Cahiliye döneminde yapılan ameller fayda verir mi ?
Hz. Hatice'nin (r.anha) amcası olan Hakim bin Hizam yüz yirmi senelik ömrünün altmış senesini cahiliyede, altmış senesini de İslâm üzere yaşadı. Sahih-i Müslim'de Hakim bin Hazam'dan rivayet edilen bir hadiste Hakim, Rasulullah'a şunu sormuştur:
"Ey Allah'ın Rasulü! Benim cahiliyede yapmış olduğum sadaka, köle azad etme ve sıla-ı rahimler için bir sevap var mıdır?" Bunun üzerine Allah Rasulü (sav):
"- (Cahiliyede) yapmış olduğun hayırlar üzere müslüman oldun" buyurur.
Bu, "cahiliye dönemindeki güzel huy ve âdetlerinden dolayı İslâm'a girdikten sonra da güzel huy ve âdetler edindin" demektir. Çünkü Hâkim bin Hazam (ra) cahiliye döneminde 100 köle azad etmiş ve onları 100 devenin üzerine bindirerek serbest bırakmıştır.
İslâm'a girdikten sonra da aynı şeyi yapmıştır. Bunun böyle olduğu açıktır. Bununla birlikte müfessirlerden Kurtubi'nin naklettiği şu görüş Allah'ın lütfü karşısında o kadar uzak bir görüş değildir.
Kurtubi hadisin son bölümünü şöyle izah etmiştir: "Cahiliye döneminde yaptığın hayırlarla birlikte müslüman oldun, yani Allah senin cahiliye döneminde yaptığın hayırları da kabul etti" demektir.
Eğer bu kimse müslüman olmasaydı, tevbe etmeseydi ve kâfir olarak ölmüş olsaydı cahiliye döneminde yaptığı iyiliklerden sevap alamazdı. Fakat Hâkim bin Huzam tevbe etmiş, müslüman olmuş ve müslüman olarak ölmüştür. Bu sebeple cahiliye dönemindeki hayırlarından sevap ümid etmesi uzak bir şey değildir. Buna mukabil kâfir olarak ölen kimsenin iyi amelleri ona herhangi bir fayda verir mi, vermez mi? Bu mesele hususunda şunlar zikredilmiştir: Bir kısım âlimlere göre kâfirin dünyada iken yaptığı hayırlı ameller, ahirette onun azabının bir kısmını hafifletmiş olabilir.
Diğer bazılarına göre ise hafifletmez. Birinci görüşe göre; günah işleyen, zina eden, yalan söyleyen, hırsızlık yapan, zulmeden, insanların kanını döken bir kâfir ile; adaletli davranan, bakmakla yükümlü olduğu kimseler arasında eşit davranan, insanların kanını dökmeyen, hırsızlık etmeyen bir kâfir arasında azap yönünden fark olacaktır. Birinci kâfirin azabı, ikincisinden daha şiddetli olacaktır.
Aziz ve celil olan yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Küfredenlere ve Allah' in yolundan saptıranlara, fesat çıkarmış olmaları sebebiyle azap üstüne azap ederiz." (Nahl, 88)
"Onlar suçlulara sorarlar: Sizi sakar Cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara bir şey yedirmezdik. Batıla dalanlarla beraber biz de dalardık. Ceza gününü yalanladık. Ölüm gelip çatıncaya kadar bu halde devanı ettik." (Müddessir, 42-47)
Cehenneme düşmek için din gününü yalanlamak yeterlidir fakat bütün diğer şeyler niçin eklenmiştir?... Bu da gösteriyor ki kâfirlerin işledikleri kötülükler cezalarını daha da ağırlaştıracak ve onları Cehennemin özel bir sınıfı olan sakara sürükleyecektir.
Utbe bin Rebia'ya yapmış olduğumuz kâfir muamelesi ile Ebu Cehil'e yapmış olduğumuz kâfir muamelesi birbirinden farklıdır. "Her ümmetin bir firavunu vardır. Bu. ümmetin firavunu da Ebu Cehil'dir." Utbe bin Rabia hakkında ise: “Eğer içinizde hayır beklenilen biri varsa şu kırmızı devenin sahibi Utbe bin Rebia'dır" denilmiştir.
Necaşi kâfirdi. Ebu Cehil de kâfirdi. Ancak Rasulullah (sav): "Bu adama (Necaşi'ye) gidiniz. Çünkü onun yanında kimseye haksızlık yapılmaz" buyurmuştur. Rasulullah bu sözü ile Necaşi'yi kastetmişti, o sırada Necaşi hristiyandı.
Yine el-Mut'im bin Adiy Allah Rasulü (sav) Taif'ten döndüğünde onu korumuştu. Bu sebeple Bedir gününde Kureyş'ten 70 tane esir alındığında şöyle demişti: "Eğer Mut'im bin Adiy sağ olsaydı ve benden şu mikropları serbest bırakmamı istemiş olsaydı onları ona bırakırdım." Kokuları açıktan hissedilen bu esirler hakkında Allah Rasulü işte böyle buyuruyordu. Bu bakımdan müslümanın kâfirle veya gayr-ı müslimle olan muamelesi; İslâm davetine vermiş olduğu eziyet ve işkencelerin derecesine göre olması gerekir. Allah Rasulü (sav)'in Mekke'nin fethinde on bir kişi hakkında:
"-Onları Kâbe’nin örtüsüne sarılmış olarak bulsanız dahi öldürünüz" buyurması, İslâm davetine zulmeden, işkencelerde bulunan kâfirleri imamın affedemeyeceğine delildir. Mekke'nin fetih gününde Abdullah bin Hatal, Kâbe’nin örtüsüne sarılı olduğu halde öldürüldü. Ancak Allah Rasulü (sav) bu kâfirlerin dışındakiler için böyle emretmemişti. Çünkü öldürülmesi emredilen bu kişilerin İslâm davasına yapmış oldukları işkence ve eziyetler çok daha şiddetliydi.
Sahih-i Müslim'de. Hz. Abbas (ra)'ın Allah Rasulü'ne şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"-Ey Allah'ın Rasulü! Ebu Talib seni himayesi altında bulunduruyor ve sana yardım ediyordu. Bunun ona faydası olacak mı?"
Allah Rasulü (sav): "Evet, onu alevlerin dalgaları arasında buldum ve onu ateşin en hafif olduğu dereceye çıkardım" buyurdu. Yine Sahih-i Müslim'de rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte ise Rasulullah'ın yanında amcası Ebu Talib zikredilince Rasulullah şu cevabı vermiştir: "Belki kıyamet gününde benim şefaatim ona şöyle bir fayda verebilir, Cehennem ateşinin topuklarına kadar ulaşacağı hafif bir derecesine konur, fakat bunun dehşetinden beyni kaynar. Şayet ben olmasaydım, o cehennem ateşinin en alt tabakasında olurdu.(Bkz. Buhari, Menakıb cl-Ensar. Bab: 40, Edeb Bab: 15. Rikak Bab: 51; Müslim. İman Bab: 357, 360)
Hülasa münafıkların harcamış oldukları mallar kabul edilmeyecektir, yani bunun ahirette faydasını göremeyeceklerdir. Çünkü yaptıklarının karşılıklarını dünyada iken görmüşlerdir. İşte bu sebeple Rasulullah (sav) Adiyy'nin bacısı ve Hatim'ın kızı Sefane'ye: "Ben, misafirlere ikram eden ve akrabalarına iyilikte bulunan bir kişinin kızıyım" demesi üzerine şunları söylemiştir: "Şayet baban müslüman olsaydı ona rahmet okurduk ve ondan dolayı merhametli davranırdık." Sonra Rasulullah sözlerine devamla şunları buyurmuştur: "Bir kavmin içinden aziz iken zelil düşen, zenginken fakirleşen ve cahiller arasında kaybolan âlimlere merhametli davranın."
Afganistan'da her bölgenin liderine melik denilmektedir. Bu insanlar kavimlerinin önde gelenleridir. Şu anda ise bir zamanlar melik diye isimlendirilen kavimlerinin en zengini ve en önde gelen liderleri olan bu insanlar, yaşamlarını sürdürebilmek için bir lokma ekmek dahi bulamamaktadırlar. İnsanlığın gereği bizlerin bu insanlara merhamet etmemiz gerekmektedir. Bu hem İslâmi, hem de insanî bir görevdir. Logar kentinde onlardan birinin evine girdim. Burası, çok basit bir evdi, ancak manzarası saray gibiydi. Bahçesi vardı ve içinden ırmak geçiyordu. Yatak odasının karşısında ağaçlar ve akarsular vardı. Evin bahçesinde üzüm, kayısı, elma vb. birçok meyve ağaçları vardı. Öyle ki evin hanımı yatak odasından pencerenin perdesini açıp elini uzatsa bu tür meyveleri toplayabilecek bir durumda idi. Şu anda bu evin sahibi kadın nerededir biliyor musunuz? Suud veya Kuveyt kızılayından bir çadır alabilmek için aylarca gidip gelmektedir. Birkaç aile sadece bir çadırın içerisinde yaşamaktadır. İnsan, birçok ailenin yaşamış olduğu bu çadırları görse, orada bir canlının barınabileceğine ihtimal vermez. Çünkü çadırlarda topraktan başka hiçbir şey yok ve yüzlerce çocuk bu çadırlarda barınmaktadır.
Davet Üniversitesinin doğudaki kapısında durup onların manzarasına bakıyordum. Bu insanlar üniversite talebelerinin yemeklerini yiyip çıkmalarını bekliyorlar ki aşçılar yemeğin arta kalanlarını çöpe atarken koşuşup ellerindeki tabaklarla onları alsınlar. Ne yazık ki bu manzaraya rağmen birileri de çıkıp şöyle diyor: "Allah için size nasihat ediyorum. Siz bu yemeklerin kalıntılarını bu bid'atçi insanlara vermeyin." Hasbunallah ve ni'mel vekil. Hatırladığım kadarı ile bir gün Rasulullah (sav) Akra bin Hâ'bis'in yanında otururken torunlarından birini öpüyor. Akra: "Allah'a yemin olsun ki benim on tane çocuğum var, hiçbirini öpmedim" diyor. Rasulullah da ona şu cevabı veriyor: "Eğer Allah senin kalbinden merhamet duygusunu çekip almışsa ben sana ne yapabilirim?" Şairin de dediği gibi:
Bu işler öyle işler ki çocuklar bunları düşünse
Şakaklarına ak düşer.
Bütün sınırlarda müslüman kadınlar gasb ediliyor,
Buna rağmen müslüman nasıl rahat yaşayabiliyor?
Nasıl istikrar olabilir?
Bir müslüman nasıl huzur içinde yaşayabilir?
Halbuki müslüman kadınlar saldırgan düşmanın elinde.
Ve o kadınlar kendilerine yapılacak bir hayâsızlıktan
Korktuklarında en son sözü söylemekte;
Keşke annelerimiz bizi doğurmasaydı, demekteler...
Sizler bilmiyor musunuz ki bütün fıkıh âlimleri doğuda müslüman kadın esir alınacak olursa batıda bulunan İslâm ümmetinin onu kurtarmak için harekete geçmesi hususunda icma etmişlerdir.
Âyet-i kerimede kafirlerin intaklarının kabul edilmeyeceği ve bunun sebepleri zikredilerek şöyle buyrulmuştur: "Verdiklerinin kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar Allah'a ve Rasulune kâfir olmuşlardır. Namaza da mutlaka tembel tembel gelirler ve mallarını da ancak istemeye istemeye harcarlar." (Tevbe, 54) Görüldüğü gibi ayette infakların kabul edilmeyeceğinin birinci sebebi olarak bu insanların kâfir oldukları zikredilmektedir. Çünkü kâfirlerin yaptıkları iyi ameller kabul edilmez. Zira amelin kabulü için niyet şart ve iman da gereklidir.
İkinci sebep olarak; onların namaza tembel tembel gelmeleri zikredilmiştir. Zira kâfirlerin namaz kılmaları rol yapmak ve yapmacık davranmaktan öte bir şey değildir. Onların namaz kılmaktan herhangi bir beklentileri olmadığı gibi namaza gelmelerini gerçekleştiren faktör de sadece kılıçtan korkmalarıdır.
İnfaklarının kabul edilmediğine dair üçüncü sebep ise; infaklarını yaparken yani zekâtlarım verirken içten gelerek değil, istemeyerek vermeleridir. Çünkü bunlar bu verdikleri zekâtı şu âyet-i kerimede de belirtildiği gibi bir angarya ve bir haraç saymaktadırlar."Bedevilerden bir kısmı da Allah yolunda harcadığını bir ziyan sayar. Başınıza bir felaketin gelmesini bekler. Şiddetli felaket onların başına gelsin. Allah her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir." (Tevbe, 98)