Kâfir devletin kurumlarında çalışan her kişiyi, ayırım yapmadan tekfir etmek de, tekfirde yapılan büyük hatalardan biridir. Günümüz fikir kitaplarından okudukları kimi genellemeler ile ahkâm çıkaran hamasetli bazı gençlerde bu tür tekfir yaygınlık kazanmıştır. Örneğin, bazılarının, “cahiliye toplumları” ifadesinden hareket ile bu tür toplumlarda yaşayan herkesi tekfir etmeleri bu türdendir. Cahiliye sistemlerinin şemsiyesi altındaki herhangi bir kurumda çalışmak, cahiliyyeyi güçlendiren bir sistemde çalışmak olarak kabul edilmiş ve bu anlayış bazılarının ilham kaynağı olmuştur.
Bundan hareketle kimileri, çöp toplayan kişilerden, tağut yöneticilere kadar, kâfir devletin kurumlarında çalışan herkesin kâfir olduğunu söylemektedirler. Hâlbuki bu, hatalı bir genellemedir. Böyle bir genellemeden, Allahu Teala’ya sığınırız ve kesinlikle bunu kabul etmeyiz.
Bugüne kadar devlette hiçbir görev almamış olsak ve tağuttan ve onunla ilgili her şeyden olabildiğince uzak dursak, ona ve yönetimine yakınlaşılmasına sebep olabilecek her türlü yolun önüne geçsek, ona götüren bütün yolları ve bağları kesmek için muvahhid kardeşlerimizin de kâfir devlette görev almalarını uygun görmesek de, herkesin böyle yapmaya mecbur olduğunu veya bunun imanın ve İslam’ın asıllarından olduğunu söylememiz mümkün değildir. Biz şer’i hüküm açısından, kâfir devlette alınan bütün görevlerin küfür veya haram olduğunu söylemiyoruz. Aksine görevden göreve fark olup bunlar arasında ayırım yapmanın gerekliliğini savunuyoruz.
Açıkça küfür olan söz ve amellerin işlendiği görevler küfre götüren görevlerdir. Kişinin, küfür olan kanunların yapılmasına katılması veya kendisine verilen görevinde küfür olan bu kanunlara uyması ve bu kanunlara saygı göstereceğine dair yemin etmesi, tağutlara karşı dostlukta bulunması, bu kanunları koruması ve savunması veya Müslümanlara karşı tağutlara destek olması gibi açıkça küfür olan işler bu türdendir.
Ancak muhteviyatında sadece günah, kötülük ve haksızlıkta yardımlaşma bulunan görevler, haram olan görevlerdir ve bu işlerde görev alanlar günahkâr olurlar. Açıkça küfür sebebi olan bir durumu olmadığı sürece sadece böyle bir işte görev alması sebebi ile o kişinin tekfir edilmesi helal olmaz.
Muhtevasında küfür veya haram olan bir şeyin bulunmadığı işlerde görev almak ise sadece mekruhtur. Mekruh olduğunu söylememizin sebebi, bu işin, Allahu Teala’nın düşmanlarının, Müslüman’a musallat olmasına, küfür olan hukuku ile yönetmesine veya o işte görev alan Müslüman’ın zelil duruma düşürülmesine yol açması endişemizdir.
Buhari Rahimehullah Sahih’inin “İcare” bölümünde, “Bir Müslüman Daru’l-harpte Bir Müşrikin Yanında Çalışabilir mi?” başlıklı babda Habbab ibn-i Eret’ten Radıyallahu Anhu şöyle rivayet etmektedir: (Habbab) Der ki: “Ben demircilik yapan birisi idim ve As ibn Vail’in yanında çalıştım. Bana ödemesi gereken ücret birikti. Bunu ödemesi için yanına gittiğimde bana dedi ki: ‘Hayır, vallahi sen Muhammed’i Sallallahu Aleyhi ve Sellem inkâr edinceye kadar ödemeyeceğim.’ Bunun üzerine ben: ‘Vallahi ben de sen ölüp tekrar dirilmedikçe asla böyle bir şey yapmayacağım.’dedim. Dedi ki: ‘Ölüp de tekrar dirilecek miyim?’ ben ‘Evet’ dedim. O, ‘Kuşkusuz ben orada mal ve evlatlara sahip olacağım; borcumu o zaman öderim’ diye karşılık verdi. Bunun üzerine Allahu Teala, “Bizim ayetlerimizi inkâr edeni ve ‘bana mal ve evlat verilecek’ diyeni gördün mü? Ayetini indirdi.
Henüz daru’l-harp konumunda olan Mekke’de durum bu idi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun durumunu gördü. İbn-i Hacer Rahimehullah hadisin şerhinde şöyle der: “Buharı’nın, bu babı “Bir Müslüman Daru’l-harpte Bir Müşrikin Yanında Çalışabilir mi?” diye isimlendirmesi ve Habbab hadisini burada rivayet etmesinden anlaşılıyor ki, O, müşrik olan As ibn Vail’in yanında çalışırken Müslüman’dı. Bu olay Mekke’de olmuştur ki, Mekke o zaman daru’l-harpti. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem ise bu durumu öğrenmiş ve onaylamıştır. Musannif bu cevazın zaruret ile kayıtlı olması veya müşrikler ile savaşa ve onlardan uzaklaşmaya izin verilmesi ve Müslüman’ın kendisini küçültmemesi emrinden önce olma ihtimalini göz önünde bulundurarak hükmü kesinleştirmemiştir. Muhalleb der ki: ‘İlim ehli bunu zaruret dışında kerih görmüşlerdir. Zaruret halinde caiz olması da iki şarta bağlıdır: Birincisi: Yaptığı işin, bir Müslüman’ın yapması helal olan bir şey olması. İkincisi ise: Zararı Müslümanlara dönecek olan bir şeyde onlara yardım etmiş olmaması. İbnu’l-Münir der ki: ‘Mezhepler, kâfire evinde hizmetçilik yapmanın onun emri altında olmanın aksine, iş yerlerinde, zanaatkârların zimmet ehli için çalışmalarının caiz olduğunda ve bunun bir zillet olmadığında karar kılmışlardır. En iyisini Allah bilir.”
Demirci olan Habbab olayında şunu belirtmemiz gerekir ki; Habbab Radıyallahu Anhu, belirli bir iş için çalışmıştır. Yani günümüzde insanların yaptığı şekli ile işe başlamasından emekli oluncaya kadar devlet ile akit içinde bulundukları gibi, yanında çalıştığı kişi ile akit bağı yoktu. Sözleşme ile devlete bağlı olarak çalışanlar üzerinde amirlerinin musallat olması, onlara tahakküm etmesi ve zelil düşürmesi kesindir. Şüphesiz kâfirlerin yanında muvakkat olarak ücretle bir işi yapmayı mekruh gören âlimler, böyle bir durumda çalışmayı daha çok mekruh göreceklerdir. Kaldı ki mekruh demeleri, öncekilerin kullanımında olduğu gibi, haram anlamında da olabilir.
Ancak, böyle bir işte görev almanın hükmü ne olursa olsun, tekfir etmekten başka bir şeydir. Çünkü defalarca belirttiğimiz gibi tekfir, sadece, delaleti açık, tespiti mümkün olan ve kişiyi küfre götüren söz veya amel ile yapılabilir. Şeriatın temeline dayanmayan ve kurallara uymayan bazı mutlak ifadeler tekfir hükmünün uygulanabilmesi için yeterli değildir.
Bazı aşırıların, kâfir devlet dairelerinde çalışan her kişinin kâfir olduğunu iddia etmeleri ve buna sebep olarak da bu kişilerin kâfirlere itaat etmesi olduğunu söylemeleri ve Allahu Teala’nın, “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘Bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir” ayetini buna delil olarak göstermeleri, bu ayetteki küfre götüren itaat tan maksadın ne olduğunu anlamamalarından kaynaklanmaktadır.
Buradaki itaat, mutlak itaat manasında değildir ve küfür, şirk, riddet ve kanun koyma ile ilgili olan özel bir itaati kapsamaktadır. Kâfir veya tağut kişi, Allahu Teala’ya itaat olan bir işi veya bir iyiliği emredecek olsa, ona bu emrinde itaat eden kişi kâfir olmak bir yana, günahkâr bile olmaz. Bu o kadar açık bir meseledir ki üzerinde daha fazla durmanın gereği yoktur. Bununla beraber bu sözümüz hakkında delil soranlara, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Hılfu’l-Fudul” konusunda söylediklerini hatırlatmak isterim. Bilindiği gibi “Hılfu’l-Fudul” dönemin kâfirlerinin oluşturduğu bir kurumdu. Buna rağmen Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “İslam döneminde de böyle bir şeye çağrılsam, bunu kabul ederim” İleride bu konu üzerinde Allahu Teala’nın izni duracağız.
Yine, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Kureyş kâfirleri ile yaptığı Hudeybiye anlaşmasında, müşriklerin istekleri konusunda “Allahu Teala’nın haram kıldığı şeyler dışında benden ne isterlerse veririm” sözü ve onların bazı şartlarını kabul etmesi de bunun delillerindendir. Bu konuda Buhari’nin Rahimehullah Sahih’inde “Şartlar” bölümünde “Cihad İçin Şartlar”, “Daru’l-Harp Halkı İle Anlaşma Yapmak” ve “Şartların Yazılması” konularına bakılabilir.
Abdullatif bin Abdirrahman bin Hasen Alu’ş-şeyh, zamanındaki bazı aşırılara seslenerek şöyle demektedir: “Duydum ki Muhammed Suresi’nde geçen, “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘Bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir” ayetini günümüz emirlerinden olan, sapık kimi liderler ve bazı müşrik krallar ile anlaşma veya ateşkes gibi konularda yazışma yapanlara uyguluyorsunuz. Halbuki ayetin baş tarafındaki “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri..” kısmını görmüyorsunuz ve buradaki itaatten neyin kastedildiğini bilmiyorsunuz. Başında elif-lam takısı bulunan el-Emr’in ne olduğunu da anlamıyorsunuz. Hudeybiye Antlaşması olayında, o gün müşriklerin isteklerinde, koştukları şartlarda ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onları kabul etmesinde bu yanlış anlayışınızı reddecek ve batıl iddialarınızı çürütecek deliller bulunmaktadır.
Devlet dairelerinde çalışmanın hükmü konusunda özel bir çalışmamız bulunmaktadır ve “el-Mesabihu’l-Munira fi’r-Reddi ala Es’ileti Ehli’l-Cezira” adıyla basılmıştır.
Mucahid İmam Ebu Muhammed Makdisi
Bundan hareketle kimileri, çöp toplayan kişilerden, tağut yöneticilere kadar, kâfir devletin kurumlarında çalışan herkesin kâfir olduğunu söylemektedirler. Hâlbuki bu, hatalı bir genellemedir. Böyle bir genellemeden, Allahu Teala’ya sığınırız ve kesinlikle bunu kabul etmeyiz.
Bugüne kadar devlette hiçbir görev almamış olsak ve tağuttan ve onunla ilgili her şeyden olabildiğince uzak dursak, ona ve yönetimine yakınlaşılmasına sebep olabilecek her türlü yolun önüne geçsek, ona götüren bütün yolları ve bağları kesmek için muvahhid kardeşlerimizin de kâfir devlette görev almalarını uygun görmesek de, herkesin böyle yapmaya mecbur olduğunu veya bunun imanın ve İslam’ın asıllarından olduğunu söylememiz mümkün değildir. Biz şer’i hüküm açısından, kâfir devlette alınan bütün görevlerin küfür veya haram olduğunu söylemiyoruz. Aksine görevden göreve fark olup bunlar arasında ayırım yapmanın gerekliliğini savunuyoruz.
Açıkça küfür olan söz ve amellerin işlendiği görevler küfre götüren görevlerdir. Kişinin, küfür olan kanunların yapılmasına katılması veya kendisine verilen görevinde küfür olan bu kanunlara uyması ve bu kanunlara saygı göstereceğine dair yemin etmesi, tağutlara karşı dostlukta bulunması, bu kanunları koruması ve savunması veya Müslümanlara karşı tağutlara destek olması gibi açıkça küfür olan işler bu türdendir.
Ancak muhteviyatında sadece günah, kötülük ve haksızlıkta yardımlaşma bulunan görevler, haram olan görevlerdir ve bu işlerde görev alanlar günahkâr olurlar. Açıkça küfür sebebi olan bir durumu olmadığı sürece sadece böyle bir işte görev alması sebebi ile o kişinin tekfir edilmesi helal olmaz.
Muhtevasında küfür veya haram olan bir şeyin bulunmadığı işlerde görev almak ise sadece mekruhtur. Mekruh olduğunu söylememizin sebebi, bu işin, Allahu Teala’nın düşmanlarının, Müslüman’a musallat olmasına, küfür olan hukuku ile yönetmesine veya o işte görev alan Müslüman’ın zelil duruma düşürülmesine yol açması endişemizdir.
Buhari Rahimehullah Sahih’inin “İcare” bölümünde, “Bir Müslüman Daru’l-harpte Bir Müşrikin Yanında Çalışabilir mi?” başlıklı babda Habbab ibn-i Eret’ten Radıyallahu Anhu şöyle rivayet etmektedir: (Habbab) Der ki: “Ben demircilik yapan birisi idim ve As ibn Vail’in yanında çalıştım. Bana ödemesi gereken ücret birikti. Bunu ödemesi için yanına gittiğimde bana dedi ki: ‘Hayır, vallahi sen Muhammed’i Sallallahu Aleyhi ve Sellem inkâr edinceye kadar ödemeyeceğim.’ Bunun üzerine ben: ‘Vallahi ben de sen ölüp tekrar dirilmedikçe asla böyle bir şey yapmayacağım.’dedim. Dedi ki: ‘Ölüp de tekrar dirilecek miyim?’ ben ‘Evet’ dedim. O, ‘Kuşkusuz ben orada mal ve evlatlara sahip olacağım; borcumu o zaman öderim’ diye karşılık verdi. Bunun üzerine Allahu Teala, “Bizim ayetlerimizi inkâr edeni ve ‘bana mal ve evlat verilecek’ diyeni gördün mü? Ayetini indirdi.
Henüz daru’l-harp konumunda olan Mekke’de durum bu idi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun durumunu gördü. İbn-i Hacer Rahimehullah hadisin şerhinde şöyle der: “Buharı’nın, bu babı “Bir Müslüman Daru’l-harpte Bir Müşrikin Yanında Çalışabilir mi?” diye isimlendirmesi ve Habbab hadisini burada rivayet etmesinden anlaşılıyor ki, O, müşrik olan As ibn Vail’in yanında çalışırken Müslüman’dı. Bu olay Mekke’de olmuştur ki, Mekke o zaman daru’l-harpti. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem ise bu durumu öğrenmiş ve onaylamıştır. Musannif bu cevazın zaruret ile kayıtlı olması veya müşrikler ile savaşa ve onlardan uzaklaşmaya izin verilmesi ve Müslüman’ın kendisini küçültmemesi emrinden önce olma ihtimalini göz önünde bulundurarak hükmü kesinleştirmemiştir. Muhalleb der ki: ‘İlim ehli bunu zaruret dışında kerih görmüşlerdir. Zaruret halinde caiz olması da iki şarta bağlıdır: Birincisi: Yaptığı işin, bir Müslüman’ın yapması helal olan bir şey olması. İkincisi ise: Zararı Müslümanlara dönecek olan bir şeyde onlara yardım etmiş olmaması. İbnu’l-Münir der ki: ‘Mezhepler, kâfire evinde hizmetçilik yapmanın onun emri altında olmanın aksine, iş yerlerinde, zanaatkârların zimmet ehli için çalışmalarının caiz olduğunda ve bunun bir zillet olmadığında karar kılmışlardır. En iyisini Allah bilir.”
Demirci olan Habbab olayında şunu belirtmemiz gerekir ki; Habbab Radıyallahu Anhu, belirli bir iş için çalışmıştır. Yani günümüzde insanların yaptığı şekli ile işe başlamasından emekli oluncaya kadar devlet ile akit içinde bulundukları gibi, yanında çalıştığı kişi ile akit bağı yoktu. Sözleşme ile devlete bağlı olarak çalışanlar üzerinde amirlerinin musallat olması, onlara tahakküm etmesi ve zelil düşürmesi kesindir. Şüphesiz kâfirlerin yanında muvakkat olarak ücretle bir işi yapmayı mekruh gören âlimler, böyle bir durumda çalışmayı daha çok mekruh göreceklerdir. Kaldı ki mekruh demeleri, öncekilerin kullanımında olduğu gibi, haram anlamında da olabilir.
Ancak, böyle bir işte görev almanın hükmü ne olursa olsun, tekfir etmekten başka bir şeydir. Çünkü defalarca belirttiğimiz gibi tekfir, sadece, delaleti açık, tespiti mümkün olan ve kişiyi küfre götüren söz veya amel ile yapılabilir. Şeriatın temeline dayanmayan ve kurallara uymayan bazı mutlak ifadeler tekfir hükmünün uygulanabilmesi için yeterli değildir.
Bazı aşırıların, kâfir devlet dairelerinde çalışan her kişinin kâfir olduğunu iddia etmeleri ve buna sebep olarak da bu kişilerin kâfirlere itaat etmesi olduğunu söylemeleri ve Allahu Teala’nın, “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘Bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir” ayetini buna delil olarak göstermeleri, bu ayetteki küfre götüren itaat tan maksadın ne olduğunu anlamamalarından kaynaklanmaktadır.
Buradaki itaat, mutlak itaat manasında değildir ve küfür, şirk, riddet ve kanun koyma ile ilgili olan özel bir itaati kapsamaktadır. Kâfir veya tağut kişi, Allahu Teala’ya itaat olan bir işi veya bir iyiliği emredecek olsa, ona bu emrinde itaat eden kişi kâfir olmak bir yana, günahkâr bile olmaz. Bu o kadar açık bir meseledir ki üzerinde daha fazla durmanın gereği yoktur. Bununla beraber bu sözümüz hakkında delil soranlara, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Hılfu’l-Fudul” konusunda söylediklerini hatırlatmak isterim. Bilindiği gibi “Hılfu’l-Fudul” dönemin kâfirlerinin oluşturduğu bir kurumdu. Buna rağmen Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “İslam döneminde de böyle bir şeye çağrılsam, bunu kabul ederim” İleride bu konu üzerinde Allahu Teala’nın izni duracağız.
Yine, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Kureyş kâfirleri ile yaptığı Hudeybiye anlaşmasında, müşriklerin istekleri konusunda “Allahu Teala’nın haram kıldığı şeyler dışında benden ne isterlerse veririm” sözü ve onların bazı şartlarını kabul etmesi de bunun delillerindendir. Bu konuda Buhari’nin Rahimehullah Sahih’inde “Şartlar” bölümünde “Cihad İçin Şartlar”, “Daru’l-Harp Halkı İle Anlaşma Yapmak” ve “Şartların Yazılması” konularına bakılabilir.
Abdullatif bin Abdirrahman bin Hasen Alu’ş-şeyh, zamanındaki bazı aşırılara seslenerek şöyle demektedir: “Duydum ki Muhammed Suresi’nde geçen, “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘Bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir” ayetini günümüz emirlerinden olan, sapık kimi liderler ve bazı müşrik krallar ile anlaşma veya ateşkes gibi konularda yazışma yapanlara uyguluyorsunuz. Halbuki ayetin baş tarafındaki “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri..” kısmını görmüyorsunuz ve buradaki itaatten neyin kastedildiğini bilmiyorsunuz. Başında elif-lam takısı bulunan el-Emr’in ne olduğunu da anlamıyorsunuz. Hudeybiye Antlaşması olayında, o gün müşriklerin isteklerinde, koştukları şartlarda ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onları kabul etmesinde bu yanlış anlayışınızı reddecek ve batıl iddialarınızı çürütecek deliller bulunmaktadır.
Devlet dairelerinde çalışmanın hükmü konusunda özel bir çalışmamız bulunmaktadır ve “el-Mesabihu’l-Munira fi’r-Reddi ala Es’ileti Ehli’l-Cezira” adıyla basılmıştır.
Mucahid İmam Ebu Muhammed Makdisi