deve iğnenin deliğinden geçmeden cennete giremezsin! (Taberânî, Mu’cemül Evsat, 5749/ İbn Kesîr, El-Bidâye, VI, 283; En Sevgilinin Dostları, s.213)
Buyurmasıdır. Bunun hikmetleride çoktur. ABD'de her eski başkan, yeni başkana enkaz bırakmaya çalışmaktadır. Bu durumda bu risk ortadan kalkar. Hiç kimse kendine enkaz bırakmaz çünkü.
Ancak hilafet dışındaki diğer kurumlarda seçim olabilir ama vucub yoktur. Siyasi partilerde şeran mahzursuzdur. Hatta -modern anlamda olmasa bile- parlemento veya senato dahi kurulabilir. Zira ilk kurulan parlementolar, hükümet belirlemek veya yasa çıkarmak için değil; hazineyi halk adına denetlemek ve halkın dertlerini devlet makamında dillendirmek gibi amaçlara binaen kurulmuştu.
Yerel İdarede son derece önemli. Bunun en güzel örneklerinden birini BK uyguluyor. BK kolonilerinin tamamının valisini Kral/Kraliçe atar. Bu kolonilerin hükümetleri dahi olmakla beraber, en ufak istikrarsızlık durumunda, vali, yerel hükümeti fesheder.
Bölgelere atanan Valiler bu konuda çok önemli, illa o bölgenin insanı olmasına gerek yok ancak vilayet ettiği bölgenin sosyolo-kültürel yapısından, din ve mezheb durumundan, konuşulan dillerinde kadar pek çok meseleden haberdar olması kısacası vilayet edeceği bölgeyi bilmesi şarttır. Bunun için illa o bölgeden olmak şart değildir, kendimden örnek vereyim; bir damla Kürt kanı taşımama karşı Kürdistanda her hangi bir yerde vilayet edersem yukarıda belirttiğim cinsten bir sıkıntı yaşamam. Ancak Kafkasya yada Türkistanda bu sıkıntıları yaşamam kaçınılmaz olur. Valiler buna dikkat edilerek atanırsa son derece etkili olur
Aynı şekilde, BK yada Japonya'da Kral/Kraliçe/İmparator devletin zirvesi olmakla beraber, birde parlemento hükümeti vardır. Bütün Ümmeti kapsayan bir meclis hükümetide kurulabilir ancak bu hükümet, Halife'nin iradesi ve izni olmadan bir karar alma yetkisine sahip olmamalıdır. Aksi taktirde bir iki başlılık olması kaçınılmazdır. Bunun en iyi örnekleri günümüzde; BK, Rusya ve Fransada uygulanmaktadır. Bütün bu devletlerde, parlemento hükümet kurar ancak Rusya ve Fransada CB, BK'da Kral/Kraliçe isterse bu hükümeti -hatta parlementoyu- fesheder.

Bu konuda bence tek eksik olan koordinasyondur (tensik). Kimse Kadiroğlu'ndan Suriye'ye gidip savaşmasını talep etmedi. Önemli olan bölgesel mücadelelerin, hele de komşu ülke olunca, koordine halinde olmasıdır. Komşu ülkeye belirtilen talebe göre yardım edilmeli (adam, malzeme, para). Kimse bana yardım et kendi mücadeleni bırak demiyor ki. İkisini aynı anda yürütmek mümkündür. Kimse diğerinin mücadelesini baltalamaya çalışmamalı. Bir bölgedeki mücadelede de o bölge ehlinin görüşüne itibar edilir. Suriye ehli mesela cihada karar vermiştir, öyleyse onlara onların kararı itibariyle destek olunmalı.

Buna kesinlikle katılıyorum. Bir zamanlar, bölgenin tartışmasız en büyük ve teşgilatçı cemaatinde bulunmuş birisi olarak bunun önemini biliyorum. Bu hatayada düşenler: genelde Mücahidler değil, Dai'ler oluyor! Davet'i cihad sınıfından saymak en çok onlarda görülen bir durum. Birisi onları cihada teşvik ettiğinde ise "Sen neden buradasın" diyorlar. Mesela Ebu Hanzala, TC'nin Daveti engellemek için İnsanların Cihad'a yönelmesini istesiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Akıl ve mantık dahilinde konuşmak lazım, herkes Cihad beldelerinde olursa oraya Para, Silah ve Muhacirleri kim ulaştıracak? Kaldıki o kişinin Cihad'a gitmemek için belki meşru bir manzereti olabilir.
Ama -Allahu alem- her cemaatin, cihad ile az çok bağlantılı olması gerektiğini düşünüyorum hele TC gibi bir ülkede.
Mesela, eskiden mensub olduğum Hizbullah cemaati bölgede PKK ile savaşın özellikle ilk yılında çok zorluk çekmiştir. Halbuki -her bölge insanı gibi- mensuplerı Silah kullanması bilirdi ve yine her bölgeli gibi Silaha ulaşma sıkıntıları yoktu. Buna rağmen, Silah temin edilip organize olunana kadar ciddi problemler yaşandı, çok fazla Şehid verildi.
Bunun olmaması için Cihad grupları ile iletişim halinde olunması ve her daim olası bir cihad haline hazır olunması gerektiğini düşünüyorum.
Şurayıda açayım, "Suriye ehli mesela cihada karar vermiştir, öyleyse onlara onların kararı itibariyle destek olunmalı." bu cihad sadece Suriyelilerin Cihadıdır demek değildir. Yalnızca orada yaşayanlar onlar olduğu için bu fetvayı vermek onların işidir demektir. Pek çok büyük mücahid komutan, memleketi dışındaki Cihad bölgelerinde bulunmuş hatta önemli görevler üstlenmiştir, en meşhurları: Ebu Musab Zerkavi, Komutan Hattab ve Ebu Muhammed Cevlani'dir.

Türkler önce başladı sözü yanlış kesinlikle. Türkiye'de zikre şayan kuvvette bir mücadele hareketi oluşamamıştır uzun bir süre. Mısır ve Hindistan bu konuda çok daha önde olmuştur. İslam dünyasındaki geniş uyanış yetmişli yıllara saptanıyor genellikle. Kral Faysal liderliğindeki Suudi-Arabistan'ın Filistin'de yenilen Cemal Nasır liderliğindeki Mısır'ı yenmesi ile insanlar batı menşeli ideolojileri terk etmeye başlıyor bu dönemde. Türkiye'nin belki de kendine has bir dinamiği vardır ve birçok grup yeraltında teşkilatlanmaya devam edegelmiştir uzun bir süre, ama ne fikri anlamda ne de kitlesel başarı olarak Türk hareketler Arap hareketlerinin nüfuz seviyesine ulaşamamıştır 50-70 yılları arasında. Hala da fikri anlamda Türkiye belirgin şahsiyetler çıkarmıştır demek zor gözüküyor, ama bunun yerel şartlar ile de alakası vardır.

Ben zaten bu durumdan ötürü TC halkını suçlamadım. Onların bana göre tek suçu "Fasıkların haberlerine güvenme" noktasında ayaklarının kaymasıdır. Kürdistan, nisbeten daha iyi durumdadır zira Medrese geleneğini sürdürmeye çalışmışlardır. Ancak, doğu medreselerinde okumuş birisi olarak söyleyimki bu medreselerdeki ilmi eiğitim son derece nakıstır ve ileriye dönük değildir. Önceki Ulemanın ictihadlarını ezbeletir fıkıhta, ancak güncel meselelerde sınıfta kalır. Bu medreselerde okuyan bir tilmiz, örneğin hangi şartlarda zina suçu sabit olur bilir ancak, "Meni tahlili vb adli tıp bu işte ne ölçüde delildir" diye sorsan cevap veremez. Suların hükümlerini su gibi bilir ancak "Su tahlil cihazı nerelerde kullanılabilir" dersen bilmez. Fıkıh yönü nakıstır.
Keza akide, tefsir, kelam gibi ilimlerdeki durumuda böyledir. Hadis ilminde ise zaten çok zayıftır.
Ama bütün bu sıkıntılarına rağmen en azından İslam bilinci oluşturmayı başarmıştır Şark medreseleri. Bu nedenledirki Hizbullah gibi, bir takım bidat ve arızaları olsada muvahhid bir hareket burada doğmuştur.
Diğer yerlerde ise, bu imkanlar yoktu. Ulema sınıfı canını zor kurtarmıştı, medrese geleneği ise ölmüştü. İslami mücadele yürütmeye kimse cesaret edemiyordu. MNP bunu kısmen kırdı velakin parti olarak doğduğu için bu kırılmadan AKP gibi bir fitne doğdu. Türkiyede fikri anlamda en belirgin şahsiyet Hüseyin Velioğlu(r.aleyh)'tir ancak bölge ile sınırlıdır. Ve o zaman için -Abdullah Azzam dahil- pek çok İslami liderin düştüğü hataya düşerek bir İran sempatisi oluştumuştur.
Erbakan, kısmen böyle bir kişiydi. Ancak özellikle AKP'den sonra etkisi kırıldı.
Ancak unutulmamalıdırki ikisininde etkisi yanlızca TC topraklarında olmuştur

İsyanlarda tek faktör zulüm değildir. Sosyal bilimciler mesela Arap baharını zulümden çok sosyo-ekonomik şartlara (ekonomik liberalleşme sonrası işsizlik, fiyat yükselmeleri ve fakirlik ile birlikte büyük bir genç nüfusu) bağlıyor. Zulmü kıyaslarsak bile Esat rejiminin Kemalistler'den aşağı kalır bir yönü yok. Dini aktivitelere karşı daha çok tahammül gösterseler de siyasi muhalefete çok daha acımasız tepki vermişlerdir. Ayrıca Türkiye'de göz önünde bulundurmamız gereken bir nokta da halkın o dönem taşra da yoğunlaşıyor olması ve Büyük Harp'te erkek nüfusun çoğunun helak olduğudur. O dönem birçok insan yetim büyümüş ve o fakirlik ve sefalet içerisinde insanların isyan etmesi de zordur. Ayrıca hükumet ilk başta dini bir söylem ile geldiği ve bir çok hocayı ve İslami kavramları (ulul emr gibi) kendine alet edindiği için eğitimsiz halkın buna aldanmamasını beklemek de büyük bir beklentidir. Kısacası, 1920leri 21. yy ile mukayese etmek mümkün değildir.

Akhi beni yanlış anladığın bir yer daha, ben Türkleri suçlamadım Kadir Mısıroğlunun aksine...
Siyasi Muhalefete, Tek parti cuntasıda en az Esad kadar sert tepki vermiştir. İstiklal mahkemelerinde asılanlar, İskilipli Atıf vb karşıtı olan değil sadece rejim taraftarı olmayan insanlar dahi asılmıştır.
Ama o devir halkının aksine bu devir halkını mazur görmiyorum(bazı kardeşler katılmayabilir).
Eskiden beri, Devletin aleyhine tek kelime konuştuğunuz zaman, "Vatan haini" ilan ediliyorsunuz. Tamam kıyam edin falan demiyorum, yalnızca askere dua etmeyin, çağımızın fitnesine oy vermeyin dersen bile vatan haini oluyorsun. Arap halkları, bir şekilde Devletinde terörist olabileceğini anladı. Ama Türkiyede, öyle fikirde olan yerler varki, birisine "O uyuşturucu ticareti yapıyor/ Hırsızlık yapıyor/Eşkiyalık yapıyor" dersen bile "Askere/Polise/Devlete kurşun sıktı" demişsin kadar ağır olmaz. Tamam Suriye olmaktan korkuyorsunda unutma Suriye, Devlet terörü yüzünden bu halde!
PKK devlet terörünün bir meyvesi!
Kıyamete kadar, Peygamberin Medinede kurduğu dahil hiçbir devlet baki olmamış, senin Tağuti küfür devletinmi baki olacak sanki!

Ve Son olarak, ben makaleyi Üstadı eleştirmek yada reddiye vermek için değil yanlızca onun kitap ve seminerlerinden istifade eden kardeşler bu hususlara dikkat etsin diye kaleme aldım.
Vesselam
 
Kozsoy Çevrimdışı

Kozsoy

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
  1. PKK devlet terörünün bir meyvesi!

, demirtaşın kitabını da okuyalımmı ?
 
İmam Malik Çevrimdışı

İmam Malik

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
kudus'ü kurtaran mumine laf eden bir şerefsizdir . bir kaç nesil sonra kendi ve uydurduğu her zırvası unutulacak laf ettiği ise her daim hayırla anılacaktır . bu arada gene ilave yapayım zırvananın doruklarında tarihçi havasında uçarken belkide o bahsettiği cinlerden sebep veya başka bir nedenden dolayı , kaş yapacağım derken göz çıkarıp rahmetli abdülhamid'i pezevenk ilan ettiğinin bile farkında değildir BOP raportörü eleman .

Vefat etmiş bir İnsana "Şerefsiz" demek İslam ahlakı değildir kardeşim! Abdulhamidi pezevenk ilan etmesine dari bir yazısını yada kelamını bilmiyorum naklederseniz sevinirim.
 
İmam Malik Çevrimdışı

İmam Malik

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
  1. PKK devlet terörünün bir meyvesi!

, demirtaşın kitabını da okuyalımmı ?

Demirtaşın kitabını hiç okumadım, bilmiyorum ama Abdullah Öcalan'ın(l.aleyh) bir kaç kitabını okudum. PKK'yi anlamak için Öcalanın kitapları okunmalıdır. Demirtaşınkiler sadece propaganda malzemesidir.
PKK, sol-sosyalist bir yapıdır ve Devlet güdümünde kurulmuştur. Bunu anlamak için, Öcalanın biyografisini Vikipediden okumak bile yeterlidir. THKP-C gibi bir oluşumda yer almıştır. Bu oluşumda, Deniz GEZMİŞİN silah arkadaşları tarafından kurulmuş bir Sol örgüttür.
Daha sonraları ise Doğu PERİNÇEK riyasetindeki Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi'nde(TİİKP) bulunmuştur.
Keza Ankarada PKK'nin temellerini atarken, Kesire ÖCALAN ile evlenmiştir. Kesire ise, MİT görevlisi olan Ali YILDIRIM'ın kızıdır.
Devlet, her potansiyel muhalifi için bir ayı oynatma yoluna gitmiştir.
Muhafazakar/İslami cenah için geçmişte Ülkücüler/AP/DP, günümüzde AKP olmuştur.
Başta Türk Solu olmak üzere, Sol kesim için bu Aydınlık hareketi olmuştur.
Kürtçüler içinse bu PKK olagelmiştir.

1984 ile 2002 arası dönemde en büyük Terörist, Devlet haline gelmişti Küristanda.
Dağa adam kaçırıp yol kenarında kurşunlamaktan, Köy yakmaya kadar; İnsanlara pislik yedirmekten tut falakaya çekmeye kadar pek çok terör fiilini bizzat devlet irtikab etmiştir Kürt illerinde.
1991 senesinde PKK; SSCB'nin -ve tabi Sosyalizmin- çöküşü, Hizbullah Cemaati ile girdiği çatışmalar ve bölgede devletle yarışır halde irtikab etmeye başladığı zulümler sebebi ile destek ve kan kaybetmeye başlamıştır.
Sonuç, Mustazaf Kürt halkının problemleri çözülmediği gibi; Kardeş Türk ve Kürt kavimleri biribirne küstürülmüş, İnsanlar ya TC yada PKK taraftarı olmak üzere iki yola mecbur edilmiştir.
Tek yol İslam'dır. PKK Kürtlerin, Sosyalizm mustazafların, BAAS Arapların problemlerini çözememiştir aksine körüklemiştir.
Bundan sonrada böyle olacaktır.
İslamın dünyada yek güç olduğu özellikle 644-744 arası dönem ve kısmen daha sonraki Abbasi, Eyyubi, Selcuki, Zengi ve Osmani dönemleri bunun en açık örneğidir.
 
عبد الرحمن Çevrimdışı

عبد الرحمن

قُل آمَنتُ بِاللهِ ثُمَّ استَقِم
İslam-TR Üyesi
@İmam Malik Türkçülük ister milliyetçilik, ister ulusalcılık (devletçi milliyetçilik), isterse de kendi içine kapalı bir düşünce tarzı/doğal asabiyet olsun, zararlıdır. Zaten biri diğerini doğuruyor çoğu kez. Din düşmanı Atsız veya Türkeş gibilerinin övülecek bir tarafı da yok. Sadece bazı meseleleri daha tafsilatlı konuşmak için yorumda bulunuyroum akhi.

Şurayıda açayım, "Suriye ehli mesela cihada karar vermiştir, öyleyse onlara onların kararı itibariyle destek olunmalı." bu cihad sadece Suriyelilerin Cihadıdır demek değildir. Yalnızca orada yaşayanlar onlar olduğu için bu fetvayı vermek onların işidir demektir.

Evet, Suriye ehlinden kastım Suriye'de bulunan, oranın ahvalini bilen ve dolayısıyla bölgenin çıkarlarının önüne geçecek şahsi çıkarları olmayan cemaatlerdir. Bu genellikle vatandaşlık ile eşleşse de, ulusalcı düşüncenin aksine bir vatandaşlığın özgün bir değeri yoktur. Ancak yine de liderin bölge halkından olması bu bağlamdaki ön yargıların önüne geçmekte faydalı olacaktır.

Liderlik ve kavim konusundaki teklifinize genel olarak katılmakla beraber bir kaç noktayı belirteyim;
1. Herkes istediği partiyi kursun ve liderliğe talip olsun, en çok oyu alan kazanır.
Bu noktayı biraz açmak isterim, Şeriatta üç şekilde halife tayin edilir:
a)Ehli Hal ve-l Akt bir halife seçer ve insanlar ona beyat eder. Ehli Hal vel Akt, Cumhura göre Ulemadır. Bir kısmı Umera'yıda dahil etmiştir. Bu şekilde Halife seçiminin en belirgin örneği Hz Ebubekir(r.a)'ın halife seçilmesidir. Bilindiği üzere bu seçim günümüz manası ile demokratik bir seçim değildir. Ehli Hal vel Akt, Ebubekir'i(r.a) münasib görmüş ve daha sonra halta ona beyat etmiştir.
Keza Osman'ın(r.a) hilafete gelişide böyledir. Yani hilafette en çok oyu alan gelsin diye bir durum sözkonusu olamaz. Her kavimden olan Ehli Hal vel Akt, birini seçer ve Ümmet ona beyat eder.
b) Önceki Halife, hilafet şartlarını kendisinde toplayan bir veliyaht atar. Ömer'in(r.a) hilafete gelişi böyle olmuştur. Daha sonraki, Saltanat hilafetide böyledir.
c)İmamet şartlarını üzerinde toplayan, İmam Zeyd'in(r.aley) tabiri ile "Zühdü, takvası, ilmi ve cihadı ile öne çıkan bir kişi kılıcı çeker; marufu emreder, münkerden nehyeder". Buda Hilafete geliş şekillerindendir. Allahu Alem, Hilafetin ilk defa ihyasıda bu şekilde olacaktır. Zira Ümmetin ezici çoğunluğunun sözüne itibar edeceği bir Ehli Hal vel Akt olmadığı gibi, veliyyul aht atayacak bir eski Halifede yoktur. İkinci ve üçüncü halifelerin belirlenmesinde diğer iki yol uygulanmalıdır.
Aynı şekilde, seçilen halife; Hilafet için gerekli şartlardan birini kaybetmedikçe halifedir. Şayet (ruhi/bedeni)hasta olursa iyileşene kadar bir başkası vekalet eder(İmam Ali'nin hilafetinde olduğu gibi). İyileşmeden vefat ederse yeni halife belirlenir. -Allah korusun- kafir olursada zaten mürtedlik hükmü ile katledilir. Ancak böyle bir durum oluşmadığı takdirde Hilafetten keyfi olarak azledilemez hiç kimse. Hatta halife istifa dahi edemez. Nunun delili Rasulullah'ın, Osman'a(r.a) ”Ey Osman! Çok zaman geçmez seni mazlum olduğun halde katlederler. Allah, bütün şehidlerin selâmını sana ihsan buyursun. O gün geldiğinde sabırlı ol! Allahın sana giydirdiği gömleği sırtından çıkarma! Çok zaman geçmez Allah sana bir gömlek giydirir. Münafıklar bunu senden soyup almak ister. Sen o gömleği çıkarma! Eğer çıkarırsan nefsimi kudret elinde tutan Allah’a kasem ederim ki; deve iğnenin deliğinden geçmeden cennete giremezsin!” (Taberânî, Mu’cemül Evsat, 5749/ İbn Kesîr, El-Bidâye, VI, 283; En Sevgilinin Dostları, s.213)
Buyurmasıdır. Bunun hikmetleride çoktur. ABD'de her eski başkan, yeni başkana enkaz bırakmaya çalışmaktadır. Bu durumda bu risk ortadan kalkar. Hiç kimse kendine enkaz bırakmaz çünkü.
Ancak hilafet dışındaki diğer kurumlarda seçim olabilir ama vucub yoktur. Siyasi partilerde şeran mahzursuzdur. Hatta -modern anlamda olmasa bile- parlemento veya senato dahi kurulabilir. Zira ilk kurulan parlementolar, hükümet belirlemek veya yasa çıkarmak için değil; hazineyi halk adına denetlemek ve halkın dertlerini devlet makamında dillendirmek gibi amaçlara binaen kurulmuştu.
Yerel İdarede son derece önemli. Bunun en güzel örneklerinden birini BK uyguluyor. BK kolonilerinin tamamının valisini Kral/Kraliçe atar. Bu kolonilerin hükümetleri dahi olmakla beraber, en ufak istikrarsızlık durumunda, vali, yerel hükümeti fesheder.
...
Aynı şekilde, BK yada Japonya'da Kral/Kraliçe/İmparator devletin zirvesi olmakla beraber, birde parlemento hükümeti vardır. Bütün Ümmeti kapsayan bir meclis hükümetide kurulabilir ancak bu hükümet, Halife'nin iradesi ve izni olmadan bir karar alma yetkisine sahip olmamalıdır. Aksi taktirde bir iki başlılık olması kaçınılmazdır. Bunun en iyi örnekleri günümüzde; BK, Rusya ve Fransada uygulanmaktadır. Bütün bu devletlerde, parlemento hükümet kurar ancak Rusya ve Fransada CB, BK'da Kral/Kraliçe isterse bu hükümeti -hatta parlementoyu- fesheder.

Hulefa-yi Raşidîn'in sünneti aydınlatıcı olmakla birlikte, sünnette teşkilat ve idare biçimini belirleyen herhangi bir nizam açıklanmamış, bu türden bağlayıcı bir emir varit olmamıştır. Daha çok külli kaideler mevcuttur, emanetleri ehline tevdi etme, imamın müşavere etmesi, akitlere bağlılık, gibi. Cemaat ve biat de bir akittir, ki Resulullah (s.a.v.) Medine'de hazırladığı vesika ile bunu göstermiştir. Dolayısıyla Müslümanlar bunu maslahata uygun bir biçimde tasarlayabilirler.

Ulema sizin de dediğiniz gibi ehli hall vel akd'in imamı seçeceğini yazıyor. Ancak pek az kimse bu kurumun nasıl teşekkül edeceğine değiniyor. Bu da tegallübe (zorbalık ile iktidara gelmek) sebep olagelmiştir. Genel seçimler bunun önüne geçmenin en sağlam yönü. Başta İmam Zeyd örneğinize benzer bir şekilde bir devrim gerçekleştirilir ve İslami cemaatler bir araya gelip, Medine vesikasında olduğu gibi bir anayasa hazırlarlar. Burada İslami değerler ve devletin temel esasları kayıt olunur. Bu şekilde hiçbir parti şeri çerçevenin dışına çıkamaz. Yüksek mahkemedeki hukukçu-fukaha bunu denetler. Siyasi/idari kararnamelerin ve yasamanın dışında şeri meselelere ulema fetva verir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de başta kararnamelere fetva alınıyordu, ancak Kemalistler dini müesseseleri etkisiz hale getirdiler, ki bu da faal ve bilinçli İslami bir kitlenin veya cemaatin olmayışından yapılabildi. Mahkemenin fukahaca idare edildiği ve eğitimin İslami terbiye üzere yapıldığı bir toplumda böyle bir darbenin olmayacağı umulur. Benzer bir model de Mursi önderliğindeki Mısır'da uygulanmaya çalıştı. Şeriat ve İslam fıkhı yasama merci ilan edildi ve El-Ezher de Osmanlı Meşihatı gibi bunu beyan eden resmi organ. Sedat ve Mübarek zamanı hakimlerin İslam'ı kafalarına göre tevil etmemesi için (Pakistan'da da benzeri yaşanıyor, faizin helalliğine vs. karar çıkıyor) sadece "şeriat" yerine "İslam Fıkhı"nın anayasa girmesi önemliydi. Ancak burada da yine, askeriye ve adli kurumlar devrim öncesi adamların elinde olduğu için bunlar darbe yapabildi. Bu sebepten ötürü kanımca genel bir İslami devrim yapıldıktan sonra (İmam Zeyd örneği) usulünce seçimler başlatılabilir.

Sizin savunduğunuz model, yani bir nevi müçtehidlerin/imamın ve siyasetçilerin ayrılması, İran İslam Cumhuriyeti modeline benziyor. Sünniler arasında partiye karşı çıkanlar benzer bir sistem arzuluyorlar. Hasan el-Benna da bu görüşteydi (ehli hal vel akd'i müçtehit ulemaya sınırlamadan). Belki Afganistan gibi bir tane İslami hareketin kuvvetli olduğu yerlerde böyle yapılabilir. Bu durumda genel meclisin fazla bir yetkisi olmaz. Cemaatler arası istişare daha çok gayr-ı resmi müşavere. Ancak Türkiye gibi farklı cemaatleri barındıran bir ülkede İran müçtehitleri gibi insicam içerisinde bir yapı yok, ki Humeyni bile rehber olana kadar kaç adamı etkisiz hale getirmiş. Bu yüzden seçimler en sağlam yöntem. Bir cemaatin ne kadar güçlü olduğunu da silahları veya parası değil adam sayısı göstermeli. Özellikle de ileride İslam devleti daha geniş bir coğrafyayı kapsarsa bu böyle. Bundaki temel maksadımız istikrardır, yani hükumetin barışçıl bir şekilde devredilmesi. Emirlik sistemlerinde çatışma çıkması daha muhtemeldir, çünkü hükumetten memnun olmayanların herhangi bir seçeneği yoktur. Hz. Ali ve Hz. Muaviye (r.anhuma) arasındaki ihtilafta bunu görmek mümkündür. Ehli hal vel-akit'ten bahsederken bunun her daim istikrarlı, kendi arasında müttefik, sağlam bir yapı olduğu hayal ediliyor. Ancak bildiğimiz gibi, Medine ehli hal vel-akiti (r.anhum) bile Cemel savaşında karşı karşıya gelmiştir. Sonrasında da Âl-i Ali, Ümeyye ve Zübeyr taraftarları karşı karşıya gelmiştir. Bu tarafların partiden farkı yoktur ve bizim aradığımız, tarafların birlikte çalışacağı bir platform tasarlamaktır. Benim takip ettiğim görüş, hilafeti taşıyan Müslüman halkın hükumetin aslını (masdar es-sulta) teşkil ettiği ve İslami partiler yoluyla kendi aralarından bir imam seçmesi gerektiğidir.

Hz. Osman hadisinde söz konusu azl değil, isyandır. Bu isyan da malumat/iletişim kopukluğu nedeniyle ortaya çıkmıştır. Medine ehl-i halli Hz. Osman (r.anh)ı azletmek istememişlerdir.

Birleşik Krallıklar, Fransa ve Rusya misallerine gelince, Rusya hariç bu ülke cumhurbaşkanlarının hükumeti feshetme gibi bir yetkisi yoktur. İngiliz İmparatorluğu bunu tebasını yeterince medeni görmediği sömürge ülkelerinde yapıyordu sadece. Birleşik Krallıklar'da artık kraliçenin herhangi bir gücü yoktur ve başkbakanı da meclis seçer. Fransa'da halk hem meclis üyelerini hem de Cumhurbaşkanını seçer. Cumhurbaşkanı meclisin çoğunluğu arasından başbakanı seçer, ama onu azletme veya meclisi feshetme yetkisi yoktur. Rusya da Fransa gibi yarı-başkanlık ile idare ediliyor, ama Rusya'nın sistemi daha çok Hitler öncesi Weimar Almanyası'na benziyor. Cumhurbaşkanı meclisi feshetme yetkisine sahip. Bu da gördüğümüz gibi ülkeyi tegallübe müsait hale getirmiştir.
 
İmam Malik Çevrimdışı

İmam Malik

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Ulema sizin de dediğiniz gibi ehli hall vel akd'in imamı seçeceğini yazıyor. Ancak pek az kimse bu kurumun nasıl teşekkül edeceğine değiniyor. Bu da tegallübe (zorbalık ile iktidara gelmek) sebep olagelmiştir. Genel seçimler bunun önüne geçmenin en sağlam yönü. Başta İmam Zeyd örneğinize benzer bir şekilde bir devrim gerçekleştirilir ve İslami cemaatler bir araya gelip, Medine vesikasında olduğu gibi bir anayasa hazırlarlar. Burada İslami değerler ve devletin temel esasları kayıt olunur. Bu şekilde hiçbir parti şeri çerçevenin dışına çıkamaz. Yüksek mahkemedeki hukukçu-fukaha bunu denetler. Siyasi/idari kararnamelerin ve yasamanın dışında şeri meselelere ulema fetva verir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de başta kararnamelere fetva alınıyordu, ancak Kemalistler dini müesseseleri etkisiz hale getirdiler, ki bu da faal ve bilinçli İslami bir kitlenin veya cemaatin olmayışından yapılabildi. Mahkemenin fukahaca idare edildiği ve eğitimin İslami terbiye üzere yapıldığı bir toplumda böyle bir darbenin olmayacağı umulur. Benzer bir model de Mursi önderliğindeki Mısır'da uygulanmaya çalıştı. Şeriat ve İslam fıkhı yasama merci ilan edildi ve El-Ezher de Osmanlı Meşihatı gibi bunu beyan eden resmi organ. Sedat ve Mübarek zamanı hakimlerin İslam'ı kafalarına göre tevil etmemesi için (Pakistan'da da benzeri yaşanıyor, faizin helalliğine vs. karar çıkıyor) sadece "şeriat" yerine "İslam Fıkhı"nın anayasa girmesi önemliydi. Ancak burada da yine, askeriye ve adli kurumlar devrim öncesi adamların elinde olduğu için bunlar darbe yapabildi. Bu sebepten ötürü kanımca genel bir İslami devrim yapıldıktan sonra (İmam Zeyd örneği) usulünce seçimler başlatılabilir.

Büyük oranda katılıyorum. Velakin şunuda eklemem lazım: Dini müesseseler, kesinlikle devletten bağımsız olmalı.
Osmanlıda, tanzimat fermanı ilan edilip; günümüz Tuğyan rejiminin temelleri atılırken, Kevsericilerin öve öve bitiremedikleri "Osmanlı Uleması" arasından buna fetva verenler hiçte az değildir.
Diğerleri ise susmuş ve bunun batıl olduğunu söylememiştir.
Mısırdaki El Ezher, Suud'daki MEDIU ve Umm Ul-Qura üniversiteleri ve müftülükler hatta bizzat TC'deki DİB ve alt kurumları bunun örnekleri arasında sayılabilir.
Seçimlere bende karşı değilim, Velakin bunun usulünce yapılması gerekir.
Seçimle bir Ehli Hal ve-l Akt belirlenmesi teorik olarak mümkün. Bir nevi ABD'deki, başkanlık seçimi gibi olur. İyi uygulanırsa olabilir ancak, şu an yaşanan birkaç sıkıntının bir şekilde giderilmesi gerekir:
1. Eşyanın tabiatındandır böyle bir ortamda siyasi hizibler ve partiler doğacaktır. Seçmenin genel olarak partiye yada lidere değil, seçeceği Ehli hal vel Akta oy verilmesi sağlanmalıdır. Yukarıda örnek verdiğim ABD'de mesela bu böyle olmamaktadır. Kişiler, başkanlık kurultay adaylarından ziyade partiye veya başkan adayına oy vermektedirler.
TC'de de eskiden halk oyu Milletvekillerine verirdi, Milletvekilleri hükümet kurardı. Ama aslında yine oy partilere ve Genelbaşkanlara verilirdi.
Ehli hal vel aktin belirlenmesinde -Allahu alem- 60 ile 80 ihtilalleri arasında TC'de uygulanan, senato seçim modeli veya BK'daki lordlar kamarası modeli uygulanabilir. Ehli hal ve-l Aktin, hepsi bir seçimde belirlenmez. Çoğunluğu ilmi açıdan liyakat sahibi kişiler arasından parça parça -ve liste sistemi olmadan- seçilir. Bir kısmını Halife atar. Bir kısmınıda önceki üyeler belirler. En zınlık birde daimi üyeler olabilir(Yerel idarecliler vs). Bu Bu şekilde, hizibleşme önemli ölçüden önlenir ve halkın, lidere/hizbe değil, namzete destek vermesi sağlanabilir ve en önemlisi; bu kurumun bir veraset halini almayacağı gibi tamamen Halifeye karşı halkın elinde bir silah olmasıda önlemiş olacaktır.
Ve tabii Partiler, oy almak adına pek çok etik dışı yönetem sapmaktadır. Mesela benim yaşadığım bölgede bir kısım sülaileleri besleme haline getirmişlerdir. (Fırattan)Batı taraflarında ise şirketler bu duruma getirilir. Bunun yapılma sebebi oy devşirmektir. Besleme haline getirilen her sülaile, beslendiği partiye destek verir.
Batıdada bu tarz şiketler seçim kampanyalarını finanse ederler, birazdaha semirmiş olanları medya organları ile propaganda yaparlar. Partiler ise diyetlerini onları semirterek öderler.
(Bu durumun elbetteki kapitalist ekonomi ilede alakası vardır ama siyasi boyutunuda ihamal etmemek gerekir)
Küresel Tuğyan dediğimiz sermaye sahibi aileler, dünyanın başına Fransız ihtilalinden sonra bela olmuştur bu şekilde. Her iktidar değişiminde semirmiş ve bu hale gelmişlerdir. Yerel düşünürsek, tüsiad camiasının durumuda böyledir.
Bülent Ecevitin bir sözü vardı "Pazarı tamamen serbest bırakırsanız, pazar asla serbest kalmaz; Tekellerin ve Kartellerin güdümü altına girer"
El hak bu söz doğrudur ve aynı şey halk iradesi içinde geçerlidir. İpler tamamen halk iradesine verilirse halk iradesi asla oluşamaz, Partilere ve dolaylı olarak sermaye baronlarına ve medya patronlarına geçer.
Bir örnek vereyim; zannedilenin aksine ABD halkı, Yahudilerden nefret eder. Hatta, Trump'ın mağlubiyetindede bu etkili olmuştur.
Dünyada Yahudiler aleyhine on kitap çıkarsa bunun yaklaşık 5 tanesini Amerikalılar, 3 tanesini Müslümanlar 2 tanesini diğerleri çıkartır.
Buna rağmen her gelen başkan bir ölçüde Yahudileri beslemek zorundadır. Zira ellerinde bulunan medya ve sermaye gücü ile kamuoyunu manipüle etmektedirler.
Bunun en büyük ilacı, tabiki kokuşmuş kapitalist/faizci ekonomiyi maşatlığa atmaktan geçer. Siyasi olarakta yukarıda bahsettiğim önlemlere ek olarak, bu kesimin devleti sömürmesini engellemek adına kamunun işlerinin görülmesi için kamu firmaları kurulabilir. Yada İslami usullere uygun kooparatif benzeri yapılar oluşturulabilir. Bunlar iktisadi tedbirlerdir.
İlk maddede saydıklarım dışında, siyasi olarak ise şübhesiz en büyük tedbir, Ömer(r.a)'ın yaptığı gibi bir mal takip sistemi kurmaktır.
Zaten kapitalist ekonomi çöpe atıldıktan sonra, adam akıllı bir siyasi sistemde kurulursa bu gibi taşlar yavaş yavaş yerine oturacaktır.
(Bunları sadece tafsilatlandırma amaçlı yazdım :) )

Sizin savunduğunuz model, yani bir nevi müçtehidlerin/imamın ve siyasetçilerin ayrılması, İran İslam Cumhuriyeti modeline benziyor. Sünniler arasında partiye karşı çıkanlar benzer bir sistem arzuluyorlar. Hasan el-Benna da bu görüşteydi (ehli hal vel akd'i müçtehit ulemaya sınırlamadan). Belki Afganistan gibi bir tane İslami hareketin kuvvetli olduğu yerlerde böyle yapılabilir. Bu durumda genel meclisin fazla bir yetkisi olmaz. Cemaatler arası istişare daha çok gayr-ı resmi müşavere. Ancak Türkiye gibi farklı cemaatleri barındıran bir ülkede İran müçtehitleri gibi insicam içerisinde bir yapı yok, ki Humeyni bile rehber olana kadar kaç adamı etkisiz hale getirmiş. Bu yüzden seçimler en sağlam yöntem. Bir cemaatin ne kadar güçlü olduğunu da silahları veya parası değil adam sayısı göstermeli. Özellikle de ileride İslam devleti daha geniş bir coğrafyayı kapsarsa bu böyle. Bundaki temel maksadımız istikrardır, yani hükumetin barışçıl bir şekilde devredilmesi. Emirlik sistemlerinde çatışma çıkması daha muhtemeldir, çünkü hükumetten memnun olmayanların herhangi bir seçeneği yoktur. Hz. Ali ve Hz. Muaviye (r.anhuma) arasındaki ihtilafta bunu görmek mümkündür. Ehli hal vel-akit'ten bahsederken bunun her daim istikrarlı, kendi arasında müttefik, sağlam bir yapı olduğu hayal ediliyor. Ancak bildiğimiz gibi, Medine ehli hal vel-akiti (r.anhum) bile Cemel savaşında karşı karşıya gelmiştir. Sonrasında da Âl-i Ali, Ümeyye ve Zübeyr taraftarları karşı karşıya gelmiştir. Bu tarafların partiden farkı yoktur ve bizim aradığımız, tarafların birlikte çalışacağı bir platform tasarlamaktır. Benim takip ettiğim görüş, hilafeti taşıyan Müslüman halkın hükumetin aslını (masdar es-sulta) teşkil ettiği ve İslami partiler yoluyla kendi aralarından bir imam seçmesi gerektiğidir.

Ben, "Müctehidlerin/İmamın siyasetçiden ayrılması" modelini savunmadım. Dediğiniz gibi bu İran modelidir. İran, bu modeli başta Roma olmak üzere Katolik/Ortadox avrupadan esinlenerek oluşturmuştur.
Benim savunduğum modelin dünyada tam bir öreneği yok. Velakin (monarşi hariç) idarede büyük ölçüde BK modeli denilebilir.
Kral/Kraliçe, Angilican kilisesinin başı kabul edilir, bununla beraber "Avam kamarası(Parlemento)" vardır. Devlet büyük ölçüde parlemento tarafından idare edilsede -Özellikle kriz zamanlarında- geçici olarakta olsa, Kral/Kraliçe burayı fesheder. En son 2019 senesinde bu yaşanmıştır. Tabi, tarihteki en uzun Kraliyet hükümeti 26 ay sürmüştür o ayrı...
Kral/Kraliçe izin vermeksizin Parlementodan kanun çıkamaz. Aynı zamanda kritik pozisyonlara atamalarıda Kral/Kraliçe yapar. Harb veya Sulh ilanı, uluslarası arenada devleti temsil yetkisi ve dolayısı ile devlet adına muahede imzalama hakkı vardır.
Türkiyedeki cemaatlerin çokluğuna gelirsek, hangi cemaatlerin bu oluşuma dahil edileceğide önemli;
Rejimin müdafasını yapmaktan ve Muvahhidlere zehir kusmaktan başka bir fonksyonu olmayan ve muhtemelen devrim esnasında hatta sonrasında aynı işi yapacak olan İsmailağa, Nur camiası, Kevseriyye gibi yapılara bu yeni Rejimde yer vermek şöyle dursun; Devrimden sonra bunlara Mürted ahkamı uygulanması icab eder(Hüccet ikame etmek ve dahada olmuyorsa haddi uygulamak)
Bu vblerini dışarda tutarsak geriye birkaç küçük tasavvufi oluşum, Süleymancıların çok az bir kısmı, Hizbullah Cemaati, ve irili ufaklı Selefi cemaatleri ve Özgür-der gibi bazı küçük oluşumlar kalır. Kendimizi çok zorlarsak en Fazla; Milli Görüş ve Alperen camialarının çok azınlık bir kısmını dahil edebiliriz. Dolayısı ile o zamanki imam her kim olursa, onun imameti konusunda pek bir tereddür yaşanmaz.
Cemaatlerin silah/para gücüne göre değil, halk desteğine göre gücünün bilinmesine bende katılırım. Velakin şu an halk tarafından yeterli desteği görecek bir cemaat maaleseftki yok. HÜAPAR'ın seçimlere girmesi örneğinde bunu gördük. Kaldıki, Rejim aleyhtarı oluşumların en büyüğü şu anda o camiadır. Cemaatler arası bir çatışma ise ilk anda çıkmaz, çünki yukarıdada belirttiğimiz gibi muhtemelen bir liderin etrafında toplanmış insanlar bu devrimi yapmış ve diyerleride en fazla sonuna kadar destek vermiş olur. İran bunun en büyük örneğidir. Keza Afgan cihadındada böyle olmuştur, ABD yanlısı kuzey ittifakına karşı; Molla Ömer(r.h) üzerinde tabi bir ittifak gerçekleşmiş ve bu gün dahi kısmen iktidarda olan bir İslami rejim kurulmuştur. Daha sonraki imamlar ise diğer iki yöntem ile belirlenebilir. Cemaatlerin konumu bu İmamların belirlenmesinde ortaya çıkar. Zaten ilk İmamın, Hilafetinde rejim oturmuş olur muhtemelen.
İslam aleminin tamamını kuşatması nihayi hedefi olan bir devletin, üniter yapıda olması mümkün değildir. Dolayısı ile Cemaatler, etkili oldukları bölgede yerel hükümetleride kazanabilir dolayısı ile büyük bir kriz çıkmaz.
İlk fitne devrindeki olaylar, bir iktidar krizi değildi. Zira İmam Ali'nin(r.anh) -hariciler müstesna- en şiddetli muhalifi olan Muaviye(r.anh) dahi, Ali(r.a) vefat edene kadar hilafet iddia etmemiştir. Sıffin savaşındaki yüzük -bazı variantlarında kılıç- hikayesi Lut b Yahya isimli azılı bir Rafızi ravi tarafından rivayet edilmiştir. Oradaki mesele, Osman'ın(r.a) kısası, meselesidir.
Hem o olaya ve devam eden fitne sürecine bakarsak aslında eninde sonunda bir Saltanar oluşacağını görürüz.
Zira Muaviye'nin(r.a) taraftarları hep Ümevi sülailesinden kişiler etrafında, İmam Ali(r.a) taraftarları hep Evlad-ı Ali başta olmak üzere Haşimiler etrafında, Zübeyir(r.a) taraftarları ise Abdullah bin Zübeyir etrafında toplanmışlardır. Yani işin sonu bir şekilde Sulta'ya varmaktadır. Ancak bu o dönem için geçerlidir, şu anda -Allahu alem- böyle bir durum yoktur.

@İmam Malik Türkçülük ister milliyetçilik, ister ulusalcılık (devletçi milliyetçilik), isterse de kendi içine kapalı bir düşünce tarzı/doğal asabiyet olsun, zararlıdır. Zaten biri diğerini doğuruyor çoğu kez. Din düşmanı Atsız veya Türkeş gibilerinin övülecek bir tarafı da yok. Sadece bazı meseleleri daha tafsilatlı konuşmak için yorumda bulunuyroum akhi.



Evet, Suriye ehlinden kastım Suriye'de bulunan, oranın ahvalini bilen ve dolayısıyla bölgenin çıkarlarının önüne geçecek şahsi çıkarları olmayan cemaatlerdir. Bu genellikle vatandaşlık ile eşleşse de, ulusalcı düşüncenin aksine bir vatandaşlığın özgün bir değeri yoktur. Ancak yine de liderin bölge halkından olması bu bağlamdaki ön yargıların önüne geçmekte faydalı olacaktır.



Hulefa-yi Raşidîn'in sünneti aydınlatıcı olmakla birlikte, sünnette teşkilat ve idare biçimini belirleyen herhangi bir nizam açıklanmamış, bu türden bağlayıcı bir emir varit olmamıştır. Daha çok külli kaideler mevcuttur, emanetleri ehline tevdi etme, imamın müşavere etmesi, akitlere bağlılık, gibi. Cemaat ve biat de bir akittir, ki Resulullah (s.a.v.) Medine'de hazırladığı vesika ile bunu göstermiştir. Dolayısıyla Müslümanlar bunu maslahata uygun bir biçimde tasarlayabilirler.

Ulema sizin de dediğiniz gibi ehli hall vel akd'in imamı seçeceğini yazıyor. Ancak pek az kimse bu kurumun nasıl teşekkül edeceğine değiniyor. Bu da tegallübe (zorbalık ile iktidara gelmek) sebep olagelmiştir. Genel seçimler bunun önüne geçmenin en sağlam yönü. Başta İmam Zeyd örneğinize benzer bir şekilde bir devrim gerçekleştirilir ve İslami cemaatler bir araya gelip, Medine vesikasında olduğu gibi bir anayasa hazırlarlar. Burada İslami değerler ve devletin temel esasları kayıt olunur. Bu şekilde hiçbir parti şeri çerçevenin dışına çıkamaz. Yüksek mahkemedeki hukukçu-fukaha bunu denetler. Siyasi/idari kararnamelerin ve yasamanın dışında şeri meselelere ulema fetva verir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de başta kararnamelere fetva alınıyordu, ancak Kemalistler dini müesseseleri etkisiz hale getirdiler, ki bu da faal ve bilinçli İslami bir kitlenin veya cemaatin olmayışından yapılabildi. Mahkemenin fukahaca idare edildiği ve eğitimin İslami terbiye üzere yapıldığı bir toplumda böyle bir darbenin olmayacağı umulur. Benzer bir model de Mursi önderliğindeki Mısır'da uygulanmaya çalıştı. Şeriat ve İslam fıkhı yasama merci ilan edildi ve El-Ezher de Osmanlı Meşihatı gibi bunu beyan eden resmi organ. Sedat ve Mübarek zamanı hakimlerin İslam'ı kafalarına göre tevil etmemesi için (Pakistan'da da benzeri yaşanıyor, faizin helalliğine vs. karar çıkıyor) sadece "şeriat" yerine "İslam Fıkhı"nın anayasa girmesi önemliydi. Ancak burada da yine, askeriye ve adli kurumlar devrim öncesi adamların elinde olduğu için bunlar darbe yapabildi. Bu sebepten ötürü kanımca genel bir İslami devrim yapıldıktan sonra (İmam Zeyd örneği) usulünce seçimler başlatılabilir.

Sizin savunduğunuz model, yani bir nevi müçtehidlerin/imamın ve siyasetçilerin ayrılması, İran İslam Cumhuriyeti modeline benziyor. Sünniler arasında partiye karşı çıkanlar benzer bir sistem arzuluyorlar. Hasan el-Benna da bu görüşteydi (ehli hal vel akd'i müçtehit ulemaya sınırlamadan). Belki Afganistan gibi bir tane İslami hareketin kuvvetli olduğu yerlerde böyle yapılabilir. Bu durumda genel meclisin fazla bir yetkisi olmaz. Cemaatler arası istişare daha çok gayr-ı resmi müşavere. Ancak Türkiye gibi farklı cemaatleri barındıran bir ülkede İran müçtehitleri gibi insicam içerisinde bir yapı yok, ki Humeyni bile rehber olana kadar kaç adamı etkisiz hale getirmiş. Bu yüzden seçimler en sağlam yöntem. Bir cemaatin ne kadar güçlü olduğunu da silahları veya parası değil adam sayısı göstermeli. Özellikle de ileride İslam devleti daha geniş bir coğrafyayı kapsarsa bu böyle. Bundaki temel maksadımız istikrardır, yani hükumetin barışçıl bir şekilde devredilmesi. Emirlik sistemlerinde çatışma çıkması daha muhtemeldir, çünkü hükumetten memnun olmayanların herhangi bir seçeneği yoktur. Hz. Ali ve Hz. Muaviye (r.anhuma) arasındaki ihtilafta bunu görmek mümkündür. Ehli hal vel-akit'ten bahsederken bunun her daim istikrarlı, kendi arasında müttefik, sağlam bir yapı olduğu hayal ediliyor. Ancak bildiğimiz gibi, Medine ehli hal vel-akiti (r.anhum) bile Cemel savaşında karşı karşıya gelmiştir. Sonrasında da Âl-i Ali, Ümeyye ve Zübeyr taraftarları karşı karşıya gelmiştir. Bu tarafların partiden farkı yoktur ve bizim aradığımız, tarafların birlikte çalışacağı bir platform tasarlamaktır. Benim takip ettiğim görüş, hilafeti taşıyan Müslüman halkın hükumetin aslını (masdar es-sulta) teşkil ettiği ve İslami partiler yoluyla kendi aralarından bir imam seçmesi gerektiğidir.

Hz. Osman hadisinde söz konusu azl değil, isyandır. Bu isyan da malumat/iletişim kopukluğu nedeniyle ortaya çıkmıştır. Medine ehl-i halli Hz. Osman (r.anh)ı azletmek istememişlerdir.

Birleşik Krallıklar, Fransa ve Rusya misallerine gelince, Rusya hariç bu ülke cumhurbaşkanlarının hükumeti feshetme gibi bir yetkisi yoktur. İngiliz İmparatorluğu bunu tebasını yeterince medeni görmediği sömürge ülkelerinde yapıyordu sadece. Birleşik Krallıklar'da artık kraliçenin herhangi bir gücü yoktur ve başkbakanı da meclis seçer. Fransa'da halk hem meclis üyelerini hem de Cumhurbaşkanını seçer. Cumhurbaşkanı meclisin çoğunluğu arasından başbakanı seçer, ama onu azletme veya meclisi feshetme yetkisi yoktur. Rusya da Fransa gibi yarı-başkanlık ile idare ediliyor, ama Rusya'nın sistemi daha çok Hitler öncesi Weimar Almanyası'na benziyor. Cumhurbaşkanı meclisi feshetme yetkisine sahip. Bu da gördüğümüz gibi ülkeyi tegallübe müsait hale getirmiştir.

Fransa'da CB'nin bu yetkisi var, yanlızca mesclisi feshettiği takdirde; Seçime gitme zorunluluğu var, bu sebebden ötürü pratikte uygulanmıyor, çünki bunu yaptığı takdirde gireceği seçimde zor duruma düşer. Ama yapmazsa, zor duruma düşmediği gibi birde "Meclis engel oldu" deme hakkı kazanır seçim süresince.
BK'da, idari açıdan Kraliçenin zayıf olduğu bilinsede, zannedildiği gibi sembolik bir makam değildir. Aksine, teorik olarak, devlet meşruiyyetini Kral yada Kraliçeden almıştır. Yukarıda arzettiğim gibi pek çok önemli yetkisi vardır. Yetki olarak eski Sistemdeki Türkiye CB'si gibi düşünülebilir.
Kitab, Sünnet ve Ümmetin realitesine en münasib olan -Allahu alem- budur. Tabiki sistem, çağın gereklerine göre tanzim edilebilir.
 
عبد الرحمن Çevrimdışı

عبد الرحمن

قُل آمَنتُ بِاللهِ ثُمَّ استَقِم
İslam-TR Üyesi
Büyük oranda katılıyorum. Velakin şunuda eklemem lazım: Dini müesseseler, kesinlikle devletten bağımsız olmalı.
Osmanlıda, tanzimat fermanı ilan edilip; günümüz Tuğyan rejiminin temelleri atılırken, Kevsericilerin öve öve bitiremedikleri "Osmanlı Uleması" arasından buna fetva verenler hiçte az değildir.
Diğerleri ise susmuş ve bunun batıl olduğunu söylememiştir.

Osmanlı İlmiye sınıfı özellikle de 19.yy.'da atalate düşmüş ve içine fesat karışmış olabilir, ki buna Ahmet Cevdet Paşa gibi İlmiye'den olanlar da değinmiştir. Ancak Tanzimat konusunu Müslüman tarihçiler çok basite indirgeyerek ele alıyorlar. Tanzimat batıcılıktan, taklitten ibaret değildir. Tanzimat kanunları da tümüyle şeriata aykırı değildir. 1839 Gülhane Hatt-ı Şerifi şeriata birçok atıfta bulunuyor ve temelinde sultanın hukuksuz eylemlerinin önüne geçmeyi amaçlamıştı. Bu da şeriatın ihyasıdır. Bundan önce Sultan Mahmut II. devleti merkezileştirme çabası içerisnde bir çok kimseyi hukuksuzca katletmiş, birçok mala el koymuştur. Tanzimat bu açıdan can ve mal emniyetini geri getirmiştir. Onun dışında askerliğe ve vergilere dair düzenlemeler yapılmıştır. 1840 Ceza Hukuku şeklen Fransa'dan örnek alınmıştır, ama hükümleri şeriata göre tadil edilmiştir.

Osmanlı ulemasının sustuğu da doğru değildir. Reşid Paşa 1841'de Fransa Ticaret Hukuku'nu ithal etmek isteyince, ulema buna karşı çıkmıştır ve neticede Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi (kendisinin tefsir sahibi Alusi ile dostluğu vardır) Ahmet Cevdet Paşa'yı görevlendirmiş, o da 1850 Ticaret Hukuku'nu hazırlamıştır. 1869'da da bildiğimiz gibi Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye hazırlanmaya başlanmıştır.

Bu konuda bkz.:
  • Anscombe, Frederick E. “ISLAM AND THE AGE OF OTTOMAN REFORM”. Past & Present, sy 208 (2010): 159-89.
  • Chambers, Richard L. “The Ottoman Ulema and the Tanzimat”. Içinde Scholars, Saints, and Sufis, Muslim Religious Institutions in the Middle East since 1500, editör Keddie, Nikki R. Berkeley: University of California Press, 1972.
Onun dışında evet, ulemanın merkezileşmesi ve resmileşmesi bazı sakıncaları beraberinde getiriyor. İran uleması mesela devletten müstakil kaldığı için gücünü koruyabilmiştir deniliyor. Ulema için en önemli kurum vakıftır sanırım. Ulemanın gücünün zayıflaması da devletin vakıflara hukuksuzca el koymasıyla olmuştur Türkiye'de ve Türkistan'da özellikle benim bildiğim.

Belki de siyasi boyutunda bu genel olarak sulta ayrımıyla ilgilidir. Yürütme organı doğuda herşeye karışabildiği için ulemayı da etkisiz hale getirebiliyor. Yargı ve meşihat devletin parçası ama müstakil kuruma ve finansa (vakıf) sahip olsa bu sorun çözülebilir, Allahu a'lem. Yoksa raşidi Müslüman bir devlette ulemanın imam'dan ayrı kalması düşünülemez. Darül-Küfür'deki Müslümanlar da kendi müstakil kurumlarıyla halifeye bağlanır anlaşma imzalanırsa kafir devlet ile.

Türkiyedeki cemaatlerin çokluğuna gelirsek, hangi cemaatlerin bu oluşuma dahil edileceğide önemli;
Rejimin müdafasını yapmaktan ve Muvahhidlere zehir kusmaktan başka bir fonksyonu olmayan ve muhtemelen devrim esnasında hatta sonrasında aynı işi yapacak olan İsmailağa, Nur camiası, Kevseriyye gibi yapılara bu yeni Rejimde yer vermek şöyle dursun; Devrimden sonra bunlara Mürted ahkamı uygulanması icab eder(Hüccet ikame etmek ve dahada olmuyorsa haddi uygulamak)
Bu vblerini dışarda tutarsak geriye birkaç küçük tasavvufi oluşum, Süleymancıların çok az bir kısmı, Hizbullah Cemaati, ve irili ufaklı Selefi cemaatleri ve Özgür-der gibi bazı küçük oluşumlar kalır. Kendimizi çok zorlarsak en Fazla; Milli Görüş ve Alperen camialarının çok azınlık bir kısmını dahil edebiliriz. Dolayısı ile o zamanki imam her kim olursa, onun imameti konusunda pek bir tereddür yaşanmaz.

Böyle bir toplu tekfir anlayışına şiddetle karşıyım. Hüccamet ikamesi demenizin bir anlamı kalmıyor böyle bir düşünceyi açığa vurduktan sonra. Bu cemaatlerin hangi itikadı şehadetlerini nakzetti size göre? Hüdapar'a gelince onlar laikliği benimsemeden demokrasiye iştirak ediyorlar diyerek hüsnü zanda bulunyorsunuz, ki bu güzel bir şey, ama diğerlerine gelince suizanla tekfirlerine sebep arayacaksınız.
Kevseriyye diye bir grup da yok. Muhammed Zahir el-Kevseri'yi okuyanlar bir grup teşkil etmiyor. Taliban'ın ihtiram ettiği ve Afgan cihadına destek veren Karaçi Camiat el-Ulum el-İslamiyye'nın kurucusu, Muhammed Yusuf el-Binnori (ö. 1977) de Kevseri ile görüşüyor, fikir alışverişinde bulunuyordu. Şeyh Binnori kendi başına alim ve onun yanında Selefilerin de saygı duyduğu Enver Şah el-Keşmiri'nin en başaralı öğrencilerindendi.
 
Son düzenleme:
İmam Malik Çevrimdışı

İmam Malik

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Osmanlı İlmiye sınıfı özellikle de 19.yy.'da atalate düşmüş ve içine fesat karışmış olabilir, ki buna Ahmet Cevdet Paşa gibi İlmiye'den olanlar da değinmiştir. Ancak Tanzimat konusunu Müslüman tarihçiler çok basite indirgeyerek ele alıyorlar. Tanzimat batıcılıktan, taklitten ibaret değildir. Tanzimat kanunları da tümüyle şeriata aykırı değildir. 1839 Gülhane Hatt-ı Şerifi şeriata birçok atıfta bulunuyor ve temelinde sultanın hukuksuz eylemlerinin önüne geçmeyi amaçlamıştı. Bu da şeriatın ihyasıdır. Bundan önce Sultan Mahmut II. devleti merkezileştirme çabası içerisnde bir çok kimseyi hukuksuzca katletmiş, birçok mala el koymuştur. Tanzimat bu açıdan can ve mal emniyetini geri getirmiştir. Onun dışında askerliğe ve vergilere dair düzenlemeler yapılmıştır. 1840 Ceza Hukuku şeklen Fransa'dan örnek alınmıştır, ama hükümleri şeriata göre tadil edilmiştir.

Hak ile batıl arasında yanlızca batıl vardır. Evet, tanzimat sonrası tümü ile Şeriatın lağvedilmesi olmasada, saydığınız husular ve ek olarak zımmilere getirilen ayrıcalıklar ciddi problemdir. Daha sonraki Islahat fermanına'da önayak olduğu bilinmelidir ve asla hafife alnımamalıdır bunun dışında bazılarınca fazla abartıldığı görüşüne katılmaktayım ve lakin Işıkçıların yaptığı gibi hafifede alınmamalıdır.

Osmanlı ulemasının sustuğu da doğru değildir. Reşid Paşa 1841'de Fransa Ticaret Hukuku'nu ithal etmek isteyince, ulema buna karşı çıkmıştır ve neticede Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi (kendisinin tefsir sahibi Alusi ile dostluğu vardır) Ahmet Cevdet Paşa'yı görevlendirmiş, o da 1850 Ticaret Hukuku'nu hazırlamıştır. 1869'da da bildiğimiz gibi Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye hazırlanmaya başlanmıştır.

Bu konuda bkz.:
  • Anscombe, Frederick E. “ISLAM AND THE AGE OF OTTOMAN REFORM”. Past & Present, sy 208 (2010): 159-89.
  • Chambers, Richard L. “The Ottoman Ulema and the Tanzimat”. Içinde Scholars, Saints, and Sufis, Muslim Religious Institutions in the Middle East since 1500, editör Keddie, Nikki R. Berkeley: University of California Press, 1972.


Ben "Osmanlı Uleması, zayıf kaldı" derken, günümüzde allanıp pullanan Ö N Bilmen vb kişileri kastetmiştim. Ama çoğunluk maaleseft böyledir. Bunu şuna benzetebiliriz(Buradan, Osmanlı ile Suudu eşitlediğim sonucuna varmayın) Suudda Rejimin çıkardığı kararlara Muhalefet edenler vardır(Tarifi, Muhammed Muhaysini, Ulvan vb) ancak ekseriyet maaleseft böyle değildir.

Belki de siyasi boyutunda bu genel olarak sulta ayrımıyla ilgilidir. Yürütme organı doğuda herşeye karışabildiği için ulemayı da etkisiz hale getirebiliyor. Yargı ve meşihat devletin parçası ama müstakil kuruma ve finansa (vakıf) sahip olsa bu sorun çözülebilir, Allahu a'lem. Yoksa raşidi Müslüman bir devlette ulemanın imam'dan ayrı kalması düşünülemez. Darül-Küfür'deki Müslümanlar da kendi müstakil kurumlarıyla halifeye bağlanır anlaşma imzalanırsa kafir devlet ile.
Bende bunu savunuyorum. Ulema elbetteki İmamdan ayrı olamaz, olmamalıdır. Ancak, bu durum İmamın Ulema'ya değil, Ulemanın İmama olan murakabesi ile olmalıdır.
Keza, Ulema sınıfıda İmama tabi olmakla beraber bağımsız olmayan, özerk bir yapıya sahib olmalıdır. Küfür diyarındaki Müslümanlar konusundaki tutumunuzada keza katılıyorum.

Osmanlı İlmiye sınıfı özellikle de 19.yy.'da atalate düşmüş ve içine fesat karışmış olabilir, ki buna Ahmet Cevdet Paşa gibi İlmiye'den olanlar da değinmiştir. Ancak Tanzimat konusunu Müslüman tarihçiler çok basite indirgeyerek ele alıyorlar. Tanzimat batıcılıktan, taklitten ibaret değildir. Tanzimat kanunları da tümüyle şeriata aykırı değildir. 1839 Gülhane Hatt-ı Şerifi şeriata birçok atıfta bulunuyor ve temelinde sultanın hukuksuz eylemlerinin önüne geçmeyi amaçlamıştı. Bu da şeriatın ihyasıdır. Bundan önce Sultan Mahmut II. devleti merkezileştirme çabası içerisnde bir çok kimseyi hukuksuzca katletmiş, birçok mala el koymuştur. Tanzimat bu açıdan can ve mal emniyetini geri getirmiştir. Onun dışında askerliğe ve vergilere dair düzenlemeler yapılmıştır. 1840 Ceza Hukuku şeklen Fransa'dan örnek alınmıştır, ama hükümleri şeriata göre tadil edilmiştir.

Osmanlı ulemasının sustuğu da doğru değildir. Reşid Paşa 1841'de Fransa Ticaret Hukuku'nu ithal etmek isteyince, ulema buna karşı çıkmıştır ve neticede Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi (kendisinin tefsir sahibi Alusi ile dostluğu vardır) Ahmet Cevdet Paşa'yı görevlendirmiş, o da 1850 Ticaret Hukuku'nu hazırlamıştır. 1869'da da bildiğimiz gibi Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye hazırlanmaya başlanmıştır.

Bu konuda bkz.:
  • Anscombe, Frederick E. “ISLAM AND THE AGE OF OTTOMAN REFORM”. Past & Present, sy 208 (2010): 159-89.
  • Chambers, Richard L. “The Ottoman Ulema and the Tanzimat”. Içinde Scholars, Saints, and Sufis, Muslim Religious Institutions in the Middle East since 1500, editör Keddie, Nikki R. Berkeley: University of California Press, 1972.
Onun dışında evet, ulemanın merkezileşmesi ve resmileşmesi bazı sakıncaları beraberinde getiriyor. İran uleması mesela devletten müstakil kaldığı için gücünü koruyabilmiştir deniliyor. Ulema için en önemli kurum vakıftır sanırım. Ulemanın gücünün zayıflaması da devletin vakıflara hukuksuzca el koymasıyla olmuştur Türkiye'de ve Türkistan'da özellikle benim bildiğim.

Belki de siyasi boyutunda bu genel olarak sulta ayrımıyla ilgilidir. Yürütme organı doğuda herşeye karışabildiği için ulemayı da etkisiz hale getirebiliyor. Yargı ve meşihat devletin parçası ama müstakil kuruma ve finansa (vakıf) sahip olsa bu sorun çözülebilir, Allahu a'lem. Yoksa raşidi Müslüman bir devlette ulemanın imam'dan ayrı kalması düşünülemez. Darül-Küfür'deki Müslümanlar da kendi müstakil kurumlarıyla halifeye bağlanır anlaşma imzalanırsa kafir devlet ile.


Böyle bir toplu tekfir anlayışına şiddetle karşıyım. Hüccamet ikamesi demenizin bir anlamı kalmıyor böyle bir düşünceyi açığa vurduktan sonra. Bu cemaatlerin hangi itikadı şehadetlerini nakzetti size göre? Hüdapar'a gelince onlar laikliği benimsemeden demokrasiye iştirak ediyorlar diyerek hüsnü zanda bulunyorsunuz, ki bu güzel bir şey, ama diğerlerine gelince suizanla tekfirlerine sebep arayacaksınız.
Kevseriyye diye bir grup da yok. Muhammed Zahir el-Kevseri'yi okuyanlar bir grup teşkil etmiyor. Taliban'ın ihtiram ettiği ve Afgan cihadına destek veren Karaçi Camiat el-Ulum el-İslamiyye'nın kurucusu, Muhammed Yusuf el-Binnori (ö. 1977) de Kevseri ile görüşüyor, fikir alışverişinde bulunuyordu. Şeyh Binnori kendi başına alim ve onun yanında Selefilerin de saygı duyduğu Enver Şah el-Keşmiri'nin en başaralı öğrencilerindendi.

Bende toplu tekfire karşıyım. Zaten her birinin muayyen olarak kafir olduğunu söylemiyorum, o kadar ahmak ve cahil olmadığım gibi haricide değilim değilim! Ben sadece genel kaide olarak söylüyorum bunu. Mutlak tekfir her zaman muayyen tekfiri gerektirmez. Mesela bir kişi, düşünelim TSK'da görevli.
TSK'nın hükmü konusunda hiçbirimiz ihtilaf etmeyiz ama bu kişinin muayyen olarak tekfirde etmeyiz. Harciliği ile meşur IŞİD dahi yapmamıştı bunu, Irak ordusuna!
Kevseriyye derken bir grubdan ziyade bir fırka kastediyorumda denilebilir. Özellikle Hanefi-Maturidi fetişizmi yapanlar,(ki bende amelde Hanefi sayılırım) ekseran böyledir. Israrla, insanları üzerinden asırlar geçmiş kelam meseleleri ile meşgul ederler. İçlerinden birisi, Hanefi olan Mevdudi'nin(r.aleyh) bir kitabını okuyacak olsa, en ılımlısı "Senin ilmi düzeyin bu kitabı okumaya müsait" değil diyerek sakındırılar. Bazısına göre zaten Seyyid Kutub, deyince akıllarına Abdullah bin Ubey gelmektedir. Türkiyede böyle olan pek çok kişi var. En meşhurlarından biri E Sifil denilen kişidir. Abdullah Muhaysini(Allah selamet versin) gibi son derece mülayim ve ihtiyatlı bir Alime bile olmadık sözler sarfetmiştir.
Böyle olan pek çok irili ufaklı grup var. Bunun dışında, tasavvuf camiasındada bu hasletler var.
Kevseri'ye gelince, hakkında çok bir bilgim yok. Yanlızca, İmam Ebu Hanife(r.aley) hakkındaki İbni Ebu Şeybe'ye karşı verdiği reddiyeyi okumuştum. Klasik bir Hanefi-Maturidi izlenimi dışında pek bir şey görmedim -Allahu Alem-
Birde şunu unutmamak gerek; Kabul edelim yada etmeyelim, sevelim yada sevmeyelim bu memlekette ilk kuşatıcı ve kapsamlı İslami hareket, Milli Görüş'tür. Velakin Milli Görüş lideri Necmeddin ERBAKAN, Burhaneddin Rabbani gibi, Şehidlerin kanlarını satan bir hain-tağutu Türkiyeye getirmişti, Buna mukabil Abdullah AZZAM(r.aleyh) "Kayıp minare" isimli eserinde ERBAKAN hakkında oldukça müdbet şeyler söylüyor ama El Kaide, Rabbani'yi tekfir ediyor.
"Sadede gel" diyeceksin söyleyim, bir kişinin müsbet olup olmadığı hakkında, müsbet insanların ne söylediği ile sabit olmaz. Bu kişi, övdüğü kişi hakkında yeterli bilgiyemi sahib yoksa duyduğu şeyler ile hüsnü zanmı etmiş bilemeyiz çünkü. Nitekim bu tarz görüşlerinden rucu edenlerin sayısı hiçte az değildir. En son yaşanan bir örnek; Abdullah Muhaysini(Allah Selamet versin), Makdîsi hakkındaki görüşlerinden rücu etmiştir. Aynı şekilde şu anda Erdoğan hakkında müsbet yorumlarda bulunmaktadır. Bunun sebebi -Allahu Alem- Türkiyede, Ehli İslamın çektiği zorluklardan haberdar olmamasıdır.(Kevseri meselesinden bağımsız olarak bir prensib olsun diye söyledim)

Ben kimseye suizanda bulunmadım. Hatta ifrat derecesinde bir hüsnü zan taşıdım, o kadarki Hüseyin Hilmi Işık gibi bir mel'un kişiyi bile ilk etapta müsbet olarak düşündüm. Sonradan mel'anet-i ebediyyesini okuyuncaya kadar hüsnü zan besledim. HÜDAPAR'ın destek aldığı Cemaat ile uzun yıllarımı geçirmiş olduğumdan dolayı onların itikadını biliyorum bu konuda. Son 3 ay içinde değşmediler ise eğer böyledirler.
Aynı şekilde, saydığım diğer grubların bu konudaki itikadlarınıda bildiğim için rahatlıkla konuşuyorum. Kevseri ekolünün hemen tamamı koyu hükümet yanlısıdır. Devletin, Erdoğana "Veliyyul Emr" diyen biz zihniyete sahibler.
Nurcuların bu konuda en ılımlı platformu olan "Sorularla İslamiyet" isimli siteye girin. Oradadaki özellikle bu meselelere dair yazıları okursan hele birde Cihad'a dair yazmılanları okursanız ne demek istediğimi anlarsınız. İsmalağa Camiasının ise yediği herzeleri görmek için siteye biraz göz gezdirmek yeterli olacaktır. M Kemal gibi birine İslam isnad etmek küfürdür. Evet kişi, M Kemal'in icraatları konusunda cahil kalmış olabilir. Ama o camia'ya bu konuda kaç tane reddiye verildi, buna rağmen herzelerinden rucu etmediler aksine devam ettiler. O süreç daha dün gözlerimiz önünde cereyan etti. Yarın öbür gün, TC ile Müslümanlar arasındaki bir kıtal durumunda alacakları tavırda öyle olacaktır. Yoksa ben sadece HÜDAPAR'ın, Laiklik ve Demokrasi'yi benimsemediğini söylemedim. Eski Milli görüşçülerinde büyük çoğunluğu böyledir. Hatta irili ufaklı pek çok tasavvufi grub dahi vardır rejim muhalifi olan. Kuaşi kardeşler için dahi Aczimendiler cenaze namazı kılmıştı. Bununla birlikte ben bütün bu grubların muhtemelen, ayrı ayrı değil tek bir oluşum ve İmam etrafında, Rejime karşı çıkacaklarını bu dolayısı ile devrimden onrada İmamet sıkıntısı kalmayacağını anlatmaya çalıştım.
 
Üst Ana Sayfa Alt